Sessiz Alkışlar ve Kanlı Sahne: İdamlarla Kirlenen Vicdan

Sessiz Alkışlar ve Kanlı Sahne: İdamlarla Kirlenen Vicdan

Tarih, sadece yaşanmış olaylar silsilesi değil; insanlık onurunun sınandığı büyük bir vicdan terazisidir.
1960 darbesi sonrası yaşanan idamlar, bu terazinin ibresini kıracak kadar ağır bir lekedir.
Menderes’in son sözleri, bir devlet adamının değil, bir milletin vicdanı adına konuşan mazlumun haykırışıdır:
“Biliyorum bizi asacaksınız ama tarih bizi değil, bizi asanları yargılayacak!”

Ne hazindir ki, o gün bu infazları durdurabilecek makamlar, suskun kaldılar.
Kimi iki yüzlü siyaset adına, kimi korkudan, kimi de halkın alkışını bekleyen bir vicdansızlıkla…

Güce Tapmak mı, Hakka Dayanmak mı?

İnönü’ye atfedilen şu söz tarihin tokadını suratımıza vurur:

> “Halkımız güce, silaha tapar. Korkaktır, çabuk kabullenir.”
Bu söz, sadece bir siyasetçinin halkını küçümsemesi değil; bir milletin zaaflarını kullanarak onu kendi iradesine mahkûm etmektir.

Peki, ne oldu?
Silaha mahkûm bir toplum oluşturuldu.
Adalet yerine korku hâkim oldu.
Ve bir millet, yıllarca kendi iradesiyle seçtiği liderin idamına seyirci kaldı.

İdamlar Bir Hüküm Değildi, Bir Gösteriydi

Yassıada Mahkemeleri, adaletin değil, intikamın perdesi altında oynanan bir siyasi tiyatroydu.
Menderes’in, Zorlu’nun ve Polatkan’ın idamı, suçtan ötürü değil,
bir zihniyetin, bir halk iradesini cezalandırma arzusunun sonucuydu.

Ve bu süreçte en büyük darbeyi hukuk değil, vicdan aldı.

Mazlumun Ahı, Zalimden Alınır
Zulüm ile abat olunmaz.
Evet, o gün alkışlayanlar vardı.
Ama bugün o alkışlar unutuldu, o infazlar ise hâlâ bir milletin kalbinde açılmış yara olarak duruyor.

Tarih, zalimlere mühlet verir ama ebedî beraat vermez.
Bugün hâlâ Menderes denince bir hüzün, bir kırgınlık, bir pişmanlık hissediliyorsa,
bu, o infazların sadece bir cana değil, bir inanca, bir ümide, bir millete yapıldığını gösterir.

Bugün Ne Yapmalı?

Bugün görevimiz sadece geçmişe ağlamak değil, aynı yanlışlara düşmemektir.
Adaletin, hukukun ve vicdanın önünde eğilmeyen her siyaset, eninde sonunda tarihin çöplüğüne atılır.
Devlet aklı, halk iradesi ve hak duygusu birlikte işletilmezse, geçmişteki kanlı tiyatrolar farklı perdelerde yeniden sahnelenebilir.

Bugün, bir millet olarak yapmamız gereken, “Kimden gelirse gelsin zulme karşı, kime yapılırsa yapılsın adaletle yan yana durmaktır.”

Makale Özeti

Bu makale, 1960 darbesi sonrası idam edilen Adnan Menderes ve arkadaşlarının yaşadığı zulmü ve o dönemdeki siyasetçilerin iki yüzlü tavırlarını ele alır. Özellikle İnönü’nün halkı küçümseyen ve güce tapan bir toplum tasvirine karşı, hak ve adaletin esas alınması gerektiği anlatılır.
İdamlar bir adalet değil, bir sindirme operasyonuydu.
Makale, bu tür yanlışların tekrar etmemesi için toplumsal hafızanın diri tutulması, adaletin araç değil amaç olarak görülmesi gerektiğini savunur.

*********
Bak:

https://www.yenisafak.com/gundem/siz-idam-edin-halk-korkaktir-cabuk-kabullenir-4712684

 

 




Semavatın Sessiz Sakinleri: Zîşuur Mahluklarla Dolu Bir Kâinat

Semavatın Sessiz Sakinleri: Zîşuur Mahluklarla Dolu Bir Kâinat

“Şu zeminimiz, semaya nisbeten küçüklüğü ve hakaretiyle beraber zîşuur mahluklarla doldurulması, ara sıra boşaltıp yeniden yeni zîşuurlarla şenlendirilmesi işaret eder belki tasrih eder ki: Şu muhteşem burçlar sahibi olan müzeyyen kasırlar misali olan semavat dahi nur-u vücudun nuru olan zîhayat ve zîhayatın ziyası olan zîşuur ve zevi’l-idrak mahluklarla elbette doludur. O mahluklar dahi ins ve cin gibi şu saray-ı âlemin seyircileri ve şu kâinat kitabının mütalaacıları ve şu saltanat-ı rububiyetin dellâllarıdırlar. Küllî ve umumî ubudiyetleri ile kâinatın büyük ve küllî mevcudatın tesbihatlarını temsil ediyorlar.”
Sözler.29. Söz

Zemin Bu Kadar Zîşuurla Dolarsa, Semavat Boş Kalır mı?

Dünya küçük bir gezegen. Göklere nisbetle ne hacmi, ne azameti vardır. Ancak bu küçük gezegen, milyarlarca zîşuur (şuur sahibi) varlıkla doludur: İnsanlar, cinler, hayvanlar, mikroorganizmalar… Her biri bir irade, bir hayat, bir maksat taşır. Bu tablo bize der ki:

> “Madem zemin bu kadar şuurla donatılmış; elbette semavat da boş değildir.”

Yıldızlar, galaksiler, nebülözler… Boş bir dekor değil; büyük bir tiyatronun sahnesi, seyircisi ve temsilcileri vardır.

  1. Şuurun ve Hayatın Şerefi

Hayat, vücudun nurudur. Şuur ise hayatın ziyası… Bu yüzden en yüksek kıymet, şuurlu varlıktır. Göklerin azameti, içindeki zîşuur varlıklarla değer kazanır. Onlarsız bir gök, sessiz bir boşluk olurdu.

Dünya gibi küçücük bir mekâna bu kadar hayat ve şuur konulursa,

Semavat gibi muazzam bir saray da elbette şuurlu sakinlere sahip olmalıdır.

  1. Kâinat Boş Değil, Mânâ Yüklüdür

Bediüzzaman der ki:

> “Şu saray-ı âlemin seyircileri ve şu kâinat kitabının mütalaacıları ve şu saltanat-ı rububiyetin dellâllarıdırlar.”

Kâinat bir saraysa, seyircisiz bırakılmaz. Bir kitapsa, okuyucusuz olmaz. Bir saltanatsa, dellâlsız yürümez.

Melekler ve diğer latîf varlıklar işte bu görevleri yaparlar.

Küllî ve umumî ubudiyetleriyle, büyük varlıkların sessiz zikrini dillendirirler.

Yıldızların tesbihleri onların lisanıyla yükselir.

  1. Boşluk Sanılan Yerler, Nurla Dolu

Modern bilim “boşluk” dediği yeri, şimdi karanlık madde ve karanlık enerji ile dolu görüyor. Bu, gözle görünmeyen ama fizikî etkileri olan varlıkların ipucudur. Ama Kur’an ve hikmet gözüyle bakınca, o boşluklar:

Nurla, ruhla, şuurla doludur.

Meleklerin ve ruhanîlerin mekânıdır.

O boşluklarda ilâhî emirlerin taşıyıcıları, kulluğun dellalları vardır.

  1. Kâinatın Büyük Tesbihine Ortak Olmak

Yeryüzünde insan, gökte melek; denizde balık, havada kuş… Her biri bir tesbihin halkasıdır. Bu kâinat bir mesciddir; ve bu mescidin her yerinde ibadet eden varlıklar bulunur.

İnsan, bu tesbih korosuna şuuru ve iradesiyle katılırsa kemale erer. Katılmazsa, sessiz kalmış bir çalgı gibi olur; ahenk bozulmaz ama onun payı ziyan olur.

Sonuç: Göklerin Sessiz Şahitleri

Semavat, süslenmiş bir saraydır. Süs, zîşuur seyirciler içindir. Gökler, meleklere ve latîf varlıklara mesken kılınmıştır. Onlar Rabbimizin emirlerini taşır, tesbihleri temsil eder, kâinatın mânâsını dillendirirler. Bu kâinat bir kitapsa, o kitap baştan sona okuyucularla doludur.

Özet:

Bu makalede, Bediüzzaman’ın 29. Söz’ündeki ifadelerle kâinatın, özellikle semavatın boş değil; zîşuur, zevi’l-idrak mahluklarla dolu olduğu işlenmiştir. Dünya gibi küçük bir mekânda bu kadar hayat ve şuur bulunması, göklerin de melekler gibi şuurlu varlıklarla dolu olmasının hikmetli bir gereklilik olduğunu gösterir. Bu mahluklar, kâinat sarayının seyircileri, kâinat kitabının okuyucuları, rububiyetin dellallarıdır. Küllî ubudiyetleriyle tesbihatı temsil ederler ve görünmeyen fakat hikmeti aşikâr bir âlemi yaşatırlar.

 

 




Görünmeyen Varlıklar: Nurun ve Hikmetin Sessiz Şahitleri

Görünmeyen Varlıklar: Nurun ve Hikmetin Sessiz Şahitleri

“Şu kesafetli ve ruha münasebeti az olan topraktan ve şu küdûretli ve nur-u hayata münasebeti pek cüz’î olan sudan, mütemadiyen hummalı bir faaliyetle, letafetli hayatı ve nuraniyetli zevi’l-idraki halk eden Fâtır-ı Hakîm, elbette ruha çok lâyık ve hayata çok münasip, şu nur denizinden ve hattâ şu zulmet bahrinden, şu havadan, şu elektrik gibi sair madde-i latîfeden bir kısım zîşuur mahlukları vardır. Hem pek çok kesretli olarak vardır.”
Sözler. 29 söz.

Topraktan Meleklere: Hayatın Mertebeleri

Bir avuç toprak… İçinde solucan da var, orkide de. Aynı topraktan hem diken çıkıyor hem gül. Aynı suyla hem bataklık besleniyor hem incir dal veriyor. Bediüzzaman bu tabloya dikkat çeker:

> “Şu kesafetli ve ruha münasebeti az olan topraktan… sudan… mütemadiyen hummalı bir faaliyetle, letafetli hayatı ve nuraniyetli zevi’l-idraki halk eden Fâtır-ı Hakîm…”

Yani Allah, en kaba ve ruhsuz gibi görünen maddelerden bile en latîf varlıkları halk ediyorsa, elbette nur gibi latif maddelerden çok daha yüce varlıkları da yaratmıştır.

  1. Maddî Değil, Latîf Âlemlerin Şahitleri

Toprak, su, hava, ateş… Bunlar klasik unsurlar. Biz toprakta yürür, suda yüzer, havayı soluruz. Ama bunlarla sınırlı değiliz. Varlık âlemi sadece gözle görülen değil; hissedilen, idrak edilen ama gözden gizli olan varlıklarla da doludur.

Maddî âlem kesif (yoğun) olduğu kadar sınırlıdır.

Latîf âlem ise ince, şeffaf ve geniştir.

Melekler, ruhanîler, cinler gibi varlıklar işte bu latîf cevherlerden yaratılmışlardır.

  1. Su ve Topraktan Ruh Çıkaran Kudret, Nurlar Âleminden Neler Yaratmaz ki!

Yeryüzünün en kaba, en ruhsuz maddeleri olan su ve toprak; ne akla ne şuura sahiptir. Ama onlardan insan gibi idrak sahibi, ruh taşıyan varlıklar yaratılıyor. Bu mucize her gün gözümüzün önünde cereyan eder.

Peki:

> Eğer Cenab-ı Hak topraktan ruh yaratıyorsa, nurdan, havadan, elektrikten; yani daha latîf ve ruha daha uygun maddelerden neler yaratmaz?

Bu bakış açısı, bize meleklerin, ruhanîlerin, nuranî varlıkların varlığını aklen ve hikmeten zorunlu kılar.

  1. Görünmeyen Varlıkların Hikmeti ve İbret Tarafı

Biz görmüyoruz diye yok sanıyoruz. Hâlbuki:

Radyoyu görmeden sesi duyarız.

İnterneti görmeden etkisini yaşarız.

Elektriği görmeden ışığını kullanırız.

Latîf varlıklar da böyledir. Görünmezler, ama varlıklarıyla:

Rahmeti taşırlar.

İlhamı getirirler.

Koruyucu olurlar.

İlâhî düzenin sessiz hizmetkârlarıdırlar.

Bu varlıklar, kâinattaki ilâhî hikmetin “gizli orduları” gibidir. Allah’ın rahmeti kadar, azameti de görünmeyeni halk etmeyi gerektirir.

  1. İman Gözüyle Bakmak: Her Şey Sadece Görülenden İbaret Değildir

Modern insan, görmediğine inanmama gafletinde. Oysa rüzgârı göremez ama ağaçları salladığını bilir. Melekleri görmez ama dualarında onları hisseder.

Bediüzzaman’ın “pek çok kesretli olarak vardır” ifadesi, bu varlıkların hem sayıca çokluğunu hem de vazife genişliğini anlatır. Yani onlar istisna değil; düzenin, nizamın aslî unsurlarıdır.

Sonuç: Latîf Olan, Latîfi Yaratır

Yaratıcı, Latîf’tir. Yani sonsuz incelik sahibidir. Elbette kesif maddelerden ruh yarattığı gibi, nurdan, ışıktan, havadan da zekâ, idrak ve ruh sahibi mahluklar yaratacaktır. Kâinatın hikmeti bunu gerektirir, rahmeti bunu ister, kudreti bunu kolay kılar.

Ey insan! Gözünü değil, aklını ve imanını kullan. Her şey gözle görülmez. Varlığın en büyük delilleri bazen en gizli olanlardır.

Özet:

Bu makalede, Bediüzzaman’ın 29. Söz’de geçen bir cümlesi çerçevesinde, görünmeyen ama hikmetle varlığı sabit olan latîf mahlûklar (melekler, ruhanîler vs.) ele alınmıştır. Toprak ve sudan ruh sahibi canlıları yaratabilen Allah, elbette nur gibi daha latîf unsurlardan zîşuur varlıklar da yaratır. Bu, hem kudretin hem de hikmetin gereğidir. İman gözüyle bakıldığında, görünmeyen varlıkların varlığı bir vehim değil, bir zorunluluk olarak ortaya çıkar.

 

 




Hayatın Işığında Varlığın Hakikati

Hayatın Işığında Varlığın Hakikati

“Vücudun kemali, hayat iledir. Belki vücudun hakiki vücudu, hayat iledir. Hayat, vücudun nurudur. Şuur, hayatın ziyasıdır. Hayat, her şeyin başıdır ve esasıdır. Hayat, her şeyi her bir zîhayat olan şeye mal eder. Bir şeyi, bütün eşyaya mâlik hükmüne geçirir.”
Sözler. 29. Söz

Giriş: Görünene Değil, Canlıya Bak

Kâinatın her köşesi eşya ile dolu. Dağlar, taşlar, denizler, yıldızlar… Lakin onların içinde bir şey var ki, bütün bu mevcudatı anlamlı kılar: Hayat. Hayat varsa hareket vardır, his vardır, anlam vardır. Hayat yoksa, bütün varlık sessiz bir karanlığa dönüşür.

İşte bu sebeple Bediüzzaman der ki:

> “Vücudun kemali, hayat iledir. Belki vücudun hakiki vücudu, hayat iledir. Hayat, vücudun nurudur. Şuur, hayatın ziyasıdır.”

Bu cümle, sadece bir felsefi yorum değil; aynı zamanda insanın kendi varlığını anlama anahtarıdır. Bu makalede, hayatın vücuda kattığı hakikat, mana ve idrak üzerinde duracağız.

  1. Hayat Olmadan Varlık Eksiktir

Bir kaya vardır; serttir, büyüktür, ihtişamlıdır. Fakat hayatı yoktur. Yanında küçücük bir serçe vardır; uçar, cıvıldar, hisseder. Serçenin hayatı, kayanın cüssesinden daha kıymetlidir.

Çünkü:

Hayat, sadece var olmak değil;

Varlığı hissetmek, idrak etmek ve anlamlandırmaktır.

Bediüzzaman, “Belki vücudun hakiki vücudu hayat iledir” derken, “gerçek varlık” olarak ancak hayat sahibi varlıkları nazara veriyor.

  1. Hayat, Varlığın Nurudur

Nur, karanlıkları aydınlatır. Hayat da varlık âleminde bir nur gibidir:

Cansız bir çiçek sadece bir süstür;

Ama canlı bir çiçek, kâinatın diliyle konuşan bir ayettir.

Hayat; şekli, sureti, maddi özellikleri geride bırakır ve eşyanın iç yüzünü ortaya çıkarır. Bu nedenle hayat, vücudun nurudur.

  1. Şuur: Hayatın Ziyasıdır

Hayat tek başına değerli olduğu gibi, şuurla birleştiğinde o değer katbekat artar.

Şuursuz bir canlı, hayat sahibidir ama kendini bilmez.

Şuurlu bir insan, hem hayatı taşır hem de hayatının farkındadır.

İşte bu farkındalık, yani şuur, hayatın adeta ziyası, yani ışığın ışığıdır. Bu yönüyle insan, hayatı sayesinde sadece var olmakla kalmaz, varlığı temaşa eder, tefekkür eder, iman eder.

  1. Hayat: Sahip Olmanın Anahtarıdır

Belki de en şaşırtıcı hakikat şudur:

> “Hayat, her şeyi her bir zîhayat olan şeye mal eder. Bir şeyi, bütün eşyaya mâlik hükmüne geçirir.”

Bir insan, küçük bir mekânda yaşar ama şuuruyla güneşi, ayı, yıldızları, denizleri, dağları temaşa eder. Hayatı sayesinde tüm kâinatla ilişki kurar. Bu da gösteriyor ki hayat, varlığın merkezidir.

Bir ağacın dalında yaşayan bir kuş, gökyüzünü kendine yurt bilir. Bir balık, okyanusu kendine gıda yapar. Bu sahiplik mecazîdir ama gerçektir. Hayat, eşyanın sahibine işaret eder.

Sonuç: Hayat Bir Emanet, Bir Delil, Bir Lütuf

Hayat, bize Rabbimizden verilmiş en büyük emanettir. Bu emanetle biz, kendimizi tanırız, eşyayı okuruz ve Rabbimizi biliriz. Hayat varsa umut vardır, iman vardır, rahmet vardır. Hayat yoksa, ne nimet anlamlıdır ne de varlık.

Ey insan! Sahip olduğun hayatı sıradan bir şey sanma. O hayat, seni bütün varlıkların üstünde bir şahit yapar. Ve her nefesin, bir tefekkür vesilesi olabilir.

Özet:

Bu makalede, Bediüzzaman’ın “Hayat vücudun nurudur, şuur hayatın ziyasıdır” cümlesinden yola çıkarak hayatın varlığa kattığı değerler işlenmiştir. Hayat, bir şeyi sadece var olmaktan çıkarıp anlamlı, idrak edilebilir ve şuurla bütünleşmiş hale getirir. Hayat sayesinde bir insan, kâinata malik gibi olur. Gerçek varlık, hayatla mümkündür. Bu nedenle hayat, hem en kıymetli nimet hem de en parlak tevhid delilidir.

 

 




Hayatın Sessiz Feryadı: Vahdetin Bürhanı, Rahmetin Tecellisi

Hayatın Sessiz Feryadı: Vahdetin Bürhanı, Rahmetin Tecellisi

Hayat, öyle bir mucizedir ki, görünmeyen bir elin görünür lisanıdır. Göze görünmese de, etkisiyle dağı devirir, atomu konuşturur. Bediüzzaman Said Nursî’nin hikmetli ifadesiyle:

> “Hayat, Zat-ı Zülcelal’in en parlak bir bürhan-ı vahdeti, en büyük bir maden-i nimeti, en latîf bir tecelli-i merhameti ve en hafî bir nakş-ı nezih-i sanatıdır.”

Bu cümlede hayatın dört temel yönü açıklanır: birlik delili, nimet hazinesi, merhamet tecellisi ve sanat harikası. Hepsi, bizi tek bir hakikate ulaştırır: Allah’ın varlığı ve birliğinin apaçık ilanı.

  1. Hayat: Vahdetin Parlak Delili

Hayat, birliğe işaret eder. Çünkü binlerce farklı unsur —toprak, hava, su, ateş— birleşip bir canlıyı oluşturur. Bu unsurların şuursuzca birleşip tek bir hedefe yönelmesi mümkün müdür?

Bir çiçeğin açması, bir kuşun uçması, bir insanın düşünmesi…

Her biri hayatın tezahürüyle olur ve tek bir merkezden idare edilir.

Bu merkez, ancak her şeyi gören, bilen, kudret sahibi bir tek Zât olabilir. Hayat, O Zât’ın birliğine sessiz ama inkâr edilemez bir şahittir.

  1. Hayat: Nimetlerin En Büyük Madenidir

Hayat varsa nimet anlamlıdır. Hayat olmayan yerde ne tat kalır ne de his.

Altın, taşa hayat verilseydi, o altın olmaktan daha kıymetli olurdu.

İnsan hayatıyla yeryüzünün efendisi olur; ama hayatı gidince bir avuç toprağa dönüşür.

O hâlde en büyük servet, hayatın kendisidir. Bu serveti veren ise, şüphesiz nihayetsiz Rahmetiyle Zat-ı Hayy-ı Kayyum’dur.

  1. Hayat: Merhametin Latîf Tecellisidir

Bir annenin evladına olan şefkati, bir ağacın meyveye bürünmesi, bir yavrunun rızkını bulması… Tüm bunlar hayatla beraber gelen bir rahmet pınarının eseridir.

Hayat, varlığa rahmet getirir.

Her canlı, Rabbi tarafından bilinmekte, korunmakta ve rızıklandırılmaktadır.

Bu da gösteriyor ki hayat, sadece fizikî bir olay değil, ilahî bir merhametin tecellisidir. Hem de en latîf ve en sessiz olanı…

  1. Hayat: Hafî ve Nezih Bir Sanattır

Hayat, ince ve gizlidir. Bir tohumda gizlenir, bir damlada saklanır. Bir yumurtada, bir rahimde, bir çekirdekte…

O kadar ince, o kadar derindir ki, ilmin en ileri dereceleri bile hayata tam olarak nüfuz edemez.

Ne yapay zekâ, ne robotik bilim; hiçbiri hayatı “yoktan” var edemez.

Çünkü hayat, sadece Hayy ve Muhyî olan Zat’tan gelir. O isterse olur, dilemezse ölüm bir mutlak sessizlik gibi her şeyi kaplar.

Sonuç: Hayatın Arkasındaki İlahî Lisanı Duyabilmek

Hayat, sadece bir varoluş hâli değil; bir delil, bir nimet, bir rahmet ve bir sanat olarak kâinatta konuşur. Her canlının sesiyle değil, varlığıyla konuşan bir mucizedir.

Ey insan! Hayatı yalnız nefes almak, yemek içmek sanma. O nefesi sana veren kim? O kalbi çalıştıran kim? Bütün bu latif işler, ancak Zat-ı Zülcelal’in emir ve iradesiyle gerçekleşir. Öyleyse hayatı verenin muradını anlamaya çalış. Hayat, O’na açılan en güzel kapıdır.

Özet:

Bu makalede, Bediüzzaman’ın ifadesiyle hayatın dört yönü ele alınmıştır: vahdetin bürhanı, nimetlerin kaynağı, merhametin tecellisi ve sanatın zirvesi. Hayat, sadece biyolojik bir gerçek değil; Allah’ın birliğini, rahmetini ve sanatını gösteren ilâhî bir lütuftur. İnsan, bu hayatı anlamlandırabildiği ölçüde Rabbine yaklaşır ve hakikate kavuşur.

 

 




Ziyadan Nura: Hayatın ve Şuurun İlâhî Mertebesi

Ziyadan Nura: Hayatın ve Şuurun İlâhî Mertebesi

Varlıklar içinde en büyük mucize hayattır. Varlığın canlanması, manâ kazanması, gayeye yönelmesi hayatla başlar. Fakat hayat da tek başına yeterli değildir; hayatın içindeki en latif cevher ise şuurdur. Bediüzzaman’ın ifadesiyle:

> “Hayat, ruhun ziyasıdır. Şuur, hayatın nurudur.”

Bu kısa fakat hikmetli cümle, kâinatın derin anlam örgüsünü aydınlatır. Hayat bir ziyadır; etrafını aydınlatır, varlığa anlam katar. Fakat şuur, bu ziyaya nur katar. Ziyâ, dışı gösterir; nur, içi okutur. İşte bu sırra nazar ettiğimizde, hayatın ve şuurun nasıl ilâhî birer tecelli olduğunu idrak ederiz.

  1. Ruhsuz Hayat Olmaz, Hayatsız Şuur Anlamsızdır

Ruh, hayatın kaynağıdır. Hayat, ruhla zuhur eder. Hayat varsa, hareket, hissiyat, idrak, değişim ve etki vardır. Ancak şuursuz bir hayat da eksiktir:

Hayat, mevcudiyeti gösterir.

Şuur, o mevcudiyetin neden ve nasıl var olduğunu bildirir.

Örneğin bir ağacın hayatı vardır; ama şuuru yoktur. Oysa insan hem hayat sahibidir, hem şuur. İşte insanı melekten üstün kılan da budur: İdrak ve irade ile donatılmış şuur.

  1. Ziyâ ve Nur Arasındaki Nüans

Ziyâ, ışıktır; fakat maddîdir. Güneşin ışığı gibi her yeri aydınlatır, ama tek başına hakikati fark ettirmez. Nur ise daha latiftir. Manevîdir. Hakikati kalbe ulaştırır.

Hayat, kainatı aydınlatan ziyâ gibidir.

Şuur ise bu ziyâyı nurlandıran, yani onu mana ile, maksad ile ve idrak ile donatan cevherdir.

Bir çiçek yaşar; ama insan onu tefekkür eder. Çiçek hayattır; insan şuurdur. Çiçek güzeldir; insan o güzelliği anlayandır.

  1. Kâinatta Şuurun İzleri

Kâinat, hayatla ve şuurla dokunmuştur. Atomdan galaksiye, her şey bir gaye hedefler gibidir. Bu da şuursuz bir tesadüfün değil, sonsuz bir İlâhî Şuurun tezahürüdür.

Şuurlu varlık olan insan, eşya içinde seçilmiş bir merkez gibidir.

İnsan şuuruyla varlığı çözer, anlar, yorumlar ve neticeye ulaşır.

İnsan, şuuru sayesinde ibadet eder, tefekkür eder, hayret eder, secde eder. O hâlde şuur, insanın en yüce istidadıdır.

  1. Şuurun Yokluğu: Hayatın Sönmesidir

Bir varlık hayatını kaybettiğinde, ziyâsı söner. Ama bir insan şuurunu kaybettiğinde, hayatı devam etse de, nurunu kaybeder.

Kalbi olan ama anlamayan bir beden, sadece yaşar; fakat ruhsuzdur.

Bu sebeple Kur’an, şuursuz yaşayanları “ölülere” benzetir:

> “Onlar sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler; artık dönemezler.” (Bakara, 18)

Gerçek ölüm, şuursuz yaşamaktır. Gerçek hayat, şuurla yoğrulmuş hayattır.

  1. Sonsuzluğa Açılan Kapı: Şuurla Hayat

Hayat, bu dünyada başlar ama şuur onu ebediyete taşır. Çünkü şuur, Rabbi tanır, ahireti anlar, hakikati sorar. Bu sorularla insan, hayvandan ayrılır, melekle yarışır.

> “Hayat nedir, neden varım, nereye gidiyorum?” gibi sorular, şuurun meyvesidir.

Bu yüzden şuur, hayatın sadece devamı değil; gayesi, meyvesi ve semeresidir. Şuursuz bir hayat, çiçek açmadan kuruyan bir ağaç gibidir.

Sonuç: Şuur Hayatın En Yüksek Nimetidir

Hayat, ruhla parlar; ama şuurla kıymet kazanır. Ziyâ ile aydınlanan bir oda, nurla daha da berraklaşır. İnsan, bu kâinattaki en şerefli misafirdir. Çünkü hayat sahibidir, şuur sahibidir. Bu şuur, onu Rabbine muhatap kılar, ibadete sevk eder, ebedî saadete yönlendirir.

Özet:

Bu makalede “Hayat, ruhun ziyasıdır. Şuur, hayatın nurudur.” ifadesinden yola çıkarak, hayatın ruhla ortaya çıkan bir parıltı olduğu, fakat gerçek değerini şuurla kazandığı anlatılmıştır. Hayat bir başlangıçtır, ama şuur onu anlamlı ve ebedî bir yolculuğa çevirir. Şuursuz hayat eksiktir; şuurlu hayat ise insanı meleklerden üstün bir makama çıkarır. O hâlde şuur, en büyük nimettir; onun kıymetini bilmek ise insanın en büyük vazifesidir.

 

 




Boş Değil Semavat: Sessiz Göklerin Şuurlu Sakinleri

Boş Değil Semavat: Sessiz Göklerin Şuurlu Sakinleri

“Madem şu bîçare perişan küremiz, sergerdan zeminimiz, bu kadar hadd ü hesaba gelmez zevi’l-hayat ile zevi’l-ervah ile ve zevi’l-idrak ile dolmuştur. Elbette sadık bir hads ile ve kat’î bir yakîn ile hükmolunur ki şu kusûr-u semaviye ve şu buruc-u sâmiyenin dahi kendilerine münasip zîhayat, zîşuur sekeneleri vardır. Balık suda yaşadığı gibi güneşin ateşinde dahi o nurani sekeneler bulunur. Nâr nuru yakmaz, belki ateş ışığa meded verir.”
Sözler. 29. Söz

İnsanoğlu göğe bakar ve susar. Sessizliğinde derinlik, karanlığında ihtişam, genişliğinde sır vardır. Fakat bu sessizlik, boşluk demek değildir. Tıpkı bir odanın içindekileri görmeyince boş sanılması gibi, gökler de görünmeyen fakat var olan sakinlerle doludur. Bediüzzaman Said Nursî, gökyüzünü “zevil-idrak” yani şuurlu varlıklarla dolu bir şehir gibi tasvir eder. Çünkü bu âlem boş değildir, hiçbir köşesi sahipsiz ve hikmetsiz değildir.

  1. Zemin Nasıl Dolmuşsa, Sema da Öyledir

İçinde yaşadığımız şu dünya; sadece taş ve topraktan ibaret değildir:

Sayısız canlı türüyle doludur.

İnsan, hayvan, mikrop, bitki, böcek gibi türlü zîhayat (canlı) barındırır.

Ruh sahipleri ve şuurlu varlıklarla kuşatılmıştır.

O halde bu küçük küre bu kadar doluysa, semanın o dev burçları, yıldızlar ve galaksiler neden boş ve ıssız olsun? Akıl ve kalp bunu kabul etmez.

  1. Sadık Bir Hads, Kat’î Bir Yakîn: Gökler Boş Değildir

Bediüzzaman “sadık bir hads”ten ve “kat’î bir yakîn”den bahseder. Yani aklın ve vicdanın dürüst bir sezgisiyle şöyle hükmedilir:

> “Göklerin de kendine göre sekeneleri vardır. Tıpkı yeryüzünde olduğu gibi…”

Çünkü Allah’ın kudreti, hikmeti ve rahmeti bütün varlığı kuşatmıştır. Hiçbir yeri başıboş bırakmamıştır.

  1. Balığın Suda Yaşadığı Gibi, Güneşte de Nurani Varlıklar Yaşar

Bu cümle, temsilî bir bakışla müthiş bir hakikati bildirir:

Balık suya nasıl uygun yaratılmışsa,

Güneşte, yıldızlarda, semavi âlemlerde de oralara uygun nurani, latif, yakıcı olmayan varlıklar bulunur.

Bu varlıklar, melekler, cinler, rûhânîler gibi şuurlu mahlukatlardır.

Melekler, nûranî varlıklardır, ateş onları yakmaz.

Cinler, nârîdir, yani ateşin latif bir türünden yaratılmıştır.

Güneşin alevi onları yakmaz, çünkü onlar da o yapıya uygundur.

Nasıl ki ateş ışığı yakmaz, ışık ateşe yardım eder; aynı kökten gelen varlıklar birbirine zarar vermez.

  1. Kozmik Sessizlik, Kozmik Şuurla Dolu

Göklerde bir sessizlik vardır, fakat bu suskunluk, bir şuursuzluk değil, bir haşyettir. Yıldızlar secdededir. Galaksiler zikirdedir. Her yıldız, bir melekle birlikte ya hizmet eder, ya tesbih eder, ya da emre hazır bekler. Semavat, Kur’an’da şöyle tarif edilir:

> “Ve in min şey’in illâ yusebbihu bi hamdihî.”
“Hiçbir şey yoktur ki, Onu hamd ile tesbih etmesin.” (İsrâ, 44)

Bu ayet, bütün eşyaya şuurlu bir varlık ve görev izafe eder.

  1. Hikmetli Bir Temsil:

Düşünün ki büyük bir saray var. Yüz odası var ama sadece bir odasında hayat var. Bu mümkün mü? Mimar, niçin bu kadar odayı boş yapsın?

Oysa gökyüzü, bir saray gibi odalarla dolu.

Güneşler, yıldızlar, galaksiler bu sarayın kandilleri.

Her biri kendi sakinini taşır, her biri ilahî bir maksadın tecellisidir.

Bu temsil bize gösterir ki: Semavat, sadece gözle değil; kalp ve akılla da okunmalı.

Sonuç ve Değerlendirme:

Dünya hayatla doluysa, sema da boş değildir. Her gezegenin, her yıldızın, her semavi katmanın kendine özgü varlıkları vardır. Melekler, cinler, ruhaniler ve bizim bilmediğimiz nice şuur sahibi sekeneler o burçlarda yaşar. İnsanın göğe bakınca hissettiği derinlik ve haşyet, işte bu sakinlerin varlığına dair bir sezgidir. Göklerin sessizliği, şuurlu bir zikirdir. Ve biz bu büyük kâinatın içinde, yalnız değil; birlikte yaşıyoruz.

Özet:

Bu makalede, Bediüzzaman’ın 29. Söz’de geçen ifadesinden hareketle, göklerin ve semavatın boş olmadığı, kendine özgü zîhayat ve zîşuur varlıklarla dolu olduğu anlatıldı. Dünya bu kadar canlı ve ruhlu varlıklarla doluyken, ondan kat kat büyük semanın boş olması düşünülemez. Güneşin ateşinde, yıldızların nurunda, nuranî ve şuurlu varlıklar yaşar. Bu da hem Kur’anî, hem aklî, hem de kalbî bir hakikattir: Kâinat, hayatla ve şuurla yoğrulmuş bir varlıktır.

 

 




Ruhun Ebedî Yolculuğu: Emr Âleminden Gelen Misafir

Ruhun Ebedî Yolculuğu: Emr Âleminden Gelen Misafir

“Demek, nasıl ki sıfat-ı iradeden ve âlem-i emirden gelen şuursuz kavanin, daima veya ağleben bâki kalıyor. Aynen onların bir nevi kardeşi ve onlar gibi sıfat-ı iradenin tecellisi ve âlem-i emirden gelen ruh, bekaya mazhar olmak daha ziyade kat’îdir, lâyıktır. Çünkü zîvücuddur, hakikat-i hariciye sahibidir. Hem onlardan daha kavîdir, daha ulvidir. Çünkü zîşuurdur. Hem onlardan daha daimîdir, daha kıymettardır. Çünkü zîhayattır.”
Sözler. 29. Söz

Her insan, bir gün ölümle yüzleşeceğini bilir. Fakat bu bilgiden daha derin bir merak, ruhun akıbetine dairdir: Ruh ölür mü? Yok olur mu? Ebediyen yaşar mı? Bediüzzaman Said Nursî, bu soruları cevaplandırırken, ruhun mahiyetini âlem-i emir, yani Allah’ın emriyle yaratılan nuranî bir varlık olarak tanımlar. Onu şuursuz kanunlardan, cansız eşyalardan ve maddî yapılardan üstün ve ebediyete en layık misafir olarak takdim eder.

  1. Âlem-i Emir: Varlığın Derin Katmanı

Cenab-ı Hakk’ın iki büyük tasarruf sahası vardır: Biri âlem-i halk (yaratma), diğeri âlem-i emir (ol emriyle meydana gelen). Cisimler, maddeler, dağlar ve yıldızlar halk âlemindendir. Ancak ruh, melek, vahiy, kader gibi latif varlıklar emr âlemindendir. Bu sebeple:

Ruh, yaratılış bakımından ani ve ilahî bir emirle vücut bulur.

Maddenin yasalarına tâbi değildir; bozulmaz, çürümez, çözülmez.

Nasıl ki “ol” emriyle kâinat şekillendi; aynı emirle ruh yaratıldı. Ve o emir, geçici değil; ebedî bir serüvenin başlangıcıdır.

  1. Kanunlar Bâkidir, Peki Ruh?

Bediüzzaman, dikkat çeker: “Şuursuz kavanin (kanunlar), bâki kalıyor.” Mesela:

Yerçekimi,

Büyüme kanunu,

Fiziksel dengeler…

Bunlar şuursuz olmalarına rağmen, kâinatta kalıcıdır. Eğer şuursuz bir kanun bile bekaya mazhar oluyorsa; şuur, hayat ve irade sahibi olan ruh, neden bekaya layık olmasın?

Ruh, kanunlardan daha kuvvetlidir çünkü şuur sahibidir.

Daha ulvidir çünkü hayat taşır.

Daha hakikîdir çünkü ferdî bir vücudu, bir kimliği vardır.

  1. Ruhun Varlıkta Üstünlüğü: Zîvücut, Zîşuur, Zîhayat

Ruh, üç büyük meziyetiyle bekaya en layık varlıktır:

Zîvücut: Ruh, kendine mahsus bir varlık sahibidir. Bir şahsiyeti, bir benliği, bir kimliği vardır.

Zîşuur: Ruh, bilir, anlar, düşünür. Şuur, hem Allah’ın isimlerini yansıtır hem de ilahî hakikatleri idrak eder.

Zîhayat: Ruh canlıdır. Hayat ise varlığın en kıymetli cevheridir. Hayat varsa anlam vardır. Hayat varsa devam vardır.

Bu özellikler, ruhu kanunlardan, cisimlerden, yıldızlardan bile daha değerli kılar.

  1. Ölüm Bir Yok Oluş Değil, Mekân Değişikliğidir

Maddî varlıklar çürür, dağılır, erir. Ama ruh, ne toprakta çözünür, ne yıldızlarda kaybolur. Çünkü o, bedene bağlı değil; onun misafiridir. Öldüğümüzde beden toprağa döner; ama ruh:

Ya ebedî saadet yurduna uçar,

Ya da pişmanlıkla dolu bir bekleyişe girer.

Bunun en büyük delili, vahiy, nübüvvet ve ahiret haberleridir. Ama akıl da ruhun fani olamayacağını, bu mahiyetin yoklukla izah edilemeyeceğini kabul eder.

  1. Hikmetli Bir Temsil:

Bir padişahın sarayında binlerce çalışan vardır. Kimisi sadece emirlere uyar, robot gibidir. Kimisi ise danışmandır, akıllıdır, sözü geçer. Zaman gelir, saray yıkılır. Fakat padişah, robotları atar, danışmanını alır, başka sarayda görevlendirir. İşte beden saray, ruh ise danışmandır. Beden yıkılır, ama ruh ebediyetle buluşur.

Sonuç ve Değerlendirme:

İnsan, yalnız etten kemikten ibaret değildir. Onu kıymetli yapan, ruhudur. Ruh ise ebediyetin misafiridir. Emr âleminden gelen bu nuranî cevher, ne zamanla eskir, ne de toprakla yok olur. Çünkü iradenin, ilmin ve hayatın taşıyıcısıdır. Eğer şuursuz ve cansız kanunlar bile varlıkta kalıcılıkla anılıyorsa; ruh, bu kalıcılığın zirvesinde yer alır. İnsan, ruhuyla insandır. Ve ruhuyla ebediyetin kapısına yürür.

Özet:

Bu makalede, Bediüzzaman Said Nursî’nin “ruh bekaya daha lâyıktır” ifadesinden hareketle, ruhun emr âleminden gelen, şuurlu, hayat sahibi ve kalıcı bir varlık olduğu ifade edildi. Şuursuz kanunların bile bekaya mazhar olduğu bir düzende, zîvücut ve zîşuur olan ruhun ebedîliği daha kat’îdir. Ruh, bedenin misafiri değil; varlığın özüdür. Ölüm, onun için bir yok oluş değil, ebedî âleme geçiştir.

 




Görünmeyenin Gerçeği: Ruhun Derinliklerine Bir Yolculuk

Görünmeyenin Gerçeği: Ruhun Derinliklerine Bir Yolculuk

Her şeyin maddeyle izah edildiği, insanın sadece biyolojik bir varlık olarak tanımlandığı bir çağda yaşıyoruz. Ancak, bedenin susmasıyla çöken sessizlikte duyulan en derin ses, ruhun varlığıdır. İşte Bediüzzaman Said Nursî, bu gerçeği kelimelerin en latifiyle şöyle ifade eder:

> “Ruh; zîhayat, zîşuur, nurani, vücud-u haricî giydirilmiş, câmi’, hakikattar, külliyet kesbetmeye müstaid bir kanun-u emrîdir.”

Bu tarif, ruhun ne sadece bir hayal, ne de sadece bir enerji olduğunu, bilakis emir âleminden gelen, hakikî ve etkili bir varlık olduğunu ortaya koyar.

Ruh, Hayatın Özüdür

Ruh, yalnızca bir “can” değil; hayatı idare eden, şekil veren ve anlamlandıran ilâhî bir direktiftir.
İnsan bedenine anlam kazandıran; gözün görmesini, kalbin sevmesini, zihnin düşünmesini mümkün kılan, işte bu nurani cevherdir.

Atomları bir araya getirerek bir heykel yapabilirsiniz, ama ona hayat üfleyemezsiniz.
Çünkü hayatın anahtarı, maddeye değil, ruha aittir.

Zîşuur ve Hakikattar: Anlamı Arayan Cevher

İnsan, sadece yaşayan bir varlık değildir; aynı zamanda düşünen, hisseden, inanan, anlam arayan bir varlıktır.
Ruhun “zîşuur” yani şuurlu olması, onun hayata sadece tepkisel değil, iradi ve idrakli katıldığını gösterir.
Bu sebeple ruh, hakikatle irtibat kurabilen, Allah’ı tanıyabilen ve O’na yönelebilen bir latifedir.

Nuraniyet: Maddeyi Aşan Varlık

Bediüzzaman’ın ruhu “nurani” olarak tarif etmesi, onun zaman ve mekânla kayıtlı olmadığını, ışık gibi maddeden daha latif, daha hızlı ve daha kuşatıcı olduğunu anlatır.
Ruh, bedenin sınırlarını aşar; bir anda geçmişe gider, geleceğe uzanır, cennet özlemi duyar, ebediyet için ağlar.

İşte bu yönüyle insan, beden değil; ruhtur.

Külliyet Kesbetmek: İnsanlığın Ortak Dili

Ruhun külliyet kesbetmesi, yani gelişip genişleyerek daha büyük hakikatleri kavrayabilir hâle gelmesi, onun terakki kabiliyetini gösterir.
Ruh; iman, ibadet, tefekkür ve marifetle derinleşir, genişler, yücelir.
Yoksa bedenin gıdasıyla beslenen ruh, dünyevî zevklerde boğulur ve körelir.

Modern Çağın Yanılgısı: Ruhsuz İnsan

Zamanımız, ruhu yok sayan bir çağdır.
İnsan; duyguları reklamlarla şekillendirilen, düşünceleri algoritmalara esir edilen bir beden-odaklı varlık hâline getirildi.
Oysa insan, sadece et ve kemikten ibaret olsaydı, ölümle tamamen yok olurdu.
Ama biz biliriz ki, ölüm ruh için bir son değil, bir yolculuktur.

Ruhsuz Hayat, Manasız Bir Hayattır

Ruhsuz hayat, sadece yaşanmış bir zaman dilimidir; anlamdan ve hedeften uzaktır.
Ruhu tanımayan insan, ne kendini anlayabilir, ne Rabbini…
Bu yüzden insanın hakikî terakkisi, ruhunun farkına varması ve onu beslemesiyle mümkündür.

Makale Özeti

Bu makalede, Bediüzzaman Said Nursî’nin 29. Söz’de tanımladığı ruh kavramı merkeze alınarak ruhun mahiyeti, fonksiyonu ve hayatla ilişkisi üzerinde durulmuştur. Ruh; hayatın özüdür, şuurludur, nuranidir, hakikate yöneliktir ve gelişmeye müsaittir. Modern çağın ruhu ihmal eden yaklaşımı ise insanı eksik, anlamı ise boş bırakmaktadır. Bu sebeple insanın hakiki varlığı, ruhunu tanıması ve onu beslemesiyle mümkündür.

 

 




Sessiz Zikir: Cansız Görünen Varlıkların Şuurlu Hizmeti

Sessiz Zikir: Cansız Görünen Varlıkların Şuurlu Hizmeti

İnsan bakar, ama çoğu zaman görmez. Gördüğü şeyleri de çoğu zaman anlamlandıramaz.
Zira maddeyi sadece şekil ve kütleden ibaret zanneden bir nazar, onun ardındaki hikmeti göremez.
Hâlbuki her şey konuşur, ama hak ehline… Her şey zikreder, ama anlayan kalbe…

Bediüzzaman Said Nursî bu hakikati şu kelimelerle ifade eder:

> “Mevcudat-ı hariciyenin her biri, sureten camid, şuursuz iken gayet hayatkârane ve şuurdarane vazifeleri ve tesbihatları vardır. Elbette nasıl melâikeler bunların âlem-i melekûtta mümessilidirler, tesbihatlarını ifade ederler; bunlar dahi âlem-i mülk ve âlem-i şehadette o melâikelerin timsalleri, haneleri, mescidleri hükmündedirler.”

Cansız Değil, Canlı Gibi Çalışan Varlıklar

Bir taş, bir bulut, bir yaprak… Dış görünüşte cansız, şuursuz; ama işleyişlerinde tam bir nizam, denge ve hikmet var.
Güneş doğarken vakitleri bildirir, hava rızık taşır, su şifa verir, toprak binlerce tür gıdayı bir arada büyütür.
Bu varlıklar şuursuzsa, bu şuurlu işler nasıl oluyor? İşte burada emir âleminden gelen ilahi bir düzenin ve ona hizmet eden bir sistemin varlığı tezahür ediyor.

Varlıkların Tesbihatı ve Vazifesi

Her bir varlık, kendi diliyle Allah’ı zikreder.
Kimi hareketiyle, kimi rengiyle, kimi şekliyle, kimi de fayda vermesiyle Cenâb-ı Hakk’ın isimlerini ilan eder.
Bu zikir, sessizdir ama derin; görünmez ama etkilidir.

Bir arı, “Rezzâk” ismini, bir yıldız “Nur” ismini, bir ağaç “Muhyî” ismini temsil eder.
Adeta her varlık bir harf, her kâinat bir kelime, her sistem bir cümle gibi ilahî bir kitabın parçalarıdır.

Melekler ve Timsaller: İki Âlemin Yansımaları

Nasıl ki devletlerin büyük elçileri vardır; göklerin de elçileri meleklerdir.
Her varlığın tesbihatını, âlem-i melekûtta bir melek temsil eder.
Dünyadaki bir dağ, görünüşte camiddir ama melekût cihetinde bir melek onun lisanıyla Allah’ı zikreder.

Bu dünyadaki her şey ise o melekî hakikatin bir timsali, bir yansımasıdır.
Toprak bir mescittir, ağaçlar kıyamda, yapraklar rükûda, kuşlar secdededir.
Kâinat, suskun bir cami değil; sonsuz bir zikrin yankılandığı ilahî bir mabeddir.

Maddeperestliğin Körlüğü

Modern insan, sadece görüneni hakikat sayar. Oysa madde bir kabuk, bir zarftır.
Asıl mektup, onun içindeki anlamdır.
Eğer göz zahire saplanırsa, öz kaybolur.
Taş sadece taş, deniz sadece su olur.
Ama hakikatin gözüyle bakılırsa, her taş bir tesbih tanesi, her dalga bir hamd sedasıdır.

İnsan: Bu Sessiz Zikre Şahit Olan Varlık

İnsana düşen, bu sessiz zikirleri dinlemek ve anlamaktır.
Çünkü insan, hem bu âlemde yaşar hem de melekût âlemiyle bağlantı kurabilecek kalbî cihazlarla donatılmıştır.
Bu sebeple varlıkların tesbihatını tefekkür etmek, insanın hem kulluğudur, hem kemalidir.

Makale Özeti

Bu makalede, kâinattaki görünen varlıkların zahirde şuursuz görünmesine rağmen, şuur ve hayat sahibi gibi vazifeler gördüğü, her birinin Allah’ı kendi lisanıyla tesbih ettiği anlatılmıştır. Meleklerin, bu varlıkların melekût âlemindeki temsilcileri olduğu, dünyadaki varlıkların ise onların timsalleri ve mescidleri hükmünde olduğu ifade edilmiştir. Modern anlayışın maddeye takılıp kaldığı; oysa hakikatin, maddenin ötesindeki mana ve vazifelerde yattığı vurgulanmıştır.

 

 




Ceset Değişir, Ruh Kalır: Varlığın Özüne Dair Bir Tefekkür

Ceset Değişir, Ruh Kalır: Varlığın Özüne Dair Bir Tefekkür

İnsan, kendine bakınca çoğu zaman sadece etten ve kemikten ibaret bir varlık olduğunu sanır. Aynaya her bakışında gördüğü beden, zamanla değiştikçe yaşlandığını, eksildiğini, tükendiğini hisseder. Oysa beden değişir; asıl olan, baki olan ruhtur.

Bediüzzaman Said Nursî bu gerçeği şöyle ifade eder:

> “Evet her bir ruh, kaç sene yaşamış ise o kadar beden değiştirdiği halde, bilbedahe aynen bâki kalmıştır. Öyle ise madem ceset gelip geçicidir. Mevt ile bütün bütün çıplak olmak dahi ruhun bekasına tesir etmez ve mahiyetini de bozmaz. Yalnız müddet-i hayatta tedricî ceset libasını değiştiriyor. Mevtte ise birden soyunur.”

Değişen Beden, Değişmeyen Ruh

İnsanoğlu her 7 yılda bir, bedenindeki bütün hücreleri yeniler. Yani 70 yaşına gelen bir insan, biyolojik olarak 10 kez beden değiştirmiştir. Fakat yine de “ben” dediği şahsiyet değişmemiştir.
Bunu anlamak için bir soruyu kendimize sormalıyız:
Ben kimim?
Eğer bu sorunun cevabı yalnızca beden olsaydı, beden değiştikçe “ben” de değişmeliydi.
Ama değişmiyor. Çünkü insanın özü ruhtur, ceset ise sadece geçici bir libas, yani elbisedir.

Ruhun Varlığı ve Bekası

Ruh; yaratılmış, fakat ölüm ve yok oluşa tâbi olmayan bir varlıktır.
Çünkü maddeye değil, emre dayanır.
Kur’an ifadesiyle:

> “Ve yes’elûneke ani’r-rûh. Kul:De; Rûh, Rabbimin emrindendir.” (İsrâ, 85)

Bu yüzden ölüm, ruhu yok etmez; sadece bedenden ayrılma, bir tür elbiseyi çıkarma hâlidir.
Dünyadaki hayat boyunca ruh, beden elbisesini yavaş yavaş değiştirir.
Ölüm geldiğinde ise bu değişim birden olur — ruh, cesetten tamamen soyunur.

Ölüm: Yokluk Değil, Elbise Değişimi

İnsanlar çoğu zaman ölümü bir son, bir yok oluş zannederler. Hâlbuki ölüm, bir dönüşümdür.
Tıpkı gündüzden geceye geçmek gibi; ama karanlık değildir bu gece — ruh için yeni bir sabahın başlangıcıdır.

Dünya sahnesinden çekilen bir aktör gibi, sadece sahne kıyafeti çıkarılır.
Oyun biter, ama oyuncu kalır.
O hâlde ölümden korkmak değil; ölüme hazır olmak gerekir.

Cesedin Aldatıcı Zaferi

Modern çağda beden yüceltilmiş, ruh ise unutulmuştur.
Estetik, spor, kozmetik, yapay zeka gibi alanlar bedeni kutsarken, ruh adeta susuz kalmıştır.
Oysa insanın ebedîliği, ne kaslarında ne kemiklerinde; ruhundadır.

Bedenin ihtiyacı günlük gıdalarla karşılanır;
ama ruhun ihtiyacı hakikatle, imanla, ibadetle, tefekkürle beslenir.

Varlığın Gerçek Sahibi

Ruh, Allah’tan gelen bir emirdir. Ceset ise toprağın hamurundan yoğrulmuş bir emanettir.
Ruh bakidir çünkü onun varlığı ilahi irade ile kaimdir.
Ceset fanidir çünkü onun varlığı zamana ve mekâna bağlıdır.

O hâlde insan, faniliğini değil; beka yolculuğunu esas almalı.
Cesedine değil; ruhuna yatırım yapmalı.

Makale Özeti

Bu yazıda, bedenin sürekli değişmesine rağmen ruhun değişmeden kalması ve bu durumun ruhun bekasına bir delil olması ele alındı. Bediüzzaman’ın ifadesiyle, ruhun hayat boyunca beden libasını tedricen değiştirdiği; ölümde ise bu libastan bir anda soyunduğu vurgulandı. Ölümün yokluk değil, bir elbise değişimi ve ruh için yeni bir hayatın başlangıcı olduğu anlatıldı. Sonuç olarak, insanın esas kimliğinin beden değil ruh olduğu ve ebedî saadetin ruhî yönelişle mümkün olacağı ifade edildi.

 

 




Asıl Söz Sahibi: Kâinatın Hâlık’ı ve Mülkün Sahibi

Asıl Söz Sahibi: Kâinatın Hâlık’ı ve Mülkün Sahibi

Dünyadaki her şeyin bir sahibi vardır. Bu sahiplik, sadece bir mülk sahibi olma durumu değil, aynı zamanda hâkimiyet, egemenlik ve otonomi anlamına gelir. Kâinatın sahibi, yeryüzünün ve içindeki her varlığın Hâlık’ı olan Allah’tır.
Allah, her varlığın yaratılmasında, varlığının devamında ve varlıklarının sonlanmasında tek otorite ve yegâne irade sahibidir. Bu hakikat, insanın başka hiçbir kudretin ve yönlendirmenin etkisinde kalmadan, yalnızca O’nun iradesiyle var olduğunu anlamasına yol açar.

Fuzulî Karışmalara Karşı Sükûnet ve Tevazu

Bir insan düşünün ki, bir işin sahibi olmasına rağmen, sürekli olarak başkalarının fikirlerine, müdahalelerine ve yersiz eleştirilerine maruz kalıyor. Kâinatın sahibi Allah iken, her şeyin ona ait olduğu bir düzende, insanın başka bir otoritenin düşüncelerine ve kararlarına gereğinden fazla önem vermesi, bir fuzuli karışma olur.
İşte bu noktada, Bediüzzaman Said Nursî’nin ifade ettiği gibi, asıl olanın Allah’ın söz hakkı olduğu, insanların ise O’nun iradesine boyun eğmesi gerektiği ifade edilir.

Bütün bu düşünce, insanın hayatındaki yönlendirici söz sahibinin, yaratıcı ve mülk sahibi olması gerektiğini anlatır. İnsan ne kadar etrafındaki sesleri, sözleri ve beyanları dinlemeye çalışsa da, gerçek hakikat yalnızca Allah’ın iradesine, sözlerine ve kendisinin koyduğu düzene dayanır.

Kâinatın Sahibi ve İnsanın Yeri

İnsanın yaşamını, eylemlerini ve kararlarını belirlerken, en doğru yolu bulmasının tek yolu, yaratıcıya başvurmaktır. Bu başvuru, yalnızca bir dua veya ibadetle sınırlı değildir. Aslında, her an Allah’ın belirlediği kurallar çerçevesinde yaşamayı seçmek, O’nun mülküne uygun bir şekilde hareket etmek gereklidir.

Yaratıcının ortaya koyduğu Kur’an ve Sünnet gibi rehberler, insanlara birer doğru yol haritası sunar. Bu haritaya uyan bir insan, Allah’ın iradesine uygun yaşamış olur ve hayatı boyunca doğru olanı seçme noktasında, en güvenli limana yönelmiş olur.

Dünyanın Zenginliği ve Yanıltıcı Aydınlıklar

Bu noktada, dünyanın geçici ve yanıltıcı zenginlikleri, her şeyin sahibi olan Allah’ın iradesine ters düşmemelidir. İnsanlar dünya hayatında aldıkları başarıları, kazandıkları güçleri ya da elde ettikleri menfaatleri gerçek mülk sanabilirler. Fakat gerçek mülk, insanın sahibine ait olan her şeydir; Allah’ın mülküdür.

Dünya geçici bir yerde, Allah ise ebedî olandır. Eğer insanın odağı sadece dünyaya dönükse ve yaratıcıyı göz ardı ederse, o zaman sadece bir yanılgıya düşer. Ebedî olan gerçeği görmeyen, geçici olanın ardında sürüklenen bir kişi, en büyük kaybı yaşayacaktır. Zira dünya hiçbir zaman mutlak saadet getiremez; gerçek saadet yalnızca Allah’a teslimiyetle, yaratıcıya güvenmekle mümkündür.

İnsanların Bütün Kararlarının İlahi İrade ile Sınırlandırılması

İnsanın bu dünya üzerindeki her hareketi, doğru veya yanlış, bir gün karşısına çıkacaktır. O yüzden insanın gerçek mutlak söz sahibi olması, Allah’tan başkası olamaz. İnsan, yaradılış amacına uygun olarak yaşamalı, her zaman Allah’ın sözünü esas alarak kararlar vermelidir. Zira insan, her şeyin emanetçisidir.

Makale Özeti

Bu makalede, kâinatın sahibi ve mülkün sahibi olan Allah’ın sözlerinin, insan hayatındaki önemine değinildi. Bediüzzaman Said Nursî’nin ifadeleriyle, insanın doğru yolda olabilmesi için, Allah’ın iradesine ve sözlerine uyması gerektiği anlatıldı. İnsanların başka düşüncelere veya müdahalelere fazla değer vermemesi, sadece Allah’ın belirlediği düzeni ve yaratıcıya ait sözleri dinlemeleri gerektiği vurgulandı. Zira gerçek hakikat, yalnızca Allah’ın iradesine dayanmaktadır.

 

 




Faizin Gölgesinde: Bireyden Topluma Bir Çöküşün Hikâyesi

Faizin Gölgesinde: Bireyden Topluma Bir Çöküşün Hikâyesi

Tarih boyunca toplumları çürüten, servet adaletini bozan ve insanı insanın kurdu hâline getiren en derin sistemsel hastalıklardan biri faiz olmuştur. Kur’an-ı Kerim’de kesin ifadelerle yasaklanan bu düzen, yalnızca ekonomik bir problem değildir. Aynı zamanda ahlâkî, psikolojik ve içtimaî bir tahribatın da merkezindedir. İslam, faizi yasaklarken yalnızca bir mali uygulamayı hedef almaz; insanın onurunu, toplumun dengesini ve servetin adil dolaşımını koruma altına alır.

  1. Ferdî Açıdan Faizin Hikmeti:

Faiz, insanı tembelliğe, hırsa ve kolay kazanca yöneltir. Üretmeden kazanmak, çalışmadan büyümek isteyen nefsin en büyük arzusudur. Oysa İslâm, “kişinin ancak çalıştığının karşılığı vardır” (Necm, 53/39) diyerek emeği kutsar. Faizci zihniyet ise riski başkasına yükler, kazancı kendine alır. Bu durum:

Bireyin ahlâkî çöküşüne,

Kanaat ve tevekkül duygusunun zayıflamasına,

Cimrilik ve bencilliğin kökleşmesine neden olur.

Faiz, zenginleştirmez. Sadece kalbi katılaştırır, gözleri kör eder ve insanı “ne pahasına olursa olsun kazanma” hastalığına müptela eder.

  1. Psikolojik Yönüyle Faizin Etkisi:

Faiz alan kişi, zamanla üretimden uzaklaşır, hayatını paranın artışına endeksler. Bu da:

Gerginlik, tatminsizlik ve stres üretir.

Empati ve paylaşım duygusunu yok eder.

“Ben kazanayım da başkası ne olursa olsun” anlayışını besler.

Faiz veren kişi ise, sürekli borç yükü altında ezilir. Borcunun katlanarak büyümesi, umutsuzluğu artırır. Bu da intihar, aile içi huzursuzluk ve psikolojik yıkımları beraberinde getirir. Özellikle düşük gelirli bireyler için faiz, görünmeyen ama acımasız bir zincirdir.

  1. İçtimai Yönüyle Faiz:

Faiz, toplumda sınıf farklarını derinleştirir. Zengin daha zenginleşirken, fakir daha da fakirleşir. Faizin egemen olduğu bir toplumda:

Servet birkaç elde toplanır,

Orta sınıf erir,

İsyan, haksızlık ve toplumsal güvensizlik yaygınlaşır.

Kur’an’da “Allah faizi mahveder, sadakaları bereketlendirir” (Bakara, 2/276) buyrularak, toplumun adil dengesi ancak faizsiz ve paylaşım odaklı bir sistemle korunabileceği ifade edilmiştir. Faiz, yardımlaşmayı öldürür, dayanışmayı bozar.

  1. Faizsiz Bir Ekonominin Mümkünlüğü ve Umudu:

Birçok ülke, günümüzde alternatif finans sistemleri aramaktadır. Katılım bankacılığı, kâr-zarar ortaklığı, mikrofinans modelleri gibi faizsiz çözümler, ekonomide hem istikrarı hem de insaniyeti ön plana çıkarır.

Faizsiz bir sistem:

Paranın gerçek üretimle değer kazanmasını sağlar.

Girişimciliği ve çalışmayı teşvik eder.

Milli servetin tabana yayılmasını sağlar.

Zengin bir zümrenin, emek vermeden büyümesi değil; çalışan her ferdin, emeğinin karşılığını alarak refah içinde yaşaması esas olmalıdır.

  1. Hikmetli Bir Ders:

Bir zamanlar bir ülke vardı, halkı borçla yaşardı. Çocuklar okul harçlıkları için borçlanır, çiftçiler tohum almak için faizle kredi çekerdi. Zenginler ise bu borçlardan servet yapardı. Gün geldi, halk yoksullaştı, orta direk yok oldu. İsyanlar çıktı. O zaman anladılar ki, paranın değeri değil, insanın değeri önceliklidir. Ve faizsiz bir düzen için seferber oldular. O günden sonra toprak bereketlendi, yüzler güldü, toplum huzur buldu.

Sonuç ve Değerlendirme:

İslam, faizi yasaklamakla insanı köleleştiren, toplumu ayrıştıran, kalbi karartan bir sistemi reddetmiştir. Faizden kurtulmak; sadece ekonomik bir düzeltme değil, aynı zamanda ahlâkî ve psikolojik bir diriliştir. Toplumun huzuru, servetin adil paylaşımı ve bireyin onuru, ancak bu ilahî emir doğrultusunda inşa edilebilir.

Özet:

İslam’ın faizi yasaklaması, sadece ekonomik değil; bireysel, toplumsal ve psikolojik boyutları olan hikmetli bir yaklaşımdır. Faiz, bireyi tembelliğe ve hırsa; toplumu ise ayrışma ve huzursuzluğa sürükler. Faizsiz bir sistem, hem üretimi hem de adaleti teşvik eder. Milli servetin tabana yayılması, ancak emek temelli ve paylaşımcı bir anlayışla mümkündür. Bu sebeple, faizi terk etmek bir çöküş değil; hakiki bir diriliştir.

 

 




Berzahın Sırrı: Yakın Olan Uzaklık

Berzahın Sırrı: Yakın Olan Uzaklık

“Evet, şu âlem-i berzahta, âlem-i ervahta bulunan ve âhirete gitmek için bekleyen hadsiz ervah-ı bâkiye kafileleri ile bizim mabeynimizdeki mesafe o kadar ince ve kısadır ki bürhan ile göstermeye lüzum kalmaz. Hadd ü hesaba gelmeyen ehl-i keşfin ve şuhudun onlarla temas etmeleri, hattâ ehl-i keşfe’l-kuburun onları görmeleri, hattâ bir kısım avamın da onlarla muhabereleri ve umumun da rüya-yı sadıkada onlarla münasebet peyda etmeleri, muzaaf tevatürler suretinde âdeta beşerin ulûm-u mütearifesi hükmüne geçmiştir. Fakat şu zamanda maddiyyun fikri herkesi sersem ettiğinden, en bedihî bir şeyde zihinlere vesvese vermiş.”
Sözler. 29. Söz

İnsanoğlu, gözünün görmediğine inanmakta zorlanır. Hele ki çağımızda maddeye tapar hâle gelmiş bir zihin yapısı, maneviyatı, ruhu ve ötesini ya inkâr eder ya da bir hurafe olarak görür. Oysa insanın bu görünen âlemden ibaret olmadığını, gözle görülmeyen başka âlemlerin varlığıyla çevrili olduğunu idrak etmesi, hakikate bir adım yaklaşması demektir.

Âlem-i Berzah: Görünmeyenle Komşuluk

Berzah âlemi, ölümle başlayan ama kıyametle son bulacak olan ara duraktır. İnsan ruhunun beden kafesinden kurtulup, bir bekleme salonuna geçtiği bir âlem… Bu âlem ne ulaşılmaz bir uzaklıktadır ne de anlaşılması imkânsız bir sırdadır. Tam tersine, berzah âlemiyle aramızdaki perde, yalnızca his kalınlığımızdır. Said Nursî bu mesafeyi “o kadar ince ve kısa” olarak tanımlar ki, isbat için delil sunmaya dahi gerek olmadığını belirtir. Çünkü bu, bizzat yaşanan, hissedilen, sezilen ve tecrübe edilen bir yakınlıktır.

Rüya, İlham, Keşif ve Şuhud: Şehadetten Melekûta Bir Pencere

Her birimizin yaşadığı veya duyduğu sadık rüyalar, ölmüş yakınlarımızla görüşmeler, manevi haller, kalbe doğan ilhamlar… Bunların hepsi, berzah âleminin varlığına dair işaretlerdir. Yüzbinlerce evliya, ehl-i keşif ve ehl-i şuhud, berzah ehliyle temas ettiklerini beyan etmişlerdir. Bu durum sadece birkaç istisnai hâl değil, muzaaf tevatürle sabit olmuş, neredeyse beşerin ortak bilgisi (ulûm-u mütearife) hâline gelmiştir.

Tıpkı bir radyo dalgasının gözle görünmemesi ama cihazlarla yakalanabilmesi gibi, kalbî ve ruhî hassasiyetlerle de bu âlemlerle temas mümkün hâle gelir. Fakat çağımızın en büyük hastalığı olan maddecilik (maddiyyun fikri), insanın bu yüksek frekanslara kulak vermesini engellemiştir. Modern akıl, maddeyle sınırlı olanı bilgi saymakta, görünmeyeni ise inkâr etmektedir. Bu yüzden, en açık hakikatler bile tereddütle karşılanmakta, insan basiretsizlikle körleşmektedir.

Maddiyatperestliğin Körlüğü: Sadece Görüneni Görmek

Çağımız insanı, kamera çekmediği sürece hiçbir şeye tam manasıyla inanmak istemiyor. Ölüm ötesi, ruhlar âlemi, berzah gibi kavramlar ona hayal geliyor. Oysa gerçek hayal, sadece maddeye mahkûm bir düşünce sistemidir. Asıl inkâr edilmesi gereken, bu dar kalıplar içinde sıkışmış sığ akıldır. Çünkü varlık, sadece görünenle sınırlı değildir. İnsan sadece etten kemikten ibaret olmadığı gibi, hayat da sadece dünya ile sınırlı değildir.

Berzah: Korkulacak Değil, Fark Edilecek Bir Yakınlık

Berzah âleminin bu kadar yakın, bu kadar temasa açık ve bu kadar canlı olması, aslında insan için bir teselli ve ümit kapısıdır. Ölmüş annesini, babasını ya da evladını kaybetmiş bir insan, onların hâlâ var olduğunu, bir başka âlemde yaşadıklarını ve bir gün yeniden kavuşacağını bilir. Bu, yokluk korkusunun panzehridir. Ayrıca insanın ölümle sadece elbise değiştirdiğini bilmesi, hayatına bir ciddiyet, bir vakar ve bir yön kazandırır.

Zihinsel Temizlik ve Kalbî Safiyetle Görülebilir

Berzah âlemi, gözle değil, kalp ve ruh gözüyle görülür. Kirli zihin, nefsani bakış ve dünyevî saplantılarla bakıldığında, bu âlem görünmez olur. Ama saf bir kalp, arınmış bir ruh ve sükût etmiş bir nefisle bakıldığında, berzahla aramızdaki perde incelir. Sadık rüyalar, hissî irtibatlar, manevî sezgiler insanın berzahla olan yakınlığını teyit eder.

Makale Özeti

Bu makale, Bediüzzaman Said Nursî’nin 29. Söz’de işaret ettiği gibi, berzah âleminin bizimle ne kadar yakın ve temas hâlinde olduğunu anlatmaktadır. Âlem-i ervah ile aramızdaki mesafenin maddi değil, sadece manevî bir perde olduğu, rüyalar, keşifler ve sezgilerle bu âlemle temasın mümkün olduğu belirtilmiştir. Ancak maddeci zihniyetin, insanları bu açık hakikatlerden uzaklaştırdığı anlatılmıştır. Berzah, korkulacak bir uzaklık değil, idrak edilmesi gereken bir yakınlıktır. Onu fark eden insan, ölümü yokluk değil, vuslata giden bir geçit olarak görür.

 

 




Sırr-ı İmtihan: Elmasla Kömürü Ayıran İlâhî Mizan

Sırr-ı İmtihan: Elmasla Kömürü Ayıran İlâhî Mizan

“Şu sırr-ı imtihan ve sırr-ı teklif iledir ki ervah-ı âliyenin elmas gibi cevherleri, ervah-ı safilenin kömür gibi maddelerinden tasaffi eder, ayrılır.”
Sözler. 29. Söz

Hayat, sadece yaşamak değildir. Asıl olan, doğru yaşamak, hikmetle yaşamak ve varoluşun gayesine uygun bir çizgide yürümektir. Bu yürüyüşte insan, imtihanlarla sınanır; kimi zaman bir nimetle, kimi zaman bir musibetle. Bazen bir makamla, bazen bir zilletle… Ve bu sürecin sonunda ortaya çıkar: Kim elmas, kim kömür?

Sırr-ı İmtihan: Görünmeyen Tartı

İnsan niçin imtihan edilir? Çünkü iyilerle kötüler, hakikî temizlerle sahte temsiller, ancak bir ayrıştırıcı süzgeçten geçirilerek belirlenebilir. Bu süzgecin adı “sırr-ı imtihan”dır. Bu, ilâhî adaletin tartısıdır ve dünya, bu tartının kurulmuş olduğu geçici bir pazardır. Herkesin alım-satım yaptığı, tercihlerle kaderini şekillendirdiği, iradesiyle kendi istikbalini yazdığı bir mekândır dünya.

Cenâb-ı Hak, kullarına hakikati göstermekle birlikte, o hakikate karşı serbest bir alan bırakır. Zorla iman ettirmez. Zira zorlama imanda hayır yoktur. O hâlde hem hakikat parlatılmalı, hem de ona karşı özgür irade korunmalıdır. İşte teklif sırrı, yani insanın hak ile batıl arasında özgürce tercih yapma hakkı da bu yüzden vardır. Zorunlu iman değil, seçilmiş iman istenir.

Elmas Ruhu ve Kömür Ruh

Her insan aynı ham maddeden yaratılmıştır. Ancak ruhların cevheri farklıdır. Bazılarının ruhu, elmas gibi saf, parlak ve kırılmaz bir hakikat taşır. Bazılarının ise kömür gibi isli, kara ve baskı altında dağılır hâlde bir zafiyet barındırır. Elmas, ne kadar basınca maruz kalsa da şekil değiştirmez; aksine kalitesini artırır. Kömür ise baskı altında toz olup savrulur. İşte dünya hayatı, bu farkı ortaya çıkaran bir imtihan laboratuvarıdır.

Bir insan sıkıntıya sabrederse, nimete şükrederse, fitneden kaçar, hakikate koşarsa; içindeki elmas cevheri parlar. Öte yandan, musibette isyan ederse, dünyaya meyleder, zulme rıza gösterirse; kömürlük ruhu duman salar. Ve sonunda ortaya çıkan farklılık, ebedî âlemin kaderini tayin eder.

İmtihanın Hikmeti: Adaletin Tecellisi

Sırr-ı imtihan, ilâhî adaletin en büyük tecellisidir. Kimseye torpil geçilmez, kimseye baskı yapılmaz. Herkes, kendi iradesiyle kendi hükmünü yazar. Elmas olan, kendi cevherini gösterir. Kömür olan da karanlığını. Ahiret âlemi, bu dünyada yapılan tercihlerle şekillenir. Bu yüzden “Dünya ahiretin tarlasıdır.” Hakikati, ebedî akıbetin burada tayin edildiğini bildirir.

Zamanımızın İmtihanı: Nimetle Gelen Bela

Eskiden imtihanlar kılıçla, yoklukla, zulümle gelirdi. Bugünse imtihanlar konforla, bollukla, seküler telkinlerle geliyor. Artık şeytan açıktan gelmiyor; ekranlardan, algoritmalardan, reklamlardan gülerek sızıyor. Bu yüzden zamanımızın imtihanı, daha sinsî ve daha çetin. Bu çağda elmas olmak, tarihte olduğundan daha zordur belki ama daha kıymetlidir de.

Makale Özeti:

Bu makalede, Bediüzzaman’ın “sırr-ı imtihan ve sırr-ı teklif” kavramı üzerinden, insan ruhlarının dünyadaki sınanma yoluyla elmas ve kömür gibi ayrışması işlenmiştir. Allah, kullarına zorla değil, hür iradeyle iman etmeleri için teklif sunar. Böylece ruhların gerçek mahiyetleri açığa çıkar. Elmas ruhlar sabır, sadakat ve şükürle parıldarken; kömür ruhlar isyan, gaflet ve dünyevîlik içinde kararır. İmtihan, bu ayrımı sağlayan ilâhî adaletin terazisidir. Bu çağın imtihanı daha farklı ve daha gizli geldiğinden, dikkat ve şuura daha fazla ihtiyaç vardır.