Yüz Yıllık Tuzak: Böl, Parçala, Yönet

Yüz Yıllık Tuzak: Böl, Parçala, Yönet

Tarih, yalnızca yaşanan olayların kaydı değil; aynı zamanda ibretlerin, tuzakların ve hakikatlerin haritasıdır. Bu haritada en dikkat çeken tuzaklardan biri, Orta Doğu coğrafyasına kurulan “böl-yönet” oyunudur. İsrail’in Arz-ı Mevud (Büyük İsrail) hayali, ABD’nin çıkar eksenli siyasetleri ve taşeron örgütlerin (PKK gibi) bu plandaki rolleri, aslında yüzyıllık bir mühendisliğin sahneye koyduğu senaryolardır.

Bir Harita, Bin Parçalık Plan: Arz-ı Mevud’un Gölgesinde

Yahudi kutsal metinlerinde yer alan ve Nil’den Fırat’a kadar uzanan toprakları kapsayan “Arz-ı Mevud” (Vadedilmiş Topraklar), bir dinî kehanetten çok, modern siyonist siyasetin manifestosudur. Bu hedefin gerçekleşmesi için önce harita çizilmiş, ardından bu haritanın önündeki engeller belirlenmiştir. En büyük engel ise: İslam birliği ve bölge halklarının kardeşliği.

Bu yüzden hedef, doğrudan sınırlar değil, insanlar olmuştur. Kardeşi kardeşe düşman etmek, aynı coğrafyanın evlatlarını birbirine karşı silahlandırmak ve “özgürlük” ya da “hak” sözleriyle derin ayrışmalar üretmek… Tüm bunlar, Arz-ı Mevud’a çıkan yolun taşlarıdır.

PKK: Taşeronun Taşeronu

PKK, bir Kürt halk hareketi değil; Kürt halkını kullanan, onları İsrail ve Batı çıkarları için sahaya süren bir vekâlet savaşı organizasyonudur. Kürt kardeşlerimiz bu yapının mağdurudur, ortağı değil. Çünkü bu yapı, İsrail’le askeri işbirliği yapmaktan çekinmemiş, ABD’nin her dönem kullandığı bir kart olmuştur. Kimi zaman özgürlük adıyla, kimi zaman zulme karşı direniş bahanesiyle, ama hep Müslüman kanı akıtarak…

İşte bu yüzden Yahudi hahamın ağzından aktarılan sözler (Arz-ı Mevud (Büyük İsrail) hedefimize ulaşmak için “Kürdistan” vaadiyle Kürtleri inandırıp, onları Türklerle çatıştırmak zorundayız!”
DOV LİOR -YAHUDİ HAHAM), bir zihniyetin ifşasıdır: “Kürtleri kandır, Türklere düşman et. Böylece Arz-ı Mevud’a yaklaş.”

ABD’nin Rolü: Kuklacıların Kuklası mı? Kuklacısı mı?

ABD, bu planın yalnızca destekçisi değil; aynı zamanda yönlendiricisidir. Irak’ın işgali, Suriye’nin parçalanması, Türkiye’nin terör kıskacına alınması, hepsi domino taşlarıdır. 20. yüzyılın başında Osmanlı’yı parçalayan eller, 21. yüzyılda da parçalanmış zihinler ve halklar inşa etmektedir.

Her “terör örgütüyle mücadele” söylemi, aynı zamanda o örgütlerin doğrudan veya dolaylı destekçisi olan yapılarla iç içe geçmiş bir ikiyüzlülük sergiler. Çünkü mesele terör değil; dirençli halkların pasifleştirilmesidir.

Kürt ve Türk Kardeşliği: Planları Bozan Hakikat

Bu planı alt üst edecek tek şey vardır: İslam kardeşliği ve ümmet şuuru. Türk ve Kürt, bin yıldır aynı safta, aynı kıbleye yönelmiş, aynı kıyama durmuştur. PKK’nın değil, bu kardeşliğin sesi yükselirse, Arz-ı Mevud haritaları yalnızca birer kağıt parçası olur.

Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurulur:

> “Onlar tuzak kurdular. Allah da tuzak kurdu. Allah, tuzak kuranların en hayırlısıdır.” (Âl-i İmrân, 54)

Bu tuzaklar, ancak hikmetle, basiretle ve birlikle bozulur.

Sonuç: Haritayı Değil, Hakikati Takip Et

Bize çizilen haritalara değil, Rabbimizin bize çizdiği hakikat yoluna bakalım. Fitneye değil kardeşliğe, ayrılığa değil vahdete sarılalım. Çünkü bu coğrafyada Yahudi hahamların değil, peygamberlerin izleri vardır. Ve bu izler bizi kardeşliğe, adalete ve dirilişe çağırır.

“Unutma: Birlik ümmetin gücüdür. Fitne ise zalimin silahıdır.”

 

 




Gazze’nin Anneleri: Kanla Yoğrulmuş Bir Dua

Gazze’nin Anneleri: Kanla Yoğrulmuş Bir Dua

Gazze’nin üstünde kan kokusu, altında feryatlar var. Her molozun altında bir çocuk cesedi, her sokak köşesinde yarım kalmış bir hayal… Ve tüm bu sessiz çığlıkların ortasında ellerini semaya açan bir figür yükseliyor: Gazze’nin annesi.

Beyaz çarşafı, artık beyaz değil; kırmızıya boyanmış. Gözlerinden dökülen yaş değil yalnızca, yüreğinden akan kan olmuş. Evlatlarının ardından haykırırken, gökyüzüne değil, yeryüzüne çağrıda bulunuyor: “Daha kaç çocuğumu gömeceğim? Daha kaç defa analığın yüreksiz sessizliğe ezilecek?”

Sabrın ve Fedakârlığın Abideleri

Gazze’nin anneleri, yalnızca çocuk doğurmaz. Onlar şehit yetiştirir. Onlar bir sabır coğrafyasının neferleridir. Her biri birer Hacer’dir; çölde su arar gibi adalet arar. Her biri birer Zeyneb’tir; kardeşlerinin kanını zulmün saraylarına haykırır.

Onlar, çocuklarının cansız bedenlerini toprağa verirken bile, “Allah’a isyan etmem” diyen bir metanetin mührünü taşırlar. Yıkılan evlerin harabesi altında değil, dualarının yüksekliğiyle direnirler.

Kanın Sessizliği, Vicdanın Çığlığıdır

Bu resimde gördüğümüz anne, yalnız bir figür değil; ümmetin kanayan vicdanıdır. Onun elleri sadece dua için değil, aynı zamanda hesap sormak için de kalkmıştır. O, bir medeniyetin unuttuğu merhameti hatırlatır.

Bir annenin gözyaşı, dünyanın bütün sessizliğini bastıracak kadar yüksek bir feryattır. Ama ne acıdır ki, bugün bu gözyaşları ekranların arkasında sadece bir “haber geçişi” kadar kısa bir iz bırakıyor. Vicdanlar uyuşmuş, kalpler susmuş, liderler kör olmuş…

Gazzeli Anneler: Kıyametin Sessiz Habercileri

Kur’an-ı Kerîm’in şu ayeti, adeta bu annelerin dilinden konuşur:

> “Zulmedenlere meyletmeyin; yoksa size ateş dokunur.” (Hûd, 113)

Bu ateş, sadece Gazze’nin üstüne değil, seyreden, susan, unutan herkesin kalbine düşmeye aday bir ateştir. Gazzeli anneler, bu kıyametin habercisidir. Onlar haykırdıkça dünya susuyorsa, bilin ki hak ile batılın savaşı artık evimizin eşiğine kadar dayanmıştır.

Anneliğin Direnişi

Gazze’nin anneleri, yalnızca doğuran değil, aynı zamanda direnen kadınlardır. Onlar, “analık” kavramını sadece sevgiyle değil, sabır ve imanla tanımlarlar. Onların duası, füzelerden daha güçlü, onların gözyaşı, denizlerden daha derindir. Çünkü onlar kanla yoğrulmuş bir duanın taşıyıcılarıdır.

Sonuç: Sessiz Kalma, Annelik Vicdanını Uyandır

Bu makaleyi okuyorsan, vicdanına sesleniyorum: Bu annenin çığlığına sağır kalma. Bu görüntü, sadece bir sanat eseri değil, bir çağrıdır. Bugün bir şey yapamıyorsak, en azından duayla saf tutalım, en azından mazlumun yanında olduğumuzu ilan edelim.

Çünkü bir gün hepimiz, bu annelerin gözleri önünde, sessizliğimizin hesabını vereceğiz.

“Gazze’nin anneleri susmuyor. Sen de susma…”

 

 




Kıştan Sonra Bahar Gelir: Çalınan Yıllardan Diriliş Günlerine

Kıştan Sonra Bahar Gelir: Çalınan Yıllardan Diriliş Günlerine

 

Çalınan yıllarımız, üstümüze giydirilen deli gömleği, değiştirilen genetik yapımız, başkaları tarafından sürülen topraklarımız, diğer yandan; Batı işgal edip yediklerini kusmakta, iflasın eşiğindedir.
Asırlardır sancı çeken ve çektiren Batı, inşaallah İslami doğum ile o savcıdan kurtulacak ve dünyada bu rahatlığı yaşayacaktır.
Allah’ın izniyle,  inşaallah.
Bahar gelince kışın hükmü kalmaz.
Bahar yakındır inşallah.
Güller solmasın…

************

Asırlar süren bir kışın tam ortasında, nice bahar hayalleriyle tutunduk hayata. Tarihimizin puslu sayfalarında yitip giden asırların ardından, bir milletin hafızası parçalandı, kimliği silindi, genetiği değiştirildi. Bize ait olan değerler başka ellerin kontrolüne geçti. Kimi zaman “medeniyet”, kimi zaman “çağdaşlık” ambalajıyla gelen sinsi zehirler ruhumuzu çürüttü. Toprağımız başkalarınca sürüldü, irademiz ipotek altına alındı.

İşte bu yüzden, bu çağ kaybedilen değil, çalınan bir çağdır. Zira bizden alınan sadece toprak değildi; dilimiz, inancımız, hayâl gücümüz ve hatta ümmet olma şuurumuz da talan edildi.

Deli Gömleği: Zihnimize Giydirilen Hapishane

Bir milletin en büyük esareti, zihninin zincire vurulmasıdır. Bize kendi kimliğimiz yabancılaştırıldı. Üzerimize “geri kalmışlık”, “uyumsuzluk”, “çağa ayak uyduramama” gibi ithamlarla dikilmiş deli gömlekleri giydirildi. Ve biz bu gömlekleri önce giydik, sonra benimsedik, nihayetinde kendi özümüzü inkâr edecek hâle geldik.

Fakat tarih sabırlıdır. Toprak, üstüne basan adımları unutmaz. Hakk’ın sesi susturulamaz. Çünkü Allah vaadinden dönmez.

Batı’nın İflası: Kusulan Sömürge Sofrası

Batı dünyası, asırlar boyu işgal, sömürü ve kan ile kurduğu saltanatı artık taşıyamaz hâle geldi. Bugün Batı, yediği haram lokmaları kusmaktadır. İçinde bulunduğu değer erozyonu, ahlaki çöküş, ekonomik iflas ve sosyal çözülme; bu medeniyetin kış günlerini yaşadığını gösteriyor.

Bu iflas sadece ekonomik değildir. Aynı zamanda ruhî bir iflastır. Zira kendisine ruh taşıyan her değeri inkâr eden, Allahsız bir gelecek tasarlayan, insanı ilahlaştıran bir sistemin iflası, Allah’ın koyduğu düzene başkaldırının sonucudur.

Bahar Umudu: İslam’ın Doğuşuyla Gelen Diriliş

Her karanlığın ardında bir seher vardır. Her kışın ardından bir bahar… Ve biz inanıyoruz ki, bu sancılı çağ, İslami bir doğumun habercisidir. Batı’nın bu çöküşü, Doğu’nun yeniden dirilişine işaret etmektedir. Asırlardır maddi ve manevi olarak çile çeken İslâm ümmeti, Allah’ın izniyle, bu kışın ardından yeniden uyanacaktır.

Çünkü biz biliyoruz ki:

> “Bahar gelince kışın hükmü kalmaz.”

İnananlar olarak bize düşen, umudu diri tutmaktır. Tohumu toprağa gömmek değil, toprağa emanet etmektir. Güllerin solmaması için sulamaya, ümmetin ruhunu diri tutmaya mecburuz.

Bu bahar, sadece Müslümanlar için değil, zulüm altındaki tüm insanlık için bir kurtuluş olacaktır. Çünkü İslam, sadece bir inanç değil; bir rahmet nizamıdır.

Makale Özeti:

Bu çağda Müslümanlara kimliksizleştirme ve esaret gömleği giydirildi; geçmişimiz çalındı. Batı medeniyeti ise yüzyıllık zulüm ve sömürülerin bedelini bugün iflasla ödemektedir. Ancak bu karanlık, İslâm’ın yeniden dirilişine gebedir. Bahar yakındır; çünkü her kışın sonu vardır. Müslümanlara düşen, umudu diri tutmak ve yeniden dirilişin öncüsü olmaktır. Güller solmasın diye sulamak, karanlıkta ışık olmaktır.

 




Yüz Yıllık İktidar Basamağı: Darbeler

Yüz Yıllık İktidar Basamağı: Darbeler
Bir zihniyetin yükselişten, güç ve iktidardan geçen yolu: Darbeler.

Tarih dediğimiz şey, sadece kralların, padişahların, liderlerin hikâyesi değil; aynı zamanda sessiz çoğunlukların, susturulmuş kalabalıkların, ezilmiş iradelerin kaydıdır. Ve ne yazık ki bizim yakın tarihimiz, bu iradeyi boğmak için devreye sokulan sistematik bir aracın karanlık gölgesiyle doludur: Darbeler.

Her darbe bir mermi değil, bir zihniyettir. O zihniyetin hedefinde sadece hükümetler değil, halk vardır. Sandıktan çıkamayan, fikirle ikna edemeyen, gönüllerde yer bulamayan bir azınlık; gücü, silahla, korkuyla, yasakla elde etmeye çalışır. Onlar için demokrasi, eğer kendi ikballerine hizmet ediyorsa anlamlıdır; aksi hâlde “tehlikeli bir oyun”dur.

Darbeler, bir zihniyetin iktidar basamağıdır. O zihniyet, her on yılda bir aynı oyunu sahneye koyar. Askeri vesayetin arkasına saklanır, medya çığırtkanlığı ile zemini hazırlar, hukuk kisvesiyle milleti kandırır. Ve her seferinde milletin inancı, iradesi, iffetli yöneticileri hedef alınır.

Bu ülkede darbeler hiçbir zaman “yolsuzlukla mücadele” için yapılmadı. Her darbenin ardından ezan susturuldu, Kur’an sansürlendi, camiler soğudu, âlimler susturuldu. Çünkü asıl hedef, halkın değerleriydi. Asıl korku, halkın kendi kaderini tayin etmesiydi.

İktidara giden yolda döşenen taşlar, asker postallarıyla bastırılmış, yargı kararlarıyla mühürlenmiş, medya manşetleriyle parlatılmıştı. Ama milletin yüreğinde her darbe bir utanç, bir yara ve bir uyanış oldu.

Muktedir olanlar, yani asıl güç sahipleri, hükümet olanlara her zaman pranga vurmaya çalıştı. Sadece fiziki değil, ekonomik, kültürel ve zihinsel prangalarla. Çünkü onların kabusu, halkın kendi değerleriyle yönetilmesi, kendi evlatlarının söz sahibi olmasıydı.

Ama unuttukları bir şey var: Zulüm ile iktidar olur ama istikrar olmaz. Korku ile yönetilir ama gönül kazanılmaz. Ve tanklarla açılan yol, eninde sonunda milletin vicdanına çarpar.

Bugün hâlâ o karanlık zihniyet pusuda bekliyor olabilir. Ama millet artık uyanık. Hafızasını kaybetmediği sürece, iradesine sahip çıktığı müddetçe, darbeler sadece tarihin kara lekesi olarak kalacaktır.

Makale Özeti:

Bu makale, darbelerin sadece askeri müdahaleler değil, aynı zamanda belirli bir zihniyetin iktidar aracı olduğunu vurgulamaktadır. Darbeler, sandık dışı yollarla halkın iradesine karşı kurulmuş tuzaklardır. Her darbe dönemi, inançlara, değerlere ve özgürlüklere karşı yürütülen sistematik bir operasyonu temsil eder. Makalede, muktedir güçlerin hükümet olanlara sürekli pranga vurma çabası anlatılmakta; milletin uyanışı ve iradesine sahip çıkmasıyla bu zincirin kırılabileceği ifade edilmektedir.

 

 




Sadece O’nu İste: Fânilerden Bâkîye Giden Yol

Sadece O’nu İste: Fânilerden Bâkîye Giden Yol

“1 – Yani yalnız biri iste, başkaları istenmeye değmiyor.

2 – Biri çağır, başkaları imdada gelmiyor.

3 – Biri talep et, başkalar lâyık değiller.

4 – Biri gör, başkalar her vakit görünmüyorlar, zeval perdesinde saklanıyorlar.

5 – Biri bil, marifetine yardım etmeyen başka bilmekler faydasızdır.

6 – Biri söyle, ona ait olmayan sözler malayani sayılabilir.”
Sözler. 17. Söz.

*********

İnsanoğlu, fıtratı gereği istemek, çağırmak, bilmek ve konuşmak üzere yaratılmıştır. Ancak bu kabiliyetlerin kıymeti, yöneldiği hedefle ölçülür. Eğer insan bu yüksek melekelerini yanlış adreslerde tüketirse, hepsi boşa gider. Çünkü fâni olan, ebedî olana ihtiyaç noktasında ne yerini tutar ne de güven verir. Bediüzzaman’ın bu altı cümlelik hakikat dersi, işte bu meseleyi en veciz şekilde izah eder:

“Yalnız biri iste…” Çünkü yalnız O (Cenâb-ı Hak), istenmeye gerçekten layıktır. Diğer bütün varlıklar, ya muhtaçtır ya da yok olmaya mahkûmdur. Her şeyin sahibi olan Allah’tan istemek, doğrudan kaynağa yönelmektir. Diğerleri ise O’nun memurları gibidir.

“Biri çağır…” Çünkü yalnız O imdada gelebilir. İnsanlar, sevdiklerimiz, dostlarımız, hekimler, yöneticiler… Hepsi sınırlı kudrete sahip. Gerçek yardım, sonsuz kudret sahibinden gelir. Kalpler O’na dönmedikçe huzur bulunmaz.

“Biri talep et…” Çünkü hakiki ihtiyaçları karşılayabilecek tek merci O’dur. Dünya sevgisi, makam, servet, şöhret… Hepsi gelip geçicidir. Bunların hiçbirinde kalıcı tatmin yoktur. Gönül, ancak O’nu talep ettiğinde huzur bulur.

“Biri gör…” Çünkü görünen her şey, zamanla kaybolur. Bugün dost, yarın ayrılık; bugün sağlık, yarın hastalık; bugün varlık, yarın yokluk… Fakat Allah, ezelî ve ebedîdir. Görülmeye en lâyık olan da yalnız O’dur.

“Biri bil…” Çünkü O’nu bilmek, gerçek bilgidir. Allah bilgisiyle bağlanmayan her bilgi, nefsin yükünü artırır. Sadece dünyayı bilen, ama Hâlık’ını tanımayan bir akıl, karanlıkta el yordamıyla yürüyen bir yolcu gibidir.

“Biri söyle…” Çünkü en kıymetli söz, O’nu anlatandır. O’na ait olmayan her söz, boş konuşma olur; kalbe huzur vermez, akla ışık tutmaz. Kalem ve lisan, Hakk’ı anlatmakla şeref bulur.

Bu altı madde, bize hayatın özünü gösterir: Bütün ihtiyaçlar, korkular, gayretler ve sözler; eğer Allah’a yöneliyorsa anlam kazanır. Aksi takdirde, her şey dağılır, solar, tükenir. Dünya, fânilerin yurdu; kalp ise bâkî olanı arayan bir pusuladır.

Özet:

Bu makale, insanın en temel yönelişlerinin (istemek, yardım istemek, bilmek, görmek, konuşmak) ancak Allah’a yönelirse anlamlı ve kalıcı olacağını işler. Diğer tüm hedefler fânidir, aldatıcıdır ve geçicidir. Kalıcı huzur ve gerçek kurtuluş, sadece Allah’a yönelmekle mümkündür. Bu altı ilke, bir hayat rehberi ve kulluk pusulası gibidir.

 

 




Kalbini Allah’a Çevirenin Önüne Geçilemez: Bir Sarhoşun Tövbesi Üzerine

Kalbini Allah’a Çevirenin Önüne Geçilemez: Bir Sarhoşun Tövbesi Üzerine

Erzurum’un soğuk cami avlusunda, bir sarhoş, titrek dudaklarıyla yalvarıyordu:
“Ya Rabbi, bana cennetini nasip eyle!”
Görünüşte perişan, içten sarhoş… Ama ne var ki Rabbiyle arasına perde koymadan yakarışta. Camiden çıkan imam hayretle sorar:
“Bu halde mi cenneti istiyorsun?”
Sarhoşun cevabı ise bir kıyamet yıkıntısı gibidir:
“Sene ne oğlim, senden mi istirem?”

Bu kısa kıssa, uzun bir hakikatin kapısını aralar. Çünkü burada şekle değil, öz’e bakan bir yöneliş, insanlar değil Allah’la muhatap olma haleti vardır.

  1. Tövbenin Adresi Kulluk Değil, Rabliktir

Sarhoşun hali içkiyle perişan olabilir ama yönü Rahmanadır. Onu küçümseyen, belki beş vakit namazında olan imam ise burada tövbeye şahit değil, tövbenin önüne geçen bir perde gibi durmuştur. Oysa Allah, kuluna şah damarından daha yakındır ve tövbe, halktan değil Hakk’tan beklenir.

> “De ki: Ey kendilerine zulmeden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Allah bütün günahları affeder. Şüphesiz O, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.”
(Zümer Suresi, 53)

Bu ayet, sarhoşun duasına cevap gibidir. İmamın bakışını değil, Allah’ın rahmetini esas alır.

  1. Tövbe: Halin değil, yönelişin ibretidir

İnsan, her zaman en güzel halde olmayabilir. Fakat Rabbine yöneldiği an, hangi halde olduğu değil, nereye yöneldiği önemlidir. Kalbinde bir kıvılcım yanmışsa, o kıvılcım koca bir dağ gibi günahları eritir.

> “Allah, bir kalpte kendine yönelişi gördü mü, ona yollar açar, engelleri kaldırır.”
(Hadis meali)

Burada sarhoş, şekliyle değil, kalbiyle tövbe etmiştir. Rabbiyle arasına kimseyi koymadan…

  1. Cenneti İnsan Vermez, Allah Lütfeder

İmam, cennet talebine karşılık, adamın dış görünüşüne bakarak hüküm vermiştir. Oysa cennet, insanların keyfine göre değil, Allah’ın rahmetine göre verilir. Bu yüzden sarhoşun sözünde bir hakikatin tokadı vardır:
“Senden mi istiyorum?”

Bu söz, Allah ile kul arasına girmeye çalışan her aracıya karşı bir uyarıdır. Çünkü kimin cennete layık olduğunu yalnız Allah bilir.

  1. Kibirli Takva mı, Mahcup Günah mı?

İmam belki ilim sahibidir, belki namazında niyazındadır. Ama burada kendini ölçü tayin etmiştir. Bu, gizli bir kibirdir. Oysa Allah katında kalbi kırık bir tövbekâr, kibirli bir abidden daha değerlidir.

> “Nice ibadet eden vardır ki, ibadetiyle gururlanır da Allah katında bir hiçtir. Nice günahkâr vardır ki, bir damla gözyaşıyla arş-ı rahmete ulaşır.”
(Tasavvufi hikmet)

Sarhoşun o günah yüklü dudaklarından dökülen dua, belki bin secdeye bedeldir.

Sonuç ve Hikmet:

Bu hikâyede ibret vardır: İnsanlar günaha düşebilir, kayabilir, hatta en kötü halde bulunabilir. Fakat gönlünde Allah’a bir yöneliş varsa, o kulun önüne geçilmez. Dış görüntü ile değil, niyet ve kalp ile hüküm verilmelidir. Çünkü Allah, kalpleri bilir ve rahmetiyle her şeyi kuşatır. Sarhoşun duası belki nice âlimin duasından daha içtendir; çünkü onda bir yürek yangını, bir pişmanlık ve bir sığınma vardır.

Makale Özeti:

Erzurum’daki sarhoşun duası ve imamla diyaloğu, tövbenin özünü ve Allah ile kul arasındaki mahremiyeti hatırlatır. Allah’ın rahmeti şekle değil, kalbe bakar. Tövbe, insanlara değil Allah’a yöneliktir. Cennet kimsenin mülkü değil, Rabbimizin rahmetinin eseridir. Bu hikâyede dış görünüşle hüküm vermenin yanlışlığı ve hakiki tövbenin Allah’a içten bir yöneliş olduğu vurgulanır.

 

 




Bayram Yeri Olarak Dünya: Temaşagâhta Bir Defalık Ziyaret

Bayram Yeri Olarak Dünya: Temaşagâhta Bir Defalık Ziyaret

“Hâlık-ı Rahîm ve Rezzak-ı Kerîm ve Sâni’-i Hakîm; şu dünyayı, âlem-i ervah ve ruhaniyat için bir bayram, bir şehrâyin suretinde yapıp bütün esmasının garaib-i nukuşuyla süslendirip küçük büyük, ulvi süflî her bir ruha, ona münasip ve o bayramdaki ayrı ayrı hesapsız mehasin ve in’amattan istifade etmeye muvafık ve havas ile mücehhez bir ceset giydirir, bir vücud-u cismanî verir, bir defa o temaşagâha gönderir.”
Sözler. 17. Söz.

*********

İnsan, varlığını sorguladığında iki büyük sualle karşılaşır: “Nereden geldim?” ve “Niçin buradayım?” İşte bu soruların cevabı, varoluşun sırrına ve hayatın hakikatine açılan kapılardır. Bediüzzaman Said Nursî, bu kapıların ardını hikmetle aralayarak bize gösterir ki; dünya, başıboş bir meydan değil, büyük bir bayram yeri, hikmetle bezenmiş bir temaşagâhtır.

“Hâlık-ı Rahîm, Rezzak-ı Kerîm, Sâni’-i Hakîm”… Yani Rahmetle yaratan, Keremle rızık veren ve hikmetle sanatını işleyen bir Kudret, bu âlemi başıboş değil; bilinçli, maksatlı ve güzelliklerle donanmış bir şenlik yeri olarak inşa etmiştir. Her şey, O’nun esmasının yani isim ve sıfatlarının tecellisidir. Renkler, tatlar, şekiller, sesler; hepsi bir isimden haber verir: Cemîl, Rezzâk, Hakîm, Latîf…

Bu kâinat, her ruh için bir bayram yeri gibidir. Bu temaşa yeri, bütün varlıkların bir defaya mahsus olarak getirildiği bir sergi salonudur. Her ruha, kendine uygun bir elbise, bir ceset, bir vücut giydirilir. O ruha göz, kulak, akıl, kalp gibi “duyular” ve “idrakî” cihazlar takılır. Bu cihazlar sayesinde o ruh, bu bayramın güzelliklerinden istifade eder; nimetleri tanır, hikmetleri kavrar ve Hâlık’ını tanıma yolculuğuna başlar.

Fakat bu bayram sonsuz değildir; her ruh, yalnızca bir defa davet edilir bu şehrâyine. Bu ziyaretin sonunda ruh, gördüklerini ve yaşadıklarını kalbine yazıp döner; ya ebedî bir saadet diyarına ya da gafletle geçirilmiş bir ömrün pişmanlık yurduna.

Bu bakış açısı, hayatı boş bir tesadüf değil; büyük bir maksat ve iradenin yansıması olarak görmeyi öğretir. Dünya, bir eğlence yeri değil; hikmetli bir seyir ve ibret alanıdır. İnsan, buraya yalnızca yemek, içmek ve yaşamak için değil; anlamak, idrak etmek ve tanımak için gönderilmiştir.

Eğer dünya bir bayramsa, insan da bu bayramın şeref misafiridir. Bu misafirlikte her şey ücretsiz, ama her şey sorumluluk yüklüdür. Çünkü temaşanın ardında bir hesap, ziyafetin sonunda bir teşekkür ve dönüşte bir değerlendirme vardır.

O hâlde insan, bu bayram yerinde gözünü kapatmakla, kulağını tıkamakla, kalbini karartmakla değil; onları açıp ibretle bakmakla, şükürle tatmakla, marifetle tanımakla mükelleftir.

Özet:

Bu makale, Bediüzzaman’ın 17. Söz’deki derin ifadesinden hareketle, dünyanın bir bayram yeri ve temaşagâh olarak yaratıldığını anlatır. Her ruh, bu dünyaya bir defa mahsus gelerek ilâhî isimlerin tecellilerini seyretmek ve nimetlerden istifade etmek üzere donatılmıştır. Hayat, hikmetle düzenlenmiş geçici bir şenliktir. Bu geçici bayramdan ebedî saadete veya hüsrana bir yolculuk vardır. İnsan, bu şerefli davete layık bir bilinç ve şükür ile yaklaşmalıdır.

 

 




Zelzelenin Lisanı: Sarsıntıların Ardındaki İlâhî Hitap

Zelzelenin Lisanı: Sarsıntıların Ardındaki İlâhî Hitap

“Bîçare Erzincan gibi yerlerde daha ziyade (Zelzelenin) sarsmasının iki vechi var:

   Biri: Hataları az olmak cihetiyle temizlemek için tacil edildi.

   İkincisi: O gibi yerlerde kuvvetli ve hakikatli iman muhafızları ve İslâmiyet hâmileri az veya tam mağlup olmak fırsatıyla, ehl-i zındıkanın orada tesirli bir merkez-i faaliyet tesisleri cihetiyle en evvel oraları tokatladı ihtimali var.”
Sözler. 14. Söz.

*********

Zelzele… Sarsan, uyandıran, düşündüren bir kudret tecellisi. Sadece yer kabuğunu değil, insanın gaflet kabuğunu da çatlatan bir ikaz. Kimi zaman zulmün cezası, kimi zaman gafletin tokadı, kimi zaman da bir nevi arındırma ameliyesi… Ancak zahirde aynı görünen bu sarsıntıların batınında farklı hikmetler gizlidir. Bediüzzaman Hazretleri, Erzincan gibi şehirlerde vuku bulan depremlerin arkasında iki yönlü bir mesajın bulunduğunu ifade eder: Temizlik ve tedbir.

İlk yön, mazlum ama hataya açık bir toplumun hatalarının hemen temizlenmesidir. Bu, bir bakıma ilâhî rahmetin tecellisidir. Cezadan çok bir arınma; tokattan çok bir ikazdır. Çünkü az hatası olanlar, dünyada çektikleriyle ahirette temize çıkarlar. Bu da Allah’ın adaletinde bir incelik, bir merhamettir. Bu sarsıntı, ahirete yüz akıyla gitmek isteyenlere bir fırsattır; dünya musibetiyle uhrevî azabın önlenmesidir.

İkinci yön ise daha çetin bir ihtara işaret eder: O bölgedeki iman muhafızlarının zayıflığı, İslâmiyet’in sosyal ve fikrî cephesinde zafiyetin başlaması. Ehl-i zındıkanın yani din düşmanlarının manevî cepheler kurmaya hazırlandıkları yerlerde, ilâhî kader önce orayı sarsar. Zira iman muhafızlarının azaldığı, dinin toplum hayatından çekildiği yerler, hakikatin üstünün örtülmeye başlandığı zeminlerdir. Bu durumda zelzele, sadece taşları değil, gaflet perdelerini de yerinden oynatır. İlâhî tokat, sadece maddî değil; manevî bir uyarıdır: “Uyanın, gaflete dalmayın! Buralarda zındıka kök salmadan, siz kök salın!”

Erzincan gibi yerlerin sarsılmasının bu iki yönü, bize depremi sadece bir doğal afet olarak değil; aynı zamanda bir ilâhî konuşma, bir kader hitabı olarak okuma zorunluluğunu hatırlatır. Zira Kur’ân’da “Yeryüzünde olan hiçbir musibet yoktur ki, Biz onu bir kitapta yazmış olmayalım” (Hadid, 22) buyurulmuştur. Hiçbir sarsıntı hikmetsiz değildir. Her titreyen toprak parçası, titremesi gereken bir kalbe seslenir.

Deprem, sadece bir coğrafyanın değil, bir imanın da sınavıdır. O hâlde bize düşen, zelzelenin lisanını anlamak, musibetlerin hikmetini kavramak ve gaflet uykusundan uyanmaktır.

Özet:

Bu makale, Bediüzzaman’ın Erzincan depremine dair yaptığı tahlilden yola çıkarak, depremlerin zahirî değil batınî yönlerine dikkat çeker. Zelzelenin, az hatası olanları arındıran bir rahmet tokadı ve dinî zafiyetin olduğu yerlere gelen ilâhî bir ikaz olabileceği anlatılır. Depremler, sadece fiziki sarsıntılar değil, aynı zamanda birer ilâhî hitap ve uyarıdır. Bu nedenle her musibet, bir tefekkür kapısı olarak görülmeli; gaflet değil, hikmet nazarıyla okunmalıdır.

 

 




Meydan-ı İmtihan: Hakikatin Perdesinde Gizlenen Hikmet

Meydan-ı İmtihan: Hakikatin Perdesinde Gizlenen Hikmet

“Bu dünya bir meydan-ı tecrübe ve imtihandır ve dâr-ı teklif ve mücahededir. İmtihan ve teklif iktiza ederler ki hakikatler perdeli kalıp tâ müsabaka ve mücahede ile Ebubekirler a’lâ-yı illiyyîne çıksınlar ve Ebucehiller esfel-i safilîne girsinler. Eğer masumlar böyle musibetlerde sağlam kalsaydılar Ebucehiller aynen Ebubekirler gibi teslim olup mücahede ile manevî terakki kapısı kapanacaktı ve sırr-ı teklif bozulacaktı.”
Sözler. 14. Söz.

**********

Hayat bir oyalanma değil, bir imtihan sahnesidir. İnsan bu sahnede yalnızca gözleriyle değil, aklı ve kalbiyle görmeye çağrılır. Zira bu dünya bir “meydan-ı tecrübe”, bir “dâr-ı teklif ve mücahede”dir. Her şeyin açık seçik olduğu, hak ve batılın ayan beyan göründüğü bir ortamda imtihanın, teklifin ve terakkinin manası kalmazdı. İşte bu yüzden hakikatler perdelenmiştir. Perde, adaletin ve hikmetin emrindedir. Çünkü perde, iradeyi çalıştırır; perde, mücahedeyi doğurur; perde, imanı cevhere dönüştürür.

Ebubekir olmak kolay değildir. O perde arkasında, gölgeyle yetinmeyip güneşi arayan bir yürektir. Perdenin ardında parlayan hakikati sezmiş, onun için servetini, canını, makamını feda etmiştir. Diğer tarafta Ebucehil vardır: Aynı bilgiyi duyar, aynı mucizeyi görür; ama perdedeki hikmeti değil, nefsinin desiselerini dinler. İşte bu ayrım, teklifin sırrıdır. Allah adalet eder; ama hidayeti dileyene verir. Çünkü irade ve cehd, imtihanın esasıdır.

Eğer musibetler sadece zalimlere gelse, masumlar onlardan tamamen uzak kalsa, o zaman herkes kolayca inanır, imtihan sırrı ortadan kalkardı. Ebucehil bile teslim olurdu; ama bu teslimiyet cebrî olurdu, iradeye dayalı bir iman değil. Halbuki Allah, kulunun gönülden gelen cehdini ister. Onun içindir ki Ebubekir, aynı musibet zemininde rıza ile yücelirken; Ebucehil inkâr ile derinliklere düşer.

Musibet, perdeyi kaldırmaz; ama perdenin ardındaki manayı gösterme fırsatıdır. Mücahede, perdeyi aralama cesaretidir. Bu yüzden hakikat her daim perdelenir; ta ki onu görebilenle göremeyen ayrışsın.

Hayatın karışıklığı, adaletin eksikliği değil; teklifin zaruretidir. Bu dünya bir denge yeridir: Görünen ile görünmeyen, verilen ile istenen, malum ile meçhul arasında bir sınav çizgisi. Kimisi bu çizgide yürüyerek miraç eder, kimisi ise aynı çizgide kayıp düşer.

Bu yüzden hayatın her perdesine, her imtihanına bir hikmet nazarıyla bakmalı. Çünkü hakikat saklı değil; sadece kıymeti için örtülmüş.

Özet:

Bu makale, Bediüzzaman Said Nursî’nin “14. Söz”deki bir pasajından yola çıkarak, dünyanın imtihan sahnesi oluşunu, hakikatlerin perde arkasında saklı olmasının hikmetini ve müminin bu perdeler arasındaki mücadelesinin değerini açıklıyor. İman, irade ve mücahedeyle ortaya çıkan bir terakki yoludur. Eğer her şey açık olsaydı, teklif sırrı bozulur, imtihan anlamını yitirirdi. Ebubekir gibi yüce ruhlarla, Ebucehil gibi nefis mahkûmlarını ayıran perde, hikmetin ta kendisidir.

 




Değişen Zamanlar, Değişmeyen Hakikatler

Değişen Zamanlar, Değişmeyen Hakikatler

“Ey nefsim! Deme: “Zaman değişmiş, asır başkalaşmış, herkes dünyaya dalmış, hayata perestiş eder. Derd-i maişetle sarhoştur.” Çünkü ölüm değişmiyor. Firak, bekaya kalbolup başkalaşmıyor. Acz-i beşerî, fakr-ı insanî değişmiyor, ziyadeleşiyor. Beşer yolculuğu kesilmiyor, sürat peyda ediyor.

   Hem deme: “Ben de herkes gibiyim.” Çünkü herkes sana kabir kapısına kadar arkadaşlık eder. Herkesle musibette beraber olmak demek olan teselli ise kabrin öbür tarafında pek esassızdır.

   Hem kendini başıboş zannetme. Zira şu misafirhane-i dünyada nazar-ı hikmetle baksan hiçbir şeyi nizamsız, gayesiz göremezsin. Nasıl sen nizamsız, gayesiz kalabilirsin?”
Sözler. 14. Söz.

***********

“Zaman değişti.” Bu cümle modern insanın mazeretidir. Vicdanın fısıltılarını susturmak, ahireti unutmak, nefsin arzularına kul olmak için kullanılan sihirli bir formüldür. Fakat ne gariptir ki zaman değişmiş olsa bile ölüm değişmemiştir. Ne mezarlar küçülmüş, ne de kabir yolculuğu iptal edilmiştir.

İnsanlık değişmemiştir. Belki şekil değiştirmiştir ama fıtrat aynı kalmıştır. Acz aynıdır, fakr aynıdır. Teknoloji arttıkça ihtiyaçlar da artmış, kalabalıklar çoğaldıkça yalnızlıklar derinleşmiştir. Beşer, yıldızlara uzansa da kalbinde taşıdığı boşluk artmıştır. Çünkü nefsin aradığı tatmin, maddeyle değil mana iledir.

Bediüzzaman der ki: “Deme ‘Ben de herkes gibiyim.’” Çünkü herkes aynı sona yürür, ama herkes aynı akıbeti yaşamaz. Kabrin kapısına kadar “herkes” vardır, ama içeriye yalnız girilir. Teselliler, gaflet arkadaşlıkları ve kalabalıklar oraya kadardır. Sonrası şahsî bir hesaplaşmadır.

Ve belki en önemli uyarı: “Kendini başıboş zannetme.” Zira kâinatta hiçbir şey amaçsız değildir. Bir sineğin kanadından yıldızların yörüngesine kadar her şey nizam içindedir. İnsan gibi bir mahlûk nasıl gayesiz olabilir? Akıl verilmiş, kalp verilmiş, vicdan verilmişse bir hesap ve sorumluluk vardır.

Zaman değişse de hakikat değişmez. Dünya cazibesini arttırsa da kabir yakınlaşır. İnsan gaflete dalabilir ama hakikat, sessizce beklemeye devam eder. Ve her insan bir gün o hakikatle yüzleşir.

Makale Özeti:

Bu makalede, zamanın değişmesine rağmen ölüm, insanın aczi, fakrı ve ebedî yolculuğunun değişmediği ifade edilir. Modern mazeretlerle gaflete düşmek yerine, insanın sorumluluğunu hatırlayıp, başıboş olmadığını anlaması gerektiği ifade edilir. Herkesin aynı sona yürüse de akıbetlerinin farklı olacağı, dolayısıyla “ben de herkes gibiyim” düşüncesinin yanıltıcı olduğu anlatılır. Kâinattaki hikmetli düzenin insanda da gayesiz olamayacağını gösterdiği belirtilir.

 

 




Toprakta Gizlenen Sır: Tesadüf mü, Tecelli mi?

Toprakta Gizlenen Sır: Tesadüf mü, Tecelli mi?

“Evet, nasıl ki bir avuç toprak, yüzer çiçeklere nöbetle saksılık eden kabında eğer tabiata, esbaba havale edilse lâzım gelir ki ya o kapta küçük mikyasta yüzer, belki çiçekler adedince manevî makineler, fabrikalar bulunsun veyahut o parçacık topraktaki her bir zerre, bütün o ayrı ayrı çiçekleri, muhtelif hâsiyetleriyle ve hayattar cihazatıyla yapmalarını bilsin; âdeta bir ilah gibi hadsiz ilmi ve nihayetsiz iktidarı bulunsun.”
Sözler. 13. Söz.

***********

Bir avuç toprak… Sade, renksiz, sessiz. Ama bahar geldi mi o sade toprak birdenbire rengârenk çiçeklere beşik olur. Aynı kapta, aynı suyla, aynı güneş altında bin bir farklı çiçek, meyve ve ağaç filizlenir. Peki bu mucizevi değişim nasıl oluyor?

Bu manzara önümüzde her mevsim yaşanırken, çoğu insan bu olağanüstülüğü sıradanlıkla perdelemekte, “toprak yapıyor, tabiat getiriyor, kendiliğinden oluyor” diyerek meseleyi geçiştirmektedir. Fakat gerçekten öyle mi?

Bediüzzaman bu hakikati sarsıcı bir mantık zinciriyle açıklıyor: Eğer bir avuç toprakta yüzlerce farklı çiçek çıkıyorsa, ve eğer bu toprak kendi kendine bunu yapıyorsa, o zaman her bir çiçek türünü ayırt edip ayrı ayrı yapabilecek bilgiye, sanata, iradeye ve kudrete sahip olması gerekir. Yani her çiçek için bir “mini fabrika” veya bir “ilahî ilim merkezi” toprak içinde bulunmalı! Aksi takdirde, bu olağanüstü sanatın toprak gibi şuursuz bir sebebe verilmesi aklen ve ilmen mümkün değildir.

Halbuki görüyoruz ki, aynı toprak, aynı su, aynı hava… Ama her çiçek farklı. Biri mis gibi kokar, biri dikenlidir. Biri sarıdır, diğeri mor. Yaprak yapısı, tohum sistemi, kök düzeni bambaşka. İşte bu noktada “tesadüf” kelimesi iflas eder, “tabiat” susar, “sebepler” gölgelenir. Hakikat perdeleri yavaşça aralanır:

Bu işleri yapan, her şeyi bilen, her şeye gücü yeten, her şeye bir hikmetle şekil veren Zat’tır. O Zat, Allah’tır. Esma-i Hüsna’sıyla toprağa emir verir, her çiçeği ayrı bir mühürle yaratır. Çiçeği değil, çiçekte tecelli eden ismi görmeyen, manzarayı anlamaz.

Yani çiçek sadece bir süs değil, bir iman dersi, bir tefekkür mektebidir. Toprak ise en büyük mücize tabloların sergilendiği bir sahnedir. Burada ibret nazarıyla bakabilen, gözüyle değil gönlüyle gören, basireti açık her insan için topraktan Allah’a açılan apaçık bir yol vardır.

Makale Özeti:

Bu makale, aynı topraktan yüzlerce farklı çiçeğin çıkmasının tesadüf, tabiat veya sebeplerle açıklanamayacağını ortaya koymaktadır. Her çiçeğin kendine özgü özellikleri olduğundan, bunların bilinçsiz bir madde olan toprağa mal edilmesi imkânsızdır. Bu sanat, doğrudan Allah’ın ilim, kudret ve iradesinin eseri olarak açıklanmalıdır. Bu gerçek, insanı tefekküre ve imana davet eder.

 

 




Zindanlarda Bahtiyar, Saraylarda Bedbaht: Hakiki Özgürlük Nerede?

Zindanlarda Bahtiyar, Saraylarda Bedbaht: Hakiki Özgürlük Nerede?

“Onu tanıyan ve itaat eden zindanda dahi olsa bahtiyardır. Onu unutan saraylarda da olsa zindandadır, bedbahttır.”
Sözler. 13. Söz

**********

İnsan, zindana girmese bile hayatının daraldığını, ruhunun boğulduğunu hissedebilir. Bazen saray gibi evlerde yaşar ama iç dünyasında karanlık bir mahpus gibi bunalır. Kimisi ise dört duvar arasına hapsedilmişken, iç âleminde öyle bir ferahlık yaşar ki, gökyüzü onun kalbinde açılır. Bu çelişkinin sırrı nedir?

Bediüzzaman Hazretleri bu hakikati şu cümleyle özetler:
“Onu tanıyan ve itaat eden zindanda dahi olsa bahtiyardır. Onu unutan saraylarda da olsa zindandadır, bedbahttır.”

Buradaki “O”, âlemlerin Rabbi olan Allah’tır. O’nu tanımak, hayatı tanımaktır. O’na itaat etmek, ruhu özgürlüğe kavuşturmaktır. Zira asıl zindan, dört duvar değil; kalbin boşluğu, ruhun yönsüzlüğü ve aklın sahipsizliğidir.

Nice insanlar vardır ki, zenginlik içinde yüzer ama iç âlemlerinde büyük bir yoksulluk hisseder. Nice insanlar da vardır ki, fakirlik ve hapis içinde yaşar ama Allah’a olan imanlarıyla ruhları pırıl pırıl aydınlanmıştır. Zira iman, zihne yön, kalbe huzur, hayata anlam verir.

Allah’ı tanımak ve O’na yönelmek, bir ruh inkılabıdır. Bu yönelişle insan, sıkıntıya sabırla bakar, nimete şükürle yaklaşır, ölüme vuslat gözüyle bakar. Bu da zindanı gül bahçesine çevirir.

Tarihte nice örnekler vardır: Yusuf Aleyhisselam zindanda iken en huzurlu hâlini yaşamış, Ebu Hanife zindanda ilmî üretimlerine devam etmiş, Bediüzzaman da karanlık hapishanelerde Risale-i Nur gibi nurlu eserleri yazmıştır. Çünkü Allah ile olan bağ, duvarları aşar; asıl özgürlüğü ruha üfler.

Diğer yandan, Allah’ı unutan bir kimse, en ihtişamlı köşkte bile huzur bulamaz. Çünkü kalp sonsuzluğu ister, ebedi bir dosta muhtaçtır. Bu ihtiyaç karşılanmadığında, dış dünya ne kadar konforlu olursa olsun, iç dünyada bir çöküş başlar. Sarayın mermeri soğuk gelir, aynalar boşluğun aynası olur.

Makale Özeti:

Bu makalede, gerçek saadet ve özgürlüğün dış şartlarda değil, Allah’ı tanıyıp O’na yönelmekte olduğu anlatılmıştır. Zindandaki bir müminin kalbinde huzur bulabileceği, saraydaki bir gâfilin ise ruhen mahkûm olabileceği anlatılmıştır. Hakiki hürriyetin imanla, hakiki zindanın ise gafletle ortaya çıktığı ifade edilmiştir.

 

 




Zevkin Gerçeği: Elemden Arınmış Saadet Yalnız İmandadır

Zevkin Gerçeği: Elemden Arınmış Saadet Yalnız İmandadır

“Hakiki zevk ve elemsiz lezzet ve kedersiz sevinç ve hayattaki saadet yalnız imandadır ve iman hakikatleri dairesinde bulunur. Yoksa dünyevî bir lezzette çok elemler var. Bir üzüm tanesini yedirir, on tokat vurur gibi hayatın lezzetini kaçırır.”
Sözler. 13. Söz

**********

İnsan, yaratılışı gereği zevk ve sevinç arar; mutlu olmayı, huzuru tatmayı ister. Ancak dünyadaki lezzetlerin çoğu, beraberinde bir gölge taşır: elem, keder, korku, ayrılık ve geçicilik. Ne kadar tatlı olursa olsun, dünya menşeli bir lezzetin ardından bir burukluk, bir tükenmişlik hissi gelir. İşte Bediüzzaman Hazretleri tam bu noktada, insanı hayal kırıklığından kurtaran ilahi bir hakikati haykırır:
“Hakiki zevk ve elemsiz lezzet ve kedersiz sevinç ve hayattaki saadet yalnız imandadır ve iman hakikatleri dairesinde bulunur.”

Evet, imanın sunduğu lezzet öyle bir lezzettir ki; geçici değil kalıcıdır, gölgeli değil aydınlıktır. Çünkü iman insanı yalnızca dünya ile sınırlamaz; ebediyet kapısını açar, ölümü yokluk değil, vuslat olarak gösterir, musibeti lütuf olarak tanıtır, ayrılığı bekaya çevirir.

Dünyevî bir lezzet ise çoğu zaman, “bir üzüm tanesi yedirir, on tokat vurur” misali kısa ve geçici bir tatmin verip, ardından vicdan azabı, pişmanlık, kaygı ve ölüm korkusu bırakır. Mesela haram bir kazanç, görünüşte refah sunsa da, ruhu kemiren bir vicdan yüküne dönüşür. Haram bir ilişki, geçici bir haz gibi görünse de, insanın onurunu, istikbalini ve iç huzurunu söndürür.

İman ise kalbe şunu fısıldar:
“Sen başıboş değilsin, değerli bir varlıksın. Bu hayat, hedefsiz bir serüven değil; anlam yüklü bir yolculuktur. Her şeyin bir hikmeti, her musibetin bir meyvesi, her nimetin bir şükrü vardır.”

İşte bu iman şuuru, lezzeti elemden ayırır, sevinci kederden arındırır. Hayatı sıradanlıktan çıkarır, her anı bir ibadet ve kulluk vesilesi yapar. O zaman bir lokma ekmekte dahi kalıcı bir huzur bulunur. Çünkü o lokma, Rahmân’ın bir ikramıdır. O zaman bir tebessüm, bir bakış, bir nefes bile anlam kazanır. Çünkü her şey Allah’a bağlıdır ve O’ndan gelen her şey güzeldir.

Makale Özeti:

Bu makalede, gerçek lezzetin ve kalıcı saadetin yalnız imanla mümkün olduğu vurgulanmıştır. Dünya zevklerinin geçici ve çoğu zaman elemlerle gölgelenmiş olduğu ifade edilmiş, imanla yaşanan hayatın ise sevinci kalıcı, lezzeti elemsiz kıldığı anlatılmıştır. İmanın insana hayata bakışta derinlik kazandırdığı, ölüm, musibet ve ayrılık gibi hadiseleri bile birer hikmet ve rahmet penceresiyle anlamlandırdığı dile getirilmiştir.

 




Gerçek Zevk, Gerçek Hayat: İmanla Canlanan Bir Ömür

Gerçek Zevk, Gerçek Hayat: İmanla Canlanan Bir Ömür

“Hayatın lezzetini ve zevkini isterseniz hayatınızı iman ile hayatlandırınız ve feraizle ziynetlendiriniz ve günahlardan çekinmekle muhafaza ediniz.”
Sözler. 13. Söz.

*********

İnsan hayatı dıştan bakıldığında nefes almak, yemek içmek, çalışmak ve dinlenmekten ibaret gibi görünse de gerçek hayat, bu görünenin ötesinde bir ruh, bir mana ve bir gayeye sahip olmaktır. Sadece yaşayan değil, niçin yaşadığını bilen insan, gerçek mânâda hayat sahibidir. Bediüzzaman Said Nursî bu noktaya ne kadar da veciz bir cümleyle işaret eder:
“Hayatın lezzetini ve zevkini isterseniz, hayatınızı iman ile hayatlandırınız, feraizle ziynetlendiriniz ve günahlardan çekinmekle muhafaza ediniz.”

Zira iman, hayatın kalbidir. İmansız bir hayat; susuz bir toprak, ışık almayan bir çiçek, ruhsuz bir beden gibidir. Dünya lezzetlerinin hiçbiri bu boşluğu dolduramaz. Kalpteki huzur, akıldaki istikamet ve vicdandaki sükûn, ancak imanın hayat vermesiyle mümkün olur. Çünkü iman insana kim olduğunu, nereden gelip nereye gittiğini, hayatın ne için olduğunu bildirir. Bu bilinç, hayatı keyfî bir oyundan, anlamlı bir yolculuğa çevirir.

Fakat yalnızca imanla da kalmamak gerekir. Bediüzzaman’ın ifadesiyle, hayatı yalnız “canlandırmak” değil, aynı zamanda “ziynetlendirmek” de lazımdır. Bu ziynet, feraizle yani Allah’ın farz kıldığı ibadetlerle olur. Namaz, oruç, zekât ve hac gibi ibadetler, hayatı süsler, ruhu arındırır, insanı yüce bir maksada bağlar.

Bununla da kalmaz; hayatı günahlardan korumak, o ziyneti muhafaza etmek kadar önemlidir. Zira günah, kalbi karartan, ruhu sarsan ve huzuru kaçıran bir zehirdir. Günahlardan sakınmak, insanı hem dünyada hem ahirette azaptan koruyan bir kalkandır.

İman, ibadet ve takva… İşte hayatın üç temel direği. Bunlar olmadan hayat; süresi dolmuş, anlamını yitirmiş bir vakit gibi boş ve kederlidir. Ama bu üçüyle yaşayan bir hayat, hem dünyada huzur verir hem ebedî saadetin kapısını aralar.

Makale Özeti:

Bu makalede, gerçek hayatın ancak imanla canlandığı, ibadetlerle süslendiği ve günahlardan sakınmakla korunduğu anlatılmaktadır. Bediüzzaman’ın “Hayatın lezzetini isterseniz…” cümlesinden hareketle, huzurlu ve anlamlı bir yaşamın temelinin iman, farz ibadetler ve günah hassasiyeti olduğu ifade edilmiştir. Kalıcı zevkin ve gerçek mutluluğun ancak bu üçlü ile elde edilebileceği anlatılmıştır.

 

 




Kur’ân’da Cihadın Hikmeti ve Hedefi: Fitneye Karşı Adaletin Mücadelesi

Kur’ân’da Cihadın Hikmeti ve Hedefi: Fitneye Karşı Adaletin Mücadelesi

Kur’ân-ı Kerîm’de onlarca ayette cihat emredilmektedir.[1]
Bunda ise cihattan asıl amacın şöyle olduğu belirtilir;
Fitne ve zulmün ortadan kalkması hedeflenmektedir.
“Sizinle savaşanlarla Allah yolunda siz de savaşın. Fakat Allah’ın koyduğu kuralları çiğneyerek haddi aşmayın. Çünkü Allah, haddi aşanları sevmez.” Bakara / 190. Ayet
“Eğer onlar savaştan vazgeçerlerse şüphesiz Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir. ” Bakara / 192. Ayet
“Zulüm ve baskı tamâmen ortadan kalkıncaya ve hâkimiyet sadece Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Eğer haksızlıklara son verirlerse, artık zâlimlerden başkasına düşmanlık yoktur. ” Bakara / 193. Ayet
“Hoşunuza gitmese de savaş size farz kılındı. Hoşlanmadığınız bir şey sizin için hayırlı olabilir. Hoşlandığınız bir şey de sizin için kötü olabilir. Gerçeği Allah bilir, siz bilemezsiniz. ” Bakara / 216. Ayet
“Allah yolunda savaşın ve iyi bilin ki Allah, her şeyi hakkıyla işiten ve bilendir.”  Bakara / 244. Ayet
“O halde hiçbir fitne kalmayıncaya ve bütün hâkimiyet sadece Allah’ın oluncaya kadar o kâfirlerle savaşın. Şayet küfür ve isyandan vazgeçerlerse, şüphesiz Allah, onların yaptıklarını görmektedir.” Enfâl / 39. Ayet
“Ey Peygamber! Mü’minleri savaşa hazırlayıp teşvik et. Eğer sizden gerçekten sabırlı yirmi kişi olursa, onlardan iki yüz kişiye gâlip gelir. Eğer sizden aynı şekilde yüz kişi olursa kâfirlerden bin kişiye gâlip gelir. Çünkü onlar, ne için savaştığını düşünmeyen beyinsiz bir gürûhtur.”  Enfâl / 65. Ayet
Zira şehitlik gazilikten üstün bir mertebedir. Oysa gazi öldürürken, şehit öldürülmektedir.
Esas olan insanları imanlı kılıp cennete göndermektir.
Yoksa öldürüp cehenneme göndermek değildir.
Peygamberimizin üç büyük savaşı da müdafaa amaçlı olup, saldıran taraf olmamıştır.
Bir de bu savaşlarda öldürülen ve şehit olanların sayısı 250 civarındadır.

********

İnsanlık tarihi boyunca zulüm ve adaletin mücadelesi hep sürmüştür. Güçlü olanın haklı sayıldığı, mazlumların sesi kısıldığı dönemlerde Yüce Allah, insanlara peygamberler göndermiş; hak ve batılı ayıracak ölçüler bahşetmiştir. Bu ölçülerden biri de cihattır. Ancak bu kavram zamanla maksadından uzaklaştırılmış, birilerince istismar edilmiş, birilerince de bilinçli olarak karalanmıştır. Oysa Kur’ân-ı Kerîm’in birçok ayetinde geçen cihad, sadece silahla değil; kalemle, sözle, sabırla, ilimle, ahlakla ve gerektiğinde gerektiği kadar savaşla zulme karşı direnmenin adıdır.

Cihad: Zulme Karşı İlahi Müdahale

Kur’ân’da yer alan şu ayet, cihadın niyetini berrak biçimde ortaya koyar:

> “Sizinle savaşanlarla Allah yolunda siz de savaşın. Fakat haddi aşmayın. Çünkü Allah, haddi aşanları sevmez.” (Bakara, 190)

Bu ayet, savaşın ancak saldırıya uğrandığında meşru olduğunu vurgular. Yani İslâm’da cihad, saldırmak için değil; savunmak, zulmü önlemek ve barışı tesis etmek için emredilmiştir. Peygamber Efendimizin (s.a.v.) Bedir, Uhud ve Hendek savaşlarının tümü müdafaa savaşıdır. Müslümanlar saldırıya uğramış, yurtlarından sürülmüş, mallarına el konulmuş, canlarına kast edilmiştir.

Kur’ân’da geçen şu ayet bu mücadeleyi daha da netleştirir:

> “Zulüm ve baskı ortadan kalkıncaya kadar savaşın…” (Bakara, 193)
“Hiçbir fitne kalmayıncaya ve bütün hâkimiyet Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın.” (Enfâl, 39)

Burada “fitne”, sadece kargaşa değil, insanların hak din olan İslâm’a erişimini engelleyen, vicdanları esaret altına alan tüm baskı sistemleri anlamına gelir. Bu sistemlere karşı durmak, insanı hür kılmak, adaleti tesis etmek Kur’ân’ın ana hedefidir.

Şehitlik ve Gâzilik: Sonsuz Kurtuluşun Kapısı

Cihadın bir yönü de, canla verilen mücadeledir. Burada da niyet esastır. Allah için yapılan bir savaşta hayatını kaybeden şehit olurken, sağ kalanlar gazi sayılır. Ancak Kur’ân’ın mantığına göre asıl maksat, insanları cennete götürecek bir yol açmaktır. Şehit, öldürülerek cennete girerken; gazi, bu uğurda mücadele ederek ödüllendirilir.

Ne var ki maksat insanları öldürmek değil, imanla diriltmektir. Kur’ân’daki savaş ayetleri, İslâm’ın bir “ölüm dini” değil; “hayat dini” olduğunun göstergesidir. Yüzlerce yıl süren savaşlarda bile öldürülenlerin sayısı oldukça azdır. Örneğin, Peygamber Efendimizin (s.a.v.) bizzat bulunduğu savaşlarda toplam şehit ve ölen sayısı 250 civarındadır. Bu bile İslâm’ın savaş değil, barış ve merhamet dini olduğunun açık delilidir.

Cihadın Geniş Anlamı: Kalemle, Dille ve Ahlakla Mücadele

Kur’ân’da cihad sadece kılıçla değil, ilimle, sabırla, güzel sözle de yapılır:

> “O halde kâfirlere itaat etme, onlara karşı bununla (Kur’an’la) büyük bir cihad ver.” (Furkan, 52)

Bu ayet, en büyük cihadın Kur’ân ile yapılan tebliğ mücadelesi olduğunu beyan eder. Bugün de en büyük mücadele, zihinleri ve kalpleri hakikate açmak için yapılmalıdır. Basınla, ilimle, eğitimle, nezaketle yürütülen her çalışma, hakikatin yayılması için yapılan bir cihattır.

Sonuç: Cihad Bir Zulüm Değil, Zulme Karşı Direniştir

İslâm, zorla kabul ettirmez. Ama zulme de sessiz kalmaz. Cihad, merhamet ve adaletin direnişidir. Peygamberimiz (s.a.v.)’in buyurduğu gibi: “En üstün cihad, zalim bir yöneticiye karşı hakkı söylemektir.” Cihadı anlamadan, İslâm da tam olarak anlaşılamaz.

Müslüman’ın amacı öldürmek değil, öldürülme pahasına yaşatmaktır. Asıl gaye, insanları imanla tanıştırmak, onları ebedî kurtuluşa ulaştırmaktır. Savaş, sadece bu yolda son çare olduğunda devreye girer.

Makale Özeti:

Kur’ân-ı Kerîm’de cihad, zulme ve fitneye karşı yapılan adalet mücadelesidir. Amaç, insanları imanla tanıştırmak ve özgürleştirmektir. İslâm’da savaş, savunma amaçlıdır ve asla keyfî değildir. Şehitlik ve gazilik, bu mücadelede verilen fedakârlıkların ahiret mükâfatıdır. Cihad sadece kılıçla değil, kalemle, dille, sabırla ve ahlakla da yapılır. Esas gaye insanı diriltmek, yaşatmak ve kurtuluşa ulaştırmaktır.

 

[1] https://www.kuranvemeali.com/savas-ile-ilgili-ayetler