Dua ve Tevekkül, Tövbe ve İstiğfar: Kalbin Kaderle Buluştuğu İki Yol

Dua ve Tevekkül, Tövbe ve İstiğfar: Kalbin Kaderle Buluştuğu İki Yol

“Demek dua ve tevekkül, meyelan-ı hayra büyük bir kuvvet verdiği gibi; istiğfar ve tövbe dahi meyelan-ı şerri keser, tecavüzatını kırar.”
– Sözler, 26. Söz

İrade Denilen Kıvılcım

İnsanoğlu, kaderin geniş denizinde küçücük bir sandala benzer. Ne tam anlamıyla hâkimdir hayata, ne de tamamen teslim olmuş bir nehrin akıntısında sürüklenen yaprak gibidir. İşte bu hassas denge noktasında, irade devreye girer. O küçük meyelan, yani bir tarafa meyletme, tercih etme gücü… Bazen bir duayla alevlenir, bazen bir istiğfarla sonlanır.

Kur’an’ın ve sünnetin rehberliğinde bu hakikate bakıldığında görülür ki: Dua ve tevekkül, insanın kalbini hayra yönlendirirken; tövbe ve istiğfar, şerre olan meyli kırar. Bu ikili yol, insanın iç dünyasında kaderle barışık, iradesiyle bilinçli bir hayat yaşamasının anahtarıdır.

Dua: Hayra Açılan Kapı

Dua, insanın fıtratına nakşedilmiş en samimi yöneliştir. Kul, dua ettikçe Rabbine yaklaşır. Lisanıyla, kalbiyle, haliyle hayrı ister. İşte bu yöneliş, meyelan-ı hayrı (hayra yönelimi) güçlendirir. Çünkü insan, yöneldiği tarafa meyletmeye başlar. Her “Ya Rabbi” demek, hayır kapısına bir vuruş; her “Beni affet” demek, şerre giden kapının anahtarını bırakmaktır.

Dua ve tevekkül birleştikçe, kul kendi gücünün sınırlı olduğunu anlar, İlahi Kudret’e dayanarak hem teselli bulur hem istikamet kazanır.

Tövbe ve İstiğfar: Şerre Giden Yolu Kapatmak

İnsanoğlu hataya meyilli, günaha müsait bir varlıktır. Ama asıl mesele, günahın büyüklüğü değil, ona karşı gösterilen tevazudur. Tövbe eden, aslında “Ben bu yolda yürümek istemiyorum” demiş olur. Bu meyelan, şer yolunu kesen bir set gibidir. Her “Estağfirullah”, o kötü yönelişe bir fren, bir barikattır. İstiğfar, insanın kalbini temizler, şeytanın telkinine karşı bir kalkan olur.

Kaderin İçinde Tercih, Tercihin İçinde Merhamet

Bediüzzaman’ın ifade ettiği gibi kader, meyelan-ı ihtiyariye (iradenin yönelimi) üzerine bina edilir. Yani insan ne tarafa yönelirse, kader de o yönde şekillenir. Bu yüzden dua etmek, tövbe etmek, sadece ahlaki bir fazilet değil, aynı zamanda kaderi yönlendiren manevî tercihlerdir.

Rabbimiz kulunun bir adımını bazen bin adımla karşılar. Onun için küçük bir yöneliş, büyük kapıların açılmasına vesile olabilir. Ama bu yönelişi meydana getiren unsurların başında samimi bir dua ve gönülden bir tövbe gelir.

Özet:

Bu makale, dua ve tevekkülün insanın hayra yönelmesini kuvvetlendirdiğini; tövbe ve istiğfarın ise şerre olan meyli kırarak kaderin hayır yönünde şekillenmesine vesile olduğunu işler. Bediüzzaman’ın 26. Söz’deki ifadesine dayanarak, dua ve tövbenin sadece ahlaki değil, kaderî sonuçları da olan önemli irade fiilleri olduğu ifade edilir. Her dua bir istikamet, her tövbe bir dönüş, her tevekkül bir teslimiyet ve her istiğfar bir temizliktir. Kul, bu dört sır ile hem kalbini temizler, hem kaderini güzelle

 




Tesadüfe Yer Yok: Kudret Delilleriyle Yaratılışın Şahitliği

Tesadüfe Yer Yok: Kudret Delilleriyle Yaratılışın Şahitliği

İnsan gözüyle bakıldığında “sıradan” gibi görünen birçok hadise, derinlemesine incelendiğinde muazzam bir ilahi nizamı fısıldar. Modern bilimin en ileri ölçüm teknikleriyle ortaya koyduğu gerçekler, rastlantının kör karanlığını değil; kudretin, iradenin ve sonsuz ilmin tecellilerini haykırır.

  1. Balinanın Devasa Bedeni ve Birkaç Damla Sperm

Yüz elli beş tonluk bir balina… Yani ağırlığı 25 fil kadar olan bir canlı. O muazzam cüsse, bir damla spermden meydana geliyor. O bir damla içinde genetik kodlar, yaşam planı, sevki ilahi davranışlar, sindirim sisteminden solunum sistemine kadar eksiksiz bir sistem yazılı. Akılsız, şuursuz atomlar nasıl olur da bilinçli bir varlık meydana getirebilir? Cevap açıktır: O’nu şekillendiren bir Kudret Eli vardır.
O da Allah’tır.

  1. Deri Yenileniyor, Ama Parmak İzleri Değişmiyor

İnsan derisi ortalama 28 günde bir tamamen yenilenir. Eski hücreler dökülür, yerine yenileri gelir. Ancak her insanın parmak izi, anne karnında oluşur ve ölene dek hiç değişmez. Bu nasıl bir denge, nasıl bir muhafaza sistemidir ki yüzlerce defa kendini yenileyen deri, kimliğini bir an bile kaybetmez?

Bu sabitlik, İlahi Kimliklendirmenin bir nişanesidir. Her insana farklı bir mühür verilmiştir. Ve bu mühür değişmez. Çünkü onu değiştiren yoktur. Onu yapan, muhafaza eden ve şahitlik ettiren, aynı Zât’tır.
O da Allah’tır.

  1. Dünya 112.000km/saat Hızla Dönüyor, Farkında Değiliz

Dünya, kendi ekseni etrafında saatte yaklaşık 1.670 km, Güneş etrafında ise ortalama 112.000 km/saat hızla döner. Bu korkunç hızda dönerken biz hiçbir sarsıntı hissetmeyiz, başımız dönmez. Camdan baksanız yaprak bile kıpırdamaz. Neden?

Çünkü bu sistem, başıboş bir mekanik değil, hassas terazilerle ölçülmüş bir kudret mühendisliğidir. Eğer bu hızda küçük bir sapma olsa, ya atmosfere savrulur ya da güneşe çakılırdık. Böylesine hassas dengeler bir irade olmadan asla korunamaz.
O da Allah’tır.

  1. Kalp, Günde 100.000Kez Atıyor, Sen Farkında Bile Değilsin

İnsanın kalbi, durmaksızın çalışır. Günde ortalama 100.000 kez atar. Yılda 35 milyon, ömür boyunca 2.5 milyar kez… Düşün ki sen bir gün boyunca sadece gözünü 100 bin kez kırpmaya çalış, mümkün değil. Ama kalbin hiç durmadan atar, seni hayatta tutar.

Kalbin senin değil. Kalbi çalıştıran, Hayy olan bir Zât’tır.
İşte O da Allah’tır.
Dilerse durdurur. Ve sen hiçbir şey yapamazsın.

Sonuç: Tesadüf Değil, Tevhid Var

Evet, gördüğümüz, hissettiğimiz ve ölçtüğümüz her şey, aslında bizi Yaratan’a götüren bir delildir. Bu kadar düzen, bu kadar denge, bu kadar hassasiyet; kör bir tesadüfün değil, her şeyi bilen, her şeye gücü yeten bir Yaratıcının varlığına işaret eder.
İşte O da Allah’tır.

O hâlde bakmayı öğrenmek gerek. Gördüğünü doğru okumak gerek. Modern bilim bir bakıma Kur’anî bakış açısına dönmeye başlamışken, biz hâlâ kör tesadüflere iman edemeyiz.

Özet:

Bu makale, bilimsel verilerden yola çıkarak kainattaki olağanüstü düzenin, Allah’ın varlığına ve kudretine açık deliller taşıdığını anlatmaktadır. Balinanın yaratılışı, insan derisinin yenilenmesi, parmak izinin sabit kalması, dünyanın yüksek hızla dönmesi gibi olaylar; yaratılışın başıboş değil, hikmetli bir planla işlediğini göstermektedir. Tesadüf yoktur; her şey, “Allah vardır ve birdir”
İşte O da Allah’tır, gerçeğini haykırır.

 

 




İnsan Kalmak: Sözleşmeden Hesaba Giden Yol

İnsan Kalmak: Sözleşmeden Hesaba Giden Yol

Allah insanlara fırsat veriyor.
O da bir ömür boyunca.
Adeta, her şeyi bilen Rabbimiz; bak seni insan olarak diğer varlıklardan farklı olarak yaratıyorum.
İnsan olarak kalacağına dair bana söz veriyor musun?
Zahiren bütün ruhlar; Bela yani evet demişti.
Dünyaya geldi, insanlığın, insan olmanın, her şey emrine verilmiş olmanın nimetlerinden bir ömür boyu istifade etti.
Ancak sonunda; ya insan olarak varlığını sürdürmeye,  ya da hayvan ve daha aşağı bir dereke ve düşüşe geçerek, o bulunduğu insani ve insanlığa mensub olma makamını kaybedecektir.
Tercih insana aid.
Dilediğini tercih edebilir.
Alınan misak ve sözleşmenin yerine getirilip, insan gibi yaşayıp ve insan olarak gitmek veya hepsini ve tüm verilenleri kaybetmek.

“9-Ona iki göz, bir dil, iki dudak vermedik mi?
﴾10﴿ Ve ona iki yolu göstermedik mi?
﴾11﴿ Fakat o, sarp yolu göze alamadı.
﴾12﴿ O sarp yol nedir, bilir misin?
﴾13﴿ Köle âzat etmektir.
﴾14-16﴿ Veya bir kıtlık gününde yakını olan bir yetimi yahut aç açık bir yoksulu ­doyurmaktır.
﴾17﴿ Sonra iman edip birbirlerine sabrı tavsiye edenlerden ve acımayı öğütleyenlerden olmaktır.
﴾18﴿ İşte bunlar hakkın ve erdemin yanında olanlardır.
﴾19﴿ Âyetlerimizi inkâr edenler ise bâtılın ve erdemsizliğin yanında olanlardır.
﴾20﴿ Onların hakkı, üzerlerine kapatılmış bir ateştir.”
Beled Suresi – 8-20.

*********

Hayat, görünüşte sıradan gibi duran bir başlangıçla açılır: bir doğum, bir nefes, bir bebek ağlaması… Ancak bu basit görünen başlangıcın ardında derin ve ezelî bir sır gizlidir. Çünkü bu doğum, sadece dünyaya geliş değildir; aynı zamanda ezelî bir sözleşmenin ifasına atılan ilk adımdır. Rabbimiz buyurur ki:

> “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?”
Ruhlar cevaben: “Evet, Rabbimizsin” dediler.
(A’râf Suresi, 172)

İnsan, bu söz ile Rabbine bir bağlılık, bir sadakat taahhüdünde bulunmuştur. Fakat bu bağlılığın sadece sözle kalmayacağı, bir ömürlük sınavla test edileceği daha baştan bellidir. Bu imtihanın adı “hayat”tır ve herkes için bir defaya mahsus, tek kullanımlık bir fırsattır.

İnsana Verilen Emanetler ve Sorumluluk

İnsana verilenler saymakla bitmez.
Gözler verilmiş, hakikati görsün diye.
Dudaklar ve dil verilmiş, doğruyu konuşsun, hayrı anlatsın diye.
Kalp verilmiş, sevsin, acısın, rahmetle dolsun diye.
Ve en önemlisi, akıl ve irade verilmiş ki doğruyu seçebilsin, nefsine karşı durabilsin.

> “Ona iki göz, bir dil, iki dudak vermedik mi? Ve ona iki yolu göstermedik mi?”
(Beled Suresi, 8-10)

İnsan bu donanımla başıboş bırakılmamıştır. Kendisine iki yol gösterilmiştir: biri kolay, nefse hoş gelen; diğeri ise sarp ve zorlu ama sonunda ebedî kurtuluşa çıkan yol. İşte imtihan da burada başlar.

Sarp Yol: Zor Ama Değerli

Kur’an’ın “sarp yol” dediği yol, aslında insan kalmanın, insan kalabilmenin yoludur. Çünkü insan olmak sadece bedensel bir şekil değil, ahlaki ve ruhsal bir hâldir. Beled Suresi, bu sarp yolun ne olduğunu şöyle açıklar:

Köle azat etmek (yani özgürlüğü savunmak)

Aç bir yetimi, bir yoksulu doyurmak (yani merhameti kuşanmak)

İman edip sabrı ve acımayı tavsiye edenlerden olmak (yani birlikte iyiliği yaşamak ve yaşatmak)

Bunlar kula zor gelebilir ama insanı yücelten şeylerdir. İşte hakikî insanlık burada başlar.

İnsanlıktan Düşmek: Bir Felaket

İnsan olmanın nimetlerinden istifade edip de, bu nimetin hakkını vermeyen, sadece dünyayı arayan ve kendi menfaatinden başka hiçbir şey düşünmeyen kişi; insan suretinde ama manen düşmüş bir varlık hâline gelir. Kur’an bu hali, “hayvandan da aşağı” diye nitelendirir:

> “Onlar hayvanlar gibidir, hatta daha da aşağıdırlar.”
(A’râf Suresi, 179)

Bu düşüş, sadece ahirette değil, dünyada da kendini gösterir: kalbin katılaşması, vicdanın sönmesi, merhametin yitirilmesi… Ve nihayetinde, ebedî âlemde “üzerine kapatılmış bir ateş” ile mühürlenmiş bir azap.

Son Söz: Bir Seçim, Bir Söz, Bir Sonuç

İnsan olarak kalmak ya da insanlıktan düşmek, tercih meselesidir. Hiç kimse zorlanmaz. Herkesin önünde iki yol vardır. Ve herkes, ezelde verdiği sözle şimdi yüzleşmektedir. Bu yolculuk bir ahitle başladı; şimdi bu ahdi yerine getirip getirmeme zamanı.

İnsan olmak bir nimet…
İnsan kalmak bir mücadele…
İnsan gitmek ise bir başarıdır.

Özet

Bu makale, insanın ezelde Allah’a verdiği “insan kalma” sözünü, hayat yolculuğu boyunca nasıl bir imtihana tabi tutulduğunu ve sonunda bu sözün ya tutulup yücelik kazanılacağını ya da inkâr edilip düşüşe sebep olacağını ele alıyor. Beled Suresi’nin ışığında, insanın sahip olduğu nimetler, sorumluluklar ve nihai tercihi anlatılıyor. İnsan olmak doğuştan gelir; fakat insan kalmak irade ister. Bu iradenin sonucu ise ya ebedî kurtuluş ya da hüsrandır.

 

 




Aynaya Bakmak Zor Olsa da Gereklidir: Türkiye Solunun Dine Bakışı Üzerine Bir Muhasebe

Aynaya Bakmak Zor Olsa da Gereklidir: Türkiye Solunun Dine Bakışı Üzerine Bir Muhasebe

“Bizdeki aydınlar din düşmanı değil, İslam düşmanıdır.”
– Cemil Meriç

Bir İdeolojinin Yaralı Vicdanı

Türkiye’de “sol” olarak tanımlanan kesim, tarihi boyunca kendi içindeki çelişkilerle ve toplumsal hafızayla yeterince yüzleşememiştir. Sol ideolojinin evrensel anlamda emek, adalet ve eşitlik gibi yüce değerleri savunması gerekirken; Türkiye’deki solun önemli bir kısmı bu değerleri halkın inançlarıyla savaşarak elde edeceğini zannetmiştir.

Bu tutum, 1970’lerden itibaren daha da keskinleşmiş; “devrim” söylemi, camilere, Kur’an kurslarına ve başörtülü kadınlara karşı bir öfkeye dönüşmüştür. Oysa halkın ekseriyeti inançlıydı. Bu halkın yoksulluğu da, adaletsizlik karşısındaki suskunluğu da yine imanının sabrıyla şekilleniyordu. Ama maalesef bu iman, bazı sol çevrelerce bir cehalet aracı gibi gösterildi.

Dinsizlikten Ziyade Dine Düşmanlık

Batı’daki sol, seküler olsa bile dine savaş açmaz. Fransa’da bir solcu, kiliseye gitmeyebilir ama inanan komşusuna düşmanlık beslemez. Almanya’da bir sol partili, devletin din hizmetleriyle olan bağını koparmak istemez, sadece laik dengeyi korumak ister. Türkiye’deki sol ise çoğu zaman, dini doğrudan “gericilik”le özdeşleştirmiştir.

İşte tam bu noktada Cemil Meriç’in sözleri çarpıcıdır: “Bizdeki aydınlar din düşmanı değil, İslam düşmanıdır.” Çünkü mesele bir inanç sistemiyle aklî tartışma yürütmek değil; o inanca, onun mensuplarına ve sembollerine düşmanlık etmektir. Bu düşmanlık, bazen bir imamın hatasıyla, bazen bir tarikat mensubunun suistimaliyle meşrulaştırılır. Oysa bu yaklaşım, adalet ve fikir namusu adına büyük bir çöküştür.

Solun Önündeki Ayna: Halk ve Hakikat

Bugün solun yapması gereken şey, İslam’a ve inananlara karşı takındığı bu yabancı ve düşmanca tavrı sorgulamak, “halkın değerleri” ile barışmaktır. Sol; camiyi, ezanı, başörtüsünü, Kur’an’ı birer “gericilik sembolü” değil, bu milletin kimliği olarak kabul etmek zorundadır. Çünkü halkına rağmen yapılan siyaset ya jakoben olur, ya otoriter… Ama asla insani, vicdani, demokratik düşünce ve yönetimiyle ve kalıcı olamaz.

Eğer bir ideoloji, halkın %90’ının benimsediği kutsallara sırtını dönüyorsa, o halkın yararına çözüm üretmesi de mümkün değildir. Solun halktan kopukluğu sadece siyasi başarısızlıkla sınırlı değildir; aynı zamanda ahlaki ve kültürel bir iflastır.

Artık Türkiye’deki sol, şunu anlamalıdır: Dindar olmak gerici değil, sahici olmaktır. Din düşmanlığı ise ilericilik değil, halktan kopukluğun başka bir adıdır.

İslam’a Değil, İstismara Karşı Olmak

Evet, dini istismar edenler olmuştur, olacaktır da. Ama bu istismar, inançlara düşmanlığı mazur gösteremez. Tıpkı bir doktorun hatasının tıbba düşmanlık doğurmaması gibi… Dini temsil etmeyen kişi ya da kurumların kusurları, dini hedef almanın gerekçesi olamaz.

Sol, inançlara değil; onları istismar edenlere karşı olmalıdır. Bu ayrımı yapamadığı sürece Türkiye’deki sol, hem halkın gönlünde hem de siyasetin zemininde yer bulamayacaktır.

Özet:

Bu makale, Türkiye’deki sol kesimin tarihsel ve sosyolojik açıdan dine ve dindarlara karşı geliştirdiği düşmanca tavrı sorgulamaktadır. Solun halkın inancıyla kavga ederek değil, onunla barışarak ilerlemesi gerektiği anlatılmıştır. Cemil Meriç’in “Bizdeki aydınlar din düşmanı değil, İslam düşmanıdır” sözü üzerinden gidilerek, dine değil, istismara karşı bir duruş sergilenmesi gerektiği anlatılmıştır. Solun gerçek ilericiliği, halkın değerlerine düşmanlıkta değil, onların hakkını savunmakta gizlidir.

 

 




Suskun Taşların Fısıltısı: 1993’ün Kanlı Yüzü ve Faili Meçhuller

Suskun Taşların Fısıltısı: 1993’ün Kanlı Yüzü ve Faili Meçhuller

Türkiye yakın tarihinde derin izler bırakan faili meçhul cinayetler, şüpheli ölümler ve devlet içi karanlık yapıların faaliyetlerine dair birçok soru işaretini içinde barındırıyor.

Tarih, bazen kanla, bazen gözyaşıyla yazılır. Ama en çok da suskunlukla örtülür. Türkiye, 1993 yılında böylesi bir suskunluk girdabına çekildi. Birer birer giden aydınlar, komutanlar, liderler… Ve ardından gelen sus pus bir devlet, “tesadüf” denilerek geçiştirilen ölümler, gömülen hakikatler…

Ama taşlar konuşmasa da susmaz. Ve bu milletin vicdanı da o taşları dinlemeyi bilir.

Bir Dizi Ölüm, Bir Büyük Sır

1993 yılı, ardı ardına gelen karanlık ölümlerle başladı. Uğur Mumcu’nun 24 Ocak’ta bombayla öldürülmesiyle açılan kapı, 5 Şubat’ta Adnan Kahveci’nin şüpheli trafik kazası, 17 Şubat’ta Eşref Bitlis’in düşen uçağı ve 17 Nisan’da Turgut Özal’ın ani ölümüyle derinleşti.

Bu ölümler sadece takvim yapraklarına düşmedi; aynı zamanda Türkiye’nin kaderini de yeniden şekillendirdi. Ardından gelen 24 Mayıs 1993 tarihindeki PKK’nın 33 silahsız askeri şehit ettiği pususu, devletin zaafa uğratıldığını ve bir elin planlı şekilde düğmelere bastığını haykırıyordu.

Uğur Mumcu Ne Bulmuştu?

Gazeteci-yazar Uğur Mumcu, ölümünden önce İsrail-MOSSAD, PKK ve İran bağlantılarını araştırıyordu. “Tarikat-Siyaset-Ticaret” üçgeninde dönen karanlık ilişkileri kaleme almış, İsrail’in Ortadoğu’daki nüfuzunu artırmak adına PKK ile bazı örtülü ilişkiler kurduğunu iddia etmişti.

Aynı şekilde, Turgut Özal’ın Kürt meselesinde barışa yönelik çözüm için attığı adımlar, bazı çevreleri rahatsız etmişti. Eşref Bitlis ise, Özal’ın bilgisi dahilinde PKK ile mücadelede farklı bir strateji geliştiriyor ve dış müdahalelere karşı devlet içi direnci artırıyordu.

Adnan Kahveci ise, devlet içindeki yolsuzlukları ve kirli ağları ortaya çıkarmak üzereydi.

Tüm bu isimlerin ortak özelliği, derin yapılarla çatışmalarıydı. Ve ilginçtir ki, hepsi 1993’te, birkaç ay arayla ve “faili meçhul” kisvesiyle hayattan silindiler.

Devletin İçinde Devlet mi Vardı?

Bu ölümler, Türkiye’de derin devlet ya da “kontrgerilla” kavramını tekrar gündeme getirdi. Resmî devletin dışında ama onun gücünü kullanan illegal yapılanmalar, siyaseti dizayn etti, istikamet belirledi, çözüm arayanları susturdu.

Peki kimdi bunlar? İçeride kimdi, dışarıdan kim yönlendiriyordu?

İsrail’in, ABD’nin, NATO’nun Ortadoğu politikaları, Türkiye’de iç dinamikleri hedef alıyordu. Kimi zaman PKK ile, kimi zaman tarikat perdesi altındaki yapılarıyla yani hem sağdanhem soldan, kimi zaman medya manipülasyonlarıyla… Ama en önemlisi, kendi devlet adamlarını hedef alarak…

Suskunluğun Suç Ortaklığı

Bugün hâlâ Uğur Mumcu cinayeti aydınlatılamadı. Eşref Bitlis’in uçağının neden düştüğü belirsiz. Adnan Kahveci’nin kazası “trafik hatası” olarak kapatıldı. Turgut Özal’ın mezarı yıllar sonra açıldı ama net bir sonuç yok.
Çünkü bu faili meçhuller ile PKK’nın önü açılıyor, ona zemin hazırlanıyordu.

Adalet geciktikçe zulüm kök salar. Sessizlik çoğaldıkça korku hâkim olur. Ama bir millet hafızasını yitirmedikçe, ne zulüm kalıcı olur ne de zalim hüküm sürer.

Vicdan Susmaz, Tarih Unutmaz

Bu topraklar, şehitlerin fısıltısıyla yoğrulmuştur.
Her faili meçhul cinayet, bir milletin hafızasına kazınmış çığlıktır.

Tarihin perdesi aralandığında, karanlıkta kalanların yüzü ortaya çıkacaktır. Ve o gün, hak yerini bulacak, zulüm çökecektir.

Özet:

Bu makalede, 1993 yılında ardı ardına gerçekleşen Uğur Mumcu, Adnan Kahveci, Eşref Bitlis ve Turgut Özal gibi önemli isimlerin şüpheli ölümleri cihetiyle, Türkiye’nin yakın tarihindeki faili meçhul cinayetler ve derin yapılar ele alındı. Bu ölümlerin tesadüf olamayacak kadar açık ve politik etki gücü yüksek olduğu ifade edildi. Ayrıca, bu şahsiyetlerin hepsinin devlet içindeki kirli ağlara ve dış müdahalelere karşı mücadele ettikleri ortak noktasıyla, bir üst akıl tarafından tasfiye edilmiş olabilecekleri ihtimali üzerinde duruldu.

 

 




Ezelî Nazarın Gölgesinde: Kaderin Aynasında Zamanın Sırrı

Ezelî Nazarın Gölgesinde: Kaderin Aynasında Zamanın Sırrı

“Kader, ilm-i ezelîden olduğu için ilm-i ezelî, hadîsin tabiriyle ‘Manzar-ı a’lâdan, ezelden ebede kadar her şey, olmuş ve olacak, birden tutar, ihata eder bir makam-ı a’lâdadır.’ Biz ve muhakematımız, onun haricinde olamaz ki mazi mesafesinde bir âyine tarzında olsun.”
– Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, 26. Söz

Bir İnsan Zamanla Yaşar, Bir Allah Zamanı Aşar

İnsan, zamanın mahkûmudur. Dün geçmiştir, yarın ise meçhuldür. İnsan ancak “şimdi”de yaşar; geçmişi hatırlayarak, geleceği tahmin ederek… Oysa Allah’ın ilm-i ezelîsi, bu sınırlı bakışın çok ötesindedir. **“Manzar-ı a’lâ”**dan bakar O. O makamda zaman yoktur, çünkü Allah zamanla kayıtlı değildir. O, ezelden ebede her şeyi bir anda, bir an gibi kuşatır.

Tıpkı yüksek bir dağın tepesinden bir nehrin tamamını görebilen bir kimse gibi… Biz sadece o nehirde yüzerken önümüzdeki birkaç adımı görebiliriz. Ama Allah, nehrin kaynağını da, denize kavuştuğu yeri de aynı anda görür. Bu “birden tutmak” hali, Allah’ın ilm-i ezelîsinin eşsizliğidir.

Aynadaki Zaman: İnsanın Kısa Görüşü

Bediüzzaman, kaderi zaman dışı bir aynaya benzetmez. Çünkü “biz ve muhakematımız, onun haricinde olamaz.” Yani biz, zamanla kayıtlı olduğumuz için, Allah’ın ilmine dışarıdan bir ayna gibi bakamayız. Onun ilminde mazi (geçmiş), hal (şimdi), müstakbel (gelecek) birdir, beraberdir. Ne geçmiş “geçmiş”tir, ne gelecek “gelecek”tir. Her şey onun katında hazır ve nazırdır.

Bu yüzden, Allah’ın kaderi ve ilm-i ezelîsi bir film kaydı gibi değildir. O, bir defa yazılmış bir senaryo da değildir. O, ezelî bir bilgi makamıdır ve bu bilgi, bizim zamanla kayıtlı bakışımızdan bağımsızdır. İnsan nasıl hareket edecekse, Allah onu zaman üstü bir şekilde bilir.

Bilgiyle Zorlamak Arasında Fark Vardır

Allah’ın ezelî ilminde bizim hangi yola gideceğimizin bilinmesi, bizim o yola zorla sevk edildiğimiz anlamına gelmez. Bir öğretmen, çalışmayan bir öğrencisinin dersten kalacağını bilir. Ama bu bilgi, öğrencinin kalmasının sebebi değildir. Sebep, öğrencinin çalışmamasıdır. Bilmek, yaptırmak değildir. İşte kaderin inceliği burada yatar.

Allah’ın **“Manzar-ı a’lâ”**dan bakışı, bizim hayatımıza derin bir anlam ve sorumluluk yükler. Çünkü biz ne yapacağımızı seçeriz; Allah ise bu tercihlerimizi bilir ve ona göre yazar. Bu bilgi ezelîdir, bizim sınırlı bakışımıza benzemez.

Kaderin Tesellisi: Zamanın Dışında Bir Merhamet

İnsan bazen geçmişe bakar, yaptığı hatalara yanar, “Keşke yapmasaydım” der. Bazen de geleceğe korkuyla bakar, “Ya kötü bir şey olursa?” diye endişelenir. Oysa kader inancı, insanı bu iki zaman diliminin yükünden kurtarır. Çünkü bilir ki: Allah her şeyi ezelden ebede kuşatmıştır ve her şey O’nun ilminde yerli yerindedir. Bu bilgi, kalbe sükûn, zihne istikamet, ruha teselli verir.

Özet:

Bu makalede, Allah’ın ilm-i ezelîsinin zamanla kayıtlı olmadığı, ezelden ebede her şeyi bir anda kuşattığı açıklanmıştır. İnsan zaman içinde yaşar, Allah ise zaman üstüdür. “Manzar-ı a’lâ” kavramı ile Allah’ın bakışının sınırsızlığı anlatılmış, insanın kader anlayışının buna göre şekillenmesi gerektiği vurgulanmıştır. Allah’ın ilmi, bizim tercihlerimizi zorlamaz; sadece zaman ötesi bir bakışla onları bilir. Bu hakikat, insanı kader karşısında hem sorumlu hem de huzurlu kılar.

 

 




Kaderin Aynasında İrade ve İlim: Alın Yazısı mı, Seçim Yazısı mı?

Kaderin Aynasında İrade ve İlim: Alın Yazısı mı, Seçim Yazısı mı?

“Kader, ilim nev’indendir. İlim, malûma tâbidir. Yani nasıl olacak, öyle taalluk ediyor. Yoksa malûm, ilme tâbi değil.”
– Sözler, 26. Söz, Bediüzzaman Said Nursî

İnsanlık tarihi boyunca kader meselesi, akılları meşgul eden en derin sorulardan biri olmuştur. “Benim başıma gelecekler önceden yazılmışsa, ben neden sorumlu olayım?” sorusu nice kalbi şüpheye, nice zihni karmaşaya düşürmüştür. Bu noktada Bediüzzaman Said Nursî’nin getirdiği açıklama, meseleyi hakikat terazisinde tartarak insanı hem aklen hem kalben rahatlatır. Zira onun ifadesiyle kader, cebri değil; ilmîdir. Ve bu ayrım, bütün kader sırrını aydınlatan bir anahtardır.

Kader: Bir Bilgi, Bir Zorunluluk Değil

“Kader, ilim nev’indendir.” Yani kader, Allah’ın her şeyi kuşatan ezelî ilminden kaynaklanır. Allah, olmuşu, olmakta olanı ve olacak olanı bilir. Ama bu bilgi, bizim fiillerimizi zorlayarak gerçekleştirmez. Tersine, biz nasıl davranacaksak Allah onu bilir. İşte bu noktada “ilim, malûma tabidir” hakikati devreye girer. Yani ilim, bilinen şeye göre şekillenir; bilinen, ilme göre zorla şekillenmez.

Bir kamera düşünün; bir olayın görüntüsünü kaydediyor. Kamera o olayı kaydetti diye, olayın sebebi kamera olur mu? Elbette hayır. Allah’ın kaderi de böyledir. O, bizim ne yapacağımızı bilir; bu bilgi bizi mecbur etmez. Allah’ın ilmindeki yazı, bizim seçtiğimiz yolun önceden bilinmesidir. Yani kader, bir kader çizgisi değil; bir kader kaydıdır.

İrade: Seçimin Terazisi

İnsanı diğer mahlûklardan ayıran en büyük fark, onun irade sahibi olmasıdır. İnsan, iyilik ile kötülük arasında tercih yapma özgürlüğüne sahiptir. İrade, bir hareket noktasıdır; ancak neticeyi yaratmak Allah’a aittir. Bu yüzden “malûmun zatı ve vücud-u haricîsi, iradeye bakar ve kudrete istinad eder” denilir. Yani bir şeyin dış dünyada varlık bulması, insanın iradesiyle yönelmesine ve Allah’ın kudretiyle yaratmasına bağlıdır.

Allah, kulunun neyi seçeceğini bilir. Fakat bu bilmek, kulun iradesini iptal etmez. Bu bilgi, yaratmanın ilmi bir vesilesidir, cebri bir neden değildir. Bu yüzden insan yaptığı iyilikten mükâfat, kötülükten de mesul olur.

Kaderi Bahane Etmek: Şeytanî Bir Aldanış

Bediüzzaman bir başka yerde şöyle der: “Kader, hataya değil, hidayete bakar.” Yani kaderi sadece günah ve kusurda hatırlamak, meseleyi tersinden okumaktır. Bir insan, “Kaderimde bu varmış” diyerek hatasına bahane bulursa, bu şeytanî bir kaçıştır. Oysa insan başına gelen musibetlerde kaderi görürse sabır bulur; günahlarında ise iradesine yönelirse tövbe bulur.

Bu yüzden kader, bir suç ortağı değil; bir hakikat öğretmenidir. O bize der ki: “Sen tercihini yap, ben ne yapacağını zaten biliyordum.” Ama bu bilgi, senin elinden iradeyi almaz, sadece seni bir hikmet ağına yerleştirir.

Kader, İnsanı Değil, İşi Kucaklar

Bir marangozun elindeki keresteyi işlemesi gibi, insan da kendi iradesiyle hayatını şekillendirir. Fakat nasıl ki marangozun planı ve ilmi olmadan iş tamamlanmazsa, Allah’ın kaderi olmadan da hiçbir şey olmaz. Ancak Allah’ın bilgisi, insanın fiiline eşlik eder; onu zorlamaz. Bu yüzden kader, insanı cebr altında tutmaz; sadece yaratılış planının ilmî boyutunu ortaya koyar.

Özet:

Bu makale, kaderin ezelî bir bilgi türü olduğunu ve Allah’ın her şeyi önceden bilmesinin, insanın özgür iradesini iptal etmediğini açıklamaktadır. “İlim malûma tabidir” prensibiyle, Allah’ın bilgisi insanın ne yapacağını bilmesi anlamına gelir, zorlaması anlamına gelmez. İnsan iradesiyle tercihte bulunur; Allah da bu tercihi bilir ve yaratır. Bu sebeple insan yaptığı işten sorumludur. Kader, günahın bahanesi değil; musibetin tesellisi ve hikmetin ilim penceresidir. İnsan, iradesiyle imtihana girer, kader ise bu imtihanın ilmî kayıtlarını tutar.

 

 




İstikbalin Aynası: Kur’ân ve Gelecek Haberleri

İstikbalin Aynası: Kur’ân ve Gelecek Haberleri

Zaman, bizim için geçmiş, an ve gelecekten ibarettir. Biz geleceği sadece tahmin eder, geçmişi ise ancak yaşadıktan sonra anlarız. Fakat Kur’ân, zamanı bir bütün olarak kavrayan Allah’ın kelamıdır. O, yalnızca geçmişin hikâyelerini değil, aynı zamanda geleceğin hakikatlerini de dile getirir. Zira Kur’ân, bir tarih kitabı olmadığı gibi, sıradan bir nasihat kitabı da değildir. O, ezelî olanın kelamıdır ve ezelî olan, geleceği geçmiş gibi bilir.

  1. Rumlar Yenilecek… Sonra Galip Gelecekler!

Kur’ân, gelecekten haber vermeye dair en meşhur misallerden birini Rum Suresi’nin başında verir:

> “Rumlar (Bizanslılar) yenildiler. En yakın yerde. Ama onlar bu yenilgilerinden sonra galip gelecekler. Birkaç yıl içinde…”
(Rum, 30/2-4)

Bu ayet, Bizans’ın Sâsânîler’e karşı büyük bir hezimet yaşadığı bir dönemde nazil olmuştu. Müşrikler, “Hıristiyanlar da sizin gibi ehl-i kitaptı, putperest olanlar (Sâsânîler) galip geldi, demek ki biz de sizi yeneceğiz” diyerek sevinmişti. Ancak Kur’ân meydan okudu ve geleceği haber verdi. Aradan birkaç yıl geçti ve Bizans, mucizevî bir şekilde toparlanarak zafer kazandı. Hem de Kur’ân’ın belirttiği sürede!

  1. Fetih Vaadi: Mekke’nin Kapıları Açılacak

Bir başka istikbal haberi ise Hudeybiye Anlaşması sonrasında geldi. O yıl Müslümanlar umre için yola çıkmıştı, ancak Mekke’ye alınmadılar. Görünüşte bu olay bir mağlubiyet gibiydi. Ancak hemen ardından şu ayet nazil oldu:

> “Şüphesiz biz sana apaçık bir fetih verdik.”
(Fetih, 48/1)

Henüz Mekke fethedilmemişti ama Kur’ân bunu geçmiş zaman kipiyle (Mazi) bildirdi. Çünkü Allah katında bu, olmuş bitmiş bir işti. Ve nitekim iki yıl sonra Mekke, fethedildi. Böylece Kur’ân, geleceğe dair verdiği bir haberle daha hakikatin aynası oldu.

  1. İman Etmeyenler Ne Olursa Olsun İnanmayacak

Kur’ân’ın geleceğe dair verdiği haberlerden biri de inkârcıların son hali ile ilgilidir:

> “Onlar için ister uyar, ister uyarmayasın fark etmez; iman etmezler.”
(Bakara, 2/6)

Bu ayet, Mekke döneminde inen ilk ayetlerden biridir. Ve zaman içinde görüldü ki, o muhataplardan bazıları, gerçekten de son nefeslerine kadar iman etmedi.
( Tebbet suresindeki Ebu leheb gibi, 8 yıl)
Çünkü Kur’ân, kalplerin mühürlendiği bu insanları gelecekteki halleriyle tarif etmişti.

  1. Kur’ân Kıyamete Kadar Hakikat Söyleyecek

Kur’ân sadece kendi dönemiyle değil, kıyamete kadar gelecek bütün zamanlarla ilgilidir. Her çağda, her akıl seviyesine hitap eder. Herkes onda bir şey bulur. Onun şu ayeti, hem geçmişi hem geleceği kapsar:

> “Biz bu Kitap’ta hiçbir şeyi eksik bırakmadık.”
(En’âm, 6/38)

Bugün bilimsel gelişmeler, teknolojik ilerlemeler, toplumsal dönüşümler, hepsi Kur’ân’ın işaret ettiği evrensel hakikatlerle birebir örtüşür hâle gelmektedir. Ve her yeni gelişme, Kur’ân’ın çağlar üstü bir kitap olduğunu bir kez daha teyit etmektedir.

  1. Geleceği Bildiren Bir Kitap Neden İnkar Edilir?

Kur’ân, gelecekten haber vererek bize ne anlatır?

Gelecek Allah’ın ilmindedir, insanın değil.

Hakikat değişmez; dün ne doğruysa, bugün de doğrudur, yarın da doğru olacaktır.

Zalimlerin saltanatı geçicidir; hak ve adalet sonunda galip gelecektir.

Mü’minler sabrederse zafer onlarındır; bu sadece bir teselli değil, ilahî vaattir.

Bu yüzden Kur’ân, yalnızca tarihî bir referans değil, gelecek rehberidir. O, kıyamete kadar sürecek bir ışığın adıdır.

Makale Özeti:

Kur’ân-ı Kerîm, sadece geçmişin değil, geleceğin de haberlerini vermiştir. Rumların yeniden zafer kazanacağını, Mekke’nin fethini, inkârcıların iman etmeyeceğini ve kıyamete kadar Kur’ân’ın doğrularını koruyacağını bildirmiştir. Bu ayetler, Kur’ân’ın ilahî kaynaktan geldiğini ve beşer sözü olamayacağını gösterir. Kur’ân, hem bugünü hem yarını kuşatan, hakikati zamansız bir şekilde anlatan yegâne kitaptır.

 

 




Tarih Boyunca Zillet Tokadı: Hubb-u Hayatın Akıbeti ve Filistin Meselesi

Tarih Boyunca Zillet Tokadı: Hubb-u Hayatın Akıbeti ve Filistin Meselesi

“Yahudi milleti hubb-u hayat ve dünyaperestlikte ifrat ettikleri için, her asırda zillet ve meskenet tokadını yemeye müstehak olmuşlar. Fakat bu Filistin meselesinde; hubb-u hayat ve dünyaperestlik hissi değil, belki enbiya-yı Benî İsrailiyenin mezaristanı olan Filistin, o eski peygamberlerin kendi milliyetlerinden bulunması cihetiyle, bir cihette bir ehemmiyetli hiss-i millî ve dinî olmasından, çabuk tokat yemiyorlar. Yoksa, koca Arabistan’da az bir zümre hiç dayanamayacaktı, çabuk meskenete girecekti.”
Said Nursî
Hatta bir tükürükle dahi bozulacaktı.

**********

Mukaddes Topraklar, Mukaddes İmtihanlar

Yeryüzünde bazı topraklar, sadece coğrafî sınırlar içinde kalmaz. Onlar aynı zamanda milletlerin inanç, kimlik ve tarih şuurunun da sınırlarını belirler. Filistin, işte böyle bir topraktır. Hz. İbrahim’den Hz. İshak’a, Hz. Yakup’tan Hz. Musa’ya, Hz. Davud ve Süleyman’a kadar pek çok peygamberin yaşadığı, iz bıraktığı ve nihayetinde kabirlerinin bulunduğu mübarek bir coğrafyadır. Bu yönüyle sadece toprak değil; ilahi vahyin şahitliğini yapan bir emanet gibidir.

Yahudilik: Bir Dinin Değil, Bir Tavrın Temsili

Tarihte Yahudiler, Tevrat’a muhatap olmuş, birçok peygamberle doğrudan muamele görmüş, Allah’ın lütfuna defalarca mazhar olmuş bir millettir. Ancak bu nimet karşısında gösterdikleri tavır, çoğunlukla nankörlük, dünyevîleşme ve hevaya tabi olma şeklinde tecelli etmiştir. Bediüzzaman’ın tabiriyle, “hubb-u hayat”, yani dünya sevgisinde ve yaşama arzusunda öyle aşırıya gitmişlerdir ki, her asırda zillet ve meskenet tokadını yemeye müstahak olmuşlardır.

Zira Kur’an’ın ifadesiyle onlar, peygamberlerini öldürmüş, kitaplarını tahrif etmiş ve ilahî emaneti maddî çıkar uğruna satmışlardır. Böylece dünyayı ahirete tercih eden bir zihniyetin sembolü olmuşlardır.

Tokadın Gecikme Sebebi: Millî ve Dinî Hassasiyetin Kalıntıları

Ancak Bediüzzaman, bu noktada çok önemli bir istisnaya dikkat çeker: Filistin meselesi. Bu olayda sırf dünya sevgisi değil, “enbiya-yı Benî İsrailiyenin mezaristanı” olması itibariyle millî ve dinî bir hissiyatın da etkisi vardır. Yani burada, sadece menfaat değil, geçmişin kutsallığına dair bir sahiplenme duygusu da devrededir.

İşte bu yön, onların tamamen çöküp dağılmasını geciktiren bir direnç noktası teşkil etmektedir. Aksi halde, “koca Arabistan’da az bir zümre hiç dayanamazdı” diyen Said Nursî, bu direncin doğal değil, tarihî ve manevi bir hatıraya dayandığını ifade eder.

Zilletin İlahi Adaleti

Kur’an-ı Kerim’de, İsrailoğulları hakkında pek çok ayette “zillet ve meskenet” ifadesi geçer. Zillet, sadece askerî mağlubiyet ya da siyasi eziklik değil, asıl olarak şeref ve haysiyet kaybıdır. Meskenet ise, kalbî bir çökkünlük, psikolojik bir zavallılık hâlidir.

Yahudiler tarih boyunca defalarca bu hâllere düşmüş; Babil sürgünü, Roma yıkımı, Orta Çağ kovulmaları ve modern soykırımlar hep bu kadere denk düşmüştür. Elbette bu yaşananlar hiçbir zaman mazlumların haklarını küçümseme anlamına gelmez. Ancak tarihin ve kaderin ince terazisinde, büyük nimete karşılık büyük sorumluluk gereklidir. Ve bu sorumluluk ihlal edildiğinde, cezası da o ölçüde ağır olur.

Bugünün Dersi: Kim Dünya İçin Dini Terk Ederse, Aynı Akıbete Uğrar

Bu hakikat sadece Yahudilere mahsus değildir. Dünyevîleşen her ümmet, aynı zillet tokadını yemeğe adaydır. Eğer bir millet, Allah’ın hükümlerini terk eder, dini ikinci plana atar, menfaati ilke edinirse; o zaman Benî İsrail’in akıbetiyle aynı yola girmiş olur.

Bugün Müslüman toplumlar da aynı tehlike ile karşı karşıyadır. Eğer ilahi vahiy rehberliğini kaybeder, sadece “kutsal topraklar” sloganıyla değil, hakiki imanla ayağa kalkmazlarsa; Filistin sadece coğrafi bir mesele olarak kalır ve şehit kanı, sadece siyasi bir argüman olur.

Özet:

Bu makalede Bediüzzaman’ın Yahudi milletine dair tesbitinden yola çıkarak, hubb-u hayat (aşırı dünya sevgisi) ve dünyevîleşmenin nasıl bir zillet sebebi olduğu işlendi. Yahudiler tarih boyunca peygamberlere muhatap olmuş ama sorumluluğu terk etmiş, bu da onları sürekli ilahi tokatlara maruz bırakmıştır. Ancak Filistin meselesinde, sadece dünya menfaati değil; geçmiş peygamberlerin hatırasına dayanan bir millî-dinî hassasiyetin de etkisi olduğu için, yıkılışları gecikmektedir. Ders: Kim Allah’ın vahyini terk edip dünyaya meylederse, aynı zilletle karşılaşır. Bu, sadece bir milletin değil, her ümmetin imtihanıdır.

 

 




Hakkın Delili: Kur’ân’da İsbât Ayetlerinin Derin Hikmeti

Hakkın Delili: Kur’ân’da İsbât Ayetlerinin Derin Hikmeti

Kur’ân-ı Kerîm sadece bir emirler ve yasaklar kitabı değil, aynı zamanda bir delil ve isbat kitabıdır. O, iddialarını kuru bir şekilde ortaya koymaz; akla, kalbe ve vicdana hitap ederek delillerle hakikati ortaya koyar. Bu yönüyle Kur’ân, sadece inananlara değil, düşünen her insana meydan okuyan ve onları delil üzerinden iknaya çağıran eşsiz bir rehberdir.

İsbât Ne Demektir?

İsbât, bir şeyin doğruluğunu, gerçekliğini delil ve burhanla ortaya koymaktır. Kur’ân’da bu, hem Allah’ın varlığına ve birliğine dair, hem de peygamberliğin doğruluğuna ve ahiretin hak oluşuna dair birçok ayette yer alır.

Kur’ân’daki İsbât Yöntemleri

Kur’ân isbâtı, çeşitli yollarla yapar:

  1. Kâinat Kitabına Yönlendirme (Kevnî Deliller)

> “Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, akıl sahipleri için elbette ibretler vardır.”
(Âl-i İmrân, 190)

Kur’ân burada insanı göklere, yere, geceye ve gündüze bakmaya çağırır. Bunlar, Allah’ın varlık ve birliğini isbât eden kevnî delillerdir.

  1. İnsanın Nefsine Dönüş (Enfüsî Deliller)

> “Kendi nefislerinizde de (ayetlerimiz) yok mu? Görmüyor musunuz?”
(Zâriyât, 21)

İnsan bedenindeki incelik, ruhundaki mana, vicdanındaki fıtrat; hepsi birer isbattır. Kur’ân, dışa değil, içe bakmayı da öğretir.

  1. Tarihten Örnekler

> “Andolsun, Biz Musa’yı ayetlerimizle Firavun’a ve ileri gelen topluluğuna gönderdik.”
(A’râf, 103)

Tarihte yaşanmış mucizeler, helakler, ilahi müdahaleler hep birer tarihi isbât örneğidir. Kur’ân bunlarla hem geçmişin ibretini, hem de geleceğin hakikatini gösterir.

  1. Kur’ân’ın Kendisi Delildir

> “Eğer kulumuza indirdiğimiz (Kur’ân) hakkında şüpheniz varsa, onun benzeri bir sure getirin.”
(Bakara, 23)

Kur’ân, kendi hakikatini isbât eden bir mucizedir. Zira onun benzerini getirmek mümkün değildir.

İsbâtın Hikmeti: Kör Taklide Karşı Uyanış

Kur’ân, körü körüne iman etmeyi değil, delile dayalı, şuurlu bir imanı esas alır. Bu yüzden hem peygamberlere, hem tevhid hakikatine, hem de ahirete dair deliller sunar. Bu metot, aklı ve kalbi birlikte tatmin eder.

Kur’ân’da sıkça geçen şu ifade buna işaret eder:

> “Hiç düşünen bir topluluk yok mu?”
“Hiç akletmiyor musunuz?”
“Hiç ibret almıyor musunuz?”

Bu sorular, aslında Kur’ân’ın sunduğu isbâtların, düşünmeyenleri sarsmak, düşünenleri ise hakikate ulaştırmak için olduğunu gösterir.

İman: Taklidî mi, Tahkikî mi?

Kur’ân’daki isbât ayetleri, imanın tahkike (araştırmaya, sorgulamaya) dayanması gerektiğini gösterir. Zira taklidî iman, zayıftır ve şüphe karşısında dağılır. Oysa tahkikî iman, delille beslenir ve sarsılmaz.

İsbâtın Bugünkü Mesajı: İnancını Sorgula, Derinleştir

Bugün nice Müslüman vardır ki inancı sadece duyduklarıyla sınırlıdır. Kur’ân’ın isbât ayetleri, bize “Düşün! Sorgula! İnancını derinleştir!” çağrısı yapmaktadır.

Neden inanıyorum?

Kime inanıyorum?

Delilim nedir?

İşte bu sorulara Kur’ân’da cevap vardır ve bu cevap, akıl ile kalbin birleştiği yerde bizi hakikate ulaştırır.

Kur’ân’ın İsbâtı, İnsanın İsbatı Olmalı

Kur’ân, tevhidi isbât eder.
Kur’ân, nübüvveti isbât eder.
Kur’ân, haşri isbât eder.

Peki biz, kendi imanımızı isbât edebiliyor muyuz? Davranışlarımız, sözlerimiz, halimiz; imanımızın delili mi, yoksa onun zıddı mı?
Bu sorunun cevabı da, yine Kur’ân aynasında aranmalıdır.

Sonuç ve Hikmetli Mesaj

Kur’ân-ı Kerîm, akla hitap eden bir deliller kitabıdır. O, sadece inanmamızı değil, neden inandığımızı da bilmemizi ister. İsbât ayetleri, hem Kur’ân’ın mucizevi yapısını, hem Allah’ın varlığını, hem de insanın sorumluluğunu ortaya koyar.
Bugün, inancın zayıflatılmaya çalışıldığı bir çağda yaşıyoruz. Bu çağda Kur’ân’ın isbât metodunu anlamak ve anlatmak, hem imanımızı güçlendirir, hem de başkalarına hakikati ulaştırma yollarını açar.

Özet

Kur’ân-ı Kerîm’deki isbât ayetleri, Allah’ın varlığı, birliği, peygamberliğin hakikati ve ahiret gibi temel inanç esaslarını akli, kevnî ve tarihî delillerle açıklayan ayetlerdir. Kur’ân, inancı kuru bir taklide değil, derin bir tahkike davet eder. Bu ayetlerin hikmeti, hem bireysel imanı sağlam temellere oturtmak hem de inkârcılara karşı hakikati isbât etmektir. Kur’ân, aklın ışığıyla kalbin nurunu birleştirerek insanı Allah’a ulaştırır.

 

 




Kur’ân’ın Sert Sesi: Zem ve Zecir Ayetlerinin Hikmeti

Kur’ân’ın Sert Sesi: Zem ve Zecir Ayetlerinin Hikmeti

Kur’ân-ı Kerîm, bir hidayet rehberi olmanın yanı sıra, insan nefsinin karanlık yönlerini de deşifre eden ilahi bir aynadır. Bu aynada sadece nur ve rahmet değil, aynı zamanda ikaz, yerme ve sarsıcı uyarılar da vardır. Çünkü Kur’ân’ın muhatabı olan insan, hem iyiliğe meyyal bir ruh hem de kötülüğe eğilimli bir nefse sahiptir. Bu nedenle, Allah Teâlâ Kur’ân’da bazı kimseleri ve davranışları açıkça zemmetmiş, bazılarını da şiddetle azarlamıştır.

Zem ve Zecir Nedir?

Zem: Bir kişi veya topluluğu ayıplamak, kötülemek, yanlışlarını ortaya koymak ve kötü sıfatlarını teşhir etmektir.

Zecir: Uyarıların ötesinde, sert bir azarlama ve tehdit ihtiva  eden ikazdır. Adeta bir sarsma ve kendine getirme çabasıdır.

Kur’ân’daki Zem ve Zecir Örnekleri

Kur’ân-ı Kerîm, özellikle şu grupları sert şekilde zem ve zecirle eleştirir:

  1. Münafıklar

> “Münafıklar, Allah’ı aldatmaya çalışırlar, oysa Allah onların oyunlarını başlarına geçirir.”
(Nisâ, 142)

Kur’ân, münafıkları en sert dille yermekte ve onların cehennemin en alt tabakasında olacağını bildirmektedir (Nisâ, 145).

  1. Yalancı ve İftira Edenler

> “Vay hâline her yalan söyleyenin, günahkârın!”
(Câsiye, 7)

Yalan ve iftira, hem bireysel hem toplumsal felaketlerin başıdır. Kur’ân, bu günahı işlemiş toplumların helak edildiğini bildirmiştir.

  1. İsraf Edenler

> “Yiyin, için fakat israf etmeyin. Çünkü Allah israf edenleri sevmez.”
(A’râf, 31)

İsraf, sadece malda değil, zamanda, ömürde, enerjide de olur. Ve bu, Allah’ın açıkça sevmediği bir davranıştır.

  1. Kibirlenenler ve Hakkı Görmezden Gelenler

> “Yeryüzünde böbürlenerek dolaşma! Çünkü sen ne yeri yarabilirsin, ne de dağlarla boy ölçüşebilirsin.”
(İsrâ, 37)

Bu ayet, insana haddini bildiren veciz bir zecirdir.

Zem ve Zecir Neden Gereklidir?

Kur’ân’da yer alan zem ve zecir ifadeleri bir öfkenin değil, ilahi merhametin bir parçasıdır. Zira bazen insan, güzel sözle yola gelmez. Onun gafletini yırtmak, nefsini sarsmak gerekir. Bu da ancak sert ikazlarla mümkündür. Bu açıdan zem ve zecir:

Nefsi dizginler

Kalpte uyanışa vesile olur

Cehennem gibi büyük tehlikelere karşı “acil uyarı sistemi” görevi görür

Kur’ân’dan Zecir Alan Toplumlar ve Sonuçları

Kur’ân geçmiş kavimlerin başına gelenleri sadece tarih bilgisi olarak anlatmaz. Lut kavmi, Âd kavmi, Semud kavmi gibi toplumlar ahlâksızlık, isyan, ölçü-tartı hilesi, inkâr gibi sebeplerle sert şekilde zemmedilmiş ve nihayetinde helak edilmişlerdir.

Bu örnekler, bugünün insanına da birer “ilahi kırmızı alarm”dır.

Bugün Biz Zem Ediliyor muyuz?

Bugün Kur’ân’a kulak tıkayan, onun ölçülerine sırt dönen bir birey ya da toplum, kendini ilahi zem ve zecirden muaf sanmamalıdır. Kur’ân canlı bir kitaptır. Onun sözleri her çağda geçerlidir. Eğer biz yalan, israf, kibir, hıyanet, riya ve zulüm içinde yaşıyorsak, Kur’ân’ın bizi de zem ettiğini unutmamalıyız.

Zemden Kurtulmanın Yolu: Tövbe ve Tevazu

Her ne kadar Kur’ân bazı insanları sert şekilde yermişse de, hemen ardından rahmet kapısını aralamış ve dönüş yolunu göstermiştir:

> “Kim tevbe eder, iman eder ve salih amel işlerse, işte Allah onların kötülüklerini iyiliklere çevirir.”
(Furkân, 70)

İşte Kur’ân’ın hikmeti: Sert ikaz ile sarsar, ardından rahmetle kucaklar.

Sonuç ve Hikmetli Mesaj

Kur’ân’daki zem ve zecir ayetleri, insana acı bir ilaç gibidir. Tadına değil, faydasına bakılır. Bu ayetler nefsi sarsar, kalbi uyarır, yolu şaşırmışı yola getirir. Her birimiz bu ayetlere ayna tutmalıyız: “Bu ayet kimi kastediyor?” sorusundan önce, “Beni mi kastediyor?” sorusunu sormalıyız.

Özet

Kur’ân-ı Kerîm’de yer alan zem (yerme) ve zecir (azarlama) ayetleri, insanın nefsini arındırmak, kalbini uyandırmak ve toplumları helake götüren yolları kapatmak için ilahi bir uyarıdır. Bu ayetlerde münafıklık, israf, kibir, yalan ve inkâr gibi kötü davranışlar sert şekilde eleştirilir. Ancak her zecirin ardından Allah Teâlâ, tövbe ve rahmet kapılarını açık tutar. Kur’ân’ın bu sert ifadeleri, aslında insanlığı kurtarmaya yönelik derin bir hikmet taşır.

 

 




Kur’ân’ın Övgüsünde Saklı Olan Sır: Medhedilen Kulların İzinde

Kur’ân’ın Övgüsünde Saklı Olan Sır: Medhedilen Kulların İzinde

Kur’ân-ı Kerîm, sadece emir ve yasakları bildiren bir kitap değildir; aynı zamanda örnek şahsiyetleri öne çıkararak insanlığa yol gösteren bir ahlak rehberidir. Bu rehberlikte Allah Teâlâ, bazı kullarını açıkça över. Bu övgü sadece bir takdir değil, aynı zamanda bir davettir: “Siz de onlar gibi olun!”

Medih Ayetlerinin Gayesi: Taklit Edilecek Örnekler Sunmak

Kur’ân, övdüğü kimseleri rastgele seçmez. Onlar, hem iman hem de amel yönünden örnek şahsiyetlerdir. Allah Teâlâ’nın onları övmesi, sadece yüceliklerini göstermek için değil, onların izinden gidilmesi gerektiğini bildirmek içindir. Övülenler arasında peygamberler, sahabiler, sabredenler, infak edenler, takvalılar, Allah’a tevekkül edenler vardır.

> “İbrahim de, İshak da, Yakub da güçlü ve basiretli kimselerdi. Biz onları içten bir ihlasla seçtik, onları ahiret yurduna yönelen kimseler kıldık.”
(Sâd, 45-47)

Bu ayette geçen övgü, sadece geçmişe ait bir övme değil, aynı zamanda geleceğe uzanan bir örnek modellemedir.

Kur’ân’da Övgüye Layık Olan Özellikler

Allah Teâlâ’nın övdüğü kulların sahip olduğu bazı temel vasıflar şunlardır:

  1. İhlas ve samimiyet:

> “Onlar, ancak Allah’a ibadet etmekle ve dini yalnız O’na has kılarak emrolunmuşlardı.” (Beyyine, 5)

  1. Takva:

> “Allah, takvâ sahiplerini sever.” (Tevbe, 4)

  1. Sabır:

> “Sabredenleri müjdele!” (Bakara, 155)

  1. İnfak ve cömertlik:

> “Gece-gündüz, gizli-açık mallarını infak edenler…” (Bakara, 274)

  1. Allah’a tevekkül:

> “Allah, tevekkül edenleri sever.” (Âl-i İmrân, 159)

Kur’ân’ın medhettiği kişilerde bu vasıfların her biri ya doğrudan zikredilir ya da onların yaşantısından örneklerle işaret edilir.

İlahi Medih: İnsan İçin En Büyük Paye

Kur’ân’da medhedilmek, bir insanın erişebileceği en yüce mertebelerden biridir. Çünkü bu, insanların değil, Allah’ın takdiridir. O hâlde bir mümin için en büyük hedeflerden biri, Allah katında medhedilmeye layık bir hayat sürmek olmalıdır.

> “Mümin erkeklerle mümin kadınlar, birbirlerinin dostudurlar. İyiliği emreder, kötülükten sakındırırlar… İşte onları Allah rahmetiyle mükâfatlandıracaktır.”
(Tevbe, 71)

Bu ayette Allah Teâlâ, cemiyet içinde aktif görevler üstlenen müminleri övmekte ve onları rahmetiyle ödüllendireceğini bildirmektedir.

Modern Dönemin Yanılgısı: İnsanların Medhine Kapılmak

Bugünün dünyasında insanlar, Allah’ın değil insanların övgüsünü kazanma peşindeler. Halbuki insanların övgüsü fani ve çoğu zaman samimiyetten uzaktır. Oysa Kur’ân’ın övdüğü kullar, çoğu zaman tanınmayan, gösterişten uzak, ihlaslı insanlardır.

İmam Şafiî şöyle demiştir:
“İnsanların seni övmesinden çok, Allah’ın seni övüp övmediğine bak.”

Medhedilen Hayat, Hesap Günü İçin En Büyük Sermayedir

Kıyamet günü nice insanlar vardır ki dünyada alkışlanmış ama Allah katında hiçbir değeri yoktur. Ve nice insanlar vardır ki dünyada tanınmamış, fakat Allah onları meleklerine övdürmüştür. Kur’ân’ın medihleri, işte bu ilahi terazinin nasıl çalıştığını gösterir.

Sonuç ve Hikmetli Mesaj:

Kur’ân’da medhedilen kullar, hem geçmişin yıldızları hem de geleceğin rehberleridir. Onlar övüldüler çünkü sabrettiler, infak ettiler, ihlasla yaşadılar ve Allah’a tevekkül ettiler. Kur’ân’ın medihlerini okumak yetmez; onları yaşamak gerekir. Zira gerçek değer, Allah’ın takdiridir; insanın değil.

Özet:

Kur’ân-ı Kerîm’de geçen medih (övme) ayetleri, insanlığa örnek olacak şahsiyetleri ve vasıfları ön plana çıkarır. Bu övgüler, iman, ihlas, sabır, takva, infak gibi yüksek ahlaki değerlere sahip olan kulları tanıtır ve onların izinden gidilmesi gerektiğini bildirir. Allah’ın övgüsü, fanilerin takdirinden üstündür. Bu sebeple müminin hedefi, Allah’ın razı olacağı bir hayat sürmek ve kıyamet günü ilahi övgüye mazhar olmaktır.

 

 




Kur’ân’ın Terğib ve Terhib Dili: Rahmetle Uyarı Arasında İlahi Denge

Kur’ân’ın Terğib ve Terhib Dili: Rahmetle Uyarı Arasında İlahi Denge

Kur’ân-ı Kerîm, insanın hem ümit hem de korku duygusuna hitap eden ilahi bir hitaptır. Zira insan, sadece sevgiyle veya sadece korkuyla terbiye edilemez. Kalpleri harekete geçiren ve ruhları arındıran en etkili yöntem, “terğib” (müjdeleme) ile “terhib” (uyarma) arasındaki dengeyi kurmaktır. Kur’ân, işte bu iki kanatla insanı ebedî kurtuluşa doğru kanatlandırır.

Terğib: Cennetin Çağrısı

Terğib, insanı Allah’ın rahmetiyle buluşturan ayetlerdir. Cennetin tasvirleri, mağfiretin genişliği, Allah’ın affediciliği, dualara icabeti ve sonsuz ödülleri bu kategoriye girer. Kur’ân, insanın içindeki umut çiçeklerini yeşertmek için bu ayetlerle gönle su verir:

> “De ki: Ey kendilerine zulmetmiş olan kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin! Çünkü Allah bütün günahları bağışlar. Şüphesiz O, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.”
(Zümer, 53)

Bu ayet, sadece bir müjde değil, aynı zamanda bir dönüş davetidir. Günaha batmış kalplere, hâlâ geri dönüş kapısının açık olduğunu fısıldar.

Terhib: Cehennemin Uyarısı

Terhib ayetleri ise gafletle yürüyen kalpleri sarsmak için vardır. Cehennemin dehşeti, kıyametin halleri, ilahi gazap, azabın boyutları ve sorumluluktan kaçışın imkânsızlığı bu grubun temelini oluşturur. Bu ayetler, insanı korkutarak bilinçlendirme yoludur:

> “Ey iman edenler! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun!”
(Tahrîm, 6)

Bu ayet, sadece bir uyarı değil; bir sorumluluk beyanıdır. İnsan, sadece kendinden değil, ailesinden de mesuldür. Ve cehennem, sadece inkârcılara değil, gaflet ehline de çok yakındır.

İlahi Dengenin Hikmeti: İki Kanatlı Kuş Gibi

İmam Gazâlî der ki:
“Ümit ile korku, kuşun iki kanadı gibidir. Biri olmazsa kuş uçamaz.”
Kur’ân’daki terğib ve terhib ayetleri de mü’mini bu denge ile uçar hâle getirir. Sadece rahmet vurgusu insanı laubaliliğe, sadece azap vurgusu ise umutsuzluğa götürür. Kur’ân, bu iki duyguyu adalet terazisinde tutar.

Modern Zamanın Marazı: Dengesiz Din Algısı

Bugün insanlık, ya “Allah affeder” deyip her günaha pervasızca giren bir umursamazlıkta, ya da “Ben bittim” diyerek yeise düşen bir çıkmazda. Bu iki uç, Kur’ân’ın öğrettiği dengeyi kaybetmiş bireylerin hâlidir. Ne sadece cennet vaadiyle rehavet, ne de sadece cehennem tehdidiyle çaresizlik… Kur’ân, bu ikisinin ortasında, hem teselli hem ikaz ihtiva eder.

Terğib ve Terhib’in Gölgesinde Yaşamak

Her mümin, Kur’ân’ın hem rahmet çağrısına kulak vermeli, hem de gazabından korkmalıdır. Dualarında hem cennet istemeli, hem de cehennemden sığınmalıdır. Çünkü Allah hem Rahmândır, hem de Kahhâr. Ve bu iki isim birlikte tecelli eder.

> “Onlar ki, Rablerine korku ile yalvarırlar ve O’nun rahmetini umarlar. Çünkü Rablerinin azabı, gerçekten sakınılması gereken bir azaptır.”
(İsrâ, 57)

Sonuç ve Hikmetli Mesaj:

Kur’ân, sadece bir hikmet kitabı değil; bir terbiye kitabıdır. İnsan, hem cennete koşar gibi yaşamalı, hem cehennemden kaçar gibi sakınmalıdır. Terğib ile yüreği umutla dolmalı, terhib ile gözyaşı dökmeyi unutmamalıdır. İşte bu denge, insanı dünya karanlığından ahiret aydınlığına ulaştırır.

Özet:

Kur’ân-ı Kerîm’deki terğib (müjdeleyici) ve terhib (korkutucu) ayetler, insanın hem ümit hem de korku duygusuna hitap ederek dengeli bir kulluk hayatı inşa eder. Terğib ayetleri Allah’ın rahmetini ve cenneti müjdelerken, terhib ayetleri azaba ve cehenneme karşı uyarır. Bu iki yönlü mesaj, müminin hayatında dengesizliğe düşmeden, hem gayretle çalışmasını hem de sürekli Allah’a yönelmesini sağlar. Bu ilahi dengeye tutunanlar, hem dünyada istikamet bulur, hem de ahirette selametle karşılanır.

 

 




Mazlumdan Zalim Doğarsa: Tarih Tekerrür Eder mi?

Mazlumdan Zalim Doğarsa: Tarih Tekerrür Eder mi?

Tarihin en karanlık sayfalarından biri, hiç kuşkusuz II. Dünya Savaşı yıllarında Nazi Almanyası’nın Yahudilere uyguladığı sistematik zulümdür. Toplama kampları, fırınlar, açlık, aşağılanma ve insanlık dışı muamele… Dünya bu zulmü unutmasın diye müzeler inşa edildi, filmler yapıldı, anma günleri ilan edildi.

Fakat bugün, o müzelerde gözyaşı döken bazı ellerin, aynı acıyı Filistinli çocuklara yaşatması, tarihî bir ironiden öte, bir insanlık trajedisidir.
Bir alçaklık, bir denaet ve bir şenaettir.

Aynaya Bakmayı Reddetmek

Bir milletin yaşadığı acı, onu daha merhametli, daha adaletli, daha insaflı yapmalıydı. Fakat görünen o ki, İsrail yönetimi geçmişte maruz kaldığı zulmü bir ibret vesikası olarak değil, bir meşrulaştırma gerekçesi olarak okumayı tercih etmiştir.

Bugün Gazze’de, yardım almak için tel örgülerin arkasında bekletilen insanlar; açlık, aşağılanma ve baskı ile imtihan edilen bir halk var. Ve onların karşısında, makineli tüfekli askerleriyle, alaycı el hareketleriyle gülen başka bir halk… Bu tablo, Nazi kamplarını andırmakla kalmıyor, zulmün miras yoluyla intikal edebileceğini de gözler önüne seriyor.

Mazlumluk Kalıcı Bir Kimlik Değildir

Mazlum olmak, ebedî bir merhamet kazanımı değildir. Zulme karşı durmayan mazlum, zamanla zalimleşebilir. İsrail’in bugün yaptığı da budur: Kendi mazlumluğunu maske gibi kullanarak, bir halkın en temel haklarını gasbetmekte; bombalarla, abluka ile, aşağılama ile onları sindirmeye çalışmaktadır.

Oysa gerçek mazlum, mazlum kalmaz; zalimleşmemek için dua eder. Çünkü geçmişte yaşananlar, başkalarına aynısını yapmak için değil, aynısını yapmamak için bir hatırlatmadır.

Gazze: İnsanlığın Vicdan Testi

Gazze bugün sadece bir şehir değil; medeniyetin, insanlığın ve vicdanın test merkezidir. İsrail askerlerinin yardım bekleyen sivillere yaptığı alaycı hareketler, sadece Filistinlilere değil, bütün insanlığa yapılmış bir hakarettir.

Video kayıtları, sosyal medyada büyük bir infial oluşturdu, ama mesele sadece görüntüler değildir. Asıl görüntü, insanlığın geldiği yerin yansımasıdır. İsrail yönetimi, kendisine yapılanları değil, yaptığı zulmü unutacaktır. Ama tarih unutmaz.

İlahi Adalet ve Tarihin Tokadı

Kur’an-ı Kerîm, Yahudilerle ilgili şu cümleyi kaydeder:

> “Fitne çıkarmaya çalışırlar, halbuki Allah fitne çıkaranları sevmez.” (Bak.Maide, 64)

Tarih boyunca peygamberleri öldüren, kitaplarını tahrif eden ve kendini “seçilmiş ırk” olarak gören bu anlayış; zaman zaman cezalandırılmış, yeryüzünden sürülmüş ve yalnızlaştırılmıştır. Bugün yaşananlar da bu bozgunculuğun yeni bir cezası olabilir mi?

Çünkü her zulüm, gecikmiş bir ilahi adaletin kapısını aralar. Ve her mazlumun ahı, bir gün taşları ve ağaçları bile dile getirir.

Özet:

Bu makale, İsrail’in Gazze’de sivillere uyguladığı zulmü, tarihî ve vicdanî boyutlarıyla ele almaktadır. Yahudilerin Nazi zulmünden geçmelerine rağmen bugün aynı zulmü Filistinlilere yaşatması, onları haklı değil daha da zalim kılmaktadır. Tel örgüler, askerî aşağılama, açlık ve aşağılanma; bir halkın yaşadıklarından ders almadığını ve adeta aynı kaderin başka bir halk üzerinde tekrarlanmasına neden olduğunu göstermektedir. Mazlumluk, zalimleşmeye bahane değildir; aksine bir ahlak sorumluluğudur. Ve bu sınavda, İsrail yönetimi sınıfta kalmıştır.

 

 




Utansın Toprak, Utansın Kısrak: Sorumluluğun Şiirle Hesabı

Utansın Toprak, Utansın Kısrak: Sorumluluğun Şiirle Hesabı

> “Tohum saç, bitmezse toprak utansın!
Hedefe varmayan mızrak utansın!
Hey gidi Küheylan, koşmana bak sen!
Çatlarsan, doğuran kısrak utansın!”
— Necip Fazıl Kısakürek

Bu dört mısra, yalnızca bir şairin kaleminden çıkmış dizeler değildir; adeta ruhu silkelercesine insanın alnına vurulan bir hakkaniyet tokadı, bir varlık sorgusu, bir diriliş çağrısıdır.

Tohum Saçmak: Sorumluluğun Adıdır

“Tohum saç” derken şair, üretmeyi, gayret göstermeyi, mücadele etmeyi emreder. Ancak hemen ardından gelen “bitmezse toprak utansın!” ifadesi, sonucu insanın omzundan alır ve ilahi adalete ve kaderin takdirine bırakır. İnsan çabalamakla mükelleftir, sonuçlar ise Allah’a aittir.

Burada tevekkül ve sorumluluk arasındaki denge mükemmel şekilde kurulur: Sen tohumu saç, neticesini düşünme. Eğer sonuç gelmezse, suç sende değil, toprağındadır. Bu, insanı ataletten kurtaran, ümidi canlı tutan bir ilahi bakış açısıdır.

Hedefe Varmayan Mızrak: Azmin Hesabı

“Mızrağın hedefe varmaması” zafiyetin, gayesizliğin ve kararsızlığın sembolüdür. Bir işte sebat gösterilmeyip, hedefe ulaşılmadığında, mesele başarısızlık değil, gayretsizliktir. Ve gayretsizliğin utancı, mızrağa değil, onu savurana aittir. Şair burada dolaylı olarak “Niçin gayret etmedin, neden bırakıp gittin?” diye sorar.

Küheylan: Medeniyetin, Davanın Atıdır

“Küheylan”, hem asil bir savaş atı hem de ideallerin taşıyıcısıdır. Bu mısra, ideallere, manevî davaya, imana ve medeniyete yüklenmiş bir ruhun sembolüdür. Koşmak, yani mücadele etmek; onun doğasında vardır. “Koşmana bak sen!” emriyle şair, “yol uzun, düşman çok, çamur derin” bahanesini kabul etmez.

Yolda çatlayan, yorulan, düşen bir davaya değil; o davayı doğuran zihniyete, sistemin temeline, ana fikre dikkat çekilir. “Çatlarsan, doğuran kısrak utansın!” cümlesi, çöküşün sorumlusunun sadece fert değil, o ferdi yetiştiren sistem, aile, toplum ve eğitim olduğunu haykırır.

Derin Mana: Hesap Günü Yakındır

Necip Fazıl’ın bu şiiri, çağlar boyunca süregelen bir hakikat krizine verilen cevaptır. İnsanlığın yorgun, idealsiz ve kimliksiz hale geldiği dönemlerde bu şiir, bir imanî direniş çağrısıdır. Bireyin ve toplumun, yaptıkları ve yapmadıklarıyla hesap vereceği o büyük sahneye bir gönderme vardır: “Sen gayret et, neticesi kaderin işidir; ama gayret etmezsen, suç yalnızca sendedir.”

Bu dizelerle şair, ümmeti ve milleti silkeler. İnsanı ve insanlığı “bahane”den çekip, sorumluluk” makamına çıkarır.

Özet:

Bu makale, Necip Fazıl Kısakürek’in “Tohum saç, bitmezse toprak utansın…” mısralarını merkeze alarak, sorumluluk, azim, tevekkül ve diriliş kavramlarını işler. Şairin diliyle insan; sonucu düşünmeden çabalamaya, idealleri uğruna mücadeleye ve gerektiğinde sistemi sorgulamaya davet edilir. Şiirde, başarıdan çok gayretin ve niyetin önemi vurgulanır. Suç, başarısızlıkta değil; çaba göstermemektedir.