Perdenin Kapanışı: İmtihan Sahneden Çekilirken

Perdenin Kapanışı: İmtihan Sahneden Çekilirken

“Vaktâ ki meclis-i imtihan kapandı. Tecrübe vakti bitti. Esma-i hüsna hükmünü icra etti. Kalem-i kader, mektubatını tamamıyla yazdı. Kudret, nukuş-u sanatını tekmil etti. Mevcudat, vezaifini îfa etti. Mahlukat, hizmetlerini bitirdi. Her şey, manasını ifade etti. Dünya, âhiret fidanlarını yetiştirdi. Zemin, Sâni’-i Kadîr’in bütün mu’cizat-ı kudretini, umum havârık-ı sanatını teşhir edip gösterdi. Şu âlem-i fena, sermedî manzaraları teşkil eden levhaları zaman şeridine taktı.”
Sözler. 29. Söz

Hayat, bir sahnedir; bir imtihan, bir gösteri, bir tecelli alanıdır. Her şeyin bir başlangıcı olduğu gibi, bir sonu da vardır. Fakat bu son, bir yok oluş değil, bir tamamlanıştır. Tıpkı bir kitabın son sayfasının, hikâyeyi bitirmesi değil, mânâsını açığa çıkarması gibi.

İmtihan Biter, Hakikat Başlar

Dünya bir meclis-i imtihan idi. Her varlık, kendine ait sınavı verdi. İnsanın iradesiyle, meleklerin kudsî hizmetleriyle, hayvanların sevki ilahi neticesinde itaatiyle… Her biri ilâhî bir takdirin parçasıydı. Ve gün geldi, sınav bitti. Artık değerlendirme zamanı. Kalem-i kader, yazısını tamamladı. Artık yazı bozulmaz, geri alınmaz.

Zamanın ipine asılan her levha, geçmişin izlerini taşır. Sınav salonu kapanmıştır. Ne cevap eklenir, ne de soru silinir. Herkes, yazdığıyla baş başa kalır. Şimdi mahiyetler açığa çıkacak, iç yüzler dışa dönecektir.

Esma Tecellî Etti, Sanat Tamamlandı

Cenâb-ı Hakk’ın Esma-i Hüsnâsı bu dünya denilen sahnede tecellî etti. Rahmân ismiyle rızık verdi, Vedûd ismiyle merhamet etti, Adl ismiyle denge kurdu, Halîm ismiyle mühlet tanıdı. Her isim, bu âlemde bir cilve gösterdi. Kudret kalemiyle yazılan her varlık, bir ilâhî mektup gibiydi.

Sanatkârın eserlerini tamamlaması gibi, kudret de sanatını tekmil etti. Atomdan galaksilere kadar her şey görevini yaptı. Çiçek açtı, meyve verdi, kurudu. İnsanlar doğdu, yaşadı, imtihan edildi, göçtü. Güneş ısıttı, ay geceyi süsledi. Rüzgâr esti, nehirler aktı, yıldızlar seyre daldı. Her biri kendi lisanıyla bir hakikati söyledi ve sahneden çekildi.

Zemin ve Zaman: İlâhî Serginin Teşhir Salonu

Zemin, bir sergi salonu gibiydi. Her varlık, Sâni’-i Kadîr’in kudretinden gelen sanat mucizelerini sergiledi. Dağlar sabrı, denizler celâli, kuşlar tevekkülü anlattı. Her biri birer levha idi. Bu levhalar, zaman şeridine asıldı ve kayıt altına alındı. Artık onlar, ebedî bir seyirliğe dönüştü. Gösteri bitti ama hakikat bakî kaldı.

Fidanlar Meyveye Durdu, Hasat Vakti Geldi

Dünya, âhiretin fidanlığından başka bir şey değildi. Her davranış, bir tohum gibi toprağa atıldı. Kimisi merhamet, kimisi adalet, kimisi sabır ekti. Şimdi o tohumlar filizlendi ve kıyamet, hasat mevsimidir. Kim ne ektiyse, onu biçecek. Artık mazlumlar tebessüm edecek, zalimler susacak. Sahne kapanırken, perde ardındaki ebedî manzara açılacak.

Makale Özeti:

Bu makalede, Bediüzzaman Said Nursî’nin “meclis-i imtihan kapandı” ifadesinden hareketle, dünya hayatının geçici bir imtihan salonu olduğu ve bu salonun bir gün kapanacağı anlatılmıştır. İmtihan bittiğinde artık ne bir düzeltme yapılabilir ne de bir müdahale mümkündür. Her varlık görevini ifa etmiş, Esma-i Hüsnâ’nın cilveleri zuhur etmiş, kudretin sanatları sergilenmiş, zamanın ipine asılan her an kayıt altına alınmıştır. Dünya, âhiretin fidanlığını yetiştirmiş, ebedî âleme bir hazırlık yapmıştır. Artık sonuçların açıklanma, hakikatin perdeden çıkma vaktidir. Herkes, kendi mukadderatıyla yüzleşecektir.

 

 




Ruhun Sonsuz Yolculuğu: Fânî Bedene Sığmayan Bir Hakikat

Ruhun Sonsuz Yolculuğu: Fânî Bedene Sığmayan Bir Hakikat

“Madem Fâtır-ı Zülcelal, insanı câmi’ bir âyine ve küllî bir ubudiyetle ve ulvi bir mahiyetle yaratmıştır. Her fertteki hakikat-i ruhiye, yüz binler suret değiştirse izn-i Rabbanî ile ölmeyecek, yaşayarak geldiği gibi gidecek. Öyle ise o şahs-ı insanînin hakikat-i zîşuuru ve unsur-u zîhayatı olan ruhu dahi Allah’ın emriyle, izniyle ve ibkasıyla daima bâkidir.”
Sözler. 29. Söz

İnsan, basit bir et ve kemik yığını değildir. O, toprağın bağrından yaratılmış gibi görünse de göğün sırlarına ayna olacak mahiyettedir. Bu yüzden ruh, insanın hakikati; bedense sadece bir kıyafet, bir mesken, bir araçtır.

Câmi’ Bir Âyine: İnsan Kimdir?

Bediüzzaman’ın ifadesiyle insan, “câmi’ bir âyine”dir. Yani, varlık âleminin bütün manalarını yansıtabilen bir merkezdir. Dağdaki haşmeti, çiçekteki letafeti, arının düzenini, yıldızların nizâmını kendinde toplayan bir sır taşıyıcısıdır. Bu yüzden sıradan değildir. Bu yüzden geçici de değildir. Onun varlığı, tesadüfle izah edilemeyecek kadar derin; yok oluşla açıklanamayacak kadar ulvîdir.

Suret Değişir, Hakikat Kalır

İnsan, bu dünyada doğar, büyür, yaşlanır. Her an bedeni değişir. Derisi incelir, bakışı farklılaşır, sesi değişir, kuvveti zayıflar. Ama bir şey değişmez: Ruh.

Ruh, çocukluktan ihtiyarlığa kadar beden libasını defalarca değiştirir. Her değişimle birlikte beden çöker, ruh ise kalır. Nitekim ölüm de bu değişimlerin bir devamıdır. İnsan ölümle sadece cesedini çıkarır; ruhu ise, ilk yaratıldığı andaki gibi diri ve şuurlu olarak ebediyet yolculuğuna devam eder.

İzin ve İbka: Ruhun Sahibi Allah’tır

Ruh, Allah’ın “emr” âleminden gelmiştir. Ne maddeye benzer, ne enerjiye. Ne laboratuvara sığar, ne mikroskoba. O, ancak imanla anlaşılır, kalple tanınır. Ve bu ruh, Allah’ın izniyle ve ibkasıyla yani muhafaza etmesiyle bâkîdir. Ölüm ona dokunamaz. Toprak onu bozamaz. Zaman onu eskitemez. Çünkü onu yaratan Zât, ebedîdir.

Yüz Binlerce Suret, Tek Hakikat

Bir insan ömrü boyunca binlerce kez değişir. Beden hücreleri yenilenir, alışkanlıklar değişir, düşünceler evrilir. Fakat ruh, hep aynıdır. Ruh, fıtratında neyse odur. Allah’a yönelmişse, değişim içinde istikrarla sabittir. Nefsine yönelmişse, değişim içinde kaybolur.

Bu yüzden ruh, insanın hakiki kimliğidir. Bütün akıl, kalp, sır, latife gibi mânevî duyguların merkezidir. Öyleyse ölüm, sadece bir kabuk değişimidir. Ruh ise, geldiği gibi diri ve bilinçli bir şekilde geri döner. Sonsuz bir yolculuğun kapısından geçer sadece.

Makale Özeti:

Bu makalede, insan ruhunun fânî beden kıyafetine sığmayan, Allah’ın emriyle yaratılmış ve yine O’nun izniyle bâki kalan bir hakikat olduğu anlatılmıştır. İnsan bedeninde sayısız değişim yaşasa da ruhu hep aynı kalır. Ölüm ise bu değişimin son perdesi, bir soyunmadır. Ceset toprağa karışır, ama ruh yolculuğuna devam eder. Çünkü ruh, Allah’tan gelmiştir ve ancak O’nun izniyle varlığını sürdürür. Dolayısıyla insan, ne yoklukla korkmalı ne de ölümle tükenmiş sayılmalıdır; çünkü ruh, ebediyetin misafiridir.

 

 




Kâinatın Sekeratı: Büyük İnsanın Veda Vakti

Kâinatın Sekeratı: Büyük İnsanın Veda Vakti

“Evet, nasıl ki insan küçük bir âlemdir, yıkılmaktan kurtulamaz. Âlem dahi büyük bir insandır, o dahi ölümün pençesinden kurtulamaz. O da ölecek, sonra dirilecek veya yatıp sonra subh-u haşirle gözünü açacaktır.

   Hem nasıl ki kâinatın bir nüsha-i musağğarası olan bir şecere-i zîhayat, tahrip ve inhilalden başını kurtaramaz. Öyle de şecere-i hilkatten teşaub etmiş olan silsile-i kâinat tamir ve tecdid için tahripten, dağılmaktan kendini kurtaramaz.

   Eğer dünyanın ecel-i fıtrîsinden evvel irade-i ezeliyenin izni ile haricî bir maraz veya muharrib bir hâdise başına gelmezse ve onun Sâni’-i Hakîm’i dahi ecel-i fıtrîden evvel onu bozmazsa, herhalde hattâ fennî bir hesap ile bir gün gelecek ki:

اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ ۝ وَاِذَا النُّجُومُ انْكَدَرَتْ ۝ وَاِذَا الْجِبَالُ سُيِّرَتْ ۝ اِذَا السَّمَٓاءُ انْفَطَرَتْ ۝ وَاِذَا الْكَوَاكِبُ انْتَثَرَتْ ۝ وَاِذَا الْبِحَارُ فُجِّرَتْ

   manaları ve sırları, Kadîr-i Ezelî’nin izni ile tezahür edip, o dünya olan büyük insan sekerata başlayıp acib bir hırıltı ile ve müthiş bir savt ile fezayı çınlatıp dolduracak, bağırıp ölecek; sonra emr-i İlahî ile dirilecektir.”
Sözler. 29. Söz

**********

İnsan bir âlemdir; âlem ise büyük bir insandır. Biri mikroskobik, diğeri makroskobik bir aynadır. Biri nefes alır, biri yıldız döndürür. Ama her ikisi de fânîdir. Her ikisi de doğar, yaşar, ihtiyarlar ve ölür. Tıpkı insanın can çekişmesi gibi, kâinat da bir gün sekerata girecek, son nefesini verecektir.

Kâinatın Fıtrî Eceli

Bediüzzaman’ın işaret ettiği gibi, her şey gibi kâinatın da bir ecel-i fıtrîsi vardır. Bu demektir ki, dünya başıboş değildir. Ne ezelîdir, ne de sonsuz. Her şey gibi onun da belirli bir ömrü, belirli bir vazifesi vardır. Güneşin bir gün sönmesi, yıldızların dağılması, denizlerin taşması, dağların yürütülmesi… Bunlar ne mitolojik anlatımlar ne de hayal mahsulüdür; Kur’ân’ın haber verdiği ve ilmî verilerle de desteklenen büyük gerçeklerdir.

Dünya; bir saat gibi kurulmuş, bir görevli gibi gönderilmiştir. Vazifesi bitince geri alınacak, yani ölüm onu da bulacaktır.

Şecere-i Kâinat ve Şecere-i İnsan

Nasıl ki bir ağaç yaşlanır, kurur ve devrilir; öyle de bu koca kâinat ağacı da bir gün ihtiyarlayıp dökülecektir. Fakat bu dökülüş bir yok oluş değil, bir yeniden doğuş içindir. Nasıl ki insan ölünce diriltilir; dünya da öldükten sonra subh-u haşirle, yani dirilişin sabahında yeniden canlanacaktır.

Kâinatın dağılması, ilahî bir ihmalin değil; bir tahliye ve tebdil sürecinin neticesidir. Zira bu dünya dar ve geçicidir. Sonsuz saadet diyarına elverişli değildir. Cennet gibi bâki bir menzilin kurulması için bu geçici hanın kaldırılması gerekir.

Kıyametin Fısıltısı: Sekerat

Kıyamet; bir felaket değil, bir doğumdur. Ama sancılıdır. Gökyüzü yarılırken, yıldızlar saçılırken, dağlar yürütülürken, dünya adeta bir insan gibi sekerata girecek ve son nefesini verecektir. Bu, Kur’ân’ın “اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ” (Güneş dürüldüğü zaman…) gibi âyetleriyle haber verdiği büyük sarsıntıdır. Ve bu sarsıntının her sesi, her titremesi, insanı sarsması gereken bir uyanıştır.

Bugün yıldızların düzenine hayran kalan akıl, onların dağılacağını; güneşin nizamına hayran kalan göz, onun söneceğini; dağların sabitliğine güvenen beden, onların yürütüleceğini unutmamalıdır. Bu unutuluş gaflettir. Ve gaflet, kıyameti kopmadan önce koparan bir beladır.

Makale Özeti:

Bu makale, insanın küçük bir kâinat, kâinatın ise büyük bir insan olduğunu ifade eden hikmetli hakikat üzerine inşa edilmiştir. Nasıl ki insan doğar, yaşar ve ölürse; kâinat da bir gün Allah’ın takdiriyle sekerata girip ölecek ve sonra tekrar diriltilecektir. Bu olay, Kur’ân’ın haber verdiği kıyametle tahakkuk edecektir. Ancak bu ölüm bir yok oluş değil, daha büyük ve bâkî bir âlemin doğuşu içindir. Dünya, görevini tamamlayıp yerini ebedî yurda bırakacaktır. Bu yüzden insanın dünyaya bağlanmak yerine, bu büyük doğumu hatırlayıp ahiret için hazırlık yapması gerekir.

 

 




Varlığın Derin Sırrı: Ruhlar ve Kanunlar

Varlığın Derin Sırrı: Ruhlar ve Kanunlar

“Ruha bir derece müşabih ve ikisi de âlem-i emirden ve iradeden geldiklerinden masdar itibarıyla ruha bir derece muvafık fakat yalnız vücud-u hissî olmayan nevilerde hükümran olan kavanine dikkat edilse ve o namuslara bakılsa görünür ki eğer o kanun-u emrî, vücud-u haricî giyse idi o nevilerin birer ruhu olurdu. Halbuki o kanun daima bâkidir. Daima müstemir, sabittir. Hiçbir tagayyürat ve inkılabat, o kanunların vahdetine tesir etmez, bozmaz. Mesela, bir incir ağacı ölse, dağılsa onun ruhu hükmünde olan kanun-u teşekkülatı, zerre gibi bir çekirdeğinde ölmeyerek bâki kalır.”
Sözler. 29. Söz

Kâinat bir saraydır; her taşı yerli yerinde, her sistemi hikmetle kurulmuştur. Fakat bu sarayın düzeni sadece görünen taşlarla açıklanamaz. Maddî yapılar, gözle görülebilen cisimler, yalnızca zâhiridir. Gerçek düzeni sağlayan, arkasındaki kanunlardır. İşte bu noktada, Bediüzzaman’ın eşsiz bir bakışla dile getirdiği “kanun-u emrî” hakikati, varlığın metafizik boyutuna kapı aralar.

Kanunlar ve Ruh: Aynı Kaynaktan Gelen İki Misafir

Bediüzzaman der ki: “Ruha bir derece müşabih olan kanunlar da âlem-i emirden gelir.” Yani hem ruh hem de kevnî kanunlar, emir âlemine aittir; yaratılışın fizik ötesi boyutundandırlar. Ruh bedene can verdiği gibi, kanun da varlığa düzen verir. Ruh bedene giydirilmişse canlı olur, kanun bir varlığa “vücut” bulsa, o varlığın ruhu olurdu.

Bir incir ağacı ölse de, onu var eden kanun, onun çekirdeğinde yaşamaya devam eder. O incirin şekillenmesine dair kanun-u teşekkülatı (oluşum kanunu), ağacın maddesi dağılmış olsa bile, baki kalır. Tıpkı insanın ruhunun bedenin çürümesiyle yok olmaması gibi.

Bu hakikat gösteriyor ki, dıştan görünen her şey geçicidir; fakat onları ayakta tutan kanunlar, yani İlâhî emirler, bâkidir. Ve bu bâkiyet, bize ebediyet hakikatini fısıldar.

Madde Değil, Mana Esastır

Zaman değişir, şekiller değişir, nesiller geçer; ama onları yöneten İlâhî kanunlar değişmez. Bir tür biter, diğeri doğar; ama onları şekillendiren hikmetli emir baki kalır. Çünkü o emirler, irade-i İlâhiyenin yansımalarıdır. Fizik âlemine görünmeyen bir el uzanır, düzen verir ve geri çekilir. Görünmez ama hükmeder.

Bediüzzaman, bu benzerliği ruh ile kanun arasında kurarak, bize aslında manevî gerçekliğin maddeye galip olduğunu gösteriyor. Bu da şu dersi veriyor: “Her şeyin görüneni değil, görünmeyeni değerlidir.” Tıpkı kalbin görünmeyip hayatı taşıması gibi; tıpkı ruhun bilinmeyip insanı ayakta tutması gibi…

Kanunların Ölmemesi: Ebedî Olanın Ayetleri

Her bir canlı türünde, o türün teşekkülünü sağlayan bir İlâhî kod, bir emr-i Rabbanî vardır. Bu emir, ne zaman isterse bir çekirdekten bir çınarı çıkarır. Ağaç yansa da, kurusa da, çekirdekteki kanun ölmez. Bu da bize gösteriyor ki, Allah’ın “ol” emriyle var olan her şey, O’nun izniyle ölümden sonra tekrar vücut bulabilir.

Haşir ve neşir, yani dirilme ve yeniden yaratılma, bu İlâhî kanunların gizli bekçiliğiyle mümkündür. Allah’ın kudreti, çekirdekteki bilgiyi ve ruhu, yeniden açığa çıkarabilir.

Makale Özeti:

Bu makale, Bediüzzaman Said Nursî’nin “kanun-u emrî” anlayışı üzerinden ruh ve kanunlar arasındaki benzersiz benzerliği ele alır. Hem ruh hem de varlıkların teşekkülünü sağlayan kanunlar, Allah’ın emir âleminden gelmektedir. Görünen varlıklar fanidir; ama onları ayakta tutan bu İlâhî emirler bakidir. Bu da bize, ebediyetin ve haşrin imkânını gösterir. Ağaç ölür, ama çekirdeğindeki kanun yaşar; insan ölür, ama ruhu bâkidir. Çünkü her ikisi de masdar itibarıyla aynı kaynaktan, yani irade-i İlâhiye’den gelir.

 

 




Kâinatın Diliyle Konuşan Emirler: İlâhî Dengenin Altı Anahtarı

Kâinatın Diliyle Konuşan Emirler: İlâhî Dengenin Altı Anahtarı

Kâinat, sessiz görünen fakat her an konuşan büyük bir kitaptır. Onun her harfi bir hikmettir, her satırı bir hakikati fısıldar. Bediüzzaman Said Nursî, bu ilâhî kitabın altı anahtar kelimesini şöyle sıralar: şeffafiyet, mukabele, muvazene, intizam, tecerrüd ve itaat. Bunlar yalnızca felsefî terimler değil, kâinatın ruhuna işlenmiş emirlerdir. Ve bu emirler, büyüğü küçüğe, çoğu aza müsavi kılar; yani maddî gücü değil, emre itaati kıymetli kılar.

Şeffafiyet: Maddeden Mânaya Açılan Kapı

Cam, su ve hava gibi maddeler neden hayatta böylesine önemli? Çünkü şeffaftırlar. İçlerinden ışık geçer, yansımazlar; hakikati gösterirler, perdelemezler. Şeffafiyet, varlığın kendini perdelemeden, hakikate bir ayna gibi açılmasıdır. Kâinatın her zerresi Allah’ın isimlerine şeffaf bir ayna olmuştur. Bu da gösterir ki, ne kadar az perde varsa, o kadar çok hakikat tecelli eder.

İnsan da şeffaflaştıkça hakikati gösterir. Enaniyetle bulanan bir kalp, karanlık bir taş gibi olur. Ama ihlasla saflaşan bir gönül, yıldızlar gibi parlar. Şeffaflık, ruhun aynalığıdır.

Mukabele: Kainatın Cevabı

Mukabele, yani karşılık verme; Allah’ın isimleri nasıl tecelli ediyorsa, mahlukat da ona uygun karşılık verir. Güneş ışık verir, toprak bitkiyle mukabele eder. Kalp sevgi duyar, göz yaşla mukabele eder. Mahlukatın her biri, Rabbinin verdiği nimete cevap verir. Bu, bir emir değil midir?

İnsan da nimete mukabele ile sorumludur. Göz verildi; bakışın sorumluluğu doğdu. Kalp verildi; sevginin istikameti soruldu. Mukabele, kulluğun özüdür.

Muvazene: İlâhî Ölçü

Atomdan galaksilere kadar, her şey ölçülüdür. Zerrelerin dansı da, yıldızların dönüşü de bir dengeye tâbidir. Su ile ateş, gece ile gündüz, sevgi ile korku; her şeyde bir muvazene vardır.

Bu denge, sadece fizikî âlemde değil, ruhî hayatta da geçerlidir. Kalp ile akıl, cesaret ile merhamet, tevekkül ile tedbir arasında kurulan muvazene, insanı “denge insanı” yapar. Ve bu muvazene, İlâhî bir emrin hükmüdür.

İntizam: Kâinatın İlâhî Nakışı

Her şey yerli yerinde, ölçülü ve uyumlu… Gecenin gelişi, baharın gelişi, meyvenin oluşu… Hepsi bir intizam içinde cereyan eder. Kâinattaki bu düzen, rastgele değil; hikmetli bir emirle olur. Tıpkı bir ordunun disiplinli yürüyüşü gibi, kâinat da düzenli bir marş yürütür.

İnsanın hayatı da intizamla anlam kazanır. Namazla geçen bir gün, düzensizliğe boğulan bir hayattan daha parlaktır. İntizam, hem kâinatın hem kulun şiarıdır.

Tecerrüd: Saflık ve Bağsızlık

Tecerrüd, bağlardan sıyrılmak, sırf Allah için hareket etmektir. Şuursuz mahlukat bile yaratılışında bu emirle hareket eder. Arı, balı menfaat için yapmaz; kedi şefkati karşılıksız gösterir. Hepsi İlâhî emre boyun eğmiştir. Yani tecerrüd içinde bir kulluk vardır.

İnsan da tecerrüd sırrını kavradıkça, sadece Allah için yaşar, yalnız O’na bağlanır. Bu da onu dünyada izzetli, ahirette aziz kılar.

İtaat: Varlığın Secdesi

Son olarak itaat… Kâinattaki her zerre Allah’a itaat içindedir. Güneş doğ der, doğar. Ay dol der, dolar. Ağaç büyü der, büyür. Zerreden galaksiye, herkes emre itaat hâlindedir. Bu itaat, kainatı ayakta tutan ana kanundur.

İnsan da bu itaat zincirine girdi mi, kainatla uyum içinde olur. İsyanla bozulur, itaatle kurtulur.

Makale Özeti:

Bu makale, Bediüzzaman’ın kâinatta hükmeden altı temel İlâhî emir olan şeffafiyet, mukabele, muvazene, intizam, tecerrüd ve itaat kavramlarını ele alır. Bu emirler, varlıklar arasında bir eşitlik ve uyum sağlar; küçüğü büyükle, azı çokla müsavi kılar. İnsan, bu yüce kanunlara ne kadar tabi olursa, o kadar hakikate yaklaşır ve kainatla ahenk içinde yaşar. Hakikatin dili bu emirlerledir; kim onları anlarsa, varlı

 




Ölen Dünya ve Dirilen Ebediyet: Fâniden Bâkiye Açılan Kapı

Ölen Dünya ve Dirilen Ebediyet: Fâniden Bâkiye Açılan Kapı

İnsan gibi, dünya da doğar, yaşar ve ölür. Bu hakikat, yalnız ilahî kitapların değil, kâinat kitabının da satır aralarında yazılıdır. Bediüzzaman Said Nursî’nin veciz ifadesiyle:
“Evet dünya, öldükten sonra âhiret olarak diriltilecektir. Dünya harap edildikten sonra, o dünyayı yapan Zât, yine daha güzel bir surette onu tamir edecek, âhiretten bir menzil yapacaktır.”

Bu cümle, yalnızca bir teselli değil; varlığın sonunu ve yeniden dirilişin hikmetini en özlü şekilde ortaya koyar. O hâlde bu mânayı biraz derinleştirelim.

  1. Dünya: Fani Bir Atölye, Sonsuzluğa Hazırlık

Dünya bir imtihan salonu, bir hizmet mekânı, bir tohum ekme tarlasıdır. Burada büyüyen her ağaç, işleyen her zihin, çarpan her kalp; ahirette bir mahsulün habercisidir. Dünya bu yönüyle sadece geçici değil, sonsuzluğun zeminidir. Onun fâniliği, kıymetsizliğinden değil, ebediyete köprü oluşundandır.

Bu yüzden, dünyadaki geçici düzenin bozulması; bir yıkım değil, bir terfidir. Çünkü fani kalıbın içinden bâki bir hakikat çıkarılacaktır.

  1. Harap Olan Dünya: Ölüm Gibi Bir Dönüşüm

Bir gün gelecek, güneş kararacak, yıldızlar dökülecek, dağlar yürütülecek, denizler kaynayacak. Bu sahneler, Kur’an’ın ayetleriyle haber verilmiş, Bediüzzaman tarafından derin bir şuurla resmedilmiştir.

Fakat bu çöküş, kaosun değil, bir inkılabın habercisidir. Tıpkı bir evi yıkıp saray inşa etmek gibi, dünya da harap olacak; ama yerine çok daha yüksek, çok daha latif bir yapı kurulacaktır: Ahiret âlemi.

  1. Tamir Eden Kim? Aynı Kudret, Daha Güzeli Yaratacak

Dünyayı ilk defa yoktan var eden Zât, ikinci kez yaratmaya da elbette kadirdir. Bir binayı bir kez yapan usta, onu daha güzel bir şekilde tekrar inşa edemez mi? O hâlde kudretin sahibi, dünyayı da daha güzel bir şekil ve surette ebedî bir menzil hâline getirecektir. İşte bu menzil, cennet ve cehennem ile iki ayrı sonuca ayrılan âhiret yurdudur.

Burada mesele; sadece Allah’ın kudretine iman değil, aynı zamanda O’nun hikmetine güvenmektir. Çünkü bu dünya, sadece bir oyun alanı değil, büyük bir hazırlık yeridir.

  1. Fâninin İçindeki Bâki: Hakikate Bakan Gözler İçin

Bazı kimseler dünyanın geçiciliğini bir boşluk gibi görür. Oysa fânilik, aslında bâkiliğe açılan bir perdedir. Tıpkı gün batımıyla gece gelse de, sabahın mutlaka geleceği gibi; dünyanın ölümü de âhiretin doğuşudur.

Bu bakış açısı insana hem sükûnet, hem de sorumluluk verir. Çünkü bildiği bir gerçektir ki; bu geçici yurt yakında yıkılacak ve her şeyin hesabı sorulacak. Her niyet, her kelime, her davranış karşılıksız kalmayacak.

Sonuç: Fâniden Bâkiye, Dünyadan Âhirete

Bediüzzaman’ın veciz ifadesiyle dünya, harap olduktan sonra tekrar diriltilecek; hem de daha güzel bir surette. Bu, yalnızca Allah’ın kudretini değil, O’nun rahmetini ve hikmetini de gösterir. Dünya ölse de, hakikat diridir. Kalıp kırılsa da, ruh bâkidir. Mülk sona erse de, melekût ebedîdir.

Ve insan, bu büyük hakikate kör kalamaz. Çünkü bu hakikat, kendi ecelinden önce dünyanın ecelini düşünen bir kalbin meselesidir.

Makale Özeti:

Bu makalede, Bediüzzaman’ın “Dünya harap olduktan sonra âhiret olarak diriltilecektir” sözünden hareketle, dünyanın geçiciliği, âhirete hazırlanışı ve İlâhî kudretin yeniden inşâsı temaları işlendi. Dünya, imtihanın sahnesidir ve bir gün yıkılacak; ama bu yıkım, daha güzel bir yapının (âhiretin) habercisidir. İnsan için bu bilgi, bir yandan sükûnet, diğer yandan sorumluluk kaynağıdır. Çünkü her şey geçer; fakat hakikat bâkidir.

 

 




Görünenin Ötesi: Tenteneli Perdenin Ardında Gizlenen Hakikat

Görünenin Ötesi: Tenteneli Perdenin Ardında Gizlenen Hakikat

İnsan gözle görür, kulakla duyar, elle tutar ve kalple inanır. Ancak tüm bu his ve duygular, maddi dünyanın kalın perdeleri ardında kısıtlıdır. Bediüzzaman Said Nursî’nin ifadesiyle:
“Şu âlem-i maddiyat ve şehadet ise, âlem-i melekût ve ervah üstünde serpilmiş tenteneli bir perdedir.”

Bu söz, bizi bir hakikatin eşiğine getirir: Gördüklerimizle sınırlı değiliz. Dahası, gördüklerimiz, görünmeyen bir hakikatin ancak cilasıdır.

  1. Perde: Güzelliği Örten mi, Gösteren mi?

Tenteneli perde ifadesi; hem zarif, hem şeffaf, hem de örtücü bir kavramı barındırır. Tıpkı ince tül gibi: Işığı geçirir ama mahremiyeti saklar. Dünya hayatı da böyledir; birçok güzellik, mânâ, ruh ve hakikat bu maddi suretlerin arkasında gizlenmiştir.

Gözümüzle dağları, yıldızları, çiçekleri görürüz; ama onların arkasındaki emir, kudret, hikmet ve ruhu göremeyiz. İşte o görünmeyenler, âlem-i melekût ve âlem-i ervahtır. O âlemler, bu fiziki dünyanın temelidir, hakikatidir.

  1. Maddi Âlem: Bir Sahne, Bir Yansıtıcı

İnsan, perdeye bakan bir seyirci gibidir. Eğer sadece perdeye bakarsa, sadece gölgelere ulaşır. Ama perdenin arkasını merak eder, ışığın nereden geldiğini sorarsa, hakikate yaklaşır.

Bediüzzaman’ın bu ifadesi bize, dünyadaki her nesnenin arkasında bir mana taşıyıcısı, bir ilahi mesaj olduğunu gösterir. Dağ, bir kudret damgası; su, bir rahmet lisanı; insan, bir tecellî aynasıdır.

  1. Melekût Âlemi: Görülmeyen Gerçeklik

Âlem-i melekût; eşyanın iç yüzüdür, manevî derinliğidir. Tıpkı bir bilgisayar ekranında gördüğümüz renkli görüntülerin, gerçekte arkada çalışan görünmeyen kodlar sayesinde olması gibi… Bu dünya da ilahî kanunların, ruhların ve emirlerin sahneye yansımasıdır.

Ve o melekûtî âlem, sabittir. Bozulmaz, değişmez. Madde dağılır, suret değişir; ama mana bâkidir. Bir çiçek solar, ama onun ardındaki kudret tecellisi başka bir çiçekte yeniden doğar.

  1. Tenteneli Perdeyi Kaldırmak: Tefekkür ve İmanla

Bu perdeyi kaldırmak, gözle değil kalple, bilimle değil hikmetle, akılla değil imanla olur. Tefekkür eden insan, eşyanın ötesindeki melekûtu sezmeye başlar. Her damlada rahmet, her nefeste hikmet, her ömürde ebediyet kokusu alır.

Said Nursî’nin “tenteneli perde” ifadesi, bir davettir: Sadece görünenle yetinme. Arka plandaki İlahi nizamı gör. Eşyaya değil, eşyanın taşıdığı manaya bak.

Sonuç: Görünenin Gölgesi, Görünmeyenin Işığıdır

Madde, mânânın libasıdır. Görünen dünya, görünmeyen bir hakikatin tecellisidir. Dünya, o tenteneli perdeyle ruhlar ve melekût âlemine bağlanır. İşte bu sebeple hayat yalnızca gözle değil, iman ve tefekkürle okunmalıdır.

Dünya gölgeyse, hakikat ışıktır. Ve o ışık, her şeyin arkasında parlamaktadır.

Makale Özeti:

Bu makalede, “âlem-i maddiyat ve şehadet”in, “âlem-i melekût ve ervah” üzerine serpilmiş bir “tenteneli perde” olduğu fikri işlendi. Dünya görünen bir surettir; hakikat ise görünmeyen manevî âlemlerdedir. Eşyaya yalnızca zahiri gözle değil, tefekkür ve imanla bakıldığında; her şeyin arkasında bir hikmet, bir ruh ve bir İlahi maksat bulunduğu görülür. Dünya, sadece varlık değil, mana ile dolu bir yansımadır.

 

 




Maddenin Gölgesi, Mananın Nuru: Asıl Olan Nedir?

Maddenin Gölgesi, Mananın Nuru: Asıl Olan Nedir?

“Bi’t-tecrübe, madde asıl değil ki vücud ona münhasır kalsın ve tabi olsun. Belki madde, bir mana ile kaimdir. İşte o mana, hayattır, ruhtur.”
Sözler. 29. Söz

*********

İnsanlık tarihi boyunca göz, elle tutulanı, kulak duyulanı, akıl ise hesaplananı merkeze aldı. Maddi dünya, zahirde bütün varlığın kaynağı ve hedefi gibi gösterildi. Fakat bu yaklaşım, ne kalbi tatmin etti, ne ruhu besledi. Çünkü hakikat, sadece taşta, toprakta, hücrede ve molekülde değil; mana, hayat ve ruh ile var olur.

Bediüzzaman’ın bu veciz cümlesi, bu anlayışı sarsan bir tefekkür fırtınasıdır:

> “Bi’t-tecrübe, madde asıl değil ki vücud ona münhasır kalsın ve tabi olsun. Belki madde, bir mana ile kaimdir. İşte o mana, hayattır, ruhtur.”

  1. Maddeden Manaya: Tersine Bir Yolculuk

Modern bilim, maddenin içinde enerji, enerji içinde düzen, düzen içinde bilinç aradı. Ama asıl görmesi gereken, maddenin mana ile kaim olduğu gerçeğiydi. Zira bir taş sadece taş değildir; bir çiçek sadece bir şekil ve renkten ibaret değildir. Her biri bir emirle, bir maksatla, bir iradeyle var olur. İşte o maksat, maddenin arkasındaki manadır. O mana, varlığın ruhudur.

  1. Maddeyi Ayakta Tutan: Ruh ve Hayat

Bir beden, ruh gittiğinde yığılır kalır. Bir ağaç, canlılığı söndüğünde kuru bir oduna dönüşür. Bir göz, ruhla bakmadığında sadece bir camdır. O halde sorulmalı: Maddeyi var kılan nedir? Cevap açıktır: Hayattır, ruhtur.

Hayat ve ruh, maddeye şekil verir, onu faal kılar. Ruh çekilince anlam kalmaz. Demek ki madde, asıl değil; asla tabi olan bir gölge gibidir. Asıl olan ise hayatı verendir; ruhu yaratandır.

  1. Hayat: İlahi Kudretin Parlak Bir Tecellisi

Hayat, sadece bir biyolojik faaliyet değildir. Hayat, İlahi bir emirle gelen, maddeyi hikmetli bir şekle sokan, cansızı konuşturan, toprağı yeşerten, kemikleri konuşturan bir ilahi kudret tecellisidir. Ve bu hayatın en latif ve derin tezahürü ruhtur. Ruh, doğrudan âlem-i emirden gelen ve Allah’ın “Kün” emrine muhatap olan müstesna bir varlıktır.

  1. Maddeye Tapınan Zihniyetin Çıkmazı

Modern dünya, maddeyi mutlaklaştırdı. Ruh inkâr edildi, hayat basitleştirildi. Neticede insan, sadece protein ve karbon zannıyla değerlendirildi. Oysa bir kelebeğin kanadındaki renk, bir çocuğun gözlerindeki derinlik, bir yaprağın damarlarındaki denge bile, mana ile var olur. Maddenin ilahlaştırılması, mananın öldürülmesidir.

  1. Varlığın Hakiki Dayanağı: Mana ve Ruh

Evreni ayakta tutan şey, görünen değil; görünmeyen düzendir. Fizik kanunları, İlahi emirlerin bir gölgesi; hayat ise, o emirlerin canlı şahitliğidir. Ruh, varlıkla hayatı birleştirir. Bu sebepledir ki, ruh ve mana çekildiğinde, koca kainat bile bir ceset olur. İşte bu yüzden Bediüzzaman der:

> “Madde, bir mana ile kaimdir.”

Sonuç: Gözün Gördüğü Değil, Kalbin Duyduğu Esastır

Madde, ancak mana ile anlamlıdır. Ruhun üflediği her şey canlanır, hikmet kazanır. Bu nedenle hakikat arayışında sadece göze değil, kalbe ve ruha da kulak vermek gerekir. Çünkü madde geçicidir, mana bakidir. Asıl olan, hayatın kaynağı olan ruhtur; maddenin ardındaki emir ve iradedir.

Makale Özeti:

Bu makalede, Bediüzzaman’ın “madde bir mana ile kaimdir” ifadesi merkeze alınarak, maddenin asıl değil, gölge ve suret olduğu; gerçek varlığın mana, hayat ve ruhla kaim bulunduğu vurgulandı. Hayat ve ruhun İlahi emirle varlığa anlam kattığı, maddeye mutlak değer vermenin hakikati göz ardı etmek olduğu ifade edildi. Sonuç olarak, asıl olanın madde değil, onu ayakta tutan mana ve ruh olduğu hikmetli bir şekilde ortaya kondu.

 

 




Görünmeyen Âlemin Şahitleri: Melâike, Cânn ve Ruhaniyat

Görünmeyen Âlemin Şahitleri: Melâike, Cânn ve Ruhaniyat

“Şu nihayetsiz feza-yı âlem ve şu muhteşem semavat, burçlarıyla, yıldızlarıyla zîşuur, zîhayat, zîruhlarla doludur. Nârdan, nurdan, ateşten, ışıktan, zulmetten, havadan, savttan, rayihadan, kelimattan, esîrden ve hattâ elektrikten ve sair seyyalat-ı latîfeden halk olunan o zîhayat ve o zîruhlara ve o zîşuurlara, şeriat-ı garra-yı Muhammediye aleyhissalâtü vesselâm, Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan “Melâike ve cânn ve ruhaniyattır.” der, tesmiye eder.”
Sözler. 29. Söz

**********

İnsanoğlu gözle gördüğüne inanır, elle tuttuğunu gerçek sayar. Oysa varlık, beş duyunun çerçevesine sığmaz. Gözümüzün göremediği, kulağımızın duyamadığı nice varlıklar vardır ki, gerçekliğin sessiz muhafızları ve kâinatın derinlikli şahitleri onlardır.

Bediüzzaman Said Nursî, bu perdeyi aralayıp bize şöyle seslenir:

> “Şu nihayetsiz feza-yı âlem ve şu muhteşem semavat, burçlarıyla, yıldızlarıyla zîşuur, zîhayat, zîruhlarla doludur… Şeriat-ı garra-yı Muhammediye… ‘Melâike ve cânn ve ruhaniyattır.’ der, tesmiye eder.”

  1. Varlığın Görünmeyen Orduları

Kâinatı sadece taş, toprak ve yıldızlardan ibaret görmek, bir sarayı sadece duvarlarından ibaret saymak gibidir. Oysa o sarayın içinde çalışan ordular, işleyen sistemler, haberleşme ağları vardır. İşte kâinat da böyledir: Her zerresinde, her katmanında melâike gibi müekkel varlıklar çalışır; cânn gibi gizli hayatlar sürer; ruhânîler gibi nuranî varlıklar tefekkür eder, ibadet eder.

Kur’ân bu varlıkları adlarıyla anarak bize görünmeyen gerçekliğin varlığını bildirir. Çünkü asıl şahitler görünmeyenlerdir.

  1. Maddeden Nura, Gözden Kalbe

Elektrik, hava, ses, koku, ışık, eter… Bunlar gözle görülmez ama inkâr edilmez. O hâlde, melekler, cinler ve ruhani varlıklar da gözle görünmezler diye yok sayılamazlar. Çünkü onlar da aynı kaynaktan, emir ve irade âleminden gelirler.

Bu varlıklar; sesin, nurun, hatta kokunun latif tabakalarından yaratılmışlardır. Ve bu bize gösterir ki Allah, sadece gözün değil, kalbin de görmesi gereken bir âlem yaratmıştır. Fiziksel olmayan ama manevî olarak hissedilen bu varlıklar, kâinatın ruhani dengesi ve ilahi emirlerin uygulayıcılarıdır.

  1. Melâikeler: Kudretin Sessiz Hizmetkârları

Her bir yıldızın başında bir melek, her bir kanat çırpışta bir zikir vardır. Güneşten rüzgâra, ağaçtan insana kadar her mahlûkun başında bir melek bulunur. Onlar sadece ibadet etmekle kalmaz, varlığı hikmetli bir düzenle idare ederler.

Bir çiçeğin açması, bir damlanın toprağa düşmesi bile melekî bir disiplinle gerçekleşir. Çünkü melekler, ilahi kudretin yeryüzündeki sessiz temsilcileridir.

  1. Cânn: Gizli Hayatın Sakinleri

Cinler, tıpkı insanlar gibi akıl ve irade sahibi varlıklardır. Ancak onlar görünmez bir boyutta yaşarlar. Tıpkı radyo dalgalarının gözle görülmemesi gibi, onların da varlığı hissedilmez ama izleri vardır. Cinler, insanlık tarihi boyunca bazı hadiselerin perde arkasında rol almış, bazen hayra bazen şerre vesile olmuşlardır. Onların varlığı, Kur’ân-ı Hakîm’in açık beyanı ile sabittir.

  1. Ruhaniyat: Nuranî Varlıkların Âlemi

Ruhaniyat, ne maddîdir ne de sıradan bir hayattır. Onlar, nurdan yaratılmış, sürekli Allah’ı tesbih eden ve yüksek manevî vazifeler üstlenen varlıklardır. Kimi zaman ilham, kimi zaman koruma, kimi zaman tefekkürün rehberleri olarak insanla temas ederler. Onlar, emir âleminden gelen misafirlerdir.

Sonuç: Görünmeyen Varlıklar, Görünen Hakikatin Temsilcileridir

Bu âlem, sadece maddeden ibaret değildir. Her görünüşün arkasında bir mana, her sistemin arkasında bir idareci vardır. Melekler, cinler ve ruhani varlıklar; bu idarenin görünmeyen ama etkin memurlarıdır. Onları tanımak, iman hakikatlerini derinleştirir; varlığı daha doğru ve geniş bir perspektiften kavramayı sağlar.

Makale Özeti:

Bu makalede, Bediüzzaman Said Nursî’nin “feza-yı âlem ve semavat zîşuur ve zîhayatlarla doludur” ifadesi çerçevesinde, kâinattaki görünmeyen varlıklar olan melekler, cinler ve ruhani varlıklar ele alındı. Bu varlıkların Kur’ânî beyanlarla sabit olduğu, yaratılışta görevli, ibadette daim ve manevî yapılar oldukları vurgulandı. Sonuç olarak, görünmeyen âlemin bu sakinleri, İlahi düzenin derinlikli şahitleri ve taşıyıcılarıdır.

 

 




Cehennem Gibi Cennet, Cennet Gibi Cehennem: Kalbin Hali Âlemi Nasıl Yansıtır?

Cehennem Gibi Cennet, Cennet Gibi Cehennem: Kalbin Hali Âlemi Nasıl Yansıtır?

“Hatta Cehennem-i cismanî, ârif olan mü’min için asiye kâfirin Cehennem-i manevîsine nisbeten Cennet gibidir.”
(Mesnevî-i Nuriye, s. 228)

Dünya ve âhiret, zıt kutuplarla örülmüş bir imtihan sahnesidir. Ateşle suyun, zulmetle nurun, Cennetle Cehennem’in hakikati yalnızca maddî boyutla sınırlı değildir. Bazen görünürdeki bir ateş, içinde nur saklarken; dıştan nimet gibi görünen bir hayat, derin bir mânevî azabın örtüsünü taşıyabilir.

Bediüzzaman Hazretleri’nin bu sözü, sadece mahşer gününe değil, daha bu dünyada başlayan bir iç hakikate dikkat çeker: Gerçek azap ve gerçek huzur, çoğu zaman kalpte başlar. Kalbi ilim ve marifetle nurlanmış bir mü’min için, hatta bedenî bir azap olan cismanî Cehennem bile; inkâr ve gafletle kararan bir ruhun içinde bulunduğu mânevî Cehennemden daha hafif ve hatta Cennet gibi gelebilir. Çünkü o mü’min bilir ki, her ateş onun için değil; her zorlukta bir rahmet gizlidir.

Tarih boyunca nice mü’minler vardır ki, bedenleri ateşlere atılmış, ama ruhları serinlikte kalmıştır. Hazret-i İbrahim (as) ateşe atıldığında, “Ey ateş! İbrahim’e karşı serin ve selametli ol” emriyle o ateş bir Cennet bahçesine dönüşmüştü. Zira oradaki serinlik, yalnızca dış şartların değil, kalbin Allah’a olan yakininden doğmuştu. İşte ârif mü’minin sırrı buradadır: O, dış dünyada neyle karşılaşırsa karşılaşsın, iç dünyası Cennet kadar huzurludur.

Bunun zıddı da mümkündür. Zenginlik, rahatlık, şöhret gibi dışarıdan nimet gibi görünen hayatlar, kalbi inkârla kararmış bir insan için mânevî bir Cehennem olur. Günahın zevki tükenince, geriye sadece vicdan azabı, yalnızlık ve korku kalır. Bu ruh hâli, bedenî bir azap yaşamasa da içten içe kavrulan bir azaptır. Kalbi imanla dolu olmayan bir insan için, dünya nimetleri bile dar bir zindan halini alır. Çünkü kalp, Rabbini tanımadığı müddetçe hiçbir lezzet ona huzur veremez.

Nitekim, zindanda Kur’an’ı düşünen bir mü’minin iç dünyası nurla dolar; saraylarda Allah’tan gafil yaşayan bir kimsenin iç dünyası ise karanlıklarla kaplanır. Bu yüzden, gerçek Cennet de Cehennem de önce kalpte başlar.

Manevî Cehennem, gafletin, inkârın, boşluğun, amaçsızlığın ve nefsin esaretinde geçen bir ömrün cezasıdır. Bu azap, kimse fark etmese de sahibini için için yakar. Çünkü kalp, kendisine takılan yaratılış gayesine aykırı hareket ettikçe, ruh sıkılır, varlık daralır, hayat çekilmez hâle gelir. İşte bu hâl, asiye kâfirin mânevî Cehennemidir.

Ârif mü’min ise, musibetlerde Allah’ın kudretini, hastalıklarda rahmetini, belalarda hikmetini gören kimsedir. O bilir ki, Allah dostlarının yolu çiçeklerle değil, dikenlerle doludur. Fakat o dikenler, Allah için sabredildiğinde Cennet’e dönüşür. Cismanî Cehennem bile, Allah için çekilen bir imtihan olursa, içindeki ruh Cennet’te yaşar.

Bu hakikat, bize hayatın dış yüzüne aldanmamayı öğretir. Zorlukları sabırla ve tevekkülle karşılayan, iç dünyasını Kur’an ve imanla nurlandıran bir mü’min, dünyanın en zor şartlarında bile huzur bulabilir. Buna karşılık, ne kadar dıştan rahat ve lüks bir hayat yaşasa da kalbi Allah’tan uzak olan kişi, kendi içinde derin bir boşluk ve azap hisseder.

Çünkü ruhun gıdası iman, huzurun kaynağı marifettir. Kim Allah’ı tanırsa, her şey ona dost olur; kim Allah’tan gafil olursa, nimetler bile onun için azaba dönüşür.

Özet:

Bu makalede, Mesnevî-i Nuriye’de geçen “Cehennem-i cismanî, ârif olan mü’min için… Cennet gibidir” ifadesi temel alınarak, iç huzurun imanla, iç azabın ise inkârla doğrudan ilişkili olduğu ifade edilmiştir. Kalbin Allah ile buluştuğu bir durumda bedenî sıkıntılar bile ruhu yormazken, kalbi gafletle kararmış bir kimse için en rahat hayat bile mânevî bir azaba dönüşebilir. Gerçek Cennet de Cehennem de insanın içinde başlar. Öyleyse huzuru dışta değil, kalpte ve imanda aramak gerekir.

 




İman ve Küfür: Ebediyetin Çekirdekleri

İman ve Küfür: Ebediyetin Çekirdekleri

“iman, manevî bir cennetin çekirdeğini taşıyor. Küfür dahi manevî bir cehennemin tohumunu saklıyor.

   Nasıl ki küfür, cehennemin bir çekirdeğidir. Öyle de cehennem, onun bir meyvesidir.

   Nasıl küfür, cehenneme duhûlüne sebeptir; öyle de cehennemin vücuduna ve icadına dahi sebeptir.”
Sözler. 28. Söz.

********

Çekirdekte Saklı Hakikat: İman Bir Cennet Fidanıdır

İnsan, dünyada yaptığı her tercih ile ahiretini inşa eder. Bu tercihler, bazen bir niyet, bazen bir bakış açısı, bazen de bir inanç sistemi olarak görünür. Fakat Bediüzzaman’ın bu ifadesiyle, bu tercihler sadece geçici tavırlar değil, ebedî bir hakikatin çekirdekleridir.

İman, Allah’a, ahirete, meleklere, kitaplara, peygamberlere ve kadere olan samimi bir teslimiyettir. Bu teslimiyetin içinde; güven, sevgi, teslimiyet, itaat, şükür ve ümide dair sayısız manevî meyve barınır. İşte bu meyveler, imanın kalpte ektiği bir cennet bahçesinin tomurcuklarıdır.

Dünyada huzur, vicdanda ferahlık, akılda istikamet, kalpte rahmet şeklinde yeşeren bu tohumlar, ebediyette cennetin hakiki çiçekleri olarak açacaktır.

Küfür: Cehennemin İçten Gelen Ateşi

Bunun zıddı ise küfürdür. Küfür, sadece “inkâr” değil; hakikate sırt çevirmek, hidayeti reddetmek, ilâhî nizamı görmezden gelmek demektir. Bu tercih ise sadece dıştan değil; insanın özünden bir kararmadır. Kalbi, aklı ve ruhu çoraklaştıran bir inkârdır.

İşte bu yüzden küfür, sadece cehenneme götüren bir yol değil, aynı zamanda cehennemin ruhî temelidir. Çünkü zulmün, isyanın, nankörlüğün, gafletin ve inkarın özü küfürde gizlidir. Cehennem, küfürle ruhunu karartanların iç dünyasının yansımasıdır.

Nasıl bir ağacın çekirdeğinde gelecekteki dallar ve yapraklar gizliyse, küfürde de cehennemin zehirli alevleri saklıdır. Ahirette o iç yangın, dışta bir azap olarak tecelli eder.

Mekânlar, Manaların Aynasıdır

Burada önemli bir sır daha vardır: Cennet ve cehennem sadece dış mekânlar değildir. Onlar, insanların iç dünyasının ve ahlâkî sermayesinin dışa yansımasıdır. Cennet; merhamet, iman, şükür, takva ve sabrın tecellisidir. Cehennem ise zulüm, küfür, kin, isyan ve kibirin zuhurudur.

Bu noktada denebilir ki: “İnsan iç dünyasında neyi büyütürse, ahirette onunla karşılaşacaktır.” Bu yüzden iman eden bir kalp cenneti beklemez; zaten iç dünyasında cennetin tohumlarını taşır. Küfürde ısrar eden bir ruh da cehennemi çağırmaz; zaten onun içinde cehennem kök salmıştır.

Bu Dünya Ekin Yeridir, Ahiret Hasat Zamanıdır

Hadîs-i şerifte buyrulur: “Dünya, ahiretin tarlasıdır.” İnsan, dünya tarlasına ne ekerse, ahirette onu biçecektir. İman eken, cennet meyvesi; küfür eken, cehennem dikeni bulacaktır. Buradan anlaşılıyor ki iman sadece “doğru bir inanç” değil; doğru bir varoluş biçimidir. Ve bu varoluş biçimi, ebedî saadetin mukaddimesidir.

Küfür Neden Cehennemi Gerektirir?

Bazı kimseler şöyle düşünebilir: “Küfür etmiş olsa bile, kişi kötülük yapmasa neden cehenneme girsin?”
Cevap: Çünkü küfür, Allah’ın sonsuz rahmetini, hikmetini, adaletini reddetmektir. Her şeyi O’ndan bilmeyi terk edip kendine, tesadüfe ya da hiçliğe havale etmektir. Bu ise varlığa karşı derin bir haksızlık, hilkate karşı büyük bir isyandır. Bu bakış açısı, ebediyeti de inkâr ettiği için ehl-i küfür kendi cehennemini hazırlar.

Özet:

Bu makalede, iman ve küfür kavramlarının ebedî sonuçları ele alındı. Bediüzzaman’ın ifadesiyle iman, manevî bir cennet çekirdeğidir; huzur, ferahlık ve ebedî saadet doğurur. Küfür ise cehennemin tohumu gibidir; iç yangınla başlar, dış azapla biter. Cennet ve cehennem sadece mekân değil, insanın manevî hâlinin sonuçlarıdır. Kim iç dünyasında neyi beslerse, ahirette onunla karşılaşacaktır. İmanla yaşayanlar, hem dünyada hem ebediyette cenneti bulur. Küfürde ısrar edenler ise, kendi ruhunda yaktığı ateşi ahirette cehennem olarak yaşar.

 

 




Cismaniyetin Sırrı: Maddede Tecelli Eden Mana

Cismaniyetin Sırrı: Maddede Tecelli Eden Mana

“Cismaniyet, en câmi’, en muhit, en zengin bir âyine-i tecelliyat-ı esmâ-i İlâhiyedir. Bütün hazâin-i rahmetin müddeharâtını tartacak ve mizâna çekecek âletler, cismaniyettedir.”
— Sözler, 27. Söz

Madde Ruhsuz Değil, Mana Yüklüdür

İnsan bedeni çoğu zaman sadece fiziksel varlığımız olarak değerlendirilir. Etten, kemikten, kandan ibaret bir yapıya endekslenir. Ancak Kur’anî bakış açısında, beden sadece bir taşıyıcı değil; ilâhî sıfatların tecelli ettiği en câmi’ ve en parlak bir aynadır.

Bediüzzaman’ın ifadesiyle, cismaniyetimiz; Allah’ın isim ve sıfatlarını gösteren bir laboratuvar gibidir. Gözümüzde Basîr ismi, kulağımızda Semî ismi, dilimizde Kelâm ismi, kalbimizde Vedûd ismi tecelli eder. Her uzuv, her duyu ve duygu, Rahmân’ın bir hazinesine kapı aralar. Bu yönüyle insan bedeni, sadece fizikî bir varlık değil; mananın ete kemiğe bürünmüş şeklidir.

Bedenin Kıymeti: Terbiye ile Ortaya Çıkar

Cismaniyet, fıtrat olarak çok yönlü ve çok fonksiyonludur. Hem hayvani hislerle donatılmıştır hem de melekî duygularla. Bu yüzden beden, terbiye edilirse melekleri geçebilir, edilmezse hayvandan da aşağı bir hâle gelebilir.

Bedenin bu “câmiiyet” (kuşatıcılık) vasfı, onu hem büyük bir potansiyel hem de büyük bir imtihan vasıtası yapar. Beden, ibadetin sahnesidir. Secde eden alnımızla, infak eden elimizle, yürüyen ayağımızla, tefekkür eden aklımızla Allah’a kulluk ederiz. Demek ki beden, sadece nefsi tatmin aracı değil; kulluğun en zahirî ve şeffaf vitrinidir.

Hazâin-i Rahmetin Tartıldığı Teraziler: Duyular ve Organlar

Cismaniyetin bir diğer yönü ise, rahmet hazinelerinin anlaşılması ve tartılması için birer ölçü birimi olmasıdır. Açlık olmasa rızkın kıymeti bilinmez, hastalık olmasa şifanın değeri anlaşılmaz. Yani göz varsa “görmek nimeti” tecelli eder, kulak varsa işitme lütfu bilinir.

İnsandaki her organ, Allah’ın bir nimetini tartar, ölçer ve fark ettirir. Bunlar olmazsa nimetlerin farkına varılamaz. Bu yüzden beden, şükür için yaratılmış bir ölçüm cihazıdır. Her nimet bir şükrü gerektirir, ve bu şükrü eda edecek âletler de cismaniyettedir.

Ruh-Beden Dengesi: Ne Ruhçu Ne Maddîci

İslam, insanı sadece “ruh” olarak gören ruhçu anlayışları da, sadece “madde” olarak gören materyalist düşünceleri de reddeder. İnsan, ruh ile bedenin birleşiminden meydana gelen mükemmel bir terkiptir. Bediüzzaman’ın da vurguladığı gibi, cismaniyet ihmal edilemez çünkü:

> “En câmi’ ayna cismaniyettir.”

Ruhun tekâmülünde bedenin rolü büyüktür. Secde eden bir ruhun kıymeti, secde eden alınla ortaya çıkar. Gözyaşı döken bir kalbin değerini, göz ve gözyaşı taşır. Bu yüzden maneviyat, sadece dahili bir tefekkür değil; bedensel bir aksiyonla tamamlanır.

Cennette Bedenle Yaşanacak Ebedî Hayat

İlginçtir ki İslam’da cennet hayatı sadece ruhlara değil, bedenlere de vaat edilmiştir. Bu da gösteriyor ki cismaniyet, sadece geçici bir elbise değil; ebedî hayatta da anlamı olan bir varlıktır. Demek ki bedenin değeri, onun ebedî âleme dahi lâyık bir yönü olduğundandır.

Özet:

Bu makalede cismaniyetin (bedenin) Kur’anî ve hikmetli yönü ele alındı. İnsan bedeni, Allah’ın isim ve sıfatlarının en kapsamlı ve zengin şekilde tecelli ettiği bir aynadır. Bedenimiz, hem kulluğun sahnesi hem de nimetlerin tartıldığı bir mizan gibidir. Ruh ve beden birlikte terbiye edilir, ibadetlerle kemale erer. Cismaniyetin kıymeti onun geçici değil; ebedî âleme lâyık bir cevher olmasından gelir. Bu yönüyle beden, ilâhî kudretin ve rahmetin gözle görünen, hissedilen bir ayetidir.

 




Zaman Üstü Bir Yolculuk: Şeriatın Evrensel Hakikati ve Mezheplerin Hikmeti

Zaman Üstü Bir Yolculuk: Şeriatın Evrensel Hakikati ve Mezheplerin Hikmeti

“Asırlara göre şeriatlar değişir. Belki bir asırda, kavimlere göre ayrı ayrı şeriatlar, peygamberler gelebilir ve gelmiştir. Hâtemü’l-Enbiya’dan sonra şeriat-ı kübrası, her asırda, her kavme kâfi geldiğinden muhtelif şeriatlara ihtiyaç kalmamıştır. Fakat teferruatta, bir derece ayrı ayrı mezheplere ihtiyaç kalmıştır.”
– Sözler, 27. Söz

Şeriat: İnsanlığın İlâhî Kılavuzu

Şeriat, Allah’ın kullarına gönderdiği ilahi kanunlar bütünüdür. Sadece bir hukuk sistemi değil, aynı zamanda hayatın her yönüne dair ilahi rehberliktir. İnsanlık tarihi boyunca farklı kavimlere, farklı coğrafyalara ve farklı zamanlara uygun biçimde pek çok şeriat gönderilmiştir. Her biri, kendine özel şartlara cevap vermek üzere tanzim edilmiş, hakikat aynasının bir yönünü yansıtmıştır.

Fakat bu süre, Risalet zincirinin son halkası olan Hazret-i Muhammed (s.a.v.) ile tamamlanmış, onunla gelen şeriat-ı kübrâ (büyük şeriat) evrensel bir kapsayıcılığa kavuşmuştur. Çünkü bu şeriat artık, sadece bir kavme veya zamana değil; kıyamete kadar gelecek tüm insanlığa hitap etmektedir.

Neden Önceki Kavimlere Farklı Şeriatlar Geldi?

Çünkü insanlık terakki eden bir canlı organizma gibidir. İlk dönemlerde temel ahlaki kaideleri öğrenen insanlık, zamanla olgunlaştı. Tıpkı bir çocuğa önce harflerin, sonra cümlelerin, en son kitapların öğretilmesi gibi; insanlar da gelişen ihtiyaçları nisbetinde farklı hükümlerle muhatap oldular.

Bir dönem gelen şeriat, o çağın şartlarına tam cevap veriyordu. Fakat zaman değişince hükümler değişti. Bu değişim, hakikatin değil; zahiri şeklin ve uygulama biçiminin değişimiydi. Çekirdek aynıydı; ama ağaç farklı meyveler verdi.

Hz. Muhammed (s.a.v.) ve Evrensel Şeriat

Hazret-i Peygamber’in getirdiği şeriat, artık zamana, mekâna ve kavme bağlı bir mesaj değildi. O şeriat, insanın özüne, fıtratına, aklına ve kalbine hitap eden, temel prensipleriyle zamanlar üstü bir hakikatti.

Bu yüzden artık yeni bir peygamber, yeni bir şeriat gelmeyecek. Çünkü bu son mesajda bütün insanlığın ihtiyaçlarını kapsayacak esaslar mevcuttur.

Fakat bu geniş kapsamlı şeriat içinde, uygulamada bazı detaylar farklılaşabilir. İşte burada mezheplerin hikmeti devreye girer.

Mezhepler: Aynı Kaynaktan Farklı Yorumlar

Mezhepler, İslâm’ın temel hükümleri üzerinde değil; fer’î meselelerde, yani detaylardaki yorum farklılıklarında ortaya çıkmıştır. Bu durum, İslam’ın donuk değil; dinamik bir yapıya sahip olduğunu gösterir.

Mesela, suyun bulunmadığı bir ortamda abdestin nasıl alınacağı, ya da seferîlikte kaç rekât namaz kılınacağı gibi detaylar mezhepler arasında farklı olabilir. Ama Allah’ın birliği, namazın farziyeti, Kur’an’ın hak oluşu gibi temel esaslarda ittifak vardır.

Mezhepler, aynı güneşin farklı pencerelerden yansıması gibidir. Işık aynı, yansıma farklıdır. Her biri bir hikmetin neticesidir; insan fıtratındaki farklılıklara bir cevaptır. Biri için kolay olan hüküm, bir başkası için ağır gelebilir. Mezhepler, bu çeşitliliği rahmetle kuşatır.

Birlikte Çoğulculuk: Mezhep Ayrılığı Fitne Değil, Zenginliktir

Tarihte bazen mezhep farklılıkları ihtilafa, hatta çatışmalara sebep olmuştur. Ancak bu, mezheplerin değil, mezhep taassubunun neticesidir. Çünkü mezheplerin varlığı, dinin evrenselliğini ve kapsayıcılığını teyit eder. Tek bir kıyafet her vücuda uymayacağı gibi, tek bir içtihat da her insanın haline hitap edemez.

Kur’an, tüm zamanların kitabı; sünnet tüm insanlığın örneğidir. Mezhepler ise bu evrensel metinlerin pratikle buluştuğu sahih yollar olarak karşımıza çıkar.

Özet:

Bu makale, tarih boyunca farklı kavimlere gelen değişik şeriatların hikmetini ve Hz. Muhammed (s.a.v.) ile gelen son şeriatın evrenselliğini açıklamaktadır. Her kavim, kendi zaman ve şartlarına göre özel hükümlerle muhatap olmuş, fakat Efendimiz (s.a.v.) ile gelen Kur’anî şeriat artık bütün zamanlara ve bütün insanlara yeter hale gelmiştir. Bu geniş çerçevede ortaya çıkan mezhepler, fer’î meselelerdeki farklı ihtiyaçlara cevap veren rahmetli içtihatlardır. Mezhep ayrılığı bir çatışma değil; İslâm’ın zenginliğinin ve kapsayıcılığının bir göstergesidir.

 

 




Emirle Var Olmak, Kanunla Sürmek: Tabiatın Sessiz Şahitliği

Emirle Var Olmak, Kanunla Sürmek: Tabiatın Sessiz Şahitliği

İnsan aklı, dış dünyaya baktığında şaşırtıcı bir düzenle karşılaşır:
Güneş doğar, yıldızlar sükût içinde döner, çiçekler mevsiminde açar, bebekler doğar, yapraklar düşer.
Her şey bir ölçü, bir kanun, bir intizam içinde işler.
Ve bu düzen, hakikatte bize seslenir:
“Ben kendiliğimden var değilim; bir irade, bir kudret, bir emir tarafından var edildim.”

Tabiat: Matbaa Gibi Ama Akılsız

Bediüzzaman Said Nursî’nin veciz ifadesiyle:

> “Tabiat, misâlî bir matbaadır, tâbi değil; nakıştır, nakkaş değil; mistardır, masdar değil; nizamdır, nâzım değil; kànundur, kudret değil; şeriat-ı irâdiyedir, hakîkat-i hariciye değil.”

Bu ifadede, tabiatın ne olmadığı açıkça beyan edilir. Tabiat:

Bir sanat değildir, bir sanatkârın eseridir.

Bir kanunlar bütünü değildir, kanun koyanın iz düşümüdür.

Bir sebep değildir, bir sonucun taşıyıcısıdır.

Tıpkı bir matbaa gibi, kendiliğinden yazmaz, emirle işler, dizayn edilmiştir ama dizayn edici değildir.
Bir nakış, nakkaş olmadan nasıl var olamazsa;
Bir kanun, kanun koyucu olmadan nasıl anlam ifade etmezse;
Tabiat da ilâhî bir kudret ve iradenin yansımasıdır.

Her Şey Emirdendir, Kudretledir

Kur’an-ı Kerîm, bu gerçeği veciz bir şekilde şöyle bildirir:

> “O’nun emri, bir şeyi dilediği zaman, ona sadece ‘Ol!’ demesidir. O da hemen oluverir.”
(Yâsîn Suresi, 82)

Yani yaratma, uzun süreçlerin tesadüflerle geliştiği bir mekanizma değil;
bir emirle başlayan,
bir kudretle şekillenen,
bir kanunla devam eden muazzam bir sistemdir.

Bu sistem içinde ruh da vardır.
Ruh, Bediüzzaman’ın ifadesiyle:

> “Sabit, daim, fitrî kanunlar gibi, ruh dahi âlem-i emrden, sıfat-ı irâdeden gelmiştir. Ve kudret ona vücud-u hissî giydirmiştir.”

Yani ruhumuz da emir âleminden gelmiş, kudretle beden elbisesine büründürülmüştür.
Ruh, sadece biyolojik bir unsur değil; ilahî bir emanet, semavî bir misafir ve bu dünyada geçici bir seyyâledir.

İnsan ve Tabiat: Emirde Birleşen İki Âlem

İnsan bedeni toprağa bağlıdır, toprakla beslenir.
Ama ruhu göklere aittir, emirle var olmuştur.
Aynı şekilde tabiat da maddeye dair bir âlem görünür ama içyüzü emir ve kudretle işler.

Bu yüzden insanla tabiat arasında derin bir bağ vardır:
İkisi de bir emri yerine getirmekle var olur, bir kanunla devam eder.
Ve her ikisi de, kendi diliyle Allah’ı anlatır.

> “Göklerde ve yerde olanlar hep Allah’ı tesbih eder.”
(Hadîd Suresi, 1)

Tabiatın tesbihi, sessizdir ama derindir.
Bir çiçeğin açışıyla, bir yaprağın düşüşüyle, bir nehrin akışıyla…
Ve insanın görevi bu sessiz zikri anlamak, okumak ve şahitlik etmektir.

Son Söz: Kudreti Unutan, Kanunda Kaybolur

Eğer bir kişi bu muazzam düzeni, bu kusursuz tabiatı sadece sebep-sonuç zinciri olarak görürse;
kanunu görüp kanun koyucuyu inkâr ederse,
işte o zaman o insan, manayı kaybeder, hikmeti yitirir, kudretle bağını koparır.

Oysa bakmakla görmek arasında fark vardır.
Bakan göz, sadece görüntüyü seyreder.
Ama gören kalp, eseri değil, müessiri, sanatı değil, sanatkârı görür.

Özet

Bu makalede, tabiatın hakikatte bir yaratıcıya dayandığı; kendiliğinden değil, ilâhî bir emrin, kudretin ve iradenin yansıması olduğu anlatılmıştır. Tabiatın, matbaa gibi bir araç olduğu; yazılan değil, yazdırılan olduğu anlatılmıştır. Ruhun da âlem-i emrden geldiği ve kudretle bedenleştirildiği izah edilmiştir. Sonuç olarak insanın, tabiatı okuyarak Allah’ın kudretini, hikmetini ve sanatını idrak etmesi gerektiği, aksi hâlde kanunlar arasında anlamı kaybedebileceği belirtilmiştir.

 

 




Dört Kanatlı Yükseliş: Acz, Fakr, Şefkat ve Tefekkür Tarîkı

Dört Kanatlı Yükseliş: Acz, Fakr, Şefkat ve Tefekkür Tarîkı

“Cenab-ı Hakk’a vâsıl olacak tarîkler pek çoktur… O tarîkler içinde, kāsır fehmimle Kur’an’dan istifade ettiğim; acz ve fakr ve şefkat ve tefekkür tarîkıdır.”
– Sözler, 26. Söz

Hakikate Ulaşan Yolların Özü

İnsan, yaratılışı itibariyle hem meçhulata açık hem de mutlak bir hakikati arayan bir yolcudur. Her hakikat yolcusu gibi, o da Allah’a ulaşmak, O’nu bilmek, O’nu tanımak ister. Bu yolda çeşitli manevi yollar (tarîkatlar) vardır: Zikirle, riyazetle, hizmetle, muhabbetle yürünür. Fakat Bediüzzaman, zamanın ruhuna ve insanın haline en uygun yol olarak dört temel esas üzerine kurulu bir yolu gösterir: Acz, fakr, şefkat ve tefekkür.

Bu dört esas, çağımızın kalabalık fakat ruhsuz gürültüsünde, insanın kalbini arındıran ve onu Rabbine yaklaştıran sade ama derin bir manevi yoldur. Çünkü bu dört esas, insanın gerçek kimliğini, mahiyetini ve kulluğunu hatırlatır.

Acz: Kudretin Kapısını Açan Anahtar

Acz, insanın kendi güçsüzlüğünü, sınırlılığını kabul etmesidir. İnsanın her şeye muktedir gibi görünmeye çalıştığı bir çağda, aczini kabul etmesi büyük bir teslimiyet ve kulluk ilanıdır. Acz, duanın dilidir. Aczini anlayan kişi, yardım istemeyi bilir, kibirden kurtulur ve ilahî kudrete yönelir.

İnsanın acziyetini bilmesi, onu İlâhî Kudret’e sevk eder. Zira “Ben yapamam” diyen kalp, “O yapar” diyerek tevekkül eder.

Fakr: Gerçek Zenginliğe Açılan Kapı

Fakr, insanın hakiki mülkiyetinin olmadığını, her şeyin Allah’a ait olduğunu bilmesidir. Modern çağın “tüketerek var olma” anlayışı içinde, fakr hakikati unutulmuştur. İnsan, sahip olduklarıyla değil, kendisine verilenlerle yaşadığını fark ettiğinde Rabbine şükreder.

Fakr, insanı şükre, kanaate, tevazuya götürür. Kendini malik değil emanetçi bilen insan, hayatın sırrına erer.

Şefkat: En Yüksek Merhamet Dili

Şefkat, mahlukata Allah namına merhametle bakabilmektir. Bediüzzaman’a göre şefkat, aşkın çok üstünde bir duygudur. Çünkü aşk bazen nefsânîleşebilir, fakat şefkat daima fedakârlık ister. Şefkatli insan, mahlûkata Rabbanî bir nazarla yaklaşır, affeder, bağışlar, hizmet eder.

Anne şefkati, peygamber merhameti, Allah’ın Rahman ve Rahîm isimlerinin yansımasıdır. Şefkatle bakan, Allah için sever; Allah için seven, Rabbine yaklaşır.

Tefekkür: Kalbin Gözüdür

Tefekkür, yaratılanlardan Yaratıcı’ya ulaşma sanatıdır. Bir yaprak, bir karınca, bir damla su; tefekkür edenin nazarında Rabbanî bir delildir. Tefekkür eden insan, kainatı bir kitap gibi okur. Her sayfasında Allah’ın isimlerini görür.

Modern insan görür ama düşünmez; işitir ama ibret almaz. Tefekkür ise sıradanı sıradışı yapar; basit bir çiçeği sonsuz bir hikmet penceresine çevirir.

Zamanın En Emin Yolu

Bediüzzaman bu dört esası çağın ruhuna, insanın haline en uygun yol olarak görür. Bu yol, gösterişli ritüellerden ziyade kalbî bir derinliği esas alır. Üstelik umumîdir; âlim de yürür, avam da… Kadın da yürür, çocuk da… Herkes bu yolda yürüyebilir; çünkü herkes acz içindedir, fakr içindedir, şefkate muhtaçtır ve tefekkür edebilir.

Özet:

Bu makale, Bediüzzaman Said Nursî’nin Kur’an’dan istifade ederek sunduğu acz, fakr, şefkat ve tefekkür esaslarına dayalı manevî yolu tanıtır. Her bir esasın insanın fıtratına uygunluğu ve çağın ruhuna hitap eden yönleri açıklanır. Acz insanı kudrete, fakr şükre, şefkat merhamete, tefekkür ise marifete götürür. Bu dört esas, gösterişten uzak ama derinlikli bir şekilde insanı Allah’a yaklaştıran en kısa, en emin ve en selametli yoldur.