Ölüm: Kapanış Değil, Açılış Kapısı

Ölüm: Kapanış Değil, Açılış Kapısı

“İnsan-ı mü’mine nur-u iman ile gösterir ki mevt, idam değil; tebdil-i mekândır. Kabir ise zulümatlı bir kuyu ağzı değil, nuraniyetli âlemlerin kapısıdır. Dünya ise bütün şaşaasıyla âhirete nisbeten bir zindan hükmündedir. Elbette zindan-ı dünyadan bostan-ı cinana çıkmak ve müz’iç dağdağa-i hayat-ı cismaniyeden âlem-i rahata ve meydan-ı tayeran-ı ervaha geçmek ve mahlukatın sıkıntılı gürültüsünden sıyrılıp huzur-u Rahman’a gitmek; bin can ile arzu edilir bir seyahattir, belki bir saadettir.”
Sözler. 17. Söz.

***********

Ölüm… Herkesin düşünmekten kaçtığı, ama hiçbir canlının kaçamadığı mutlak bir hakikat. Dünya perdesinin kapanışı, fakat ebediyetin sahnesinin açılışıdır. Fakat ölümün mahiyeti, insanın nazarına göre şekillenir. Gaflet gözüyle bakıldığında karanlık, dehşetli, ürkütücü bir son gibi görünür. Oysa iman nuruyla bakıldığında, ölüm bir yokluk değil; bir vuslat, bir kavuşma, bir arınma ve gerçek yurda dönüş yolculuğudur.

Bediüzzaman Hazretleri der ki: “Mevt, idam değil; tebdil-i mekândır.” Ne kadar büyük bir müjde! Yani ölüm, varlığın bitişi değil; mekân değişikliği. Bir yerden başka bir yere geçiştir; tıpkı misafirin, süresi dolan bir haneden daha güzel bir konağa taşınması gibi…

Kabir de bu açıdan artık korkunç bir kuyu değil; nuranî bir geçit olur. İmanın verdiği bu bakış açısıyla kabir, insanı karanlığa değil, ebedî aydınlığa götüren bir kapıya dönüşür. Zira orada insan yalnızca toprağa değil, Rahman’ın rahmetine emanet edilir.

Ve dünya… Ne kadar çekici, cazip, renkli görünürse görünsün; ahiret yurduyla kıyaslandığında adeta bir zindan gibidir. Çünkü burada her nimet geçici, her sevinç sınırlı, her huzur gölgelidir. Oysa iman, bu dünyanın sıkıntılarını, ahiretin ferahlığıyla dengeler. Mü’min bilir ki, zindan-ı dünyadan bostan-ı cinana geçmek, bir kayıp değil; büyük bir kazançtır.

Hayatın gürültüsü, cismanî varlığın yoruculuğu, dünyanın geçici telaşları… Tüm bunlar bir noktada sona erer. O son, aslında bir başlangıçtır: Huzur-u Rahman’a gitmek… Yani sonsuzluğun Sahibi’ne kavuşmak. İşte bu yüzden mü’min için ölüm, korkulacak değil; arzulanan bir seyahattir. Çünkü bu seyahat, yokluğa değil, varlığın en yücesine açılır.

Bu bakış açısı, sadece ölümü değil, hayatı da anlamlandırır. Ölümün saadetli yüzünü gören bir mü’min, hayatı daha bilinçli, daha erdemli, daha şükür dolu yaşar. Çünkü bilir ki, her gün bir adım daha yaklaşır vuslata; her nefes bir hatırlatmadır: Asıl yurt, burası değil.

Özet:

Bu makalede, ölümün iman nazarıyla nasıl bir yokluk değil, bir dönüşüm olduğu anlatılır. Kabir, karanlık bir kuyu değil; nuranî bir geçit; dünya ise ahirete nisbetle bir zindan gibidir. Ölüm, Rahman’a kavuşma vesilesi olduğu için mü’min için arzulanan bir saadettir. Böyle bir bakış açısı, hem ölümü hem de hayatı daha derin ve anlamlı kılar.

 

 




İnsanın Fıtratında Kâinatın Nümuneleri Vardır

İnsanın Fıtratında Kâinatın Nümuneleri Vardır

“Belki dünyada ne varsa numuneleri fıtratımda vardır. Umum onlara karşı alâkadarım. Onlar için çalıştırıyorum, çalışıyorum.”
Sözler. 16. Söz.

**********

İnsan, dış dünyada gördüğü her şeye karşı iç dünyasında bir yankı bulur. Güneşi görünce içi aydınlanır, bir çiçeğe bakınca ruhu sevinir, acı bir manzara karşısında yüreği sızlar. Neden? Çünkü kâinatta ne varsa, insanın fıtratında numuneleri, izdüşümleri, küçük örnekleri vardır. İşte insanı bu kadar alâkadar kılan da budur.

Bediüzzaman der ki: “Belki dünyada ne varsa numuneleri fıtratımda vardır. Umum onlara karşı alâkadarım. Onlar için çalıştırıyorum, çalışıyorum.” Bu cümle, insanın varlıkla olan derin bağını açıklar. İnsan, sadece çevresini gözlemleyen bir varlık değil; aynı zamanda çevresinde ne varsa onunla deruni bağ kuran bir kalptir, bir ruhtur, bir şuurdur.

İnsanın içinde bir sevme meyli vardır, çünkü kâinatta sevilecek şeyler vardır. Acıma duygusu vardır, çünkü merhamet edilecek varlıklar vardır. Merak vardır, çünkü keşfedilecek hakikatler vardır. İşte bu fıtrî donanım, insanın varlıkla olan irtibatını gösterir. O, boşuna yaratılmamıştır. Bu kadar duygunun, kabiliyetin, yeteneğin verilmesi; tesadüf değil, büyük bir maksadın işaretidir.

Bu açıdan insan, âlemin bir özeti gibidir. Adeta küçük bir kâinattır. Dış dünyadaki unsurların küçültülmüş misalleri onun ruhuna yerleştirilmiştir. Bütün bu potansiyeller, insanın niçin yaratıldığını, neye yönelmesi gerektiğini de fısıldar: Kâinattaki nizamı ve hikmeti çözmek, Hâlık’ını tanımak ve kulluk vazifesini idrak etmek.

Fakat bu potansiyel boşuna verilmemiştir. İnsan yalnızca alâkadar olmakla kalmaz; o ilgi, bir sorumluluğa dönüşür. Çünkü insan onlar için çalıştırılır, çalışır. Yani içindeki hisler, dışındaki dünya ile bir sorumluluk köprüsü kurar. Gördüğü her şeyde bir görev, bir anlam, bir ders vardır.

İnsanın fıtratı ile kâinatın dili aynıdır. O dili okuyabilen insan, hem kendini hem kâinatı tanır. Her yöneliş, Hakk’a bir yolculuktur; her alâka, bir ibadetin habercisidir.

Özet:

Bu makale, insanın fıtratındaki duygularla kâinattaki varlıklar arasındaki derin uyumu ele alır. Kâinatta ne varsa, onun numuneleri insanın iç dünyasında da bulunur. Bu dahili yankılar, insanı kâinatla derin bir alâkaya yöneltir ve ona büyük sorumluluklar yükler. İnsanın yaratılış gayesi, bu alâkanın farkında olup onu kulluk şuuruna dönüştürmektir.

 

 




Kelâmın Zirvesi: Kur’ân’a Erişilmez İ’caz

Kelâmın Zirvesi: Kur’ân’a Erişilmez İ’caz

“Eğer bütün cin ve insanın Kur’an’dan tereşşuh etmeyen bütün güzel sözleri toplansa yine Kur’an’ın mertebe-i kudsiyesine yetişip tanzir edemez.”
Sözler. 12. Söz

**********

İnsanlık tarihi boyunca nice büyük sözler söylenmiş, nice kelam ustaları sahneye çıkmıştır. Şairler, edipler, filozoflar; insan aklının ve duygusunun en parlak ifadelerini ortaya koymuştur. Ancak bu deniz gibi sözler dahi, Kur’ân’ın kudsî kaynağından süzülen bir damlaya bile denk olamamıştır. Zira Kur’ân, kelam-ı beşer değil, Kelâmullahtır; ilâhîdir, ezelîdir, sonsuz hikmetin bizzat kendisidir.

Bediüzzaman Hazretleri bu hakikati şöyle ifade eder:
“Eğer bütün cin ve insanın Kur’ân’dan tereşşuh etmeyen bütün güzel sözleri toplansa yine Kur’ân’ın mertebe-i kudsiyesine yetişip tanzir edemez.”
Bu ifade, Kur’ân’ın i’cazını (mu’cizevîliğini) sadece lafızda değil, mana ve hakikatte de zirveye taşıdığını gösterir. Çünkü Kur’ân yalnızca bir kitap değil; bir hidayet rehberi, bir hayat nizamı, bir ebediyet pusulasıdır.

Kur’ân’ın üslubu öyle özeldir ki, hem en sade akla hitap eder, hem en derin akılları hayran bırakır. Bir çocuk onun sesinde huzur bulur, bir âlim onda sonsuz anlam derinliği keşfeder. Onun kelimelerinde rahmetle yoğrulmuş bir kudret, hikmetle kuşatılmış bir ilim, merhametle konuşan bir adalet vardır.

Kur’ân’ın i’cazı, sadece lafzî güzellikte değil;

Gaybî haberlerinde,

İlahi sıfatları tanıtmada,

İnsan ve kâinat arasındaki hikmetli bağları açıklamada,

Ve özellikle insanın iç dünyasını, vicdanını ve ebed arzularını doyurmada zirvededir.

Nice filozoflar, nice düşünürler insanı tarif etmeye çalışmış; ama hiçbir tanım, Kur’ân’ın “O nefse ve onu düzgün bir biçimde yaratıp da sonra ona fücurunu ve takvasını ilham edene andolsun.” (Şems, 91/7-8) ayeti kadar derin olmamıştır.

Kur’ân, sadece “güzel bir sözler kitabı” değildir. O, en güzelin (Allah’ın) sözüdür. Bu yüzden onunla kıyaslanan her söz, yalnızca yansımadır; gökteki güneşe karşı eldeki fener gibidir. Güzellik adına ne varsa ya doğrudan Kur’ân’dandır ya da ondan tereşşuh etmiştir.

Makale Özeti:

Bu makalede, Kur’ân-ı Kerîm’in eşsizliği, yani i’caz yönü ifade edilmiştir. Bediüzzaman’ın ifadesiyle, bütün cin ve insin en güzel sözleri toplansa dahi, Kur’ân’ın kudsiyet mertebesine ulaşamayacağı anlatılmıştır. Kur’ân’ın yalnızca lafız değil, mana, hikmet ve rehberlik açısından da eşsiz bir kelam olduğu ve diğer tüm sözlerin ya ondan kaynaklandığı ya da onun gölgesinde kaldığı ifade edilmiştir.

 

 




Darbeci Zihniyetin Alnındaki Silinmeyen Leke ve Boynundaki Zillet Boyunduruğu

Darbeci Zihniyetin Alnındaki Silinmeyen Leke ve Boynundaki Zillet Boyunduruğu

Tarih, hak ile batılın, millet ile vesayetin, imanla inkârın bitmeyen mücadelesidir. Bu mücadelede kimi zaman ordular cephede savaşır, kimi zaman kalemler sahada yarışır, ama en sinsi olanı milletin öz evlâdı kılığına bürünüp, onun iradesine hançer vuran darbeci zihniyettir.

Darbecilik, sadece bir anayasa ihlali değildir; o, milletin iradesine karşı işlenmiş ağır bir cürümdür. Çünkü darbe, milletten değil, küresel vesayet odaklarından emir alır. Tankın paletleri halkın üzerine sürülürken aslında bağımsızlık çiğnenmekte, ümmetin geleceği zincire vurulmaktadır.

Her darbenin arkasında bir perde vardır. O perdede görünmeyen eller, içerideki işbirlikçileriyle birlikte sahne kurar. Gerekçeler değişir: Bazen “laiklik elden gidiyor”, bazen “irtica yükseliyor”, bazen “ülke bölünüyor”… Ama sonuç hiç değişmez: Millete pranga, İslam’a susturucu, adalete zincir.

Darbeci zihniyetin alnında “millet düşmanı” damgası vardır. Ne kadar süslenirse süslensin, hangi üniformayı giyerse giysin, hangi mahkemeyi kurarsa kursun, o damga silinmez. Zira bu leke, şehitlerin kanıyla kazınmış, mazlumların duasıyla mühürlenmiştir.

Ve boynunda bir boyunduruk taşır darbeci: Zilletin, korkaklığın ve güdümlülüğün boyunduruğu. O ne kendi başına karar alabilir, ne de özgürdür. Dış güçlerin talimatıyla milletin başına çöker, sonra kendi efendilerinden medet umar. Zulmünü “istikrar” diye pazarlarken, aslında sadece kuklalık eder.

Ama unuttukları bir hakikat var: Zilletle gelen iktidar, asla izzetle hükmedemez. Tankla gelenin sonu ya mahkemedir, ya mezar. Çünkü halk, sabreder ama unutmaz. Mazlum, ağlar ama lanet eder. Ve tarih, yazarken yanılmaz.

Bu milletin iradesi defalarca çiğnendi ama her seferinde yeniden ayağa kalktı. Çünkü bu topraklarda darbeciler geçici, ama milletin duası ve direnci ebedîdir.

Makale Özeti:

Bu makale, darbeci zihniyetin özünü ve karakterini deşifre etmektedir. Her darbenin aslında milletin iradesine ve İslamî değerlerine vurulmuş bir darbe olduğu ifade edilmekte; darbeci zihniyetin alnındaki silinmeyen “millet düşmanı” lekesi ve boynundaki “zillet boyunduruğu” anlatılmaktadır. Darbecilerin dış odaklara bağlı ve kendi halkına karşı zalim oldukları ifade edilmekte; tarih boyunca milletin sabırla direndiği, sonunda ise izzetin galip geldiği hatırlatılmaktadır. Makale, ibret alma, hafızayı diri tutma ve iradeye sahip çıkma çağrısıyla son bulmaktadır.

 




Fâniden Bâkiye: Sünnetle Sonsuzluğa Açılan Kapı

Fâniden Bâkiye: Sünnetle Sonsuzluğa Açılan Kapı

“Sünnet-i seniyeye tatbik-i amel etmekle bu fâni ömür, bâki meyveler verecek ve bir hayat-ı ebediyeye medar olacak olan faydalar elde edilir.

فَاٰمِنُوا بِاللّٰهِ وَرَسُولِهِ النَّبِىِّ الْاُمِّىِّ الَّذٖى يُؤْمِنُ بِاللّٰهِ وَكَلِمَاتِهٖ وَاتَّبِعُوهُ لَعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَ

fermanını dinle. Şeriat ve sünnet-i seniyenin ahkâmları içinde cilveleri intişar eden esma-i hüsnanın her bir isminin feyz-i tecellisine bir mazhar-ı câmi’ olmaya çalış.”
Sözler. 24. Söz.

**********

İnsan, fânidir; hayatı kısadır. Fakat bu kısa hayat, eğer doğru bir istikamete yönlendirilirse, sonsuz meyveler verebilir. İşte bu yönelişin en sağlam rehberi, sünnet-i seniyedir. Zira Efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v.), sadece bir din getirici değil, aynı zamanda o dini yaşayan ve yaşatan bir rehberdir. O’nun sünneti, hayatın en doğru biçimde nasıl yaşanacağının ilahî reçetesidir.

Bediüzzaman Hazretleri, 24. Söz’de bu noktaya şöyle temas eder:
“Sünnet-i seniyeye tatbik-i amel etmekle bu fâni ömür, bâki meyveler verecek ve ebedî hayata medar olacak faydalar temin edilir.”
Zira insanın ömrü sınırlıdır; fakat o ömür, Sünnet üzere yaşanırsa Allah’ın rızasına dönüşür. Her bir hareket, her bir ibadet, her bir edep, sıradanlıktan çıkar; ebedî sonuçlar doğuran amellere dönüşür.

Kur’ân da bu gerçeği açıkça bildirir:
“Allah’a ve O’nun ümmi Nebîsine iman edin, ona tabi olun ki hidayete eresiniz.” (A’râf, 158)
Burada, iman ile beraber ittiba, yani tâbi olma emrediliyor. Çünkü gerçek iman, sadece kalpte değil; amelde, ahlâkta ve yaşam tarzında da tezahür etmelidir. Bu tezahürün en belirgin şekli ise Sünnet-i Seniyeye ittibadır.

Sünnet, aynı zamanda Esma-i Hüsna’nın cilvelerine bir aynadır. Efendimiz’in hayatı, Allah’ın isimlerinin nasıl hayata yansıdığını gösteren bir canlı örnektir:

Rahman isminin merhametini,

Hakîm isminin hikmetini,

Adl isminin adaletini,

Kerîm isminin cömertliğini,
O’nun hayatında görmek mümkündür.

İşte bu yüzden, Sünnet-i Seniyeye ittiba eden kişi, Esma-i Hüsna’nın feyzine mazhar olur. Her bir ismin tecellisinden bir nasip alır. Böylece insan sadece bir ibadet eden değil, Allah’ın isimlerini yansıtan bir ayna olur.

Sünnet, kuru şekiller değil; canlı bir ruh, ilahî bir nur taşır. Onun her bir adımı, Allah’a yaklaştırır. Her bir adeti, ahiret için sermaye yapar. Böylece fani hayat, bâkiye dönüşür; ömür, ebediyete değer kazanır.

Makale Özeti:

Bu makale, sünnet-i seniyenin, fani ömrü ebedî meyveler veren bir hayata dönüştürdüğünü ifade etmektedir. Kur’an’daki emir doğrultusunda Hz. Peygamber’e tâbi olmanın hidayet vesilesi olduğu ifade edilirken, sünnetin aynı zamanda Esma-i Hüsna’nın tecellilerine ayna tuttuğu anlatılmıştır. Neticede sünnete uyan bir hayatın, Allah’ın rızasına erme yolunda en sağlam vesile olduğu belirtilmiştir.

 

 




Korkunun Lezzeti: Havfın Rahmete Açılan Kapısı

Korkunun Lezzeti: Havfın Rahmete Açılan Kapısı

“Evet, Hâlık-ı Zülcelal’inden havf etmek, onun rahmetinin şefkatine yol bulup iltica etmek demektir. Havf, bir kamçıdır; onun rahmetinin kucağına atar. Malûmdur ki bir valide, mesela, bir yavruyu korkutup sinesine celbediyor. O korku, o yavruya gayet lezzetlidir. Çünkü şefkat sinesine celbediyor. Halbuki bütün validelerin şefkatleri, rahmet-i İlahiyenin bir lem’asıdır.

   Demek, havfullahta bir azîm lezzet vardır. Madem havfullahın böyle lezzeti bulunsa muhabbetullahta ne kadar nihayetsiz lezzet bulunduğu malûm olur. Hem Allah’tan havf eden, başkaların kasavetli, belalı havfından kurtulur. Hem Allah hesabına olduğu için mahlukata ettiği muhabbet dahi firaklı, elemli olmuyor.”
Sözler. 24. Söz.

********

Korku, genelde kaçınılan bir duygudur. İnsan, korkudan huzursuz olur, tedirgin yaşar. Fakat “havf”, yani Allah’tan korkmak, öyle sıradan bir korku değildir. O, sahibini yıkan değil; inşa eden, daraltan değil; genişleten, ümitsizliğe atan değil; rahmete ulaştıran bir korkudur. İşte Bediüzzaman Said Nursî, 24. Söz’de bu havfın hikmetini veciz bir dille anlatır:
“Havf bir kamçıdır; onun rahmetinin kucağına atar.”

Tıpkı bir annenin, çocuğunu korkutarak şefkat sinesine çekmesi gibi, Allah’tan duyulan havf da kulun Rahman’a iltica etmesini sağlar. Bu yönüyle havf, içinde azîm bir lezzet barındırır. Zira insan, sınırsız kudretin sahibi olan bir Rabb’e sığınmakla en büyük güveni ve huzuru bulur. Zillet değil izzet kazanır. Aczini bilip O’na dayanmakla, korkularını yitirir.

Bediüzzaman’ın dikkat çektiği diğer bir nükte de şudur:
“Allah’tan havf eden, başkalarının kasavetli, belalı havfından kurtulur.”
Zira Allah’a yönelen kalpte, başkalarının tehdidi etkisiz kalır. Çünkü bilir ki, “Allah dilerse olur, dilemezse olmaz.” İnsanların tehditleri geçici, Allah’ın kudreti ise mutlak ve daimîdir. Bu hakikati idrak eden bir mü’min, zindanda bile hür; tehdit altında bile emniyettedir.

Ayrıca, Allah için sevilen her şey, firak ve hüsranla değil, rahmet ve merhametle değer kazanır. Sevgiye kutsiyet katar. Çünkü Allah hesabına olan muhabbet, faniliğin acısından korunur. Nitekim fânilere bağlanan kalpler, ayrılıkla kahrolur; ama Allah için sevilenler, ukbâda birleşeceği ümidiyle sabreder.

Sonuç olarak, havf ile rahmet, korku ile huzur, sığınmak ile izzet, sadece Allah’a yönelişte buluşur. Havfullah, bir bakıma kul olmanın en samimi ifadesidir. Ve bu hal, nihayetinde muhabbetullaha, yani en yüce sevgiye kapı aralar.

Makale Özeti:

Bu makalede, Bediüzzaman’ın 24. Söz’de ifade ettiği “havfullah” yani Allah’tan korkmanın, aslında bir rahmet kapısı olduğu ifade edilmiştir. Allah’a duyulan korkunun, kulda derin bir huzur ve lezzet doğurduğu, bu korkunun insanı başka korkulardan kurtardığı ve Allah adına edilen sevginin fânilik acısından azade olduğu anlatılmıştır. Neticede havf ve muhabbetin, Allah’a kullukta birleştiği ve en büyük güvenin, O’na sığınmakla elde edildiği ifade edilmiştir.

 

 




Gölgenin Ardındaki Efendi: İçimizdeki İngiliz ve Zihniyetin Köksüzlüğü

Gölgenin Ardındaki Efendi: İçimizdeki İngiliz ve Zihniyetin Köksüzlüğü

İçimizdeki İngiliz muhibleri ve yüz yıllık İngiliz hâkimiyeti ve buna içimizde hala kucak açmaya devam eden köksüz bir zihniyet.
Maruz kaldığımız İngiliz ihaneti.
Ne garip değil mi?
İstanbul’u işgal eden İngiliz hiç bir mukavemet görmediği halde, İstanbul’dan askerini çekmiştir.
Neyin karşılığında?
Verilmiş bir söz mü var?
Sayın Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, 2016 yılında yaptığı bir konuşmada “Bizim tarihimizi İngiliz’ler yazdı.” demişti.
Bu bir şeyler değil aslında çok şeyler ifade etmiyor mu?

********

Tarih, sadece yaşanmışlıkların değil; aynı zamanda zihniyetlerin kaydıdır. Bir milletin başına gelen felâketler, çoğu zaman dış düşmanlardan ziyade içerdeki muhibler, yani işbirlikçiler eliyle hazırlanır. Osmanlı’nın son asırlarında da böyle olmuş, dışarıdan gelen İngiliz politikası, içeride kendine zemin bulmuş; hatta dost edinilmiştir. Ne gariptir ki, hâlâ o zihniyet, farklı suretlerde aramızda yaşamaya devam etmektedir.

İngilizler, sadece bir işgal gücü olarak İstanbul’a gelmediler. Aynı zamanda bir fikir, bir nüfuz, bir düzen olarak da geldiler. Kalplere “medeniyet” süsüyle girdiler; akıllara “ilerleme” kisvesiyle yerleştiler. İhanetleriyle topraklarımızı parçalayarak giderken, geride bir miras bıraktılar: Köksüzlük ve kimliksizlik.

1918’de hiçbir mukavemet görmeden İstanbul’u işgal eden İngiliz, 1923’e varmadan askerini çekti. Savaşsız işgal, savaşsız terk… Neden? Verilen söz neydi? Hangi mutabakatla çekildi? Görünmeyen masalarda kimler neyin sözünü verdi? Bu sorular hâlâ tarihin loş raflarında bekliyor.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 2016’daki o çarpıcı sözü, meselenin derinliğine işaret ediyor:
“Bizim tarihimizi İngilizler yazdı.”
Bu sadece bir itiraf değil, bir uyarı çağrısıdır. Çünkü tarihi başkası yazarsa, geleceği de o çizer. Tarihi başkası yazarsa, sen onun figüranı olursun, özne değil.

İngiliz aklı; doğrudan işgal etmez, içeriden çürütür. Kimi kalemle, kimi ilimle, kimi müzikle, kimi diplomasiyle; ama en çok da “aydın” etiketiyle. Zihinleri teslim alır, sonra bedenin direnişi zaten çözülür. Bu yüzden, İngiliz’in askerî varlığı gitmiş olabilir; ama bıraktığı zihni miras, hâlâ aramızdadır:

İnançsızlığı özgürlük sanan,

Batıyı üstün gören,

Kendi milletini horlayan,

Geçmişini aşağılayıp, geleceğini Batı’ya bağlayan…

Bu zihniyet köksüzdür. Çünkü bir millete aidiyet duymaz. Ruhu işgale uğramış bu zihniyet, hâlâ medya, akademi ve siyasette çeşitli kisvelerle yaşamaktadır. Asıl işgalin zihinlerde, yüreklerde olduğunu anlamadıkça da bu esaret sürer.

Bu topraklar, Bedir’den gelen bir ruhu taşıyor. Ama bu ruhu unutturmak isteyen bir akılla yüz yüzeyiz. O ruhu yeniden diriltmenin yolu; ihanetin tarihini bilmekten, dostla düşmanı ayırmaktan ve zihinsel işgale dur demekten geçiyor.

Makale Özeti:

Bu makale, İngiliz işgalinin sadece askerî değil, zihnî ve kültürel boyutlarıyla sürdüğünü; işgal sonrası geride bırakılan İngiliz muhipliği ve köksüz bir zihniyetin bugün hâlâ etkili olduğunu ifade etmektedir. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Tarihimizi İngilizler yazdı” sözünden hareketle, zihinsel bağımsızlığın gerekliliği ele alınmış, gerçek özgürlüğün içerden başlaması gerektiği ifade edilmiştir.

 




27 Mayıs 1960: Millete Vurulan Darbe, Vicdana Saplanan Hançer

27 Mayıs 1960: Millete Vurulan Darbe, Vicdana Saplanan Hançer

Tarih, kimi zaman bir milletin alnına yazılmış utanç vesikası, kimi zaman da sabır ve direnişin şeref madalyasıdır. 27 Mayıs 1960, bu topraklarda demokrasinin çığlığına sıkılan ilk kurşunlardan biridir. O gün tanklar sadece yolları değil, milletin iradesini ezdi. Kurulan darağaçları yalnızca bedenleri değil, bir milletin hukuk ve adalet inancını sallandırdı.

Darbe; sadece bir hükümeti devirmek değil, milletin kaderine el koymaktır. Seçilmiş bir Başbakan’ın, Adnan Menderes’in idamı, yalnız bir şahsın değil, bu milletin umudunun idamıdır. Çünkü Menderes, sadece siyasi bir figür değildi. O, ezanları aslına döndüren, halkla devlet arasındaki uçurumu kapatmaya çalışan, Anadolu insanının duasını almış bir liderdi.

Darbe yapanlar “ilericilik” kisvesiyle geldiler ama geride bıraktıkları sadece vesayet, korku ve yasaklardı. “Hukukun üstünlüğü” dediler ama kurdukları mahkemeler hukukun celladı oldu. “Demokrasi” dediler ama susturdukları sandıktan milletin değil, cuntanın sesi çıktı.

27 Mayıs’ta sadece bir hükümet değil, milletin değerleri yargılandı. Ezana dönüş, dinî eğitimin yeniden canlanması, halkın kimliğine sahip çıkan politikalar… İşte bütün bunlar hedef alındı. Çünkü mesele sadece bir iktidar değil, İslâmî kimliğin toplumdaki yeriydi.

Bu darbe, bir uyanışa da sebep oldu aslında. Millet gördü ki; iradesine sahip çıkmazsa, başına konan taç her an alınabilir. Bugün hâlâ o ruhun izlerini taşıyoruz. Hâlâ cuntacı zihniyetin gölgesi düşse de sandığın üzerine, milletin vicdanı onu reddetmeyi öğrenmiştir.

Unutmayalım: Adnan Menderes’in “Yeter! Söz milletindir” haykırışı, sadece bir seçim sloganı değil; bu milletin kaderiyle yüzleşmesinin sembolüdür. O haykırış, tanklara karşı taşla durmanın, vesayete karşı sabırla direnmenin adıdır.

27 Mayıs bir darbe değil, bir kırılmadır.
Bir iktidar değişimi değil, bir haysiyet sınavıdır.

Ve bu sınavda millet, acıyla yoğrulmuş olsa da, sonunda iradesine sahip çıkmayı öğrenmiştir.

Makale Özeti:

Bu makale, 27 Mayıs 1960 askeri darbesini sadece siyasi bir olay değil, milletin iradesine, değerlerine ve hafızasına karşı yapılmış bir müdahale olarak değerlendirmektedir. Adnan Menderes’in şahsında halkın inancı, kimliği ve ezan gibi manevi kazanımları hedef alınmıştır. Darbenin hukuki değil, vesayetçi bir anlayışla yapıldığı anlatılmakta; bunun milletin uyanışına ve irade bilincine nasıl katkıda bulunduğu belirtilmektedir. Makale, geçmişten ibret alarak milletin iradesine sahip çıkması gerektiği mesajıyla sona ermektedir.

 




Geciken Adalet: İlâhî Erteleyişin Ardındaki Sır

Geciken Adalet: İlâhî Erteleyişin Ardındaki Sır

“Sakın, Allah’ı zalimlerin yaptıklarından habersiz sanma! O sadece, onların işini bir güne erteliyor ki, o gün gözler dehşetten dışarı fırlamış;
Başları yukarıya kalkık, bakışları bir noktaya sabitlenmiş, zihinleri bomboş kalmış olarak toplanma yerine koşarlar.” İbrâhîm Suresi
İbrâhîm Suresi – 42-43 .
İnkarcısı, zalimi, münafıkı, arsızı, hırsızı, aldatıp kandıranı, fâsıkı faciri, vs her türlü günahı ve zulmu işleyen kimse; Sakın, Allah’ı zalimlerin yaptıklarından habersiz sanma-sın-!

*********

Dünya hayatı, bir imtihan sahnesidir. Bu sahnede, kimi hak ile kimi batıl ile görünür. Kimi mazlum olur, kimi zalim. Kimi ihlasla yaşar, kimi hile ile geçinir. Ve bazen de akıllar şu sualle çalkalanır: “Neden kötüler kazanıyor gibi? Neden zalimler dilediğini yapabiliyor? Neden Allah müdahale etmiyor?”

İşte bu sorulara Rabbimiz, İbrâhîm Suresi’nin 42. ve 43. ayetleriyle cevap verir:
“Sakın Allah’ı zalimlerin yaptıklarından habersiz sanma!”

Bu açık uyarı, bir teselli değil; bir ikazdır. İlâhî adalet, beşerî adalet gibi aceleci değildir. Çünkü Allah, her şeyi en doğru zamanda yapar. Zulme göz yumar gibi görünmesi, adaleti geciktirmesi değil; imtihanı tamamlaması içindir. Zira, her kulun defteri ancak son nefesle kapanır. Kimi zaman Allah, bir zalime mühlet verir, çünkü onun zulmü artsın ki, cezası da artsın. Zulmüyle insanlık içinde rezil olsun ki, ilâhî adaletin mutlaklığı daha net anlaşılsın.

Zalim, mazlumu ezdiğinde sessiz kalan gökyüzü, suskun değildir. Toprak, içine alınan mazlumun feryadını kaydeder. Melekler, her ahı not eder. Her gözyaşı, ilâhî terazide tartılır. Ve o büyük gün yaklaştığında, ayette tasvir edildiği gibi:
“O gün gözler dehşetten dışarı fırlamış…” olacak. Başlar yukarı kalkacak, sanki adaletin geleceği gökyüzüne kilitlenecek. Bakışlar donacak, diller tutulacak. Çünkü o gün, söz değil; hesap konuşacak.

Bu dünyada günahkârın sırtı kalın, cüzdanı dolu olabilir. Aldatan kazançlı, dürüst zararda görünebilir. Ama unutulmamalıdır ki, Allah adildir. Ve O’nun adaleti, bazen hemen değil, tam zamanında gelir.

İnsan, bir filme ortasından bakıp sonunu bilmeden yorum yaparsa yanılır. Dünya da bir filmdir. Allah, bu filmin hem yönetmeni hem hakemi hem de seyircisidir. Her şeyin en doğrusunu O bilir ve her hesabı tastamam görecektir. Çünkü Allah’ın adaleti, ertelenmiş ama asla unutulmamış bir hakikattir.

Makale Özeti:

İbrâhîm Suresi 42-43. ayetlerinden hareketle kaleme alınan bu makalede, ilâhî adaletin gecikiyor gibi görünmesinin bir aldanış olduğu, Allah’ın zalimleri mühletle imtihan ettiği ve adaletin kıyamet günü tastamam yerini bulacağı anlatılmıştır. Mazlumun duasının cevapsız kalmadığı, her şeyin kaydedildiği ve nihai hesap gününde tüm gözlerin dehşetle açılacağı bir sahnede, Allah’ın hükmünün mutlak ve adaletinin kusursuz olduğu anlatılmıştır.

 

 




O Nur Olmazsa Her Şey Hiçtir: Kâinatın Manasını Aydınlatan Işık

O Nur Olmazsa Her Şey Hiçtir: Kâinatın Manasını Aydınlatan Işık

“Demek, o nur olmazsa kâinat da insan da hattâ her şey dahi hiçe iner. Evet, elbette böyle bedî’ bir kâinatta, böyle bir zat lâzımdır. Yoksa kâinat ve eflâk olmamalıdır.”
Sözler. 19. Söz.

*********

İnsan, gözünü kâinata çevirdiğinde harikulade bir düzen, ihtişamlı bir sanat ve ölçülü bir güzellik görür. Fakat bu muazzam manzara, yalnızca maddeyle açıklanmaya çalışıldığında, manasız, sönük ve ruhsuz kalır. Tıpkı güneşsiz bir âlem gibi… Çünkü “o nur olmazsa, kâinat da, insan da, hattâ her şey dahi hiçe iner.”

Bu nur; iman nurudur, marifet nurudur, Habibullah’ın (asm) getirdiği nurdur. O nur sayesinde eşyaya mana yüklenir, mevcudatın dili çözülür, varlıkların arkasındaki kudret eli görünür hâle gelir. Aksi hâlde, bu sanatlı kâinatın sessizliği ürkütücü, manasızlığı ise kahredici olur.

Zira bir ressamın imzası olmayan tablo, rastgele çizilmiş bir karalamaya döner. Bir kitabın yazarı bilinmezse, içindeki mânâ da okunmaz. İşte bu kâinat kitabının da bir yazarı vardır ve o yazar bilinmedikçe, sayfaları yalnızca şekilden ibaret kalır.

Bediüzzaman, bu satırla insanın ve varlığın gerçek değerinin, “O Nur”la ortaya çıktığını ifade eder. O nur yoksa, insanın aklı da, kalbi de, duyguları da hedefsizdir. Kâinat bir mezar, dünya bir zindan olur. Çünkü anlamın kaynağı, o nurdur. O nur, bütün varlığa ruh gibidir.
Tıpkı güneş ve ışık olmadığında, her şeyin karanlıkta kalması gibi.

Peygamber Efendimiz (asm) bu nurun temsilcisidir. O, kâinata gözlük takar gibi bir mana merceği takmıştır. O nurla eşyaya bakıldığında, dağlar tesbih eder, denizler şahit olur, ağaçlar secde eder, gökler mektup gibi okunur hâle gelir.

Eğer o nur inkâr edilirse, gökyüzünün yıldızları tesadüfün kör karanlığına mahkûm olur. İnsan, akılsız bir hayvan gibi doğar, yaşar ve yok olur. Hayat, manasını kaybeder. Ölüm, ebedî bir yokluk çukuru olur. Oysa o nurla bakıldığında, ölüm bir vuslata dönüşür, hayat bir imtihan sahası olur, her şeyin arkasında bir hikmet, bir rahmet parıldar.

Bu yüzden Bediüzzaman, şu hükmü verir:
“Böyle bedî’ bir kâinatta, böyle bir zat lâzımdır. Yoksa kâinat ve eflâk olmamalıdır.”
Yani bu kâinatın büyüklüğü, güzelliği ve sanatı, onu tarif eden, açıklayan, anlamlandıran bir rehberin varlığını zaruri kılar. O olmazsa, kâinat da olmaz gibi olur; çünkü anlamını kaybeder.

Özet:

Bu makale, kâinatın anlam ve değerinin ancak iman ve nübüvvet nuru ile anlaşılabileceğini anlatır. Peygamber Efendimiz’in (asm) getirdiği nur, varlığın manasını aydınlatan bir ışık gibidir. O nur olmazsa, insan da kâinat da manasızlığa düşer. O nurla ise her şey hikmetli, ruhlu ve ebediyet yolculuğuna dâhil olur.

 

 




Fâniden Bâkîye: Nefsin Feryadı, Kalbin İtirafı

Fâniden Bâkîye: Nefsin Feryadı, Kalbin İtirafı

“Ey nefsim! Kalbim gibi ağla ve bağır ve de ki:

   “Fâniyim, fâni olanı istemem. 

   Âcizim, âciz olanı istemem. 

   Ruhumu Rahman’a teslim eyledim, gayr istemem. 

   İsterim fakat bir yâr-ı bâki isterim. 

   Zerreyim fakat bir şems-i sermed isterim. 

   Hiç-ender hiçim fakat bu mevcudatı umumen isterim.”
Sözler. 17. Soz

***********

İnsan, zıtlıklarla yoğrulmuş bir varlıktır. Hem hiçtir, hem her şeyi ister. Hem zayıftır, hem sonsuzluk arzular. Hem ölümlüdür, hem ebedî bir sevgiye muhtaçtır. Bu derin çelişkiler arasında yalpalarken, bir ses gelir kalbin en kuytusundan: “Fâniyim, fâni olanı istemem…”

Bu feryat, hakikatin sesidir. Çünkü fâni olan, kalbe huzur veremez. Fâninin peşinde koşan bir nefis, sonunda yorgun, kırık ve boş kalır. Oysa nefsin asıl gayesi, kendinden büyük ve bâkî olanı bulmaktır. Çünkü o, Rabbini aramak için yaratılmıştır.

“Âcizim, âciz olanı istemem.”
Ne kadar da isabetli bir ikrar… Çünkü insanın yardıma ihtiyacı vardır. Fakat aynı kendisi gibi aciz olanlardan medet umar. Onlar da dertlidir, onlar da yolunu aramaktadır. Gerçek güç, sonsuz kudret sahibine yönelmekte saklıdır. Aciz, ancak Kadîr’e sığınırsa rahat eder.

“Ruhumu Rahman’a teslim eyledim, gayr istemem.”
Teslimiyet, hakikî huzurun kapısıdır. Bu dünyada hiçbir şey insana tam bir güven vermez. Kalpler, ancak Allah’ın zikriyle mutmain olur. Rahman’a teslim olmak, belirsizliklerden emin olmaktır. Nefsin en büyük tesellisi, bu teslimiyetin derinliğinde gizlidir.

“İsterim fakat bir yâr-ı bâki isterim.”
Sevgi, insanın özüdür. Ancak bu sevgi, fâni sevgililerle tatmin olmaz. Zira onlar bir gün elden gider. Kalıcı bir dost, ayrılığı olmayan bir sevgili lazımdır: O da ancak Cenâb-ı Hak’tır. Bâkî olmayan yâr, kalbe yük olur.

“Zerreyim fakat bir şems-i sermed isterim.”
Kendini bir zerre gibi hisseden insan, o zerrenin içinde güneşe yönelme arzusunu taşır. Çünkü o zerrede sonsuzluk tohumu vardır. Bu sonsuzluk arzusunu tatmin edecek tek güneş, Şems-i Sermed, yani ebedî olan Allah’tır.

“Hiç-ender hiçim fakat bu mevcudatı umumen isterim.”
İnsan, yaratılışı itibarıyla hiçtir. Ama öyle bir kabiliyeti vardır ki, koca kâinatı kucaklamak ister. Bu istek, insanın içindeki sonsuzluk cevherinin bir göstergesidir. Bu da gösterir ki, insanın hakikî istikameti Allah’a yönelmedir.

Bu feryat, aslında insanın iç dünyasındaki derin bir dönüşümün ilanıdır. Nefsin gafletten uyanışı, kalbin teslimiyeti ve ruhun istikametiyle birleşir. Artık insan, kendini değil, Rabbini ister. Fânileri değil, Bâkî olanı talep eder.

Özet:

Bu makale, insanın zayıflığı ve fâniliği karşısında sadece Allah’a yönelerek huzur bulabileceğini işler. Nefsin kalb ile yaptığı bu iç konuşma, aslında yaratılış hikmetini anlamış bir insanın yakarışıdır. Fâniye yönelen nefis, sonunda acizliğini kabul eder ve bâkî olan Rabbine yönelir. Bu yöneliş, hakikî kulluğun ve gerçek saadetin kapısını aralar.

 




Perde Arkasındaki El: Darbelerde Mason Eli ve Milletin Kırılan İradesi

Perde Arkasındaki El: Darbelerde Mason Eli ve Milletin Kırılan İradesi

27 Mayıs 1960…
Milletin hür iradesine ilk baltanın vurulduğu, gölgelerin iktidara yürüdüğü o kara gün. Sandıkla gelen bir hükümet, tankla indirildi. Demokrasinin mezar taşı dikildi; merhum Adnan Menderes ve arkadaşları darağaçlarında milletin gözünün içine bakarak şehit edildi. Ama bu sadece bir darbe değildi. Bu, uzun vadeli bir planın, derin ve karanlık bir projenin sahneye çıkışıydı.

Darbe yapan ellerin arkasında görünmeyen bir akıl vardı: Masonik yapılar.
Bu yapılar, sadece bir ideoloji değil; bin yıllık medeniyet düşmanlığının örgütlü şeklidir. Dinle, milletle, mukaddesatla kavgalı olan bu yapılar; her darbede perde arkasındaydı. Loca üyeleri, batı hayranları, halktan kopuk elitler…

27 Mayıs, masonların devlete nüfuz ettiği en kritik virajlardan biridir. Darbenin mimarları arasında mason localarına kayıtlı generaller, akademisyenler ve bürokratlar vardı. Amaç, halkın inanç temelli yükselişini durdurmak; batıcı, seküler bir düzeni tahkim etmekti. Ve bu sadece bir başlangıçtı.

12 Mart 1971…
12 Eylül 1980…
28 Şubat 1997…
Ve hatta 15 Temmuz 2016…

Hepsinde aynı iz vardı:
Halktan değil, locadan emir alan bir zihin yapısı.

Masonluk, sadece bir dernek değil; bir zihniyettir. “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” ilkesine karşı, “hâkimiyet kayıtsız şartsız bizdedir” sapkınlığının örgütlü hâlidir. Batıdan ithal bir din, aklı ilahlaştıran, vahyi dışlayan bir sapma…

Her darbeyle milletin ruh kökleri kesilmeye çalışıldı. İmam Hatipler hedef alındı, Kur’an kursları kapatıldı, başörtüsü yasaklandı, inanç küçümsendi, ahlak alaya alındı. Amaç, toplumun İslam’la bağını koparmak, milletin çocuklarını mankurtlaştırmaktı.

Ancak unuttukları bir şey vardı:
Bu milletin mayasında tevhit vardı.
Secdeyle yoğrulmuş alınlar, hiçbir locaya eğilmezdi.

Bugün hâlâ o karanlık odaklar, farklı kisvelerle varlıklarını sürdürüyor. Ama millet artık uyanık. Tarihini okuyor, dostu düşmanı tanıyor, darbe virüsünü kodlarından ayıklamaya kararlı.

Çünkü artık biliyoruz:
Her darbenin ardında sadece tanklar değil; loja mühürlü karanlık planlar vardır.
Ve her ihanete karşı, imanla dirilen bir millet vardır.

Makale Özeti:

Bu makale, 27 Mayıs 1960 darbesiyle başlayıp sonraki darbelerde de devam eden masonik yapıların etkisini ele almaktadır. Masonların halktan kopuk, batıcı ve vesayetçi zihniyetle darbeleri desteklediği ve yönlendirdiği anlatılmaktadır. İnanç, ahlak ve millet değerlerine savaş açan bu yapılar; milletin imanî direnciyle karşılaşmış ve tarihin çöplüğüne gömülmeye başlamıştır. Makale, uyanış çağrısı ve tarihî farkındalıkla sona ermektedir.

 

 




Çığlıklar Arşa Yükselirken: Sessizliğin Suça Ortaklığı

Çığlıklar Arşa Yükselirken: Sessizliğin Suça Ortaklığı

“İşgal ordusu bir evden 19 kişiyi öldürdü.
Katiller, Gazze Şeridi’nin kuzeyindeki Cibaliye el-Beled bölgesinde bir evde 19 Filistinliyi katletti, çok sayıda kişiyi yaraladı.
Soykırımcı 7 günde 10 hastaneyi vurdu.
İsrail, geçen hafta boyunca Gazze Şeridi’nde en az 10 hastane ve kliniğe saldırı düzenledi. Bölgede halihazırda yaklaşık 400 bin kişi tıbbi hizmete ulaşamıyor.
Bu alçak katiller yok edilmeden insanlığa huzur yok: Çocukları diri diri yaktı.
İsrail, Gazze’de kıyı şeridinin kuzeyinde, yerinden edilmiş Filistinlilerin sığındığı Fehmi el-Cercavi Okulu’nda 18’i çocuk en az 36 kişiyi yaktı. Kömürleşmiş bedenlerin arasında insanların çığlıkları arşa yükseldi. Son 48 saatte Gazze’ye 200 kez saldırdığını adeta övünerek açıklayan terör devleti 7 Ekim 2023’ten bu yana 53 bin 977 Filistinliyi şehit etti.
Susanlar katliama ortaktır: İslam İşbirliği Teşkilatı’nın harekete geçmesi için Gazze’de daha kaç çocuk ölmeli?”(İktibas)

************

Gazze’de bir çocuk daha yandığında dünya biraz daha karardı. Bir anne daha evladının parçalanmış bedenini toplarken insanlık biraz daha öldü. Bir hastane daha vurulduğunda merhamet, yeryüzünden gökyüzüne hicret etti.

Artık sayı vermeye gerek yok. 1, 10, 100, 1000, 50 bin… Rakamlardan ibaret değil bu acı. Her biri bir ömür, bir dua, bir tebessüm, bir umut… Her biri bir çocuk, bir anne, bir aile…

İsrail, insanlığı yaktı. Fehmi el-Cercavi Okulu’nda 18’i çocuk olmak üzere onlarca masumu yakarak küle çevirdi. Hastaneleri hedef aldı, yaralıların son umutlarını yok etti. Evleri başlarına yıktı, yeryüzünü çocuk mezarlığına çevirdi. Bu bir savaş değil; bu, soykırımın canlı yayınıdır.

Peki ya İslam âlemi? Peki ya İslam İşbirliği Teşkilatı? Adı “İslam”, fiili “suskunluk” olan bu yapılar daha kaç çocuk cesedi görmeli? Daha kaç cami, daha kaç yetimhane, daha kaç okul yıkılmalı? Hangi “kırmızı çizgi” aşıldıktan sonra harekete geçecekler?

Zulme sessiz kalan dilsiz şeytandır.
Zulme tepki vermeyen kurumlar, sadece acziyet içinde değil; ahlakî çöküşün de temsilcileridir. İsrail’in bombaları kadar tehlikelidir bu suskunluk. Çünkü zulmün devamı, sessizliğin gölgesinde mümkün olur.

Unutulmasın:
Firavun kadar suçlu, Musa’yı yalnız bırakanlardır.
Yezid kadar zalim, Hüseyin’in feryadına kulak tıkayanlardır.

Gazze’de çocuklar diri diri yakılırken, dünyanın başkentlerinde ekonomi zirveleri, futbol şampiyonaları, lüks sofralar sürüyor. Medeniyet dedikleri şeyin içi boş, kalbi taş, vicdanı yok. Ama bu ümmetin vicdanı hâlâ yaşıyor. Mazlumların duası hâlâ semaya yükseliyor.

Şimdi karar zamanı:
Ya bu zulme sessiz kalarak insanlık makamından düşeceğiz…
Ya da bu ateşe rağmen doğrulup, “Yeter!” diyeceğiz.

Çünkü bu alçaklığı dur demeden insanlığa huzur yok.

Makale Özeti:

Bu makale, İsrail’in Gazze’de yürüttüğü sistematik soykırımı ve özellikle sivilleri, çocukları hedef alarak insanlık suçu işlediğini ifade etmektedir. Aynı zamanda İslam dünyasının ve uluslararası kurumların sessizliği eleştirilmekte; bu suskunluğun zulme ortaklık anlamına geldiği belirtilmektedir. Makale, hem vicdanî bir çağrı hem de ümmetin sorumluluğunu hatırlatan güçlü bir haykırışla sona ermektedir.

 




Kirli ve hainane bir ittifak.

Kirli ve hainane bir ittifak.

“Gazzeli araştırmacı İslam Nebil “DEAŞ, özünde farklı istihbarat örgütlerinin ortak projesidir ve 2013 yılından bu yana İsrail’le birlikte çalışıyorlar. Bir dönem Suriye’deki DEAŞ teröristleri İsrail hastanelerinde tedavi edilmişti. Yine Sina operasyonunda MOSSAD yüzlerce teröristi bölgeye taşımıştı. Şimdi Gazze’de yağma faaliyetlerinin sistematik hâle getirilmesi ve bölgenin boşaltılması konusunda ittifak hâlindeler” dedi.”

“ABD’de Cumhuriyetçi Parti’nin Başkan Adayı Donald Trump, Başkan Barack Obama’yı “IŞİD’in kurucusu”, Demokrat Parti’nin Adayı rakibi Hillary Clinton’ı da “IŞİD’in kurucu ortağı” diye tanımladı.”

ABD’nin Ankara’daki yeni büyükelçisi Tom Barrack, “Batı, bir asır önce haritalar, manda yönetimleri, çizilmiş sınırlar ve yabancı yönetimler dayattı. Sykes-Picot Suriye’yi ve daha geniş bir bölgeyi barış için değil emperyal kazanç için böldü. Bu hata nesillere mal oldu. Bunu bir daha yapmayacağız. Kaynak: ABD’nin Ankara Büyükelçisi: Ortadoğuyu barış için değil emperyal kazanç için böldük.” dedi.

**********

Kirli ve Hainane Bir İttifak: Maskelerin Düştüğü Yer Gazze

Tarih, sadece geçmişin muhasebesi değil, geleceğin pusulasıdır. Bugün Gazze’de yaşananlar, sadece bir savaş değil; insanlık vicdanının sınandığı, hak ile batılın cephe cephe çarpıştığı bir sahnedir. Ancak bu sahnede perde arkasında oynayan figürler, görünen aktörlerden daha belirleyicidir.

İslam Nebil’in ifşaatları bu perde arkasına ışık tutuyor: DEAŞ, istihbarat laboratuvarlarında üretilmiş, coğrafyamıza sürülmüş bir fitne virüsüdür. Özünde “İslâm”ı temsil ettiğini iddia eden ama İslâm’a en büyük zararı veren bir sahte oluşumdur. Bu yapının İsrail’le kol kola, ABD planlarıyla paralel yürüdüğü artık sır olmaktan çıkmıştır. Suriye’de tedavi edilen DEAŞ militanları, Sina’ya taşınan teröristler, Gazze’de sistematik yağmalar… Bunlar artık sadece komplo teorisi değil, belgelenmiş gerçeklerdir.

Donald Trump’ın, Obama ve Clinton’a yönelik “DEAŞ’in kurucuları” ithamı ise emperyal planların bizzat kendi dillerinden dökülen bir itirafıdır. Kendi oluşturdukları terörü kendi elleriyle yöneten bir üst akıl… Kanla, kaosla beslenen bir çıkar düzeni…

Ve ABD’nin yeni Ankara büyükelçisinin “Sykes-Picot bir hataydı” açıklaması… Bu sözler, bir özeleştiri gibi görünse de, aslında yeni bir harita planının ön bildirimi olabilir. Zira Sykes-Picot’tan bugüne coğrafyamızda barışa değil parçalanmaya, özgürlüğe değil kukla rejimlere yatırım yapıldı. Şimdi o planın raf ömrü bitti, yeni bir versiyonla aynı oyun sahneye konulmak isteniyor.

Ama bu sefer sahne Gazze. Bu sefer hedef sadece toprak değil, hafızadır. Bu sefer parçalanmak istenen sadece sınırlar değil, ümmetin ruhudur.

Ancak unuttukları bir şey var: Gazze düşmedi, teslim olmadı, satılmadı. Bir avuç inanan, bir dünya ordusuna karşı hâlâ direnişin onurunu taşıyor. Zira Gazze sadece coğrafya değil; bir direniş bilinci, bir İslâm şuurudur.

Bu çağın Sykes-Picot’ları, artık kalemle değil silahla, haritayla değil medya operasyonlarıyla çalışıyor. DEAŞ gibi yapılar, bir milletin değil, küresel sistemin lejyonerleridir. Ve bu oyun, ümmetin ferasetiyle bozulacaktır. Yeter ki tarih okunmayı, hakikat görülmeyi beklemesin.

Artık uyanmak, görmek ve ses vermek zamanıdır.

Makale Özeti:

Bu makale, DEAŞ’in istihbarat destekli bir proje olduğunu, İsrail ve ABD’nin bu yapıyla doğrudan ya da dolaylı şekilde ilişkili olduğunu göstermekte; Suriye, Gazze ve Sina’daki olayların bu açıdan değerlendirilmesi gerektiğini ortaya koymaktadır. Trump’ın “DEAŞ’in kurucuları” olarak Obama ve Clinton’ı suçlaması, ABD’nin bu örgüt üzerindeki rolünü açığa çıkarmaktadır. ABD büyükelçisinin “Sykes-Picot bir hataydı” sözü ise yeni emperyal planların habercisidir. Ancak Gazze direnişi, bu kirli planlara karşı hâlâ insanlık onurunu temsil etmektedir. Makale, ümmeti uyanışa, basiret ve ferasete davet etmektedir.

 




BAŞLIKSIZ HESAPLAR: KADER VE LEVH-İ MAHFUZ’UN DERİN SIRRI

BAŞLIKSIZ HESAPLAR: KADER VE LEVH-İ MAHFUZ’UN DERİN SIRRI

Allah’ın her şeyi sevkinde bir değil,bir çok bildiği şey var.
İşte kader bildiği o bir çok şey ve ondaki bütünlüktür.
Ezel ve ebed boyutlu.
Her şeyi kuşatan ilmi ilahi.
Hesaplar üstü hesap.
Kitaplar üstü Kitap.
Levh-i Mahfuz.

*******

İnsan, hayatın içinde her gün bir plan yapar. Sabah kalkınca gününü organize eder, önüne bakar, ihtimalleri düşünür, tedbir alır. Ama ne kadar hesaplasa da çoğu zaman işler umduğu gibi gitmez. Çünkü insan, sınırlı bilgisiyle sadece zahire göre hükmeder. Oysa görünmeyen, hesaplanamayan, “başlıksız” bir hesap daha vardır: Kaderin hesabı. Ve o hesap, Kitaplar üstü bir Kitap’ta yazılıdır: Levh-i Mahfuz’da.

Allah’ın ilmi, zamanın dışındadır. Biz geçmiş, şimdi ve gelecek deriz; Allah içinse her an “bir”dir. O, ezelden ebede kadar her şeyi bir anda kuşatır. Yani Allah, sadece bir şeyi değil, bir şeyin bütün ihtimallerini bilir. Bir yolun değil, yolun kenarındaki dikenleri, gölgesindeki kuşu, toprak altındaki karıncayı ve hepsinin neticesini bilir. Ve işte kader, Allah’ın bu kuşatıcı ilminin yansımasıdır. Kader, sadece olmuşun değil, olsaydı ne olurdu’nun da ilmidir.

İnsan bazen sorar: “Benim başıma bu neden geldi?” Oysa o olay, sadece senin değil, senden sonra doğacak torununun bile duasına bağlı bir zincirin halkasıdır. Kader, sadece bir kişinin değil, milyarlarca kişinin dualarını, niyetlerini, sınavlarını, ahiret sonuçlarını bir arada hesaplayan bir sistemdir. Bu nedenle bizim “küçük” gördüğümüz bir olay, Allah katında çok daha büyük bir hakikatin düğüm noktası olabilir.

İşte bu noktada Levh-i Mahfuz devreye girer. Levh-i Mahfuz, Allah’ın her şeyi kuşatan ilmidir. Sadece geçmişi ve geleceği değil, bütün ihtimalleri içinde taşıyan ilahi bir kayıt defteridir. Bu defterde silinme, unutulma, karışıklık yoktur. Her şey, olması gereken yerde, olması gereken şekilde kayıtlıdır. Ve her sevk, her yönlendirme bu büyük planın bir parçasıdır.

Kimi zaman “kötü” dediğimiz şeyler, bizim dar bakış açımızla kötü görünür. Oysa kaderin sayfası tam açıldığında, o olayın ardında nice hayırlar saklı olduğu görülür. Karanlık görünen bir gecenin sabahı gibi… İşte bu yüzden teslimiyet, sadece tevekkül değil, aynı zamanda Allah’ın sonsuz ilmine güvenmektir.

Ve ne gariptir ki, insan ne kadar çabalasa da hiçbir zaman bu büyük planın tamamını göremez. Ama iman eder. Çünkü bilir ki, hesaplar üstü hesap vardır. Ve o hesap şaşmaz. O hesap, ilmi ezelîde yer bulmuş, Levh-i Mahfuz’a işlenmiş, rahmetle kuşatılmıştır.

Sonunda insan şunu anlar: “Benim kaderim, sadece benim değil; bütün kâinatın dengesiyle bağlantılıdır.” Ve işte bu yüzden, başımıza gelen hiçbir şey “boşuna” değildir. Her şey, hikmetin en ince terazisinde tartılarak yazılmıştır.

ÖZET:

Bu makale, Allah’ın kaderi yazma ve sevk etme tarzındaki sonsuz ilminin hikmet yönünü ele alır. Allah, sadece olmuş olanı değil, olabilecek bütün ihtimalleri bilir. Kader, bu kapsamlı bilginin ve adaletin yansımasıdır. Levh-i Mahfuz, bu ilmin yazıldığı ilahi bir kitaptır. İnsan kaderi bazen anlayamaz ama iman eder ki her şeyin ardında büyük bir hikmet ve rahmet vardır. Kader, hesaplar üstü bir hesaptır; çünkü her şey Allah’ın ilmiyle kuşatılmıştır.