KÂİNATIN GAYESİ VE İNSANIN YÜCE YOLCULUĞU

KÂİNATIN GAYESİ VE İNSANIN YÜCE YOLCULUĞU

“Ey insan! Şu kâinattan maksad-ı a’lâ, tezahür-ü rububiyete karşı ubudiyet-i külliye-i insaniyedir ve insanın gaye-i aksası, o ubudiyete ulûm ve kemalât ile yetişmektir.”
Sözler. 20. Söz. 2. Makam.

*********

İnsan, şu muazzam kâinatta adeta bir misafir gibidir. Her şey onu karşılar, ona hizmet eder; güneş ısıtır, toprak doyurur, hava nefes verir, su hayat taşır. Kâinat, sanki insana yönelmiş bir sofra gibidir. Peki bu ikramlar niçindir? Neden her şey insan etrafında dönüyor görünmektedir?

İşte bu sorunun cevabı, Bediüzzaman’ın ifadesiyle, “kâinattan maksad-ı a’lâ, tezahür-ü rububiyete karşı ubudiyet-i külliye-i insaniyedir.” Yani Allah’ın ilahlık ve terbiye edicilik sıfatlarının görünmesi, ancak insandaki bütüncül ve derin kullukla tam karşılık bulur. Çünkü insan, bütün isim ve sıfatlara ayna olacak donanımda yaratılmıştır. Âlemde ne varsa, küçültülmüş bir numunesi insanda mevcuttur. Gözle görülen bu kâinat kitabı, insan ruhunda da yazılmıştır.

Rabbimizin “rububiyet”i; yani yaratması, yaşatması, terbiye etmesi, yönlendirmesi; her an her şeyde görünür. Bu ilahi fiillerin en bilinçli farkına varan, onları okuyup anlayan ise insandır. Hayvanlar ya da diğer varlıklar, bu ilahi fiillere mazhar olur ama farkında değildirler. İnsan ise idrak eder, düşünür, hayret eder, ibret alır, secdeye varır. İşte bu kulluk bilinci, yaratılışın gerçek gayesidir.

İnsanın bu gayeye ulaşması da kuru bir bilgiyle değil, “ulûm ve kemalât” ile, yani hakiki ilim ve manevi olgunlukla olur. İlmin hakikati, Allah’ı tanımak içindir; kemalâtın zirvesi ise O’na kul olabilmektir. Yoksa sadece teknik bilgi, nefsin gururunu artırmaktan başka işe yaramaz. Gerçek ilim, kişiyi alçak gönüllü yapar; hakiki kemal, kişiyi Rabbiyle buluşturur.

Ne var ki modern insan, ilmi çoğu zaman hikmetsiz kullanmakta, kemalâtı sadece dünya süsü zannetmektedir. Oysa insan, ilimle yücelmeli; ama bu yücelik, secdeye varan bir tevazuya dönüşmelidir. Çünkü insan, ne kadar yükselirse yükselsin, gerçek kulluğa ermedikçe hâlâ asıl gayeden uzaktadır.

Her şey, ubudiyetle anlam kazanır. Servet de, şöhret de, bilgi de, makam da… Hepsi, kulluğa hizmet ettiği sürece kıymetlidir. Aksi halde hepsi geçici bir gölgedir. İnsan, bu dünyaya Rabbini tanımak, O’na iman etmek, O’na kul olmak için gönderilmiştir. Kâinatın muhteşem sahnesi, bu hikmetli yolculuğun delil ve şahididir.

ÖZET:

Bu makale, Bediüzzaman’ın “kâinattan maksad-ı a’lâ, tezahür-ü rububiyete karşı ubudiyet-i külliye-i insaniyedir” ifadesi etrafında şekillenmiştir. Kâinatın yaratılış gayesi, Allah’ın rububiyetinin bilinmesi ve insandaki kapsamlı kullukla cevap verilmesidir. İnsan, bu gayeye ancak ilim ve manevi olgunlukla ulaşabilir. Gerçek ilim ve kemal, Allah’ı tanımak ve O’na kul olmaktır. Bu bilinçle yapılan kulluk, hem kâinatı anlamlandırır hem de insanın yaratılış sırrını açığa çıkarır.

 

 




KUR’ÂN: RUBUBİYETİN TEBLİĞİ, UBUDİYETİN TALİMİ

KUR’ÂN: RUBUBİYETİN TEBLİĞİ, UBUDİYETİN TALİMİ

“Kur’an’ın vazife-i asliyesi, daire-i rububiyetin kemalât ve şuunatını ve daire-i ubudiyetin vezaif ve ahvalini talim etmektir.”
Sözler. 20. Söz. 2. Makam.

*******

İnsan, bu dünyada gözünü açtığında her şeyi hazır bulur: Gökyüzü başının üstünde bir tavan gibi, yeryüzü ayağının altında bir sofra gibi serilmiştir. Hayatının her ânında işleyen kusursuz bir düzenle karşı karşıyadır. Bu düzenin sahibi, her şeyi yoktan var eden ve hikmetle yöneten Allah’tır. İşte bu İlâhî yönetimin —rububiyetin— sırlarını öğreten ve insanı ona nasıl cevap vereceğini gösteren en büyük rehber Kur’ân’dır.

Bediüzzaman Hazretleri der ki: “Kur’ân’ın vazife-i asliyesi, daire-i rububiyetin kemalât ve şuunatını ve daire-i ubudiyetin vezaif ve ahvalini talim etmektir.” Yani Kur’ân’ın temel görevi iki yönlüdür:

  1. Allah’ın rububiyet dairesindeki kemâlâtını, isim ve fiillerinin tecellîlerini öğretmek.
  2. Kula düşen kulluk görevlerini, ahlâkî duruşları, ibadet şekillerini ve hâl edebini bildirmek.

Kur’ân, bir fizik kitabı değildir; fakat kâinatı anlamaya kapı açar. Bir tarih kitabı değildir; ama geçmiş milletlerin ibretli kıssalarını anlatır. Bir felsefe kitabı değildir; lakin varlık, hayat ve insan üzerine en derin hakikatleri bildirir. Çünkü Kur’ân, doğrudan doğruya rububiyetin diliyle konuşur. Allah’ın “Rab” ismini, yani yaratma, idare etme, terbiye etme ve hikmetle yönlendirme fiillerini izah eder. Güneşin doğuşunu, yağmurun inişini, gecenin örtüşünü sadece doğal olaylar olarak değil; Allah’ın fiilleri olarak takdim eder.

Kur’ân, sadece anlatmaz; muhatabını da şekillendirir. Kulun nasıl bir ahlakla yaşaması gerektiğini, hangi duygularla ibadet etmesi gerektiğini de öğretir. Neyi sevmesi, neden sakınması, neye yönelip neden yüz çevirmesi gerektiğini bildirir. Yani sadece bir “bilgi kitabı” değil, aynı zamanda bir “şahsiyet inşa kitabı”dır.

Bir mü’min, Kur’ân’a yöneldiğinde sadece bilgi edinmez; aynı zamanda bir duruş kazanır. Rububiyeti tanıdıkça aczini idrak eder, kudretin sahibine sığınır. Ubudiyet görevlerini öğrendikçe hayatını anlamlandırır, ibadetlerinde huzur bulur. Bu yönüyle Kur’ân, insanı hem dünyada hem ahirette saadete erdiren bir harita, bir projektör, bir nur kaynağıdır.

Kur’ân’ın bu iki yönlü vazifesi, insanı hem Rabbiyle hem kendisiyle tanıştırır. O, Allah’ın “Ben sizin Rabbinizim” hitabının bir tefsiri olduğu gibi, insanın da “Evet, Sen bizim Rabbimizsin” teslimiyetinin bir delilidir.

ÖZET:

Bu makale, Kur’ân’ın asli vazifesini açıklayan “Kur’ân’ın vazife-i asliyesi, daire-i rububiyetin kemalât ve şuunatını ve daire-i ubudiyetin vezaif ve ahvalini talim etmektir” ifadesi etrafında inşa edilmiştir. Kur’ân, bir yandan Allah’ın yaratma ve yönetme sıfatlarını tanıtarak rububiyetin sırlarını gösterir; diğer yandan insana nasıl kul olunacağını, hangi ahlâk ve ibadetle yaşaması gerektiğini öğretir. Böylece Kur’ân, hem bilgi hem hâl, hem marifet hem kulluk rehberidir.

 

 




DÜNYA BİR MİSAFİRHANE, İNSAN BİR YOLCU

DÜNYA BİR MİSAFİRHANE, İNSAN BİR YOLCU

“Dünya bir misafirhanedir. İnsan ise onda az duracaktır ve vazifesi çok bir misafirdir ve kısa bir ömürde hayat-ı ebediyeye lâzım olan levazımatı tedarik etmekle mükelleftir. En ehemm ve en elzem işler, takdim edilecektir.”
Sözler. 20. Söz. 2. Makam.

*********

Dünya, görünüşte büyük bir yurt gibi dursa da, hakikatte geçici bir misafirhane hükmündedir. Her gelen, bir müddet konaklar; sonra yoluna devam eder. Bu yolun sonu ise ebediyet kapısına çıkar. İşte bu yüzden, insan bu dünyada kalıcı değil, geçici bir yolcudur. Bediüzzaman’ın ifadesiyle:
“Dünya bir misafirhanedir. İnsan ise onda az duracaktır ve vazifesi çok bir misafirdir.”

Misafir, bulunduğu yere sahip gibi davranmaz. Kalıcı olmadığını bilir. Vaktini israf etmez, vazifesini bitirmeye çalışır. Bu kısa ikamet süresi içinde, asıl gideceği yere hazırlık yapar. İşte insanın da dünyadaki varlık amacı budur: Ebedî hayata gereken azığı toplamak.

Her gün ömür sermayesinden bir sayfa eksilirken, insan çoğu zaman kendini sanki hiç ölmeyecekmiş gibi avutur. Oysa bu misafirhanenin kapısından her gün binlerce yolcu ebediyete uğurlanıyor. Genç yaşlı demeden, hasta sağlıklı ayırmadan bu kervan sürüp gidiyor. Akıllı olan ise, kısa dünya yolculuğunu ebedî saadetin vesilesi haline getirendir.

Bu dünyada insanın vazifesi çoktur; çünkü o sıradan bir misafir değildir. Akıl, kalp ve ruh gibi büyük sermayelerle donatılmıştır. Her nimet bir sorumluluk doğurur. Göz, kulağa; mal, vicdana; ömür, ahirete karşı mesuliyet yükler. O hâlde insan, asıl önemli işlerini ertelememeli; en ehemmiyetli, en elzem görevlerini öncelemelidir.

Ne yazıktır ki çoğu insan, geçici süsler peşinde hakikati unutur. Ebedî saadetin şartlarını ihmal eder. Bir ömrü, fanî heveslerin ardında tüketir. Oysa her akşam güneşin batışı, her sabah yeni bir günün doğuşu, bu misafirhanede kalanlara sessiz ama derin mesajlar verir: “Hazırlan, vakit daralıyor.”

İnsanın ebediyet yolculuğuna hazırlanması; iman, ibadet, ahlâk ve güzel amellerle olur. Bu dört direk üzerine kurulan bir hayat, sonsuz saadetin temelidir. Bu hazırlık yapılmadığında ise insan, büyük bir iflasa doğru yürür: Gözlerini sonsuzluk âleminin kapısında açtığında, elinde hiçbir sermaye bulunmayabilir.

ÖZET:

Bu makalede, “Dünya bir misafirhanedir. İnsan ise onda az duracaktır ve vazifesi çok bir misafirdir…” ifadesi etrafında şu hakikatler işlenmiştir: Dünya geçici, insan ise yolcudur. Bu kısa hayat, ebedi hayat için hazırlık mahiyetindedir. İnsan, vazifeleri çok olan bir misafirdir; bu nedenle en önemli işleri önceleyerek yaşamalı, ömrünü ahiret azığı ile değerlendirmelidir. Aksi halde, en kıymetli sermaye olan ömür, boşa harcanmış olur.

 

 




İMAN: NURDUR, KUVVETTİR, HAYATTIR

İMAN: NURDUR, KUVVETTİR, HAYATTIR

“İman, hem nurdur hem kuvvettir. Evet, hakiki imanı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir ve imanın kuvvetine göre hâdisatın tazyikatından kurtulabilir.”
Sözler. Yirmi Üçüncü Söz 

***********

İnsan hayatı; fırtınalarla savrulan, inişli çıkışlı, zaman zaman ağır yükler taşıyan bir yolculuktur. Bu yolculukta insanın en büyük dayanağı ne mal, ne makam, ne de insanlar olur. Asıl dayanak, kalpte yer etmiş bir imandır. Çünkü iman hem nurdur ki karanlıkları aydınlatır, hem kuvvettir ki sarsıntılara dayanma gücü verir.

Bediüzzaman Said Nursî şöyle der:
“İman, hem nurdur hem kuvvettir. Evet, hakiki imanı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir ve imanın kuvvetine göre hâdisatın tazyikatından kurtulabilir.”

İman, bir bilgiden ibaret değildir. O, ruhun gıdası, aklın nuru, kalbin sığınağıdır. Hakiki iman, sadece Allah’a inanmaktan öte; O’na güvenmek, O’nun her işi hikmetle yaptığını bilmek ve her halükârda teslimiyet göstermektir. Bu bakış açısına sahip bir insan, en ağır musibetlerde bile yıkılmaz; en zor şartlarda bile sükûnetini korur.

Tarih boyunca nice insanlar vardır ki, dünya onların sırtına binmiş gibi görünürken onlar imanlarının kuvvetiyle dağlar gibi ayakta kalmışlardır. Hz. İbrahim, Nemrut’un ateşine karşı; Hz. Musa, Firavun’un ordusuna karşı; Ashab-ı Kehf, zalim hükümdarlara karşı imanın gücüyle durabilmişlerdir.

Zira iman; kalbi ebediyete bağlar. Fânilik karşısında metanet verir. İnsan, bir musibetle karşılaştığında, eğer imanı sağlam değilse hemen sarsılır, çözülür, karanlığa düşer. Fakat hakiki bir mü’min bilir ki, başına gelen her şey Allah’ın izniyle ve hikmetiyle olur. Bu bilinç, ona sükûnet verir. Gözyaşı dökerken bile kalbi huzurludur. Kederli bir halde bile Allah’a olan güveni sarsılmaz.

İmanın nuru ise sadece sabırda değil, yön tayininde de ortaya çıkar. O nur sayesinde insan, nereden geldiğini, nereye gittiğini, niçin yaşadığını bilir. Hayatı sadece dünya ekseninde değil, ahiret perspektifiyle değerlendirir. Bu da onun için en büyük saadet kaynağıdır.

Kâinata meydan okuyabilmek; maddî güce değil, manevî sağlamlığa bağlıdır. Her şeyin değiştiği bir dünyada, sarsılmaz bir dayanak ancak Allah’a olan yakînle mümkündür. İşte bu yakîn, gerçek imandır. Ve bu iman, insana hem aydınlık bir zihin hem dayanıklı bir yürek kazandırır.

ÖZET:

Bu makalede, “İman, hem nurdur hem kuvvettir” hakikati çerçevesinde şu noktalar işlenmiştir: Hakiki iman, sadece bir inanç değil; aynı zamanda karanlıkları aydınlatan bir nur ve musibetlere karşı direnci artıran bir kuvvettir. İman sahibi insan, kâinata meydan okuyacak bir metanet kazanır; çünkü imanı onu fanilikten, karanlıktan ve korkudan kurtarır. İmanlı bir kalp, hem bu dünyada huzur bulur hem de ahirete hazırlık yapar.

 

 




İMANIN HAKİKATİ: İNSANI SULTAN EDEN SIR

İMANIN HAKİKATİ: İNSANI SULTAN EDEN SIR

“İman, insanı insan eder. Belki insanı sultan eder. Öyle ise insanın vazife-i asliyesi, iman ve duadır. Küfür, insanı gayet âciz bir canavar hayvan eder.”
Sözler. Yirmi Üçüncü Söz 

*********

İnsan, zahiren zayıf bir varlıktır. Ne kanatları vardır göğe çıkacak, ne de kökleri vardır yere tutunacak. Ne rüzgâra hükmedebilir ne de ölüme dur diyebilir. Ama bu kadar âcizlik içinde, ona öyle bir cevher verilmiştir ki, o cevherle meleklerden üstün, kâinattan değerli olabilir. İşte o cevher: İmandır.

Bediüzzaman’ın veciz ifadesiyle:
“İman, insanı insan eder. Belki insanı sultan eder. Öyle ise insanın vazife-i asliyesi, iman ve duadır. Küfür, insanı gayet âciz bir canavar hayvan eder.”

İman, sadece bir inanç meselesi değil, aynı zamanda insanın mahiyetini tanıma, Rabbine yönelme ve hayatın anlamını kavrama vasıtasıdır. İman sayesinde insan, hem kim olduğunu bilir hem de ne için yaşadığını. Varlığın sırlarını çözen anahtar, kalbin huzurunu sağlayan ilaç, aklın aydınlığını temin eden nurdur iman.

İman insanı sultan eder; çünkü insanı Rabbine bağlar. Allah’a dayanan bir insan, fânî güçlerin karşısında eğilmez. Kimsesiz değil, Rabbine dayanandır. Yalnız değil, Mevlâsı ile beraberdir. Aczini bilir ama onu dua ile rahmet kapısına çevirir. Fakrını tanır ama şükürle rahmete kavuşur. Bu yönüyle insan, kainatta eşsiz bir kıymet kazanır.

Oysa imansızlık; insanı, arzularının esiri, nefsinin kölesi, zamanın ve hâdisatın oyuncusu yapar. Küfür, insanı manevî bir canavara çevirir; çünkü hakikatle bağı kopmuş, varlıkla irtibatı kararmış olur. Ne kendini tanır, ne de yaratıcısını. O zaman da akıl, hevesin hizmetkârı; kalp, boşluğun oyuncağı olur.

İmanla bakan bir göz, her şeyi hikmetli görür. Olaylar karşısında sabırla bekler, tevekkülle güç bulur. Dua ise bu imanın dili olur. İnsan, Rabbine muhtaç olduğunu bildiği ölçüde dua eder. Dua, imanın hem neticesi hem de meyvesidir. Çünkü kim ki Allah’a inanır, ondan ister; kim ki ondan ister, onun varlığını tasdik eder.

İnsan bu dünyaya rastgele bırakılmamıştır. Onun asli vazifesi; imanla Rabbini tanımak, dua ile O’na yönelmektir. Sultanlık da, kulluk da bu iki büyük hakikatte gizlidir. Bu sebeple, gerçek özgürlük ve yücelik, iman ve dua ile mümkündür.

ÖZET:

Bu makalede, “İman, insanı insan eder. Belki insanı sultan eder…” hakikati etrafında iman ve küfrün insan üzerindeki etkileri işlenmiştir. İman, insana değer ve anlam kazandırır; onu Rabbine bağlayarak sultan eder. Dua ise bu imanın en samimi ifadesidir. Küfür ise insanı hem manen hem ahlâken düşürür, fıtratına zıt bir varlık hâline getirir. Gerçek kulluk, gerçek şeref ve izzet; iman ve dua ile kazanılır.

 

 




İLİM VE DUA: İNSANIN YÜKSELİŞ MERDİVENİ

İLİM VE DUA: İNSANIN YÜKSELİŞ MERDİVENİ

“insan, bu âleme ilim ve dua vasıtasıyla tekemmül etmek için gelmiştir. Mahiyet ve istidat itibarıyla her şey ilme bağlıdır. Ve bütün ulûm-u hakikiyenin esası ve madeni ve nuru ve ruhu, marifetullahtır ve onun üssü’l-esası da iman-ı billahtır.”
Sözler. 23. Söz

**********

İnsan nedir ve bu âlemdeki varlık sebebi ne olabilir? Bu sorular, varoluşun en temel ve en eski sorularındandır. Kimi insan cevabı hazda, kimi kuvvette, kimi unvan ve şöhrette arar. Lâkin insanın hakiki cevheri, dış görünüşünde değil; yaratılış gayesinde ve iç dünyasında gizlidir.

Bediüzzaman Said Nursî bu gerçeği şöyle ifade eder:
“İnsan, bu âleme ilim ve dua vasıtasıyla tekemmül etmek için gelmiştir. Mahiyet ve istidat itibarıyla her şey ilme bağlıdır. Ve bütün ulûm-u hakikiyenin esası ve madeni ve nuru ve ruhu, marifetullahtır ve onun üssü’l-esası da iman-ı billahtır.”

İnsan, mahiyeti itibarıyla boş bir levha değildir; aksine, içinde sınırsız istidatlar taşıyan bir varlıktır. Fakat bu istidatlar, gelişmeye ve tekâmüle muhtaçtır. İşte bu tekâmülün yolu ilim ve duadan geçer.

İlim, sadece maddî gerçekleri öğrenmek değil, hakikatin özüne varmak içindir. Gerçek ilim, eşyanın hakikatini öğrenerek Allah’ı tanımaya götürür. Zira her ilmin özü ve gayesi marifetullah, yani Allah’ı tanımaktır. Astronomi yıldızları, biyoloji canlıları, fizik kanunları öğretirken; hepsi sonunda bir Nâzım’ı, bir Hâlık’ı, bir Nizâm-ı İlâhî’yi gösterir.

Ama bu bilgi, kuru bir teoriden ibaret kalırsa gönüle nur olmaz. Bilginin ruhu, kalbin yönelmesiyle tamamlanır. Bu yönelişin adı ise duadır. Dua, bir yönüyle acziyetin itirafı, diğer yönüyle Yaratıcıya yöneliştir. Bilmek, kulun başını secdeye götürürse, işte o zaman ilim kemale erer.

İman, ilmin temeli ve duasız bir bilginin koruyucusudur. İman-ı billâh olmadan yapılan bilgi arayışı, çoğu zaman gurura, sapmaya ve inkâra dönüşebilir. Bu nedenle ilim; imanla nurlanmalı, dua ile beslenmeli, marifetullahla derinleşmelidir. Böyle bir bilgi insanı meleklerden üstün yapar. Aksi takdirde, Firavun gibi, bilgi kişiyi tuğyana da sürükleyebilir.

Dua ise, sadece dilekte bulunmak değildir. Dua, kulun kendini bilmesidir. Aczini, fakrını, faniliğini fark edip, Kudret ve Rahmet Sahibi’ne yönelmesidir. Dua, tekemmülün manevî kanadıdır; ilim ise zihinsel kanadıdır. Bu iki kanatla uçan insan, Rabbine doğru yücelir.

ÖZET:

Bu makalede, insanın yaratılış gayesinin “ilim ve dua ile tekemmül” olduğu konusu işlenmiştir. Hakiki ilim, Allah’ı tanıtmaya hizmet eder (marifetullah); bu tanımanın temeli ise iman-ı billâhtır. Dua ise insanın kulluk bilincinin ve aczinin ifadesidir. İnsan, bu iki temel üzerine yükselir; kalbiyle dua, aklıyla ilim yolculuğuna çıkarsa, varoluşunun hikmetini gerçekleştirmiş olur.

 




HAKİKİ TERAKKİ: KALPTEN HAYALE KADAR UBUDİYETE AÇILAN YOL

HAKİKİ TERAKKİ: KALPTEN HAYALE KADAR UBUDİYETE AÇILAN YOL

“Evet, hakiki terakki ise insana verilen kalp, sır, ruh, akıl hattâ hayal ve sair kuvvelerin hayat-ı ebediyeye yüzlerini çevirerek her biri kendine lâyık hususi bir vazife-i ubudiyet ile meşgul olmaktadır.”
Sözler. 23. Söz

**********

Zaman ilerledikçe insanlık “terakki” yani ilerleme adına pek çok şey yaptı: şehirler kurdu, teknolojiler geliştirdi, uzaya adım attı. Lakin bu gelişmelerin ortasında insanın en temel sorusu hâlâ cevapsız kaldı: Asıl ilerleme nedir? Gerçek tekâmül neye denir?

Bediüzzaman bu soruya hakikatin merkezinden cevap verir:
“Evet, hakiki terakki ise insana verilen kalp, sır, ruh, akıl hattâ hayal ve sair kuvvelerin hayat-ı ebediyeye yüzlerini çevirerek her biri kendine lâyık hususi bir vazife-i ubudiyet ile meşgul olmaktadır.”

İnsanda öyle latifeler, duygular, cihazlar vardır ki, her biri ayrı bir âlemdir. Kalp sevgiye, sır derin manalara, akıl düşünmeye, ruh sonsuzluk arzusuna, hayal ise sınırsız tefekküre açılır. Bunların her biri, boşuna verilmemiştir. Hepsinin gaye-i hayali, ebedî hayatın kapısını aralamak ve o hayata hazırlanmak içindir.

Ama modern insan, bu kıymetli cihazları yalnızca dünya için kullanmayı terakki sandı. Kalbi nefsî sevgilerde tüketti, aklı menfaat hesaplarında boğdu, hayali hayvani arzularla kirletti. Oysa bu latifeler, maddî değil manevî gıdalarla gelişir; yaratılış gayelerine yönelmedikçe, karanlıkta kalır, yabancılaşır ve isyana sürüklenir.

Hakiki terakki, her bir duygu ve cihazın ubudiyete yönelmesiyle başlar. Kalp Allah’ı severse huzur bulur. Akıl Allah’ın varlığını ve birliğini düşünürse nurlanır. Sır Allah’a teslim olursa incelik kazanır. Hayal cenneti hayal ederse nefsin çamurundan kurtulur. İşte o zaman insan, gerçek anlamda “insan-ı kâmil” yoluna girer.

Modern zamanlarda terakkiyi sadece maddede arayanlar, içten çökmeye mahkûm kalmıştır. Çünkü dıştaki yükseliş, içteki çöküşle birleşince insanlık huzur değil, bunalım bulur. Oysa içteki terakki, yani duyguların ve aklın ubudiyetle nurlanması, insanı hem bu dünyada huzura, hem de ahirette saadete ulaştırır.

Terakki demek, ebedî saadete giden yolda yürüyebilmektir. Ve bu yolculukta insanın her latifesi, bir rehber veya bir binektir. Onları yönlendiren ise iman ve ubudiyettir. Aksi takdirde, en büyük sermayeler en ağır veballere dönüşür.

ÖZET:

Bu makale, hakiki terakkinin, insandaki latifelerin (kalp, akıl, ruh, sır, hayal vb.) dünya değil, ahiret merkezli olarak ubudiyetle meşgul olmasına bağlı olduğunu ifade eder. Bediüzzaman’ın ifadesiyle gerçek gelişim, bu latifelerin her birinin yaratılış gayesi olan kullukta kullanılmalarıdır. Dünya merkezli bir gelişme, insanı huzura değil felakete götürürken; ubudiyet merkezli bir gelişme, insanı hem dünyada huzura hem de ebediyette saadete ulaştırır.

 

 




GÜZELLİĞİ BOZMA: KÂİNATIN ESTETİĞİNE YOLCU BİR İNSAN

GÜZELLİĞİ BOZMA: KÂİNATIN ESTETİĞİNE YOLCU BİR İNSAN

“Fâtır-ı Hakîm ve Kādir-i Alîm, kemal-i intizamla her şeyi güzel yaratmış, güzel teçhiz etmiş, güzel gayelere tevcih etmiş, güzel vazifelerle tavzif etmiş, güzel tesbihat yaptırıyor, güzel ibadet ettiriyor. Ey insan! İnsan isen şu güzel işlere, tabiatı, tesadüfü, abesiyeti, dalaleti karıştırma; çirkin etme, çirkin yapma, çirkin olma.”
Sözler. 24. Söz.

**********

Her şeyin güzel olduğu bir âlemde yaşıyoruz. Güneşin doğuşundaki ihtişam, bir çiçeğin açışındaki incelik, anne şefkatindeki derinlik, bir damla suyun içindeki nizam… Bütün bu güzellikler, rastgeleliğin değil, mükemmel bir sanatkârlığın izlerini taşır. Bediüzzaman’ın veciz ifadesiyle:
“Fâtır-ı Hakîm ve Kādir-i Alîm, kemal-i intizamla her şeyi güzel yaratmış, güzel teçhiz etmiş, güzel gayelere tevcih etmiş, güzel vazifelerle tavzif etmiş, güzel tesbihat yaptırıyor, güzel ibadet ettiriyor.”

Her şey güzeldir; çünkü Hakîm ve Alîm olan bir Yaratıcı’nın elinden çıkmıştır. Yaratan’ın hikmeti, kudreti ve ilmi her varlığın dokusunda tecelli eder. Kâinatta çirkinlik değil, çirkin bakış vardır. Gözünü gafletle örten, kulağını inkârla kapatan, kalbini isyanla karartan kimseler; güzellikleri göremez, anlayamaz.

Her varlık, kendine yüklenen vazifeyi yerine getirirken bir ibadet hâlindedir. Bir arı bal yaparken, bir yaprak fotosentezle görevini ifa ederken, bir yıldız yörüngesinde dönerken Rabbini tesbih eder. Sessiz ama hikmetli bir zikir vardır her varlıkta. Bu zikirleri işitebilmek için kulak değil, kalp gereklidir.

Peki ya insan?
İnsan bu güzellik ve vazife düzenine uymakla mükelleftir. Zira o, bu sistemin içinde en yüksek idrakle donatılmış, en kapsamlı sorumlulukla yaratılmış varlıktır. İnsan, yaratılmış her şeyin güzelliğini anlayacak, takdir edecek ve onlarla birlikte ibadet edecektir. Fakat ne zaman ki bu nizama tesadüf, bu sanata tabiat, bu düzene abesiyet, bu hakikate inkâr karışırsa, işte o zaman insan hem kâinatı hem kendini çirkinleştirir.

Zira inkâr; güzelliğin üstüne çekilen siyah bir perde gibidir. Abesiyet; anlamı silen bir boşluk gibidir. Tesadüf; sanatın sahibi olan Allah’ı yok saymak gibidir. İşte o zaman kâinat bir mânâsızlığa döner, âlem bir karmaşaya bürünür, insan da kendi ruhuna yabancılaşır.

Ey insan!
Eğer gerçekten “insan” isen, şu güzel sanata çirkinlik bulaştırma. İnancınla, niyetinle, bakışınla ve tavrınla bu güzelliklere katıl. Tabiatı putlaştırma, tesadüfe sığınma, gaflete sapma. Güzelliği gör, güzelleş, güzelleştir!

ÖZET:

Bu makale, kâinattaki her şeyin güzellikle yaratıldığını, belli bir hikmet, nizam ve maksatla donatıldığını vurgular. Her varlık kendi çapında bir ibadet ve tesbihat hâlindedir. İnsan da bu güzellik sistemine dâhil olmalı, onu bozacak olan inkâr, gaflet, tesadüf ve abesiyet düşüncelerinden uzak durmalıdır. Aksi hâlde hem kâinatı hem de kendini çirkinleştirir. Gerçek insanlık, bu güzellikleri fark etmek ve onlara kalple iştirak etmektir.

 

 




MUHABBETİN YÖNÜ: KALPTEN KÂİNATA, KÂİNATTAN HAKİKATE

MUHABBETİN YÖNÜ: KALPTEN KÂİNATA, KÂİNATTAN HAKİKATE

“Ey nefis-perest nefsim, ey dünya-perest arkadaşım! Muhabbet, şu kâinatın bir sebeb-i vücududur. Hem şu kâinatın rabıtasıdır. Hem şu kâinatın nurudur hem hayatıdır. İnsan, kâinatın en câmi’ bir meyvesi olduğu için kâinatı istila edecek bir muhabbet, o meyvenin çekirdeği olan kalbine dercedilmiştir. İşte şöyle nihayetsiz bir muhabbete lâyık olacak, nihayetsiz bir kemal sahibi olabilir.”
Sözler. 24. Söz.

**********

İnsan, sevgisiz yaşayamaz. Kalbinin derinliklerinde daima sevecek bir şey arar. Bu öyle bir arayıştır ki; bazen bir insana yönelir, bazen bir eşyaya, bazen bir fikre… Lakin neye yönelirse yönelsin, ne kadar severse sevsin, kalbi tam doymaz. Çünkü kalbine yerleştirilen muhabbet, sınırlı olanla değil; sonsuz olanla tatmin olur.

Bediüzzaman ne güzel ifade eder:
“Muhabbet, şu kâinatın bir sebeb-i vücududur. Hem şu kâinatın rabıtasıdır. Hem şu kâinatın nurudur hem hayatıdır.”

Sevgi, yaratılışın özüdür. Yani kâinat, bir nevi sevginin tecellisiyle var olmuştur. Cenab-ı Hakk’ın “Rahman” ve “Vedûd” isimlerinin yansımasıdır. Bu yüzden muhabbet; hem varlıkların arasında bir bağdır, hem de her şeyi anlamlı ve canlı kılan bir ışıktır.

İşte bu büyük sevgi, insanın kalbine bir çekirdek olarak yerleştirilmiştir. Fakat insan ne yapıyor? Bu muazzam sermayeyi, gelip geçici heveslere, fani insanlara, yıpranıp yok olacak dünya metaına yöneltiyor. Kalbindeki sınırsız sevgi gücünü, sınırlı ve geçici varlıklara sarf ederek hem kendi kalbini yıpratıyor, hem de o sevgiyi zayi ediyor.

Oysa bu sonsuz muhabbet, ancak sonsuz kemal sahibi olan Allah’a yöneldiğinde yerini bulur. Çünkü:

Allah’tan başka hiçbir şey muhabbetin daimi muhatabı olamaz.

Fani olanı sevmek, ayrılık acısını beraberinde getirir.

Noksan olanı sevmek, kalbi tatminsiz bırakır.

Hadsiz ihtiyaç içinde olanı sevmek, seni de o ihtiyaç kuyusuna çeker.

Kalbindeki muhabbeti, eşyaya ve dünyaya değil; eşyadan Sâni’ine, dünyadan Rabbine çevir ki hem kalbin huzur bulsun, hem sevgilerin ebedîleşsin. Çünkü ne eşya ebedîdir, ne insan daimidir; fakat Allah’a giden sevgiler, O’nun katında ebedî olarak muhafaza edilir.

Ey nefis-perest nefsim!
Muhabbetini doğru yönlendir. Kalbini geçici sevgilerle tüketme. Hakiki sevgi, seni yokluğa değil; beka diyarına götürsün.

ÖZET:

Bu makale, muhabbetin yaratılışın özü ve kâinatın anlam bağı olduğu fikrini işler. İnsanın kalbine yerleştirilen sınırsız muhabbetin, ancak sonsuz kemal sahibi olan Allah’a yöneldiğinde gerçek huzur bulacağı vurgulanır. Fani varlıklara sarf edilen muhabbetin acı ve boşluk getireceği, kalpteki sevginin yanlış adreslere değil, hakiki ve ebedî olan Rabb’e yönelmesi gerektiği anlatılır.

 




Aşk-ı Mukaddes ve Ferah-ı Münezzeh: Kudsi Lezzetlerin Gölgesinde Bir Yolculuk

Aşk-ı Mukaddes ve Ferah-ı Münezzeh: Kudsi Lezzetlerin Gölgesinde Bir Yolculuk

“Merhametine mazhar olanların, hususan cennet-i bakiyede nihayetsiz enva-ı rahmet ve şefkatine mazhar olanların derece-i saadetlerine ve tenaumlarına ve ferahlarına göre, o Zât-ı Rahmânirrahîm, ona layık bir tarzda bir muhabbet, bir sevmek gibi, ona layık şuunatla tabir edilen ulvi, kutsi, güzel, münezzeh manaları vardır. ‘Lezzet-i kudsiye, aşk-ı mukaddes, ferah-ı münezzeh, mesrûriyet-i kudsiye’ tabir edilen, izn-i şer’î olmadığından yâd edemediğimiz gayet münezzeh, mukaddes şuûnatı vardır ki, her biri, kâinatta gördüğümüz ve mevcudat mabeyninde hissettiğimiz aşk ve ferah ve mesruriyetten nihayetsiz derecelerde daha yüksek, daha ulvi, daha mukaddes, daha münezzeh olduğunu çok yerlerde ispat etmişiz.” (Sözler, Otuz İkinci Söz, İkinci Mevkıf.)

*******

İnsanoğlu varlık âlemine gözünü açtığında, en önce “güzelliğe”, “merhamete”, “aşka” ve “feraha” muhtaç olduğunu fark eder. Sevmeden duramaz, sevilmeden yaşayamaz. Lezzet peşindedir, neşe arar, muhabbetle mest olur. Fakat bu duygular, yalnızca dünyaya ve fâni hazlara hapsedilecek kadar basit değildir. Çünkü insanın yüreğine konulan bu hisler, sonsuzluğu arar, ebedîliği ister. İşte burada devreye Rabbanî bir hakikat girer: İnsanda bulunan bütün aşk, muhabbet, şefkat, neşe ve ferah duyguları, Zât-ı Akdes’in mukaddes sıfat ve şuunatının birer gölgesidir.

İlahî Şuûnatın Yansıması Olarak İnsanî Duygular

Her mahlûkta görülen muhabbet, şefkat ve neşe; Hâlık’ın Zâtına layık, münezzeh ve mukaddes halleri olan “aşk-ı mukaddes”, “ferah-ı münezzeh”, “mesrûriyet-i kudsiye” gibi ulvî şuunatın birer iz düşümüdür. Allah’ta bu fiillerin bizim anladığımız manalarda olmadığını bilmekle beraber, onların en yüce, en arı ve en saf halleri olduğunu imanla tasdik ederiz. Zira Cennet’te kullarına sonsuz rahmet ve şefkatiyle muamele eden bir Rab, kendi Zâtına layık tarzda kullarına karşı bir memnuniyet ve ulvî bir sevinç haline sahiptir. Ama bu sevinç, insanî ve cismânî değildir; mukaddestir, münezzehtir, kudsîdir.

Cennet’te Tebessüm Eden Kudret

Cennet yalnızca kullar için değil, aynı zamanda Rahmân’ın rahmetinin, Cemîl’in cemalinin ve Vedûd’un muhabbetinin bir tecellî sahnesidir. Orada kullar, Rablerinin sonsuz ihsan ve ikramlarıyla mutlu olurken; o ilâhî muamelelerde, Zât-ı Akdes’in razı oluşunun, memnuniyetinin ve muhabbetinin kutsî bir yansıması da hissedilecektir. Kul mutlu olurken, sanki kudret tebessüm eder; kul mesrur olurken, rahmet adeta coşar. Ama bunlar bizim anladığımız şekilde değil, münezzeh ve aşkın bir keyfiyetle tahakkuk eder.

İzini Sürmekle Yetinmek

Biz bu mukaddes hakikatleri ne idrak edebiliriz ne de tam tarif edebiliriz. Çünkü Zât-ı İlâhî’nin şuunatı, zaman ve mekân üstü olduğu gibi, beşer idrakinin fevkindedir. Ancak, Kur’an ve sünnetin gösterdiği sınırlar içinde, bu hakikatlerin gölgelerinde gezebilir; onların izini sürebiliriz. Allah’ın isimleri ve fiilleri üzerinden, O’nun sonsuz muhabbetini, razı oluşunu ve ulvî sevinçlerini imanla ve marifetle anlayabiliriz.

Sonuç Yerine: Aşkın Kaynağına Yolculuk

Dünyadaki bütün sevgiler, lezzetler ve sevinçler; mukaddes bir kaynağın gölgeleri gibidir. Onların asılları ise Allah’ın zâtî ve mukaddes şuunatıdır. İnsan bu gölgelerden asıllara yönelirse, dünya hayatı fâni bir oyun olmaktan çıkar, ehl-i aşk için bir vuslat yolculuğuna dönüşür. O zaman sevmek, sadece bir duygu değil, Rabbin aşkına açılan bir kapı olur.

Özet:

Bu makale, insanın içinde var olan aşk, muhabbet, ferah ve lezzet duygularının, Allah’ın mukaddes ve münezzeh şuunatının bir yansıması olduğunu açıklamaktadır. Cennet’te kullarına sonsuz merhamet ve şefkat gösteren Allah’ın, Zâtına layık tarzda “aşk-ı mukaddes” ve “ferah-ı münezzeh” gibi kutsî hallere sahip olduğu ifade edilmiştir. Bu kudsî şuunat, insanî anlamların çok üstünde olup, sadece Kur’anî çerçevede imanla anlaşılabilecek ulvî gerçekliklerdir. İnsan, bu gölgelerden asıllara yönelerek hayatını derinleştirebilir.

********

Aşkın ve Ferahın Aslı: Gölgeden Asıla Yolculuk

İnsan, kalbiyle sever, ruhuyla ferah bulur, gönlüyle haz duyar. Fakat çoğu zaman farkına varmaz ki; bu sevgi, bu neşe, bu lezzet duyguları kendi başına birer hakikat değil, daha yüce bir hakikatin gölgesidir. Tıpkı bir dağın gölgesinin serinletmesi gibi, bu duygular da insanı serinletir; ama gölgenin kendisi değildir asıl olan.

Kur’an ve hikmet penceresinden bakıldığında görülür ki, mahlûkattaki muhabbet, şefkat, aşk ve mesrûriyet; Zât-ı Akdes’in “aşk-ı mukaddes”, “lezzet-i kudsiye”, “ferah-ı münezzeh” gibi şuunatının yansımasıdır. Bunlar insana, yaratılış gayesiyle uyumlu bir şekilde, Allah’ı tanıması ve sevmesi için verilmiştir.

Bu duygular, yalnızca dünyevî hazlarla sınırlı kalırsa, kısa ömürlü olur; hatta zamanla acıya ve boşluğa dönüşür. Ama eğer insan, bu hislerini yaratana yöneltir; her muhabbetin Allah’a bir kapı, her sevinci O’nun razı oluşuna bir pencere bilirse, o zaman duygular kemâl bulur, aşk vuslata dönüşür, lezzet ibadete inkılâp eder.

Mukaddes Tebessüm: Cennet’in Sırrı

Cennet, sadece bir ödül değil, aynı zamanda Zât-ı Rahmân’ın kullarına olan memnuniyetinin ve rızasının bir tecellîsidir. Cennet ehli orada ferah ve saadet içinde olacak; ama asıl saadet, Allah’ın razı olduğunu bildirmesiyle yaşanacaktır: “Radıyallahu anhum ve radû anhu.” (Beyyine, 8) Ayette geçen bu razılık hali, kullar için zirve bir mutluluk olduğu gibi, bu razılığın arka planında Cenâb-ı Hakk’ın mukaddes ve ulvî bir razı oluşu, kudsî bir tebessümü vardır —elbette bizim anladığımız anlamda değil; fakat O’na layık, münezzeh ve aşkın bir tarzda.

Gölgeden Asıla Yönelmek

Dünyada sevdikçe, ferahladıkça, içimizde bir şey hep daha fazlasını ister. Çünkü bu dünyadaki her aşk, her şefkat ve her neşe; ebedî bir asılın peşindedir. Fâni olan, ebedî olana perde olmuş; geçici olan, bâki olanın işaretçisi kılınmıştır. Ne zaman ki insan, bu işaretleri doğru okur, o zaman yaratılış sırrına yaklaşır.

İşte insanın kalbine düşen o tarifsiz huzur anları, gözünden süzülen bir damla şükür yaşı, bir çocuğun tebessümünde görülen şefkat ışığı —hepsi aşk-ı mukaddesin ve ferah-ı münezzehin cilveleridir. Ve bu cilveler, insana “Sana yönel” der, “Aslına dön” der, “Sevdiğin her şeyde O’nun kokusu var” der.

Sonuç: Duygulardan Marifete

İnsan, kendisine verilmiş olan bu aşk ve lezzet duygularını sadece dünyaya sarf ederse, bir gölgeyi asıl zannederek ömrünü geçirir. Fakat bu duyguları, yaratılış maksadı olan marifetullah ve muhabbetullah için kullanırsa, o zaman her sevgisi ibadet olur, her neşesi bir tefekkür olur, her ferahı bir vuslat hazırlığına dönüşür. Böylece insan, duygularının derinliğinde Rabbini bulur.

Özet:

Bu makale, insanın içinde bulunan sevgi, şefkat, neşe ve ferah gibi duyguların, Allah’ın mukaddes şuunatının yeryüzündeki gölgeleri olduğunu ifade etmektedir. Cennet’teki saadet, sadece kulun mutluluğu değil, aynı zamanda Allah’ın razı oluşunun münezzeh bir tecellîsi olarak görülür. İnsanın bu duyguları doğru yönlendirerek Allah’a ulaşabileceği, dünya lezzetlerini birer vesile kılarak aşkın kaynağına yönelebileceği ifade edilmektedir.

 

 




İnsanın Sırrı: Talim-i Esma ve Emanet-i Kübra

İnsanın Sırrı: Talim-i Esma ve Emanet-i Kübra

“Hazret-i Âdem’in melâikelere karşı kabiliyet-i hilafet için bir mu’cizesi olan talim-i esmadır ki bir hâdise-i cüz’iyedir. Şöyle bir düstur-u küllînin ucudur ki:

   Nev-i beşere, câmiiyet-i istidat cihetiyle talim olunan hadsiz ulûm ve kâinatın envaına muhit pek çok fünun ve Hâlık’ın şuunat ve evsafına şâmil kesretli maarifin talimidir ki nev-i beşere, değil yalnız melâikelere, belki semavat ve arz ve dağlara karşı emanet-i kübrayı haml davasında bir rüçhaniyet vermiş.” Sözler. 20. Söz.1. Makam.

*******

Âlemde insandan daha zayıf, daha muhtaç bir varlık zor bulunur. Ne tırnağı pençe gibi, ne derisi zırh gibidir. Soğuğa karşı kürkü yok, yırtıcıya karşı sivri dişi yok. Fakat öyle bir sırrı var ki, o sır sayesinde melekleri bile hayret ettirmiştir: Talim-i Esma.

Hazret-i Âdem’e öğretilen isimler; sadece bazı kelimelerin ezberi değil, varlıkların arkasındaki manaları okuyabilme, eşyaya mânâ-yı harfîyle bakabilme kabiliyetidir. Bu da onu, mahlûkat içinde halifelik makamına layık kılmıştır. Çünkü bu ilim, Allah’ın isim ve sıfatlarına mazhar olma, O’nun kâinattaki şuunatını anlamaya açılan bir anahtardır.

İnsanın İlimle İmtihanı

Âdem’in ilimle üstünlüğü, meleklerin secdesiyle tasdik edilmişti. Fakat bu secde, bir üstünlük ilanı değil, bir sorumluluk yüklenmesidir. Çünkü talim-i esma, beraberinde emanet-i kübrayı getirir. Yani Allah’ın bütün isimlerinin, sıfatlarının, fiillerinin birer aynası olma; onları temsil etme vazifesi… Bu öyle ağır bir yüktür ki, Kur’an ifadesiyle “gökler, yer ve dağlar bu emaneti yüklenmekten çekinmiş, insan ise onu yüklenmiştir.” (Ahzâb, 72)

Bu yük, aynı zamanda bir seçimdir. İnsanın iradesiyle yaptığı her tercih, Allah’ın isimlerinden birinin gölgesinde olur. Şefkatle davranırsa, Rahmân isminin; adaletle hükmederse, Hakem isminin; affederse, Gafûr isminin bir tecellîsine mazhar olur. Böylece insan, bir yönüyle ilahi isimleri yaşayan bir tefsir haline gelir.

İlim Sorumluluktur, Marifet Varlığa Borçtur

İnsanın ilme mazhar olması, onu yalnızca bilen değil; bildiğini yaşamakla sorumlu kılar. Talim-i esma, teorik bir bilgi değil, varlıkla kurulan bir hakikat ilişkisidir. Her varlık bir esmanın aynası, her hâl bir ilahî tecellîdir. İnsana düşen; bu hakikati okumak, tanımak ve o tanımanın gereğini yaşamaktır. Çünkü tanımak, sevmekle; sevmek ise hizmetle tamam olur.

İnsan ilme mazhar oldukça, Allah’a yaklaşır; gafletle uzaklaşır. Her yeni bilgi, insana ya bir emanetin anahtarını sunar ya da onu o emanetin altında ezilmeye mahkûm eder.

Sonuç: Secdeden Sorumluluğa

Hazret-i Âdem’e secde eden melekler, bir bilgiyi değil; o bilgiyi yüklenen iradeyi, şuur ve sorumluluğu selamlamıştı. Bu da bize gösteriyor ki; insan, ne melektir ne hayvan. Fakat ona öyle bir istidat verilmiştir ki, doğru kullanılırsa meleği geçer; yanlış kullanılırsa hayvandan da aşağı düşer. Talim-i esma ve emanet-i kübra, bu iki uç arasında insanı dengeleyen, terakki ettiren bir rahmet köprüsüdür.

Özet:

Bu makale, Hazret-i Âdem’e öğretilen “talim-i esma”nın sıradan bir bilgi aktarımı değil, Allah’ın isim ve şuunatına mazhar olma kabiliyeti olduğunu ifade eder. Bu kabiliyet, insana melekleri bile hayran bırakan bir üstünlük kazandırmıştır. Ancak bu ilim, beraberinde emanet-i kübra gibi büyük bir sorumluluk da getirir. İnsanın bu emanetle yüklenmesi, onun tercihleriyle ilahî isimleri temsil etmesini ve bu yolda hem yükselme hem de düşme ihtimali taşımasını ifade eder. Sonuç olarak, insan, ilmiyle sorumlu, iradesiyle imtihan edilen ve halifelikle yükümlü kılınan müstesna bir varlıktır.

 

 




Mu’cize Eliyle Başlayan Medeniyet: Nebevî Rehberlik ve Maddî Terakki

Mu’cize Eliyle Başlayan Medeniyet: Nebevî Rehberlik ve Maddî Terakki

“Kur’an-ı Hakîm; enbiyaları, insanın cemaatlerine terakkiyat-ı maneviye cihetinde birer pişdar ve imam gönderdiği gibi yine insanların terakkiyat-ı maddiye suretinde dahi o enbiyanın her birisinin eline bazı hârikalar verip yine o insanlara birer ustabaşı ve üstad etmiştir. Onlara mutlak olarak ittibaa emrediyor.

   İşte enbiyaların manevî kemalâtını bahsetmekle insanları onlardan istifadeye teşvik ettiği gibi mu’cizatlarından bahis dahi onların nazirelerine yetişmeye ve taklitlerini yapmaya bir teşviki işmam ediyor. Hattâ denilebilir ki manevî kemalât gibi maddî kemalâtı ve hârikaları dahi en evvel mu’cize eli nev-i beşere hediye etmiştir. İşte Hazret-i Nuh’un (as) bir mu’cizesi olan sefine ve Hazret-i Yusuf’un (as) bir mu’cizesi olan saati en evvel beşere hediye eden, dest-i mu’cizedir. “Sözler. 20. Söz. 2. Makam.

********

Tarihin sahifelerinde peygamberler, yalnızca ruhlara hitap eden manevî önderler olarak görülmemelidir. Kur’an’ın ince nazarı, onları aynı zamanda insanlığın maddî terakkisinde de birer öncü, birer üstad olarak gösterir. Zira insanın hem kalbi, hem aklı, hem eli vardır. Kalbi nübüvvetin feyziyle nurlanırken; aklı ve eli de o nübüvvetin gösterdiği yolda yürümekle tekâmül eder.

Mu’cizeler: Sadece Hayret Mi, Yoksa Hikmet Mi?

Bir mu’cize, zannedildiği gibi sadece “olağanüstü” olan değil, aynı zamanda “örnek olan”dır. Allah’ın kudretiyle, peygamber eliyle gerçekleşen bu harikalar; yalnızca dönemin inkârcılarına meydan okuma vasıtası değil, aynı zamanda insanlığa bir yön tayinidir. Mu’cizeler, bir nevi insanlığa sunulmuş “prototiplerdir”. Bugün gemi inşa eden mühendis, bir yönüyle Nuh Aleyhisselam’ın mu’cizesinin gölgesinde yürür. Saat yapan zanaatkâr, Yusuf Aleyhisselam’ın beşere sunduğu incelikli ölçü ve düzenin bir taklitçisidir.

Terakki, Taklitten Doğar

Kur’an, enbiyaların manevî kemalatlarını anlatarak insanları ahlaken onlara benzemeye davet ettiği gibi, onların mu’cizelerinden de bahsederek “siz de çalışın, bu yoldan gidin, bu örneği takip edin” demektedir. Böylece maddî kemalât da, bir teşvik ve hedef haline gelir. Bu durum, beşerin teknoloji ve sanatta yükselmesini salt kendi dehasına değil, semavî ilhama borçlu olduğunu gösterir.

Medeniyetin Menşei: Vahyin Gölgesi

Bugünkü teknolojik ilerlemelerin köklerine baktığımızda, çoğu temel icadın bir peygamberin mu’cizesiyle irtibatlı olduğunu görürüz. Ateşin terbiyesiyle başlayan yolculuk, demirin şekillendirilmesiyle (Davud Aleyhisselam), dokumanın sanatla buluşmasıyla (İdris Aleyhisselam) ve daha niceleriyle devam etmiştir. Beşer, kendi eliyle ürettiği her kolaylığı, aslında vahyin işaret ettiği bir örnekten ilham alarak başlatmıştır.

Modernleşme mi, Peygamber İzinde İlerlemişlik mi?

Çağımızın seküler bakışı, ilerlemeyi yalnızca insan aklının ürünü sayar. Oysa Kur’anî bakış, ilerlemenin kaynağını nübüvvetin rahmet eli olarak görür. Evet, insan aklı icad eder ama istikamet ve işaret çoğu zaman gökten gelir. Peygamberler, bu yolda hem ahlâkın hem de aklın rehberidir. Onların izinde yürüyen toplumlar yükselmiş; onlara sırt çevirenler, ilerlese bile zulüm ve sefahatin pençesine düşmüştür.

Özet:

Bu makale, peygamberlerin sadece manevî değil, aynı zamanda maddî terakkinin de öncüleri olduğunu vurgular. Kur’an’da geçen mu’cizeler, birer hayret verici gösteri değil; insanlığa örnek ve ilham kaynağı olan başlangıç noktalarıdır. Nuh Aleyhisselam’ın gemisi ve Yusuf Aleyhisselam’ın saati gibi mu’cizeler, bugünkü teknik ve teknolojik gelişmelerin temelinde yatan semboller gibidir. İnsanoğlu, peygamberlerin hem ahlâkını hem ilmini taklit ettikçe yükselmiş, nübüvvetin ışığından uzaklaştıkça da yolunu kaybetmiştir.

 

 




Adaletin Ufku: Süleymanvari Bir Basiret ve Teknolojinin İlâhî Menşei

Adaletin Ufku: Süleymanvari Bir Basiret ve Teknolojinin İlâhî Menşei

“Hazret-i Süleyman aleyhisselâm taht-ı Belkıs’ı yanına celbetmek için vezirlerinden bir âlim-i ilm-i celb dedi: “Gözünüzü açıp kapayıncaya kadar sizin yanınızda o tahtı hazır ederim.” olan hâdise-i hârikaya delâlet eden şu âyet


قَالَ الَّذٖى عِنْدَهُ عِلْمٌ مِنَ الْكِتَابِ اَنَا اٰتٖيكَ بِهٖ قَبْلَ اَنْ يَرْتَدَّ اِلَيْكَ طَرْفُكَ فَلَمَّا رَاٰهُ مُسْتَقِرًّا عِنْدَهُ …اِلٰى اٰخِرِ

   İşaret ediyor ki uzak mesafelerden eşyayı aynen veya sureten ihzar etmek mümkündür. Hem vakidir ki risaletiyle beraber saltanatla müşerref olan Hazret-i Süleyman aleyhisselâm hem masumiyetine hem de adaletine medar olmak için pek geniş olan aktar-ı memleketine bizzat zahmetsiz muttali olmak ve raiyetinin ahvalini görmek ve dertlerini işitmek, bir mu’cize suretinde Cenab-ı Hak ihsan etmiştir. Demek, Cenab-ı Hakk’a itimat edip Süleyman aleyhisselâmın lisan-ı ismetiyle istediği gibi o da lisan-ı istidadıyla Cenab-ı Hak’tan istese ve kavanin-i âdetine ve inayetine tevfik-i hareket etse ona dünya, bir şehir hükmüne geçebilir.

   Demek taht-ı Belkıs Yemen’de iken Şam’da aynıyla veyahut suretiyle hazır olmuştur, görülmüştür. Elbette taht etrafındaki adamların suretleri ile beraber sesleri de işitilmiştir. İşte uzak mesafede, celb-i surete ve savta haşmetli bir surette işaret ediyor ve manen diyor:

   “Ey ehl-i saltanat! Adalet-i tamme yapmak isterseniz Süleymanvari, rûy-i zemini etrafıyla görmeye ve anlamaya çalışınız. Çünkü bir hâkim-i adalet-pîşe, bir padişah-ı raiyet-perver; aktar-ı memleketine, her istediği vakit muttali olmak derecesine çıkmakla mes’uliyet-i maneviyeden kurtulur veya tam adalet yapabilir.” Sözler. 20. Söz. 2. Makam.

*********

Kur’ân’ın çizdiği peygamber portreleri, yalnızca dinî liderlik vasfıyla sınırlı değildir. Onlar, aynı zamanda siyasî, ilmî ve içtimaî önderlerdir. Hazret-i Süleyman’ın (a.s) hayatı, bu çok boyutluluğun en çarpıcı örneklerinden biridir. O, hem bir peygamber, hem bir sultan, hem de adaletin sembolüdür. Kur’an, Belkıs’ın tahtının Yemen’den Şam’a göz açıp kapayıncaya kadar getirilmesi hâdisesiyle yalnızca bir mu’cizeyi değil, aynı zamanda bir ideal yönetim modelini nazara verir.

Bir Âlim, Bir Kitap, Bir Nazar: Bilginin Gücü

Ayette geçen “عِنْدَهُ عِلْمٌ مِنَ الْكِتَابِ – Kendisine kitaptan bir ilim verilmiş olan” zat, Asaf bin Berhiya öyle bir bilgiye sahiptir ki, fizikî mesafeleri, zahirî engelleri aşarak bir tahtı anında celb edebilir. Bu hâdise, hem harikulade bir mu’cizeye hem de bir hakikate işaret eder: Bilgi, kudretin anahtarıdır. “Kitaptan” gelen ilim, eşyayı hükmü altına alabilir. Bu yönüyle âyet, ilmin ve teknolojinin hakikatle irtibatlı olduğuna kuvvetli bir mesaj verir.

Zahmetsiz Muttali Olmak: İdeal Yönetimin Şartı

Hazret-i Süleyman’ın (a.s), koca bir memleketin en ücra köşesindeki sesi işitebilmesi ve hâli görebilmesi; yalnızca onun mu’cizesi değil, aynı zamanda her idarecinin ulaşması gereken bir ufuktur. Gerçek adalet, sadece merkezde değil; en uzak köşede bile görülmeli, hissedilmelidir. Risale-i Nur bu noktada çok mühim bir ders verir: “Ey ehl-i saltanat! Eğer adalet-i tamme istiyorsanız, Süleymanvari yeryüzünü görmeye ve anlamaya çalışınız.”

Teknoloji, İlâhî Kanunların Keşfidir

Bugünün iletişim teknolojileri, interneti, uyduları ve uzaktan erişim sistemleri, aslında Süleymanvari bir bakışın maddî yansımalarıdır. Artık bir yönetici, dünyanın öbür ucundaki sesi duyabilir, görüntüyü izleyebilir. Fakat burada kritik soru şudur: Bu imkanlar ne için kullanılmaktadır? Adalet için mi, istibdat için mi?

Kur’ân’ın işareti ve Risale-i Nur’un izahıyla bu tür teknolojiler, insanın ilâhî isimlere ayinedarlığına hizmet etmeli; zulme değil, hikmete vesile olmalıdır. Süleymanvari bir yönetim, bilgiyle istibdat kurmaz; bilgiyle adaleti büyütür.

Özet:

Bu makale, Hazret-i Süleyman’ın Belkıs’ın tahtını getirtme mu’cizesi üzerinden, adaletli yönetim ve teknolojik gelişmelerin ilâhî temellerini ele alır. Kur’an’daki bu hâdise, sadece bir harika değil; aynı zamanda her idareciye, bilgiye dayalı adaletli bir yönetim vizyonu sunar. Gerçek adalet, her noktayı görebilmek ve her sesi işitebilmekle mümkündür. Bu da, ilme, hikmete ve manevî şuurla yoğrulmuş teknolojiye bağlıdır.

 

 




Görünmeyenin Hâkimiyeti: Süleyman Aleyhisselâm ve Zihnî Cihatta Bir Ufuk

Görünmeyenin Hâkimiyeti: Süleyman Aleyhisselâm ve Zihnî Cihatta Bir Ufuk

“Hazret-i Süleyman aleyhisselâm, cin ve şeytanları ve ervah-ı habîseyi teshir edip şerlerini men’ ve umûr-u nâfiada istihdam etmeyi ifade eden şu âyetler:

مُقَرَّنٖينَ فِى الْاَصْفَادِ …اِلٰى اٰخِرِ

وَمِنَ الشَّيَاطٖينِ مَنْ يَغُوصُونَ لَهُ وَيَعْمَلُونَ عَمَلًا دُونَ ذٰلِكَ …اِلٰى اٰخِرِ

âyetiyle diyor ki: Yerin, insandan sonra zîşuur olarak en mühim sekenesi olan cin, insana hizmetkâr olabilir. Onlarla temas edilebilir. Şeytanlar da düşmanlığı bırakmaya mecbur olup ister istemez hizmet edebilirler ki Cenab-ı Hakk’ın evamirine musahhar olan bir abdine, onları musahhar etmiştir.” Sözler. 20. Söz. 2. Makam.

*********

İnsanoğlunun en büyük imtihanı, görünmeyeni idrak edebilme kabiliyetidir. Gözle görülmeyen varlıkları tanımak, onlara karşı vaziyet almak ve gerekirse onları istihdam edebilmek, manevî kemalâtın yüksek mertebelerine işaret eder. Hazret-i Süleyman’ın (a.s) hayatı, yalnızca yeryüzü sultanlığı değil; aynı zamanda görünmeyen varlıklar âlemi üzerinde kurulan bir manevî hâkimiyetin timsalidir.

Kur’ân-ı Kerîm, Süleyman Aleyhisselâm’ın cinleri ve şeytanları teshir ettiğini bildirir. Onlar onun emrine girer, dalgıçlık yapar, inşaatlarla uğraşır, zincirlenirler. Bu olağanüstü hâdise, yalnızca tarihî bir mu’cize değildir; aynı zamanda derin bir hakikatin işaretidir: İnsan, istidatlarını inkişaf ettirirse görünmeyene de hâkim olabilir.

Cinler ve Şeytanlar: Düşmandan Hizmetkâra

Kur’an’daki bu âyetler, “zîşuur” yani şuurlu varlıklar olan cinlerin de insanla ilişki kurabileceğini, hatta onların hizmetine girebileceğini ifade eder. Süleyman Aleyhisselâm’a hizmet eden cinler ve şeytanlar, şerrin bizzat kaynağı olmalarına rağmen bir peygamberin elinde faydaya vesile olmuşlardır. Bu ise, insanın yaratılış itibariyle ne denli yüksek bir makamın adayı olduğunu gösterir.

Risale-i Nur bu noktada derin bir tefekkür kapısı aralar: Şeytan bile bir kulun elinde hizmete mecbur olabiliyorsa, bu hem kulun Allah’a ne kadar yakın olduğuna hem de kaderin cilvesine işaret eder. Demek ki, insan terakki ettikçe, düşmanlarını bile musahhar edebilir.

Günümüz İçin Bir Ders: İçteki Şeytanı Teskin Etmek

Süleyman Aleyhisselâm’ın şeytanları zabt altına alması, sadece dıştaki varlıkları değil, iç dünyadaki nefis ve heva ordularını da temsil eder. Modern insan, önce kendi içindeki karanlık duyguları zapt etmeli, heva ve heveslerini zincirlemeli, “iç şeytanını” dize getirmelidir. Asıl zafer, bu görünmeyen düşmana karşı kazanılandır.

Bugün medeniyet, cinni değil ama “görünmeyeni” kullanmaktadır: elektromanyetik dalgalar, görünmeyen sinyaller, radyasyonlar… Fakat mesele şudur: Bu güçler, hayra mı yoksa şerre mi hizmet ediyor? Hazret-i Süleyman, bu görünmeyen güçleri adaletin, ilmin ve hikmetin hizmetine almıştı. Bugün insanlık ise bu güçlerle kaos ve istibdadı çoğaltma tehlikesiyle karşı karşıyadır.

Manevî Saltanatın Sırrı: Teslimiyet ve Tevazu

Hazret-i Süleyman’ın en büyük özelliği, kudretiyle gururlanmaması, her şeyi Allah’tan bilmesidir. Cinleri emrine alan da, saltanatı veren de, adaleti nasip eden de Allah’tır. Bu teslimiyet, gerçek manevî saltanatın da temelidir. Yani hakiki sultan, kudreti değil, kulluğu öne çıkarandır.

Özet:

Bu makale, Hazret-i Süleyman’ın (a.s) cinleri ve şeytanları teshir etmesi üzerinden insanın görünmeyen varlıklarla olan ilişkisini, manevî gelişiminin sınırlarını ve ahlâkî sorumluluklarını işler. Süleyman Aleyhisselâm’ın mu’cizesi, insanoğlunun dahili ve harici düşmanlara karşı zafer kazanabileceğini; şer kaynaklarının bile hayra hizmetkâr olabileceğini gösterir. Asıl mesele, bu hâkimiyeti gurura değil, tevazuya bağlamaktır. Çünkü gerçek saltanat, nefsini zapt edebilen kulun saltanatıdır.

 

 




Ateşle Gelen Selamet: Hazret-i İbrahim ve İmanın Zırhı

Ateşle Gelen Selamet: Hazret-i İbrahim ve İmanın Zırhı

“Cehennem ateşinin tesirini men’edecek ve eman verecek iman gibi bir madde-i maneviye, İslâmiyet gibi bir zırh olduğu misillü dünyevî ateşinin dahi tesirini men’edecek bir madde-i maddiye vardır. Çünkü Cenab-ı Hak, ism-i Hakîm iktizasıyla bu dünya dârü’l-hikmet olmak hasebiyle, esbab perdesi altında icraat yapıyor. Öyle ise Hazret-i

   İbrahim’in cismi gibi gömleğini de ateş yakmadı ve ateşe karşı mukavemet haletini vermiştir. İbrahim’i yakmadığı gibi gömleğini de yakmıyor.”
Sözler. 20. Söz. 2. Makam.

********

Ateş yakar. Bu, herkesin bildiği bir hakikattir. Fakat bir gün oldu ki, ateş yakmadı. Hem de en güçlü olduğu anda, en kudretli göründüğü bir zamanda. Zira o gün ateşin karşısında, yalnızca Allah’a teslim olmuş bir kalp vardı. O kalp Hazret-i İbrahim’in kalbiydi.

Kur’ân-ı Kerîm’de Hazret-i İbrahim’in Nemrud’un devasa ateşine atıldığı ve ateşin onu yakmadığı anlatılır. Bu mucize, yalnızca fizikî bir harika değildir. Bu hâdise, imanın maddeye galebesini, teslimiyetin tabiat kanunlarını bile secde ettirebildiğini gösteren bir derstir.

Maddeye Mukavemet Veren Mana

Bediüzzaman Said Nursî bu mucizeyi şöyle açıklar: “Cehennem ateşine karşı nasıl ki iman bir zırh hükmündedir; dünyadaki ateşe karşı da, hikmet-i İlâhiye gereği, maddî bir sebep ve koruyucu bir cevher vardır.” Yani İbrahim’i ateşten koruyan sadece mucizevî bir hal değil; aynı zamanda Allah’ın yarattığı bir “madde-i maddiye”, yani fizikî bir koruyuculuk sırrıdır. Hem gömleği, hem bedeni yanmamıştır. Bu da gösteriyor ki iman ve tevekkül, yalnız manevî değil, maddî âlemde de gerçek tesirler bırakabilir.

Dârü’l-Hikmet Dünyasında Sebep ve Sonuç

Bu dünya, dârü’l-hikmettir. Yani her şeyin sebepler perdesi arkasında cereyan ettiği bir imtihan meydanıdır. Cenab-ı Hak, burada sünnetullah dairesinde icraat yapar. Bu yüzden, İbrahim Aleyhisselâm’ın ateşte yanmaması da sebepsiz değildir. İman ve teslimiyet, öyle kuvvetli bir zırh olmuştur ki ateş, kendi yaratılış vazifesini terk etmiştir. Bu, yaratılış kanunlarının değil, onları işleten Zat’ın hükmünün bir neticesidir.

Modern Ateşler ve Manevî Yangınlar

Bugün de insanlık, farklı “ateşlerle” imtihan ediliyor: kibir, şehvet, dünya hırsı, zulüm ve inkâr gibi manevî yangınlar… Bu ateşler öyle yakıcı ki, sadece ilmî ya da teknolojik araçlar değil, ancak iman, sabır ve Allah’a sığınmak gibi manevî zırhlarla korunulabilir. Nasıl ki İbrahim’i ateşin ortasında bir “bahçe-i rahmet” karşılamışsa, bugünün insanı da iman ile yanmaktan kurtulabilir.

İmanın Ateşe Sözü: “Serin Ol!”

Kur’ân’da Yüce Allah, ateşe “Ey ateş! İbrahim’e karşı serin ve selametli ol!” buyurur. Bu hitap, yalnız bir peygambere değil, onun izinden giden bütün mü’minlere bir remizdir. Yani: “Siz de imanla ateşinize hükmedebilirsiniz. Yeter ki İbrahim gibi olun.”

Özet:

Bu makale, Hazret-i İbrahim’in (a.s) ateşte yanmaması mucizesi üzerinden, imanın madde üzerindeki tesirini, sebepler dairesinde Allah’ın kudretini ve teslimiyetin insanı her türlü tehlikeden koruyabileceğini anlatır. Ateş, normalde yakar; ama Allah isterse yakmaz. Bu hakikat, modern çağın “manevî ateşlerine” karşı da bir sığınak, bir ders ve bir kurtuluş kapısı sunar: İman zırhı, her türlü ateşi serin ve selametli kılabilir.