Bir Zerrenin Şehadeti: Kudretin Sırrı ve Vahdetin Delili

Bir Zerrenin Şehadeti: Kudretin Sırrı ve Vahdetin Delili

“Evet zerre, acz ve cümuduyla beraber şuurkârane büyük vazifeleri yapmakla, büyük yükleri kaldırmakla Vâcibü’l-vücud’un vücuduna kat’î şehadet ettiği gibi harekâtında nizamat-ı umumiyeye tevfik-i hareket edip her girdiği yerde ona mahsus nizamatı müraat etmekle, her yerde kendi vatanı gibi yerleşmesiyle Vâcibü’l-vücud’un vahdetine ve mülk ve melekûtun mâliki olan zatın ehadiyetine şehadet eder. Yani zerre kimin ise gezdiği bütün yerler de onundur.”
Sözler. 30. Söz

*******

“Evet zerre, acz ve cümuduyla beraber şuurkârane büyük vazifeleri yapmakla… Vâcibü’l-vücud’un vücuduna kat’î şehadet ettiği gibi… her yerde kendi vatanı gibi yerleşmesiyle… Vâcibü’l-vücud’un vahdetine… şehadet eder.”
Sözler, 30. Söz

İnsan, büyüklükte değil, anlamakta ve idrak etmekte ulvileşir. Bazen devasa yıldızların yapamadığını bir zerre ile anlayabilir. Çünkü zerre, Hâlık’ının izini taşır. Bediüzzaman’ın ifadesiyle bir zerre, öyle hikmetli bir vazifeyle hareket eder ki, taşıdığı sırlarla insanı hayrette bırakır. Acz içinde, şuursuz bir şekilde işleyen bu zerre, aslında en büyük şahitliklerden birini yapmaktadır: Allah’ın varlığına, birliğine ve her şeyin sahibi olduğuna dair şehadeti…

Zerrenin Aczi İçinde Azamet

Zerre; yani atom yahut parçacık… Kendi başına ne bir iradesi, ne bir şuuru, ne de bir bilgisi vardır. Oysa her canlının bedeninde, her hücrenin içinde, her maddenin yapısında birer işçi gibi çalışır. Gözü görmeyen bu zerreler, göz olur. Akıldan mahrum bu parçacıklar, beyin olur. Sesi bilmeyen zerreler, kulak olur. Üstelik bu işleri her defasında aynı düzenle, kusursuzca yapar.

Bediüzzaman bu noktada şöyle bir hakikate işaret eder: Şuursuz olan şuurlu işler yapıyorsa, o işin arkasında mutlaka bir İlâhî irade ve kudret vardır. Çünkü kendi başına hiçbir şeyi yapamayacak derecede aciz olan bir varlık, bilinçli ve hikmetli işler yapamaz. İşte bu sır, “zerre Vâcibü’l-Vücud’a kat’î şehadet eder” hükmünü doğurur.

Zerre, Her Yerde Aynı Emri Dinliyor

İkinci bir nokta ise, zerrenin “her yerde çalışması”dır. Bir insan hücresinde görev yapan bir karbon atomu ile bir dağ taşındaki karbon atomu aynı fiziksel yasalarla hareket eder. Aynı düzene uyarlar. Her ortamda o ortama uygun olarak vazifeye girişirler. Ne orada yabancılık çekerler, ne burada acemilik… Her yerde işini bilir gibi davranır. Bu ise tek bir elden idare edildiklerini, her yerin aynı kudrete ait olduğunu gösterir. Yani zerre sadece Allah’ın varlığına değil, birliğine de şehadet eder.

“Zerre kimin ise, gezdiği bütün yerler de onundur.”

Bu cümle çok derin bir fıtrat kanunu ifade eder. Diyelim ki bir asker, dünyanın her yerindeki karargâhlarda aynı üniforma ve komutla hareket ediyor. Bu neyi gösterir? O asker sadece kendisine ait değildir. O, tüm o karargâhların tek bir merkeze ait olduğunun delilidir. İşte zerre de böyle bir askerdir. Gittiği her ortamda, adeta “Ben kimden emir alıyorsam, bu çevre de onundur!” der. Yani zerre kiminse, mekân da onundur.

Bu hakikat, maddeci felsefeyi yıkan, tevhidi ayakta tutan sarsılmaz bir delildir. Tesadüf, kör kuvvet, şuursuz tabiat gibi uydurulmuş sebepler; bu kadar isabetli, dengeli ve hikmetli işleri yapamaz. Ancak bütün kâinata hükmeden bir Allah’ın emriyle bu işler yürür.

Modern Bilim ve Zerrenin Lisanı

Bugün modern bilim atomaltı parçacıkları çözmeye çalışıyor. Kuantum fiziğiyle maddenin derinliklerine indikçe şu gerçek ortaya çıkıyor: Bilinçsiz zannettiğimiz varlıklar, bilinçli bir düzene hizmet ediyorlar. Bir elektronu ne yönlendiriyor? Bir proteini nereye gitmesi gerektiğini kim bildiriyor? Bu sorular, zerrelerin dilini dinlemeyi gerektiriyor. O zerreler ki, “La ilahe illallah” demektedir. Hem de en sade, en sessiz ve en kesin şekilde.

Sonuç: Zerrenin Şahitliğiyle Kâinatın Sahibi Tanınır

Bir zerrenin şahitliği, bazen bin kitabın anlattığından daha kuvvetli olabilir. Çünkü o zerre, kudreti, hikmeti ve birliği bir arada gösterir. Onun sessiz hareketi, âlemin sahibine sessiz bir secdedir. Ve bu secde, insana da bir davettir:
“Ey insan! Zerre kadar acizsin ama eğer iman edersen, bir zerre gibi kudretli bir nizama dâhil olursun.”

Özet

Bu makalede, Bediüzzaman’ın 30. Söz’de ifade ettiği “zerre” meselesi üzerinde duruldu. Şuursuz bir zerrenin, şuurlu işler yapmasıyla Allah’ın varlığına; her ortamda aynı düzene uymasıyla ise O’nun birliğine şahitlik ettiği ifade edildi. Zerre kiminse, o zerreyi içinde barındıran bütün mekânlar da onundur. Bu hakikat, insanı iman ve tefekküre davet eden büyük bir delildir.

 

 




Ene: Cennetî Tûba ile Cehennemî Zakkum Arasında İnsan

Ene: Cennetî Tûba ile Cehennemî Zakkum Arasında İnsan

“Evet ene, zaman-ı Âdem’den şimdiye kadar âlem-i insaniyetin etrafına dal budak salan nurani bir şecere-i tûba ile müthiş bir şecere-i zakkumun çekirdeğidir.”
Sözler, 30. Söz

İnsan, varlıklar içinde en mükerrem olanıdır; aynı zamanda en müphem, en karmaşık ve en tehlikeli potansiyele de sahip olandır. Bu potansiyelin merkezinde “ene” yani “benlik” bulunur.
Bediüzzaman Said Nursî, 30. Söz’de ene’yi öyle bir şekilde tarif eder ki, bu tarif insanlık tarihine dair bir özeti içinde taşır. Ona göre ene, hem Cennet’i netice veren bir “şecere-i tûba”nın (nurani cennet ağacının), hem de Cehennem’i netice veren “şecere-i zakkum”un (azap ağacının) çekirdeğidir. Yani insanın benliği, hem bir kıyamet sebebi, hem bir cennet vesilesi olabilir.

Ene’nin İki Yüzü: Aynalık ve Sahiplenme

Ene, yaratılışta bir ölçü birimi olarak insanın mahiyetine yerleştirilmiştir. Bir ‘ayna’ hükmünde olup Allah’ın sıfatlarını anlamak için verilmiştir. “Ben nasıl görüyorsam, Allah da her şeyi görür.” gibi kıyaslarla Cenâb-ı Hakk’ın sıfatlarını anlamak mümkündür. Ene’nin bu yönü, onun bir ayna olduğunu gösterir. Ayna, gösterir ama sahiplenmez. Ayna, yansıtır ama müdahale etmez.

Ne var ki ene, bu aynalık görevini unutup kendini müstakil ve mutlak bir varlık zannetmeye başlarsa, işte o zaman “ene” bir çekirdekten koca bir zakkum ağacına dönüşür. Bu da şeytanî benliğin başlangıcıdır. Firavunluk, Nemrutluk, Karunluk gibi zulüm, kibir ve inkâr bu anlayıştan doğar. İnsan benliği, Allah’a ait olan kudret, ilim, malikiyet gibi sıfatları kendine isnad ettikçe, o çekirdek büyür, dallanır ve insanlığı ifsad eden bir ağaca dönüşür.

Tûba’nın Çekirdeği: Tevazu ve Tevhid

Eğer ene, kendi hiçliğini anlar; varlığının ve kudretinin Allah’tan geldiğini kavrarsa; bu sefer o benlik “şecere-i tûba”nın çekirdeği olur. Bu durumda insan, Cenâb-ı Hakk’ın acz, fakr ve kusur aynası olur. Kibirden arınmış, tevazu ile dolu bir kul olur. Benliğini Allah’a ayna yapmak, insanı gerçek insan kılar. Çünkü ayna, gösterdiği şeyi sahiplenmez. Bu benlik tarzı, insanı başta Peygamber Efendimiz (asm) olmak üzere bütün enbiyanın ve evliyanın izinden gitmeye sevk eder.

Tarihte Ene’nin İzleri: Âdem ve İblis

Ene’nin doğru veya yanlış kullanımına dair tarihin ilk iki örneği Hz. Âdem ve İblis’tir. Hz. Âdem, hatasını kabul edip tevbe etmiş; benliğini Allah’a teslim etmiş ve tûba ağacını büyütmüştür. İblis ise “Ben ondan üstünüm” diyerek ene’yi kutsamış, kendine ait zannetmiş ve cehennemî bir zakkum ağacına dönüşmüştür. Bediüzzaman bu farkı net bir şekilde ortaya koyar. Yani mesele düşmekte değil, düşüş sonrası tutumda gizlidir.

Günümüzde Ene: Bireyselcilik ve Ego Çağı

Modern çağın temel hastalığı, benliğin yüceltilmesidir. “Sen değerlisin!”, “Sen her şeyin merkezindesin!” gibi söylemler, aslında ene’nin ilahlaştırılmasıdır. Bu tür telkinlerle büyütülen nesiller, hakikati değil arzularını merkeze alır. İnsanlık, ene’yi sahiplenmenin bedelini ruhsal çöküşlerle, toplumsal dağılmalarla ödemektedir. Oysa hakiki saadet, ene’nin gerçek sahibini tanımasındadır: “Ben mahlûkum, O Hâlık’tır. Ben kulum, O Rabbimdir.”

Sonuç: Ene’nin Terbiyesi ile İnsanlık Terbiye Olur

Bediüzzaman’ın bu cümlesi bir özdür: İnsanlık tarihinin bütün dal ve budakları, ene isimli bir çekirdeğin neşv ü nema bulmasından ibarettir. İnsanoğlu ya bu çekirdeği zakkum yapar, yeryüzünü cehenneme çevirir; ya da tûba yapar, yeryüzünü cennete hazırlar. Bu seçim her bireyin kalbinde, niyetinde ve benliğinde başlar.

Özet

Bu makalede, Bediüzzaman Said Nursî’nin “Ene, tûba ve zakkumun çekirdeğidir” veciz ifadesi temel alınarak insan benliğinin iki yüzü incelendi. Ene, Allah’ın sıfatlarını anlamaya yarayan bir ölçü iken, sahiplenildiğinde insanı helake götüren bir hastalığa dönüşür. Hz. Âdem ve İblis örnekleriyle bu fark gözler önüne serilirken, modern çağın benlik putu ile bu mesele yeniden gündeme gelmektedir. Kurtuluş ise ene’nin terbiye edilmesi, tevazu ve tevhid ile Cenâb-ı Hakk’a yönelmesindedir.

 

 




Ene’nin İstilası: İnsanın İçindeki Ejderha

Ene’nin İstilası: İnsanın İçindeki Ejderha

“Evet ene; ince bir elif, bir tel, farazî bir hat iken mahiyeti bilinmezse tesettür toprağı altında neşv ü nema bulur, gittikçe kalınlaşır. Vücud-u insanın her tarafına yayılır. Koca bir ejderha gibi vücud-u insanı bel’ eder. Bütün o insan, bütün letaifiyle âdeta ene olur.

   Sonra nev’in enaniyeti de bir asabiyet-i neviye ve milliye cihetiyle o enaniyete kuvvet verip o ene, enaniyet-i neviyeye istinad ederek şeytan gibi Sâni’-i Zülcelal’in evamirine karşı mübareze eder.

   Sonra kıyas-ı bi’n-nefs suretiyle herkesi, hattâ her şeyi kendine kıyas edip Cenab-ı Hakk’ın mülkünü onlara ve esbaba taksim eder. Gayet azîm bir şirke düşer.

اِنَّ الشِّرْكَ لَظُلْمٌ عَظٖيمٌ

mealini gösterir. “
Sözler. 30. Söz

> “Evet ene; ince bir elif, bir tel, farazî bir hat iken mahiyeti bilinmezse tesettür toprağı altında neşv ü nema bulur, gittikçe kalınlaşır… Sonra kıyas-ı bi’n-nefs suretiyle… Gayet azîm bir şirke düşer.”
— Sözler, 30. Söz

İnsan, hakikatin aynası, kâinatın miftahı, sırlar âleminin anahtarı olarak yaratılmıştır. Fakat bu yüksek vazife ona “ene” adı verilen ince bir çizgi, zarif bir elif, sadece bir farazî hat üzerinden verilmiştir. Ene; kendisi hakiki bir varlık değil, İlâhî hakikatleri anlamak için kıyas unsuru olarak yaratılmış hayalî bir ölçüdür.

Ancak mesele burada bitmez. Zira insan, bu “farazî” olanı “hakiki” zannederse, işte o zaman bir hakikat aynası iken zulmet üreticisine dönüşebilir. Ene, haddini aştığında ince bir çizgi olmaktan çıkar, bir manevî ejderhaya dönüşür. Ve insanın bütün latifelerini, duygularını ve benliğini yutar.

Farazî Olanın Hakiki Sayılması: En Büyük Aldanış

Ene, aslında bir ölçüdür; ilmin, kudretin ve diğer İlâhî sıfatların idrak edilebilmesi için insana verilen bir misaldir. Ancak insan, bu ölçüyü “asıl” kabul ettiğinde ve kendini her şeyin merkezi sanmaya başladığında benlik merkezli bir algı inşa eder. Bu algı, önce bireysel düzeyde, sonra da toplumsal ve hatta tarihî düzeyde asabiye-i neviyeye (ırkî ve millî enaniyete) dönüşür.

Artık sadece bireysel ene değil, toplumsal ene konuşmaya başlar. Ve bu kolektif benlik, Cenab-ı Hakk’a ait olan mülkü ve tasarrufu esbaba, yani görünürdeki sebeplere taksim eder. Allah’ın mülkünde başka müstakil güçler vehmedilir. Bu vehim, Kur’ân’ın tarif ettiği üzere büyük bir zulüm olan şirke kapı açar:

> “Şüphesiz ki şirk, en büyük zulümdür.”
(Lokman Suresi, 13)

Ene’nin Deşifre Edilmesi: Marifetin Şartı

Bu nedenle Bediüzzaman Hazretleri, ene’nin mahiyetinin bilinmesini, kâinatın tılsımının çözülmesinde anahtar kabul eder. Zira ene anlaşılmazsa, insan kendi gölgesine tapar; görünmeyeni görmez olur. Halbuki ene, sadece bir kıyas vasıtası olarak anlaşılırsa, Allah’a giden yolu gösteren bir işaret levhası olur.

İnsanın “ben” demesi; “Ben varım, çünkü bir Yaratanım var” sonucuna götürmeli. Aksi halde “Ben varım, her şey bana bağlı” gibi bir zan, onu kibir ve tuğyana sürükler.

Zulümden Marifete: İki Yolu Ayıran İnce Hat

Ene, insan için bir imtihan vesilesidir. Ya marifetullaha köprü olur ya da benlik dağında bir put halini alır. Onun kalınlaşması; kibre, taassuba, zulme ve şirk karanlığına giden yoldur. İnce ve zarif mahiyeti korunursa, hikmet ve hidayet feneri olur.

İşte bu yüzden, insanın kendi içindeki bu ejderha ile yüzleşmesi gerekir. Ene’nin gerçek mahiyetini bilmek, kendini bilmekle başlar. Kendini bilen, Rabbini de bilir.

Özet

Bu makalede, insanın mahiyetine konulan “ene”nin başlangıçta ince ve farazî bir çizgi olduğu; fakat hakikati bilinmezse büyüyerek insanın tüm benliğini istila ettiği anlatılmıştır. Ene’nin yanlış anlaşılması, bireysel ve kolektif boyutta büyük bir şirk tehlikesine kapı açar. Doğru anlaşılması ise Allah’ın isim ve sıfatlarına giden bir marifet yoludur. İnsan, enesini tanıdıkça Rabbini tanır; enesini putlaştırırsa zulmün karanlığına düşer.

 

 




Zerrede Tecelli Eden Kudret: Havadan Gelen İlahi Mühür

Zerrede Tecelli Eden Kudret: Havadan Gelen İlahi Mühür

“Evet, havanın her bir zerresi, her bir zîhayatın cismine, her bir çiçeğin her bir meyvesine, her bir yaprağın binasına girip işleyebilir. Halbuki onların teşkilatları ayrı ayrı tarzdadır, başka başka nizamatı var. Bir incir meyvesinin fabrikası, faraza çuha makinesi gibi olsa bir nar meyvesinin fabrikası da şeker makinesi gibi olacaktır ve hâkeza… O binaların, o cisimlerin programları birbirinden başkadır. Şimdi şu zerre-i havaiye, bütün onlara girer veya girebilir ve gayet hakîmane ve üstadane yanlışsız olarak işler, vaziyetler alır. Vazifesi bittikten sonra kalkar, gider. “
Sözler. 30. Söz

İnsanoğlu büyük hakikatleri ararken çoğu kez gözünü göğe, dağlara, yıldızlara diker. Oysa en büyük hakikatlerden biri, burnumuzun ucundaki zerrelerde gizlidir. Şimdi dikkatle bak: Bir hava zerresi, minicik bir parçacık, görünmez bir misafir… Ama o görünmezlik içinde görünmeyeni gösteren bir işaret levhasıdır.

Zerrelerin Sessiz Secdesi

Bir hava zerresi, bir çiçeğin ta en iç tabakasına girer; sonra bir böceğin solunumuna karışır; bir çocukta ciğer olur, bir meyvede tat. Her seferinde farklı bir yapıya girer ama asla karıştırmaz. Ne narı incir zanneder, ne ciğeri yaprakla karıştırır. Her yerde tam yerini bulur ve görevini eksiksiz yapar.

Sahi, bu nasıl bir isabetsizliktir?

Eğer o zerrede ilimsiz, şuursuz, kör bir tesadüf olsaydı, bir nar meyvesine girdiğinde portakal üretirdi. Ama hayır! Zerre şaşırmaz, sapmaz, saptırmaz. Çünkü onun arkasında, onu yönlendiren bir Kudret-i Sâni, bir İlmin sahibi, bir Hakîm-i Mutlak vardır.

Kudretin Parmak İzi: Havadaki Hikmet

Bir makine düşünün: Çuha üretmek için ayarlanmış. Aynı makineyle şeker yapılamaz. Ama hava zerresi, hem çuha gibi lifli bir meyvede, hem kristalize şeker gibi taneli bir meyvede aynı ustalıkla çalışır. Zira onun kendisi değil, üzerinde çalışan kudret esas faildir.

İşte burada tecrübi ilim susar, fıtrat ilmi konuşur. Çünkü bu kadar karmaşık programları ayırt eden, her yapıya uygun şekilde davranan şuursuz bir parçacığın, bir Rabb-i Rahîm’in emrine bağlı çalışmasından başka izahı kalmaz.

Her Zerrede Bir İman Dersi

Bediüzzaman, burada zerrenin işleyişi üzerinden çok büyük bir sırrı ifşa ediyor: Küçükte görünen, büyüğün anahtarıdır. Hava zerresiyle Cenab-ı Hakk’ın ilim, hikmet ve kudret sıfatları tecelli ediyor. Ve o zerre, adeta bir iman dersi okutuyor:

> “Ey insan! Ben şuursuzum ama işimi şaşırmam. Çünkü ben, seni de beni de yaratan sonsuz bir kudretin emrindeyim. Ben görevimi bilir ve giderim. Peki ya sen? Senin içine bırakılan ruh zerresi, acaba neyle meşgul?”

Özet

Bu makalede, bir hava zerresinin farklı canlı ve nesnelerde ayrı ayrı programlara uygun şekilde kusursuz çalışması anlatılmış; bunun ancak İlahi bir kudret, ilim ve irade ile açıklanabileceği vurgulanmıştır. Zerrelerin şaşmaz işleyişi, Allah’ın birliğine, hikmetine ve rububiyetine işaret eder. Bu basit gibi görünen ama sonsuz hikmetler taşıyan olay, insanın imanını derinleştiren ve tefekkürünü artıran bir ders niteliğindedir.

 

 




Nur Üzerine Nur: Allah’ın Nuru ve Kalpteki Misbah

Nur Üzerine Nur: Allah’ın Nuru ve Kalpteki Misbah

> “Allah göklerin ve yerin nurudur. O’nun nurunun misali, içinde lamba bulunan bir kandillik gibidir. Lamba cam bir fanus içindedir. Cam, sanki inci gibi parlayan bir yıldızdır. Lamba, doğuya da batıya da nispet edilmeyen mübarek bir zeytin ağacından yakılır. Onun yağı, neredeyse kendisine ateş değmese bile ışık verir. Nur üstüne nurdur. Allah dilediğini nuruna iletir. Allah insanlara temsiller verir. Allah her şeyi hakkıyla bilendir.”
(Nur Suresi, 35. Ayet)

Allah’ın Nuru Ne Demektir?

Bu ayet, Kur’an’ın en derin, en hakikat yüklü ayetlerinden biridir. İslam âlimleri tarafından “Ayetü’n-Nur” olarak adlandırılır ve ilahi tecellinin, hidayetin ve marifetin sembolü kabul edilir. Ayette geçen “Allah göklerin ve yerin nurudur” ifadesi, hakiki ve mecazi olmak üzere iki yönlü değerlendirilmiştir.

Ehli Sünnet kelam alimleri, özellikle Eş’arî ve Mâturîdî ekoller, bu ayeti teşbih ve mecaz yoluyla yorumlamışlardır. Zira “nur” kelimesi Allah’ın zatı hakkında tevil edilmeden zahirî anlamıyla anlaşılırsa, Allah’a cisim isnadı gibi tehlikeli bir anlayış doğabilir. Bu sebeple şu şekilde izah edilmiştir:

İmam Ebu Mansur el-Mâturîdî der ki:
“Buradaki ‘nur’, hidayet, ilham, marifet, hakikatleri gösterme manasınadır. Allah’ın nuru, kendisinden başkasının sahip olamayacağı, varlıkların varlıklarını sürdürebilmesini sağlayan bir hakikattir.”

İmam Fahruddîn er-Râzî, bu ayet üzerine uzun uzun tefsir yaparak şöyle der:
“Allah Teâlâ’nın ‘nur’ oluşu, varlıkların hem zâhir hem bâtın boyutlarını aydınlatan bir hakikattir. Güneş gözleri açtığı gibi, Allah’ın nuru kalpleri açar.”

Nur Üstüne Nur Ne Demektir?

Ayette geçen “nurun alâ nur” yani “nur üstüne nur” ifadesi, ilahi hidayetin mertebelerini, kalbin saflaşmasıyla gelen manevi derinlikleri ve marifetullahın art arda gelen feyizlerini temsil eder. Bu ifadenin bazı yorumları:

Nur birinci mertebede iman nurudur. Kul, Allah’a inanır.

İkinci nur, marifet nurudur. Kul, Allah’ı tanımaya başlar.

Üçüncü nur, muhabbet nurudur. Kalp, Allah’la ünsiyet bulur.

Dördüncü nur, tevhid nurudur. Kul, Allah’tan başka hiçbir şeyi görmez olur.

Bu hallerin tamamı, Allah’ın dilediğini nuruna iletmesi ile mümkündür. Nurun sahibi, nurun yolunu da gösterir.

Mübarek Zeytin Ağacı ve Yağın Parıltısı

Tefsirlerde, “ne doğuya ne batıya ait olmayan zeytin ağacı”, insanın fıtratını, ariflerin kalbini ya da Risalet Nuru’nu sembolize eder. Bu ağacın yağı ise, ilhamı, fıtri hidayeti, aklıselimi temsil eder. Bu yağın “nereye değse yanacak gibi olması”, zaten hakikate meyilli bir ruhun Allah’ın nuru ile parlamaya hazır olduğunu gösterir.

Hadislerde Ayetü’n-Nur

Bazı hadislerde Efendimiz (s.a.v.) bu ayetin tefsirine dair işari yorumlar yapmıştır:

“Allah’ın nuruyla bakan müminin ferasetine dikkat edin.” (Tirmizî)
– Bu hadis, Allah’ın nurunun kulun kalbine sirayet edebileceğini gösterir.

“Allah sizin suretlerinize değil, kalplerinize bakar.” (Müslim)
– Kalpteki nur, kalbin aydınlığı, Allah’ın nazargâhıdır.

Kalp Kandili ve Zahir-Batın Dengesi

Ayetin misali şudur: Kalp bir kandilliktir, içinde bir lamba (iman) vardır. O lamba bir cam fanustadır, yani şeffaf bir nefs içinde parlar. O fanus yıldız gibi parlar, çünkü nefs temizlenmiştir. Lambayı yakan ise zeytin yağı gibi saf fıtrat, vahiy, Risalet nuru ve Allah’ın tevfikidir.

Bu öyle bir nurdur ki, kalbi sıradan bir beden parçası olmaktan çıkarır; onu arşın bir aynası, nurun yansıdığı bir merkez haline getirir.

Özet

Nur Suresi 35. ayeti, Allah’ın göklerin ve yerin “nuru” olduğunu beyan eder. Ehli Sünnet kelamına göre bu nur, zatî değil, mecazîdir: Allah, varlıkların vücut bulmasını sağlayan ve hakikatleri aydınlatan ilahi hidayet, marifet ve kudret kaynağıdır. Ayette geçen misal, insan kalbinin nasıl bir nur kandili gibi işleyebileceğini simgeler. Hadislerde de bu mana desteklenmiştir: Kalp, iman ve marifetle doldukça “nur üstüne nur” olur. Allah, dilediğini bu nura eriştirir ve her şeyi hakkıyla bilir.

 

 




Kalpte Taayyün Eden Hakikat: Arşa Sığmayan, Kalbe Sığan Sır

Kalpte Taayyün Eden Hakikat: Arşa Sığmayan, Kalbe Sığan Sır

“Yere ve göğe sığmam. Fakat, mümin kulumun kalbine sığarım.” Hadis-i Kudsi

> Ne yer bana sığar, ne gök. Lakin mümin kulumun kalbine sığarım.”

Bu hadisin lafzî olarak anlaşılması, yani “Allah kalbe sığar” ifadesinin cismânî bir yer tutma anlamında yorumlanması, ehli sünnet itikadına aykırıdır. Zira Allah mekândan ve zamandan münezzehtir:

> “O, hiçbir şeyin benzeri değildir.” (Şûrâ, 11)
“Allah, her şeyi kuşatandır, ama hiçbir şey O’nu kuşatamaz.” (Bakara, 255)

Dolayısıyla burada kastedilen “sığmak” maddî değil, tecellî etmek, taayyün etmek, ma’rifetle bilinmek anlamındadır.

Murad Nedir?

Bu hadisten murad; Allah’ın, yarattığı mekânlara sığamayacak kadar aşkın (müteal) olduğu hâlde, kalbini arıtan bir müminin gönlünde marifetiyle, muhabbetiyle ve tecellisiyle varlık bulmasıdır.

Allah’ın kalbe sığması; orada tevhid nurunun, muhabbetin, takvanın, ihlasın, yani ilahi sıfatların yansımalarının zuhur etmesidir. Kalp, Allah’a ait olan bu sıfatlara bir ayna gibi dönüştüğünde, Cenab-ı Hak orada marifetiyle tanınır.

Kalp: İlahi Tecellî Mekânı

Kur’an’da da, kalbin anlayış ve idrak merkezi olduğu sıkça vurgulanır:

“Onların kalpleri vardır; fakat onunla anlamazlar.” (A’râf, 179)

“Kalpler ancak Allah’ı zikretmekle mutmain olur.” (Ra’d, 28)

Kalp, sadece bir et parçası değil; insanın hakikatle temas ettiği, nurla dolduğu, Rabbiyle konuşabildiği mânevî bir merkezdir.

> “Kalp, Arş-ı Rahman’ın yeryüzündeki temsilcisidir.”

Mümin Kalbi Nasıl Bu Makama Erişir?

  1. Tevbe ve Tezkiye: Kalp önce günahlardan arınmalıdır. Kirli bir kalpte nur parlamaz.
  2. Zikir ve Tefekkür: Sürekli Allah’ı zikreden bir kalp, zamanla ilahi feyze açık hâle gelir.
  3. İhlas ve Takva: Allah için yapılan işler, kalbi saflaştırır. Samimiyet, nuru çağırır.
  4. Aşk ve Marifet: Allah’ı sevmek ve tanımakla, kalp artık başka bir hakikate kapı açar.

Böyle bir kalpte artık sadece Allah’ın zikri, sevgisi ve marifeti hüküm sürer. İşte bu kalp, “yere göğe sığmayan Rabbin” ilahi tecellîsine mekân olur.

Kalbini Arş Yapanlara Selam Olsun

Kalbini temizleyen, içinde kin, kibir, riya, şehvet barındırmayan, sadece Allah’a açan müminler… Onlar yere göğe sığmayan Rabbin, “sırrını” taşıyan yeryüzü emanetçileridir.

Bu hadis, müminin sorumluluğunu da ihtiva eder. Kalbinde Allah’ın nazarı varsa, artık her işte, her sözde ve her düşüncede Allah’ı hesaba katması gerekir. Bu, sadece bir marifet hali değil, aynı zamanda ağır bir emanettir.

Bu konuda İmamı Rabbani şöyle der:
Yer ve gök, imkan dairesine dahildir. La mekani [mekansız] olan, mekana sığmaz. Bi-çun olan, çünde aram eylemez. [Allahü teala, yaratılanda yerleşmez]. Müminin kalbi mekansızdır. Niçin ve nasıldan beridir. Onda sığışma mütehakkıktır [tahakkuk edendir].

Bu sığmadan murad, vücut mertebesinin kendisi değil, sureti, örneği sığmaktadır. Kendisinin sığması düşünülemez.

Özet

“Yere göğe sığmam ama mümin kulumun kalbine sığarım” hadisinde Allah’ın kalbe maddi anlamda sığması değil, mânevî olarak tecellî etmesi anlatılır. Ehli sünnet alimleri bu hadisi ilahi marifet ve muhabbetin kalpte yerleşmesi olarak yorumlamışlardır. Kalp, temizlenip Allah’a yöneldiğinde, bir tefekkür mabedi, bir arş aynası hâline gelir. Bu makama eren kalp, Allah’ın nazar ettiği bir sır taşıyıcısıdır.

 

 




Bir Yolcunun Hatıra Defteri: Nereden Geldim, Nereye Gidiyorum?

Bir Yolcunun Hatıra Defteri: Nereden Geldim, Nereye Gidiyorum?

> “Ey insan! Nereden gelip nereye gittiğini ve ne için yaşadığını düşündün mü hiç?”
– Hikmet defterinden bir soru…

Evvelden Evvel: Yoklukta Var Edilen Mana

Bugün 65 yaşındasın. Bir sene önce 64’tün, on yıl önce 55… Fakat 66 yıl önce neredeydin? Cevap: Henüz bu dünyada yoktun. Ama mutlak bir yoklukta da değildin.

Kur’an der ki:

> “İnsanın üzerinden henüz anılmaya değer bir şey olmadığı bir zaman geçmedi mi?”
(İnsan Suresi, 1)

İnsan ruhu, ezelde Rabbine verdiği bir sözle tanındı:

> “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” dediklerinde, ‘Evet, şahidiz’ dediler.”
(A’râf Suresi, 172)

Senin hakikatinin tohumu, ruhlar âleminde, Rabbini tanıyarak atıldı. Henüz bedenin yoktu. Akıl, kalp ve duyguların yaratılmamıştı ama “irade-i ilahi” seni bilmekteydi. Senin için bir takvim başlamıştı bile.

Rahimde Geçen Karanlık Aylar

Bedenin, annenin rahminde nutfe (damla), sonra alaka (embriyo), sonra mudğa (bir çiğnemlik et parçası) olarak şekillendi. Ruhun, üç kırkıncı gününde bedenine üflendi. Artık ruh ve bedenin birleştiği andı o.

Kalbin çarpmaya, aklın şekillenmeye, duyguların titreşmeye başladı. Ama hâlâ bu dünya hakkında bir bilgin yoktu. Bir bebek olarak gözlerini açmadan önce sen, annende ilahi rahmetle korunuyordun.

Dünya Hayatı: Ruhun Bedenle İmtihanı

Doğdun. Ağladın. Sonra güldün. Sonra konuştun. Okudun. Gördün. Sevdin. Aldandın. Aldattın. Aradın. Buldun. Kaybettin. Ve şimdi… 65 yaşında geriye dönüp bakıyorsun.

Hayat bir yolculuktu, hem de öyle bir yolculuk ki:

Ruhunla geldin, ama bedenle tanındın.

Kalbinle duydun, ama akılla yön buldun.

İmtihanlarla piştin, ama sabırla direndin.

Kalbin çoğu zaman seni Allah’a çağırdı. Akıl bazen seninle tartıştı. Nefs fısıldadı, şeytan vesvese verdi. Ama her secde, kalbin hatırlamasına yardım etti.

Bugün bu satırları okuyorsan, hâlâ ölmeden önce ölmek fırsatın var.

Ölüm: Yolculuğun Dönüm Noktası

Ölüm… Aslında son değil. Ruhun bedenden ayrıldığı, kabre ilk adımın atıldığı yeni bir başlangıç.

Beden toprağa döner. Ama senin gerçek “benliğin” olan ruh, bu sefer berzah âlemine geçer. Tıpkı rahimdeyken bu dünyayı bilmediğin gibi, şimdi bu dünyadayken o âlemi de bilemiyorsun.

Rivayetlerde, ölüm ânı mümin için şöyle tarif edilir:

> “Ruhu, bir testiden su döker gibi kolayca çıkarılır. Cennet kokuları ona getirilir, kabri cennet bahçelerinden bir bahçeye döner.”

Ama gafletle geçen bir ömür, kabirde zor geçebilir. Kabir ya cehennem çukurlarından bir çukur, ya da cennet bahçelerinden bir bahçedir. (Hadis)

Kıyamet ve Sonsuzluk: Varılacak Son Durak

Kabirden sonra ba’sü ba’de’l-mevt, yani yeniden diriliş vardır. Mahşer meydanı, hesabın görüldüğü yer olur. O gün her şey ortaya çıkar. Kalbin neye bağlıydı, gözün neyi aradı, aklın kime secde etti? Bunların karşılığı alınır.

Eğer bu dünya yolculuğunda Allah’ı tanımış, kul hakkı gözetmiş, salih ameller işlemişsen, cennet seni bekler. Cennet, yalnız mükâfat değil, Allah’a vuslatın makamıdır.

> “O gün bazı yüzler Rablerine bakıcıdır.” (Kıyame, 22–23)

İşte asıl sığınak, asıl kavuşma oradadır.

Özet:

Bu makalede, 66 yıl öncesinden itibaren insanın yaratılış öncesi hâli, rahimdeki serüveni, dünya hayatındaki imtihanı, ölüm sonrası yolculuğu ve sonsuz âlemdeki akıbeti anlatıldı.
İnsan, ruhlar âleminde tanındı, rahimde şekillendi, dünyada imtihana tabi tutuldu, öldüğünde asıl yurduna dönecek bir misafirdir.
Beden fânidir ama ruh, akıl, kalp ve irade ile ebedî yolculuğa hazırlanan insana, hayat bu gerçeği hatırlatmak için verilmiştir.

 

 




Zerrelerin Hareketi: Kudretin Kalemiyle Yazılan Kâinat

Zerrelerin Hareketi: Kudretin Kalemiyle Yazılan Kâinat

“Tahavvülat-ı zerrat; Nakkaş-ı Ezelî’nin kalem-i kudreti, kitab-ı kâinatta yazdığı âyât-ı tekviniyenin hengâmındaki ihtizazatı ve cevelanıdır. Yoksa maddiyyun ve tabiiyyunların tevehhüm ettikleri gibi tesadüf oyuncağı ve karışık, manasız bir hareket değildir.”

Sözler. 30. Söz

> Her bir zerre, bir harf gibidir; ama harf değil, satırdır. Satır değil, kitapçık gibidir. Çünkü her biri, sonsuz ilmi ve hikmeti yansıtan bir sanat mucizesidir.

Görünmeyen Âlemdeki Büyük Harfler

İnsanoğlu, gözle görebildiği şeylerle meşguldür çoğu zaman. Fakat gerçek sırlar, görünmeyen âlemde gizlidir. Maddi gözle bakıldığında, atomlar (zerreler) sadece küçük parçacıklar, hareket eden noktalar gibi görünür. Ama iman gözüyle bakıldığında, her bir zerre, Nakkaş-ı Ezelî’nin kaleminden çıkan bir harf, bir kelime, bir ayet gibidir.

Üstad Bediüzzaman’ın ifadesiyle:

> “Tahavvülat-ı zerrat, Nakkaş-ı Ezelî’nin kalem-i kudretiyle, kâinat kitabında yazılan âyât-ı tekvîniyenin ihtizazatıdır.”

Yani, atomların dönüşü, boş bir hareket değil; bir yazı, bir kelime, bir nakıştır.

Tabiat mı Yazar, Kudret mi?

Materyalistler (maddiyyun) ve tabiatçılar (tabiiyyun), bu hareketleri tesadüfle, fiziksel zorunluluklarla, kör kuvvetlerle izah etmeye çalışırlar. Fakat bu görüş, tıpkı anlamlı bir kitap gördüğünde onu rüzgârın sayfaları karıştırmasıyla yazılmış zannetmek gibidir.

Bir zerre, bir hücreye giriyor, onu tanıyor, emir alıyor, yerini biliyor. Bir gıda molekülü, karaciğerden geçiyor, kanın içine giriyor, kalbe uğruyor, gözün retinasına yerleşiyor.

Bu kadar hassas, şuurlu, planlı hareket; kör tabiatla açıklanabilir mi?

Kalem-i Kudret: Sonsuz İlimle Yazıyor

Atomlar, sabit değil. Devamlı bir cevelan, bir ihtizaz içindedirler. Bu hareket, bir kararsızlık değil, bir imtizaçtır (uyumdur). Çünkü:

Her bir zerre, Allah’ın izniyle hareket eder.

Nereye gideceğini bilir gibi davranır. (Çünkü ona bir emir verilmiştir.)

Görevini tamamlayıp yer değiştirir. Tıpkı bir hattatın kalemini kaldırıp başka harfe geçmesi gibi.

Bu yüzden Bediüzzaman, atomun hareketini sadece “fizikî” değil, “manevî” bir yazım süreci olarak yorumlar. Zerrelerin hareketi, kudret kaleminin yazmasıdır.

Bir Zerrenin Şahitliği

Bir arı hücresindeki atom, bir nar tanesindeki atom, bir kar tanesindeki atom… Aynı malzeme ile bambaşka san’atlar işleniyor. Bu ise:

İlmin sonsuzluğunu,

Kudretin mutlaklığını,

İradenin ezeliliğini gösteriyor.

Bir zerrenin girdiği yerde rastgele değil, bilerek, seçerek ve yerli yerince hareket etmesi, onun bir fail-i muhtar (seçimli bir kudret) tarafından sevk edildiğini gösterir.

O halde bir atomun bile şuurluca hareket ettiği bir kâinatta, insanın şuursuz yaşaması düşünülemez.

Eşya Konuşur, Zerreler Anlatır

Atomlar sessiz gibi görünür. Ama hakikatte konuşurlar.

“Beni göndereni tanı!” der.

“Benim yaratılış gayemi oku!” der.

“Tesadüf değilim, kaderin harfiyim.” der.

İşte iman gözüyle bakıldığında, her şeyin bir dili olduğu anlaşılır. Bir çiçeğin atomu bile şu mesajı verir:

> “Ben basit bir madde değilim. Kudretin bir harfiyim. Benim hareketim, manasız değil; ayetler yazılıyor üzerimden.”

Özet:

Bu makale, atomların (zerrelerin) hareketinin, görünürde fiziksel olsa da aslında kudret kalemiyle yazılan bir ilahi yazı olduğunu ortaya koymaktadır.
Materyalistlerin ‘tesadüf’ dedikleri şey, hakikatte ilim, irade ve kudretin planlı bir tecellisidir.
Her zerre, Allah’ın bir ayeti gibidir. Onların hareketi, kainat kitabında yazılan bir mânânın cümleleridir.
İnsan, bu muazzam yazıyı okuyacak akıl, kalp ve iman ile donatılmıştır. Okumamak, inkâr etmek değil sadece gaflettir; ama gafletin bedeli, kör tesadüfe esir olmaktır.

 

 




Duygu-Suzluk ve Dua Arasında Ümmetin Hali

Duygu-Suzluk ve Dua Arasında Ümmetin Hali

Ne bekleniyor?
Neyi bekliyoruz?
Gazze’lilerin bitmesini mi?
Yoksa ümmetin bitmesini mi?
Neden suskunuz?
Belki de duy-gu-susuz!
Bu durum İsraile güç veriyor.
Ve de pervasız.
Hadiste ki; Vehn mi?
Yoksa Zekeriya Peygamber gibi mi;
“Kâle rabbi innî vehene-l’azmu minnî veşte’ale-rra/su şeyben velem ekun bidu’â-ike rabbi şekiyyâ(n)”
“Yalvara yakara şöyle demişti: “Rabbim! Doğrusu ben öyle perişan bir haldeyim ki, kemiklerim zayıfladı, eridi; başımdaki saçlar ihtiyarlıktan dolayı beyaz alevler gibi tutuştu. Rabbim! Ben sana hangi konuda dua ettiysem hiçbir zaman bedbaht ve mahrum olmadım.” Meryem. 4.

*********

Neyi bekliyoruz?
Gazze yanarken, çocukların haykırışı göğe yükselirken, taş duvarlar altında ezilen sadece bedenler değil; ümmetin vicdanı, duyarlılığı, ümidi de eziliyor. Bir sessizlik hâkim sokaklara, ekranlara, sosyal mecralara… Bu sessizlik, masumların çığlıklarından daha çok yankı buluyor gökte.

Neyin sonunu bekliyoruz?
Gazze’nin mi? Ümmetin mi? Yoksa vicdanımızın tamamen tükenmesini mi?

Artık çoğumuz sadece ekran başında bekliyoruz. Haber bültenlerinde sayılar artıyor: “Ölenlerin sayısı 5000’i geçti… 10.000 oldu…” Sayılar… Rakamlar… Ama her biri birer can, birer bebek, bir anne, bir baba… Ve biz bu rakamları geçip giden birer istatistik gibi izliyoruz. Çünkü duygu-suzuz. Belki de gerçekten duy-gu-suzuz… Belki de sadece aklımız çalışıyor ama kalbimiz iflas etti.

Suskunluk bir tercih değil artık, bir alışkanlık. Alıştık çünkü. Mazlumlara ağlamaya, ama sonra da sofraya oturup günlük hayatımıza devam etmeye alıştık. İşte bu alışkanlık, bu uyuşma hali İsrail’e cesaret, zalimlere pervasızlık kazandırıyor.

********

Vehn Hadisi: Güç Çok, Gönül Zayıf

Resûlullah Efendimiz (s.a.v.), bir gün şöyle buyurmuştu:

> “Neredeyse ümmetler birbirlerini sofraya çağırır gibi üzerinize üşüşecekler.”
Ashab sordu: “Biz az mı olacağız o gün, ey Allah’ın Resûlü?”
Efendimiz şöyle buyurdu:
“Hayır, bilakis çok olacaksınız. Lakin siz bir selin sürüklediği çerçöp gibi olacaksınız. Allah, düşmanlarınızın kalbinden sizin korkunuzu çıkaracak ve sizin kalbinize vehn yerleştirecek.”
Sahabe sordu: “Vehn nedir ey Allah’ın Resûlü?”
Efendimiz buyurdu:
“Dünya sevgisi ve ölüm korkusu.” (Ebû Dâvûd, Melâhim 5)

Vehn… Dünya sevgisi ve ölümden korkmak. Tam da çağımızın ruhunu anlatan kelime. Bugün ümmetin acizliği, zalimlere karşı suskunluğu sadece fiziki yetersizlikten değil; manevî tükenmişlikten kaynaklanıyor. Silahımız var ama irademiz yok. Bilgimiz var ama hikmetimiz yok. Sosyal medyada sesimiz var ama kalbimiz sessiz.

*********

Zekeriya’nın Sessizliği: Bir Çöküş Değil, Bir Diriliş

Ama bütün sessizlikler tükeniş değildir. Kur’ân, bize başka bir sessizliği de anlatır. Hz. Zekeriya’nın sessizliğini… Bir dua halinde yapılan sabırlı bekleyişi…

> “Kâle rabbi innî vehene-l’azmu minnî veşte’ale-rra’su şeyben velem ekun bidu’âike rabbi şekiyyâ(n)”
“Rabbim! Kemiklerim zayıfladı, saçlarım bembeyaz oldu. Ama ben Sana dua etmekten hiç ümidimi kesmedim.” (Meryem, 4)

Zekeriya Peygamber de çökmüştü, bedeni güçsüzdü. Ama onun çöküşü bir ümitsizlik değil, bir dua direnişiydi. Zira o, dua etmekten hiç vazgeçmemişti. İşte burada iki tür bekleyişin ayrımı beliriyor:

Biri duygu-suz bir bekleyiş: Teslim olmuş, vazgeçmiş, dünya sevgisiyle bağlanmış.

Diğeri dua ile bekleyiş: Sabırlı, sessiz ama kararlı. Ve sonunda Allah’ın inayetiyle yeşeren bir mucize: Yahya.

Ümmetin Dirilişi Duada Saklı

Bugün Gazze, bir vahşetin adı değil sadece. Aynı zamanda ümmetin aynası. Onlara bakan, aslında kendini görüyor. Ne kadar acizleştiğimizi, ne kadar sessizleştiğimizi, ne kadar vehn hastalığına yakalandığımızı…

Ama hâlâ umut var. Eğer Zekeriya gibi dua etmeye dönersek… Eğer sessizliğimiz yakarışa dönüşürse… Eğer bedenimiz değil, kalbimiz secdeye varırsa…

İşte o zaman ümmet yeniden ayağa kalkar. Çünkü bizim silahımız sadece top, tüfek değil; asıl silahımız duadır. Kalpten gelen, gözyaşıyla yıkanan, sarsılmaz bir yakarış…
Ve de fiiliyata geçilerek…

Sonuç ve Özet

Bugün suskunluk bir çöküş, bir duygu kuraklığıdır. Zalimler, ümmetin bu sessizliğinden cesaret alıyor. Hadiste bildirilen “vehn”, yani dünya sevgisi ve ölüm korkusu, bu hale gelmemizin en büyük sebebi. Oysa Hz. Zekeriya’nın duası, bizlere başka bir yol gösteriyor: Ümitsizliğe düşmeden, dua ederek Allah’a yönelmek.

Gazze’nin çığlıkları sadece yardım değil, uyanış çağrısıdır. Ve bu çağrıya verilecek en güçlü cevap; eylemle, bilinçle ve dua ile olur.

Makale Özeti:

Gazze’deki zulüm karşısında ümmetin suskunluğu “duygu-suzluk”la açıklanabilir.

Peygamberimiz (s.a.v.), ümmetin bu hale geleceğini “vehn” hadisiyle haber vermiştir: Dünya sevgisi ve ölüm korkusu.

Zekeriya Peygamber’in duası ise umutsuzluğa kapılmadan dua etmenin örneğidir.

Ümmetin tekrar dirilişi, içten yakarış, bilinçli gayret ve kalpten gelen dua ile mümkündür.

 

 




Ene’nin Pençesinde: Küçük Âlemde Tağut, Büyük Âlemde Tabiat

Ene’nin Pençesinde: Küçük Âlemde Tağut, Büyük Âlemde Tabiat

> “Evet şeytanlar, güya enenin gaga ve pençesiyle dinsiz feylesoflarının akıllarını havaya kaldırıp dalalet derelerine atıp dağıtmıştır. Küçük âlemde ene, büyük âlemde tabiat gibi tağutlardandır.”
— Sözler, 30. Söz

Ene: Allah’a Açılan Kapı mı, Yoksa Tağut’un Pençesi mi?

İnsana emanet edilen en kıymetli hakikatlerden biri olan “ene” (benlik), doğru anlaşılmazsa en büyük tehlikelerin de kaynağı olabilir. Ene, kendisiyle İlâhî sıfatlara kıyas yapılarak Allah’ı tanımak için bir ayna hükmündedir. Lakin bu ayna kirlenirse, nefsini ilahlaştıran bir put haline dönüşebilir.

Bediüzzaman’ın ifadesiyle ene, küçük âlem olan insanın içindeki bir tağuttur. Tabiat ise büyük âlemde aynı fonksiyonu görür. Her iki yapı da şeytanın dalalet planında merkezi bir rol oynar.

Şeytanın Gaga ve Pençesi: Ene

Şeytan, enenin kendisine güvenen, her şeyi kendine mal eden, “Ben yaptım, ben bildim, ben düşündüm” diyen gururlu halini bir silah gibi kullanır.
İnsanın aklını, gurur ve benlik üzerine bindirir, yükseğe kaldırır, sonra oradan aşağı atar. Artık insan:

Ne aklıyla doğruyu bulabilir,

Ne de kalbiyle hakikate ulaşabilir.

Çünkü ene gürleşmiş, ejderha gibi olmuş, kendisini her şeyin ölçüsü zannetmiştir.

Dinsiz Felsefenin Tuzağı: Tabiat ve Ene İlahı

Ene, eğer İlâhî kudreti tanımak için bir ölçü, bir vâhid-i kıyasî (ölçü birimi) olarak kullanılmazsa, yaratıcıyı inkar eden bir merkeze dönüşür.
Bu tür ene sahipleri:

Tabiatı yaratıcı sayar,

Sebepleri kudretle karıştırır,

Kendi nefsini her şeyin ölçüsü kabul eder.

Bu yüzden dinsiz feylesoflar, ene’nin ve tabiatın bu zehirli yüzüyle büyülenir, akıllarıyla dalalete düşerler. Şeytan, bu körlüğü sever. Çünkü aklın putlaştığı yerde, vahiy susar.

Tağut: Hakk’ı Örten Her Şey

Kur’an’da “tağut”, Allah’tan başka her türlü sapma, azgınlık ve putlaşma demektir. Küçük âlemde ene, insanı Allah’tan koparıyorsa bir tağuttur. Büyük âlemde tabiat, kudreti Allah’a vermeyip sahte sebeplere yüklüyorsa yine bir tağuttur.

O halde insanın en büyük düşmanı, dışarıda değil, içindedir:

Nefsinde büyüyen “ene”

Etrafında abartılan “tabiat”

Bu iki tağutla mücadele etmeyen biri, şeytanın tuzaklarından asla kurtulamaz.

Kurtuluş Yolu: Ene’nin Teslimiyeti

Ene, ancak emanet bilinciyle, benlikte hiçlik sırrıyla hakiki mecrasına döner.
Nasıl ki bir ayna, ışığı gösterip kendini unutturursa;
Nasıl ki bir pusula yön gösterir ama yönün kendisi olmazsa;

İnsan da “ben” derken aslında:

> “Beni yaratanı bilmek için bu benliği aldım.” diyebilmelidir.

Bu ise iman, marifet ve teslimiyetle mümkündür.

Özet:

Bu makale, insanın “ene” (benlik) duygusunun nasıl bir tağut haline dönüşebileceğini ve şeytanın eneyi nasıl bir pençe gibi kullanarak insanı dalalete sürüklediğini açıklamaktadır.
Küçük âlemde ene, büyük âlemde tabiat, Allah’tan uzaklaştıran iki büyük tuzak olarak karşımıza çıkar.
Kurtuluş yolu, eneyi hakikati anlamada bir ölçü birimi olarak kullanmak, onu Allah’a teslim etmek ve tabiatın arkasındaki kudreti görmekle mümkündür.
Ancak bu şekilde insan, şeytanın tuzaklarından, enenin gururundan ve tabiatın gafletinden kurtulabilir.

 

 




Emanete Hıyanet: Ene’nin Unutulan Vazifesi ve Kozmik Korku

Emanete Hıyanet: Ene’nin Unutulan Vazifesi ve Kozmik Korku

“Eğer o ene, hikmet-i hilkatini unutup vazife-i fıtriyesini terk ederek kendine mana-yı ismiyle baksa, kendini mâlik itikad etse o vakit emanette hıyanet eder

وَ قَدْ خَابَ مَنْ دَسّٰيهَا

altında dâhil olur. İşte bütün şirkleri ve şerleri ve dalaletleri tevlid eden enaniyetin şu cihetindendir ki semavat ve arz ve cibal tedehhüş etmişler, farazî bir şirkten korkmuşlar. “
Sözler. 30. Söz

*********

> “Eğer o ene, hikmet-i hilkatini unutup vazife-i fıtriyesini terk ederek kendine mana-yı ismiyle baksa, kendini mâlik itikad etse o vakit emanette hıyanet eder.”
— Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, 30. Söz

Ene: İlâhî Kudrete Ayna mı, Yoksa Sahte Bir Malik mi?

İnsanlık, kendisine emanet edilen ene (benlik) vasıtasıyla Allah’ın isim ve sıfatlarını anlamakla mükelleftir. Ene, İlâhî tecellîlere ayna olmak için verilmiş bir ölçü birimi, bir manivela gibidir. Lakin bu emaneti doğru anlamayan kişi, kendi varlığını mana-yı harfiyle (Allah’a işaret eden bir pencere olarak) değil de mana-yı ismiyle (kendi adına ve kendinde var zannederek) görmeye başlarsa, emanete hıyanet etmiş olur.

İşte bu hıyanet, Kur’an’ın “قَدْ خَابَ مَنْ دَسّٰيهَا” (Aldanıp Nefsini kirleten hüsrana uğramıştır) ayetinin tehdit ettiği ruhî iflasa yol açar.

Enaniyetin Dalalet Üreten Yüzü

Ene kendini malik sandığında, üç büyük sapmaya zemin hazırlar:

  1. Şirk: Kendisini malik zannederek, Allah’ın mutlak mülkünü parçalara ayırır ve mahluklara dağıtır.
  2. Dalalet: Varlığın anlamını kendi bakışına göre şekillendirir; hakikatin kaynağını unutur.
  3. Hıyanet: İlâhî emanet olan fıtratı kendi nefsine rehin bırakır, hakikatin yolundan sapar.

Bu yüzden enaniyet, dalaletin ana kaynağı, şirkin ilk kapısı ve ilahlık vehminin çıkış noktasıdır.

Kozmik Bir Korku: Semavat, Arz ve Cibal Neden Ürktü?

Kur’an’da anlatıldığı gibi, Allah Teâlâ emaneti (sorumluluk ve bilinç) göklere, yere ve dağlara teklif ettiğinde hepsi çekinmiş ve ürkmüştür. Çünkü bu emanetin içinde, ene sırrı ve serbest irade gibi büyük hakikatler saklıdır.

Bediüzzaman, bu ürkütücü durumun hakikatini şöyle açıklar:
Semavat ve arz ve cibal, “farazî bir şirk” ihtimalinden dahi korkmuşlar. Çünkü eğer ene, kendini malik sanırsa:

İlahlık vehmine kapılır.

Başkalarını da ilahlaştırır.

Kâinatın düzenini şirke alet eder.

Yani bu farazî bir şirk değil, potansiyel bir helak kaynağıdır. Dağların, göklerin, yerin bile çekindiği bu sorumluluk, insanın eline verilmiş ve maalesef çokları tarafından da suistimal edilmiştir.

Hakiki Kurtuluş: Enenin Vazifesini Hatırlaması

Ene, ancak kendi yaratılış hikmetini hatırlarsa, asli görevine döner:

Kendine malik olmadığını, Malik-i Hakikî’nin Allah olduğunu anlar.

Kendini tanımakla Rabbini tanımaya yönelir.

“Ben kimim?” sorusuna “Allah’ın bir kuluyum” cevabını verir.

Böylece emanete hıyanet değil, sadakat göstermiş olur. O zaman da ne arz, ne gök, ne de dağlar ürker. Çünkü insan emanetin kıymetini bilmiş, ona sadakatle riayet etmiştir.

Özet:

Bu makalede, insanın yaratılışına yerleştirilen ene adlı emanetin doğru anlaşılmazsa nasıl dalalet, şirk ve hıyanete yol açacağı izah edilmiştir. Bediüzzaman’a göre, ene kendini malik sanarsa, İlâhî nizamı dağıtır, şirke kapı açar.
Bu yüzden Kur’an’daki “emaneti yüklenme” kıssasında, semavat, arz ve cibal dahi bu emaneti üstlenmekten çekinmiştir.

Kurtuluş, enenin kendisini Allah’a bakan bir ayna olarak görmesiyle mümkündür. O vakit benlik, ilahî hakikatin hizmetine girer, şirk ve hıyanet yok olur. İşte o zaman insan, dağları bile korkutan bir emanete sadakat göstermiş olur.

 




Varlık Mertebeleri: Mümkinâtın Gölgesi ve Vâcibin Nuru

Varlık Mertebeleri: Mümkinâtın Gölgesi ve Vâcibin Nuru

“Evet, Kur’ân, şeriatın müteaddit ve çok ilimlerini, hakikatin mütenevvi’ ve kesretli ilimlerini, tarîkatin muhtelif ve hadsiz ilimlerini kendi ilminin denizinden akıttığı gibi; daire-i mümkinâtın hakiki hikmetini ve daire-i vücûbun ulûm-u hakikiyesini ve daire-i âhiretin maarif-i gàmızasını o denizinden muntazaman ve kesretle akıtıyor.”
Sözler. 25. Söz.

“mümkinatın vücudu, vâcibin nurundan bir gölge olduğu cihetle, vehmî bir mertebededir. Vâcibin emriyle vücud-u hariciyeye girer. Sâbit ve müstakar kalır. Demek mümkinatın vücudu bizzat hakikî bir vücud-u haricî olmadığı gibi, vehmî veya zâil bir zıll de değildir. Ancak, Vâcibü’l-Vücudun icadıyla bir vücuttur.”
Mesnevî-i Nuriye. 117.

**********

  1. Mukaddime: Varlık Denen Hakikat Nedir?

İnsan zihni, var olan her şeyi “mevcut” zanneder. Oysa varlığın bir hiyerarşisi ve ontolojik mertebeleri vardır. İşte bu noktada, İslamî kelam ve tasavvuf geleneği içinde şekillenen daire-i vücûb ve daire-i mümkinât kavramları devreye girer.
Bediüzzaman Said Nursî, bu iki daireyi Kur’ânî tefekkür ve marifet penceresinden değerlendirmiş; insan idrakine sarsıcı bir tevhidî bakış açısı kazandırmıştır.

  1. Daire-i Vücûb: Zâtı ile Vâcip, Varlığı Zorunlu Olan

Vâcibü’l-Vücud, yani varlığı zatı gereği olan tek Zât Allah’tır. O’nun varlığı:

Ezelîdir: Başlangıcı yoktur.

Ebedîdir: Sonu yoktur.

Zatîdir: Başka hiçbir sebebe, illete bağlı değildir.

Zarurîdir: Yokluğu düşünülemez.

Bediüzzaman bu varlık dairesini “daire-i vücûb” olarak isimlendirir. Bu dairede yalnızca Allah vardır. O’nun dışındaki her şey mümkün mertebededir.

  1. Daire-i Mümkinât: Olabilirlik Mertebesi ve Gölge Varlıklar

Mümkinât, yani mümkün varlıklar, kendi başlarına var olamazlar. Varlıkları:

Muhtaçtır: Kendi kendilerine var olamazlar.

Mümkündür: Olabilir de olmayabilir de.

İzafîdir: Gerçek varlıkları yoktur, Allah’ın yaratmasıyla varlık kazanırlar.

Hudûsîdir: Sonradan var edilmişlerdir.

Bediüzzaman’a göre mümkinatın vücudu, “Vâcibin nurundan bir gölge” gibidir. Kendi zatından değil, Allah’ın emriyle ve yaratmasıyla bir “haricî vücut” kazanır.

  1. Vehmî Gölge Değil, Zıllî Varlık: Ne Gerçek, Ne Hiçlik

Bazı bâtınî yorumlarda, mümkinatın vücudu tamamen vehmî yani hayal ürünü olarak görülmüştür. Ancak Bediüzzaman bu noktada itidalli bir çizgi çizer:

> “Mümkinatın vücudu bizzat hakikî bir vücud-u haricî olmadığı gibi, vehmî veya zâil bir zıll de değildir.”

Yani, ne tamamen gerçek ne de tamamen hayaldir. Bu varlıklar, Allah’ın kudretiyle yaratıldıkları için, zıllî (gölgesel ama yaratılmış) bir varlığa sahiptir. İşte bu denge, hem vahdet-i vücûd gibi mutasavvıf yorumlardan hem de maddeci anlayışlardan ayrışır.

  1. Kur’ân’ın Varlık Tasnifi: İlmin Denizinden Akan Marifet

Bediüzzaman’ın ifadesiyle Kur’ân:

Daire-i mümkinâtın hikmetini, yani kâinatın akıl almaz düzenini ve ahengini anlatır.

Daire-i vücûbun ilmini, yani Allah’ın varlığı, birliği, sıfatları ve mutlaklığı gibi meseleleri ders verir.

Daire-i âhiretin marifetini, yani gaybî âlemleri, ölüm sonrası hayatı ve ebediyet yurdunu haber verir.

Tüm bunları tek bir denizden, yani İlâhî İlim ve Kudret deryasından akıtır.

  1. Tevhidin Zirvesi: Mümkinâtın Aynasında Vâcibin Tecellisi

Bu varlık tasnifi, yalnız felsefî bir düşünce değil, hakikatin merkezidir. İnsan, daire-i mümkinât içinde yer aldığını ve varlığının zatî değil, Allah’ın icadı olduğunu idrak ettiğinde:

Gururdan kurtulur.

Tevhide yönelir.

Aczini ve fakrını bilir.

Şükür ve ubudiyetle gerçek kulluğa ulaşır.

Varlığı mutlaklaştıran modern insanın, kendi zayıflığını “hakikî bir varlık” gibi sunması, en büyük metafizik sapmadır. Oysa insan bir gölgeler âleminde yaşamaktadır ve o gölgeler, tek bir Nur’un yani Allah’ın kudretiyle görünür hale gelmektedir.

Özet:

Bu makalede, daire-i vücûb (Allah’ın mutlak varlığı) ile daire-i mümkinât (yaratılmış varlıklar) arasındaki farklar ele alınmıştır.

Vâcibü’l-Vücud olan Allah’ın varlığı zatî ve zorunludur.

Mümkinâtın varlığı ise izafî, yaratılmış ve Allah’a muhtaçtır.

Mümkinat ne tamamen gerçek ne de hayalidir; Allah’ın kudretiyle bir zıllî varlık kazanır.

Bu bakış açısı, insanı gururdan arındırır, tefekküre yöneltir ve tevhidi marifetle derinleştirir. Varlığın anlamı bu tevhid ekseninde şekillenir ve insan, kendi aczini ve ubudiyetini idrak ettikçe Hakk’a yaklaşır.

 




Taşeronluk Tuzakları: Hegemonya Oyununun Kürtler Üzerindeki Karanlık Gölgesi

Taşeronluk Tuzakları: Hegemonya Oyununun Kürtler Üzerindeki Karanlık Gölgesi

  1. Giriş: Hakkı Terk Eden, Batılın Oyuncağı Olur

Tarih boyunca hak dava taşımayan her hareket, bir süre sonra güçlülerin elinde taşeron bir araca, yönsüz bir fırtınaya dönüşmüştür. Din, akıl ve vicdan gibi asli referanslarını yitiren her oluşum; ya emperyal güçlerin oyununda bir piyon olur ya da kendi halkına zulmeden bir despotizme dönüşür.

Bugün, PKK’nın üst düzey yöneticilerinden Besê Hozat’ın itiraf niteliğindeki açıklamaları bu gerçeği bir kez daha gözler önüne sermektedir. Hozat’ın sözleri, sadece bir strateji değişikliği değil; aynı zamanda ideolojik bir iflâsın, ahlâkî bir savruluşun da ilanıdır.

  1. İsrail’in Hegemonya Planı ve Ortadoğu’nun Yeniden Dizaynı

Ortadoğu, yüzyıllardır jeopolitik oyunların, mezhep ve etnik kışkırtmaların, böl-parçala-yönet stratejilerinin sahnesi olmuştur. Bu sahnede en çok kullanılan aktörlerden biri de, Kürt halkı olmuştur. Ne acıdır ki, Kürtler defalarca bu planların bir parçası yapılmış, özgürlük ve kendi kaderini tayin hakkı gibi yüce kavramlar, emperyalizmin maskesi hâline getirilmiştir.

Besê Hozat, “Bölgenin dizaynı İsrail’in güvenliği ve çıkarları temeline oturtuluyor” diyerek bu oyun planını itiraf etmiştir. İsrail’in hedefi:

İran, Türkiye ve Arap dünyasını dengeleyecek bir tampon güç oluşturmak,

Sınırları parçalayarak istikrarsız mikro yapılar tesis etmek,

Kürt unsurları kullanarak İsrail’in etki alanını genişletmek.

Bu, ne Kürt halkının menfaatinedir ne de bölgenin selameti için hayırlıdır.

  1. PKK’nın Dönüşümü: Sözde Devrimden Fiilî Taşeronluğa

Kuruluş yıllarında marksist-leninist çizgide sözde “devrimci” bir yapılanma olarak ortaya çıkan PKK, yıllar içerisinde:

İslâmî değerleri yok sayan,

Aile yapısını ve gelenekleri parçalayan,

Kadını savaş makinesine dönüştüren,

Gençleri silahlandırarak ölüme süren, bir anarşi odağına dönüşmüştür.

Son aşamada ise, Batı’nın güvenlik aparatlarına entegre olmuş, İsrail ve ABD’nin çıkarları doğrultusunda hareket eden bir paralı vekil güç hâlini almıştır.

Hozat’ın açıklamaları, bu dönüşümün artık gizlenemeyecek noktaya ulaştığını göstermektedir. PKK, bugün ideolojik değil; kiralanabilir, kullanılabilir, vazgeçilebilir bir yapı hâlindedir.

  1. Kürt Halkı: Araçsallaştırılan Bir Milletin Sessiz Çığlığı

Kürt halkı, İslam ümmetinin aziz ve kahraman bir parçasıdır. Selahaddin Eyyubi gibi bir mücahid-i ekberin torunları, bugün emperyal güçlerin taşeronu olan yapılarda istismar edilmekte, kandırılmakta ve kurban edilmektedir.

Bu halkın gerçek kurtuluşu:

Batılı projelerde değil,

Seküler ütopyalarda değil,

İsrail’in güvenlik mimarisinde hiç değil, Ancak İslam kardeşliğinde, adaletli bir İslâmî idarede ve ümmet şuuru içinde mümkündür.

  1. Sonuç: Kime Hizmet Ediyorsan, Ona Dönüşürsün

Bugün PKK’nın içine düştüğü durum; “Yalnız Allah’a kul olmayan, her şeye kul olur” hakikatini bir kez daha teyit etmektedir.
Kudüs işgal altındayken İsrail’le aynı masaya oturan, mazlum Kürt halkını Batı’nın çıkarları için feda eden hiçbir yapı ne “özgürlükçü” olabilir ne de “temsilci”.

Bu toprakların çocukları, İslam’ın adalet güneşi altında bir araya gelmedikçe ne Kürt ne Türk ne Arap kurtulur. Kurtuluş, ancak Kur’ân’ın rehberliğinde, vahdet şuuruyla mümkündür.

Özet:

Bu makalede, PKK yöneticisi Besê Hozat’ın açıklamaları üzerinden İsrail’in Ortadoğu’daki hegemonik planları ve Kürt halkının bu planda nasıl araçsallaştırıldığı ele alındı.

PKK, sözde devrimci çizgisinden saparak Batılı güçlerin taşeronu hâline gelmiştir.

İsrail’in güvenliği için bölgede Kürtleri “tampon güç” olarak kullanma niyeti açıkça itiraf edilmiştir.

Kürt halkının gerçek kurtuluşu Batı’da değil; İslam kardeşliği ve ümmet şuuru içindedir.

PKK’nın bu savruluşu, ideolojik iflasın ve misyon kaybının göstergesidir.

Son söz: Hak’tan sapanın sonu, Batıl’a kulluk ve halkına zulümdür.

 




Allah’ı da Hal’ Ettik: Bir Asırlık Sessiz Devrim ve Dinle Siyaset Arasındaki Kopuş

Allah’ı da Hal’ Ettik: Bir Asırlık Sessiz Devrim ve Dinle Siyaset Arasındaki Kopuş

Bir asırdır dinden ve ahlaktan soyutlanan ve dinle siyaset yapanlar ise, dini siyasete alet yapma, suçlamasıyla suçlandı.
Bu durumda din ve ahlak mı siyasetten çıkartılıp uzaklaştırıldı yoksa siyaset mı dine mesafeli durdu?
Veya kim ve neden korunmaya çalışıldı?
Yoksa dindar kesim yönetimden uzaklaştırılarak keyfi küfri bir yönetim mi arzu edildi?

Nitekim,Refik Ahmet Sevengil 1929’da, tam da M. Kemal’in muhalefeti tasfiye edip bütün ipleri eline aldığı bir dönemde, “Uyanış” dergisinde şöyle yazmıştı;

“Imparatorla beraber Allah’ı da hal’ettik.”

Yani; “Sultan’la-Padişahla birlikte Allah’ı da tahtından indirdik.”

Allah’ı yerinden indirip kendini onun yerine otutturma çabasındaki Şeytanî bir kibir.
Firavunca bir davranış.
O varsa ben de varım hamlığı ve ahmaklığı.

********

  1. Başlangıçta Ne Oldu? Din mi Siyasetten Uzaklaştı, Siyaset mi Dinden?

Modern Türkiye’nin kuruluş süreci, yalnızca siyasî bir rejim değişikliği değil; aynı zamanda bir medeniyet değişimi, hatta bir inanç devrimi olmuştur. Bu dönüşümde, dinin siyasetten uzaklaştırılması bir tercih değil, planlı bir tasfiye hareketidir.

Sorun; dinin siyasette suistimali değil, dinî değerlerin siyasî alanı şekillendirme kudretine duyulan korkudur. Zira din; sadece bir vicdan meselesi değil, hayatın bütün alanlarına nüfuz eden bir muhasebe ve murakabe sistemidir. Bu ise keyfî ve ideolojik iktidarların işine gelmez.

  1. “Dini Siyasete Alet Etmek” Yaftası: Hakikat Mi, Maskeli Bir İnkâr Mı?

Son bir asırda en sık duyduğumuz suçlama: “Dini siyasete alet etmek.”

Peki soralım:

Dini siyasete alet edenler mi dışlandı,

Yoksa dini siyasetin dışında bırakarak, ahlâksız bir meşruiyet üretmeye çalışanlar mı galip geldi?

Aslında bu suçlama, dine bağlılığı olan insanları siyasetten uzak tutmak için bir paravan, bir sindirme aracıdır.

Zira eğer mesele gerçekten “dinin suistimali” olsaydı, en çok dindar olmayanların bu konuda yargılanması gerekirdi. Çünkü tarih, dini araçsallaştıranların değil, dine teslim olanların yargılandığı örneklerle doludur.

  1. “Allah’ı da Hal’ Ettik”: Refik Ahmet Sevengil’in İtirafı Ne Anlatıyor?

Refik Ahmet Sevengil, 1929’da şöyle diyordu:

> “İmparatorla birlikte Allah’ı da hal’ ettik.”

Bu ifade; bir siyasetçinin gafı değil, bir dönemin ideolojik şuuraltının dışa vurumudur.

Buradaki “Allah’ı hal’ etmek”, sadece dinin değil; Allah’ın hayatın merkezinden çıkarılmasının, ilahsız bir sistem inşasının, seküler bir ilahsızlık rejiminin açık ilanıdır. Dindarların değil; Tanrı’yı!? bile yönetime rakip görenlerin zihniyetidir bu.

Bu zihniyetin sonucu:

Cuma hutbelerinde padişahın adı silinmiş, Allah’a dua edilen bir makam kaldırılmış,

“Allah devletin koruması altındadır” gibi ironik kanunlar çıkarılmış,

Dinî eğitim neredeyse yasaklanmış, ezan susturulmuş, Kur’an Arapça okunamaz hâle getirilmiştir.

Bu, ne sekülerizm ne özgürlük… Bu; din düşmanlığıdır.

  1. Korunan Neydi? Kim Kime Karşı Korumaya Alındı?

Aslında din siyasete değil; siyaset dine karşı korunmaya çalışılmıştır.
Zira dinin siyasete yön vermesi; adaletsizliği, haksız kazancı, ahlâksız yöneticiyi sorgulayan bir denetim mekanizmasıdır. Bu da müstebitleri rahatsız eder.

Cumhuriyet’in ilk yıllarında kurulan sistem, İslam’ın değil, Batı’nın ahlâksız seküler değerlerinin devletleştirilmesini esas almıştır.
Kur’an, yönetimden dışlanmış; yerine pozitivist yasalar konulmuş, halktan gelen itirazlar ise “irtica” yaftasıyla susturulmuştur.

Sonuçta yönetimden uzak tutulan sadece dindarlar değil, hakikat, vicdan ve adalet olmuştur.

  1. Bugün Ne Oldu? Dün Suçlananlar, Bugün Hâlâ Yargıda

Dindarların yönetime gelmeye başlamasıyla birlikte, eski vesayet sisteminin kalıntıları yeniden “dini siyasete alet ediyorlar” yaygarasını yükseltmiştir. Oysa asıl sorun hâlâ şudur:

Siyaset dine mi dayanacak?

Yoksa din, siyasetin vitrin süsü mü olacak?

Bugün yaşananlar, dinin merkezde olmadığı hiçbir sistemin ahlâken ayakta kalamayacağını göstermektedir.

  1. Sonuç: Dinsiz Siyaset, Ahlâksız İktidar Doğurur

Bir asırdır devam eden bu mücadele, sadece siyasi değil; imanla küfür, hak ile bâtıl arasında bir varoluş mücadelesidir.

Dini siyasetten ayırmak isteyenler, aslında:

Adaletsizliği gizlemek,

İslâmî denetimi ortadan kaldırmak,

İslâm’a dayalı bir halk iradesini susturmak istemiştir.

Ama unutulmamalı ki:

> “Allah’ı hal’ ettik” diyenler, bir gün hesap verirken “sizi yöneten kimdi?” sorusuyla karşılaşacaklardır.

Özet:

Bu makalede, son bir asırda Türkiye’de dinin sistematik olarak siyasetten dışlanması, dindarların yönetimden uzaklaştırılması ve din düşmanı ideolojilerin devletleştirilmesi ele alındı.

“Dini siyasete alet etme” söylemi, dindarları yönetimden uzaklaştırmak için kullanıldı.

Refik Ahmet Sevengil’in “Allah’ı da hal’ ettik” ifadesi, seküler devrimci zihniyetin özünü yansıttı.

Siyaset, dine değil; din, siyasete karşı koruma altına alındı.

Bu süreçte din dışlandı, ahlak çöktü, vicdan susturuldu.

Son söz: Dinsiz siyaset ahlâksız, ahlâksız siyaset ise zulme kapı aralar. Hakikî adalet ancak Allah’ın hükmüne dayanarak tesis edilebilir.

 




Sanatı Görüp Sanatkârı İnkar Etmek: Bilim mi, Körlük mü?

Sanatı Görüp Sanatkârı İnkar Etmek: Bilim mi, Körlük mü?

  1. Bilim Adamı mı, Film Adamı mı?

Bir bilim adamı düşünün…

Mikroskopa eğiliyor, bir hücrenin içinde dönen müthiş sistemleri inceliyor.
Teleskopla göğe bakıyor, galaksiler arası dengeyi ölçüyor.
Matematiğe dalıyor, her şeyi kapsayan bir formül peşinde koşuyor…

Ve sonra diyor ki: “Bu muhteşem düzen tesadüfen oluştu.”

Bu söz, bilimin değil, kör inancın ürünüdür.

Zira sanat görüldüğü hâlde sanatkârı inkâr etmek; ilme değil, cehâlete delildir.
Bir tabloyu görünce ressamı; bir şiiri duyunca şairi; bir bina görünce mimarı akla getiren insan,
kâinat gibi muhteşem bir eseri görünce neden Müessiri hatırlamaz?

Bu sorunun cevabı bilimde değil, niyette gizlidir.

  1. Sanat Sanatkârsız Olmaz: Aklın En Temel İlkesi

Fıtratın sesi şunu söyler:
Her eser bir ustayı gösterir.
Her kitap bir yazarı, her plan bir mühendisi işaret eder.

Kâinattaki her varlık birer mektup gibidir.
İnsanın DNA’sından, arının petek geometrisine kadar her detayda,
sonsuz bir kudretin ve ilmin imzası vardır.

Bir saat kendi kendine olmaz da,
insan gibi kompleks bir varlık nasıl tesadüfen olsun?

Eğer bilim adamı gerçekten dürüstse,
bilgisi onu imanla secdeye götürmelidir.

  1. İnkâr Eden Bilim Adamı mı, Aklı İhanete Uğrayan Adam mı?

İnkârcı bilim adamı, aslında bir bilgi sahibi değil, vicdan yoksunudur.

Zira o;

Gözle görür ama kalple hissetmez,

İnceler ama tefekkür etmez,

Formüller kurar ama varlıkla bağ kurmaz.

Bu yüzden onun ilmi, kendisine yük olur.
Bilgi, sorumluluk getirir; ama o bilgiyi inkâr perdesiyle örter.

Kur’an’ın deyimiyle:

> “Onların kalpleri vardır, ama onunla anlamazlar. Gözleri vardır, ama onunla görmezler.” (A’râf, 179)

Gerçek bilim adamı bilgiyi Allah’a götüren bir köprü olarak kullanır.
İnkârcı ise o köprüyü kendi altına alıp egosunu yüceltmek ister.

  1. Sanata Aşık, Sanatkâra Kör: Bu Ne Yaman Çelişkidir?

Kimi bilim insanları tabiatın güzelliğine hayran olur:

Nebulaların renkleri,

Canlılardaki simetri,

Ekosistemdeki denge…

Ama bu hayranlık, Allah’ı anmaya gelince susar.

Bu; tıpkı bir resme aşık olup ressamı inkâr etmek gibidir.
Ya da bir müziğe hayran kalıp bestekârı yok saymak gibi…

Sanata hayran olup sanatkâra kör kalmak, ya cehaletin ya da kibrin eseridir.

  1. Bilim İmanı Red Değil, Takviye Eder

Asıl bilim, Allah’ı inkâr etmez. Bilakis:

Yıldızları seyrederken secdeye götürür,

Atomları okurken hayretle “Subhanallah” dedirtir.

Newton, Kepler, Galileo ve Einstein gibi nice büyük bilim adamı,
ilimleri arttıkça hayranlıkları da artmıştır.

> “İlmin azı Allah’tan uzaklaştırır, çoğu ise yaklaştırır.” – Francis Bacon

Demek ki sorun, bilimde değil, bilimi niyetle yönlendiren zihinlerde…

Sonuç ve Hikmet:

Bir bilim adamı;

Allah’ın yarattığı varlıkları inceler,

O’nun koyduğu kanunları çözer,

O’nun verdiği akılla keşfeder.

Ve eğer bunu yaparken Allah’ı tanımıyorsa,
bilim adamı değil, sadece veri toplayan bir teknisyendir.

O hâlde:

> Sanatı inkâr eden sanatsever olmaz, sanatkârı inkâr eden bilim adamı olamaz.

Özet:

Bu makalede, bilim ile iman arasındaki ilişki, inkârın bilimle değil; niyetle ilgili olduğu vurgulanarak işlendi.
Sanatı görüp sanatkârı tanımamak, hakikati örten bir körlüktür.
Gerçek bilim adamı, kâinatın delillerini inceleyerek Allah’a ulaşır.
İnkârcı bilim adamı ise sahip olduğu bilgiyi Allah’a ulaşmak için değil, egosunu tatmin için kullanır.
Bilim, ancak imanla birleştiğinde anlamlı bir değere ulaşır.