İçtihat Yetkisi ile Teşri’ Haddi: Müştehid Olabilir, Müşerri’ Olamaz

İçtihat Yetkisi ile Teşri’ Haddi: Müştehid Olabilir, Müşerri’ Olamaz

“Müstaid, müçtehid olabilir; müşerri’ olamaz 

   İçtihadın şartını haiz olan her müstaid, ediyor nefsi için nass olmayanda içtihad. Ona lâzım, gayra ilzam edemez.

   Ümmeti davetle teşri edemez. Fehmi, şeriattan olur; lâkin şeriat olamaz. Müçtehid olabilir fakat müşerri’ olamaz.

   İcma ile cumhurdur, sikke-i şer’i görür. Bir fikre davet etmek; zann-ı kabul-ü cumhur, şart-ı evvel oluyor.

   Yoksa davet bid’attır, reddedilir. Ağzına tıkılır, onda daha çıkamaz.”
Sözler.lemaat

Tarih boyunca İslam dünyasının en çetin meselelerinden biri, içtihat kapısının yeri, sınırı ve yetkisidir. Zira Kur’an ve sünnetle sabit hükümlerin ışığında, zamanın ihtiyaçlarına göre çözüm üretmek bir zaruret iken, bu zarureti aşarak yeni bir din inşa etmeye kalkışmak ise sapmanın ta kendisidir. İşte bu sınırı Bediüzzaman bir darb-ı mesel gibi çizer:

> “Müstaid, müçtehid olabilir; müşerri’ olamaz.”

Bu veciz ifade, dinin sabit kaynaklarına sadık kalma gerekliliğini ve kişisel içtihat ile ümmete teşri’ (kanun koyma) iddiasının ayrı şeyler olduğunu açıkça ortaya koyar.

İçtihat Nedir, Teşri’ Nedir?

İçtihat: Şeriatın nassları (açık hükümleri) dışında kalan meselelerde, Kur’an ve sünnetin genel ilkelerine dayanarak çözüm üretmektir. Yani bir müçtehid, Kur’an’da ve hadislerde açık hüküm bulunmayan bir konuda delillere dayanarak “şahsi kanaatini” ortaya koyar.

Teşri’: Yeni bir kanun koymak, bağlayıcı bir şekilde bütün ümmete hüküm dayatmak demektir. Bu yetki yalnız Allah’a ve O’nun gönderdiği peygambere aittir.

Bediüzzaman bu çizgiyi şöyle netleştirir:

> “Fehmi, şeriattan olur; lâkin şeriat olamaz.”
Yani: Kişi şeriatı anlar, yorumlar; fakat kendi anlayışı şeriatın kendisi yerine geçemez.

İçtihadın Şartı: Kendine Yapılır, Başkasına Zorlanamaz

İçtihat, ilimle, takva ile, ferasetle yoğrulmuş büyük bir sorumluluktur. Bu ehliyete sahip olan kişi, içtihadını önce kendisi için yapar. O içtihadı kabul eden olur, etmeyen olur. Ancak:

> “Ona lâzım, gayra ilzam edemez.”
Yani: O görüş, o müçtehide bağlayıcıdır; başkalarını bağlamaz. Bu, bir zorunlu görüş değil, bir içtihadi tercihtir.

İşte bu nokta, ümmet içinde çıkan fitne ve bid’atların köküdür. Bir kişinin kendi içtihadını “Allah adına hüküm” gibi takdim etmesi, ümmete yeni bir şeriat ihdas etmesidir ki, bu hem ilimle çelişir hem ihlâsı bozar hem de bid’at kapısını açar.

Teşri Yetkisi Kimdedir?

Teşri yetkisi, ancak:

Allah’ın indirdiği vahiyde,

Resûlullah’ın (asm) sünnetinde,

Ve ümmetin icmasında yer alır.

> “İcma ile cumhurdur, sikke-i şer’i görür.”
Yani: Ümmetin geneli bir görüşü kabul ettiğinde, o görüş artık kişisel bir yorum olmaktan çıkar; şer’î bir değer taşır.

Ancak bir kişi, kendi görüşünü cumhurun (ümmetin çoğunluğunun) kabulüne sunmadan, onu “hakikat” gibi pazarlarsa, bu sadece bid’at değil, aynı zamanda tehlikeli bir sapmadır:

> “Yoksa davet bid’attır, reddedilir. Ağzına tıkılır, onda daha çıkamaz.”

Yani: Böyle bir kişi, hem ilim çevresinde hem ümmet içinde ciddiye alınmaz ve fikirleri itibarsızlaşır.

Zamanımızın Hastalığı: Şahsî Fikirle Din İnşa Etmek

Bugün birçok kişinin, alim geçinerek, hatta sosyal medya üzerinden şeriat mimarı gibi hüküm vermesi bu tehlikeli hastalığın yansımasıdır.

“Bu ayet artık geçersiz.”

“Hadisler bağlayıcı değildir.”

“Yeni bir içtihatla şunu helal, bunu haram kılıyoruz.”

gibi laflar, müçtehidlik kisvesi altında müşerri’liğe soyunmaktır. Ve bu, ümmete ihanet, dine suikast ve ahirete ağır bir vebaldir.

Çare Nedir?

İçtihadı yerli yerine oturtmak: Ehliyetli olanlar, yalnızca kendi alanlarında, şeriatın prensiplerine uygun görüş beyan edebilirler.

Cumhura danışmak: Şahsî kanaat ümmete teşri edilemez. Ancak ümmetin geneli bunu kabul ederse bir değeri olur.

İlimde tevazu: Müçtehid olduğunu düşünen, müşerri’liğe kalkışmamalı; haddini bilmeli.

Bid’ate karşı uyanıklık: Kendisini “din reformcusu” ilan edenlere karşı, ümmet basiretli ve ilimle dirençli olmalıdır.

Özet:

Bu makalede, bir müstaidin (ehil kişinin) içtihat edebileceği ancak yeni bir şeriat koyamayacağı açıklandı. İçtihat şahsîdir, bağlayıcı değildir. Teşri ise ancak Allah ve Resulüne ve ümmetin icmasına mahsustur. Kendi görüşünü din gibi sunmak bid’attır. Zamanımızda din adına konuşanların büyük kısmı bu sınırı aşmakta ve ümmete zarar vermektedir. Çare, ilimde sadakat, içtihatta ehliyet ve ümmette icmadır.

 

 




İlmin Mertebeleri ve Zihnin Tuzakları

İlmin Mertebeleri ve Zihnin Tuzakları

“Dimağda meratib-i ilim muhtelifedir, mültebise 

   Dimağda meratib var; birbiriyle mültebis, ahkâmları muhtelif. Evvel tahayyül olur, sonra tasavvur gelir,

   Sonra gelir taakkul, sonra tasdik ediyor, sonra iz’an oluyor, sonra gelir iltizam, sonra itikad gelir.

   İtikadın başkadır, iltizamın başkadır. Her birinden çıkar bir halet: Salabet itikaddan,

   Taassub iltizamdan, imtisal iz’andan, tasdikten iltizam, taakkulde bîtaraf, bîbehre tasavvurda.

   Tahayyülde safsata hasıl olur, mezcine eğer olmaz muktedir. Bâtıl şeyleri güzel tasvir etmek, her demde

   Safi olan zihinleri cerhdir hem idlâli.”
Sözler.lemaat

İlim, ruhun nuru ve insanın en büyük sermayesidir. Ancak bu nurun insan zihnine yerleşmesi, bir anda olmaz. Bilgi bir yolculuktur, zihnin basitten karmaşığa, yüzeyden derine ilerleyerek geçtiği merhalelerle tamamlanır. Bediüzzaman Said Nursî bu süreçteki karışıklığı veciz bir şekilde ifade eder:

> “Dimağda meratib var; birbiriyle mültebis (karışmış), ahkâmları muhtelif.”

Yani insan zihninde bilgi mertebeleri vardır; fakat bu mertebeler çoğu zaman birbirine karışır, hakikatle zan, inançla hayal, bilgiyle tahayyül birbirine bulanır.

Yedi Basamaklı Zihin Merdiveni

Bediüzzaman bu mertebeleri şöyle sıralar:

  1. Tahayyül (Hayal Etmek): Zihinde bir suret belirir. Bu, bilgi değildir; sadece bir taslaktır.
  2. Tasavvur (Kavramak): Hayal edilen şey zihinde biraz şekillenir, bir anlam kazanır.
  3. Taakkul (Akletmek): Kavram, akıl terazisine vurulur. Mantıklı mı, değil mi sorgulanır.
  4. Tasdik (Onaylamak): Kişi, aklıyla bu şeyi doğru kabul eder.
  5. İz’an (İçten Kabullenme): Kalp, artık ikna olur. Zihin ve gönül kabul halindedir.
  6. İltizam (Bağlanmak): İnsan, bu kabule göre yaşamaya karar verir. Sadece inanmakla kalmaz, bir taraf olur.
  7. İtikad (Sağlam İnanç): Artık bilgi, kişiliğin bir parçası olur. Şüpheden uzak, kökleşmiş bir inanç halini alır.

Karışıklık Nerede Başlar?

Bu mertebeler birbirine karıştığında bilgi zehirlenir. Mesela:

Tahayyül edilen (hayal edilen) bir şeyi, tasdik edilmiş (doğru kabul edilmiş) sanmak.

Sadece tasavvur edilen (kavramsal olarak var olan) bir şeyi, itikad gibi görmek.

İltizam (taraftarlık) seviyesindeki taassubu, itikad zannetmek.

Bu karışıklık hem bireyi yanıltır, hem toplumu çürütür. Zira insanlar hayale inanmaya, zanna bağlanmaya, safsataya tapınmaya başlarlar.

Zihinsel Safsata: Batılı Güzel Tasvir Etmek

> “Bâtıl şeyleri güzel tasvir etmek, her demde
Safi olan zihinleri cerhdir hem idlâli.”

Bu cümle, bugünkü medya çağının büyük bir hastalığını haber verir:
Batılı, yanlışı, çirkini süsleyip pazarlamak. Özellikle sinema, reklam, müzik ve sosyal medya üzerinden yapılan bu algı yönetimi, saf, temiz zihinleri kirletmekte, doğru ile yanlışı karıştırmaktadır.

Taassup Nereden Doğar?

Zihin mertebeleri arasındaki karışıklığın en tehlikeli sonucu şudur:
Taassup, yani körü körüne bağlanmak.

Bu, çoğu zaman iltizam mertebesinde olan bir fikrin, itikad zannedilmesiyle doğar.

Yani kişi, bir görüşü benimsemiş ama henüz aklen, kalben temellendirmemiştir. Buna rağmen onu tartışılmaz bir hakikat gibi savunur.

İşte bu, hem kendi aklını hem başkalarının fikrini boğar.

Çare Nedir?

  1. Zihni eğitmek: Bilginin mertebelerini tanımak ve karıştırmamayı öğrenmek.
  2. Sorgulamak: Tasdik etmeden önce taakkul etmek.
  3. Kalple düşünmek: İz’an olmadan iltizama girmemek.
  4. İtikadı sağlam temele oturtmak: Körü körüne değil, delil ve hikmetle iman etmek.

Özet:

Bu makalede, insan zihnindeki bilgi mertebelerinin yedi basamaklı bir yolculuk olduğu anlatıldı: tahayyül, tasavvur, taakkul, tasdik, iz’an, iltizam ve itikad. Bu mertebelerin karıştırılması; taassup, safsata ve algı yanılmaları gibi zihinsel sapmalara yol açar. Özellikle günümüzde medya ve propaganda ile bâtıl olanın süslenerek sunulması, saf akılları yanıltmaktadır. Çare, ilmin her mertebesini yerli yerinde yaşamak, düşünmek ve iman etmektir.

 

 




Geçmişle Bağ Koparılırsa Gelecek de Yıkılır: Cumhuriyet, Redd-i Miras ve Hakikatin Bedeli

Geçmişle Bağ Koparılırsa Gelecek de Yıkılır: Cumhuriyet, Redd-i Miras ve Hakikatin Bedeli

Bir milletin en büyük hazinesi, tarih boyunca biriktirdiği manevî mirasıdır: inancı, dili, ahlâkı, geleneği ve bu değerlerle şekillenen kültürü. Türkiye Cumhuriyeti ise, bu hazinenin büyük bir kısmını, “ilerleme” adına inkâr eden bir zihniyet üzerine inşa edildi. Bu zihniyetin temelinde redd-i miras vardı; yani geçmişin tümden reddi. Bu öyle bir reddiydi ki, sadece bazı kurumları değil; Kur’an harflerini, İslamî kavramları, Osmanlı’nın ilmî ve manevî birikimini, hatta halkın yüzyıllardır sinesine işlediği inancı ve ibadetlerini dahi hedef aldı.

Atatürk ve Redd-i Miras Politikası

  1. Kemal’in önderliğinde kurulan Cumhuriyet, başlangıçta halkın desteğini alsa da, kısa sürede halka rağmen bir dönüşüm projesine evrildi. Harf inkılabı, şapka ve kıyafet kanunları, tekke ve zaviyelerin kapatılması, ezanın Türkçeleştirilmesi ve Kur’an’ın tercüme edilerek namazlarda okunması gibi uygulamalar, sadece şekli değil, ruhu da değiştirme çabasının bir yansımasıydı.

Atatürk’ün dinle ilgili bazı sözleri bu yaklaşımı açıkça ortaya koyar:

> “İslam, Arapların millî dinidir. Bizim dinimiz değil…”
“Bu din, tamamıyla bir Türk düşmanlığı üzerine kurulmuştur.”
“Bu milletin başına ne geldiyse bu gökten inen kitaplar yüzündendir.”

Bu tür beyanlar, yalnızca kişisel kanaat değil, aynı zamanda bir ideolojik kopuşun ve İslam’dan uzaklaşmanın da ilanıydı. Zira halkın inancı ile yönetenlerin ideali arasında bir uçurum açılmıştı.

İngiliz Etkisi ve Batı Projeleri

Tarihler 1920’leri gösterdiğinde, Osmanlı yıkılmış; İslam dünyası parçalanmıştı. Bu parçalanmayı tamamlamak ve yeniden bir araya gelişin önünü kesmek isteyen İngiliz aklı, Türkiye’yi bir laboratuvar gibi kullanmayı tercih etti. Lord Curzon’un Lozan’daki şu sözleri ibretlidir:

> “Hilafet’i kaldırın, medreseleri kapatın, halkı İslam’dan uzaklaştırın, size istediğiniz bağımsızlığı verelim.”

Bu bir teklif değil, bir dayatmaydı. Çünkü İslam, ümmeti birleştiren, sömürüyü reddeden, Batı’nın çıkarlarına çomak sokan bir potansiyeldi. Bu yüzden, hilafetin kaldırılması, dini kurumların kapatılması, dinî eğitimin yasaklanması ve ibadetlerin kısıtlanması doğrudan bir medeniyet tasfiyesi anlamına geliyordu.

Hac Neden Yasaklandı?

1926 ile 1948 arasında, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının hac ibadeti yapması fiilen yasaklandı. Gerekçe olarak “sağlık, güvenlik” gibi sebepler öne sürüldü. Oysa gerçek, çok daha derindi. Hac, ümmet bilincini diri tutar; farklı coğrafyalardan gelen Müslümanları aynı safta buluşturur. Bu da ulusçu, seküler bir cumhuriyet anlayışıyla çelişiyordu. Hac, yalnızca bir ibadet değil, bir birlik çağrısıydı; ve bu çağrı, Batıcı, laik düzenin hoşuna gitmiyordu.

Hikmetli ve İbretli Bir Bakış

Bir millet, köklerini inkâr ederse çoraklaşır, kimlik bunalımına girer, medenî ilerleme sanılan şey, manevî yıkıma dönüşür. Türkiye’nin modernleşme süreci, Batılılaşmak adına geçmişini yok saydığı için sahte bir kimlik üretmiştir. Bu kimlikte ne Kur’an’ın nuru vardır, ne de ecdadın duası…

Fakat tarih her zaman tekerrür eder. Geçmişle kavgalı olanlar, sonunda ya milletle, ya da kendileriyle kavga eder hale gelir. Bugün yaşadığımız değerler çatışması, nesiller arası kopukluk ve manevî çöküş, bu redd-i mirasın ağır faturasıdır.

Medeniyet, sadece teknolojik ilerleme değil; aynı zamanda ruh, ahlâk ve adaletle yürür. Ecdadın izinden gitmeyen bir nesil, özünü kaybetmiş bir yolcudur.

Makale Özeti:

Bu makalede, Cumhuriyet’in kuruluşundaki redd-i miras anlayışı ve Atatürk’ün İslam’a yönelik bakışı ele alınmıştır. Atatürk’ün bazı din karşıtı söylemleri, inkılaplarla birlikte halkın manevî değerlerinden koparılması ve hac yasağı gibi uygulamalar üzerinden örneklendirilmiştir. Ayrıca bu dönüşümün arkasındaki İngiliz etkisi ve Batı’nın İslam’a yönelik stratejik hamlelerine dikkat çekilmiştir. Makale, köklerinden koparılan bir milletin ruhsal ve kültürel açıdan nasıl çökebileceğini ibretli bir şekilde ortaya koymakta, asıl ilerlemenin geçmişle barışarak olabileceğini vurgulamaktadır.

 

 




Hazmedilmemiş İlim: Zehirli Bir Gıdadır

Hazmedilmemiş İlim: Zehirli Bir Gıdadır

“Hazmolmayan ilim telkin edilmemeli 

   Hakiki mürşid-i âlim koyun olur, kuş olmaz. Hasbî verir ilmini.

   Koyun verir kuzusuna hazmolmuş musaffâ sütünü.

   Kuş veriyor ferhine lüab-âlûd kayyını.”
Sözler.lemaat

İlim, insan ruhunun gıdasıdır. Ancak her gıda gibi, ilmin de faydalı olabilmesi için önce hazmedilmesi, özümsenmesi, sindirilmesi gerekir. Hazmedilmemiş, kalpte kökleşmemiş, yaşanarak özümsenmemiş bir bilgi; faydadan çok zarar getirir. Bediüzzaman Said Nursî bu hakikati veciz bir temsil ile şöyle ifade eder:

> “Hakiki mürşid-i âlim koyun olur, kuş olmaz. Hasbî verir ilmini.
Koyun verir kuzusuna hazmolmuş musaffâ sütünü.
Kuş veriyor ferhine lüab-âlûd kayyını.”

Bu sözlerde iki tür âlim tipine dikkat çekilir:

  1. Koyun gibi olan âlim: İlmini hazmetmiş, yaşayarak sindirmiş, hal ve kal ile talebesine aktarır.
  2. Kuş gibi olan âlim: Henüz hazmetmeden, belki de sırf gösteriş ve takdir için bildiklerini aktarır. Bu bilgi, lüab-âlûd, yani tükürük karışımı, sindirilmemiş, bulanık ve mide bulandırıcıdır.

İlmin Gayesi Bilmek Değil, Yaşamak Olmalı

İlmin değeri, sadece zihinde kalmasıyla değil, hayata geçmesiyle ölçülür. İlmi sadece akılda taşıyan, ama onu hayata yansıtamayan bir kimse, kitap yüklü merkeplerden farksız hale gelir (Cuma Suresi, 5).

Hazmedilmeden verilen bilgi:

Kalbi beslemez, şişirir.

Ruhun derinliklerine ulaşmaz, dışta kalır.

Hüküm verir ama hikmet doğurmaz.

Edeb kazandırmaz, kibir üretir.

İşte bu sebepledir ki, ilim hasbî (samimi) verilmelidir; riya, menfaat veya gösteriş için değil.

Mürşid ve Muallim: Kimdir Hakiki Olan?

Hakiki mürşid:

İlmiyle amel eder, nasihat ederken yaşadığını konuşur.

Bilgiyi, muhatabının seviyesine göre aktarır.

Gıdayı pişirir, ezer, sindirir ve öyle sunar.

Talebenin ihtiyacını ve istidadını gözetir.

Hazmedilmemiş ilmi dayatan kişi ise:

Sözü ile özü uyuşmaz.

İlmi, güç ve nüfuz aracı olarak kullanır.

Talebesinin midesine taş tıkar; sonra da neden hazmedemediğini sorar.

Gafletle, ilim kisvesi altında narsist bir ego inşa eder.

Günümüzde Hazmolmamış Bilginin Tehlikesi

Modern çağda bilgiye erişim kolaylaştı ama hikmete dönüşen bilgi azaldı. YouTube, sosyal medya, kısa videolar ve kitapsız kanaatler dünyasında insanlar çok şey biliyor gibi görünür, ama:

Bilgi hızla tüketilir, özümsemeden geçilir.

Derinlik kaybolur, yüzeysel kanaat hâkim olur.

Kalp ile akıl arasındaki bağ kopar.

Sonuç: Bilgi çok, hikmet az. Konuşan çok, yaşayan az.

İlmin Hazmı Nasıl Olur?

  1. İhlâsla öğrenmek: İlmi Allah rızası için talep etmek.
  2. Amel ile yoğurmak: Bilgiyi davranışa dönüştürmek.
  3. Sabırla pişirmek: Hızlıca değil, sindirerek öğrenmek.
  4. Hikmetle sunmak: Karşıya bilgi değil, mana taşımak.

Sonuç: İlmi Önce Yaşa, Sonra Anlat

Bediüzzaman’ın bu temsilî anlatımı, sadece âlimleri değil; her anne-babayı, her öğretmeni, her lideri ilgilendirir. Çünkü hepimiz bir yönüyle öğreticiyiz. Ve bizler:

Ya musaffâ süt veririz,

Ya da sindirilmemiş bilgiyle mide bulandırırız.

Şu hâlde önce yaşamalı, sonra konuşmalıyız. Önce hazmetmeli, sonra sunmalıyız. Çünkü ilim, ağızdan değil, kalpten geldiğinde tesir eder.

Özet:

Bu makalede, “Hazmolmayan ilim telkin edilmemeli” düsturuna dayanarak, ilmin ancak yaşanarak ve sindirilerek aktarılmasının gerektiği vurgulandı. Hakiki âlim, bilgisini hazmedip kabullenen ve hal diliyle yaşayan kişidir. Sadece anlatan ama yaşamayan kimseler, bilgiyle fayda değil zarar verir. Bilginin faydalı olabilmesi için ihlâs, amel, sabır ve hikmetle sunulması gereklidir.

 

 




Hak Kuvvetle Değil, Kuvvet Hakla Yücelir

Hak Kuvvetle Değil, Kuvvet Hakla Yücelir

“Kuvvet hakka hizmetkâr olmalı 

   Hikmetteki desatir, hükûmette nevamis, hakta olan kavanin, kuvvetteki kavaid birbiriyle olmazsa müstenid ve müstemid

   Cumhur-u nâsta olmaz, ne müsmir ve müessir. Şeriatta şeair; kalır mühmel, muattal. Umûr-u nâsta olmaz, müstenid ve mutemid.”
Sözler.lemaat

Tarih boyunca nice medeniyetler kuruldu, nice imparatorluklar yıkıldı. Hepsinin arkasında ya bir hak ilkesi ya da bir kuvvet tutkusu vardı. Ancak tecrübe bize gösterdi ki, kuvveti hakka hizmetkâr kılmayan her sistem, uzun vadede çürür, yıkılır, dağılır. Bediüzzaman Said Nursî bu meseleyi şöyle özetler:

> “Kuvvet, hakka hizmetkâr olmalı.”

Bu söz, yalnızca bir ahlâkî çağrı değil; bir medeniyet inşasının anahtar ilkesidir. Çünkü hak ile kuvvet arasında doğru bağ kurulmadığında, kuvvet zulmün, hak ise zayıflığın eline geçer. Oysa olması gereken, hak güçlü olduğu için değil, hak olduğu için üstün tutulmalı; kuvvet ise onun koruyucusu, destekçisi olmalıdır.

Kuvvet Hakkın Emrinde Olmazsa Ne Olur?

Bediüzzaman aynı pasajda şöyle der:

> “Hikmetteki desatir, hükûmette nevamis, hakta olan kavanin, kuvvetteki kavaid birbiriyle olmazsa… ne müsmir, ne müessir olur.”

Yani; bir toplumda bilim (hikmet), hukuk (kanunlar) ve siyaset (hükümet) aynı çizgide buluşmaz, kuvvetle desteklenmezse, o sistem ne faydalı olur ne de etkili. Sonuç:

Adalet sistemleri işlememeye başlar.

Zalimler cesaret bulur, mazlumlar susar.

Şeriatın şeairi (sembolleri), dinin hayattaki görünür izleri terk edilir.

Halkın işlerinde güven kalmaz, güvenlik ortadan kalkar.

Tarihten Ders: Hak Olmadan Kuvvet Zulme Dönüşür

Firavun kuvvet sahibiydi ama haklı değildi. Yıkıldı.
Nemrut güçlüydü ama hakkı tanımadı. Helâk oldu.
Emevîler’in son dönemi, Abbâsîler’in bozulma yılları; hep kuvvetin haktan ayrılmasının örnekleridir.

Oysa Hazret-i Ömer (r.a.) gibi adaletle hükmeden bir halife, en sade kıyafetiyle dahi âlemi titreten bir otoriteydi. Çünkü onun kuvveti, hakkın emrindeydi.

Modern Dünyada Kuvvet ve Hak İlişkisi

Bugün kuvvet:

Medyada

Sermayede

Askeriyede

Teknolojide

yoğunlaşmış durumda. Ancak bu kuvvetin kaynağı hak ve adalet değil, çoğunlukla çıkar, üstünlük ve hegemonya olduğu için dünya büyük bir kriz içinde.

Hakkı değil, menfaati esas alan kuvvet; çevreyi tahrip eder, savaşlar doğurur, toplumsal adaleti bozar, ahlâkı çürütür. Bediüzzaman’ın ifadesiyle bu sistem “müstenid ve müstemid” yani dayanaksız ve zorbalık dolu olur.

Kuvveti Hakka Hizmetkâr Kılmak İçin Ne Yapmalı?

  1. Adalet, her sistemin temel taşı olmalı.
  2. Hukuk ve yönetim, hak ve hikmete dayanmalı.
  3. Güç, adil mercilerde toplanmalı; keyfîliğe izin verilmemeli.
  4. Toplumda hak bilinci ve sorumluluk ahlâkı yerleştirilmeli.
  5. Dinî şeair hayattan koparılmamalı, sosyal yapıya anlam kazandırmalı.

Sonuç: Hakkın Yanında Olan Kuvvet, Gerçek Güçtür

İnsanlık, kuvvetin değil hakkın tarafında durarak yücelir. Kuvvet, hak ile buluştuğunda adalet doğar. Kuvvetin, zulme değil hakkaniyete hizmet ettiği bir dünyada insanlar huzur bulur. Bu sebeple Bediüzzaman’ın şu uyarısı kulaklarda yankılanmalı:

> “Kuvvet hakka hizmetkâr olmalı.”

Bu söz, sadece bireylere değil; yöneticilere, toplumlara ve tüm insanlığa hitap eden evrensel bir nizam ilkesidir.

Özet:

Bu makalede, “Kuvvet hakka hizmetkâr olmalı” prensibi merkeze alınarak, kuvvetin hak ile buluşmadığı durumlarda ortaya çıkan adaletsizlikler, bozulmalar ve toplumsal çöküşler ele alındı. Bediüzzaman’a göre kuvvet, hakka dayandığında etkili, bereketli ve yapıcı olur. Ancak sadece kuvvete dayanıldığında sistem zorbalığa dönüşür. Kurtuluş, kuvvetin hakkı korumak için kullanılmasıyla mümkündür.

 

 




Menfaatin Maskesi: Siyasetin Canavarlaşması

Menfaatin Maskesi: Siyasetin Canavarlaşması

“Menfaati esas tutan siyaset canavardır 

   Menfaat üzere çarkı kurulmuş olan siyaset-i hazıra; müfteristir, canavar.

   Aç olan canavara karşı tahabbüb etsen merhametini değil, iştihasını açar.

   Sonra döner, geliyor; tırnağının hem dişinin kirasını senden ister.”
Sözler.lemaat

Modern çağın siyasi düzenleri çoğunlukla bir temel üzerine kuruludur: menfaat. Bu menfaat kimi zaman şahsi, kimi zaman parti, kimi zaman devlet, kimi zaman da küresel güçler adına belirlenir. Fakat ne adına olursa olsun; eğer bir siyaset hak, adalet ve ahlak yerine çıkar, hile ve ihtiras üzerine kurulmuşsa, onun adı artık siyaset değil, bir canavarlık rejimidir.

Bediüzzaman bu hakikati çarpıcı bir şekilde dile getirir:

> “Menfaat üzere çarkı kurulmuş olan siyaset-i hazıra; müfteristir, canavar.”

Bu söz, yalnızca bir siyasi eleştiri değil; aynı zamanda bir hikmet feryadıdır. Çünkü menfaate dayalı siyaset, zamanla insanları, toplumları ve hatta milletleri birbirine düşüren, ahlakî değerleri unutturan, zulümle süslenmiş bir canavara dönüşür.

Menfaatin Gizli Pençesi

Menfaat, ilk bakışta tatlıdır. İnsanı cezbeder. Fakat bu tatlılık, zehirli bir bala benzer. Çünkü:

Menfaat nefsin hoşuna gider, fakat ruhu öldürür.

Menfaat geçici dostluklar kurar, fakat kalıcı düşmanlıklar doğurur.

Menfaat hakikati örter, yalana makyaj yapar.

Bediüzzaman der ki:

> “Aç olan canavara karşı tahabbüb etsen merhametini değil, iştihasını açar.”

Yani; menfaat üzerine kurulu bir siyaset, ne kadar tatlı görünse de aslında bir canavardır. Ona iyilikle yaklaşsan bile, o bunu zayıflık olarak yorumlar. Merhamet değil, iştah kabartır. Bugün seni kullanır, yarın dişinin ve tırnağının kirasını senden ister!

Menfaatin Tahrip Ettiği Alanlar

  1. Ahlâk: Menfaate dayalı siyaset, doğruluk ve sadakati değil; ikiyüzlülük ve dalkavukluğu teşvik eder.
  2. Adalet: Hak yerine çıkar ölçü alınır. Mazlum değil güçlü haklı sayılır.
  3. Millet: Siyaset, milletin menfaatini değil, kendi sınıfının menfaatini savunur. Bu da millet içinde ayrılık, kin ve ihtilaf doğurur.
  4. Uluslararası İlişkiler: Menfaat esaslı dış politika, ülkeleri dostluk değil çıkar pazarlığı ekseninde birleştirir. Bugünün dostu, yarının düşmanıdır.

Hak ve Ahlâk Esaslı Siyaset: Sünnet-i Nebevî Modeli

Oysa siyaset, insanlara hizmet için bir araç olmalıydı. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), siyaseti hiçbir zaman menfaat üzerine değil, hakikat, adalet ve merhamet üzerine kurmuştur.

O’nun örnekliğinde siyaset:

Adalet temellidir.

Zayıfı korur.

Doğruyu savunur.

Hizmeti esas alır.

Ahlâkı önceletir.

İşte bu siyaset, beşeri canavarlık uçurumuna düşmekten korur.

Sonuç: Maskeyi Düşürme Vakti

Bugün dünya siyaseti büyük ölçüde çıkarlar etrafında döner hale gelmiştir. Bediüzzaman’ın asırlık uyarısı hâlâ geçerliliğini korumaktadır:

> “Menfaat üzere çarkı kurulmuş siyaset, bir canavardır.”

Artık maskeleri düşürmenin vaktidir. Siyaset, yeniden hizmet, ahlâk ve adalet temellerine dönmelidir. Aksi takdirde, menfaatin yön verdiği bir sistem, milletleri ve insanlığı merhametsiz bir pençede tüketmeye devam edecektir.

Özet:

Bu makalede, Bediüzzaman Said Nursî’nin “Menfaat üzere kurulu siyaset canavardır” sözü çerçevesinde, menfaate dayalı siyasi anlayışın birey, toplum ve insanlık üzerindeki tahribatı ele alındı. Menfaat esaslı siyaset, geçici dostluklarla kalıcı düşmanlıklar doğurur. Ahlakı bozar, adaleti siler, toplumu çökertir. Kurtuluş ise, siyaset anlayışının hak, adalet ve ahlaka dayanmasıyla mümkündür.

 




Zekâtın Ölümü, İnsanlığın Çöküşüdür: İhtilalin ve Fesadın Kaynağı

Zekâtın Ölümü, İnsanlığın Çöküşüdür: İhtilalin ve Fesadın Kaynağı

“Hayat-ı ihtilal; mevt-i zekât, hayat-ı ribadan çıkmış 

   Bi’l-cümle ihtilalat, bütün herc ü fesadat hem asıl hem madeni; rezail ve seyyiat, bütün fâsid hasletler,

   Muharrik ve menbaı iki kelimedir tek yahut iki kelâmdır. Birincisi şudur ki: “Ben tok olsam, başkalar

   Acından ölse neme lâzım!” İkincisi: “Rahatım için zahmet çek; sen çalış, ben yiyeyim. Benden yemek, senden emekler!”

   Birinci kelimede olan semm-i kātili hem kökünü kesecek, şâfî deva olacak tek bir devası vardır.

   O da zekât-ı şer’î ki bir rükn-ü İslâm’dır. İkinci kelimede, zakkum-şecer münderic. Onun ırkını kesecek, ribanın hurmetidir.

   Beşer salah isterse, hayatını severse zekâtı vaz’etmeli, ribayı kaldırmalı.”
Sözler.lemaat

Tarih boyunca beşeriyetin yaşadığı en büyük krizler; savaşlar, devrimler, toplumsal çöküşler ve ahlaki ifsatlar… Bunların hepsi görünürde farklı sebeplerle açıklansa da Bediüzzaman Said Nursî, meseleyi derinlemesine ele alır ve şöyle der:

> “Hayat-ı ihtilal; mevt-i zekât, hayat-ı ribadan çıkmış.”
(İhtilal hayatı, zekâtın ölümü ve faizin dirilişinden doğmuştur.)

Bu cümle, sadece bir sosyal tespit değil; aynı zamanda bir hikmet manifestosu, bir ahlakî muhasebe çağrısıdır.

Toplumu Çürüten İki Zehirli Düşünce

Bediüzzaman’a göre her türlü anarşinin, fesadın ve rezaletin kaynağı olan iki temel zihniyet vardır:

  1. “Ben tok olduktan sonra başkası açlıktan ölse bana ne?”
  2. “Sen çalış, ben yiyeyim; benden yemek, senden emek.”

Bu iki cümle, modern hayatın özünü oluşturan bencillik ve sömürü zihniyetinin özetidir. Birincisi merhameti, ikincisi ise adaleti öldürür. Bu cümleler; sınıf çatışmalarının, gelir adaletsizliğinin, sosyal kinlerin ve toplumsal çöküşlerin tohumudur.

Birinci Zehrin Panzehiri: Zekât

İlk cümledeki vicdansızlığa karşı, Kur’ân’ın koyduğu reçete açıktır:

> “Zekât-ı şer’i”
Zekât, yalnızca malın arınması değil, kalbin de şifa bulmasıdır. Tok olanın, aç olana karşı mesuliyetini hatırlatır. Sadece bir mali ibadet değil; toplumsal denge ve adaletin ilahî sigortasıdır.

Zekât ölürse, toplumun damarları kurur. Yardım duygusu biter, merhamet kaybolur, fakir zengine düşman olur, zengin ise fakire tepeden bakar. Bu da ihtilali doğurur.

İkinci Zehrin Panzehiri: Faizin Haramlığı

İkinci cümledeki sömürü düzeninin temeli ise faizdir.

> “Sen çalış, ben yiyeyim” anlayışı, tam da bugünkü faizli ekonomik sistemin ruhudur.
Faiz, birinin emeğini hiç emek vermeden sömürmektir. İslam’ın bu düzene cevabı nettir:
“Ribanın hurmeti.”
Yani faizin haram kılınması…

Zekâtla mal aşağıya doğru akar; faizle ise yukarıda birikir. Birinde şefkat vardır, diğerinde sömürü. Birinde infak vardır, diğerinde istismar.

Zekât Öldü, Faiz Dirildi: Beşeriyet Krizde

Bugün beşeriyet büyük bir kriz yaşıyor. Gelir uçurumları, küresel borçlar, sınıf çatışmaları, kitlesel göçler, devrimler, iç savaşlar… Bunların hepsi, zekâtın terk edilip faize sarılmanın neticeleridir.

> “Hayat-ı ihtilal; mevt-i zekât, hayat-ı ribadan çıkmış.”

Zekâtın hayat sahnesinden çekilmesiyle, ihtilal toplumu sarıyor. Faiz dirilince, zulüm ve sömürü yeniden hortluyor. Beşer, Kur’ân’ın teklif ettiği adalet sistemini reddedince, kendi eliyle uçuruma yürüyor.

Çözüm: Zekâta Dönüş, Ribadan Dönüş

Eğer beşeriyet kendini kurtarmak istiyorsa; zekâtı tekrar hayata geçirmeli, ribayı terk etmeli.

> “Beşer salah isterse, hayatını severse zekâtı vaz’etmeli, ribayı kaldırmalı.”

Bu, sadece bir İslami hüküm değil; aynı zamanda insanlığın kurtuluş reçetesidir. Zekât, toplumu ayağa kaldırır; faiz ise çökertir. Bu yol ayrımında insanlık, ya ilahî adaleti tercih edecek ya da kendi kazdığı çukurda boğulacaktır.

Özet:

Bu makalede Bediüzzaman’ın ifadesiyle “ihtilal hayatı”, “zekâtın ölümü” ve “faizin dirilişi”nin beşeriyet üzerindeki yıkıcı etkileri ele alındı. Toplumları çürüten iki temel zihniyet; bencillik ve sömürüdür. Bu iki illetin panzehiri ise zekât ve ribanın haram kılınmasıdır. Zekât, toplumsal adaleti ve merhameti inşa ederken; faiz sömürü ve anarşi doğurur. Kurtuluş, zekâta dönüş ve ribadan vazgeçişle mümkündür.

 

 




Feragatin Ruhu: Davanın Bedeli ve Mücahidin Ölçüsü

Feragatin Ruhu: Davanın Bedeli ve Mücahidin Ölçüsü

“Bir dava sahibinin ve bilhassa ıslahatçının muvaffakiyet şartlarının en mühimmi feragattir. Zira gözler ve gönüller, bu mühim noktayı en ince bir hassasiyetle tetkik ve takibe meyyaldirler.”
Allâme Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi merhumdan, feragate ait şöyle bir söz işitmiştim: “İslâm, bugün öyle mücahidler ister ki dünyasını değil, âhiretini dahi feda etmeye hazır olacak.”
Tarihçe-i Hayat

Tarihin seyrini değiştiren büyük davalar, fedakârlık üstüne kurulmuştur. Ve bu fedakârlığın en yükseği, feragattir. Feragat, yalnızca dünya nimetlerinden vazgeçmek değil; zaman zaman kişinin en kıymetli varlığı olan âhiretini bile gözden çıkaracak bir dava sadakatine ulaşmasıdır. Bu mertebe, sıradan insanların kavrayamayacağı kadar yüksek; ama hakiki ıslahatçıların ve peygamber varislerinin aşina olduğu bir zirvedir.

Hazret-i Peygamber’in (sav) hayatı bunun en yüksek misalidir. O, ümmetinin selameti için gece uyumadı, taşlandı, aç kaldı, evladını, yurdunu, huzurunu feda etti. Ve ümmeti için yaptığı dua, onun nasıl bir feragat abidesi olduğunu gösterdi: “Allah’ım ümmetim, ümmetim…” Ağladı. Çünkü o dava, şahsını değil; insanlığı kurtarmaya yönelikti.

Feragatsiz Dava, Güvensiz Davettir

Gerçek bir dava adamı, davası için yaşar, davası için ölür. Kendi menfaati, şahsî itibarı, rahatlığı onun gözünde yok hükmündedir. Zira halk, gözleriyle dâvânın samimiyetini ölçer. Ve en hassas terazide ölçtüğü şey, dava adamının neleri feda edebildiğidir. İşte bu yüzden, İmam-ı Azam zindanda çürüdü, İmam Ahmed bin Hanbel kırbaçlandı, Bediüzzaman sürgünden sürgüne, hapisten hapse taşındı. Çünkü hakikatı söylemek, onun uğrunda bedel ödemekle anlam kazanır.

Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi’nin şu sözü, bu derinliği tam anlamıyla kavratır:
“İslâm, bugün öyle mücahidler ister ki dünyasını değil, âhiretini dahi feda etmeye hazır olacak.”

Bu söz, zannedildiğinden çok daha büyüktür. Zira birçok kimse dünyayı terk eder, ama “amellerim sevabımdan eksilmesin, faziletim zayi olmasın” diyerek gizli bir uhrevî hesap yapar. Oysa hakiki mücahid, yaptığı hizmetin karşılığını değil; yalnız Allah’ın rızasını diler. “Ben olmasam da olur, ismim bilinmese de olur, yeter ki dava yürüsün” diyebilen kişidir o.

Dava İçin Yok Olmayı Göze Almak

Bir ıslahatçı, halkın gözündeki en büyük sınavı feragatte verir. Halk, onun rahatını mı düşündüğünü; yoksa davası için varlığını yok sayabildiğini mi gözlemler. Tarih, dava uğruna kendini silen adamların hatırasını altınla yazar. Ama davasını kendini yüceltme aracı yapanları unutur, ya da ibretle anar.

Feragat, feragat sahibini zamanlar üstü kılan hakiki muvaffakiyetin sırrıdır.

Sonuç: Davada Samimiyet, Feragatte Saklıdır

Dava, lafla değil; bedelle taşınır. Ve bu bedelin en büyüğü, feragattir. Hem dünyayı, hem âhireti feda etmeye hazır olan bir ruh, artık davası için yaşamıyor, davası ile yaşıyor demektir. İşte böyle bir mücahid, ümmete istikamet, mazluma umut, tarihe iz olur.

Özet:

Bu makale, bir dava adamının en temel vasfının feragat olduğunu anlatır. Gerçek ıslahatçılar, yalnız dünyadan değil; gerektiğinde uhrevî beklentilerinden dahi vazgeçebilen yüksek ruhlardır. Mücahidlik, bedel ödemekle ölçülür. Feragatsiz dava, halkın gözünde güvensiz olur. Hakiki muvaffakiyet, şahsî menfaatten geçip davası uğruna yok olmayı göze alabilenlerin nasibidir.

 

 




Fenafillah ve Beka Billah: Varlığın Terkinden Varlığın Hakikatine

Fenafillah ve Beka Billah: Varlığın Terkinden Varlığın Hakikatine

Büyük mutasavvıfların (r.anhüm) fenafillah, beka billah diye tarif ve tavsif buyurdukları yüksek mertebe, işte bu kudsî şerefe nâil olmaktır.

   Evet, her mü’minin kendine mahsus bir huzur, huşû, tefeyyüz, tecerrüd ve istiğrak hali vardır. Ve herkes iman ve irfanı, salah ve takvası, feyiz ve maneviyatı nisbetinde bu İlahî hazdan feyizyâb olabilir.”
Tarihçe-i Hayat

İnsan, varlıkla gururlandıkça hakikatten uzaklaşır. Kendine güvendikçe hakikî gücü kaybeder. Çünkü insanın asıl kuvveti, aczini bilmesindedir. Bu yüzden tasavvuf erbabı, “fenafillah” demiştir: Allah’ta yok olmak. Ve sonra “beka billah”: Allah ile var olmak. Bu iki kavram, mânevî seyrin zirvesidir. Varlığın terkinden, hakikatin tahakkukuna uzanan kutlu bir yürüyüş…

Fenafillah: Benlik Zindanından Hürriyete

Fenafillah, kulun kendi nefsini, hevâsını, egosunu, iddialarını terk etmesidir. Bu terk, susmakla değil; susarken kalbinde konuşan benliği susturmakladır. Gözünü kapatmakla değil; dünyaya gözünü açarken kalbini sadece Allah’a açmakladır. “Ben” yok olur, “Sen” kalır. O zaman kul, yalnız O’nu görür, yalnız O’na güvenir, yalnız O’nunla yaşar. Bu yokluk, hakikî varlık için bir doğuştur. Zira Allah için yok olan, Allah ile var olur.

Büyük mutasavvıflar, işte bu hale “fenafillah” dediler. İnsan, artık kendi için yaşamaz; ne bir mevki, ne bir alkış, ne bir takdir bekler. Allah’tan başka hiçbir şeyin değeri kalmaz gözünde. Bu hâl, kul ile Rab arasındaki bütün perdeleri kaldırır. Kul, kul olduğunu unutur, sadece Hakk’ın nazarına kendini bırakır.

Beka Billah: Allah ile Var Olmak

Fenafillah ile benlik silinince, kul ilâhî ahlâkla bezenir. Hakk’ın rızası, onun düşüncesi olur. Hakk’ın emri, onun hareketi olur. İşte bu hâl, beka billah’tır. Artık kul, Allah ile var olur. Konuşması hikmetli olur, susması mânâlı olur. Bir söz söyler, kalplere işler; bir bakar, gönülleri diriltir.

Tasavvufun gayesi işte budur: Kalbi saflaştırmak, nefsaniyetten arındırmak ve Hakk’ın tecellilerine mazhar hâle getirmek. Bu hâl, yalnız büyük mürşidlerin değil; her mü’minin gidebileceği bir yoldur. Herkes bu yolda, kendi istidadı kadar nasip alır.

Her Mü’minin Huzur Hâli

Her mü’minin, imanının derinliği nisbetinde bir huşû, bir huzur, bir istiğrak hali vardır. Bu, dışarıdan ölçülemez. Gönlün fısıltısıdır, Hakk’ın sırrıdır. Bazen bir ihtiyarın gözyaşında, bazen bir çocuğun masum tebessümünde, bazen bir âlimin sessiz secdesinde saklıdır. Kalbin Allah’la dolması, bu hâlin yegâne ölçüsüdür.

İşte bu iç huzur, dünyadaki hiçbir şeyle mukayese edilemez. Makam, şöhret, servet geçicidir; fakat Allah’ın verdiği huzur, bütün zamanları aşar. Bu huzur, Allah’ın sevdiklerine verdiği en büyük nimettir.

Özet:

Bu makale, tasavvufun temel kavramlarından olan fenafillah ve beka billah mertebelerini işler. Fenafillah, kulun benliğini terk ederek Allah’a tam teslimiyetidir. Beka billah ise bu teslimiyet sonrası Allah ile var olma hâlidir. Her mü’min, iman ve irfanı nisbetinde bu mânevî iklimden feyiz alabilir. Gerçek huzur, bu hâllerin gönülde yer bulmasıyla elde edilir.

 




Mücahede ve Hidayet: Allah Yolunda Canla Cihanda Yürüyenler

Mücahede ve Hidayet: Allah Yolunda Canla Cihanda Yürüyenler

Cenab-ı Hak, şu âyet-i kerîmede bakınız mücahidlere neler vaad ediyor:

وَالَّذٖينَ جَاهَدُوا فٖينَا لَنَهْدِيَنَّهُمْ سُبُلَنَا وَاِنَّ اللّٰهَ لَمَعَ الْمُحْسِنٖينَ

   Meal-i şerifi: “Bizim uğrumuzda mücahede edenlere mutlaka yollarımızı gösteririz. Ve hiç şüphe yok ki Allah muhsinlerle –Allah’ı görür gibi ibadet eden mücahidlerle– beraberdir.”

   Demek ki iman ve Kur’an uğrunda, candan ve cihandan geçen mücahidlere büyük Allah, hakikat ve hidayet yollarını göstereceğini vaad buyuruyor. Hâşâ Cenab-ı Hak vaadinde hulf etmez, yeter ki bu azîm vaad-i İlahîyi icab ettirecek şartlar tahakkuk etsin.”
Tarihçe-i Hayat

Zamanın sisleri, hakikatin güneşini gölgeleyebilir; fakat gökyüzü hep yerindedir. Hakk’ın yolu da öyledir: Ne kadar engel konulsa da, onu arayanlar için hep açıktır. Lakin o yol, ancak arayanlar içindir. Soranlar, çırpınanlar, mücahede edenler içindir.

“Ve’llezîne câhedû fînâ le-nehdiyennehum subulenâ…” Ayet-i kerîmesinde, Allah Teâlâ açıkça vaad ediyor: “Bizim uğrumuzda mücahede edenlere yollarımızı gösteririz…” Bu öyle bir vaattir ki, ardında Kudret-i Ezeliyye vardır. Ve bu öyle bir yolculuktur ki, hedefi hidayettir, refakatçisi Rahmân’dır.

Mücahede: Sadece Kılıç Değil, Kalp de Savaşır

Mücahede deyince akla ilk gelen cihad sahneleridir: Bedir, Uhud, Yermük, Malazgirt… Fakat mücahede sadece meydanlarda değil, vicdanlarda da olur. Günümüzde bir mü’minin nefsine, hevâsına, dünyevî arzulara karşı verdiği her samimi mücadele bir mücahededir. Her sabır, her helâl direniş, her haramdan geri duruş birer cihaddır.

Asıl mesele, Allah için mücadele etmektir. İhlâsla, menfaat gözetmeden, gösterişten uzak, sadece O’nun rızası için… Çünkü Allah, kendisi için yapılan hiçbir çabayı boşa çıkarmaz.

Hidayet: Yol Gösterme Değil, Yürütme Lütfudur

Cenab-ı Hakk’ın “subulenâ” yani “yollarımız” demesi dikkat çekicidir. Bu yollar bir tane değildir; her kulun istidadına göre özel bir yol vardır. Kimine ilim yolu açılır, kimine hizmet, kimine dua, kimine sabır. Yeter ki mücahede olsun. O zaman hidayet, yalnız bir ışık değil; bir rehber, bir yol gösterici olur.

Allah, kendi yolunda mücadele edenleri öyle bir yakınlığa mazhar kılar ki, ayetin devamında “Allah, muhsinlerle beraberdir” buyurulur. Bu beraberlik, dostluk değil; ilâhî inayet ve destek demektir. Düşenin elinden tutan, yürüyene kuvvet veren bir beraberlik…

Vaad-i İlâhî ve Şartları

Cenab-ı Hak vaadinde hulf etmez. Lakin bu vaadin tahakkuku için şartlar vardır. O şartların en büyüğü: samimi mücahede… Yani dünyevî beklentilerden arınmış bir gayret. Sadece sonuç değil, süreç de Allah rızasına uygun olmalı. İşte bu şekilde yapılan bir mücadele, semaya yükselen bir dua gibidir; cevapsız kalmaz.

Hazret-i Üstad’ın ve geçmiş müceddidlerin hayatı buna şahittir. Nice zorluklar, sürgünler, hapisler, iftiralar içinde yılmadan yürümüşlerdir. Ve neticede yollar açılmış, gönüller fethedilmiş, hakikat yerini bulmuştur.

Özet:

Bu makalede, Ankebût Suresi 69. ayeti ışığında Allah yolunda yapılan samimi mücadelenin karşılığında hidayet yollarının açılması anlatıldı. Mücahede, sadece savaş meydanlarında değil; nefis, sabır ve ihlâsla yapılan her gayret olarak ele alındı. Mücahidlerin yanında Allah’ın olduğuna dair ilâhî vaadin, kulun samimiyeti ve feragati ile nasıl tahakkuk edeceği izah edildi. Netice olarak, mücahede edenlerin yolunu Allah açar; çünkü o yollar zaten O’na aittir.

 

 




Kur’ân’da Tekil ve Çoğul İfade Hikmeti

Kur’ân’da Tekil ve Çoğul İfade Hikmeti

Kur’ân-ı Kerîm, lafzı ve manasıyla mucizevî bir kitaptır. Onun en küçük kelimesinden surelerinin bütünlüğüne kadar her yönüyle ilâhî bir sanat ve hikmet yansır. Bu mucizevî üslubun dikkat çeken yönlerinden biri de bazı ifadelerin tekil (müfred) bazılarının ise çoğul (cem’) kalıpta kullanılmasıdır. Bazen aynı varlıktan bahsedilirken bir yerde tekil, başka bir yerde çoğul geçmesi, yüzeysel bakıldığında çelişki gibi görünse de, aslında bu tercihler Kur’ân’ın kelime ekonomisindeki derinlik, maksat ve hedeflerini yansıtan ince ayarlardır.

  1. Gramer ve Üslup Yönüyle

Arap dilinde çoğul kullanımı her zaman sayısal anlamda çokluğu göstermez. Bazen tek bir varlığın farklı yönlerine, bazen de azamet, tazim ve tesiri yaygınlaştırma gayesine matuftur. Bu nedenle bir kelimenin çoğul gelmesi her zaman “birden fazla” anlamına gelmeyebilir; bazen “bir varlığın çok yönlülüğü” ya da “etkilerinin genişliği” gibi anlamlar ihtiva eder.

Örneğin, “melek” kelimesi bazı yerlerde tekil, bazı yerlerde çoğul geçer. Tekil geçtiği yerde melek kavramının temsil ettiği ilâhî görev ve mesaj vurgulanırken; çoğul geçtiği yerde ise meleklerin çeşitliliği, çokluğu ve farklı görevlerde oluşları ön plana çıkar.

  1. Hikmet Yönüyle: Tekillik – Birlik, Çoğulluk – Çokluk

Kur’ân’da Allah Teâlâ çoğu zaman kendisi için çoğul zamirleri kullanır: “Biz indirdik”, “Biz yarattık” gibi. Bu, haşa çokluk anlamında değil, Ululuk ve Kudretin azametini ifade için kullanılan “Ta‘zîm sigası”dır. Bu kullanımda, Rabbimizin isim ve sıfatlarının çokluğu ve mahlûkat üzerindeki farklı tecellîleri hissedilir. Fakat aynı Allah, başka ayetlerde “Ben” diyerek konuşur. Bu da teklik, tevhid ve zatî yakınlık anlamını taşır. Böylece insan, hem Rabbin azametini hem de yakınlığını hisseder.

  1. Maslahat ve Hedef Yönüyle

Ayetlerin indiği ortama, muhatap kitlenin psikolojisine ve verilmek istenen mesaja göre tekil veya çoğul kullanımlar belirlenir. Örneğin:

“Şeytan” bazen tekil olarak geçer (örneğin: “Şeytan insana vesvese verir”), bazen çoğul (örneğin: “şeyâtîn” yani şeytanlar). Tekil kullanım, birebir mücadeleyi; çoğul kullanım ise sistematik ve örgütlü bir kötülük yapısını ima eder. Bu da insanı hem bireysel hem toplumsal düzlemde uyarır.

“İnsan” bazen tekil, bazen çoğul zikredilir. Tekil kullanımlar genelde nüfusa ve şahsi muhasebeye yöneliktir. Çoğul kullanım ise toplumsal refleks, ümmet bilinci ve genel ahlaki yönelişlere dikkat çeker.

  1. Tevhid ve Cemiyet Dengesi

Kur’ân’daki bu üslup dengesi, aynı zamanda tevhid ve cemiyet arasındaki hassas çizgiyi gösterir. İnsan bir ferttir ama toplumla anlam kazanır. Tekil ayetler insana “Ey insan, sen yalnızsın, mesulsün!” derken; çoğul ayetler “Siz bir ümmetsiniz, sorumlusunuz!” der.

Bu denge, İslam’ın bireyi ihmal etmeden toplumu şekillendiren bir din olduğunu gösterir. Kur’ân, bir yandan fertleri eğitirken, bir yandan toplumları inşa eder. Bireysel sorumluluğun ahlaki zeminini, toplumsal sorumluluğun hukukî çerçevesiyle dengeler.

  1. Düşündürücü Bir Temsil

Bir adam düşünün, karanlık bir odada bir lambayla oturuyor. O lambanın ışığı tek başına odayı aydınlatmaz ama adamın yüzünü gösterir. Bu, tekil kelimelerin fertle ilgisini temsil eder. Sonra bir düğmeye basılır ve onlarca lamba yanar. Şimdi odayı tamamen görürsünüz. Bu da çoğul ifadelerin umumî aydınlatıcı etkisidir. Kur’ân bazen bir yüzü göstererek, bazen bütünü aydınlatarak hakikati sunar.

Sonuç: Kur’ân’ın Tekil ve Çoğul Dili Bir Tevhid Terbiyesidir

Kur’ân’daki tekil ve çoğul ifadeler; basit dil tercihleri değil, derin bir ilahî terbiyenin ve hikmetli iletişimin göstergesidir. Bazen bireyi muhatap alır, bazen toplumu. Bazen bir olayı sadeleştirir, bazen çoğullaştırarak yaygınlaştırır. Bu da bize gösterir ki, Kur’ân’ın dili sadece bilgi değil, aynı zamanda irşad ve inşa dilidir.

Özet

Kur’ân-ı Kerîm’de tekil ve çoğul ifadelerin kullanımı yalnızca gramer kurallarına değil, aynı zamanda ilahî hikmet, hedef ve mesajın mahiyetine dayanır. Allah’ın zamirleriyle meleklerin, şeytanların veya insanların tekil ve çoğul halleri; bazen ferdî tefekkür, bazen de toplumsal sorumluluk bilinci için tercih edilir. Bu dil, hem Allah’ın azametini hem de kullarına yakınlığını hissettiren bir tevhid ve terbiyedir. Kur’ân’daki bu üslup, kullarını hem birey hem ümmet olarak inşa eder.

 

 




İman Kemâle Ererse: Bir Kalbin Cihâna Bedel Yolculuğu

İman Kemâle Ererse: Bir Kalbin Cihâna Bedel Yolculuğu

Eğer bir iman, kemalini bulursa neler yapar ve ne hârikalar doğururmuş.

    Bir azm, eğer iman dolu bir kalbe girerse 

    İnsan da o imandaki son sırra ererse 

    En azgın ölümler ona zincir vuramazlar 

    Volkan gibi coşkun akıyor, durduramazlar 

    Rabb’imden iner azmine kuvvet veren ilham 

    Peygamber’i rüyada görür belki her akşam 

    Hep nur, onun iman dolu kalbindeki mihrab 

    Kandil olamaz ufkuna dünyadaki mehtap 

    Kar kış demez, irkilmez, üzülmez, acı duymaz 

    Mevsim bütün ömrünce ılık gölgeli bir yaz 

    Cennetteki âlemleri dünyada görür de 

    Mahvolsa eğilmez sıradağlar gibi derde 

    En sarp uçurumlar gelip etrafını sarsa 

    Ay batsa, güneş sönse, ufuklar da kararsa 

    Gökler yıkılıp çökse yolundan yine dönmez 

    Ruhundaki imanla yanan meşale sönmez 

    Kalbinde yanardağ gibi iman ne mukaddes 

    Vicdanına her an şunu haykırmada bir ses: 

    Ey yolcu! Şafaklar sökecek durma, ilerle 

    Zulmetlere kan ağlatacak meşalelerle 

    Yıldızlara bas, çık yüce âlemlere yüksel 

    İnsanlığı kurtarmaya cennetten inen el.”
Tarihçe-i Hayat

İman… Sadece bir fikir değil, bir ışık; sadece bir kabul değil, bir değişimdir. Kalbe girdiğinde orayı aydınlatmakla kalmaz, bütün âlemi de onunla aydınlatır. Fakat bu iman kemâlini bulursa, sıradan bir inanç olmaktan çıkar, bir hayat tarzı olur; bir enerjiye dönüşür, bir varoluş sebebi olur. Tıpkı Kur’ân’ın ve sahabenin kalbinde parlayan o nur gibi…

Tarihçe-i Hayat’ta geçen bu veciz dizelerde, kemâle ermiş bir imanın ne gibi harikalar doğurduğunu veciz şekilde anlatır. “Bir azm, eğer iman dolu bir kalbe girerse…” diyerek başlayan bu şiir, yalnızca bir duygu değil, bir davanın, bir yürüyüşün ve bir değişimin tarifidir.

Kemâle ermiş bir iman, önce sahibini dönüştürür. O kişi artık ölümden korkmaz, çünkü ölüm ona vuslattır. Zorluklardan yılmaz, çünkü zorlukta Rabbine yakınlık görür. Her gecede bir sabah arar, her karanlıkta bir ışık yakar. Onun için “kandil olamaz ufkuna dünyadaki mehtap”; çünkü kalbindeki mihrabın nuru, dünya ışıklarının çok ötesindedir.

Bu kişi için mevsim hep yazdır. Çünkü imanı, ruhunun iklimini ebedî bahara çevirmiştir. Kalbinde yanardağ gibi yanan iman, ona sabır verir, azim verir, vuslatı müjdeler. Cennet, daha dünyadayken onun içinde bir hal alır. Öyle ki “cennetteki âlemleri dünyada görür” olur.

İman, sahibini yeryüzüyle gökyüzü arasında bir köprü yapar. Sadece kendi kurtuluşunu düşünmez; insanlık için yola düşer. O artık “insanlığı kurtarmaya cennetten inen el”dir. Bu ruh, Peygamberleri izler; azmini, Resûlullah’ın davasından alır. O dâvâ ki gece rüyalarda, gündüz seyranlarda görülür. Her nefeste Allah’ın izniyle yenilenir.

Ve işte bu yüzden, kemâle ermiş bir imanla yola çıkan bir yolcu, gökler çökse, dağlar eğilse, ay kararsa bile durmaz, dönmez. Çünkü ruhunda yanan meşale, dünyalık rüzgârlarla sönmez.

Bu dava, sahabe ruhudur. Bu dava, Bediüzzaman’ın ifadesiyle “iman kurtarmak” için dünyayı terk edenlerin, makamları elinin tersiyle itip mağaralarda yazanların, zindanlarda sabırla bekleyenlerin davasıdır. Her biri bu hakikati haykırır:
“Ey yolcu! Şafaklar sökecek. Durma, ilerle!”

Özet:

Bu makale, iman kemâle erdiğinde bireyin iç ve dış dünyasında nasıl büyük dönüşümler yaşandığını işler. Kalbindeki imanın nuru ile aydınlanan kişi, ölüme meydan okur, karanlıklarda ışık olur, dünyaya sığmaz hale gelir. Ruhundaki bu güçle sadece kendi değil, insanlığın da kurtuluşuna vesile olur. Zorluklar karşısında eğilmez, çünkü meşalesi ilâhîdir. İman kemâle erdiğinde, insan, sıradan biri olmaktan çıkar; göklerin bile sarsamayacağı bir dağ gibi olur.

 




Islahatçının Terazisi: İlk Günle Son Gün Arasındaki Sır

Islahatçının Terazisi: İlk Günle Son Gün Arasındaki Sır

“Herhangi bir iklimde zuhur eden bir ıslahatçının mahiyet ve hakikatini, sadakat ve samimiyetini gösteren en gerçek miyar; davasını ilana başladığı ilk günlerle, muzaffer olduğu son günler arasında ferdî ve içtimaî, uzvî ve ruhî hayatında vücuda gelen değişiklik farklarıdır, derler.”
Tarihçe-i Hayat

Tarih boyunca insanlık, nice ıslahatçının, liderin, dâvâ adamının izini gördü. Kimi, zulmü kaldırmak, kimi adaleti tesis etmek, kimi de hakikati ilan etmek için zuhur etti. Ancak zaman gösterdi ki, her görünen ışık nur değil, her iddia samimiyet değil. Gerçekle görüntü, iddiayla istikamet, sözle sadakat çoğu zaman birbirine zıt düşebildi.

Bu sebeple, “Herhangi bir iklimde zuhur eden bir ıslahatçının mahiyet ve hakikatini, sadakat ve samimiyetini gösteren en gerçek miyar; davasını ilana başladığı ilk günlerle, muzaffer olduğu son günler arasında ferdî ve içtimaî, uzvî ve ruhî hayatında vücuda gelen değişiklik farklarıdır.” denmiştir. Bu söz, basit bir tarih tesbiti değil; bir karakter terazisidir.

İlk Gün ve Son Gün Arasındaki Uçurum

Nice ıslahatçı, yola çıktığında mütevazıdır, kanaatkârdır, yüksek ideallerle yanar. Ancak muvaffakiyet geldikçe, alkışlar arttıkça, çevresi genişledikçe, hakikatle değil, nefsiyle konuşmaya başlar. Elindeki dâvâyı bir manevî emanet olarak değil, dünyevî bir iktidar olarak görür. Bu dönüşüm, dıştan değil, içten başlar. Ruhu sarsılır, niyeti bulanır. İlk günkü hâliyle son günkü hâli arasında dağlar kadar fark oluşur.

İşte bu fark, onun hakikî olup olmadığının aynasıdır.

Bediüzzaman Said Nursî’nin hayatına baktığımızda bu ölçü bizzat onun şahsında tecessüm etmiştir. Hayatının başında da sonunda da davası aynıydı: İman hakikatlerini kurtarmak ve neşretmek. Hiçbir zaman dünyevîleşmedi, alkış peşinde koşmadı. Mahkemelerden zindanlara, sürgünlerden işkencelere kadar her zorlukta sadakatle sebat etti. Ne ilk gün ne de son gün, dâvâsından ve mütevazı şahsiyetinden sapmadı. İşte bu yüzden onun hakikî bir ıslahatçı olduğu, yalnızca sözlerinden değil, hayatından anlaşılır.

Muvaffakiyet Sarhoşluğu ve Sadakat İmtihanı

Asıl imtihan, yenilgi değil, zaferdir. Çünkü mağlubiyet sabır ister ama zafer, istikamet ister. Kaybetmekte nefsin tesellisi yoktur, ama kazanmakta nefsin tuzağı çoktur. Bir ıslahatçı, zaferi ne kadar taşıyabiliyorsa, dâvâsı o kadar hakikîdir.

İlk günkü tevazuu, son günkü tahtında da muhafaza eden; ilk gün halkın içinde bir fertken, son gün halkın üstünde değil, yine içinde olmayı başaran; mal, makam, menfaat, güç gibi dünyevî cazibelere karşı dâvâsını bozmayan ıslahatçılar, işte hakikî ve samimi olanlardır.

Ve bu ölçü sadece ıslahatçılara değil, her mü’mine, her hizmet ehline bir miyar, bir vicdan terazisidir. Hepimiz için geçerli olan bir sorudur:

İlk günkü safiyetimizle, bugünkü meşguliyetimiz arasında ne kadar fark var?

Özet:

Bu makale, hakikî bir ıslahatçının samimiyet ve sadakat ölçüsünü ilk günle son gün arasındaki hayat farklarında arar. İslah hareketinin doğruluğu; dâvânın başlangıcındaki ihlâsla, zaferdeki istikametin aynı kalmasıyla ölçülür. Dünyevîleşmeyen, nefsiyle değil dâvâsıyla yürüyen liderler, bu terazide ağır basan hakikatli şahsiyetlerdir. Gerçek muvaffakiyet, zaferden sonra da ilk günkü duruşta kalabilmektir.

 

 




Esmâ-i Hüsnâ’nın Cilvesinde Tecelli Eden Ebedî Güzellik: “İmkânda Daha Güzeli Yoktur”

Esmâ-i Hüsnâ’nın Cilvesinde Tecelli Eden Ebedî Güzellik: “İmkânda Daha Güzeli Yoktur”

“Evet nihayet derecede hüsün ve cemalleri bulunan esma-i hüsnanın güzel cilveleriyle, kâinatın her bir nev’i, hattâ her bir ferdi, kabiliyetine göre öyle bir hüsne mazhar olmuşlar ki Hüccetü’l-İslâm İmam-ı Gazalî demiş:

لَيْسَ فِى الْاِمْكَانِ اَبْدَعُ مِمَّا كَانَ

   Yani “Daire-i imkânda bu mükevvenattan daha bedî’ daha güzel yoktur.”
Şualar

Varlık, yalnızca bir varlık değildir; o, ilâhî bir aynadır. Bu âlem, Esmâ-i Hüsnâ’nın yani Allah’ın güzel isimlerinin cilvelerini sergileyen büyük bir sergi salonudur. Her şey, zerresinden yıldızına, karıncasından galaksilere kadar, bir sanatın, bir kasdın, bir hikmetin ve güzelliğin eseridir. Ve bu güzellikler, ne gelişigüzeldir ne de birbirinden kopuktur. Hepsi birden, sonsuz bir kudretin, nihayetsiz bir ilmin ve sınırsız bir cemalin tecellisidir.

İşte bu hakikati en özlü şekilde ifade edenlerden biri, Hüccetü’l-İslâm İmam-ı Gazâlî olmuştur. Onun veciz ifadesiyle:

> “لَيْسَ فِى الْاِمْكَانِ اَبْدَعُ مِمَّا كَانَ”
“İmkân dairesinde, şu vücud bulanlardan daha güzel bir şey tasavvur edilemez.”

Bu ifade, yalnızca bir takdir değil, bir itiraf; sadece bir tesbit değil, bir hakikate boyun eğiştir.

  1. Kâinat: Esmâ-i İlâhiyenin Aynası

Her bir varlık, Allah’ın bir ismine, belki birçok ismine ayinedir. Güneş, Nur isminin; hayat, Hayy isminin; rızık, Rezzâk isminin; ölüm ise Mümît isminin tecellisidir. Kâinatın her köşesi bir laboratuvar gibi bu isimlerin cilvelerini sergiler. Bu bakışla bakıldığında, hiçbir şey abes değildir. Çirkin görünen şeyler bile, güzelliğin zıddıyla anlaşılması içindir.

Bir diken, bir gülün yanında bulunduğu için güzeldir. Gece, gündüzün değerini artırır. Musibet, sabır ismini tecelli ettirir. Ölüm, hayatı kıymetli yapar. Her şey bir plan, denge ve maksatla dokunmuştur.

  1. Güzelliğin Son Sınırı: “Nihayet Derecede Hüsün ve Cemal”

Bediüzzaman Said Nursî, Şuâlar’da bu gerçeği şöyle ifade eder:

> “Nihayet derecede hüsün ve cemalleri bulunan Esmâ-i Hüsnâ’nın güzel cilveleriyle, kâinatın her bir nev’i, hattâ her bir ferdi, kabiliyetine göre öyle bir hüsne mazhar olmuşlar ki…”

Bu ifade, güzelliğin tesadüfle değil, bilinçli bir irade ile yaratıldığını gösterir. Kâinat, Allah’ın bedî’ ismiyle her an yeniden yaratılmakta ve güzellikte zirveye ulaşmaktadır. Yani yaratılan her şey, yaratılabileceğin en güzeli olarak var edilmiştir.

  1. “Daha Güzeli Olamazdı” Hikmetine Dair Derin Bir Temsil

Bir saray düşünün. İçinde sayısız oda, her odada farklı bir ışık, farklı bir sanat, farklı bir koku… Bu saray, o kadar mükemmel ki, bir pencerenin yerini değiştirsen, denge bozulur; bir süsü çıkarsan, bütünlük zedelenir. İşte Gazâlî’nin o sözü bu hakikate işaret eder: Bu kâinat sarayı, Allah’ın ilminde öyle bir nizamla tasarlanmıştır ki, ondan daha bedî’, daha güzel bir sistem mümkün değildir.

  1. İnsanın İtirafı: Hayranlık ve Teslimiyet

Bu noktada insana düşen vazife, hikmetli bakışla bu varlığa bakmak, “niçin böyle?” yerine “neden böyle güzel?” diye sormaktır. Çünkü bu güzellik, yalnızca bakılmak için değil; düşünülmek, şükredilmek ve iman edilmek içindir.

Kâinattaki nizam, insanın ruhunu tatmin edecek şekilde dizayn edilmiştir. İnsan ruhu bu yüzden güzeli sever. Çünkü güzellik, onu Yaratan’ın varlığını ve kemâlini fısıldar.

  1. Şikâyet Yerine Şükür: Güzelliği Görmenin Sonucu

İmam-ı Gazâlî’nin sözü, kader noktasından bir anahtar gibidir: “Neden böyle oldu?” değil, “Böyle olması en güzel şekliymiş” demek bir tevekkül ve teslimiyet kapısı açar. Çirkin görünen kader cilveleri dahi, o güzellik zincirinin bir halkasıdır.

Bir yara, bir annenin şefkatini gösterir. Bir musibet, sabrın yüceliğini. Bir fani varlık, baki olanı hatırlatır. Her şey yerli yerinde, her şey olması gerektiği gibidir.

Sonuç: Bu Kâinat, Olabileceklerin En Güzeli

İmam-ı Gazâlî’nin “Leys fi’l-imkân ebda‘u mimmâ kân” ifadesi, yalnızca felsefî değil, imânî bir hakikattir. Bu âlem, Allah’ın ilminde en güzel şekilde tasarlanmış, en uygun şekilde yaratılmıştır. Kaderin çizgileri, güzelliğin nakışlarıdır. O halde insan, gözüne batan dikenlerde değil; onun yanındaki gülde Rabbini bulmalı. Her şey, Allah’ın güzel isimlerinin birer aynası, birer cilvesidir.

Özet

Bu makale, İmam-ı Gazâlî’nin “İmkân dairesinde bundan daha güzeli yoktur” sözü ile Bediüzzaman’ın Esmâ-i Hüsnâ’nın cilvelerine dair izahlarını birleştirerek, kâinatın yaratılışındaki güzellik ve hikmeti ortaya koymaktadır. Her şey, Allah’ın güzel isimlerinin birer tecellisi olarak en güzel şekliyle yaratılmıştır. Bu hakikat, insanın hem aklını hayrete, hem kalbini teslimiyete götürür. Çirkinlik zannedilen şeyler bile, güzelliğin tamamlayıcı unsurudur. Kâinat, olduğu haliyle güzelliğin zirvesindedir.

 

 




Yaratan Bilir: Görmek, İşitmek ve Şahitlik Eden Sırlar

Yaratan Bilir: Görmek, İşitmek ve Şahitlik Eden Sırlar

“Evet senin gözüne bir gözlük yapan gözlükçü usta, göze gözlüğün yakıştığını görür, sonra yapar. Hem kulağı veren zat, elbette o kulağın işittiklerini işitir, sonra yapar, verir. Sair sıfatlar buna kıyas edilsin.

   Hem esmanın nakışları ve cilveleri insanda var, onlar ile o kudsî manalara şehadet eder.”
Şualar

Bir gözlüğü ustalıkla yapan bir gözlükçü, önce gözü tanır. Gözün yapısını, ihtiyacını, şeklini bilir ki, ona göre bir araç tasarlasın. Gözlüğü yapmadan önce, gözün nasıl gördüğünü, neye ihtiyacı olduğunu bilir. Çünkü yapan bilir.

Aynı şekilde kulağı halk eden Zât, elbette onun işittiklerini de bilir, işittirir ve işitir. Kulağın tasarımında işitmeye dair bütün incelikleri yerleştiren bir kudret, onu yaparken hem hikmeti hem gayeyi birlikte murad eder. İşte bu, yaratılışta şuur, hikmette murad, sanatta kasıt olduğunun en bariz delilidir.

İnsan, sadece beden yönüyle değil, ruhî yapısıyla da esmâ-i ilâhiyenin bir aynasıdır. Göz, Basîr isminin; kulak, Semî‘ isminin; kalp, Vedûd ve Alîm isimlerinin; akıl, Hakîm isminin birer tecellisidir. İnsan, bu yönüyle Allah’ın isimlerine ayna olur. Ve bu ayna, sadece pasif bir yansıma değil, aktif bir şahitliktir.

İnsandaki Nakışlar, Esmânın Şehadetidir

İnsanda görülen her özellik –görme, işitme, konuşma, düşünme, hissetme, sevme, korkma, merhamet etme– Allah’ın isimlerinin bir yansımasıdır. Yani insan bir bakıma esmâ-i ilâhiyenin okunabilir bir mektubudur.

  • Gözümüz varsa, o gözü gören bir Sâni var demektir.
    • İşitiyorsak, bizi işiten ve işittiren bir Hâlık var demektir.
    • Seviyorsak, bize sevgiyi veren Vedûd bir Rab var demektir.
    • Bilgimiz varsa, bizde tecelli eden Alîm bir isim var demektir.

Her sıfat, kendi kaynağını işaret eder. “Mânevî cihazatımız, İlâhî isimlerin bir dili gibidir.” Onlar konuşmadan, sadece mevcudiyetleriyle Allah’ın varlığını ve birliğini haykırır.

İşte bu yüzden, insan ne zaman kendi varlığını ciddiyetle tefekkür etse, Allah’ı tanımaya başlar. Çünkü onun iç dünyası, Allah’ın dış dünyadaki kudret ve rahmetiyle paralel yaratılmıştır. Kendini okuyan, Rabbini tanır. Kendini ihmal eden, onu da unutur.

Kur’ân’ın sürekli “أَفَلَا تَعْقِلُونَ – Aklınızı kullanmaz mısınız?”, “أَفَلَا تَتَفَكَّرُونَ – Düşünmez misiniz?” demesi, bu sırdandır. Çünkü düşünen kalp, esmânın cilvesini görür. Ve o zaman, insan sadece varlığı değil, Varlık Veren’i de hisseder.

Esma Aynası Olarak İnsan

Her bir insan, eşsiz bir sanat eseri, ilâhî bir yazıdır. Bedeninde ve ruhunda işlenen her özellik, İlâhî bir ismin nişanesidir. İnsan, esmânın cilvelerine şahitlik eden bir canlı ayettir. Bu yüzden Kur’ân, “Biz insanı en güzel surette yarattık” derken, sadece fizikî bir yapıdan değil, ilâhî manaların tecelli ettiği bir mahiyetten söz eder.

Özet:

Bu makale, insanın yaratılışında İlâhî isimlerin (esmâ-i hüsnâ) nasıl yansıdığını ve her sıfatın Yaratıcısına nasıl şahitlik ettiğini işler. Gözlüğü yapanın gözü tanıdığı gibi, kulağı verenin işitmeyi bildiği anlatılır. İnsanda bulunan her özellik, Allah’ın bir isminin cilvesi olup, yaratıcıya delil teşkil eder. İnsan, esmâ-i ilâhiyenin en cami aynası ve hakikate şahitlik eden en büyük delilidir.