İSM-İ ÂZAM HAKİKATİ: KÂİNATI TİTRETTİREN İSMİN SIRRI

İSM-İ ÂZAM HAKİKATİ: KÂİNATI TİTRETTİREN İSMİN SIRRI

  1. İsm-i Âzam Nedir?

İsm-i Âzam, Allah’ın en büyük ismi demektir. Hadislerde bildirildiğine göre bu isimle dua edildiğinde icabet muhakkaktır, istenilen asla geri çevrilmez. Zira İsm-i Âzam, Allah’ın bütün isimlerinin merkezî manasını ve en kudretli tecellisini taşır. Hangi isim olduğu hususunda farklı rivayetler olsa da, alimler bu ismin kişiye, hâline ve hâcetinin türüne göre değiştiğini belirtmişlerdir. Ancak çoğunlukla “Hayy, Kayyum, Rahman, Rahîm, Celâl ve İkram Sahibi” isimlerinin İsm-i Âzam dairesinde olduğu kabul edilir.

  1. Kalpte Tecelli Eden Kudret: İnsandaki Yansıması

İnsanoğlu Allah’ın isimlerine aynadır. Bazı kalpler vardır ki, Allah’ın bir ismi orada diğerlerinden daha fazla tecelli eder. Mesela birinde “Hakem” ismi hikmetle, bir diğerinde “Rezzâk” ismi cömertlikle; bir başkasında “Vedûd” ismi şefkatle parıldar.

İsm-i Âzam ise, bütün bu isimlerin en azametli haliyle toplandığı, insanın ruhunu, kalbini ve aklını bambaşka bir boyuta taşıyan bir sır kapısıdır. Bu tecelliyle insan, küçük bir kâinat gibi davranır. Hem kullukta derinleşir, hem dua ile göklere ulaşır, hem de Allah’ın halifesi vasfını en yüce haliyle taşır.

  1. İsm-i Âzam’ın Dualardaki Etkisi

Tarih boyunca nice mübarek zatlar vardır ki, İsm-i Âzam ile dua etmiş, denizleri yarmış, hastalara şifa bulmuş, zulmü def etmişlerdir. Çünkü bu isimle edilen dua, ilahi rahmetin en kapalı kapılarını dahi açar.

> İsm-i Âzam, zât-ı Akdes’in bütün esmasının mebde-i zuhuru, menba-ı tecellisi ve mazhar-ı azamıdır.

Yani Allah’ın tüm isimleri İsm-i Âzam’da toplanır; kim ona yönelirse, kudretin bizzat kalbine doğmasına vesile olur.

  1. İsm-i Âzam’a Lâyık Olmak

Bu sırra ulaşmak için yalnızca lafız yetmez. Kalp temiz olacak, niyet halis olacak, zikirde derinlik, ibadette istikamet, duada samimiyet bulunacak. Bu hâl, İsm-i Âzam’ın kalpte tecelli etmesi için zemini hazırlar. Çünkü bu sır, öyle herkesin eline geçecek bir cevher değildir. O cevher, Allah’a gönülden teslim olanlara ihsan edilir.

İsm-i Âzam bir anahtardır, ama anahtarı döndürecek el, kalptir. Kalp hazırsa kapı açılır.

  1. Günümüzde Tecellîsi ve Etkileri

Modern zamanın karanlığında bu ismin nuru, insanın en derin yaralarına şifa olabilir. Kalplerdeki şüpheyi yakar, karanlığı deler, ümitsizliği yok eder. Çünkü İsm-i Âzam tecellisiyle gelen rahmet, kişiyi de, toplumu da değiştirir. Bir tek kalpte açan bu çiçek, binlerce yüreği etkiler. Çünkü o kalp artık sadece kendi için değil, Allah için atmaya başlar.

SONUÇ VE ÖZET:

İsm-i Âzam, Allah’ın bütün isimlerini içinde barındıran, en büyük ve en etkili ismidir. Bu isimle yapılan dualar kabul olur, kalplerdeki manevi hastalıklar şifa bulur. İnsan, bu ismin tecellisiyle gerçek kulluğa yaklaşır, Allah’a daha yakîn bir duruş kazanır. Fakat bu sırra ulaşmak; ihlas, takva, dua ve teslimiyetle mümkündür. Gönüller hazır olduğunda, İsm-i Âzam’ın nuru hayatları dönüştürür, yeryüzüne rahmet indirir.

 

 




İran’ın Değişmeyen Yüzü: Dün Ebu Lü’lü, Bugün PJAK

İran’ın Değişmeyen Yüzü: Dün Ebu Lü’lü, Bugün PJAK

“Terör örgütü PKK’nın İran uzantısı olan PJAK, PKK’nın aldığı silah bırakma ve fesih kararının kendilerini bağlamadığını açıklayarak, “Biz PJAK olarak ne silah bırakacağız ne de kendimizi feshedeceğiz.” dedi.”[1]

İran aynı İran.
Dün ne ise bugün de o, yarın da o.
Dün Şia’nın Hz. Ömer(R.A.)’ı Şehid Eden Ebu Lü’lü İran’lı idi.
Bugün ise o Münafık Her Sene Kabri Başında Törenlerle Anılmakta.[2]

Dün  Selçuklu’yu tehdit eden Alamut kalesinin eşkıya başı Haşhaşi yani Hasan Sabbah bir İran beslemesi idi.
Dün 1501 de Şeyh iken Şahlığa soyunan ve Anadolu’ya kadar istilacı bir siyaset izleyen Şah İsmail bir İran Şahı idi.
1979’da Fransa’dan özel Fransa uçağıyla İran devrimini yapan Humeyni Türkiye ve orta doğu siyasetinin şekillenmesi için kullanıldı.[3]

********

Tarih, aynı aktörlerin farklı sahnelerde rollerini tekrarladığı devasa bir sahnedir. Zaman değişir, şahıslar değişir; ama zihniyet aynı kalır. Bu açıdan İran, tarih boyunca İslam dünyasının birliğini tehdit eden, mezhep üzerinden ayrıştıran ve kaosu stratejik çıkar olarak kullanan bir devlet modeli olagelmiştir.

Bugün PKK’nın İran’daki uzantısı PJAK’ın, PKK’nın aldığı “silah bırakma” kararına uymayacağını ilan etmesi ve silahlı mücadeleye devam edeceğini açıklaması, “İran’ın değişmediğini” açıkça göstermektedir. Düne ait izleri takip ettiğimizde bu zihniyetin köklerinin çok derinlere uzandığını görürüz.

  1. Dün: Ebu Lü’lü’nün İzinde Bir Şia Zihniyeti

Hz. Ömer (r.a.), adaletin timsali, İslam medeniyetinin kurucu liderlerinden biridir. Onu şehid eden Ebu Lü’lü, tarihte sadece bir katil değil; aynı zamanda İranlı bir mecusiydi. Bugün dahi İran’da bu adamın mezarı ziyaretgâh hâline getirilmiş, adına törenler düzenlenmektedir.

Bu, sadece bir “tarihî sevgi” değil, bir zihniyetin canlı tutulmasıdır. Hz. Ömer’i seven bir Müslüman ile Ebu Lü’lü’ye hayranlık duyan bir anlayış aynı safta olabilir mi? Bu tablo, İran’ın tarihten bugüne taşıdığı fikir kodlarını açıkça ortaya koymaktadır.

  1. Alamut Kalesi’nden Hasan Sabbah’a: Fitne Mirası

Selçuklu Devleti’nin en büyük iç tehditlerinden biri, Alamut Kalesi’ni merkez edinen ve suikastları meşrulaştıran Haşhaşîler idi. Liderleri Hasan Sabbah, hem siyasî hem dinî bir figür olarak Şiî-Batınî bir örgütlenmeyle Selçuklu’yu içeriden çökertmeye çalıştı.

Bugünkü PKK-PJAK ikilisi ile Hasan Sabbah arasında fark yoktur: Her ikisi de milletin birliğine kasteden, dış destekli, ideolojik terör ağlarıdır. Ve ne acıdır ki, her ikisinin de yolu İran’dan geçmiştir.

  1. Şah İsmail’den Humeyni’ye: İstilacı ve Mezhepçi Siyaset

1501’de Safevîler’in başına geçen Şah İsmail, bir tarikat şeyhiyken, şahlığa soyundu. Anadolu’ya kadar ilerleyerek Osmanlı’nın içini karıştırmak için mezhep üzerinden kışkırtmalar yaptı. Alevî-Sünnî ayrımını derinleştirmek için her yolu denedi.

1979’da ise aynı zihniyet Humeyni ile bir kez daha sahne aldı. Fransa’dan özel uçakla getirilen Humeyni, sözde bir “İslam devrimi” yaptı. Ancak bu devrim, Sünnî dünyaya değil; Batı’ya karşı değil; Sünnî İslam’ın iç dinamiklerine karşı bir dönüşüm projesiydi. Ve bu proje bugün de, Orta Doğu’yu şekillendirmek için kullanılan bir aparattır.

  1. Günümüz: PJAK, İran’ın Yeni Haşhaşîsidir

PKK’nın İran’daki uzantısı olan PJAK, İran’ın bölgede kullandığı “paralel terör” aracıdır. İran’ın, bir yandan “İslam birliği” söylemleriyle dostluk mesajları verirken, diğer yandan PJAK gibi örgütleri desteklemesi, onun çift yüzlü politikasını gözler önüne seriyor.

Bu, tarihte Haşhaşîlerin gizli saldırıları neyse, bugünün silahlı terör örgütleridir. Hepsi aynı kaynaktan besleniyor, aynı zihniyetin çocuğudur.

Sonuç: Zihniyet Aynı, Maskeler Değişiyor

İran, dün Ebu Lü’lü idi, bugün PJAK’tır. Dün Haşhaşî idi, bugün Humeyni ideolojisidir. Dün Selçuklu’yu içeriden çökertmek istiyordu, bugün ise Türkiye’nin güneyinde terör devleti kurdurmak için taşeronlar kullanıyor. Zaman değişti ama niyet değişmedi. Bu nedenle Müslümanlar zihin uyanıklığı, tarih şuuru ve itikadî basiret ile bu oynanan oyunları fark etmeli ve aynı hatalara bir daha düşmemelidir.

Özet:

Bu makalede İran’ın tarih boyunca İslam dünyasına karşı sergilediği sinsi ve mezhep merkezli stratejik tutumu ele alındı. Ebu Lü’lü’den PJAK’a, Hasan Sabbah’tan Şah İsmail’e kadar uzanan çizgide İran’ın değişmeyen politik yüzü ortaya kondu. Bugün de aynı zihniyetin farklı maskelerle sürdüğü ve bu gerçeğin tarih şuuru ile fark edilmesi gerektiği ifade edildi.

********

İran bu tavrıyla belaya davetiye çıkarıyor.
Kaç kere Türkiye sayesinde batının saldırısından korundu.
Kadere, kendisine yapılacak zulümlere fetva çıkarmaktadır. Kendi Şii Büyük İslam liderliği hayali uğruna başta Türkiye olmak üzere, İslam dünyasının zayıf düşmesine Batı ve haçlı ortaklığıyla sebep olmaktadır.
Hem kendisine, hem Türkiye’ye ve İslam dünyasına yazık etmekte ve ihanet etmektedir.

*********

İran’ın İhanet Sarmalı: Hayali Liderlik Uğruna İslam Dünyasını Zayıflatmak

Tarih boyunca ümmetin içinde yer almasına rağmen daima “ümmeti içeriden bölmeye çalışan” bir rol oynayan İran, bugün de aynı zihniyetle hareket etmektedir. İslam dünyasında birlik ve dirlik arayan her çabaya karşı sinsi bir sabotaj mekaniği olarak çalışmakta, Şiî mezhep merkezli “büyük İslam liderliği” hayali uğruna hem kendi halkına, hem Türkiye’ye, hem de tüm İslam coğrafyasına zarar vermektedir. Bu zarar, bazen terör örgütlerini destekleyerek, bazen ideolojik tahribatla, bazen de Batı ile işbirliği yaparak gerçekleşmiştir.

  1. Tarih Boyunca Türkiye’nin Himayesi Altında, Ama Türkiye’nin Aleyhine

İran, Osmanlı döneminden bu yana birçok defa Batı’nın doğrudan saldırısından Türkiye sayesinde kurtulmuştur. Safevîler döneminde Osmanlı ile giriştiği mezhep temelli savaşlar sayesinde Avrupa rahat nefes almış; Şah Abbas zamanında, Osmanlı’ya karşı Batı’yla müttefik olunmuştur.

Yakın dönemde, Irak-İran savaşında dahi Türkiye diplomatik denge politikalarıyla İran’ın Batı tarafından tamamen kuşatılmasını engellemiştir. Ama her defasında, İran Türkiye’nin himayesini istismar etmiş, ardından Türkiye’yi bölge liderliğinden düşürmek için Batı ile aynı masaya oturmuştur.

  1. “Mezhebi Liderlik” Hırsı: Ümmeti Parçalamak İçin Kullanılan Bir Araç

İran’ın politikası İslam kardeşliği üzerine değil, Şiî yayılmacılığı üzerine kuruludur. Yemen’de Husiler, Lübnan’da Hizbullah, Irak’ta Şii milisler, Suriye’de Esed rejimi ve kalıntıları… Bunların tamamı, İran’ın “Şiî Hilali” stratejisinin parçalarıdır. Bu hilalin merkezine kendisini yerleştirerek, Mekke ve Medine’ye kadar uzanan bir etkinlik alanı kurmak istemektedir.

İran, Şiîliği bir inanç değil, bir siyasî araç olarak görmektedir. Bu anlayış, ümmetin ruhunu zehirleyen bir ayrıştırma politikasına dönüşmektedir. Sünnî dünyanın önderliğini kabul etmeyen İran, kendi liderliğini inşa etmek uğruna fitne ateşi yakmaktan çekinmemektedir.

  1. Batı ile Sessiz İşbirliği: Haçlı Saldırılarına Zemin Hazırlamak

Bugün İran, görünürde Batı karşıtı bir duruş sergilese de, fiilî olarak Batı’nın İslam coğrafyasındaki operasyonlarını kolaylaştırmaktadır.
Batı ve haçlıların islam dunyasını işgali icin Truva atı olma görevini üstlendiler.
Irak’ın işgalinde, Afganistan’da ABD’nin konuşlanmasında, Suriye’de Rusya ile birlikte Batı’nın önünü açmıştır. Türkiye’nin terörle mücadelesinde, sınırlarının dibinde PJAK gibi örgütleri besleyerek adeta Batı’nın taşeronluğunu yapmaktadır.

Bu, kelimenin tam anlamıyla bir “ihanet sarmalıdır.” Bir yandan Kudüs nutukları atarken, diğer yandan Kudüs’e giden yolları mayınlamaktadır.

  1. Kadere Zulme Fetva: İlahi Takdiri Zorlamak

İran’ın bugünkü siyaseti, kaderin akışına karşı adeta bir savaş ilanıdır. Mezhepçi planlarla ümmetin birlik kaderine karşı durmak, Allah’ın nizamına karşı diklenmektir. Bu anlayış, ilahî hikmete karşı bir alternatif sistem kurma çabasıdır. Allah ümmeti bir ve diri görmek isterken, İran ayrıştırarak hükmetmek istemektedir.

Bu da şu hakikati göstermektedir: Zalim sadece bomba atan değildir, ümmeti bölen de zalimdir. İran, bugün mezhebi çıkarları uğruna ümmete yapılacak zulümlere zemin hazırlamakta, hatta bunlara zımnî fetvalar üretmektedir.

  1. Kendi Halkına da Yazık Etmektedir

İran’ın halkı, ekonomik çöküntü, ideolojik baskı ve dışa kapalı bir rejim altında yaşamaktadır. Rejimin tüm enerjisi dış operasyonlara ve hayalî liderlik planlarına harcanmakta, içerideki halk bedel ödeyen sessiz çoğunluk hâline getirilmektedir. İran rejimi, sadece Türkiye’ye değil; kendi halkına da ihanet etmektedir.

Sonuç: İran, Kendi Ellerini Yakmakta ve Ümmeti Ateşe Atmaktadır

İran, kendi hayalî liderlik hedefleri için hem kendisini hem de İslam dünyasını ateşe atmaktadır. Türkiye’nin bölgesel gücünü baltalayarak, Batı’ya zımnî destek sunmakta; mezhepçilik yoluyla İslam coğrafyasını birbirine düşürmektedir. Bu, tarihte Ebu Lü’lü’nün Hz. Ömer’e yaptığı kadar karanlık bir ihanettir. Ancak bu kez hançer sırtımızda değil; kalbimize saplanmaktadır.

Özet:

Bu makalede İran’ın tarih boyunca ve günümüzde Türkiye ve İslam dünyasına karşı oynadığı çelişkili, ayrıştırıcı ve zararlı siyaset incelendi. Mezhebi liderlik arzusu uğruna ümmetin birliğini baltalayan İran’ın, Batı ve Haçlı ittifaklarıyla örtülü şekilde iş birliği yaptığı; PJAK, Hizbullah gibi örgütler vasıtasıyla bölgeyi istikrarsızlaştırdığı vurgulandı. İran rejimi bu tavrıyla hem kendine hem de ümmete zulmetmekte, kadere ve hikmete karşı gelmektedir.

 

[1] https://m.haber7.com/dunya/haber/3532974-pkknin-kararina-uymadilar-biz-silah-birakmayacagiz

[2] Bak. https://dintahripcileri.com/sianin-hz-omerr-a-i-sehid-eden-ebu-lulu-munafigini-her-sene-kabri-basinda-torenlerle-anmasi/

[3] Bak. https://tesbitler.com/index.php?s=%C4%B0ran+




Kâinat Kitabı: Noktadan Külliyata Yazılmış Bir Kaside

Kâinat Kitabı: Noktadan Külliyata Yazılmış Bir Kaside

“Nasıl ki bir kitap—bahusus öyle bir kitap ki, her kelimesi içinde küçük kalemle bir kitap yazılmış; her harfi içinde ince kalemle muntazam bir kaside yazılmış—kâtipsiz olmak son derece muhaldir. Öyle de, şu kâinat, nakkaşsız olmak, son derece muhal ender muhaldir. Zira bu kâinat öyle bir kitaptır ki, her sahifesi çok kitapları tazammun eder. Hattâ, her kelimesi içinde bir kitap vardır. Herbir harfi içinde bir kaside vardır.

Yeryüzü bir sahifedir; ne kadar kitap içinde var. Bir ağaç bir kelimedir; ne kadar sahifesi vardır. Bir meyve bir harf, bir çekirdek bir noktadır. O noktada koca bir ağacın programı, fihristesi var.

İşte, böyle bir kitap, evsâf-ı celâl ve cemâle, nihayetsiz kudret ve hikmete mâlik bir Zât-ı Zülcelâlin nakş-ı kalem-i kudreti olabilir. Demek, âlemin şuhuduyla bu iman lâzım gelir—illâ ki dalâletten sarhoş olmuş ola…”
(Sözler.10.Söz. 1.İşaret)

************

İnsan, gözünü hakikate çevirdiğinde, varlıkta öyle bir düzen, öyle bir hikmet ve öyle bir sanat görür ki, akıl hayrette kalır. Adeta bütün mevcudat bir kitap gibi yazılmıştır. Bu kitap öyle bir kitaptır ki, her harfi ayrı bir kaside, her kelimesi müstakil bir kitap, her cümlesi başlı başına bir âlem gibidir. Her biri, görünenin ötesinde bir gayeyi, bir manayı, bir işareti taşır.

Bir kitap düşünün ki, her harfi ince ince işlenmiş bir kaside olsun. Bu kitabın kâtipsiz olması ne kadar imkânsızsa; işte şu kâinat da, sanat ve hikmetle bezendiği hâliyle, bir Nakkaş, bir Musavvir, bir Sâni olmaksızın vücuda gelmiş olamaz. Çünkü her şeyde bir nizam, bir mizan, bir intizam vardır. Kainat, kendi kendine yazılamayacak kadar sanatlı, tesadüfe bırakılmayacak kadar mükemmeldir.

Toprağın Sessiz Sahifesi

Yeryüzü bir sahifedir; her baharda yenilenerek binlerce çeşit nebatatı, hayvanatı, meyveyi ve çiçeği tekrar tekrar yazar. Her bir tohum, toprağa düşmüş bir harftir. O harften açılan bir ağaç, bir kelimedir. Onun meyvesi bir nokta, içindeki çekirdek ise bir sırdır. Zira o küçücük çekirdekte, koca ağacın hem geçmişi hem de geleceği saklıdır. Bu ise; nihayetsiz bir ilmin, bir iradenin ve bir kudretin işidir.

Bir ağacı büyüten, ona meyve verdiren, meyvede çekirdeği saklayan ve o çekirdekle yeni bir ağacı programlayan kudret; elbette abesle iştigal etmez. Bu kadar hikmeti hikmetsizlikle yorumlamak, ancak dalâletin sarhoşluğudur.

Görmek İsteyene Delil Çok

Âleme dikkatle bakan, onda Rabbini görür. Görmek istemeyen ise, gözünü yumar ve “görmüyorum” der. Fakat güneşe gözünü kapayan, sadece kendine gece yapar. Kâinattaki sanat, kudret, nizam ve rahmet, kalbi uyanık olan her gözün görebileceği kadar aşikârdır. Bu kadar parlak bir hakikati inkâr etmek, ancak aklı ve vicdanı susturmakla mümkündür.

Madem bu kitap bu kadar muhteşem yazılmış; elbette bir yazanı, bir maksadı, bir manası vardır. O Zât ki, böyle bir kâinatı nakşetmiş; elbette kullarına da bu kitabın manasını anlatacak rehberler göndermiştir. Peygamberler, o kitabın tefsirini okuyan müfessirler; kitapları ise kâinatın fihristesi ve manasının şerhidir.

Sonuç Yerine: Varlığın Sessiz Şehadeti

Kâinat, tek bir harfinin bile anlamlı olduğu, her satırının sanatla yazıldığı ilahi bir kitaptır. Her varlık, bu kitabın bir kelimesi, bir harfi yahut bir noktasını temsil eder. Bütün bu işaretler, nihayetsiz ilim, kudret ve hikmeti olan bir Zât’ın eseridir. Bu kitabı görüp de yazanı inkâr etmek, en koyu gafletin ve sarhoşluğun ifadesidir.

Özet:

Bu makalede, kâinatın bir kitap gibi yazıldığı temsili üzerinden, her varlığın bir anlam taşıdığı, düzen ve sanatın yaratıcıyı gösterdiği işlenmiştir. Bir meyveden bir çekirdeğe, yeryüzünün bahar sahifesinden gökyüzünün yıldızlı satırlarına kadar her şeyin, ilahi bir kudretin eseri olduğu ifade edilmiştir. Bu kitap gibi yazılmış âlemde, yazanı inkâr etmek, hakikate göz yummaktan başka bir şey değildir. Makale, iman nazarının varlık üzerindeki tefekkürünü teşvik etmektedir.

 

 




Tarihin Sessiz Çığlığı: Gayretin Tecellisi ve Beşerî İkaz

Tarihin Sessiz Çığlığı: Gayretin Tecellisi ve Beşerî İkaz

“Kurûn-u sâlifede cereyan eden âsi ve mütemerrid kavimlere gelen azaplar gösteriyor ki, insan başıboş değil; bir celâl ve gayret sillesine her vakit maruzdur.”
(Sözler.10.Söz. 1.İşaret)

*******

İnsanlık tarihi bir aynadır; onda sadece zaferler, ilerlemeler ve medeniyetler değil, aynı zamanda helaklar, çöküşler ve azaplar da okunur. Bu aynada en dikkat çekici izlerden biri, ilahi gazabın zaman zaman zuhur ederek beşeri uyarmasıdır. Zira insan, ne kadar serbest görünse de başıboş değildir. Onun önünde adaletle hükmeden, celâl ve gayret sahibi bir Kudret vardır.

Kur’ân’ın haber verdiği kavimler –Âd, Semûd, Lut ve Firavun toplumu gibi– birer tarihî gerçeklik olmanın ötesinde, insanlık için birer ibret tablosudur. Bu kavimler, azgınlıkta sınır tanımamış, hak ve hakikati inatla reddetmiş, zulüm ve fuhuşla yeryüzünü ifsat etmişlerdir. Neticede, ilahi gayretin tokadıyla yüzleşmişlerdir. Çünkü her nimet, bir şükür ister. Her istidat, bir vazife doğurur. Ve her taşkınlık, bir ilahi müdahaleyi çağırır.

Başıboş Değiliz: Nizamın Sessiz Dili

Evet, insan başıboş değildir. Varlık düzeni, bize sürekli şunu haykırır: “Ey insan! Senden beklenen var! Bu kadar nimet, bu kadar sanat, bu kadar hikmet, bir hiç için değil!”

Tarih boyunca gelen azaplar, sadece geçmişin bir hikâyesi değil; bugünün insanına da bir ikazdır. Zira Allah’ın sünneti değişmez. Bir kavim, aynı azgınlık ve inkâr çizgisine saparsa; aynı tokat da mukadder olur. Bu bazen zelzele olur, bazen salgın, bazen iç karışıklık, bazen de değer kaybı şeklinde zuhur eder. Ancak hepsi, bir “ikaz” niteliğindedir. “Kendine gel ey insan!” der.

Gayret: İlahi Sınırın Koruyucusu

Cenab-ı Hak, Rahman ve Rahîm olduğu gibi; Kadîr ve Cebbâr’dır da. Rahmet ettiği gibi, gayret eder. Gayret, ilahi izzetin zulüm ve isyana tahammül edemeyişidir. Bir anne evladına zarar verene nasıl göz yummazsa, Halık da mahlûkatını ifsat edenlere karşı susmaz. İlahi gayret, zulmün ve ahlaksızlığın hadsizleştiği yerde tecelli eder. Ve bu tecelli, bazen ferdî olur, bazen toplumsal.

Bugün yaşanan bireysel sıkıntılar da, toplumsal çöküntüler de bu ilahi sistemin bir parçası olabilir. İnsan, ibretle baksa, olayların ardındaki mesajı görebilir: “Dur! Kendini düzelt! Haddini bil!”

Sonuç Yerine: İkazları Duymak

Geçmiş kavimlerin başına gelen azaplar, bugünün insanına açık bir mektuptur. Her asırda farklı dillerle yazılmış bu mektuplar, insana bir şeyi hatırlatır: İnsan, irade sahibidir ama başıboş değildir. Her davranışı bir karşılık doğurur. Ve sonunda ya rahmetin kucağına düşer ya da gazabın ateşine…

O halde hakikati bilen ve gören her insan, tarihin bu sessiz çığlığına kulak vermelidir. Zira geçmiş, yalnızca geçmiş değildir. O, bugünün hakikatine açılan bir aynadır.

Özet:

Bu makalede, geçmiş kavimlere gelen ilahi azapların bugünkü insan için bir uyarı olduğu işlenmiştir. İnsan başıboş yaratılmamıştır; ilahi bir nizama tâbidir. Allah’ın celâl ve gayret sıfatları, haddi aşan toplumlara karşı tecelli eder. Kur’ân’da zikredilen helak kıssaları, her devirde yaşanabilecek benzer gidişatlara karşı bir ibret vesikasıdır. Bu yüzden insan, tarihin ikazlarını dikkate almalı ve başıboş olmadığını idrak etmelidir.

 

 




Zıtlıkta Tecelli Eden Hakikat: Kur’ân’da Mukabil Kavramlar, Mânâ Derinlikleri ve Müradiflerin Hikmeti

Zıtlıkta Tecelli Eden Hakikat: Kur’ân’da Mukabil Kavramlar, Mânâ Derinlikleri ve Müradiflerin Hikmeti

Kur’ân-ı Kerîm, bir beyan mucizesidir. Bu mucizenin en çarpıcı yönlerinden biri, dilin hem en sade hem de en derin boyutlarını bir arada kullanarak hakikati apaçık ortaya koymasıdır. Bu yönüyle Kur’ân, sadece anlam değil, aynı zamanda anlamlar arası ilişkilerle de insanın zihnini ve kalbini eğitir. Bu ilişkilerin en dikkat çekenlerinden biri de tezad (zıtlık) kavramıdır.

Kur’ân, iyiyi daha net göstermek için kötüyü, doğruyu öğretmek için yanlışı, ışığı kavratmak için karanlığı, hayatı tanıtmak için ölümü zikreder. Böylece hakikat, karşıtıyla birlikte öğretilir. Zıtlıklar üzerinden öğretilen bu hakikatler, aslında varlığın ve yaratılışın ilahî bir dengesini yansıtır.

  1. Kur’ân’da Zıtlıklar: Kavramsal Bir Bütünlük

Kur’ân’da sıkça geçen zıt kavramlar arasında şunları görürüz:

İman – Küfür: Kalbin teslimiyeti ile hakikati örtme eylemi.

Hidayet – Dalâlet: İlâhî rehberlik ile sapma.

Nur – Zulümat: Aydınlık ve bilinç ile karanlık ve cehalet.

Hayat – Mevt: Dirilik ve şuur ile yokluk ve durgunluk.

Takvâ – Fücur: Allah’a karşı duyarlılık ile sınır tanımazlık.

Cennet – Cehennem: Sonsuz huzur ile ebedî pişmanlık.

Bu zıtlıklar, sadece semantik karşıtlıklar değildir. Aynı zamanda insanın iç dünyasındaki çatışmaları ve varoluş serüvenindeki tercih alanlarını da yansıtır. Kur’ân’ın eğitici üslubu, okuyucusunu sürekli bu iki uç arasında düşünmeye, muhasebeye ve tercihe yöneltir.

  1. Zıtların Eğitici Rolü

Kur’ân’da zıt kavramlar, pedagojik bir araçtır. Meselâ:

> “Allah, imanı sevdirip kalplerinize süsledi; küfrü, fâsıklığı ve isyanı ise size çirkin gösterdi.” (Hucurât, 49/7)

Bu ayette iman bir güzellik, küfür ve fısk ise çirkinlik olarak sunulur. Güzelliği hissettirmek için çirkinliğin ne olduğunu da göstermek gerekir. Tıpkı beyazın ne kadar parlak olduğunu anlamak için siyaha bakmak gibi…

İnsan ancak karanlığı gördüğünde ışığın kıymetini, açlığı tattığında rızkın değerini, hataya düştüğünde hidayetin yüceliğini kavrayabilir. Kur’ân bu yönüyle sadece bilgi vermez, aynı zamanda hissiyat inşa eder.

  1. Müradifler: Hakikatin Katmanları

Kur’ân’da aynı anlama gelen kelimelerin (müradiflerin) kullanımı da bir hikmet ihtiva eder. Meselâ “akıl” kavramı için;

‘akl (akletmek),

lub (öz, saf akıl),

nuha (engel olan akıl – kötülüğe mani),

fikr (düşünme faaliyeti),

tefekkür, tedebbür, teakkul gibi çok sayıda kelime yer alır.

Her biri aklın başka bir yönünü temsil eder. Bu, Kur’ân’daki kelimelerin sadece “eşanlamlı” değil, anlam “katmanlı” olduğunu gösterir. Aynı şekilde ceza için kullanılan azâb, ikâb, nakm, veyl gibi kelimeler, farklı ceza türlerini ve derecelerini ifade eder.

*Nakm Sözlükte “şiddetle ayıplamak, suçluyu cezalandırmak” anlamındaki nakm (nükūm) kökünün “iftiâl” kalıbından türemiş bir sıfat olan müntakım “yadırgayıp ayıplayan, suçluyu cezalandıran, öç alan” mânalarına gelir (İbnü’l-Esîr, en-Nihâye, “nḳm” md.; Lisânü’l-ʿArab, “nḳm” md.).

Kur’ân’daki müradifler, hikmetli bir çeşitlilikle Allah’ın kelâmındaki derinliği ortaya koyar. Bu, ilahî kelâmın insan idrakinin bütün katmanlarına hitap etmesini sağlar.

  1. Zıtlıkların Arasındaki Denge: Sünnetullahın Tezahürü

Zıtlıklar sadece kelimeler düzeyinde değil, yaratılış düzeyinde de vardır. Gece-gündüz, sıcak-soğuk, erkek-dişi, ölüm-hayat gibi… Kur’ân bu dengeye sıkça atıf yapar:

> “Her şeyi çift yarattık ki düşünüp öğüt alasınız.” (Zâriyât, 51/49)

Zıtlıklar, parçalanmışlık değil, tamamlayıcılık ifade eder. Gece olmadan gündüzün kıymetini bilemeyiz. Ölüm olmasa hayatın değeri anlaşılmaz. Kur’ân’daki zıtlıklar, insanı tercih etmeye zorlayarak onu ahlâkî bir fail kılar. İnsan, tercihiyle kıymet kazanır.

  1. Hikmetli Bir Temsil: Aynadaki Karanlık

Bir temsil üzerinden düşünelim: Bir ayna düşünün. Üzerine düşen ışığı yansıtır. Fakat aynadaki bir leke, ışığın parlamasına engel olur. Kur’ân, kalbi bir aynaya benzetir. Hidayet ışığı gelir, ama küfür ve günah lekesi varsa bu ışık yansımaz. İşte Kur’ân’da nur ve zulümat karşıtlığı, bu temsille anlaşılabilir: Işık hep gelir; mesele onu alıp almadığımızdır.

Özet:

Kur’ân-ı Kerîm’deki zıt kelimeler (iman-küfür, hidayet-dalâlet gibi), sadece dil açısından karşıtlıklar değil; varlık, ahlâk ve hikmet düzeyinde eğitici birer unsurdur. Bu zıtlıklar, insana tercihlerinin sorumluluğunu hatırlatır. Kur’ân’daki müradifler ise anlam zenginliğiyle hakikatin çeşitli yönlerini öğretir. Zıtlık ve eşanlamlılık ilişkileri, Kur’ân’ın hem beyan hem de irşad mucizesine işaret eder. Allah, zıtlıklar üzerinden insanı düşünmeye, ibret almaya ve doğruyu tercih etmeye çağırır.

 




Fânî ile Bâkî Arasında Yolculuk: Kur’ân Perspektifinden Geçicilik ve Kalıcılık Üzerine Hikmetli Bir Bakış

Fânî ile Bâkî Arasında Yolculuk: Kur’ân Perspektifinden Geçicilik ve Kalıcılık Üzerine Hikmetli Bir Bakış

İnsan dünyada yaşarken çoğu zaman ebedî yaşayacakmış gibi davranır; fakat her şey gözünün önünde birer birer yok olur. Kur’ân-ı Kerîm, bu hakikati defalarca ifade eder: Fânî olanı göstererek bâkî olana yönlendirir. Dünya ile âhiret, geçici olanla kalıcı olanın ayrımı üzerinden Kur’ân, insana varlık, gaye ve kıymet dersleri verir.

  1. Fânî: Geçiciliğin İmtihanı

Kur’ân’da “dünya” kelimesi çoğu zaman aşağılık, aldatıcı ve geçici bir varlık alanı olarak tasvir edilir:

> “Bu dünya hayatı sadece bir oyun ve oyalanmadır. Elbette âhiret yurdu, asıl hayat odur; keşke bilselerdi!”
(Ankebût, 29/64)

Fânî olan, gelip geçicidir. Dünya süsleri, gençlik, servet, şöhret, makam, hatta ömür bile tükenmeye mahkûmdur. Kur’ân bu gerçeği “metâu’l-gurûr” yani “aldatıcı bir menfaat” şeklinde ifade eder. Dünya, kendisine aldananı peşinden sürükler; fark edeni ise bâkî olana götürür.

> “Mallarınız ve çocuklarınız ancak bir imtihandır. Allah katında ise büyük bir mükâfat vardır.”
(Teğâbün, 64/15)

  1. Bâkî: Kalıcılığın ve Gerçek Kıymetin Adı

Kur’ân, insana fânî olanla yetinmemesini, bâkî olana yönelmesini emreder. Çünkü kalıcı olan sadece Allah ve O’nun rızası için yapılan amellerdir:

> “Her şey yok olacak, yalnızca celâl ve ikram sahibi Rabbinin Zâtı bâkî kalacaktır.”
(Rahmân, 55/26-27)

> “Sizin yanınızdaki tükenir, Allah’ın katındaki ise bâkîdir.”
(Nahl, 16/96)

Kur’ân, bir akıl ve kalp eğitimi olarak insana sürekli “faniye değer verip bâkiyi unutma” mesajı verir. Bu, sadece bir bilgi değil, bir varoluş yönlendirmesidir. Bu yüzden bir mü’min için “beka”yı talep etmek, Allah’a yönelmek ve O’nun rızasını merkeze almaktır.

  1. Müradifler: Derin Anlam Katmanları

Kur’ân’da fânîliği anlatan kelimeler:

Zevâl: Yok oluş.

Helâk: Yıkım, tükeniş.
Dağılma, çürüme.
Naks: Eksilme.

Bâkîliği ifade eden kelimeler:

Bekâ: Kalıcılık, ebedîlik.
Kesintisizlik.

Dâim: Sürekli.

Huld: Ebedîlik (özellikle cennet tasvirlerinde geçer: “cennetü’l-huld”).

Bu kelimeler yalnızca farklı eşanlamlar değil, aynı zamanda anlamın değişik yönlerini ve inceliklerini öğretir. Örneğin “helâk” ile “zevâl” arasında fark vardır; biri daha çok ilahî bir ceza olarak yıkımı, diğeri tabii süreçle geçişi anlatır. Aynı şekilde “dâim” ile “huld” arasında ince ton farkları vardır.

  1. Zıtlığın Eğitici Hikmeti: Fâniyi Gören Bâkiyi Arar

İnsan, geçiciliği gördükçe kalıcılığı özler. Mezar taşında bir isim silinirken, Kur’ân’da “ebedî cennetler” ifadesi yürekleri diriltir. Bunu şöyle bir temsil ile düşünebiliriz:

Temsil: Bir adam, kumdan bir kale yapar. Bir dalga gelir ve onu alır götürür. Yanında başka bir adam vardır; o ise taşı sabit olan bir bina yapmaktadır. İlki her dalgadan sonra tekrar yapar, tekrar yıkılır. Sonunda yorgun düşer. Diğeri ise bir defa sağlam inşa eder, gölgesinde dinlenir. İşte dünyaya bel bağlayan, fânîyle uğraşır; âhireti hedefleyen bâkîyi kazanır.

Kur’ân, bu temsili hakikate şöyle bir benzetmeyle özetler:

> “Dünya hayatının misali, gökten indirdiğimiz bir yağmura benzer ki onunla insanların ve hayvanların yediği bitkiler çıkar. Nihayet yeryüzü süsünü takınıp güzelleşince, bir sabah vakti ya da geceleyin emrimiz gelir; sanki dün hiç yeşermemiş gibi kupkuru kalır.”
(Yunus, 10/24)

Bu ayetle Kur’ân, fânî dünyanın “bir bahar rüyası gibi” olduğunu söyler. Rüya bitince gerçek başlar.

  1. İnsan Nereye Yatırım Yapmalı?

Kur’ân, insanın yatırımını bâkî olana yapmasını ister. Sadaka, ilim, dua, güzel ahlâk… Tüm bu ameller, “bâkî sâlihât” olarak tanımlanır:

> “Bâkî kalacak sâlih ameller, Rabbinin katında hem sevapça daha hayırlı hem de ümit bakımından daha hayırlıdır.”
(Kehf, 18/46)

Bu, hem ahlâkî bir davet hem de kalıcı mutluluk için bir sırdır.

Özet:

Kur’ân-ı Kerîm’de “fânî” olan dünya ve nimetler, geçici bir imtihan alanı olarak tasvir edilirken; “bâkî” olan Allah, âhiret ve sâlih ameller gerçek kalıcılığı temsil eder. Bu iki zıt kavram üzerinden Kur’ân, insana değerlerin kıymetini öğretir: Geçiciye kapılıp kalıcıyı unutmamak. Müradif kelimeler aracılığıyla da geçicilik ve kalıcılığın farklı yönleri gösterilir. Kur’ân, fânî olanın farkına vararak, bâkî olana yönelmenin yolunu gösterir.

 




Hayat ile Ölüm Arasındaki Sır: Kur’ân Perspektifinden Ebedî Yolculuğun Hikmeti

Hayat ile Ölüm Arasındaki Sır: Kur’ân Perspektifinden Ebedî Yolculuğun Hikmeti

Hayat ve ölüm… Biri doğuşla başlar, diğeri suskunlukla biter gibi görünür. Ancak Kur’ân’a göre bu iki kavram, birbirinin zıddı değil, birbirinin tamamlayıcısıdır. Hayat, bir başlangıçtır; ölüm ise bir geçiş. Bu yüzden Kur’ân, ölümü bir son olarak değil, yeni bir âlemin kapısı olarak anlatır. Hayat ile ölüm arasındaki bu derin tezat, aslında insana en büyük hakikati öğretmek için yaratılmıştır: Nereye gidiyorsun?

  1. Kur’ân’da Hayat: Şuur, İmtihan ve İbadet

Kur’ân’da hayat, sadece canlılık değil, anlam ve amaç taşıyan bir bilinç hâlidir. Hayat, şuurla, ibadetle ve sorumlulukla anlam kazanır. Sadece nefes almakla değil, hakikati tanımak ve yaşamakla gerçek hayat başlar:

> “Hanginizin daha güzel amel işleyeceğini denemek için ölümü ve hayatı yaratan O’dur.”
(Mülk, 67/2)

Bu ayet, hayatın bir sınav olduğunu, ölümün de bu sınavın sonucu olduğunu bildirir. İlginçtir ki, ayette önce ölüm, sonra hayat zikredilir. Çünkü ölüm hayatın zıddı değil; onun kaderdeki ilk durağıdır. Diğer bir anlamla, hayatı anlamak için önce ölümün farkında olmak gerekir.

Kur’ân’da hayatın çeşitli boyutları anlatılır:

Hayatü’d-dünyâ: Dünya hayatı, kısa ve geçici olan yaşam süreci.

Hayatü’l-berzah: Kabir hayatı, ölümle başlayıp kıyamete kadar süren ara dönem.

Hayatü’l-âhire: Ebedî âhiret hayatı.

Bunlar birbiriyle kopuk değil; tam tersine, bir zincirin halkaları gibidir.

  1. Kur’ân’da Ölüm: Son Değil Başlangıç

Ölüm, Kur’ân’da sadece bir bitiş değil, bir takdir edilmiş ecel olarak tanımlanır. Ölüm, Allah’ın koyduğu ölçüyle, zamanında gelen bir misafirdir:

> “Her canlı ölümü tadacaktır. Sonunda bize döndürüleceksiniz.”
(Ankebût, 29/57)

> “Her ümmetin belirlenmiş bir eceli vardır. Ecelleri geldiğinde ne bir an geri kalırlar ne de ileri geçebilirler.”
(A’râf, 7/34)

Ölümün Kur’ân’daki bazı nitelemeleri:

Ecel: Varlığın takdir edilmiş sona ulaşması.

Vefât: Emanetin geri alınması (bu kelime sadece fiziksel ölümler için değil, uykuda canın alınması gibi geçici hâller için de kullanılır).

Mevt: Canlılığın sona ermesi.

Kur’ân, ölümü korkulacak bir son değil, aslına dönüş, hesap gününe hazırlık, ve gerçek hayatın başlangıcı olarak öğretir. Nitekim bir ayette şöyle buyrulur:

> “Ah keşke bilselerdi, o âhiret yurdu asıl hayattır.”
(Ankebût, 29/64)

  1. Hayat ve Ölümün Müradifleri: Derinlikli Anlam Katmanları

Hayat kelimesinin Kur’ân’daki yakın anlamlıları (müradifleri):

Nefes (ruh): Canlılığı başlatan ilahî emir.

Hay (el-Hayy): Hayatı bizzat kendinde ezelî ve ebedî barındıran Allah.

Ölüm kavramının müradifleri:

Mevt: Temel ölüm anlamı.

Vefât: Canın alınması, ruhun geri çekilmesi.

Hulûd: Sonsuzlukla birleşmeyen geçici ölüm (Cehennem ehli için bile ölüm olmayacaktır).

Bazı ayetlerde ölümle dirilme, canlıların ölüden, ölülerin canlıdan çıkışı bir yaratılış mucizesi olarak anlatılır. Bu da hayat ile ölümün zıt değil, birbiriyle iç içe ve Allah’ın kudretini gösteren ayetler olduğunu gösterir.

  1. Hayat Ölümle Ölmez: Temsilli Bir Bakış

Bir tohum düşünün. Toprağa düşer, gömülür, karanlığa gömülür. Dıştan bakıldığında öldü sanılır. Fakat o tohum çatlar, filiz verir, yeşerir, çiçek açar. İşte insanın ölümü de budur. Kabir, onun toprağa düştüğü andır. Yeniden doğuş için bir bekleyiştir.

Kur’ân, bu hakikati şöyle temsil eder:

> “Allah, ölüden diriyi çıkarır, diriden de ölüyü çıkarır.”
(Rûm, 30/19)

Ve yine dirilişi hatırlatır:

> “Sizi topraktan yarattık, yine oraya döndüreceğiz ve bir kez daha sizi oradan çıkaracağız.”
(Tâhâ, 20/55)

Bu temsiller, insana hem hayatın kıymetini hem ölümün gerçeğini öğretir. Korku değil, uyanış vesilesidir.

Özet:

Kur’ân-ı Kerîm’de hayat, sorumluluk ve ibadetle anlam kazanan bir nimet olarak, ölüm ise ebedî âleme geçiş kapısı olarak anlatılır. Ölüm, bir son değil, imtihan dünyasının sona erip sonsuz hayatın başladığı eşiktir. “Mevt” ve “hayat” kelimeleri yanında çok sayıda müradif ve temsilî anlatım, bu iki kavramın hikmetini derinleştirir. Kur’ân, hayatın değerini ölümü hatırlatarak, ölümün anlamını ise hayatın gayesiyle öğretir. Ölüm ve hayat, zıt değil; birlikte anlamlıdır. Her biri, diğerinin aynasında Rabbimizi gösterir.

 

 




Uygarlığın Maskesi: Batı Medeniyetinin Kanlı Yüzü ve Soykırımların Sessiz Tanığı Tarih

Uygarlığın Maskesi: Batı Medeniyetinin Kanlı Yüzü ve Soykırımların Sessiz Tanığı Tarih

Dünyaya “medeniyet”, “insan hakları” ve “özgürlük” dersleri vermeye çalışan Batı’nın tarihi, ne acıdır ki sayısız soykırım, sömürgecilik, zulüm ve vahşetle örülmüştür. Kâğıt üzerindeki hümanizm ile fiiliyattaki kanlı emeller arasında uçurumlar vardır. Batı, kendi içindeki kavramlarla değil, dünya halklarının yaşadığı acılarla değerlendirildiğinde; medeniyet değil, maskelenmiş barbarlık karşımıza çıkar.

  1. Kızılderililerin Sessiz Çığlığı (1492-1900)

Amerika kıtasına “medeniyet” götürdüklerini söyleyen Avrupalı istilacılar, yerli halk olan Kızılderilileri sistematik olarak katlettiler. Nüfusları 50 milyondan birkaç milyona düştü. Sadece öldürmekle kalmadılar; toprakları ellerinden alındı, kültürleri yok edildi, dilleri susturuldu. Bu, tarihin en büyük kültürel ve fiziki soykırımlarından biridir.

  1. Afrika’nın Kara Gözyaşları: Kölelik ve Belçika’nın Kongosu

Batı’nın zenginliği, Afrika’nın kanı, gözyaşı ve emeği üzerine inşa edilmiştir. Milyonlarca Afrikalı, köle olarak gemilere doldurulup Amerika kıtasına taşındı. On binlercesi daha yolda öldü. Belçika Kralı II. Leopold’un Kongo’daki yönetimi, tam anlamıyla bir cehennemdi: 10 milyona yakın insan öldürüldü; elleri kesildi, köyler yakıldı. Üstelik tüm bunlar, “medeniyet götürme” bahanesiyle yapıldı.

  1. Hindistan ve İngiltere: Açlıktan Kırılan Milyonlar

İngilizlerin Hindistan’daki sömürge yönetimi, sadece kaynakları değil, halkın geleceğini de çaldı. 19. yüzyılda İngiltere’nin uyguladığı vergi ve ticaret politikaları nedeniyle milyonlarca insan açlıktan öldü. 1943 Bengal kıtlığı bu vahşetin doruk noktasıdır: 3 milyondan fazla insan, İngilizlerce görmezden gelinerek ölüme terk edildi.

  1. Alman Nazizmi: Yahudi Soykırımı ve Diğerleri

Hitler’in Almanya’sı, yalnızca Yahudilere değil, çingenelere, engellilere, Polonyalılara, Ruslara ve Müslüman Boşnaklara da ölüm getirdi. Toplama kamplarında milyonlarca insan yok edildi. Bu dehşet, Avrupa’nın bağrından çıktı. Ancak dikkat çekicidir ki, o döneme kadar “medeniyetin merkezi” olarak gösterilen Almanya, bir anda en barbar rejimlerden biri hâline geldi. Bu da gösteriyor ki, vicdanı olmayan bir bilim ve teknoloji, felaket üretir.

  1. Vietnam, Irak, Afganistan: Modern Haçlı Seferleri

ABD’nin “özgürlük” adına yürüttüğü savaşlar, aslında kaynak, strateji ve güç hakimiyeti uğruna yapılan yıkımlardı. Vietnam’da milyonlarca sivil öldürüldü; Napalm bombaları, kimyasal silahlar kullanıldı. Irak işgali, kitle imha silahı bahanesiyle başlatıldı ama bir ülke yerle bir edildi, milyonlarca çocuk yetim kaldı. Afganistan’da 20 yıl süren işgalin ardından geriye sadece yıkılmış şehirler, yoksulluk ve öfke kaldı.

  1. Fransa’nın Cezayir’deki Kanlı Dosyası

Fransa, 1830’da işgal ettiği Cezayir’de bir buçuk milyon insanı katletti. Bağımsızlık mücadelesi sırasında köyler yakıldı, işkenceler uygulandı, halk topluca infaz edildi. Bugün hâlâ Fransa, bu soykırımı kabul etmekten kaçınmaktadır. Bu, Avrupa’nın “geçmişiyle yüzleşemeyen” çifte standardının bir göstergesidir.

  1. Bosna ve Batı’nın Suskunluğu

1990’lı yıllarda Avrupa’nın göbeğinde, Bosna’da Müslümanlar sistematik olarak katledildi. Srebrenitsa’da BM askerlerinin gözetiminde 8 binden fazla Müslüman erkek ve çocuk katledildi. Batı dünyası, bu vahşeti seyretti. Bu, Batı’nın “insan hakları” söyleminin sadece kendi çıkarlarına hizmet ettiğini açıkça gösterdi.

Hikmet ve İbret Penceresinden

Kur’ân’ın öğrettiği bir hakikat var: Zulüm ile abad olunmaz. Zalimler için hazırlanmış olan ilahî hesap günü mutlaktır. Kur’ân der ki:

> “Allah, zalimleri asla sevmez.”
(Âl-i İmrân, 3/57)

Tarih, batının kılıçla getirdiği sözde medeniyetin, gerçekte küresel bir kan gölüne dönüştüğünü göstermiştir. Zulümle yapılan saraylar, sonunda mazlumların duasıyla yıkılır.

Özet:

Bu makale, Batı dünyasının tarih boyunca gerçekleştirdiği soykırımlar, işgaller ve zulümleri örneklerle gözler önüne sermektedir. Kızılderililerden Afrikalılara, Hindistan’dan Cezayir’e, Bosna’dan Irak ve Afganistan’a kadar milyonlarca insanın kanı, Batı’nın “medeniyet” maskesinin ardındaki acı ve karanlık gerçeği göstermektedir. Kur’ân perspektifinden bakıldığında, bu zulümler hikmetle okunmalı, ibretle anlaşılmalı ve insanlık için bir uyarı olarak hatırlanmalıdır. Gerçek medeniyet, adalet ve rahmetle mümkündür; zulümle değil.

 




Fıtratın Hududu: Kadınlaşan Erkek ve Erkekleşen Kadın Üzerine Kur’ânî ve Nebevî Uyarılar

Fıtratın Hududu: Kadınlaşan Erkek ve Erkekleşen Kadın Üzerine Kur’ânî ve Nebevî Uyarılar

“Resûlullah (asm), kadınlaşan erkeklere ve erkekleşen kadınlara lanet etti.” (Buhârî, Libâs 62. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Libâs 28; Tirmizî, Edeb 24; İbni Mâce, Nikâh 22)

“Resûlullah (asm), kadınlara benzemeye çalışan erkeklere ve erkeklere benzemeye çalışan kadınlara lanet etti.” (Buhari, Libâs 61)

“Resûlullah (asm), kadın gibi giyinen erkeğe, erkek gibi giyinen kadına lanet etti.” (Ebû Dâvûd, Libas 28; bk. Ahmed İbni Hanbel, Müsned, 2/325)[1]

*********

Modern dünyanın en büyük krizlerinden biri, insan fıtratına yapılan müdahaledir. Cinsiyetin biyolojik bir hakikat değil, toplumsal bir tercih olduğuna dair sapkın görüşler, çağımızı kimliksizliğe, ruhsuzluğa ve ahlaki çöküntüye sürüklemektedir. Bu mesele, sıradan bir tercih değil; insanın yaratılışına başkaldırması, fıtratla savaşması ve ilahî dengeyi bozmasıdır.

Hz. Peygamber (asm), bu konudaki uyarılarını son derece açık ve net biçimde ifade etmiştir:

> “Resûlullah (asm), kadınlara benzemeye çalışan erkeklere ve erkeklere benzemeye çalışan kadınlara lanet etti.”
(Buhârî, Libâs 61)

Bu, bir uyarıdan öte, bir ilahi gazap işaretidir. Lanet, Allah’ın rahmetinden uzaklaşmak demektir. Bu derece şiddetli bir ifade, konunun kişisel tercih değil, toplumsal ve inanç yönüyle bir bozulma olduğunu gösterir.

  1. Fıtrat Nedir ve Neden Önemlidir?

Kur’ân-ı Kerîm şöyle buyurur:

> “Allah’ın fıtratı üzere insanları yaratması (onun dinidir); Allah’ın yaratışında bir değişiklik yoktur.”
(Rûm, 30/30)

Erkeklik ve kadınlık, sadece biyolojik bir yapı değil; ruhsal, duygusal ve toplumsal bir dengedir. Her iki cinsin farklı özellikleri, hayatın bütünlüğünü tamamlayan iki yüz gibidir. Erkek ve kadın, yarışan değil, tamamlayan varlıklardır.

  1. Kadınlaşan Erkek, Erkekleşen Kadın: Fıtrata İsyan

Kadının kadınlıktan, erkeğin erkeklikten uzaklaşması, sadece bir kişisel tercih değil; toplumun ruhunu yaralayan, aile yapısını sarsan, gençleri ifsat eden bir ahlakî sapmadır. Bugün, moda, medya ve sosyal medya aracılığıyla bu sapmalar normalleştirilmeye çalışılmakta, erkek gibi yürüyen, konuşan, giyinen kadınlar; kadın gibi davranan, süslenen, incelen erkekler alkışlanmaktadır. Oysa bu, İslam nazarında bir bozukluk, bir yozlaşma ve lanete layık bir fiildir.

  1. Hadislerdeki “Lanet” Ne Anlama Gelir?

Hadislerde geçen “lanet” kelimesi, sadece bir kınama değil, Allah’ın rahmetinden uzaklaştırılmayı ifade eder. Bu da gösterir ki, mesele sadece dış görünüşle ilgili değildir; bu davranışlar, imanı zedeleyici, toplumu ifsat edici, yaratılış hakikatini inkar edici boyuttadır.

  1. Bu Uyarılar Bugün Neden Daha Önemli?

Bugün cinsiyet rolleriyle oynanıyor; erkeklik ve kadınlık tanımları “esnetiliyor”, çocuklara cinsiyetsizlik aşılanıyor. Bu, toplumları sadece ahlaken değil, fıtraten de çökertmektedir. Bozulan aile yapısı, çoğalamayan nesiller, artan yalnızlık, depresyon ve kimlik bunalımları bunun bir sonucudur.

  1. Hikmetli Sonuçlar ve İbretler

İslâm’ın cinsiyet konusundaki hassasiyeti, bir sınırlama değil, koruma ve denge ilkesidir. Herkes kendi fıtratında huzur bulur. Kadın, kadın olduğunda; erkek, erkekliğini koruduğunda dünya nizam bulur. Aksi hâlde denge bozulur, toplum çürür.

Kur’ânî Bir Dua:

> “Ey Rabbimiz! Bizi ve eşlerimizi, gözümüzü aydınlatacak kimseler kıl. Ve bizi muttakilere önder eyle.”
(Furkân, 25/74)

Özet:

Bu makale, Resûlullah’ın (asm) kadınlaşan erkeklere ve erkekleşen kadınlara yönelik lanet muhtevalı hadislerini temel alarak, fıtratın korunması gerektiğini, cinsiyet rolleriyle oynamanın İslâmî açıdan ciddi bir sapma olduğunu ortaya koymaktadır. Hadislerdeki “lanet” ifadesi, meselenin kişisel değil, toplumsal ve inanç açısından bir yıkım olduğunu ifade eder. Bugün özellikle modern ideolojilerin cinsiyetle oynadığı bir dönemde, bu uyarılar daha da önem kazanmakta; fıtratla barışık bir hayat, birey ve toplum için ilahî bir rahmet kapısı olmaktadır.

 

 

[1] https://www.google.com/amp/s/sorularlaislamiyet.com/hz-peygamber-asv-butun-erkeklesen-kadinlari-lanetliyor-hangi-durumlarda-kadinlar-erkeklesmis-olur%3famp

 




Duyguların Talim, Uyum ve Tanışıklığı: Bir Bütünlük İçerisinde Hareket Eden Kalp Dili

Duyguların Talim, Uyum ve Tanışıklığı: Bir Bütünlük İçerisinde Hareket Eden Kalp Dili

İnsanın iç âlemi, yüzlerce duygunun bir araya geldiği manevî bir orkestra gibidir. Sevgi, korku, umut, hayret, merhamet, öfke, sabır, hüzün, şükür… Her biri ayrı bir nota, ayrı bir tını. Ne var ki, bu duyguların hepsi kendi başına bağımsız ve başıboş değildir. Her birinin bir vazifesi, bir sınırı ve bir gayesi vardır. Ve en önemlisi, talim edilmesi, terbiye edilmesi gerekir.

Kur’ân ve sünnet, sadece ahlâkı değil, duyguları da terbiye eder. Çünkü insan, yalnız akıl varlığı değil; kalp, ruh ve duygu varlığıdır. Eğer duygular talim edilmezse, merhamet zulme, sevgi bağımlılığa, cesaret taşkınlığa, öfke şiddete dönüşebilir. Bu sebeple duyguların talimi, insanın hem iç dünyasını hem de toplumsal ilişkilerini düzene sokar.

  1. Duygular İlahi Birer Emanettir

Her bir duygu, insanın iç dünyasına emanet olarak verilmiştir. Sevgi, Allah’a yönelirse ibadet olur; dünyaya saplanırsa esaret. Korku, Allah için olursa takvaya dönüşür; kuldan korkmak zillet olur. Öfke, zulme karşı çıkmak için kullanılırsa cihattır; kin için kullanılırsa felakettir. Bu yüzden duygular, kullanım kılavuzu olan birer latifedir.

  1. Duyguların Uyum ve Tanışıklığı

Duygular yalnız çalışmaz. Bir duygunun harekete geçmesi, başka duyguları da tetikler. Meselâ, şefkat duygusu harekete geçtiğinde sabır, merhamet ve anlayış da devreye girer. Aynı şekilde, kibir duygusu yükseldiğinde öfke, küçümseme ve kırıcı sözler ortaya çıkar. Bu nedenle insanın kendi iç dünyasında duyguların birbiriyle tanışık, uyumlu ve dengeli olması gerekir. Bu tanışıklık, kişinin kendi ruhuyla barışık yaşamasını sağlar.

  1. Duyguların Talim ve Terbiyesi

Kur’ân, duygulara yön verir. Mesela:

> “Onlar, bollukta da darlıkta da infak ederler, öfkelerini yutarlar ve insanları affederler.”
(Âl-i İmrân, 3/134)

Bu ayette üç duygu terbiye edilir: cimrilik (infakla), öfke (yutmakla) ve kin (af ile). Bu, duyguların sadece bastırılması değil, doğru yere kanalize edilmesidir. Çünkü bastırılan duygu, birikir ve bir gün patlar. Ama yönlendirilen duygu, ibadete ve ahlâka dönüşür.

  1. Bütünlük İçinde Hareket Etmek: Kalbin Ahenkli Dili

İnsanın duyguları, kalbin dili gibidir. Bu dili düzgün konuşan bir insan, hem Rabbine, hem nefsine, hem de mahlûkata adaletle davranır. Kalbiyle düşünen, ruhuyla hisseden, vicdanıyla hareket eden kişi; duygularını ne bastırır ne de serbest bırakır. Onları ilimle talim eder, hikmetle yönlendirir.

  1. İbretli Bir Hakikat: Nefis Azdırır, Duygu Taşırır, Kalp Süzgeç Olmazsa Taşar

Duygular bir nehir gibi akar. Nefis, bu nehrin akışına çamur karıştırmak ister. Akıl, set çekmek ister. Kalp ise süzgeçtir; duygular kalpten geçtikçe temizlenmeli, yön bulmalı, manevîleşmelidir. Eğer kalp devre dışı kalırsa, duygular taşar, hayatın her tarafını sarar ve bir tufan olur. İşte bugün, duygularını ilimle değil, heva ile yöneten bireylerin bunalım ve yalnızlık içinde kaybolmasının sebebi budur.

Özet:

Bu makale, insanın duygularla örülü iç dünyasının Kur’ânî ve hikmetli bir düzene muhtaç olduğunu ifade eder. Duygular, ilahi emanetlerdir ve her biri kendi görevini ifa etmek için yaratılmıştır. Bu duygular tanıştırılmaz, uyumlandırılmaz ve terbiye edilmezse, insanı felakete sürükler. Ama akıl, kalp ve vicdan süzgecinden geçerek yön bulan duygular, insanı olgunlaştırır, ruhunu yüceltir ve hayatı anlamlı kılar. Duygularla barışmak, aslında Rabbimizin bize öğrettiği en derin derslerden biridir.

 

 




Ona Ancak Temizlenenler Dokunabilir

Ona Ancak Temizlenenler Dokunabilir” – Vâkıa 79 Üzerine Hikmetli Bir Tefekkür

> “لَا يَمَسُّهُ إِلَّا الْمُطَهَّرُونَ”
“Ona ancak temizlenenler dokunabilir.”
(Vâkıa Suresi, 56/79)

Kur’ân-ı Kerîm’in bu veciz ayeti, zahiri ve batıni temizliğin, Allah kelamına yaklaşmadaki merkezî rolünü vurgular. Görünüşte sadece bir “dokunma” fiili gibi gözükse de, derin manada bu “dokunuş”, kalple, ruhla ve niyetle gerçekleşen bir temasın şifresidir. Ayet, sadece fiziki temizliğe değil, manevî arınmaya da işaret eder.

  1. Temas Değil, Temessül: Kur’ân’a Yaklaşmanın Manevî Boyutu

Burada geçen “mess” kelimesi, Arapçada yüzeysel bir dokunuşu değil, yakınlık, ilişki, temas kurma anlamına gelir. Ayetteki “mutahharun” (temizlenmişler) ise hem abdestli ve gusüllü olan bedenî temizlik sahiplerini, hem de gönlünü şirkten, riyadan, kibirden ve günahlardan temizlemiş olan ruh sahiplerini ifade eder. Zira Kur’ân’a sadece mürekkep ve kâğıttan bir kitap gibi yaklaşanlar, onun nurunu anlayamaz. O nur, ruhu arınmış gönüllere yansır.

  1. Kur’ân’a Dokunmak: Kalbe ve Hayata Temas Etmektir

Kur’ân’a dokunmak, sadece onu raftan almak ya da bir hat sanatı gibi estetik görmek değildir. Asıl dokunuş, onu anlamak, yaşamak ve hayatına geçirmektir. Temiz kalpler, Kur’ân’la irtibat kurduğunda sadece bilgi değil, hikmet alır. Temiz niyetlerle yaklaşanlar için Kur’ân, bir kitap olmaktan çıkar, bir rehber, bir ışık, bir sır kapısı haline gelir.

  1. Neden “Mutahharûn”? Neden Sadece Temizler?

Çünkü Kur’ân, ilahi kelamdır; saf bir kaynaktır. Nefislerin kirlettiği eller, niyetlerin kararttığı kalpler bu saf kaynağı bulandırabilir. Nasıl ki bir mücevherin parıltısı, ancak temiz bir camdan görünür; öyle de Kur’ân’ın nurani hakikatleri, gönül camı berrak olanlara görünür. Bu ayet, bizlere hem bir emir hem de bir ölçü sunar: “Eğer Kur’ân’dan istifade etmek istiyorsan, önce kendini arındır.”

  1. Zahiri ve Bâtıni Temizlik: İkisi Birden Gerekli

İslam’da temizlik, sadece el yüz yıkamak değildir. İç âlemin temizliği, dış temizlik kadar hatta daha da önemlidir. Kur’ân’a abdestsiz dokunmamak bir edep olduğu gibi, riyasız, kibirsiz ve şirkten arınmış bir kalple yaklaşmak da bir farzdır. Ayet bize iki katlı bir mesaj verir: Bir, Kur’ân’a bedenen temiz bir halde dokun; iki, Kur’ân’a kalben arınmış olarak yönel.

  1. Kur’ân, Kirli Elleri ve Kalpleri Kabul Etmez

Bugün Kur’ân’ı bilgiyle yorumlayanlar çok; ama onu hikmetle yaşayanlar az. Çünkü onu gerçekten “dokunanlar”, temizlenenlerdir. Modern çağın tozlu yollarında, Kur’ân’a el sürebilmek için sadece elimizi değil, kalbimizi de yıkamamız gerekiyor. Çünkü Kur’ân, sadece göze hitap etmez; gönle temas eder. Ona pis kalple dokunulmaz; çünkü o nurdur, hidayettir, Allah’ın kelamıdır.

Özet:

Bu makalede, Vâkıa Suresi 79. ayetinin “Ona ancak temizlenenler dokunabilir” ifadesi, hem zahiri (bedeni) hem de batıni (manevi) temizlik açısından ele alındı. Kur’ân’a gerçek anlamda dokunmak; kalben arınmak, niyeti düzeltmek ve onun nuruna saf bir gönülle yönelmektir. Ayet, bizlere bir edep ölçüsü ve bir manevi terbiye dersi verir: Kur’ân, temiz kalplerin kitabıdır. Ona yaklaşmak, arınmayı şart koşar.

*********

Geçmişten Günümüze Ecdadın Kur’ân-ı Kerîm’e Karşı Tutum ve Tavrı

Kur’ân-ı Kerîm, Allah’ın kelamı olarak insanlığa gönderilmiş en yüce rehberdir. Bu ilahi kitap karşısında kim nasıl durmuşsa, hayatı da ona göre şekillenmiştir. İslâm ecdadı, Kur’ân’a sadece bir kitap olarak değil; hayatın ta kendisi olarak bakmış ve onu baş tacı etmiştir. Onların Kur’ân’a olan tavrı, sadece bir saygıdan ibaret değil; bir imanın tezahürü, bir ahlâkın kaynağı ve bir medeniyetin mayası olmuştur.

  1. Ecdad Kur’ân’ı Sadece Okumadı, Yaşadı

Osmanlı’dan önceki Selçuklu ve Abbâsî dönemlerinde de görüldüğü gibi, ecdad Kur’ân’ı sadece mushaf halinde muhafaza etmedi; onu hayatlarına hâkim kıldı. Savaşta Kur’ân’dan güç aldılar, barışta onunla adaleti sağladılar, medreselerde onu merkez kılarak ilmi yaydılar.

Kur’ân, sadece mihraplarda tilavet edilmedi; mahkemede hüküm verdi, çarşıda ahlâkı şekillendirdi, sarayda tevazuu öğretti, meydanda cesareti telkin etti.

  1. Hürmetin En Yüksek Seviyesi: Zahiren ve Bâtınen Saygı

Kur’ân-ı Kerîm’e karşı ecdadın gösterdiği saygı, hem şeklen hem de kalben en üst düzeydeydi. Onlar, Kur’ân’a abdestsiz el sürmez, onu yüksek bir yere koyar, okumadan önce edeple hazırlanırdı. Kur’ân okunduğunda konuşulmaz, dinlenirken huşû gösterilirdi. Çünkü bu Kitap, Allah’ın sesi gibiydi onlar için.

Ecdat için bu, bir şekil değil; şuur meselesiydi.

  1. Kur’ân Medeniyeti: Mimariye, Sanata ve İlme Yansıyan Ruh

Ecdadın Kur’ân’a olan bağlılığı sadece bireysel düzeyde kalmadı; bir medeniyete dönüştü. Camilerin kubbelerine âyetler nakşedildi, mezar taşlarına âyetler kazındı, medreselerde tefsir ilmiyle hayat yeniden yorumlandı. Kur’ân, mimaride, musikide, edebiyatta, hat sanatında en yüce kaynak oldu.

Kur’ân’ı merkeze alan bu anlayış sayesinde bir “Kur’ân medeniyeti” doğdu. Her satırda Allah, her nakışta tevhid, her taşta ahiret yankılandı.

  1. Kur’ân’a Hizmet Bir Şeref Sayıldı

Mushaf yazan hattatlar, yazdıkları harfleri önce abdestle, gözyaşıyla yazdı. Bir harf hatalı olmasın diye günlerce tek bir sayfa üzerinde çalışan müzehhipler vardı. Kur’ân’ı ezberleyen hafızlar, yalnızca hafıza değil; kalbiyle de muhafaza ederdi.

Medreselerdeki müderrisler, Kur’ân tefsiri anlatırken “âyet okuyorum, söz değil” edasıyla, her kelimeye dikkat ederdi. Ecdadın zihninde ve kalbinde Kur’ân, kelimelerden ibaret değildi; hayatı kodlayan, yön veren bir hikmet kaynağıydı.

  1. Zamanla Zayıflayan Tavır ve Bugünkü Sorumluluğumuz

Ne yazık ki zamanla bu yüksek hürmet ve derin kavrayış, yerini şekilciliğe ve gaflete bıraktı. Kur’ân evlerde asıldı ama anlaşılmadı, okundu ama yaşanmadı. Medeniyetimizin Kur’ân merkezli özü, modern hayatın kabuğunda kaybolmaya başladı.

Bugün yapılması gereken, ecdadın Kur’ân’a olan tavrını yeniden diriltmek, onu şekil olarak değil, şuur olarak hayatımıza katmaktır. Çünkü Kur’ân sadece geçmişin değil, ebediyetin rehberidir.

Özet:

Bu makalede, İslâm ecdadının Kur’ân-ı Kerîm’e karşı gösterdiği derin saygı, yaşama biçimi ve medeniyet anlayışı ele alındı. Kur’ân, sadece okunup geçilen bir kitap değil; hayatı şekillendiren bir ilahi kılavuz olarak görülmüş, bireyden devlete kadar her alana yön vermiştir. Bugün bizlere düşen, bu tavrı yeniden kuşanmak ve Kur’ân’ı kalplerimizde, hayatlarımızda yeniden hakim kılmaktır.

 




İŞİTEN VE GÖREN KALP: Kur’ân’da Duyuların Hikmeti Üzerine Bir Tefekkür

İŞİTEN VE GÖREN KALP: Kur’ân’da Duyuların Hikmeti Üzerine Bir Tefekkür

Giriş
Kur’ân-ı Kerîm, insanın duyu organlarına çokça dikkat çeker. En çok tekrar edilen ikili “es-sem‘ ” (işitme) ve “el-bas̱ar” (görme) kavramlarıdır. Bu iki duyu, insanın dış âlemle bağlantısını kurmasının yanı sıra, hakikati tanımasında ve ilahî mesaja muhatap olmasında da anahtar rol oynar.

Kur’ân, sadece fizikî görme ve işitmeye değil, kalp gözüyle görmeye, hikmetle işitmeye ve bu duyuları hakka şahit kılmaya davet eder. Bu makalede, Kur’ân’da geçen işitme ve görme ile ilgili kavramlar, muradifleri ve bunların insanın iç dünyasındaki yankısı incelenecektir.

  1. İşitme: Hakikatin Kapısı
    Kur’ân’da “sem‘ ” kelimesi, “duymak, işitmek” anlamında geçer. Ancak Kur’ân’ın ifade ettiği işitme, sadece sesin kulağa ulaşması değildir. Ayetlerde geçen “onlar işitirler ama anlamazlar” ifadesi (bak.Enfâl, 8/22) gibi uyarılar, işitmenin kalple gerçekleşmesi gerektiğine işaret eder.

Nitekim:
“Andolsun, biz cehennem için birçok cin ve insan yarattık; onların kalpleri vardır ama anlamazlar, gözleri vardır ama görmezler, kulakları vardır ama işitmezler. İşte bunlar hayvanlar gibidir, hatta daha sapıktırlar.” (A’râf, 7/179)

Bu ayet, işitme duyusunun kullanılmamasının bir tür manevî sağırlık olduğunu ortaya koyar. Kulak, sadece bir organ değil, vicdanın sesini duyma aracıdır.

  1. Görme: Zahirin Ötesi
    Görmek Kur’ân’da “bas̱ar” ve “ru’yet” gibi kelimelerle ifade edilir. Ancak Kur’ân, sadece gözü değil, “basîret” kelimesiyle kalp gözünü de nazara verir:
    “De ki: Bu benim yolumdur. Ben ve bana uyanlar, basîret üzere Allah’a davet ederiz.” (Yusuf, 12/108)

Buradaki “basîret”, eşyanın hakikatini, hikmetini ve sonunu görebilmek demektir. Kur’ân, sadece görüleni değil, görünmeyeni de görmeye çağırır.
“O sizin yaptıklarınızı hakkıyla görendir.” (Şûrâ, 42/27) gibi ayetler, Allah’ın her şeyi gördüğünü hatırlatarak insana sorumluluk yükler.

  1. Kalbin Gözleri ve Kulakları
    Kur’ân’da geçen “Efelem yesîrû fi’l-ardi fe tekûne lehum kulûbun ya‘kılûne bihâ ev âzânun yesme‘ûne bihâ?” (Hac, 22/46) ayetinde, görme ve işitme organlarının değil, kalbin işlevi vurgulanır:
    “Onların yeryüzünde dolaşmaları gerekmez miydi ki, kalpleriyle düşünsünler, kulaklarıyla işitsinler? Çünkü gözler kör olmaz, ama göğüslerdeki kalpler kör olur.”

Bu ayet, zahirî duyu organlarından ziyade bâtınî duyulara dikkat çeker. Kalp körleşirse, göz görse de hakikati algılayamaz. Kulak duysa da manayı kavrayamaz.

  1. Duyuların Hesabı
    Kur’ân’da bir başka önemli vurgu ise bu duyuların ahirette sorgulanacağıdır:
    “Şüphesiz ki kulak, göz ve kalp; bunların hepsi ondan sorumludur.” (İsrâ, 17/36)

Yani insan sadece ellerinden ve ayaklarından değil, neyi duyduğundan, neyi gördüğünden ve neyi düşündüğünden de hesaba çekilecektir. Duyular, birer emanet ve şahittir.

  1. Anlamın Katmanları: Muradifler Üzerinden Tefekkür
    Kur’ân’da işitme için sem‘, istimâ‘, enîn (inleme), nezîr (uyarıcı sesi duyma); görme için bas̱ar, ru’yet, nazr, şehâde (şahit olmak), basîret gibi farklı kelimeler geçer.

Bu muradifler, aynı anlam etrafında farklı derinlikler kazandırır. Örneğin “sem‘”, duymak; “istimâ‘”, dikkat kesilerek işitmek; “enîn”, içten gelen duygusal bir inleyiştir. Aynı şekilde “bas̱ar”, görmek; “nazr”, bakmak; “basîret”, hikmetle görmektir.

Bu, Kur’ân’ın insan duyularına biçtiği manevi anlamın çok katmanlı bir şekilde ele alındığını gösterir.

SONUÇ: GÖZLERİN VE KULAKLARIN TANIKLIĞI
Kur’ân, gözü ve kulağı sadece fizikî varlıklar olarak değil, kalbin dışarıya açılan pencereleri olarak değerlendirir. Görmek ve işitmek; anlamak, hissetmek ve doğruya yönelmek için verilmiştir. Fakat bu duyular kullanılmadığında, insan manen sağır ve kör olur.

Kur’ân, bizden sadece bakmayı değil, görmeyi; sadece duymayı değil, işitmeyi ister. Zira bu duyular, bir gün şahitlik edecektir. O gün, hakikati gören ve duyanlar kurtulacak, gaflet içinde yaşayanlar ise duymazlıktan geldikleri gerçeklerle yüzleşecektir.

ÖZET
Bu makalede, Kur’ân-ı Kerîm’de geçen “işitme” ve “görme” ile ilgili ayetler, muradif kelimeler ve bu kavramların manevi derinlikleri ele alınmıştır. Kur’ân, duyu organlarını sadece fiziksel birer araç değil, ahlaki ve manevi sorumluluk taşıyan emanetler olarak değerlendirir. İşitmek ve görmek, kalple bağlantılıdır. Bu duyular, ahirette sorguya çekilecek ve insanın en büyük şahitleri olacaktır. Kur’ân, bizi gören ve işiten kalplerle yaşamaya çağırır.

 

 




ŞEYTANLA, FİRAVUNLA VE FİRAVUNCUKLARLA BARIŞILMAZ: Hakkı Tahrif Edenlerle Uzlaşmanın Bedeli

ŞEYTANLA, FİRAVUNLA VE FİRAVUNCUKLARLA BARIŞILMAZ: Hakkı Tahrif Edenlerle Uzlaşmanın Bedeli

Giriş: İmanla İnat Arasındaki Hat
Kur’ân-ı Kerîm’de en çok zikredilen kıssalardan biri Hz. Mûsâ ile Firavun arasındaki mücadeledir. Bu mücadele, sadece bir peygamberle bir zalim kralın çatışması değil, hak ile bâtılın ebedî mücadelesidir. Aynı şekilde Hz. Âdem ile şeytan arasındaki düşmanlık da bireysel bir sürgün meselesi değil, kıyamete dek sürecek bir hak-bâtıl savaşının ilk adımıdır. Bu yüzden Kur’ân, şeytanla dostluk kurmamayı emreder; zalimlerle uzlaşmamayı, onların tuzaklarına karşı teyakkuzda olmayı öğretir.

  1. Şeytanla Barış, Nefse Teslimiyettir
    Şeytanın adı “âdûvvün mübîn” yani “apaçık düşman” olarak geçer. Onun düşmanlığı, sadece bir isyana sebep oluşuyla sınırlı değildir. Asıl düşmanlığı, insanı da kendi isyanına ortak etmek istemesindedir.
    “Şüphesiz ki şeytan sizin düşmanınızdır. Öyleyse siz de onu düşman edinin.” (Fâtır, 35/6)

Şeytan, insana dostmuş gibi yaklaşır; vesvese verir, güzel gösterir, tembelliği ve gafleti telkin eder. Onunla barışmak, hakikatte onun tahakkümüne girmektir. Oysa iman, teslimiyetle beraber irade ister. Şeytanla barışmak, bu iradeden vazgeçmektir.

  1. Firavunlar ve Firavuncuklar: Zamanın İlahlaşmış Egoları
    Firavun, “ben sizin en yüce rabbinizim” (Nâziât, 79/24) diyerek kibirle kendini ululayan bir modeldir. Ama Kur’ân, bu tipin sadece bir şahsa ait olmadığını gösterir: Zamanın her döneminde, hakikate düşmanlık eden “Firavuncuklar” vardır.

Bu küçük Firavunlar, kimi zaman bir rejim, kimi zaman bir ideoloji, kimi zaman bir makam yahut şahıs olarak ortaya çıkar. En belirgin özellikleri, insanları hakikatten uzaklaştırmak ve kendilerine kulluk ettirmektir. Onlarla barışmak, imanî tavizlerin başlangıcıdır.
“Zalimlere meyletmeyin, sonra size ateş dokunur.” (Hûd, 11/113)

  1. Barış Çağrısına Cevap: Ama Kiminle?
    Kur’ân barışı teşvik eder ama zalimle barışı değil, adil olanla barışı önerir.
    “Eğer onlar barışa meylederlerse sen de meylet.” (Enfâl, 8/61)
    Bu ayetin bağlantı noktası, düşmanın barışa gerçekten istekli olması, ihanet taşımaması ve adalet üzere olması şartınadır. Zulmün temsili olan kişi veya yapılarla barış, zulme ortaklıktır.

Şeytanla uzlaşmak, onunla iş tutmak değildir. Firavunla barışmak, Mûsâ’nın davasını terk etmektir. Onlar hakikatle çatışan taraf olduklarından, onların gönlü alınmaz; onlar tevbeye davet edilir, uymazlarsa mücadeleye devam edilir.

  1. Tarihten Ders: Barışın Bedelini Ödeyenler
    İslâm tarihi, zalimlerle uzlaşmanın acı örnekleriyle doludur.  iktidarlarla çıkar birliği kuran; İslâm’ı kendi siyasi emellerine araç eden liderler…

Ve bir de, hak uğruna canını feda eden Hüseyinler, Yunuslar, Mevlanalar, Bediüzzamanlar… Onlar, Firavunlaşmış yapılara boyun eğmediler; şeytanın vesvesesine aldanmadılar.

  1. Mücadele Bitmedi, Biçim Değiştirdi
    Bugün şeytan yalnızca vesvese veren bir varlık değil; ekranlarda, siyasette, sosyal medyada, fikirde ve modada dolaşan bir şebeke gibi çalışıyor. Firavuncuklar, sadece saraylarda değil; ekranlarda, kürsülerde, influencer hesaplarında, “algı” düzeneklerinde geziyor.

Bunlarla uzlaşmak, onlara pay vermek, hakkı eğip bükmektir. Oysa Kur’ân şöyle uyarır:
“İstedikleri şudur: Sen tâviz veresin ki, onlar da tâviz versinler.” (Kalem, 68/9)

Bu ayet, hak sahibinin asla eğilmemesi gerektiğini bildirir. Çünkü eğilenin ardında hak değil, taviz ve felaket vardır.

SONUÇ: HAK YOLCULARI BARIŞI DEĞİL, HAKKI TERCİH EDER
Şeytanla, Firavunla ve Firavuncuklarla barışmak, kısa vadeli bir rahatlık; uzun vadeli bir felakettir. İman, taviz kabul etmez. Hakikat eğilip bükülemez. Zalimlerle mücadele bir seçenek değil, bir sorumluluktur.

Unutmamalıyız: Hz. Mûsâ, bir asa ile Firavun karşısına dikildi; çünkü arkasında Allah vardı. Biz de hak üzere isek, az da olsak galibizdir. Öyleyse şeytanla dostluk değil, cihad; Firavunla uzlaşma değil, mücadele gerekir.

ÖZET
Bu makalede, Kur’ân’da geçen şeytan, Firavun ve onların günümüzdeki temsilcileriyle uzlaşmanın neden mümkün olmadığı anlatıldı. Şeytan, hakikate düşmandır; Firavun ve benzeri zalimler, ilahlık taslayan sistemlerin sembolleridir. Onlarla barış, imanî tavizlere ve zulmün meşrulaşmasına yol açar. Kur’ân, hakikatten sapmadan, zulme meyletmeden yaşanması gereken bir mücadele ahlâkını emreder. Hak yolda olan, asla taviz vermez. Çünkü hak, eğilmez.

 

 




KONUŞAN AYETLER: Kur’ân’da Dil, Lisan ve Anlamları Üzerine Hikmetli Bir Yolculuk

KONUŞAN AYETLER: Kur’ân’da Dil, Lisan ve Anlamları Üzerine Hikmetli Bir Yolculuk

Giriş
Kur’ân-ı Kerîm, insanın varlık âlemindeki yerini ve hakikatle bağını kuran ilahî bir hitaptır. Bu hitap, lafzıyla Arapça olmakla beraber, anlamıyla evrensel bir derinliğe sahiptir. Kur’ân’da “dil” ve “lisan” üzerine çokça durulması, insanın konuşma kabiliyeti ile sadece diğer varlıklardan ayrılmadığını, aynı zamanda emaneti taşıyan, vahyi anlayan bir varlık olarak sorumluluk yüklendiğini gösterir.

Bu makalede, Kur’ân-ı Kerîm’de geçen lisan, dil, nutk, kelâm, kavl, beyan, hitâb gibi kelimeler ve bunların muradifleri (eşanlamlıları) üzerinden insanın diliyle olan imtihanı ve bu kelimelerin hikmetli çağrışımları ele alınacaktır.

  1. LİSAN: Kimliğin Aynası
    Kur’ân’da “lisan” kelimesi hem mecaz hem hakikat anlamıyla kullanılır. “Ve min âyâtihî ḫalḳu’s-semâvâti ve’l-arḍi veḫtilâfu elsinetikum ve elvânikum.” (Rum, 30/22) ayetinde, farklı dillerin ve renklerin Allah’ın ayetlerinden olduğu bildirilir. Burada “elsine”, “lisanlar” demektir.

Bu, dilin sadece bir iletişim aracı değil, aynı zamanda ilahî bir kudretin yansıması olduğunu gösterir. Lisan, bir topluluğun kimliğidir; hafızası, kültürü, hatta kaderidir.

  1. KAVL ve NUTK: Sözün Sorumluluğu
    Kur’ân’da “kavl” kelimesi yüzlerce kez geçer. “Kavl-i sedîd”, “kavl-i meysûr”, “kavl-i leyyin” gibi ifadeler, sözün muhtevasının, üslubunun ve zamanlamasının ne kadar önemli olduğunu ortaya koyar.

Hz. Musa’ya Firavun’a giderken “ona yumuşak söz söyleyin” (Tâhâ, 20/44) denilmesi, hakikatin bile kaba bir dille söylenmemesi gerektiğini ifade eder.
Ayrıca Kur’ân, “nutk” kelimesiyle insana konuşma kabiliyeti verildiğini ifade eder: “Allemehü’l-beyân.” (Rahman, 55/4). Beyan, sadece konuşmak değil, anlamı yerli yerince ifade etmektir.

  1. BEYAN ve KELÂM: Hakkı Anlatmak
    Kur’ân’ın kendisi de “beyan”dır. “Hâzâ beyanun li’n-nâs.” (Âl-i İmrân, 3/138). Yani bu kitap, insanlar için bir açıklamadır. Dilin hakikate hizmet ettiği yer işte tam da burasıdır.

Allah’ın kelâmı olan Kur’ân, aynı zamanda kelimelerin anlamını tayin eden bir mihenk taşıdır. İnsanın kelâmı ise ya hakka hizmet eder ya da bâtıla.

  1. DİLİN AHLAKI: Sözün Şahidi Kalp Olmalı
    Kur’ân, dili sadece bir ifade vasıtası değil, bir ahlâk meselesi olarak ele alır. “Bir söz söylemez ki, mutlaka yanında gözetleyen yazıcı bir melek hazır bulunmasın.” (Kâf, 50/18). Bu, dilin amele dönüştüğü noktayı gösterir.

Zira yalan, gıybet, iftira, laf taşıma gibi olumsuz dil kullanımları, sadece birer günah değil, aynı zamanda toplumu çürüten illetlerdir. Kur’ân, “sözün en güzeliyle söyleyin” buyurarak (İsrâ, 17/53) iletişimin aynı zamanda bir ibadet olduğunu vurgular.

  1. FARKLI LİSANLAR, TEK MESAJ: VAHİY DİLİ
    Kur’ân Arapça indirilmiştir. “Biz onu Arapça bir Kur’ân yaptık ki anlayasınız.” (Zuhruf, 43/3). Ancak bu, evrensel mesajın sadece Araplara ait olduğu anlamına gelmez. Kur’ân’da geçen “lisan”, sadece etnik değil; kültürel, tarihî ve manevi bir dildir.

Bugün Kur’ân, yüzlerce dile çevrilmiştir; ama özünde beyanın ve kelâmın birliği vardır. Dil farklı olabilir ama hakikat birdir.

SONUÇ: DİL, EMANETTİR
Kur’ân, dili bir nimet olarak sunar ama aynı zamanda bir emanet olarak da görür. Bu emanetin hakkını vermek; doğru, hikmetli, adil ve merhametli konuşmaktan geçer. Dil; hakikati haykıran bir şahit de olabilir, yalana perde çeken bir araç da…

İnsana düşen, dilini Kur’ân’ın terazisinde tartmak ve kelimeleri hak üzere sarf etmektir.

ÖZET
Bu makalede, Kur’ân-ı Kerîm’de geçen lisan, dil, kelâm, beyan, nutk ve kavl gibi ifadeler incelenmiştir. Bu kelimeler, insanın konuşma kabiliyetinin sadece bir iletişim aracı olmadığını; ahlâkî, kültürel ve ilahî bir sorumluluk taşıdığını göstermektedir. Kur’ân, dili hikmetle kullanmayı, sözü güzel söylemeyi ve konuşmayı bir ibadet olarak sunar. Her bir kelimenin hakikatle bağı vardır ve dil, emanettir.

 




Uyku: Ölümün Sessiz Kardeşi

Uyku: Ölümün Sessiz Kardeşi

“Allah, ölüm vakitleri geldiğinde insanları vefat ettirir, ölmeyenleri de uykularında ölmüş gibi yapar. Ölümüne hükmettiklerini tutar, diğerlerini ise belli bir süreye kadar (hayata) salar. Kuşkusuz bunda iyice düşünenler için dersler vardır.” Zümer.42.
Uyku ölümün küçük kardeşidir.
Uyku ile kişi ölüme bir hazırlık yapmaktadır.
Adeta akşam uykuda ölümün prova ve hazırlığını yapan kişi, sabah dirilip meşguliyetine devam eder.
Aynı hal dönüşü olmayan ve mesguliyeti son bulan hale kadar devam eder.
Adeta uyku ile kafesten çıkan kuşun oda içinde dolaşmasından sonra, ölüm ile evin dışına çıkar, odayı terk eder.

********

İnsan gündelik hayatın koşuşturmasında, sabahları uyanmanın ne büyük bir mucize, geceleri uyumanın ne derin bir sır olduğunun farkında değildir. Oysa Kur’ân, uykuyu sadece biyolojik bir ihtiyaç değil, ölümün küçük bir provası olarak tanımlar. Geceyi örtü, uykuyu ise istirahat ve teslimiyet olarak gösterir.

Uyku bir ölüm provasıdır.
Gece çöktüğünde ruh, tıpkı kafesinden çıkan kuş gibi beden kafesinden ayrılır; dolaşır, gezinir, farklı sahneler görür. Fakat sabah olduğunda tekrar kafesine, yani bedene geri döner. Bu hâl her gece tekrarlanır, tâ ki dönüşü olmayan o son geceye kadar…

> “Uyku ölümün küçük kardeşidir.”
Çünkü her gece bir veda, her sabah bir yeniden diriliştir.

İnsanoğlu, her sabah gözünü açtığında aslında kendisine bir kez daha “dirilme izni” verilmiş demektir. O sabah uyanamayanlar ise bu dünyadaki mesaisini tamamlamış, ebedî hayata doğru yola çıkmışlardır.

Nasıl ki uyuyan birine dış âlem kapalıysa, ölüm de dış âlemin büsbütün kapanması gibidir.
Ama fark şuradadır:
Uykudan sonra uyanma kesindir, ölümden sonra ise hesap kesindir.

> Uyku bir nevi dünyadan çekilme,
Ölüm ise dünyadan gitme halidir.

Ve ne gariptir ki her gece, insan isteyerek kendini uykunun koynuna bırakır.
Bu, Allah’a olan güvenin, teslimiyetin bir nişanesidir.
Ama ölüm gelince, kişi çoğu zaman istemez.
Oysa Allah’ın izni olmadan bir yaprak bile düşmezken, ölüm de bir vakit ve hikmetle gelir.

Uykunun rahmeti ne kadar açık ki, ona hazırlanırken insan yastığını düzeltir, bedenini rahat ettirir. Peki ya ölüme hazırlık?
Yastığı düzeltmek kolaydır, ama niyeti düzeltmek, kalbi arıtmak, hesaba hazır olmak daha zordur.

> Her gece yatmadan evvel “ölüm tatbikatı” yapan insan, her sabah gözünü açtığında kendisine tanınmış bir mühletin farkında olmalı:
“Bu sabah dirildim. Acaba bu sabah son sabahım mı?”

Özet:

Kur’ân, uyku ve ölümü aynı potada değerlendirerek, her geceyi ölümün gölgesi, her sabahı dirilişin habercisi olarak sunar. İnsan, uykuyla her gece bir ölüm provası yapar. Bu gerçek, hayatı anlamlandırmak, ölüme hazırlanmak ve her sabahı bir fırsat bilmek için derin bir tefekkür vesilesidir. Zira uyku geçici, ölüm kalıcı ayrılıktır.