Ölümün İki Yüzü: Dehşet ve Rahmet

Ölümün İki Yüzü: Dehşet ve Rahmet

İnsanın en büyük hakikati: ölüm.
Ne zenginliğe bakar, ne gençliğe. Ne sınır tanır ne zaman.
Kapıyı çaldığında ne bir saniye erken gelir, ne bir saniye geç kalır.
Ancak ölüm, her insan için aynı şekilde gelmez.
Kimine rahmet, kimine dehşet olur.

Kur’an Ölümün İki Yüzünü Haber Veriyor

“Ant olsun şiddetle çekip alanlara…”
(Nâziât, 79:1)
“Yumuşaklıkla, kolaylıkla çekip alanlara…”
(Nâziât, 79:2)

İki farklı melek tasviri…
Birincisi zalimlerin, kafirlerin, günahkârların canını alan meleklerdir.
Ruhlarını bedenlerinden çekerken, dikenli telin etten sökülmesi gibi acı verirler.
Diğeri ise müminlerin, salihlerin canını alan meleklerdir.
Onların ruhlarını, tereyağından kıl çeker gibi kolay ve huzurlu şekilde alırlar.

Bu fark, hayatın sonunda değil, aslında hayatın içinde başlar.
Nasıl yaşadıysan, öyle ölürsün.
Nasıl öldüysen, öyle diriltilirsin.

Ölüm, Bir Son Değil Başlangıçtır

Ölüm, ebediyete açılan bir kapıdır.
Dünya denilen misafirhaneden sonsuzluk yurduna geçiştir.
Ama bu geçişin yolu, yolcunun kalbine göre şekillenir.
İmanla yoğrulmuş, sabırla süslenmiş, takvayla korunmuş bir kalp,
ölümle beraber rahmete erer.

Ne mutlu o ruhlara ki, melekler onu karşılayıp şöyle der:

> “Ey huzura kavuşmuş nefis! Rabbine dön! O senden razı, sen de O’ndan razı olarak. Gir cennetime…”
(Fecr, 89:27-30)

Ama gafletle geçen bir ömrün sonu da kolay değildir.
O vakit ölüm, insanı yakalayan bir dehşet olur,
azapla başlayan bir ayrılığa dönüşür.

Yaşarken Ölümü Unutma ki Ölürken Unutulmayasın

İnsan ölüme ne kadar hazırlıklıysa, ölüm ona o kadar dost olur.
Her gün sabah kalkarken,
her gece uykuya dalarken,
biraz ölüme yakın yaşamalı insan.
Zira ölüm gafilin cezası, ârifin vuslatıdır.
Kim Allah’a yürümek için hazırsa, ölüm ona gelin gecesi gibi gelir.

Ölümden Korkmak mı? Hazırlıksızlıktan Kork!

Ölümden korkmak değil, ölüme hazırlıksız yakalanmaktan korkmalı.
Zira ölüm, aslında Allah’ın lütfuyla cennete geçiş bileti de olabilir.
Ama bu bilet, dünyada yapılan hazırlıkla alınır.
Namazla, sabırla, helâl lokmayla, kul hakkından kaçınmakla…
Yoksa ölüm, rahmet değil, pişmanlık olur.

Makale Özeti:

Bu makale, Kur’an’da Nâziât Sûresi’nin ilk ayetleriyle ifade edilen ölümün iki farklı yüzünü işler: biri zalim ve inkârcılar için dehşet, diğeri müminler için rahmettir. Ölüm bir yok oluş değil, ebedi bir hayata geçiştir. Nasıl yaşarsak öyle öleceğimiz gerçeğiyle, hayatı gafletle değil, hazırlıkla geçirmek gerektiği anlatılır. Ölümden değil, ona hazırlıksız olmaktan korkulması gerektiği ibretle anlatılır.

 




VAHŞET VE DEHŞET

VAHŞET VE DEHŞET

“Filistinli kadın doktor, İsrail saldırısında 10 çocuğundan 9’unu kaybetti
Gazze Şeridi’nin güneyindeki Han Yunus kentinde bulunan Nasır Hastanesi’nde çalışan Filistinli kadın doktor, İsrail saldırısında 10 çocuğundan 9’unu kaybetti.”

Gün olmuyor ki, Gazzede çocuk, kadın, masum siviller ölmüş olmasın.
Günde yüzden fazla insanın şehit haberi geliyor.
Bir itin ölümüne göz yaşı döküp ayağa kalkan dünya bunda, burada sessiz,sakin,suskun, normal hal alıp duygusuzlaştık, his duyguları körelmiş, körleşmiş.
İsrail bu zulmüyle insanlığın kodlarını değiştirdi, Dna’sı bozuldu.
İnsanlığını yitirdi.
“Yıkılasın ey İsrail / Enkazını göreyim / Sana ülke diyenin / Yüzüne tüküreyim!”
Tükürün zalimlerin o hayasız yüzüne Tükürün.
Biz dahi tükürüyoruz.
Yaşasın zalimler için cehennem.

**********

Zulme Sessizlik: İnsanlığın İmtihanı

Dünya, Gazze’de bir annenin 10 evladından 9’unu toprağa verdiği bir sabaha daha uyandı.
Böyle sabahlara “uyanmak” denir mi bilinmez… Belki de bu bir uykudur, insanlığın vicdanî uykusu.

Her gün ortalama 100’ün üzerinde masum can, bombalarla paramparça oluyor.
Kimi kundakta, kimi okul çantasını taşıyordu.
Kimi ekmek almak için sıradaydı, kimi namazda yakalandı.
Ama ortak nokta şu: hepsi masumdu, hepsi suçsuzdu.

Zulüm Kurumsallaştı, Sessizlik Meşrulaştı

Dünya, bir köpeğin açlıktan ölmesini “kriz” olarak görüp kampanyalar başlatırken,
aynı dünya Gazze’de her gün katledilen çocuklara sırtını dönüyor.
İsrail’in bu pervasızlığı sadece bombaların değil, suskun kalplerin, körleşmiş gözlerin ve körelmiş vicdanların eseridir.

> “Bir tek itin ölümüyle sarsılan insanlık, bin çocuğun ölümüne susarsa, orada insanlıktan bahsedilemez.”

Zulüm öyle bir noktaya vardı ki, artık sadece bedenler değil,
insanlığın DNA’sı da hedef alındı.
Kodlar bozuldu. Şefkatin yerine kin, merhametin yerine menfaat yerleşti.
Ve en korkuncu: bu vahşet normalleşti!

Sessiz Kalmak, Taraf Olmaktır

Zulmü durduramayan bir toplum en azından lanetlemeli, en azından rahatsızlık duymalıdır.
Hadis-i şerifte Efendimiz (sas) şöyle buyurur:

> “Bir kötülük görürseniz elinizle düzeltin. Buna gücünüz yetmezse dilinizle karşı koyun. Buna da gücünüz yetmezse, kalben buğzedin. Bu ise imanın en zayıf derecesidir.” (Müslim)

Bugün bu kalbî buğzun bile izine rastlamak zorlaştı.
İsrail bombalarken, dünya ekran başında maçı konuşuyor.
Gazze yanarken, diller lüksü tartışıyor.
Zulüm göğe yükseliyor ama yer, suskun.

Zalimlere Karşı Direniş, İnsanlığa Sadakattir

Zalimlere karşı söz söylemek, insanlığa duyulan saygının ifadesidir.
Zulüm karşısında tarafsız kalmak, aslında zalimin yanında durmaktır.
Bu yüzden şu sözler zamanın vicdanını tokatlar:

> “Tükürün zalimlerin o hayasız yüzüne! Tükürün!”

Zira zalime merhamet, mazluma ihanettir.
Bu yüzden;
“Yıkılasın ey İsrail, enkazını göreyim!” diyen yürekler yalnızca Filistin için değil, insanlık onuru için haykırıyor.

Bir Gün Elbet…

Zalimler için kurulmuş tuzaklar vardır.
Mazlumun ahı, arşa çıkar ve Rabbin adaleti şaşmaz.
Bugün toprak altında gömülen çocukların hesabı, elbette sorulacaktır.
Çünkü:

> “Yaşasın zalimler için cehennem!”

Ve o gün geldiğinde, susanlar da konuşacak.
Ama ne fayda… Konuşmanın artık bir anlamı kalmadığında…

Makale Özeti:

Bu makale, İsrail’in Gazze’de işlediği zulmün sadece bölgesel bir trajedi değil, küresel insanlık krizi olduğunu gösterir.
Her gün öldürülen yüzlerce masumun karşısında dünyanın suskun kalması, vicdanların körleşmesini ve zulmün meşrulaşmasını göstermektedir. Makale, zalime karşı ses yükseltmenin insanlığa sadakat olduğunu, susmanın ise zulme ortaklık anlamı taşıdığını ifade eder. Efendimiz’in sözleriyle desteklenen çağrı, insanlığı yeniden vicdanla yüzleşmeye davet eder: “Zalimlerin o hayasız yüzüne tükürün!”

 

 




KULA BELA GELMEZ HAK YAZMADIKÇA, HAK BELA YAZMAZ KUL AZMADIKÇA

KULA BELA GELMEZ HAK YAZMADIKÇA, HAK BELA YAZMAZ KUL AZMADIKÇA

İnsan başına gelen musibetlerle değil, o musibetlere verdiği tepkilerle sınanır. Her zorluk, her sıkıntı ve her bela, aslında kaderin gizli bir kelamıdır. Ne bir fazlası olur ne de bir eksiği… İşte bu derin hakikati özlü bir söz ne güzel dile getirir: “Kula bela gelmez Hak yazmadıkça, Hak bela yazmaz kul azmadıkça.”

Bu söz, kader ile kulun iradesi arasındaki ince dengeyi, hikmetli bir teraziye koyar. Allah, adildir ve zulmetmez. O’nun yazdığı her kader, ya bir ikaz, ya bir arınma, ya da bir terakki vesilesidir. Kul azmadıkça, haddi aşmadıkça, yoldan çıkmadıkça bela kapısını çalmaz. Zira bela, bazen ikazdır; gafleti sarsar, kalbi uyandırır. Bazen kefarettir; hataların silinmesine vesiledir. Bazen de terfidir; sabrın mükâfatı, imtihanın neticesidir.

Kur’an’da geçen şu ayet ne kadar manidardır:
“Başınıza gelen her musibet, kendi ellerinizle kazandığınız şeyler yüzündendir; ama Allah çoğunu affeder.” (Şûrâ, 30)

Yani musibetler, çoğunlukla insanın kendi nefsine ettiği zulmün sonucudur. Zulüm, sadece başkalarına yapılan haksızlık değil; aynı zamanda insanın kendi ruhuna, aklına ve vicdanına ettiği haksızlıktır. Nefsinin arzularına uyan, ilahi hudutları çiğneyen, kalbini katılaştıran kişi, belanın davetçisidir. Ama yine de Allah’ın rahmeti gazabını geçmiştir; birçok hatayı örter, birçok belayı geri çevirir.

Bela bazen bir aynadır. Kul kendi hâlini göremediğinde, Allah ona bir ayna gönderir; ya bir hastalık, ya bir iftirâ, ya da bir kayıp… Bu aynada kişi, kendini görür. Kimisi pişman olur, tevbe eder, yola gelir. Kimisi de inkâr eder, isyan eder, daha da azgınlaşır. İşte bu noktada bela ya rahmete dönüşür ya da gazaba…

Büyükler der ki: “Musibet, hakikati öğretir.” Çünkü bollukta unutanlar, darlıkta hatırlar. Sağlıkta azanlar, hastalıkta döner. Zenginlikte kibirlenenler, fakirlikte tevazuya bürünür. Allah, kulunu sevdiği için onu bazen nimetiyle değil, sıkıntısıyla terbiye eder. Çünkü gerçek dönüş, acıyla olur; gafletten uyanış, çileyle başlar.

Öyleyse kul, başına gelen her bela karşısında önce kalbine dönmeli: “Ben nerede yanlış yaptım?” diye sormalı. Ardından Rabbine dönmeli: “Ya Rabbi, beni affet ve bu belayı hayra çevir.” demeli. Çünkü Allah, belayı yazansa, kaldıracak olan da O’dur. Yeter ki kul, hatasını fark edip dönsün.

Özet:
Bu makalede, “Kula bela gelmez Hak yazmadıkça, Hak bela yazmaz kul azmadıkça” sözünün hikmetli anlamı üzerinde durulmuştur. Bela, kaderin izniyle gelir ve çoğu zaman kulun kendi hatalarının neticesidir. Ancak Allah’ın rahmeti, kulun hatalarını affeder; bela da bir terbiye, bir arınma, bir dönüş vesilesi olabilir. Kul, musibet karşısında isyan yerine murakabe ve tevbe yolunu seçerse, bela rahmete dönüşür.

 

 




Tevafukat Mucizesi: Kur’ân Satırlarında İlâhî Ahengin İzleri

Tevafukat Mucizesi: Kur’ân Satırlarında İlâhî Ahengin İzleri

Kur’ân-ı Kerîm, sadece mânâ yönüyle değil, lafız, tertip, sayısal ve yapısal düzeniyle de mucizevi bir kitaptır. Bu mucizelerden biri de “tevafukat”tır. Tevafuk, Arapça asıllı bir kelime olup “birbirine uygun düşme, rast gelme, denk gelme” manalarına gelir. Kur’ân-ı Kerîm’deki tevafukatlar ise, ilâhî bir kasd ve iradenin eseri olan, harflerin, kelimelerin ve ayetlerin olağanüstü bir düzen ve ahenk içinde yer almasıdır.

Bediüzzaman Said Nursî ve Tevafuk Mucizesi

Bediüzzaman Hazretleri, Kur’ân’ın mucizeliğini göstermek adına, özel bir dikkatle yazdırdığı “tevafuklu Kur’ân” ile bu hususa dikkat çekmiştir. Hafız Ali, Hüsrev Efendi gibi talebeleriyle birlikte Kur’ân’ı el yazmasıyla istinsah ettirmiş ve özellikle “Allah” lafzının mushaf boyunca mucizevî biçimde birbirine denk geldiğini göstermiştir. Öyle ki, bir sayfada geçen “Allah” lafızları dikey veya yatayda birbirine paralel olarak sıralanmakta, gözle görünür bir simetri teşkil etmektedir. Bu, herhangi bir insanın kasıtlı olarak yapamayacağı, hatta yazarken bile zor fark edilen bir tevafuktur.

Kelime ve Rakam Tevafukları

Kur’ân’da bazı kelimeler, hayatın ve varlığın dahili dengesiyle birebir örtüşecek sayılarda geçer. Örneğin:

Yevm (gün) ,Seb‘u semâvât (yedi gök) , ıman-Küfür, Melek-Şeytan, Dünya-Ahiret, Hayat-Ölüm gibi zıt anlamlı kelimeler eşit sayıda yer alır.
Bu sayısal tevafuklar, Kur’ân’daki bilinçli yerleştirmenin ve Rabbânî tertibin izlerini taşır.

Kur’ân’ın Kâinatla Olan Tevafuku

Kur’ân’daki tevafukat sadece kendi içinde değil, aynı zamanda kâinatın işleyişiyle de örtüşmektedir. Kur’ân, kâinattaki ilahi ahengin lafızlara ve kelimelere bürünmüş halidir. Ay, güneş, gece, gündüz, rüzgâr, bulut, deniz gibi unsurların Kur’ân’da geçtiği yerler ve sayılar, birer işaret fişeğidir. Rabbimiz, kelimelerle evreni, ayetlerle kainatı konuşturmuştur. Bu yüzden Kur’ân’ı okuyan, kâinatı okur. Kur’ân’ın lafzındaki tevafukat, tabiatta da ilahi ölçü ve dengeyi gösterir.

Tevafukatın Hikmeti ve İbret Tarafı

Kur’ân’daki tevafukat, insana bir çağrıdır: Bu kitap gelişi güzel bir beşer eseri değildir. Her harfi bir maksatla, her kelimesi bir mânâ ile yerleştirilmiştir. Bütün kâinatı bir araya getirseniz, bu kitap gibi bir kitap yazamazsınız. Çünkü bu kitap, sonsuz ilim ve hikmet sahibi bir Zât’ın kelâmıdır. Tevafukat, Kur’ân’ın zahirî mucizesi; mânâdaki derinliklerin bir penceresidir. Okuyana, ibret gözüyle bakana mucizevî bir işarettir.

Tevafuklu Kur’ân Mushafları ve Şahitlik

Risale-i Nur talebeleri tarafından yazılan “tevafuklu Kur’ân” mushafları, bu mucizevi düzeni gözle görünür hale getirerek bir nevi Kur’ân’ın mucizesine şahitlik belgesi hükmündedir. Bu mushaflar, Kur’ân’ın hem lafzında hem tertibinde ilahi bir kudretin izini taşıdığını gösteren somut delillerdir. Her bir sayfa, adeta “Bu kitap insan sözü değildir” diye haykırır.

Özet:

Kur’ân-ı Kerîm’deki tevafukat, ilahî kelâmın sadece mânâsında değil, lafzında da mucizevi olduğunu ortaya koyan bir işarettir. “Allah” lafzının sayfalar boyunca dizilişi, bazı kelimelerin eşit sayıda geçmesi ve evrenle örtüşen ifadeler, Kur’ân’ın harf harf bir iradenin eseri olduğunu gösterir. Bediüzzaman Hazretleri’nin tevafuklu Kur’ân çalışması da bu mucizeye dikkat çekmek içindir. Bu tevafukat, iman edenlere huzur, tefekkür edenlere hayret ve düşünenlere birer delildir: “Bu, Allah’ın kelâmıdır.”

 

 




Sözler: Zihinsel Bir Tasavvur Değil, Kalbî Bir Şehadettir

Sözler: Zihinsel Bir Tasavvur Değil, Kalbî Bir Şehadettir

Risale-i Nur’un “Tarihçe-i Hayat ” isimli eserinde geçen şu cümle, hem bir manifestodur hem de bir hakikati ilân eden yüksek bir idrakin ifadesidir:

> “Yazılan Sözler tasavvur değil, tasdiktir. Teslim değil, imandır. Marifet değil, şehadettir, şuhuddur. Taklit değil, tahkiktir. İltizam değil, iz’andır. Tasavvuf değil, hakikattir. Dâvâ değil, dâvâ içinde bürhandır.”

Bu ifade, Risale-i Nur’un ortaya koyduğu tefekkür tarzını ve iman metodunu özetleyen bir hakikat pusulasıdır. Her bir cümlesi, akıl ve kalbi birlikte tatmin eden bir tevhid burcudur. Çünkü iman sadece “inanıyorum” demek değil, varlığı ve hayatı Allah hesabına okuma sanatıdır.

  1. Tasavvur Değil, Tasdiktir

Tasavvur, bir şeyi zihinde canlandırmaktır. Fakat tasdik, o şeyi hakikat olarak kabul ve ikrardır. Risale-i Nur’da iman, zihinsel bir varsayım veya hayal değil; kalbî bir kabul ve marifetle yoğrulmuş bir tasdiktir. Yani Allah’a inanmak, bir olasılığı düşünmek değil; her şeyin O’na delil olduğuna şehadet etmektir.

  1. Teslim Değil, İmandır

Teslimiyet, bazen aklın anlamadığı şeye boyun eğmesi demektir. Lakin iman, aklın ve kalbin birlikte “Evet, hakikat budur” diyerek tasdikidir. Risale-i Nur’un inşa ettiği iman, körü körüne bir teslim değil, delillerle kuvvetlenmiş bir yakîndir. Kur’an’ın “kalpleri mutmain eden” hakikatlerini gösteren bir nurdur.

  1. Marifet Değil, Şuhuddur

Marifet, bilgi seviyesinde bir tanıma hâlidir. Ancak şuhud, gözle görmüşçesine bir idraktir. Risale-i Nur’un sunduğu deliller, Allah’ı sadece bilgi olarak tanıtmakla kalmaz; her zerrede O’nun isimlerini göstererek kalbe adeta “gözle görme”ye yakın bir yakin verir. Bu yüzden marifet değil, şehadettir.

  1. Taklit Değil, Tahkiktir

Taklit, başkasından görerek inanmaktır. Tahkik ise araştırarak, anlayarak, özümseyerek iman etmektir. Risale-i Nur, taklitten tahkike geçişin okuludur. Körü körüne değil; akıl, kalp ve ruhun birlikte şahitlik ettiği bir imanı telkin eder. Bu, müminin imanını sarsılmaz bir kal’a hâline getirir.

  1. İltizam Değil, İz’andır

İltizam, dıştan bir bağlılık ve kabullenmedir. İz’an ise içte yerleşmiş, vicdanda kökleşmiş bir hakikat kabulüdür. Risale-i Nur, Müslümanların kalplerinde iz’anı yerleştirir. Öyle ki kişi, “Bu böyledir” demez sadece; “Bunun başka türlüsü olamaz” diyecek kadar yakin kazanır.

  1. Tasavvuf Değil, Hakikattir

Tasavvuf, seyr ü sülûk yoluyla hakikate ulaşmaya çalışan bir metottur. Lakin Risale-i Nur doğrudan hakikatin kendisini gösterir. Aracısız, doğrudan Kur’an’dan beslenen bir tefekkür ile iman hakikatlerini ortaya koyar. Tasavvuf yolu güzeldir, ama Risale-i Nur hakikati doğrudan kalbe indiren bir mekteptir.

  1. Dâvâ Değil, Dâvâ İçinde Bürhandır

Dâvâ, bir iddiadır. Bürhan ise o iddianın delilidir. Risale-i Nur, yalnızca “Allah vardır” demez; bu sözün binlerce delilini ortaya koyar. Her bir Söz, her bir Lem’a, her bir Şuâ bir delil, bir hüccet, bir bürhandır. Bu yönüyle Risale-i Nur, iman davasını ispatlayan hakikatler mecmuasıdır.

İbret: Sözler, Kalpte Dirilen Bir Hakikattir

Bu beyan, Risale-i Nur’un bir kitap değil, bir hayat olduğu anlamına gelir. Okuyanı sadece bilgilendirmez; dönüştürür, inşa eder, diriltir. Bu sözler yalnızca satırlarda değil, sadırlarda yaşamaya başlar. İmanı bilgi olmaktan çıkarır, bir şuura ve idrake dönüştürür.

ÖZET:

Risale-i Nur’daki “Sözler” sadece zihinsel tasavvurlar değil, kalbî tasdiklerdir. Körü körüne bir teslimiyet değil, tahkikî bir imanı ifade eder. Bu eserler, okuyucusunu taklitten tahkike, iltizamdan iz’ana, marifetten şehadete taşır. Risale-i Nur, dâvâ değil; dâvâ içinde yüzlerce bürhan sunar. Bu yönüyle hakikatin doğrudan kalbe indirildiği bir iman mektebidir. Sözler; imanla uyanan, iz’anla yoğrulan ve şuhudla sarsılmaz hâle gelen bir hakikat şehadetidir.

 

 




Türkiye’de Yüz Yıl İçerisinde Faili Meçhuller ve Entrikalar: Derin Sessizliklerin Çığlığı

Türkiye’de Yüz Yıl İçerisinde Faili Meçhuller ve Entrikalar: Derin Sessizliklerin Çığlığı

Türkiye’nin son yüz yılı, görünür tarih kitaplarının satır aralarında kaybolmuş binlerce “faili meçhul”le ve karanlık dehlizlerde çevrilmiş “entrikalar”la örülüdür. Her dönem kendi rengini verirken, değişmeyen şey; hakikatin üstünü örten sis, masumların ardında bırakılan sessiz çığlıklar ve “derin” ellerin izidir.

Bu coğrafyada cinayetler işlenmiş, suikastlar yapılmış, dosyalar kapatılmış ama milletin vicdanı hiçbirini kapatamamıştır. Bazı isimler unutulmuş olsa da arkada bıraktıkları sızı, hâlâ toplumun hafızasında yaşamaktadır.

Karanlıkta Kalan İsimler, Karanlıkta Bırakılan Hakikatler

Ali Şükrü Bey’in 1923’teki suikastıyla başlayan bu uzun liste, Uğur Mumcu, Hrant Dink, Eşref Bitlis, Turgut Özal, Muhsin Yazıcıoğlu, Gaffar Okkan, Necip Hablemitoğlu gibi birçok isme kadar uzanır. Bu isimlerin her biri, sadece bir birey değil; bir fikrin, bir duruşun, bir vicdanın sembolüdür.

Kimileri “devlet sırrı” adıyla örtüldü, kimileri “gizli belge”lerle unutturuldu. Ancak toplumun zihninde hep aynı soru yankılandı: “Kim yaptı?” Bu sorunun cevabı kadar önemli olan şey, neden yapıldığıdır.

Çünkü bu cinayetlerin çoğu, fikirleri susturmak, yönleri değiştirmek, korku salmak, istikameti bozmak içindi. Kimi zaman bir suikastla bir dava ortadan kaldırılmak istendi. Kimi zaman bir gazeteciye kurşun sıkılarak hakikatin sesi susturulmak istendi.

Entrikalar: Derin Planların Sessiz Aktörleri

Faili meçhuller sadece silahlı saldırılarla değil, aynı zamanda itibar suikastlarıyla, kumpas davalarla, medya linçleriyle de işlendi. Bazıları ömür boyu “hain” yaftasıyla yaşamak zorunda bırakıldı; yıllar sonra beraat ettiğinde ise ne toplum ne vicdan iade-i itibar etti.

1970’ler ve 80’ler, darbe hazırlıklarıyla birlikte örtülü operasyonların arttığı yıllardı. 1990’larda JİTEM iddiaları, Susurluk kazası, Beyaz Toroslar dönemi ve köy boşaltmaları, devlet içinde “devlet dışı” yapıların izini gösterdi.

2000’ler ve sonrasında ise daha rafine yöntemlerle, dosya klasörleri ve istihbarat raporlarıyla işlenen “hukuk kılıklı” entrikalar devreye girdi. Balyoz, Ergenekon gibi süreçler; delillerin manipüle edildiği, bazı suçların meşrulaştırıldığı, bazı gerçeklerin ise göz göre göre örtüldüğü yıllar oldu.

İbret: Güç Değil, Adalet Kalıcıdır

Bütün bu hadiseler bizlere bir hakikati fısıldar: Güç geçicidir, zulüm kendi kendini tüketir ama adalet, hakikat ve vicdan ebediyen ayakta kalır. Bir milletin gerçek bekâsı, tankla tüfekle değil, adaletle korunur. Aksi hâlde koca devletler, içinden çürür; mazlumların ahıyla temelinden sarsılır.

İslam tarihinde Hz. Ömer’in “Dicle kenarında bir koyun kaybolsa, hesabı benden sorulur” anlayışı; modern Türkiye’de “üzerine toprak atılan her hakikatin altından başka bir ihanet çıkar” gerçeğiyle yüzleşir. Faili meçhuller, yalnızca bir cinayet değil; milletin hafızasına saplanan hançerdir.

Sonuç: Sessizleri Duymak, Susturulanları Hatırlamak

Toplum olarak bize düşen, bu “meçhuller”i unutmamak ve unutturmamaktır. Her bir dosya yeniden açılmasa bile, her bir vicdan yeniden uyanmalıdır. Zira tarih, hakikatini kaybederse, kendisini tekrar etmeye mahkûm olur.

ÖZET:

Son yüz yıl, Türkiye’de faili meçhul cinayetlerin, karanlık entrikaların ve derin yapıların gölgesinde geçti. Bu olaylar, sadece bireyleri değil; fikirleri, davaları ve milletin vicdanını hedef aldı. Adaletin ötelenmesi, toplumu içten içe çürüttü. İbret verici olan, güçlülerin değil; hak ve adaletin baki olduğudur. Bu makale, tarihin karanlık sayfalarında unutulmaması gerekenleri hatırlatmak ve sessizliğe gömülmüş çığlıklara kulak vermek içindir.

 

 




ÇİLE: Ruhun Miracı, Nefsin İmtihanı

ÇİLE: Ruhun Miracı, Nefsin İmtihanı

Çile, ters orantılı olarak nefsin alçalırken, ruhun yükselmesidir.
Çile ruhun basamağıdır.. Ruhun miracıdır.
Çile, emir aleminden gelen ruha, madde,beden ve nefsin dayelik yapıp emzirmesi, annelik yapıp bağrına basmasıdır.
Çile, ilahi aşkın mayalanmasıdır.
Çile, eriyip buharlaşmak, ruhun beden kafesinden çıkıp alemlere kanat çırpmasıdır.
Çile, sonsuzluğa kanat açmaktır.

********

Hayat, çileyle yoğrulmuş bir hakikatin adıdır. İnsan, bu dünyaya yalnızca yaşamak, tatmak ve tüketmek için gönderilmemiştir. Onun var oluş gayesi; ruhun terakkisi, kalbin saflaşması ve nefsin tezkiyesidir. Bu yüce yolculukta çile, bir yük değil; aksine bir yücelik vesilesidir. Çünkü çile, ters orantılı bir mucizedir: Nefis alçalır, ruh yükselir. Beden ağlar, kalp güler. Dünya daralır, mana genişler.

Çile, ruhun basamağıdır. Her gözyaşı bir damla arınmadır. Her sancı, bir doğumun habercisidir. Peygamberler, evliya ve asfiya zümresi, en ağır çileleri yaşamış, ama en yüce makamlara da onlar ulaşmıştır. Çünkü çile, ruhun miracıdır. O miraca çıkamayanlar, hakiki vuslata da eremez.

Madde, beden ve nefs, ruha zıt görünse de çile vesilesiyle birer terbiye mekânı olur. Emir âleminden gelen ruh, bu dünyada bedenin bağrında çileyle yoğrulur. Nefis, ruha emziren bir anne gibi olur; onunla mücadele ederek ruhu güçlendirir. Nefsin oyunları, sabrın kılıcıyla bozguna uğradıkça, ruhun göğsü genişler, kalbi saflaşır.

Çile, ilahi aşkın mayasıdır. Acılarla hamlaşan gönüller, aşk ile mayalanır. Seven bilir ki, vuslat çilesiz olmaz. Mevlana’nın yanışı, Yunus’un gözyaşı, Hallac’ın feryadı, bu aşkın en parlak numuneleridir. Gerçek aşk, bedel ister. O bedel de çileyle ödenir.

Çile, eriyip buharlaşmak gibidir. Nefis buharlaşır, ruh saf su gibi arınır. Çile, ruhun beden kafesinden çıkarak âlemlere kanat çırpmasıdır. Kimi zaman bir hastalık, kimi zaman bir yalnızlık, kimi zaman bir ihanet… Ama her biri ruhu cilalar, benliği törpüler, kalbi arıtır.

Ve sonunda çile, sonsuzluğa açılan bir kapıdır. Dünyanın dar yollarından geçerek, ebediyetin genişliğine ulaşmaktır. O yüzden büyükler, “çilesiz kemalat olmaz” derler. Çünkü her çile, bir derstir; her yara, bir arınmadır.

Özet:
Bu makalede çilenin, nefsin alçalışı ve ruhun yükselişiyle nasıl ters orantılı bir hakikat oluşturduğu anlatıldı. Çile; ruhun miracına, ilahi aşkın mayalanmasına, beden kafesinden kurtuluşa ve ebedi hakikate açılan bir kapıya dönüşmektedir. Nefisle mücadele ve sabırla yoğrulan her çile, insanı Allah’a yaklaştıran birer basamak olmaktadır.

 




Samimiyetin ve Niyetin Kerameti: Cemaatin Şahs-ı Manevîsi

Samimiyetin ve Niyetin Kerameti: Cemaatin Şahs-ı Manevîsi

“Evet, velâyetin kerameti olduğu gibi, niyet-i hâlisanın dahi kerameti vardır. Samimiyetin dahi kerameti vardır. Bahusus, lillâh için olan bir uhuvvet dairesindeki kardeşlerin içinde, ciddî, samimî tesanüdün çok kerametleri olabilir. Hattâ şöyle bir cemaatin şahs-ı mânevîsi bir veliyy-i kâmil hükmüne geçebilir, inâyâta mazhar olur.”
Tarihçe-i Hayat. 183

********

İnsan tek başına yaratılmadı. Yalnız bir hayattan ziyade, bir cemiyet içinde varlık kazanan, manasını bulan bir mahiyette yaratıldı. Kardeşlik, dostluk ve cemaat ruhu, insanın iç dünyasını besleyen, kalbini kuvvetlendiren, ruhunu yükselten sırlardır. Ve bu cemaatin ruhunu ayakta tutan, bazen bir velînin kerametinden daha güçlü “niyet-i hâlisa”, “samimiyet” ve “uhuvvettir”.

Velâyetin Ötesinde Bir Keramet: Niyetin Kudreti

Bazen bir velînin kerameti, bir suyun yürümesi yahut bir gaybî haber olabilir. Fakat bir insanın ihlasla, sadece Allah rızası için attığı bir adım, bazen o kerametlerden daha aziz olabilir. Çünkü Allah, samimi bir kulunun niyetini öyle büyütür ki, küçük bir ameli koca bir sevap dağını netice verir. Hadîste buyurulduğu gibi: “Ameller niyetlere göredir.”

Öyleyse en büyük keramet, belki de görünmeyen ama içtenlikle yapılan bir secde, bir duadır. Niyet saf olursa, amel bereketlenir. Samimiyetle atılan bir adım, nice kerametlerin kapısını aralayabilir.

Lillah İçin Uhuvvet: Manevî Bir İklim

Uhuvvet, yani kardeşlik; hele ki Allah için olanı, nurdan bir bağdır. Araya menfaatin, siyasetin, nefsin, gururun girmediği bu bağ, bir cemaatin şahs-ı manevîsini oluşturur. Bu manevî şahsiyet, bireylerin toplamından daha fazlasıdır. O kadar ki, bu şahs-ı manevî, bir veliyy-i kâmil gibi Allah’ın inayetine mazhar olur.

Böyle bir birliktelikte, bireylerin zayıflıkları birbirini örtüp güçlendirdiği gibi, ihlas ve samimiyet de bir manevi enerji oluşturur. Herkesin duası, diğerinin duasına omuz olur. Her bir ferde gelen inayet, cemaatin diğer fertlerine de sirayet eder. Böylece birlikten doğan manevî kuvvet, maddî kuvvetleri bile aşar.

Samimî Tesanüdün Kerameti

Zaman gösterdi ki, inançla ve ihlasla bir araya gelen küçük topluluklar, dev dalgaları durdurabildi. Çünkü aralarında samimiyet vardı, tesanüd (dayanışma) vardı. Birbirlerinin hatasını örtüp faziletlerini öne çıkarıyorlardı. Nefislerini değil, davalarını öne koyuyorlardı. Böyle bir ortamda Allah’ın inayeti tecelli eder.

Çünkü Allah’ın yardımı, topluluklaradır; samimi, ihlaslı, birbirine kenetlenmiş topluluklara. Böyle bir cemaatte bulunan herkes, hem bireysel gelişimini tamamlar hem de ümmetin büyük hizmetinde hissedar olur.

Sonuç: Keramet Bekleme, Niyetini Düzelt

Bu çağda keramet arayanlara en büyük cevap şudur: Samimi ol. İhlaslı ol. Lillah için sev. Cemaat ruhuyla yaşa. Bu, en büyük keramettir. Çünkü görünmeyen bir ihlas, bin görünen kerametten daha kıymetlidir. Ve böyle bir manevî cemiyet, yalnız bu dünyada değil, ahirette de saadet kapılarını aralayacak kudrette olur.

ÖZET:

Asıl keramet, samimi niyet ve ihlastadır. Allah için kurulmuş kardeşlik bağları ve bu bağlardan doğan cemaat ruhu, bir velînin kerametinden daha etkili bir manevî kuvvet oluşturabilir. Böyle bir cemaatin şahs-ı manevîsi, Allah’ın yardımına mazhar olur ve iman hizmetlerinde büyük neticelere vesile olur. Keramet arama, ihlasla yaşa; mucize bekleme, samimiyetle adım at.

 

 




İnsanın Sırrı: Bir Nevî İken Binler Nevî Olmak

İnsanın Sırrı: Bir Nevî İken Binler Nevî Olmak

“Fatır-ı Hakîm, kemal-i kudret ve hikmetini göstermek için, az birşeyden çok mahsülat aldırır ve bir sahifede çok kitapları yazdırır ve birşey ile çok vazifeleri yaptırdığı gibi, beşer nevi ile de binler nevin vazifelerini gördürür. İşte o sırr-ı azîmdendir ki, Cenab-ı Hak, insan nevini, binler nevîleri sünbül verecek ve hayvanatın sair binler nevîleri kadar tabakat gösterecek bir fıtratta yaratmıştır. Sair hayvanat gibi, kuvalarına, latîfelerine, duygularına had konulmamış; serbest bırakıp hadsiz makamatta gezecek istidat verdiğinden, bir nevî iken binler nevî hükmüne geçtiği içindir ki, arzın halîfesi ve kainatın neticesi ve zîhayatın sultanı hükmüne geçmiştir.
İşte, nev-i insanın tenevvüünün en mühim mayesi ve zenbereği, müsabaka ile, hakîki îmanlı fazîlettir. Fazîleti kaldırmak, mahiyet-i beşeriyenin tebdîliyle, aklın söndürülmesiyle, kalbin öldürülmesiyle, ruhun mahvedilmesiyle olabilir.”
(Tarihçe-i Hayat. 164.

*********

Cenab-ı Hak, kudretini ve hikmetini göstermeyi sever. Çünkü O’nun sanatındaki her detay, İlâhî isimlerinin bir aynasıdır. Bu sebeple, bir zerrede kâinatı, bir çekirdekte ağacı, bir sayfada binler kitap hükmünü icra eder. Aynı sırra binaen, insan da bir fert iken, binler vazifeyi deruhte eden bir mahiyete sahiptir.

  1. İnsan: Kudret ve Hikmetin En Parlak Tecellisi

Bir arıya sadece bal yapmak düşer. Bir kuşun görevi gökyüzünde süzülmektir. Fakat insana baktığımızda, hem arı gibi üretici, hem kuş gibi yükselen, hem düşünür, hem hisseder, hem yönetir, hem de dua eden bir varlık görürüz. İnsanın mahiyetine konulan istidatlar, onu sadece bir varlık değil, binler varlığın merkezi hâline getirmiştir.

İşte bu yüzden, insanın yaratılışına sınır konulmamıştır. Akıl, kalp, ruh, his, hayal, şuur gibi nice latîfelerle sonsuz makamlarda gezebilecek bir donanıma sahiptir. Bu da onu hayvanattan ayırmış, halîfe-i arz, sultan-ı zîhayat yapmıştır.

  1. İnsanlığın Dinamosu: Fazilette Müsabaka

Ancak bu derece tenevvü ve farklılaşmanın bir mayası olmalı. Nedir bu maya? Müsabaka içinde fazîlettir. Yani insan, kendi içindeki cevheri başkalarıyla kıyaslayarak değil, fazilette yarışarak inkişaf ettirmelidir. Takva, ihlas, marifet, sabır, hizmet gibi meziyetler, bu fazilet yarışının zeminidir.

İnsanlığı ileriye taşıyan asıl rekabet, ne kadar çok mal veya makam kazanmakta değil; ne kadar ahlâk, ilim ve iman kazanmakta aranmalıdır. Zira fazilet ortadan kalkarsa, insan hayvana bile rahmet okutacak bir zulme dönüşebilir.

  1. Fazîleti Kaldırmanın Bedeli

Eğer bu fazilet kaldırılırsa, beşerin mahiyeti bozulur. Akıl, nefsin esiri olur; kalp, vicdansızlaşır; ruh, karanlığa gömülür. Bu da insanı, hilafetten azledilmiş bir varlık hâline getirir. İnsanı insan yapan; faziletteki terakki, kemaldeki yarış ve ruhtaki inkişaftır.

Dolayısıyla bu istidadın kıymeti ancak iman ve marifetullah ile açığa çıkar. Aksi hâlde insandaki bu büyük kabiliyet, tıpkı nükleer enerjinin zararlı kullanımı gibi, yıkıma sebep olur.

Sonuç ve İbret

İnsan, kudretin ve hikmetin en yoğun yansımasıdır. Kendi mahiyetini keşfetmek, yaratılış gayesini anlamakla mümkündür. Bunun yolu ise fazilette yarışmak, imanda derinleşmek ve aklı, kalbi ve ruhu beraberce işletmektir. Zira insanın “bir nevî iken binler nevî hükmüne geçmesi” bu ilâhî gayeye yönelmesiyle mümkündür.

ÖZET:

İnsan, sıradan bir canlı değil; binler vazifeyi deruhte edebilecek bir mahiyette yaratılmıştır. Bu üstünlüğünün sırrı ise, faziletteki yarış ve imanda derinleşmededir. Fazileti kaldırmak, insanın asli mahiyetini kaybetmesine ve felakete sürüklenmesine yol açar. Dolayısıyla insan, hem yaratılış sırrını hem de hilafet makamını ancak iman ve faziletle sürdürebilir.

 

 




Rabbini Tanıyan Kalbin Derin Talebi

Rabbini Tanıyan Kalbin Derin Talebi

“Evet, bana öyle bir Halık ve Rab lazım ki, en küçük hatırat-ı kalbimi ve en hafî niyazımı bilecek; ve en gizli ihtiyac-ı rûhumu yerine getirdiği gibi, bana saadet-i ebediyeyi vermek için, koca dünyayı ahirete tebdil edecek ve bu dünyayı kaldırıp ahireti yerine kuracak; hèm sineği halk ettiği gibi semavatı da îcad edecek; hem güneşi semanın yüzüne bir göz olarak çaktığı gibi, bir zerreyi de gözbebeğimde yerleştirecek bir kudrete malik olsun. Yoksa, sineği halk edemeyen, hatırat-ı kalbime müdahale edemez, niyaz-ı rûhumu işitemez. Semavatı halk etmeyen, saadet-i ebediyeyi bana veremez. Öyle ise, benim Rabbim Odur ki, hem hatırat-ı kalbimi ıslah eder, hem cevv-i havayı bulutlarla bir saatte doldurup boşalttığı gibi dünyayı ahirete tebdil edip, Cenneti yapıp, kapısını bana açar, “Haydi gir” der.” Tarihçe-i Hayat. 116

*******

“Bana öyle bir Rab lazım ki, hem kalbimi bilir, hem Cenneti hazırlar.”

İnsan, mahiyeti gereği küçük bir varlık gibi görünse de, kalbiyle âlemleri kuşatacak bir derinliğe, ruhuyla ebediyet arzusuna sahiptir. Ne gözbebeğindeki bir zerreyi unutan bir yaratıcıyı ister; ne de kalbinin en derin arzusuna sağır kalan bir Rabbe razı olur. Çünkü insanın fıtratı, sadece bu dünyada tatmin olmayacak kadar büyüktür.

Bediüzzaman’ın “Bana öyle bir Halık ve Rab lazım ki…” diye başlayan ifadeleri, insan ruhunun en derin yerinden gelen bir tefekkür feryadıdır. Bu, sıradan bir inanç beyanı değil, akıl, kalp ve ruhun birlikte dile getirdiği bir ihtiyaç itirafıdır.

  1. İnsan, Sadece Bir Canlı Değildir

İnsan, sadece yemek yiyen, nefes alan, yaşayan bir canlı değil; düşünen, arayan, soran, dua eden, hayret eden bir varlıktır. Kalbinin hatıraları, ruhunun sessiz duaları vardır. Ve bu derinlikteki sesleri ancak her şeyi bilen ve her şeyin iç yüzünü gören bir Zât işitebilir.

Böyle bir Zât, sadece fizikî evreni değil, kalp alemini de idare etmelidir. O ki, sineği yarattığı gibi, yıldızları da yaratmalıdır. Çünkü “büyük-küçük” O’nun kudreti karşısında eşittir.

  1. Saadet-i Ebediye Arzusu

İnsanın içindeki ebediyet arzusu, geçici dünya ile tatmin olmaz. Bu arzunun sahibi, onu bu dünya için değil, sonsuzluk için yaratmıştır. İşte bu nedenle “Rabbim, dünyayı kaldırıp yerine ahireti kuracak” kudrette olmalıdır.

İman, sadece geçmişi kabullenmek değil, geleceği de Allah’a teslim etmektir. Geçmişte güneşi semaya çakan Zât, gelecekte Cenneti kurabilir. Zerreleri gözbebeğinde yerleştiren Zât, kalbimizin dualarına da cevap verir.

  1. Tevhid ve Teslimiyetin Zirvesi

Bu tefekkür, insanı tevhid noktasına taşır. Artık ne aracıya, ne şirke, ne de sebeplere iltifat eder. Kalbini de, geleceğini de sadece O’na teslim eder. Böyle bir teslimiyet, insana “izzet” ve “itminan” verir.

Sonuç ve İbret

Bugün insanlık, teknolojinin sağır makineleri içinde boğulurken, içten içe hâlâ şöyle bir Rab aramaktadır:
Hem sineği yaratsın hem yıldızları;
Hem kalbimi bilsin hem cenneti hazırlasın;
Hem dua eden ruhumu işitsin hem “Haydi gir” desin…

Çünkü insan, ancak böyle bir Rab ile teselli bulur.

ÖZET:

İnsan kalbi ve ruhu, sadece maddî ihtiyaçlarla tatmin olmaz. En gizli duasını işiten, en büyük arzularını yerine getirebilecek kudrette bir Rabb’e muhtaçtır. O Rab, hem sineği yaratacak kadar ayrıntılı, hem de dünyayı ahirete tebdil edecek kadar muazzam bir kudretin sahibidir. Böyle bir Rab, sadece varlıkların yaratıcısı değil; aynı zamanda kalbin dostu ve saadet-i ebediyenin de tek sahibidir. İman, bu büyük teslimiyeti ve güveni yaşamaktır.

 

 




KEYFÎ KÜFRÜN VE KÜFR-Ü İNADÎNİN SEBEP VE SONUÇLARI

KEYFÎ KÜFRÜN VE KÜFR-Ü İNADÎNİN SEBEP VE SONUÇLARI

“Göz göre göre hakikate sırt dönmek, kalbin mühürlenmesine davetiyedir.”

  1. Küfrün İki Yüzü: Keyfî ve İnadî Küfür

Kur’an’da küfür, sadece inkâr değil, aynı zamanda hakkı bile bile örten bir direnmedir. Bu noktada “keyfî küfür” ve “küfrü inadî” ayrımı önemlidir:

Keyfî Küfür: Hakikati araştırma zahmetine girmeden, nefsin arzularına göre yaşamayı tercih etmektir. “Beni rahatsız etmesin” diye hakikatten yüz çevirir.

Küfrü İnadî: Hakkı bildiği hâlde, kibir ve menfaat uğruna onu inkâr etmektir. Firavun gibi, şeytan gibi… Bilir ama secde etmez.

  1. Sebepler:

Nefse düşkünlük: Keyfî küfürde insan, Allah’a teslim olmayı değil, keyfine göre yaşamayı ister.

Kibir ve gurur: Küfrü inadîde ise kişi, hakikati kabul ederse küçüleceğini zanneder, nefsine yediremez.

Dünyevî çıkar: Bazıları, hakka yönelirse makam, mevki, çıkar kaybı yaşayacağını düşünür.

Toplumsal baskı ve gaflet: Özellikle modern çağda “ne derler” korkusu kişiyi küfre savurur.

  1. Sonuçlar:

Kalbin mühürlenmesi: Kur’an’da defalarca vurgulandığı gibi, hakka yüz çevirenlerin kalpleri mühürlenir, artık duyamaz ve göremez hale gelir (Bakara, 7).

Vicdanın ölmesi: İnadî küfür vicdanı susturur; kişi her şeyi aklına uydurmaya başlar.

Azabın hak olması: Hakkı bilip inkâr edenler için ahiret azabı kat kat artar (Nahl, 106).

İnsanlık erozyonu: Bu tür inkârlar, toplumların ahlaki ve manevi çöküşünü hızlandırır.

  1. Hikmetli Dersler:

Hakikat, insana rahatsızlık verse de hidayet verir.

Keyfî yaşamlar, geçici rahatlığa karşılık ebedi pişmanlık getirir.

İnadî inkâr, sahibini sadece Allah’tan değil, kendinden de koparır.

Firavun da şeytan da inkâr etmedi; ama secdeyi kibirle reddettiler.

ÖZET:

Keyfî küfür, nefsin arzularına göre yaşamak için hakikatten kaçmaktır. Küfrü inadî ise hakkı bilip kibirle reddetmektir. Her iki küfür türü, insanı karanlığa, pişmanlığa ve ebedî azaba sürükler. Bu inkâr biçimleri kalbi mühürler, vicdanı susturur. Hakikat karşısında teslimiyet göstermeyen kişi, hem dünyasını hem ahiretini kaybeder. Gerçek kurtuluş; keyiften, kibirden ve inattan sıyrılıp hakka yönelmekle mümkündür.

 

 




İLMİN VE İMANIN İZZET VE HAYSİYETİ

İLMİN VE İMANIN İZZET VE HAYSİYETİ

“Gerçek izzet, Hak’la yükselmektir; halkla değil.”

  1. İzzet Nedir?

İzzet; şeref, yücelik, vakar ve onur demektir. Haysiyet ise; kişinin kendini küçük düşürmemesi, şanına leke sürmemesidir. Bu iki kavram, insana kişilik kazandıran ve onu alçaltanlardan ayıran temel değerlerdir.

İman; kalbi Allah’a bağlayan ilahi bir nurdur.
İlim; aklı aydınlatan bir hakikat rehberidir.
Bu ikisinin beraberliği insana izzetli bir duruş, haysiyetli bir hayat kazandırır.

  1. Gerçek Şeref: Allah Katındaki Değerdir

Kur’ân-ı Kerîm’de Rabbimiz şöyle buyurur:
“İzzet yalnızca Allah’a, Resûlü’ne ve müminlere aittir.” (Münafikûn, 8)
Demek ki izzetin kaynağı Allah’tır. İzzetli olmak demek, Allah’ı razı edecek bir duruş sergilemek, hakkı müdafaa ederken eğilmemek, zilleti kabul etmemektir.

Hz. Ömer (ra) şöyle demiştir:
“Biz izzeti İslam’da bulduk. Başka bir yerde ararsak Allah bizi zelil eder.”
İman ve ilim, sahibine eğilmeyen bir boyun, satılmayan bir vicdan ve korkmayan bir yürek verir.

  1. İlimsiz İman Kuru Taklit; İmansız İlim Sahte Zekâdır

İlim, aklın gözüdür. Fakat imanla birleşmeyen ilim, sahibine gurur verir ama izzet vermez. Çünkü iman, ilme hikmet ve sorumluluk kazandırır.
Aynı şekilde, ilimden yoksun bir iman, kör bir bağlılık haline gelir; sahibini sahte kişi ve rehberlere, yanlış inançlara ve bâtıl anlayışlara sürükler.

Bu yüzden hem ilim hem iman bir arada olduğunda, kişi izzetli bir kul, haysiyetli bir insan, hikmetli bir yolcu olur.

  1. İzzetli Olmak Zilletle Yaşamaktan Üstündür

İman, sahibine şunu öğretir:
“Zilletle yaşamak yerine izzetle ölmek evladır.”
İzzetli bir mü’minin vakarı, Allah’a olan teslimiyetini ve haysiyetini gösterir.

İzzetli insan; menfaat karşısında eğilmez, makam için satılmaz, hakikat uğruna susmaz. Çünkü o bilir ki, izzet Allah’a dayanmakla, zillet ise mahlûka boyun eğmekledir.

  1. Günümüz İmtihanı: Haysiyetin Erimesi

Zamanın en büyük imtihanlarından biri; bilginin artıp izzetin azalmasıdır. Nice diplomalı insanlar, zillet içinde fikir satmakta, nice bilgi sahibi kişiler, imanını susturarak makam devşirmektedir.
İman ve ilim bir duruş üretmiyorsa, o ne ilimdir ne imandır. Çünkü izzet, hakikatle birlikte dimdik durmak demektir; rüzgârda savrulmak değil.

  1. Gençler İçin İbret: Asıl Zenginlik, Asıl Yükseklik

Gençliğin gözünde izzet, şöhret ve zenginlik zannediliyor. Oysa ki en büyük izzet; şahsiyetli olmaktır.

Hakkı söylerken korkmamak,

Haramdan uzak durmak,

Edebi terk etmemek,

İnandığını gizlememek…

İşte bu; ilmin ve imanın verdiği izzet ve haysiyetin meyvesidir. Kuru bilgi değil, haysiyetli duruş değerlidir.

SONUÇ VE ÖZET:

İlmin ve imanın izzet ve haysiyeti; insana şerefli bir duruş, onurlu bir kişilik kazandırır. İman, Allah’a teslimiyetle izzet verir; ilim, hikmet ve ölçüyle haysiyeti derinleştirir. İmanlı ve ilimli bir insan eğilmez, satılmaz, korkmaz. Günümüzde en büyük eksiklik bilgi değil, şahsiyetli duruştur. Hakiki izzet; Allah’la olmaktan, O’nun rızasına göre yaşamaktan geçer. Unutulmamalıdır ki, izzet imanla başlar, haysiyet ilimle tamamlanır.

 




Usûl Olmadan Vüsûl Olmaz

Usûl Olmadan Vüsûl Olmaz

Düzenin Ardındaki İlahi Hikmet

  1. Nizamın Sırrı: Yolun Adabı

Her yolculuğun bir haritası, her hedefin bir istikameti vardır. “Usûl olmadan vüsûl olmaz” sözü; gayeye ulaşmak için doğru yolun, doğru yöntemle takip edilmesi gerektiğini anlatır. Usûl, bir sistem, bir edep ve ilke bütünüdür. Vüsûl ise maksada, hakikate, Allah’a ya da ilme varıştır. Eğer usûl terk edilirse, varış da şaşar. Çünkü usûlsüzlük, anlamı zayi eder, hakikati çarpıtır.

Namazın bile bir abdesti varsa, ilmin de talebeliği, Allah’a ulaşmanın da kuralları vardır. Kur’ân bile nüzulünde belli bir tertip ve hikmetle indirilmiştir. Peygamberimiz (asm), vahyi dahi acele okumamış, Cebrail’in tilavetini sabırla beklemiştir.

  1. Usûl, İlmin Kapısıdır

İlim talebesi usûl bilmezse, bilgiyi yanlış yorumlar. Fıkıhta usûl, hüküm çıkarma metodudur; hadiste usûl, sahih ile zayıfı ayırmanın ölçüsüdür. Tasavvufta ise usûl; nefsin terbiyesiyle Hakk’a vuslatın yollarıdır.

“Sizden öncekiler bilgiye usûl ile vardılar; siz ise usûlsüzlükle yola çıktınız.” demiştir bir âlim. Usûl, adeta hakikatin kapısının anahtarıdır. Anahtar doğru değilse, kilit açılmaz; açılırsa da arkasındaki emanete zarar verir.

  1. Hedef Değil, Yöntem Belirler Değerini

Bir kimse doğru hedefe, yanlış yolla giderse ya gecikir ya da ziyana uğrar. Hakk’a giden bir yol, kibirle yürünürse hakikate değil, nefsin yüceliğine çıkar. Halka hizmet etmek için yalan söylenirse o hizmet değil, ihanettir. Evlat terbiye edilirken bağırmak, dövmek, baskı kurmak bir yöntemse, bu yöntem doğru hedefi boşa çıkarır. Çünkü usûlsüz yöntem, gayeyi öldürür.

  1. İlahi Sistemde de Usûl Vardır

Cenab-ı Hak hiçbir şeyi gelişi güzel yapmaz. Güneşin doğması bile bir usûl iledir. Kur’ân, “Biz her şeyi bir ölçüyle yarattık.” (Kamer, 49) buyurarak, kâinattaki nizama işaret eder.

Yağmurun toprağa inmesi, tohumu çatlatması, bir çekirdeğin ağaç olması… Hepsi ilahi usûldür. İnsan da o sistemin bir parçasıdır. Kalp Hakk’a ulaşmak istiyorsa, bu sisteme uygun bir yürüyüş ile olmalıdır: Tövbe, sabır, ihlas, ibadet ve edep.

  1. Usûlsüzlük Neden Zararlıdır?

Hedef şaşar: Usûl olmadan niyet bozulur, niyet bozulunca istikamet kaybolur.

İnsan ziyan eder: Doğru bilgi yanlış anlatılırsa, bâtıl gibi görünür.

Toplum zarar görür: Kuralsız mücadele anarşi doğurur; eğitimsiz yargı, adaletsizliği büyütür.

Nefis azgınlaşır: Usûl disiplindir, disiplinsizlik ise nefsi şımartır.

  1. Peygamberler Bize Usûlü Gösterdi

Hiçbir peygamber, tebliğini aceleyle yapmadı. Her biri halkı önce tanıdı, gözlemledi, hikmetle konuştu. Hz. Musa (as), önce Firavun’un yüreğine ulaşmak için kardeşi Harun ile birlikte yumuşak sözle gitti.
Resûlullah (asm) 12 yıl Mekke’de sadece tevhidi anlattı; sabırla, aşama aşama… Dava doğru idi, ama sabırsız bir yöntemle anlatılsaydı, kimseye ulaşmazdı.

  1. Günümüz İçin Ne Anlatıyor?

Bugün usûlsüzlük virüs gibi yayıldı. Bilgi var, ama yöntemi yok. İnanç var, ama irfanı yok. Niyet var, ama istikameti yok. Aile terbiyesinde, eğitimde, siyasette, dava anlatımında hep “çabuk sonuç alma arzusu” usûlü yıkıyor.

Usûl; sabır, hikmet, anlayış ve ahlakla kurulur. Kiminle neyi, nasıl, ne zaman ve ne kadar konuşacağını bilmek, ilimdir. İşte bu ilimle yapılan yolculuklar, vuslata çıkar. Aksi takdirde, yolda kalınır, yoran olur ama varan olunmaz.

SONUÇ VE ÖZET:

“Usûl olmadan vüsûl olmaz” sözü, gayeye ulaşmanın edep, hikmet ve yöntemle mümkün olacağını ifade eder. Rabbimizin kâinata koyduğu nizam gibi, ilme, tebliğe ve kulluğa da usûl gereklidir. Usûlsüzlük gayeyi zedeler, nefsi büyütür, ilişkileri bozar. Peygamberler bile hakikati tebliğ ederken yöntemli davranmıştır. Bu nedenle her alanda doğru hedefe ulaşmak için usûl ve ahlâk şarttır. Vuslat ancak usûlle mümkündür.

 

 




Fıtrattaki Farklılıklar ve Bunları Tanımanın Yolları

Fıtrattaki Farklılıklar ve Bunları Tanımanın Yolları

  1. Her Ruh Bir Âlemdir

İnsanoğlu bir parmak izi kadar eşsiz, bir yıldız kadar tekildir. Her insanın yaratılışı, yani fıtratı, kendine has renkler taşır. Kimi tefekkürle derinleşir, kimi aksiyonla parlar. Kimi sessizliğin içinde binlerce anlam taşır, kimi ise sözleriyle kalpleri diriltir. Bu farklılık, bir kusur değil; ilahi sanatın eşsiz bir nakşıdır. Zira Rabbimiz buyurur:

> “Her şeyi yaratıp, ona bir ölçü ve nizam veren O’dur.” (Furkan, 2)

  1. Fıtratın Görünen Yüzü: Mizaç ve Meyiller

İnsan fıtratındaki farklılıklar çoğunlukla şu alanlarda kendini gösterir:

Zihinsel eğilimler: Kimi çocuk matematikte, kimi sanatta doğuştan beceriye sahiptir.

Duygusal derinlik: Kimi empati yüklüdür, kimi ise daha analitik ve mesafelidir.

Enerji düzeyi: Kimi coşkulu ve dışa dönüktür, kimi içe dönük ve sükûnetlidir.

Karar verme tarzı: Kimi sezgisel ve duygusal karar alır, kimi mantıksal ve rasyonel.

Bu farklılıklar mizacı oluşturur; fıtratın görünen yüzüdür. İnsan ilişkilerinde çatışma, çoğunlukla bu mizacın fark edilmemesinden kaynaklanır.

  1. Görünmeyen Yüz: İlahi Programlama

Her insan, görünmeyen yönüyle de eşsizdir. Bu da yaratılış gayesi, ruhsal eğilim ve kaderî yapı ile ilgilidir. Allah, her kulunu belirli bir potansiyele göre yaratır. Mevlâna’nın dediği gibi:

> “Her insan bir iş için yaratılmıştır. O işi yapmaya meyli vardır. O meyli neyle boğarsan boğ, bir gün o iş onu bulur.”

Fıtratın bu görünmeyen yüzü, ancak dikkatle, dua ile ve uzun gözlemlerle anlaşılır.

  1. Fıtratları Tanımanın Yolları
  2. a) Gözlem:
    Bir kişinin neye yöneldiğini, neyle meşgulken zaman kaybettiğini fark edin. Enerjisini neye harcıyor? Hangi durumlarda içi açılıyor? Çocuğunuzu oyun oynarken izleyin. Eşinizi konuşurken dinleyin. Öğrencinizin gözlerinin parladığı anı yakalayın.
  3. b) Deneyimleme fırsatı vermek:
    İnsan, denemeden ne olduğunu anlayamaz. Çocukları, öğrencileri farklı alanlara yönlendirin. El becerileri, fikir ve tefekkür farklılığı, kitap, ziraat. Sanat, vs… Hangisinde ruhu açılıyorsa, orada bir fıtrat parıltısı var demektir.
  4. c) İstişare ve dua:
    İnsanın kendini tanıması zor olabilir. Fakat çevresindekilerle istişare ederek bu farklar anlaşılır. Anne-baba, eş, öğretmen, rehber… Ve en önemlisi, Rabbine yönelerek dua etmek:

> “Ya Rabbi, beni bana tanıt.”

  1. d) Fıtrata uygun eğitim ve ilişki:
    Bir çocuğun veya bireyin fıtratına uygun yaklaşım, onun kişiliğini geliştirdiği gibi, ilişkileri de bereketli kılar. Zıddına zorlamak ise hem kişiye hem topluma zulümdür. Zira zorlandığı alanda insan bozulur, içe kapanır, ruhu incinir.
  2. Farklılıkta Rahmet Vardır

İnsanlar arasındaki fıtrat farklılıkları, bir çatışma değil, bir tamamlayıcılık vesilesidir. Birinin hassas olduğu noktada diğeri sağlam durur. Biri düşünür, biri uygular. Biri duygusal rehberlik yapar, diğeri stratejik çözümler üretir. Tıpkı bedenin organları gibi: göz görür ama tutamaz, el tutar ama göremez.

SONUÇ VE ÖZET:

Fıtrat, Allah’ın her kula yüklediği eşsiz yaratılış mühürleridir. Kimi bu mühürle yazı yazar, kimi şiir söyler, kimi gönül tamir eder. Kişinin kendi fıtratını ve çevresindekilerin farklılıklarını fark edebilmesi, gözlem, tecrübe, dua ve istişareyle mümkündür. Bu farkındalık, insan ilişkilerinde anlayışı derinleştirir, eğitimi bereketlendirir ve toplumsal çatışmaları asgariye indirir. Fıtratlar farklıdır, ama bu farklar rahmetin ta kendisidir.

 




Bizlere Hep Ya Gökten Ya da Yerden Yardım Ulaşmıştır

Bizlere Hep Ya Gökten Ya da Yerden Yardım Ulaşmıştır

Tarih boyunca İslam ümmeti, nice fırtınaların içinde kalmış, nice zulümlere, işgallere, kuşatmalara maruz kalmıştır. Lakin bu ümmetin bir sırrı vardır: Ne zaman ümitler tükense, ne zaman yardım kapıları kapanmış gibi görünse, ya gökten bir rahmet, ya yerden bir inayet fışkırmıştır. Çünkü bu ümmetin Rabbi, “Allah’ın yardımı ne zaman?” diyen kullarına “Şüphesiz Allah’ın yardımı yakındır.” (Bakara, 214) diye cevap vermiştir.

  1. Gökten Gelen Yardımlar: Meleklerin Nüzulü

Bedir’de müminler sayıca azdı, teçhizatça zayıftı. Ama semalar açıldı, gökten binlerce melek yardıma gönderildi. Uhud’da dağ yıkıldı ama iman dimdik ayakta kaldı. Hendek’te müminlerin korkuları göğe ulaşmıştı, ama gökten gelen bir rüzgâr, düşmanı yerle bir etti. Çünkü bu ümmetin Rabbi, darda kalanlara yardım gönderendi.

İbrahim (as) ateşe atıldı, ama gökten “Serin ve selamet ol” emri geldi. Musa (as) denize sıkıştı, ama deniz gökten gelen emirle yarıldı. Bu ümmet, “Yetiş ya Rab!” dediği her anda, semaların kapısının açık olduğunu hep görmüştür.

  1. Yerden Gelen Yardımlar: Kalplerden Doğan İman Seli

Yardım sadece gökten gelmedi. Bazen yerin derinliklerinden, kalplerin ihlasından, taşların altından bir kuvvet doğdu. Filistin’de, Çanakkale’de, Kurtuluş Savaşı’nda… Ne uçan melekler indi, ne de gökten mucizevi oklar. Ama yerden bir diriliş, bir iman kıyamı yükseldi.

Bedir’de gökten gelen melek, Çanakkale’de Mehmetçiğin göğsünde zuhur etti. Kudüs’teki taş atan çocuk, yeryüzünün duasına dönüşen bir semboldür. Nice zaman yer, gök gibi oldu. Çünkü Allah, yeryüzünde secde eden kullarına rahmetini indirmekten geri durmaz.

  1. Yardımın Sırrı: Teslimiyet ve Dua

Yardımın geliş noktası her ne olursa olsun, onun anahtarı kalpten çıkan samimi dua ve teslimiyettir. Gökten gelen rahmet de, yerden fışkıran kudret de, bu teslimiyetin cevabıdır.

Tarihte nice zor zamanlar oldu. Ama Allah ümmetini terk etmedi. Çünkü onlar da Allah’ı terk etmedi. İşte yardımın sırrı buradadır. Kim kalbini Allah’a bağlarsa, gök onun için ağlar, yer onun için canlanır.

  1. Bu Günlerde Yardım Nereden Gelecek?

Bugün ümmet yine kuşatma altında. Ahlakî dejenerasyon, siyasi baskı, ekonomik sömürü ve fikrî işgal… Peki yardım nereden gelecek?

Yardım, belki bir gencin gözyaşlı secdesinden, belki bir annenin duasından, belki bir mazlumun “Hasbünallahu ve ni’mel vekîl” feryadından gelecek. Belki de yeniden sema açılacak, gökten rahmet yağacak. Ama şunu bilelim ki:

Gök ve yer Allah’a boyun eğmişse, Allah da darda kalan kulunu asla yardımsız bırakmaz.

Sonuç ve Özet:

Bu makale, tarih boyunca İslam ümmetine gelen yardımların ya gökten (melek, rüzgar, mucize), ya da yerden (iman, direniş, dua) kaynaklandığını göstermektedir. Yardımın sırrı samimiyet, teslimiyet ve dua iledir. Bugün de ümmet dardadır, ama yardımın gelişi, Rabbine yönelen kalplerin samimiyetiyle mümkündür. Çünkü Allah, kendisine sığınanları asla yardımsız bırakmaz.