Kelime-i Tevhid: Sonsuzluğun Anahtarı

Kelime-i Tevhid: Sonsuzluğun Anahtarı

“Hem kelime-i tevhidde azamet-i kibriya ve celal-i Sübhanî ve saltanat-ı mutlaka-i rububiyet-i Samedaniye tahakkuk etmesi içindir ki Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm ferman etmiş:

اَفْضَلُ مَا قُلْتُ اَنَا وَالنَّبِيُّونَ مِنْ قَبْلٖى لَٓا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ
Yani “Ben ve benden evvel gelen peygamberlerin en ziyade faziletli ve kıymetli sözleri ‘Lâ ilahe illallah’ kelâmıdır.”
Şualar

İnsanlığın diliyle söylediği en büyük hakikat, kâinatın ruhunu taşıyan bir kelimedir:
“Lâ ilâhe illallah”
Bu kelime sadece bir cümle değil, varlığın özü, imanın çekirdeği, ubudiyetin şiarı ve insan hayatının rotasıdır. Bu kelimenin sırları öyle derindir ki, Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmuştur:

> “Ben ve benden önceki peygamberlerin en faziletli sözü ‘Lâ ilâhe illallah’tır.”

Çünkü bu kelime, Allah’tan başka her şeyi dışlar. Kalbi putlardan, aklı bâtıldan, ruhu gafletten temizler. Varlığı birliğe bağlar. Sonsuz sayıda sebep ve aracıyı ortadan kaldırır.
Her şeyin üstündeki hükmün yalnız Allah’a ait olduğunu ilan eder.

Tevhid, Allah’ın Azamet ve Saltanatını İlan Eder

Tevhid kelimesi, sadece Allah’ın varlığını değil; mutlak hâkimiyetini, sınırsız kudretini, sonsuz merhametini, benzersiz ilmini de haber verir.
Çünkü “Lâ ilâhe illallah” demek:

Hâkimiyetin yalnız Allah’a ait olduğunu söylemektir.

Her şeyin dizgininin O’nun elinde olduğunu kabullenmektir.

Görünen ve görünmeyen bütün âlemlerin tek bir Rab tarafından idare edildiğini tasdik etmektir.

Bu yüzden, bu kelimeyle insan yalnızlıktan kurtulur, kaostan vahdete ulaşır.
Hayatına mânâ, ölümüne umut gelir. Çünkü bilir ki, her şeyin arkasında Rahîm ve Hakîm bir Kudret vardır.

Tevhid, Sadece İlim Değil, Teslimiyettir

Tevhid, sadece bilinen değil; yaşanan bir hakikattir.
Kalpte yer bulduğunda insana huzur verir, belirsizlikleri siler.
İnsan, bu kelime ile yalnız Allah’a güvenir, sadece O’ndan yardım ister, yalnız O’na yönelir.
Bu kelime, insanı hem azaptan kurtarır, hem hayatını nurlandırır.

Üstad Bediüzzaman Hazretleri bu kelimenin içinde azamet-i kibriya, celal-i sübhanî, rububiyetin saltanatı olduğunu belirtir. Yani bu kelimeyle insan, Allah’ın yüceliğini, büyüklüğünü, her şeyi kuşatan hâkimiyetini kalbinde hisseder ve teslim olur.

Neden En Faziletli Söz Tevhid’dir?

Çünkü:

İnsanları şirkten, bâtıldan ve gafletten kurtarır.

Bütün peygamberlerin ortak davasıdır.

Kâinatın yaratılış gayesini özetler.

İnsanın dünya ve ahiret saadetinin temelidir.

Kalpleri birleştirir, ruhlara huzur verir.

Lâ ilâhe illallah demek, bir bakıma:
“Benim Rabbim birdir. Kudret sahibi O’dur. Rezzâk O’dur. Şâfi O’dur. Hükmeden, koruyan, yaratan sadece O’dur.” demektir.

Özet:

Bu makale, kelime-i tevhidin (Lâ ilâhe illallah) taşıdığı azametli manaları ve hayat üzerindeki etkilerini ele alır. Bu kelime, yalnız Allah’ın varlığını değil, mutlak hâkimiyetini, rububiyetini, kudretini ve merhametini de ilan eder. Peygamberlerin en faziletli sözü olarak bildirilen bu kelime, insana hem inançta selamet hem hayatta istikamet verir. Tevhid, hem kalbin nuru, hem hayatın anahtarı, hem ebediyetin kapısıdır.

 

 




Küfrün Gölgesinde Yokluk, İmanın Nurunda Varoluş

Küfrün Gölgesinde Yokluk, İmanın Nurunda Varoluş

“Hakaik-i İslâmiyeye zıddiyet gösterip mübareze eden küfrün mahiyeti bir inkârdır, bir cehildir, bir nefiydir. Sureten ispat ve vücudî görülse de manası ademdir, nefiydir.

   İman ise ilimdir, vücudîdir, ispattır, hükümdür. Her bir menfî meselesi dahi bir müsbet hakikatin unvanı ve perdesidir.”
Şualar

Küfür, çoğu zaman dışarıdan bakıldığında bir isyan, bir fikir, bir duruş gibi gözükse de, hakikatte bir yokluğun adıdır. Nitekim Bediüzzaman Said Nursî, bu gerçeği veciz bir şekilde ifade eder: “Küfrün mahiyeti bir inkârdır, bir cehildir, bir nefiydir.” Yani küfür; inatla kurulmuş bir varlık değil, hakikatten yüz çeviren bir yokluktur. Bilgisizliktir, hakikate kapanmış bir kalbin sessizliğidir.

Oysa iman, bir ilimdir. Bilmenin, tanımanın, anlamanın bir neticesidir. Varlığı inkâr etmeyip, hikmetle okumaktır. Gözle görüleni değil, görünende gizli olanı fark etmektir. İman, bu yüzden vücudîdir, yani varlık üzerine kurulu bir hakikattir. Bir hükümdür; bir şeyin ne olduğunu, nereden gelip nereye gittiğini beyan eder. Her hükmü, arkasında bir ilim ve irade barındırır.

Küfür, sureten bir duruş gibi görünür. Kimi zaman bilim kisvesiyle, kimi zaman özgürlük sloganlarıyla ortaya çıkar. Ancak özü itibariyle bir ademdir; yani bir boşluk, bir hiçliktir. Neyi reddettiğini bile bilmeden, sadece inkâr etmekle yetinir. Çünkü “menfî”dir; yani her şeyi yok saymakla tanımlıdır. Var olanı silmeye çalışmak bir fikir değil, bir gaflettir.

İman ise en menfî meselede dahi müsbet bir hakikati gizler. Mesela ölüm… Küfür nazarında ölüm bir yokluk, bir sonsuz karanlık gibidir. Oysa iman nazarında ölüm, ebedî hayata açılan bir kapıdır. Aynı hadise, iki bakışta zıt manalar kazanır. İşte iman; olayları, varlıkları, hadiseleri ve hatta felaketleri bile müsbet bir anlam içinde okur. Her şeyin arkasında bir hikmet arar, bir rahmet görür, bir nizam keşfeder.

Bu yüzden küfür, cehaletin bir tezahürüdür; ilimden, anlayıştan, tefekkürden kaçıştır. İman ise kalbin ve aklın ortak sesiyle varlığa yönelmek, onu anlamak, onu sevmektir. Her ne kadar küfür bazen akılcılık ve özgürlük perdesi altında kendini gösterse de, aslında temeli ilimsizlik ve inkâra dayanır. Çünkü bir şeyi bilmeden inkâr etmek, ilim değil cehalettir.

Bugünün dünyasında, özellikle genç nesiller arasında, “her şeye şüpheyle yaklaşmak” adı altında bir inkâr kültürü yayılmaktadır. Fakat bu, zihinleri özgürleştirmekten çok, anlam boşluğuna sürüklemektedir. Kalpler doymaz, zihinler tatmin olmaz, ruhlar huzur bulmaz. Çünkü inkâr; ne güven verir, ne sığınak olur, ne de bir gelecek vaad eder. Varlığı inkâr etmek, varoluşu anlamsızlaştırmaktır.

İman ise, insanı boşlukta savrulmaktan kurtarır. Her şeyi yerine koyar. Hayatı anlamlı kılar, ölümü bile ebediyetin eşiği haline getirir. İnsana kim olduğunu, neden yaşadığını ve nereye gittiğini öğretir. Bu yönüyle iman, yalnız bir inanç değil; bir bakış açısı, bir hayat felsefesi, bir varlık şuurudur.

Bediüzzaman’ın dediği gibi:
“Her bir menfî meselesi dahi bir müsbet hakikatin unvanı ve perdesidir.”
Yani küfür; yok etmek istediği şeyin bile isbatına hizmet eder. Tıpkı karanlığın ışığın yokluğunu göstermesi gibi, inkâr da aslında isbatın perdesi olur.

İşte bu yüzden küfür bir hiçlik, iman ise bir varlıktır. Küfür bir çöküştür, iman bir inşa… Küfür bir unutkanlık, iman bir hatırlayıştır. Küfür bir yıkım, iman ise bir diriliştir.

Özet:

Küfür, hakikatte bir yokluktur; ilme değil cehalete, isbata değil inkâra dayanır. Yüzeyde bir duruş gibi görünse de, aslında hiçbir hakikate dayanmayan bir menfîliktir. Oysa iman, ilimle beslenen, varlıkla bütünleşen, hakikati gören bir isbattır. Her olayı anlamlı kılar, hayatı manalandırır, ölümden sonrası için bir umut sunar. Küfür inkârdır; iman ise varlıktır, diriliştir. Bu sebeple, imanın nuruyla bakmak, varlığı hakikatiyle görmek demektir.

 




Vahyin Safiyeti, İlhamın Gölgesi: Kelâm-ı İlâhîye Dair Derin Bir Tefekkür

Vahyin Safiyeti, İlhamın Gölgesi: Kelâm-ı İlâhîye Dair Derin Bir Tefekkür

“Vahiy gölgesizdir, safidir, havassa hastır. İlham ise gölgelidir, renkler karışır, umumîdir. Melâike ilhamları ve insan ilhamları ve hayvanat ilhamları gibi çeşit çeşit hem pek çok envalarıyla denizlerin katreleri kadar kelimat-ı Rabbaniyenin teksirine medar bir zemin teşkil ediyor.
ediyor.

لَوْ كَانَ الْبَحْرُ مِدَادًا لِكَلِمَاتِ رَبّٖى لَنَفِدَ الْبَحْرُ قَبْلَ اَنْ تَنْفَدَ كَلِمَاتُ رَبّٖى

âyetinin bir vechini tefsir ediyor anladı.”
Şualar

İnsan, kâinatın anlamını ve kendi varlığının gayesini anlama arayışında en çok bilgi kaynağına muhtaçtır. Bu bilginin en yücesi, en doğrudan olanı ise vahiydir. Vahiy; Allah’tan doğrudan gelen, araya gölge, perde, karışıklık girmeyen saf bir nurdur. O, peygamberlerin gönlüne indirilen, hak ile bâtılın birbirine karışmadığı tertemiz bir ilâhî hitaptır.

Buna karşılık ilham, daha alt mertebede bir bilgi kaynağıdır. İlham da Hakk’tandır, ancak çoğu zaman araya nefis, hissiyat, mahlûkiyetin gölgesi girer. Bu nedenle ilham:

Renkli ve gölgelidir,

İnsan, melek ve hayvanlara kadar çeşitlidir,

Dereceleri farklıdır,

Hakikatin tamamını değil, bir yönünü gösterir.

Tıpkı berrak ve sâkin bir gölde gökyüzünü net görmek ile dalgalı bir denizde kırık ve bulanık yansımaları görmek gibidir. Vahiy, gökteki hakikatin saf yansımasıdır; ilham ise o yansımanın dalgalarda kırılması gibidir.

Bediüzzaman Hazretleri, bu farkı açıklarken ilhamın çok çeşitli olmasıyla Allah’ın kelimelerinin sonsuzluğunu da birleştirir. Kur’an’ın şu ayeti bu gerçeğe işaret eder:

> “Rabbimin kelimeleri için deniz mürekkep olsa, Rabbimin kelimeleri bitmeden deniz tükenirdi.”
(Kehf, 109)

Bu ayet, Allah’ın sonsuz kelimelerinin yani manalarının, hükümlerinin, ilhamlarının, tecellilerinin, emrinin ne kadar sınırsız ve derin olduğunu bildirir. İşte ilham da bu deniz gibi tükenmeyen kelimelerin farklı mahlûkatta tezahür etme biçimidir. Vahiy ise, bu denizden gelen en saf ve doğrudan çağlayandır.

Bu nedenle, vahiy peygamberlere mahsustur ve onu insanlar taklit edemez. İlham ise evliya ve salih kullara, hatta hayvanlara kadar farklı şekillerde gelebilir. Ama asla vahyin kesinliği ve bağlayıcılığına ulaşamaz. Bu farkı bilmek, hak ile zannı ayırmak için çok önemlidir. İlhamla amel edilir; ama din inşa edilmez. Din, sadece vahiy ile sabittir.

Özet:

Bu makalede, vahiy ile ilham arasındaki temel farklar açıklanmıştır. Vahyin saf, doğrudan ve peygamberlere özel bir hitap olduğu, ilhamın ise gölgeli, dereceli ve umumî bir bilgi olduğu ifade edilmiştir. İlhamlar, Allah’ın kelimelerinin çokluğuna ve rahmetinin çeşitliliğine işaret eder. Ancak hakiki dinin kaynağı vahiydir, ilham ise kişiseldir ve bağlayıcılığı yoktur. Ayette geçen “deniz mürekkep olsa kelimeleri yetmezdi” ifadesiyle bu sınırsızlık tasvir edilmiştir. Böylece insan, doğru bilgiye ulaşmak için vahye sarılmalı, ilhamı ise hikmetli ama sınırlı bir pencere olarak görmelidir.

 




Her Bir San’at Eseri, Bir İlahî İsim Tefsiridir

Her Bir San’at Eseri, Bir İlahî İsim Tefsiridir

Kâinat, satır satır yazılmış bir kitap gibidir. Her bir varlık, o kitabın bir kelimesi, bir harfi hükmündedir. Öyle bir kelime ki; sanki lafız değildir, maddî bir şekil almış mânâdır. İşte Bediüzzaman’ın ifadesiyle, “Masnuatta hiçbir eser yok ki, çok manalı bir lafz-ı mücessem olmasın.” Yani her varlık; anlam yüklü, derinlikli ve hikmet dolu bir söz gibi yaratılmıştır. Bu sözün sahibi de elbette Sâni-i Zülcelâl, yani sonsuz kudret ve sanat sahibi Allah’tır.

Bir balığın sarı renkli, cam gibi parlayan teni; hem Musavvir ismini, hem Latîf, hem Mün’im ismini gösterir.
Bir çiçeğin narin yaprağı; hem Cemîl, hem Rezzâk, hem Hakîm isimlerine işaret eder.
Bir kuşun rengârenk tüyleri, zarif ötüşü ve uçuş kabiliyeti; hem Halîk, hem Kuddûs, hem Hayy isimlerinin bir aynasıdır.

Bu bakışla kâinata bakan insan, ne taşta ne böcekte ne de bir yaprakta boşluk göremez. Her şey anlamlı, her şey yerli yerindedir. Çünkü her şey bir ism-i ilâhînin mücessem hâlidir.

Görmek Yetmez, Okumak Gerek

Ne var ki, bu sanatlı varlıklar sadece gözle görülmek için yaratılmamıştır. Asıl gayesi, “okunmak”tır. Yani bir balık sadece yüzsün, bir kuş sadece uçsun, bir çiçek sadece açılsın diye yaratılmamıştır. Onlar, “Oku!” emrine muhatap olan insanın gözüyle, kalbiyle, aklıyla bakıp Rabbinin isimlerini tanıması için yaratılmıştır.

Ancak o zaman bir yaprak, bir ağaçtan çok öteye geçer. O zaman bir çiçek sadece güzel kokmaz; insanı Allah’ın Cemîl ismine götüren bir delil olur. O zaman bir balık sadece yüzmez; su altı dünyasında da Rezzâk olan Allah’ın rızık dağıttığını isbat eder.

Kâinatta Tesadüfe Yer Yoktur

Bir varlığın anlam taşıması için kasıt gerekir. Lafız ancak kasıtla mânâ taşır. O hâlde her şeyin bir mânâ taşıdığı bu kâinatta tesadüfe yer yoktur. Çünkü tesadüf anlam oluşturamaz. Anlam varsa, kasıt vardır. Kasıt varsa, kâinatta hükmeden bir irade vardır.

İşte bu yüzden Bediüzzaman diyor ki:

> “Sâni-i Zülcelâl’in çok esmâsını okutturmasın.”

Bir balıkta sadece bir isim değil, birden fazla ilâhî ismin tecellisi vardır. Aynı varlık, birden fazla sıfata aynalık eder. Bu da gösteriyor ki Allah Teâlâ’nın isim ve sıfatları, yaratılışta toplu ve çok yönlü tecelli eder.

Özet:

Bu makalede, her bir varlığın Allah’ın bir isminin tezahürü olduğu, her sanat eserinin mânâ dolu bir lafız gibi yaratıldığı anlatılmıştır. Balık, kuş, çiçek gibi masnuatlar, sadece estetik birer varlık değil, aynı zamanda Allah’ın isimlerini okutan aynalardır. Bu varlıkların kasıtla ve hikmetle yaratıldığı, dolayısıyla tesadüfe yer olmadığı ifade edilmiştir. İnsan bu eserleri sadece görmekle kalmamalı; okuyarak, arkasındaki Sâni-i Zülcelâl’in isimlerini idrak etmelidir. Çünkü asıl gaye, mahlûkat üzerinden Hâlık’ı tanımaktır.

 

 




Küresel Satranç Tahtasında Sessiz Savaş: Hedefte Kim Var?

Küresel Satranç Tahtasında Sessiz Savaş: Hedefte Kim Var?

Tarihin her döneminde güç odakları, dünya üzerindeki hâkimiyetlerini genişletmek için çeşitli yollar denemiştir. Modern çağın savaşları artık yalnızca tankla, tüfekle değil; istihbaratla, vekâlet savaşlarıyla, ekonomik ambargolarla ve iç kargaşalarla yürütülmektedir. Bu satranç tahtasında piyonlar çok, ama hedefler belirgin: Rusya, İran ve Çin. Hepsinin ardında ise tek bir oyuncu var: Küresel emperyal akıl.

  1. Rusya: Soğukla Yıpranan Dev

Rusya, tarih boyunca Batı’nın tehdit algısında hep ilk sıralarda yer aldı. Ukrayna savaşı bu sürecin görünen yüzüdür. Asıl hedef, Rusya’yı yalnızlaştırmak, ekonomik olarak çökertmek ve askeri gücünü tüketmektir. Ukrayna bir araçtır; Batı için bir kışkırtma sahası, Rusya içinse yıpratıcı bir bataklık. Dışarıdan açlıkla, içeriden muhalefetle, Batı’nın amacı Rusya’yı diz çöktürmek, Sovyetlerin dağılmasından kalan son kaleyi de yıkmaktır.

  1. İran: İsrail’in Tahtında Çatlak

İran, bölgedeki en önemli direnç merkezlerinden biri olarak görülüyor. Ancak içten içe İsrail ile yürütülen vekâlet savaşları, İran’ı her geçen gün daha da yıpratıyor. Gazze’de, Lübnan’da, Suriye’de ve hatta Yemen’de sürekli gerilim halinde tutulan İran, içeride ekonomik çöküntü, dışarıda diplomatik izolasyonla karşı karşıya. Üstelik bu yıpratma savaşı sadece İsrail eliyle değil; etnik ve mezhebî ayrılıkların körüklenmesiyle de yürütülmektedir.

  1. Çin: Ejderhanın Kuyruğuna Basmak

Çin, yutulması zor, sindirilmesi çetin bir devdir. O yüzden sona bırakılmıştır. Ancak bu, planların olmadığı anlamına gelmez. Tayvan meselesi üzerinden Çin sürekli provoke edilmekte, Japonya, Güney Kore ve Avustralya gibi ülkeler Çin’e karşı güçlendirilmektedir. Çin’in etrafına örülen bu ittifak zinciri, bir tür kuşatma stratejisidir. Uygur meselesi, Hong Kong olayları ve dijital kuşatma da bu çerçevenin parçalarıdır.

  1. Türkiye: Ateş Çemberinde Bir Cevher

Türkiye, bu satranç oyununda hem merkezî hem de hedef ülke konumundadır. Küresel güçler için kontrol altına alınması gereken bir coğrafya… Çünkü Türkiye, İslam dünyasının kalbi, jeopolitik bir kavşak, medeniyet iddiası taşıyan nadir ülkelerden biridir.

İsrail’in bu oyundaki rolü nettir: Türkiye’yi içeriden çökertmek. PKK, DEAŞ, FETÖ gibi yapılar bu amaçla kullanılmıştır, kullanılmaktadır. Türkiye’nin çevresi adeta bir ateş çemberine dönüştürülmekte, her taraftan kriz ve tehdit üretilmektedir.

Üstelik İran’ın hedef alınması, Türkiye için bir sonraki adımı oluşturur. İran üzerinden Türkiye’ye sarkacak yeni bir kaos planı, hem etnik hem mezhebi fay hatlarını harekete geçirmeyi amaçlamaktadır.

Peki, Neden?

Bu oyunların arkasında sadece jeopolitik çıkarlar değil, ideolojik bir çatışma da vardır. Hak-batıl, zulüm-adalet, şirk-tevhid mücadelesi… Bu bir medeniyet savaşıdır. Batı’nın ruhsuz ve vahşi kapitalist düzenine karşı İslam coğrafyasının yeniden dirilişi en büyük korkudur. Bu nedenle hedef; direnen, hâlâ ayağa kalkma potansiyeli olan her devleti zayıflatmaktır.

Ne Yapmalı?

İttihad-ı İslâm artık bir tercih değil, zarurettir.

Feraset ve basiret, her müminin silahı olmalıdır.

Türkiye içeride birlik, dışarıda vizyon ile bu kuşatmayı yarabilir.

Manevî cihadın en mühim silahı, hakikattir. Bu hakikati kavramak, anlatmak ve yaşamak her ferdin görevidir.

Sonuç: Uyuyan Dev Uyanırsa…

Küresel planlar çok ince, çok karmaşık. Ama unuttukları bir şey var: Allah’ın hesabı, insanların hesabını bozar. Tarih boyunca nice tuzaklar kuruldu bu ümmete, ama her defasında bir diriliş, bir silkiniş, bir uyanış yaşandı. Belki de şimdi o uyanışın eşiğindeyiz. Ama bu, sadece seyirci kalmayan, duası ve duruşuyla direnenlerle mümkün olacaktır.

Özet:

Bu makale, küresel güçlerin üç büyük devlete (Rusya, İran, Çin) karşı yürüttüğü yıpratma savaşlarını, Türkiye’nin bu denklemdeki hassas konumunu ve İsrail’in vekâlet savaşlarıyla bölgedeki rolünü analiz etmektedir. Türkiye’nin çevresinin ateş çemberine dönüştürülme süreci, içerideki kaos planlarıyla birleşerek zayıflatılmak istenmektedir. Ancak bu sürecin sonunda ümmet için yeni bir uyanış ve diriliş ihtimali de taşımaktadır. Kurtuluş; ittihad, feraset ve manevî duruşla mümkündür.

 

 




Batının Maskesi: Medeniyetin Kanlı Gölgesi

Batının Maskesi: Medeniyetin Kanlı Gölgesi

🕊️ Medeniyet Mi? Yoksa Maskelenmiş Vahşet Mi?

Modern çağın gururla sunduğu “medeniyet vitrini” arkasında, milyonların gözyaşıyla sulanmış bir zemin var. Batı, kendisini “uygar”, “gelişmiş” ve “insancıl” olarak pazarlarken, tarihe düşen notlar; sömürgecilik, kölelik, savaş, yıkım, sömürü ve ikiyüzlülük ile doludur.

İnsanlık tarihinin belki de en aldatıcı hamlesi, medeniyet adına işlenen zulümlerin makyajla süslenmesidir.

🎭 İki Yüzlü Bir Medeniyet

Batı, hakikaten iki yüzlüdür. Bir eliyle “insan hakları” manifestosu dağıtırken, diğer eliyle Afrika’yı, Ortadoğu’yu, Asya’yı sömürmüştür. “Demokrasi” diyerek diktatörler devirmiş, sonra aynı coğrafyalarda kukla rejimler kurmuştur.

Bugün hâlâ Batı, menfaat gördüğü yerde susar, görmez, duymaz. Bir damla petrole gözyaşından daha çok değer verir. Vicdanı reklamdır, hukuku pazarlık masasındadır.

📚 Bediüzzaman’ın Tesbiti: “Medeniyetin Ruhunda Roma Vardır”

Bediüzzaman Said Nursî, Batı medeniyetinin iki temel damarından söz eder: Eski Yunan’ın hayalci felsefesi ve Roma’nın kaba kuvvete dayalı pratiği. Bu iki anlayış birleşememiş, tam aksine Batı medeniyetinin içini ikiye bölmüştür. Fakat modern Avrupa’da galip gelen; “Roma’nın maddeci, kuvvetperest ve menfaatçi” anlayışı olmuştur.

Ona göre, Batı medeniyeti beş menfi esas üzerine kuruludur:

  1. Hak yerine kuvveti esas almak: Bu anlayışın doğurduğu şey: Tecavüz ve hıyanettir.
  2. Fazilet yerine menfaati hedeflemek: Menfaat ise daima çekişme ve cinayet doğurur.
  3. Teâvün (yardımlaşma) yerine mücadele düsturunu yerleştirmek: Bu da sefaleti doğurur.
  4. İnsanlar ve kavimler arasında birlik yerine üstünlük yarışını kural edinmek: Bu ise yıkım getirir.
  5. Hevâ ve hevesi teşvik etmek: Neticesi ise sefahattir, şahsiyetin silinmesidir.

🐒 İç Yüzlerini Görenler İçin: “Maymun, Tilki, Yılan ve Domuz…”

Bediüzzaman, öylesine derin bir metaforla batı insanının iç dünyasını tasvir eder ki, adeta ahlaki bir röntgen gibidir:

> “Şu medenîlerden çoğunun içini dışına çevirirsen, görürsün: Başta maymunla tilki, yılanla ayı, hınzır; sîreti olur sûret.”

Bu teşbih, Batı’nın hileci aklını (tilki), taklitçi zihnini (maymun), hıyanetini (yılan), kaba kuvvetini (ayı) ve nefsani düşkünlüğünü (domuz) sembolize eder.

⚖️ Hakiki Medeniyet Nerede?

Medeniyet; adalet, merhamet, insanlık, hikmet ve hakkaniyet ile olur. Batı’nın medeniyeti, bunlardan uzak; kuvveti hakka tercih eden, menfaati üstün tutan, insanı değil sistemi yaşatan bir yapıdır.

Hakiki medeniyet; ilahi vahyin, peygamberî ahlakın, adaletle yoğrulmuş bir sosyal düzenin ürünüdür. Bu ise, Kur’an’ın rehberliğinde inşa edilecek bir medeniyettir.

📌 Özet:

Batı, medeni olduğunu iddia etse de tarih boyunca zulüm, sömürü ve kan dökerek “medeniyet” inşa etmiştir.

Bediüzzaman’a göre bu medeniyet, Roma ve Yunan dehasının bozuk mirasıdır.

Temelinde kuvvet, menfaat, çatışma, ırkçılık ve heves olan bir sistemin hak ve adalet üretmesi mümkün değildir.

Gerçek medeniyet, vahyin rehberliğinde, ahlak ve faziletle kurulur.

Batı’nın süslü yüzünün arkasındaki çirkin hakikati görebilenler, insanlığın kurtuluş yolunu ancak Kur’an ve hakikat ekseninde arayabilir.

 

 




İşte İsrail’in Gerçek Yüzü: Enkazın Üzerine Kurulan Yalan Medeniyet

İşte İsrail’in Gerçek Yüzü: Enkazın Üzerine Kurulan Yalan Medeniyet

🔥 Gazze: Modern Zamanların Harabeliği

Bugün Gazze’de yaşananlar, sadece bir savaşın sonucu değildir; insanlığın, vicdanın, adaletin ve merhametin enkaza dönüşmesidir. Terör devleti İsrail’in attığı bombalar sadece binaları değil, bir milletin hatıralarını, hayallerini ve yarınlarını da yıkmıştır.

270 bin yapının bulunduğu Gazze’de, 174 bin yapının yok edilmesi, “toplu bir medeniyet soykırımıdır.” Üstelik bu tahribat, sıradan bir saldırı değil, “atom bombası” düzeyinde yıkıcı planlı bir kıyımdır.

Bu, sadece İsrail’in vahşeti değil, aynı zamanda Batı’nın çifte standardının ve dünya düzeninin çürümüşlüğünün göstergesidir.

🛡️ Haçlı Mirasının Son Halkası

İsrail’in arkasındaki güç yalnızca askeri değil, ideolojik bir haçlı zihniyetidir. Ortadoğu’yu “yeniden şekillendirme” ve Müslüman halkları “itaatkârlaştırma” projesi, yüzlerce yıl önce Kudüs’e gelen Haçlı askerlerinin zihniyetinin güncellenmiş halidir.

Her bomba, sadece Gazze’ye değil; İslam’a, direnişe, haysiyete ve ümmetin birliğine atılmıştır.

İsrail, bu planın görünen yüzü; İngiltere, ABD ve Batı ise planın kurucuları, yöneticileridir. Gazze’de dökülen her damla kan, Batı’nın rafine edilmiş terör politikalarının eseridir.

🧠 Bediüzzaman’ın Uyarısı: “Frenkleri Taklit Etmeyiniz”

Bediüzzaman Said Nursî’nin, gençlere yönelik şu haykırışı bugün daha da anlam kazanıyor:

> “Ey bu vatan gençleri! Frenkleri taklide çalışmayınız. Âyâ, Avrupa’nın size ettikleri hadsiz zulüm ve adavetten sonra, hangi akılla onların sefahat ve batıl efkârlarına ittiba edip emniyet ediyorsunuz?”

Avrupa, tarih boyunca İslam coğrafyasına zulüm, sömürü ve inkâr dışında bir şey sunmadı. Modern kıyafet, teknolojik cihaz ve seküler fikirlerle süslenmiş Batı, aslında ahlakî bir çöküntü ve ruhsuz bir boşluk üretmektedir.

🌱 Enkazdan Doğan Uyanış

Fakat bu kadar yıkıma rağmen bir şey yıkılamadı: İmanın direnci. Gazzeli bir çocuğun taşla tanklara karşı koyması, enkaz altından çıkan bir annenin “Allah bize yeter” demesi, tüm Batı’ya karşı dimdik bir hakikati haykırıyor:

İzzet, imanla mümkündür. Medeniyet; zulümle değil, adaletle kurulur.

Bugün Gazze’de yaşanan her acı, bizlere kim olduğumuzu, neye inandığımızı ve neyi savunmamız gerektiğini bir kez daha hatırlatıyor. Bu yüzden gençliğe düşen görev; şuurlu bir duruş, sahih bir iman ve sağlam bir kimlik ile bu batıl medeniyete karşı uyanmaktır.

📌 Özet:

İsrail’in Gazze’ye uyguladığı yıkım, fiziki olduğu kadar ideolojik bir savaşın da parçasıdır.

Bu vahşetin arkasında, haçlı zihniyetinin günümüze taşınmış hali ve Batı’nın iki yüzlü siyaseti yer almaktadır.

Bediüzzaman, gençliği Frenkleri taklit etmemeleri konusunda net bir şekilde uyarmıştır.

Gerçek medeniyet, zulüm ve sefahatle değil, iman, adalet ve şuurla kurulur.

Gazze’nin enkazı altından yükselen inanç ve sabır sesi, insanlığın hâlâ tükenmediğini göstermektedir.

 

 




Neden Geldik Bu Dünyaya?

Neden Geldik Bu Dünyaya?

“insanın bu dünyaya gönderilmesinin hikmeti ve gayesi; Hâlık-ı kâinat’ı tanımak ve ona iman edip ibadet etmektir. Ve o insanın vazife-i fıtratı ve farîza-i zimmeti, marifetullah ve iman-ı billahtır ve iz’an ve yakîn ile vücudunu ve vahdetini tasdik etmektir. “
Şualar

İnsan, gözlerini açtığında kendini karmaşık, derin, hikmetli bir kâinatın ortasında bulur. Gökyüzü başıboş değil; yeryüzü tesadüf değil. Her şeyde ince bir düzen, kusursuz bir ölçü vardır. İnsanın kalbine düşen ilk soru da budur: Ben neden varım? Bu âleme niçin gönderildim?

İşte Bediüzzaman Said Nursî, bu soruya özlü ve sarsıcı bir cevap verir:

> “İnsanın bu dünyaya gönderilmesinin hikmeti ve gayesi; Hâlık-ı Kâinat’ı tanımak ve O’na iman edip ibadet etmektir.”

Bu cümle, insanın yaratılış şifresini çözen bir anahtardır. Çünkü insan, yalnızca yiyip içmek, çoğalıp yok olmak için var edilmemiştir. Onun aklı, kalbi, vicdanı, hayalleri ve korkuları; sıradan bir hayatın çok ötesinde gayelere işaret eder. Bu cihazlar, insana verilmişse, elbette onların kullanılması gereken yüce bir hedef vardır: Yaratan’ı tanımak ve O’na yönelmektir.

İnsanın vazife-i fıtratı yani yaratılış görevi, Allah’ı tanımak, bilmek, sevmek ve kulluk etmektir. Bu görev, sadece ibadetle sınırlı değildir. Her ilim, her sanat, her hikmet, eğer Allah’a götürüyorsa bir ibadettir. Çünkü marifetullah, yani Allah’ı tanımak; insanın aklıyla, kalbiyle, tefekkürüyle ulaşması gereken en yüksek kemaldir.

Peki bu tanıma, yüzeysel bir bilgi midir? Hayır. Nursî bu tanımanın derinliğini şöyle tarif eder:

> “İz’an ve yakîn ile vücudunu ve vahdetini tasdik etmektir.”

Yani Allah’ın varlığını sadece duymakla değil; ilmen, kalben, şuurla ve kesin bir inançla kabul etmektir. Güneşi gören bir göz nasıl onun ışığını inkâr edemezse, hakikati gören bir kalp de Allah’ın varlığını inkâr edemez.

Bugün birçok insan, hayatın gayesini unutmuş ya da dünya işleriyle o gayeyi perdelemiştir. Zenginlik, şöhret, eğlence gibi geçici hedefler, kalpteki sonsuzluk arzusunu doyuramıyor. Çünkü insan, fanî bir dünyaya, ebedî bir ruhla gönderilmiştir. O ruhun gıdası, iman-ı billah ve marifetullahtır.

İnsanın dünya hayatı; bir pazar, bir imtihan salonu gibidir. Kalıcı değil, geçicidir. Asıl yurt, ebedî yurttur. Bu dünya ise o yurdun kazanıldığı bir meydandır. İşte bu meydanda, insanın en büyük sermayesi, Yaratanını tanıması ve O’na yönelmesidir.

Düşünelim: Bize verilen akıl, irade, merhamet, aşk, korku, sanat zevki, ölüm hissi — tüm bunlar sıradan bir hayatta boğulmak için değil, bizi yüce bir hakikate sevk etmek içindir. Kalbimiz, ilahî bir dokunuş ister. Ruhumuz, sonsuzluğun kapılarını arar.

O hâlde insan, ancak iman ile değer kazanır; ancak ibadet ile yücelir; ancak marifetullah ile huzura erer. Allah’ı tanıyan bir kalp, dünyayı da ahireti de doğru okur. Tanımayan ise hem bu dünyada şaşkın, hem öbür dünyada pişman olur.

Özet:

İnsanın bu dünyaya gönderiliş gayesi; Allah’ı tanımak, O’na iman etmek ve ibadet etmektir. Bu, insanın yaratılışına uygun en yüce görevdir. İman sadece sözde değil; ilimle, yakînle ve kalpten bir tasdikle olmalıdır. İnsan, ancak bu hakikati yaşarsa varlık amacına ulaşır; aksi hâlde dünyada da ahirette de şaşkınlığa düşer.

 

 




Namaz: Her Gönle Açılan Mi’rac Kapısı

Namaz: Her Gönle Açılan Mi’rac Kapısı

“Her mü’minin namazı, onun bir nevi mi’racı hükmündedir. Ve o huzura lâyık olan kelimeler ise mi’rac-ı ekber-i Muhammed aleyhissalâtü vesselâmda söylenen sözlerdir. Onları zikretmekle o kudsî sohbet tahattur edilir. O tahatturla o mübarek kelimelerin manaları cüz’iyetten külliyete çıkar ve o kudsî ve ihatalı manalar tasavvur edilir veya edilebilir. Ve o tasavvur ile kıymeti ve nuru teali edip genişlenir.”
Şualar

Mi’rac, Resûl-i Ekrem Efendimiz’in (s.a.v.) semavî bir yolculuğudur. O gece, zaman durdu, mekân silindi, kelimeler aciz kaldı. Ve orada, mahlûkatın efendisi, Hâlık-ı Zülcelâl’in huzuruna kabul edildi. Bu hadise, sadece bir mucize değil; aynı zamanda insanoğlu için açılmış ebedî bir kapının da sembolüdür.

Çünkü o mi’racdan, bize bir mi’rac armağan edildi: Namaz.
Bediüzzaman’ın ifadesiyle:

> “Her mü’minin namazı, onun bir nevi mi’racı hükmündedir.”

Bu ne demektir? Her mü’min, beş vakit namazıyla adeta kendi mi’racını yaşar. Secdede arzın en altına inerken, kalbiyle Arş-ı A’lâ’ya yükselir. Dilindeki sözler, Resûlullah’ın mi’racta söylediği kudsî kelimelerdir: “Sübhânallah”, “Elhamdülillah”, “Allahu ekber”… Bunlar sadece tekrar edilen sözler değil; mi’racın manevî yankılarıdır.

Bediüzzaman der ki:

> “O huzura lâyık olan kelimeler ise mi’rac-ı ekber-i Muhammed aleyhissalâtü vesselâmda söylenen sözlerdir.”

Yani biz, her namazda o kutsî sohbetin izini süreriz. Mi’rac gecesindeki o manevi konuşmalar, bugün her mü’minin dilinde yankılanır. Bu kelimeler sıradan cümleler değildir; arşî manaları taşıyan ilahî şifrelerdir.

Ve insan, o kelimeleri zikrettikçe,

> “O tahatturla o mübarek kelimelerin manaları cüz’iyetten külliyete çıkar…”

Yani dar bir anlamdan geniş manaya, kişisel bir tefekkürden ümmetçe yaşanan kolektif bir manaya ulaşır. Secdeye varan bir baş, sadece kendi aczini ifade etmez; Hz. Âdem’den bugüne bütün secdelerin yankısını taşır.

Her “Allahu Ekber” bir yükseliştir,
Her “Sübhânallah” bir arınmadır,
Her “Elhamdülillah” bir şükür kapısıdır.

Bu sözlerin arkasında sadece lafız değil, bir mana deryası vardır. Onlar tekrarlanmaz, adeta yeniden doğar. Her namazda, o kelimeleri zikreden mü’min, mi’racın manevi atmosferine girer. Ve bu tasavvur, kelimelerin nurunu artırır, kalpteki feyzi çoğaltır.

> “Ve o tasavvur ile kıymeti ve nuru teali edip genişlenir.”

İşte namaz budur: Yeryüzünden gökyüzüne doğru bir manevî yükseliş. Her mü’minin Rabbiyle baş başa kaldığı kutsal bir buluşma. Namaz sadece bir vecibe değil, bir vuslattır. Bizi bize, bizi Rabbimize ulaştıran bir yolculuktur.

Bugün yorgun kalpler, şaşkın zihinler, dağılmış ruhlar için en büyük sığınaktır namaz. O kelimeler, dünya gürültüsünün sustuğu, semavî bir huzurun konuştuğu kelimelerdir. Ve her namazda, farkında olalım ya da olmayalım, bizler o mi’racın gölgesinde secde ederiz. O mi’racın hatırasıyla yıkanırız.

Özet:

Namaz, her mü’minin mi’racıdır. İçindeki kudsî kelimeler, Resûlullah’ın mi’racta söylediği sözlerdir ve o hatırayla zikredildiklerinde sıradan birer lafız olmaktan çıkar, küllî manalar kazanır. Bu tasavvur, kelimelerin kıymetini ve nurunu artırır. Namaz, bir vecibe değil; bir yolculuktur. Ruhun semaya yükselişi, kulluğun zirvesidir. Her namaz, bir buluşmadır; bir hatırlayış, bir vuslattır.

 




Cemal-i İlâhîye Aynalık: İnsan ve Güzelliğin Sırrı

Cemal-i İlâhîye Aynalık: İnsan ve Güzelliğin Sırrı

“Esma-i hüsnanın her birisinin kendine mahsus öyle kudsî bir cemali var ki bir tek cilvesi, koca bir âlemi ve hadsiz bir nev’i güzelleştiriyor. Bir tek çiçekte bir ismin cilve-i cemalini gördüğün gibi bahar dahi bir çiçektir ve cennet dahi görülmedik bir çiçektir. Baharın tamamına bakabilirsen ve cenneti iman gözüyle görebilirsen bak, gör. Cemal-i Sermedî’nin derece-i haşmetini anla.
O güzelliğe karşı iman güzelliğiyle ve ubudiyet cemali ile mukabele etsen çok güzel bir mahluk olursun.

   Eğer dalaletin hadsiz çirkinliğiyle ve isyanın menfur kubhuyla mukabele edip karşılasan en çirkin bir mahluk olmakla beraber, bütün güzel mevcudatın manen menfurları olursun. “
Şualar

Güzellik, kalbi kendine çeken en kuvvetli bir sırdır. İnsan, bir çiçeğe bakarken neden hayran olur? Bir kuşun ötüşüne neden kulak kesilir? Bir baharın tazeliğinde neden içi huzurla dolar? Çünkü kâinatta parlayan her güzellik, Esma-i Hüsnâ’nın —Allah’ın güzel isimlerinin— bir yansımasıdır.

Bediüzzaman der ki:

> “Esma-i hüsnânın her birisinin kendine mahsus öyle kudsî bir cemali var ki, bir tek cilvesi koca bir âlemi ve hadsiz bir nev’i güzelleştiriyor.”

Yani güzellik, kendinden menkul değildir. Çiçekteki zarafet, yıldızdaki ihtişam, insanın yüzündeki nur, hepsi ilahî bir kaynaktan doğar: Cemal-i Sermedî. Allah’ın ezelî ve ebedî güzelliğinden.

Bir tek çiçek bile, Rahmân isminin şefkatli tebessümünü taşır. Bir anne, Vedûd isminin sıcaklığını. Gökyüzü, Celîl isminin heybetini, bir kar tanesi ise Hakîm isminin ince hesabını gösterir. Her şeyde bir isim cilve eder. Ama o isimlerin kaynağı birdir: Allah.

Ve Bediüzzaman bir benzetme ile der ki:

> “Bahar dahi bir çiçektir. Cennet dahi görülmedik bir çiçektir.”

Evet, bahar bir çiçektir; ama devasa bir çiçek. Cennet ise henüz tomurcuk vermemiş bir rahmet çiçeği… Ve her biri, Allah’ın cemalinden birer parça taşır. O hâlde insan, bu güzellikleri yalnız seyretmek için değil, anlamak ve mukabele etmek için gönderilmiştir.

> “Cemal-i Sermedî’nin derece-i haşmetini anla.
O güzelliğe karşı iman güzelliğiyle ve ubudiyet cemali ile mukabele et…”

İşte hakiki insanlık budur: Güzelliğe güzellikle karşılık vermek. Allah’ın yarattığı güzellikleri görmek, anlamak, şükretmek ve ibadetle mukabele etmek. Bu takdir ve kulluk hâli, insanı en güzel mahluk kılar. O zaman insan, bir çiçek gibi olur; ama sadece görüntüsüyle değil, manasıyla da güzelleşir.

Ama eğer insan bu güzellikleri kör bir gözle, nankör bir kalple karşılar; dalaletin çirkinliği ve isyanın karalığı ile Allah’ın cemaline sırt çevirirse…

> “En çirkin bir mahlûk olmakla beraber, bütün güzel mevcudatın manen menfurları olursun.”

Bu, korkunç bir uyarıdır. Çünkü o zaman insan, Allah’ın cemaline değil, nefsinin hevasına hizmet eder. Güzelliği inkâr eder, çirkinliğin temsilcisi hâline gelir. Ve o güzellikleri görecek gözünü, anlayacak kalbini kendi elleriyle körleştirir.

İnsan bir ayna gibidir. Eğer ayna saf ve temizse, Cemal-i İlâhî orada parlar. Eğer paslıysa, karanlık gösterir. Tercih bizim elimizde: Ya o cemalin nurlu bir aynası olacağız ya da küfürle o güzelliği inkâr ederek karanlığın ta kendisi hâline geleceğiz.

Özet:

Kâinatta görülen her güzellik, Allah’ın Esma-i Hüsnâ’sının bir cilvesidir. Bir tek çiçekte, bir baharda hatta cennette dahi O’nun cemali tecelli eder. İnsan, bu güzellikleri iman ve ibadetle karşılamalı; şükürle, marifetle anlamaya çalışmalıdır. Aksi takdirde, küfür ve isyanla o güzelliklere sırt çevirirse, en çirkin mahlûk hâline gelir. İnsan ya ilahî cemalin aynası olur ya da onu inkâr ederek karanlık bir varlığa dönüşür.

 

 




Karıştıran El: Ortadoğu’da İngiliz İzleri ve Güncel Gölgesi

Karıştıran El: Ortadoğu’da İngiliz İzleri ve Güncel Gölgesi

Ortadoğu, son bir asırdır sadece kendi içindeki sorunlarla değil, dıştan dayatılan entrika, işgal, sömürü ve vekâlet savaşlarıyla da şekilleniyor. Bu kıyamet coğrafyasının damarlarına en erken sızan ve hâlâ en derin izleri bırakan güç ise şüphesiz İngiliz aklı ve elidir.

🎭 Filistin’in Kirli Tepside Teslimi

1917 Balfour Deklarasyonu, sadece kağıt üzerinde kalmış bir açıklama değil; milyonlarca insanın kanıyla yazılmış bir senaryonun ilk perdesiydi. Osmanlı’nın yıkılmasıyla birlikte İngiltere, “Filistin” adını taşıyan emaneti, İsrail adlı bir işgal düzenine çeviren en büyük faaliyetin failidir.

İngiltere, Filistin’i Yahudilere verirken temiz bir diplomasi yapmadı. Aksine, içinde ihaneti, planı, sömürüyü, ırkçılığı, tek dünya düzenini ve şeytani aklı taşıyan kara bir tepside teslim etti. Bu teslimat, sadece bir toprak parçasını değil; ümmetin kalbini, izzetini ve iradesini hedef aldı.

🛰️ Bugün: Yeni Hamleler, Aynı El

Son gelişmelerde İran Donanması, Hint Okyanusu’nda tespit edilen bir İngiliz savaş gemisine müdahale etti. Gemi, İsrail’e bilgi sağladığı gerekçesiyle hedef alındı. Bu olay, “İngiliz eli”nin halen İsrail üzerinden Ortadoğu’da nasıl aktif ve derin bir rol oynadığını gösteriyor.

İngiltere, bu müdahaleye karşılık olarak Eurofighter uçaklarıyla donatılmış bir uçak gemisini Akdeniz’e gönderme kararı aldı. Yani, su sadece kaynamıyor; taşmak üzere. Fakat bu kez oyun çok daha geniş, çok daha kurnaz.

🎯 Amaç: İsrail’in Bölgesel Aygıt Olarak Kullanılması

İngiltere, bugün artık kendi eliyle değil; İsrail eliyle vuruyor. Nitekim bu strateji, “arka kapıdan dünya düzenini şekillendirme” siyasetinin parçası:

İsrail, İngiliz aklının askeri laboratuvarıdır.

İngiltere, İsrail’i kullanarak Ortadoğu’yu karıştırır, kışkırtır, yeniden dizayn eder.

İsrail’in varlığı bir “gaye” değil, küresel vesayetin aracıdır.

Ortadoğu’da bir savaş patlarsa, kazanan İsrail olmaz, asıl kazanan silah tüccarları, enerji tekelleri ve küresel efendiler olur. İngiltere bu senaryoda aklı, planı, diplomasi dili ve fitne merkezi rolünü üstlenmiştir.

🔍 Tarihten Günümüze Süregelen Sömürü

İngiltere, 19. yüzyılda Osmanlı’yı “Hasta Adam” ilan etti.

  1. yüzyılda Osmanlı’dan kalan toprakları “manda” adıyla işgal etti.
  2. yüzyılda ise o coğrafyalarda kaos üretip güvenlik bahanesiyle yeniden döndü.

İngiliz aklı; görünmezdir, ama etkilidir. Derin çalışır, bekler, sabreder ve sonra tek darbede hâkim olur. Günümüzde ise bu aklın tetikçisi çoğu zaman İsrail’dir.

💣 Fitne Üreten Zihin: Sömürgecilik Asla Bitmedi

İngilizlerin elinde Kur’an’ın saygıyla açıldığı beldeler bile İngilizce düşünmeye zorlandı. Mekke’yi, Kudüs’ü, Bağdat’ı, Şam’ı kaybetmek sadece toprağı değil; zihni ve şerefi de kaybetmek oldu. Bugün hâlâ düşünce, medya, diplomasi, eğitim gibi alanlarda İngiliz aklının etkileri hissediliyor.

🕊️ Ümmete Düşen Ne?

Artık hakikati gören gözler uyanmalı. Bir geminin gelişini sadece donanma olarak değil, “batılın yeni planı” olarak okumak gerekiyor. Zira bu mücadele artık sadece toprak, enerji veya strateji değil; iman, ümmet ve izzet mücadelesidir.

Şairin dediği gibi:

> “Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem,
Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem.”

📌 Özet:

İngiltere, Filistin’i İsrail’e teslim eden en büyük aktördür.

Bugün de İsrail eliyle Ortadoğu’yu karıştırmaya devam etmektedir.

Son olarak İran, İngiliz savaş gemisine müdahale etti ve İngiltere de buna karşılık uçak gemisi sevk etti.

İngiliz aklı, yüz yıldır Ortadoğu’da bir planı uygulamaktadır: Kontrol, dizayn, sömürü ve vekâlet.

Ümmetin yeniden uyanması ve derin planlara karşı derin iman ve şuurla hareket etmesi zaruridir.

 

 




Hayat: Esma-i İlahiye’nin Aynası ve Hikmetin Yazılı Bir Kelimesi

Hayat: Esma-i İlahiye’nin Aynası ve Hikmetin Yazılı Bir Kelimesi

“Hayatın mahiyeti ve hakikati Hayy-ı Kayyum’a baktığı cihetle baktım, gördüm ki: Mahiyet-i hayatım esma-i İlahiyenin definelerini açan anahtarların mahzeni ve nakışlarının bir küçük haritası ve cilvelerinin bir fihristesi ve kâinatın büyük hakikatlerine ince bir mikyas ve mizan ve Hayy-ı Kayyum’un manidar ve kıymettar isimlerini bilen, bildiren, fehmedip tefhim eden yazılmış bir kelime-i hikmettir, anladım.”
Şualar

İnsan hayatı, sıradan bir varoluş değil; bir mânâ taşıyıcısı, bir hikmet aynasıdır. Her kalp atışı, her nefes, her bakış; aslında ilahî bir ismin yankısı, bir esmanın tecellisidir. Bediüzzaman Said Nursî’nin ifadesiyle:

> “Mahiyet-i hayatım, Esma-i İlahiye’nin definelerini açan anahtarların mahzeni…”

Bu ne demektir? İnsan hayatı, Allah’ın isimlerinin hazinelerine açılan bir anahtar sandığıdır. Bir bakıma insanın özü, kudsî bir cevherdir. Varlık ağacının en meyvedar dalıdır. Çünkü hayat, sadece canlılık değil; şuur, idrak ve anlam taşıyan bir varoluştur.

İnsan hayatı, Hayy ve Kayyum olan Allah’a bakar. Yani hayatı var eden ve daim kılan yalnız O’dur. Hayatın manası da O’na dönüktür. İnsan bu bakışı kazandığında, hayatın iç yüzüne dair sırlar açılmaya başlar:

> “…nakışlarının bir küçük haritası ve cilvelerinin bir fihristesi…”

Evet, insanın bedeninde, ruhunda, duygularında İlâhî isimlerin nakışları işlenmiştir. Merhamet hissetmesi, Rahîm isminin yankısıdır. Adalet duygusu, Adl isminin işaretidir. Güzellikten zevk alması, Cemîl ismine kalbî bir bağdır. Her şey, Esma-i Hüsnâ’ya bir pencere olur; eğer göz, marifet gözü ise…

İnsanın hayatı, kâinatın büyük hakikatlerine bir ölçü aleti gibidir. Bir mikyas, bir mizan:

> “Kâinatın büyük hakikatlerine ince bir mikyas ve mizan…”

İnsan küçük görünür, ama manen büyüktür. Çünkü her şey onda numune olarak konmuştur. Kâinat ne kadar genişse, insanın ruh dünyası da o kadar derindir. Ve o derinlik, Esma-i Hüsnâ’nın bir aynasıdır. İnsan, Allah’ın isimlerini sadece bilmekle kalmaz; o isimleri bilen, bildiren, anlayan ve anlatan bir kitap gibidir.

> “…manidar ve kıymettar isimlerini bilen, bildiren, fehmedip tefhim eden yazılmış bir kelime-i hikmettir…”

İşte bu cümle, insanın asıl değerini ortaya koyar. İnsan, hikmetle yazılmış bir kelimedir. Yani onun varlığı, ilimle örülmüş, mânâ ile donatılmıştır. Tesadüf değil, kaderle çizilmiş bir haritadır. Ve bu haritada her nokta, Allah’ın bir ismine dayanır.

Bu şuuru taşıyan bir insan, kendisine sadece et ve kemik yığını olarak bakmaz. O, Allah’ın Esmâsını taşıyan ve yansıtan bir ayine-i samediyedir. Her hâlinde bir isim cilvesi vardır. O hâlde hayat, yalnızca yaşanacak bir süreç değil; okunacak bir ayettir. Çözülecek bir sır, seyredilecek bir manzara, anlatılacak bir hakikattir.

Ama bu bakış kaybedilirse, insan hayatı sadece yemek, içmek, uyumak ve tükenmekten ibaret olur. Oysa Allah, insanı kendini tanısın, isimlerini öğrensin, hayatı hakikate açılan bir pencere yapsın diye yaratmıştır.

Özet:

Hayat, sıradan bir varoluş değil; Allah’ın güzel isimlerinin bir aynası, nakışlarının haritası, hikmetli bir kelimesidir. İnsan, Esma-i Hüsnâ’nın tecellilerini taşıyan bir canlı olarak, hayatıyla kâinatın sırlarını ölçebilir, anlayabilir. Hayatın manası ancak Hayy ve Kayyum olan Allah’a bakmakla anlaşılır. Bu bakış, insanı sadece yaşayan değil, yaşayan ve mânâ taşıyan bir varlık yapar.

 




RAHMÂNİYET HAKİKATİ: ZİYAFETGÂH KÂİNAT VE İKRAMKÂR HÂLIK

RAHMÂNİYET HAKİKATİ: ZİYAFETGÂH KÂİNAT VE İKRAMKÂR HÂLIK

“Rahmaniyet” hakikatidir. 

   Yani gözümüzle görüyoruz, birisi var ki bize zemin yüzünü rahmetin binlerle hediyeleri ile doldurmuş, bir ziyafetgâh yapmış ve rahmaniyetin yüz binlerle ayrı ayrı lezzetli taamları içinde dizilmiş bir sofra etmiş ve zemin içini rahîmiyet ve hakîmiyetin binlerle kıymettar ihsanlarını câmi’ bir mahzen yapmış.”
Şualar

İnsan, gözüyle gördüğü hâlde çoğu kez göremeyen, kulağıyla işittiği hâlde işitemeyen bir varlıktır. Çünkü bakmak başkadır, görmek başkadır. Her gün milyarlarca nimetle çevrili olduğumuz bu dünyada, asıl hakikati fark etmek için sadece göz yeterli değildir; kalbin, aklın ve ruhun da açık olması gerekir. İşte “Rahmâniyet” hakikati, bu fark edişin anahtarıdır.

Rahmâniyet nedir? Allah’ın bütün mahlûkata, inansın ya da inanmasın, ayırt etmeksizin merhamet etmesi, rızıklandırması, yaşatması ve sayısız nimetlerle kuşatmasıdır. Yağmurun her yere eşit düşmesi, güneşin her kalbe dokunması, havanın kimseye bedel ödetmeden herkesi nefessiz bırakmadan hizmet etmesi hep Rahmâniyetin tezahürüdür.

Bediüzzaman Hazretleri’nin ifadesiyle, bu dünya bir ziyafetgâhtır. Ve bu ziyafetgâh, ilâhî bir mutfağın, sonsuz kudret ve rahmet sahibinin elinden çıkmış mükemmel bir sofra gibidir. Yeryüzü, mevsimlik meyvelerle, kokulu çiçeklerle, binlerce çeşit gıdayla donatılmıştır. Her biri ayrı lezzette, ayrı renkte, ayrı şekildedir. İnsanların midesine hitap ettiği gibi ruhlarına da tat verir. Çünkü o nimetlerin arkasında rahmetin, şefkatin ve hikmetin imzası vardır.

Kâinat bir rahmet mektubudur. Bu mektubun harfleri ağaçlardır, satırları nehirlerdir, paragrafları da mevsimlerdir. Bahar, bu rahmet mektubunun rengârenk müjdesidir. Her bir çiçek, “Seni düşünen ve unutmayan bir Rabbin var!” diye fısıldar. O Rab, yalnız rızık veren değil; aynı zamanda estetik duygusunu tatmin eden, kalbe huzur veren ve ruhu besleyen Zât-ı Rahmân’dır.

Yeryüzü sadece bir sofra değil, aynı zamanda bir mahzendir. O mahzende ilâhî kudretin muhafaza ettiği sayısız nimet, ihtiyaç anında insanın önüne çıkar. Toprak, bir sandıktır; içine tohum atarsın, Rabb’in sana nimet olarak geri verir. Bu, ne yalnızca fizikî bir dönüşümdür, ne de rastgele bir tabiat olayıdır. Bu, Rahîm ve Hakîm bir Zât’ın eseridir.

Ve en büyük ihsan, sadece maddi rızıklar değil, iman ve hidayet nimetidir. Çünkü midenin doyması yetmez; ruh da açtır, akıl da arayış içindedir. Allah, Rahmân isminin bir cilvesi olarak, peygamberler ve kitaplarla bu ruhî açlığı da doyurmuş, hakikati arayana rehberler göndermiştir.

İşte rahmâniyet, sadece karınları doyurmaz; akılları ikna eder, kalpleri tatmin eder, ruhları da diriltir. Gören göz için her şey, “Rahman olan Allah’tan” izler taşır. Ve her nimet, “Bismillah” diyerek başlanan bir sofra duasına dönüşür.

Özet:

Bu makalede, “Rahmâniyet” hakikati; Allah’ın ayırt etmeksizin bütün mahlûkata olan merhametini, yeryüzünün bir ziyafet sofrası gibi düzenlenmesini ve maddi-manevî nimetlerin O’nun rahmetinin eseri olduğunu anlatmaktadır. Gözle görünenden öte, kalple okunması gereken bir rahmet mektubu olan kâinat, Rahmân olan Allah’ın her şeye nüfuz eden şefkatini ve hikmetini göstermektedir. Maddi rızıkların yanı sıra iman ve hidayetin de en büyük rahmâni nimetler olduğu anlatılmıştır.

 

 




Kehanetin Gölgesinde Savaş: İsrail’in Tevrat’la Gerekçelendirdiği Kanlı Yürüyüş

Kehanetin Gölgesinde Savaş: İsrail’in Tevrat’la Gerekçelendirdiği Kanlı Yürüyüş

🕎 Bir Tevrat Okuması: Kutsal Kitap mı, Savaş Manifestosu mu?

İsrail devleti, sadece modern siyasetin değil, Tevrat merkezli teolojik bir paradigmanın da bir ürünüdür. Bugün Gazze’de, Batı Şeria’da ve Filistin’in diğer coğrafyalarında yaşanan her saldırı, salt politik çıkarlarla açıklanamaz. Zira İsrail’in kurucu zihniyeti, varlığını Tevrat kehanetlerinin gerçekleşmesi üzerine inşa etmiştir.

Tevrat’ın özellikle Yasa Kitapları ve Yeşu, Samuel, Krallar gibi tarihî bölümleri, “vaat edilmiş topraklar” fikrini ve bu toprakları “temizleme” gerekçesini işler. Bu pasajlar, bugünün “etnik temizlik” politikalarının dinî bir arka plana oturtulmasına zemin hazırlamıştır.

📜 Kehanetin Peşinde: Arz-ı Mev’ûd (Vadedilmiş Topraklar)

İsrail’in ideolojik temel taşlarından biri, Tevrat’taki Arz-ı Mev’ûd (Vadedilmiş Topraklar) kehanetidir. Bu topraklar, Mısır Irmağı’ndan Fırat Nehri’ne kadar uzanan geniş bir alanı kapsar (Tekvin 15:18).

İsrail’in sınır politikaları, askeri yayılmacılığı ve demografik mühendisliği bu “ilâhî vaat” ekseninde şekillenmektedir. Bu inanca göre, Yahudi halkı Tanrı tarafından seçilmiş ve bu topraklara ebedî mirasçı kılınmıştır. Diğer halkların bu topraklarda varlığı ya “tahammül” düzeyindedir ya da “imha edilmesi gereken engel” olarak tanımlanır.

🔥 Tevrat’ta Şiddetin Meşrulaştırılması

Tevrat’ta yer alan bazı ayetler, savaşın ilâhî bir emir olduğunu vurgular:

> “Git, Amaleklileri vur ve onlara ait olan her şeyi yok et. Onları bağışlama; erkek, kadın, çocuk, bebek, öküz, koyun, deve ve eşeği öldür.” (1. Samuel 15:3)

Bu pasajlar, tarihsel açıdan bir dönemin şartlarını anlatsa da; siyasal siyonizm, bu metinleri çağdaş bir “fetih” ve “arındırma” politikası için yeniden yorumlamıştır.

🎭 Dini Görünüm, Siyasi Hesap

İsrail’in savaş stratejileri, görünüşte güvenlik politikası gibi sunulsa da, arka planda Tevrat kehanetlerinin siyasi okuması yer alır. Kudüs’ün tamamen Yahudileştirilmesi, Mescid-i Aksa’nın yıkılıp Süleyman Mabedi’nin inşası için zemin oluşturulması, Yahudi Mesih’inin gelişine hazırlık gibi inançlar; savaşları hızlandırıcı unsurlar olarak devrededir.

Bugün Gazze’de yıkılan evler, sadece birer taş yığını değil, aynı zamanda siyasi mesihçiliğin sahneye sürülmüş adımlarıdır.

🧠 Ancak Zulüm ile abad olunmaz!
Bu tamamen siyasî yahudiliğin hastalıklı idealizmidir.
Bilinmelidir ki zulmün cezası, umumen ve umuma gelir.
Zira bir inancı siyasi silaha dönüştürmek, o inancı lekelemekten başka bir şey değildir. Savaşın dinî değil, dünyevî hesaplar için kullanılması, dinin ruhunu zedeler ve tüm insanlığı felakete sürükler.

⚖️ Bugünün Görevi: Kehanetin Fitnesine Karşı Hakikatin Şahitliği

İsrail’in gerçekleştirdiği her saldırı, sadece bir coğrafyayı değil; adaleti, vicdanı ve dini de hedef almaktadır. Tevrat’ı savaş kitabı olarak okuyan bir zihniyet, Hz. Musa’nın hakikat davetini de unutur.

Zira Musa’nın dini, zulmü değil; kurtuluşu temsil eder. Bugün İsrail’in elindeki Tevrat, artık gerçek Musa’nın değil, politik Firavunların elinde oyuncak edilmiştir.

📌 Özet:

İsrail’in savaş politikaları, sadece askeri değil, Tevrat merkezli teolojik gerekçelere dayandırılmaktadır.

“Vadedilmiş Topraklar” kehaneti, etnik temizlik ve yerleşim politikalarının ideolojik zeminini oluşturur.

Tevrat’taki bazı savaş ayetleri, günümüzde siyonist yorumlarla dini meşruiyet kılıfı hâline getirilmiştir.

Bu anlayış, hem Tevrat’a hem Musa’ya hem de gerçek dine bir ihanettir.

********

Bediüzzaman İsrail’in az olmasına rağmen başarısındaki sebebi Şubat’da şöyle izah eder;
“Yahudi milleti hubb-u hayat ve dünyaperestlikte ifrat ettikleri için, her asırda zillet ve meskenet tokadını yemeye müstehak olmuşlar. Fakat bu Filistin meselesinde; hubb-u hayat ve dünyaperestlik hissi değil, belki enbiya-yı Benî İsrailiyenin mezaristanı olan Filistin, o eski peygamberlerin kendi milliyetlerinden bulunması cihetiyle, bir cihette bir ehemmiyetli hiss-i millî ve dinî olmasından, çabuk tokat yemiyorlar. Yoksa, koca Arabistan’da az bir zümre hiç dayanamayacaktı, çabuk meskenete girecekti.”

 




Küre-i Arz: Sessiz Bir Mucizeyi Seyrediyoruz

Küre-i Arz: Sessiz Bir Mucizeyi Seyrediyoruz

“Ve bilhâssa seyyarattan olan gemimiz yani Küre-i Arz, bir senede yirmidört bin senelik bir dairede gezer, seyahat eder.
Ve o hârika sür’atiyle beraber zeminin yüzünde dizilmiş, istif edilmiş eşyayı dağıtmıyor, sarsmıyor, fezaya fırlatmıyor.
Asa-yı Musa

İnsan, çoğu zaman gözü önündeki mucizeleri görmekte zorlanır. Çünkü alışkanlık, olağanüstülüğü sıradanlaştırır. Oysa başını göğe kaldırsa, ayağını bastığı yere bassa, kendi varlığına bir an dikkat kesilse, her şeyde muazzam bir düzenin, kusursuz bir planın ve hayret verici bir hikmetin izlerini görecektir.

Küre-i Arz yani yeryüzümüz, aslında bir gemi gibidir. Fakat ne sıradan bir gemi ne de rastgele yol alan bir kütle… O, büyük bir hassasiyetle döner, dönerken de milyonlarca mahlûku üzerinde taşır. Üstelik saniyede yaklaşık 30 kilometre hızla, yılda yirmi dört bin yıllık bir mesafeyi kat ederek Güneş etrafında bir yörüngede seyreder. Bu korkunç hız, ne bir gürültüye sebep olur, ne de üzerindeki dağları, okyanusları veya insanları sarsar.

Peki, nasıl olur da bu akıl almaz hareket, sarsıntıya, dağılmaya veya yıkıma sebep olmaz?
İşte burada devreye ilâhî kudret ve hikmet girer. Bu geminin kaptanı, tesadüf değil; Rahman olan Allah’tır. Bu seyrüsefer, rastgele değil; ölçülü, dengeli ve mutlak bir nizam içindedir.

İnsanoğlu küçük bir taşı bir arabanın üstünde sabit tutamazken, Allah yeryüzünü milyarlarca yıl boyunca hem döndürmekte, hem de dengede tutmaktadır. Her şey yerli yerindedir. Gece gündüze, yaz kışa dönüşürken bu devr-i daim düzeni hiç şaşmaz. Ne bir saniye ileri gider, ne bir salise geri kalır.

Bu sahne, yalnızca bir bilgi değil, bir tefekkür penceresidir.
Bu hızda giden bir gezegenin üzerinde yaşadığını düşünen insan, Rabbinin büyüklüğü karşısında secdeye kapanmıyorsa ne zaman secdeye varacaktır?
Bu kadar hassas bir terazide yürüdüğünü bilen insan, nasıl olur da hayata başıboş bir oyun gibi bakabilir?

Yerin sabit gibi görünmesi, aslında İlâhî bir örtüdür. Eğer Rabbimiz dileseydi, o hızın şiddetiyle her şey yerle bir olurdu. Ama kudretine merhametini eklemiş ve dünya denilen bu gemiyi, insan için bir seyahat yurdu, bir imtihan sahnesi, bir rahmet gemisi kılmıştır.

Bu gerçek, insana hem bir iman şuuru kazandırmalı hem de şükür borcu hatırlatmalıdır. Çünkü biz farkında olmasak da her saniye korunmakta, taşınmakta ve yaşatılmaktayız. Ve bu lütuf, bizden sadece şu iki şeyi ister:
Tefekkür ve teslimiyet.

Özet:
Bu makale, dünya gezegeninin muazzam hareketi ve ilâhî bir nizamla yönetilmesini konu alır. Dünya’nın saatte yüz binlerce kilometre hızla seyrederken üzerindekilere zarar vermemesi, Allah’ın kudreti ve hikmetiyle açıklanır. İnsan bu mucizeye bakarak imanını artırmalı, şükrünü derinleştirmeli ve yaşadığı âlemin başıboş olmadığını idrak etmelidir.