Varlık Yokluktadır: Fenadan Bekaya Açılan Kapı

Varlık Yokluktadır: Fenadan Bekaya Açılan Kapı

Evet, Varlık yokluktadır.
Var olan varlıklar yokluktan çıkmaktadır.
Allah’ın varlığı Vâcibü’l-vücud olup,yokluğu olmayan varlıktır.
Kendisi için yok, yoktur.
Herşeyi muhit bir ilmi vardır.
O var idi, hiçbir şey yok idi.
Böylece tüm varlıklar yokluktan çıktı.
İnsanlar varlığı ve var olmayı varlıkta aramaktadırlar.
Oysa varlık yokluktadır.
Fani ol ki var olasın.
Bekanın yolu fenadan geçmektedir.
Bediüzzaman Hazretleri: “Hem O’nun mülküdür. Hem O vermiştir. Öyle ise, minnet etmeyerek ve çekinmeyerek fena et, fedâ et; tâ beka bulsun. Çünkü: Nefy-i nefy, isbattır. Yâni: Yok, yok ise; o vardır. Yok, yok olsa; var olur.”

*********

İnsan, gözünü açtığı andan itibaren çevresini gözlemleyerek anlamaya çalışır. Varlık içindedir; eşyayı, zamanı, mekânı, kendini ve başkalarını “var” olarak anlar. Fakat varlık, göründüğü kadar basit bir gerçeklik değildir. Çünkü hakiki varlık, sadece görünende değil, görünmeyende; sadece elde olanda değil, elden gidende; sadece hayatta değil, fanilikte gizlidir.

İnsanoğlu çoğu zaman varlığı maddede, kudreti sahip olmada, mevcudiyeti kalıcılıkta arar. Oysa Kur’ânî ve hikmetli bakışla meseleye yaklaştığımızda görülür ki, varlık aslında yokluktan çıkar. “O var idi, hiçbir şey yok idi” hakikati, her şeyin Allah’tan neş’et ettiğini, her varlığın aslında yoklukla yaratıldığını gösterir. Allah, Vâcibü’l-Vücuddur. Yani, varlığı zaruri, yokluğu mümkün olmayan tek varlıktır. Diğer tüm varlıklar, ancak O’nun var etmesiyle var olur. Ve her biri fani, gelip geçici, sınırlı ve muhtaçtır.

Bu hakikatin bir yansıması da insanın kendi nefsine olan bakışında ortaya çıkar. İnsan, kendini sürekli isbat etme derdindedir; bilinmek, görünmek, değer görmek ister. Oysa Bediüzzaman Said Nursî’nin ifade ettiği gibi:
“Hem O’nun mülküdür. Hem O vermiştir. Öyle ise, minnet etmeyerek ve çekinmeyerek fena et, fedâ et; tâ beka bulsun.”

Buradaki “fena”, yok oluş değil; nefsin aradan çekilmesi, benlik davasından vazgeçmektir. Çünkü insan, kendi benliğini ne kadar çok öne çıkarırsa, Hakk’a o kadar perdelenir. Nefsini yok bilen, Rabbini var eder. Kendini yok eden, Hakk’ta bekaya erer. “Nefy-i nefy, isbattır” kaidesi burada devreye girer: Yokluğu yok saymak, varlığa delildir. Eğer bir şeyin yokluğu yoksa, o şey var demektir. Allah için bu geçerlidir. O’nun yokluğu yoktur, çünkü varlığı ezelî ve ebedîdir.

Bu hikmetli sır, sadece bireysel bir tefekkür değil, aynı zamanda toplumsal ve tarihî bir derstir. İnsanlık, güç ve hükümranlık kurduğu her an var olduğunu zannetmiştir. Oysa imparatorluklar çökerken, büyük isimler tarihin tozlu sayfalarına karışırken varlık değil, fanilik tecelli etmiştir. Asıl baki olan; faniliği kabullenip Hakk’a teslim olanlardır.

Fani ol ki var olasın.

Bu cümle, çağımıza ve nefse büyük bir meydan okumadır. Zira çağımız, sürekli “olmak”, “görünmek”, “bilinmek” arzusuyla yanıp tutuşan bir zamandır. Fakat beka, ekranlarda değil; fenada gizlidir. Sessizliğin içindeki sadâ, görünmeyenin içindeki hakikat, faniliğin içindeki bekadır. Çünkü varlık, yokluktadır.

Özet:

Bu makale, “varlık” kavramının derinliğini ele alarak hakiki varlığın Allah’a ait olduğunu, tüm varlıkların yokluktan yaratıldığını anlatır. İnsan nefsinin kendini feda ederek Hakk’a yönelmesinin, gerçek bekaya giden yol olduğunu savunur. Bediüzzaman’ın “fena et, fedâ et; tâ beka bulsun” hakikatiyle insanın gerçek varlığa ancak yokluk kapısından geçerek ulaşabileceği anlatılır. Özetle: Varlık, faniliği kabullenmekte; beka, yoklukla yüzleşmektedir.

 

 




ATALET: HAYAT İÇİNDE GİZLİ BİR ÖLÜM

ATALET: HAYAT İÇİNDE GİZLİ BİR ÖLÜM

“Vücudda atalet yok. İşsiz adam, vücudda adem hesabına işler. 

   En bedbaht, sıkıntılı, muzdarip; işsiz olan adamdır. Zira ki atalet: Vücud içinde adem, hayat içinde mevttir.

   Sa’y ise: Vücudun hayatı hem hayatın yakazasıdır elbet! “
Sözler. Lemaat

> “Atalet: Vücud içinde adem, hayat içinde mevttir.”
(Bediüzzaman Said Nursî – Lemaat)

İnsanın yaratılışı hareket üzerinedir. Kalbin atışı, kanın dolaşımı, gözün kırpılışı, nefesin alınıp verilmesi bile bunu gösterir. Kâinatta hiçbir şey boş ve işsiz değildir. Arıdan atoma, yıldızdan hücreye kadar her şeyin bir işi, bir devri, bir hareketi vardır. Atalet ise bu büyük düzenin tersidir. Durgunluk, çürümeyi getirir. Hareketsizlik, yokluğun habercisidir.

Atalet Nedir, Ne Değildir?

Atalet, sadece fiziki tembellik değildir. Asıl tehlikeli olan, fikrî ve ruhî atalettir. İnsan, boş kaldıkça şeytanın oyuncağı olur. Meşgul olmayan bir kalp, karanlık duygularla dolar. Aklı iş yapmayanın vesvesesi artar. Hayatı anlamlandıramayan bir insan, içten içe çürür.

> “İşsiz adam, vücudda adem hesabına işler.”

Yani görünürde bir varlığı olsa da, işsiz insan yok hükmündedir. Çünkü üretmeyen, katkı sunmayan, fayda vermeyen bir varlık; yalnızca nefes alıp veren bir gölgeden ibarettir.

İşsizlik: Bedenin Hastalığı, Ruhun Yarası

Bediüzzaman Hazretleri bu hakikati şu çarpıcı ifadeyle özetler:

> “En bedbaht, sıkıntılı, muzdarip; işsiz olan adamdır.”

Bu tesbit, modern çağın depresyonlarını anlamada bir anahtardır. Bugün milyonlarca insanın “hayat boşluğu” yaşamasının, mutsuz ve huzursuz olmasının temelinde meşguliyetsizlik yatmaktadır. Çünkü insan, ancak ürettiğinde, katkı verdiğinde, bir işle meşgul olduğunda kendi varlığının kıymetini hisseder.

Çalışmak: Hayatın Yakazasıdır

> “Sa’y ise: Vücudun hayatı hem hayatın yakazasıdır.”

Yani çalışmak, sadece geçim kaynağı değil; hayatın şuurlu yaşanmasıdır. Çalışan insan, hem kendine hem çevresine faydalıdır. Hedefi vardır, gayesi vardır, duası vardır. Boşluğa düşmez, karanlığa gömülmez. Varlığı anlamlı olur. İşte bu sebepledir ki:

> “Vücudda atalet yoktur.”

Kâinattaki hiçbir şey işsiz değildir. İş yapmayan yalnızca insan nefsidir. O da çoğu zaman, ruhu hasta eden boşluklara sürükler sahibini.

İslâm’da Çalışma Ahlâkı ve Teşviki

Kur’ân, peygamberleri çalışan insanlar olarak tanıtır. Hz. Nuh gemi ustasıdır, Hz. Musa çobanlık yapmıştır, Hz. Davud demirci, Hz. Muhammed (sav) ise ticaret erbabıdır. Peygamberler bile boş kalmamışken, bir mümine tembellik yakışır mı?

Resûlullah (sav), çalışıp kazanan eli “Allah’ın sevdiği el” olarak tanımlar. Hattâ el emeğiyle kazanç elde etmeyi ibadet derecesinde görür.

Çare: Ataleti Kır, Hayata Katıl

Bugünün en büyük fitnesi atalettir. Gençler boşlukta, yaşlılar umutsuzlukta, toplum ise hantallık girdabında boğulmakta. Herkes bir işin ucundan tutmalı. Herkes, kendine göre bir meşguliyet bulmalı. Gerekirse ekmek yapmalı, kitap okumalı, çocuk yetiştirmeli, bahçe sulamalı, dua etmeli, tefekkür etmeli…

Hiçbir şey yapamıyorsan, bir çiçeğe su ver. Ama boş kalma.

ÖZET:

Bu makalede Bediüzzaman Said Nursî’nin “Atalet: Vücud içinde adem, hayat içinde mevttir” ifadesi temel alınarak, tembellik ve işsizliğin insan hayatına olan ruhî, ahlâkî ve toplumsal zararları işlenmiştir. Kâinattaki hiçbir şeyin işsiz olmadığı, insanın da yaratılışına uygun olarak üretmesi ve fayda sağlaması gerektiği anlatılmıştır. Çalışmanın, hayatın manasını açan bir hakikat olduğu, İslam’da da bunun ibadetle eş değer görüldüğü hatırlatılmıştır. Sonuç olarak, ataletin gizli bir ölüm olduğu, çarenin ise şuurla yapılan çalışma ve meşguliyet olduğu belirtilmiştir.

 




Nasibin İzinde: İnsanın Kabiliyeti ve İlahi Takdir Arasındaki İnce Çizgi

Nasibin İzinde: İnsanın Kabiliyeti ve İlahi Takdir Arasındaki İnce Çizgi

İnsan, yaratılışı itibariyle sınırsız kabiliyetlere açık bir varlıktır. Ancak bu kabiliyetlerin her biri aynı anda, her yerde ve herkes için açığa çıkmaz. Tohumun toprakla, suyla, güneşle buluştuğu vakit gibi; insanın da kabiliyetleri, uygun zaman, zemin ve yön bulduğunda filiz verir. Bu hakikati en güzel şekilde gözler önüne seren örneklerden biri, Ahmed Cevdet Paşa’nın Kuşadalı İbrahim Efendi ile arasında geçen manevî diyalogdur.

Feyz Umulan Kapıdan İlme Açılan Kapıya

Fatih Camii’nde medrese tahsilini tamamlayan Ahmed Cevdet, gönlünde derin bir irfan arayışıyla Kuşadalı İbrahim Efendi’nin sohbetlerine yıllarca devam eder. Lakin beklediği feyz ve açılımları bulamaz. Nihayet dayanamayıp dile gelir: “Bu kadar yıldır manevi huzurunuzda bulunuyorum. Feyzinizden biraz da bu fakiri müstefid etseniz.” Bu söz, aslında nice insanın hayatı boyunca karşılaştığı dahili sorgunun dışa vurumudur: “Ben neden olmuyorum? Neden açılmıyor içimdeki sır kapıları?”

İbrahim Efendi’nin cevabı hem incelikli bir tesbittir hem de kaderi doğru okumaya dair derin bir derstir:
“Senin tarik-i ilahiden nasibin yok. Sen ilmiye tarikinde ilerleyecek, büyük âlim, büyük adam olacaksın. Halk senden bu hususta çok istifade edecek!”

Her Ruh, Kendine Mahsus Bir Menzile Koşar

Bu cevap, bize önemli bir hakikati öğretir: Her insanın nasibi farklıdır. Kimi bir mürşidin dizinin dibinde seyr ü sülûka erer, kimi satırlar arasında hikmete ulaşır. Kimi kılıçla, kimi kalemle hizmet eder. Kimi gözyaşıyla arınır, kimi fikirle aydınlatır. Rabbimizin kullarına bahşettiği kabiliyetler, kaderin ince dokunuşlarıyla en uygun yöne sevk edilir.

Ahmed Cevdet Paşa’nın irfan arayışı, bir anlamda ilmî kudretinin farkına varmasıyla taçlanmış; onun kalemiyle yazdığı eserler, milletin tarihini, hukukunu ve kültürünü şekillendirmiştir. O belki de aradığı feyzi, kaleminin ucunda bulmuştur. Ve nice gönüllere bu yolla feyiz vermiştir.

İnsan Kabiliyeti: Zaman ve Yönle Şekillenir

Bir kabiliyetin açığa çıkabilmesi için sadece sahip olmak yetmez; doğru yönlendirilmesi, doğru iklimde yetiştirilmesi gerekir. Bir çocuk, matematiğe meyilliyse, edebiyatla zorlanmamalıdır. Yetenek, zorla bir kalıba sokulmak yerine, keşfedilip kabullenilmeli ve o yönde derinleştirilmelidir.

Kuşadalı İbrahim Efendi, Cevdet Paşa’ya hakikati göstermiştir: Kalbine değil kalemine yol vardır. Onu manevî meclisten ilmî meclislere uğurlarken aslında ona “Sen kendi nasibini bul” demiştir. Bu ise tasavvufun en büyük edebidir: Her gönlü kendi kıblesine yönlendirmek…

Sonuç: Kendini Tanımak, Nasibini Bulmaktır

İnsan ancak kendi nasibini aradığı yolda gerçek huzura erişir. Bir kapı açılmıyorsa, hayıflanmak yerine, belki de açılacak diğer kapının kulpu elindedir. Her ruh, ayrı bir kaderle örülmüş, her kader ayrı bir hikmetle dokunmuştur. Mühim olan, hangi kapıda durulması gerektiğini, hangi yöne yürünmesi gerektiğini bilmektir.

Makale Özeti

Ahmed Cevdet Paşa’nın tasavvuf yolunda feyiz bulamaması ve Kuşadalı İbrahim Efendi’nin ona “Senin tarik-i ilahiden nasibin yok, sen ilmiye yolunda hizmet edeceksin” demesi üzerinden insanın kabiliyetlerinin yön, zaman ve nasiple şekillendiği anlatılmıştır. Her bireyin ayrı bir kabiliyeti ve yaratılış gayesi olduğu, bu gayenin doğru zaman ve zeminde açığa çıkması gerektiği anlatılmıştır. Kendini tanımak, kendi nasibini bulmak ve o istikamette ilerlemek, insanın hakiki huzurunun anahtarıdır.

 

 




Fazla Şefkat Elem, Fazla Gazap Zemîme: Hikmet Terazisinde Merhamet ve Gazap

Fazla Şefkat Elem, Fazla Gazap Zemîme: Hikmet Terazisinde Merhamet ve Gazap

“Allah’ın rahmet ve gazabından fazla tahassüs hatadır 

   Allah’ın rahmetinden fazla rahmet edilmez. Allah’ın gazabından fazla gazap edilmez.

   Öyle ise işi bırak o Âdil-i Rahîm’e. Fazla şefkat elemdir, fazla gazap zemîme…”
Sözler.lemaat

Hayatın en ince terazilerinden biri, rahmet ve gazap duygularının dengesini bulabilmektir. İnsan, yaratılış itibariyle hem şefkate hem öfkeye meyyal bir varlıktır. Ancak bu duygular, ne zaman, nerede, kime ve ne kadar kullanılacağı bilinmediğinde rahmet bile zulme, öfke bile cinayete dönüşebilir. Bu yüzden, ne fazla şefkat fazilettir, ne de fazla gazap adalet…

Bediüzzaman Said Nursî, Sözler ve Lemaat eserinde bu hakikate şöyle işaret eder:

> “Allah’ın rahmet ve gazabından fazla tahassüs hatadır. Allah’ın rahmetinden fazla rahmet edilmez. Allah’ın gazabından fazla gazap edilmez. Öyle ise işi bırak o Âdil-i Rahîm’e. Fazla şefkat elemdir, fazla gazap zemîme…”

Allah’tan Daha Merhametli Olunmaz

İnsan, özellikle yakınlarına karşı fazla bir merhamet hisseder. Evladına zarar gelmesin, dostu incinmesin, inkar ehline dahi azap görmesin ister. Fakat bu aşırı şefkat bazen hakkı ve adaleti örtmeye, ilâhî hikmete itiraz etmeye kadar varabilir. Oysa Allah, kullarına bizden daha çok şefkatlidir. O hâlde O’nun azap ettiği bir kimseye “Niye azap etti?” denmez. Çünkü biz neticeyi göremeyiz; görünmeyen hikmetleri idrak edemeyiz.

Tarihte, şefkati sebebiyle evladını helak olmaktan kurtaramayan nice babalar vardır. Nuh Aleyhisselam bile evladının kurtulması için dua etmiş, fakat Allah ona “O senin ehlin değildir” buyurarak bu aşırı şefkati reddetmiştir. Demek ki rahmet bile hikmetle sınırlı olmalı. Aksi halde “fazla şefkat”, insanı cehaletle karışık bir acz içine düşürür.

Gazapta da Ölçü Şarttır

Gazap duygusu, insana savunma ve müdafaa için verilmiştir. Fakat bu duygu, ölçüsüz olduğunda zulme, kin ve intikama dönüşür. Dini, davayı, vatanı savunmak adına bile olsa, gazap bir ölçüye tabi olmazsa, neticesi Allah katında makbul olmaz. Bu yüzden Allah, gazabını bile hikmetle, adaletle uygular. Kur’an’da “Azabım çetindir” buyurduğu gibi, “Rahmetim gazabımı geçmiştir” de buyurur. Bu, gazabın bile rahmet içinde bir yerinin olduğunu gösterir.

İnsanlar ise çoğu zaman gazapta nefsini, intikam hissini, şahsi davasını karıştırır. Oysa bir mümin, gazabını değil, Allah’ın gazabını esas almalı, nefsin değil, hakkın tarafını tutmalıdır.

Merhamet ve Gazap Arasında Hikmet Terazisi

İnsan hayatında en büyük imtihanlardan biri, bu iki zıt duyguyu hikmetle dengelemektir. Aşırı şefkat, zararlının zararını büyütür; aşırı gazap, masuma zulmü getirir. Ne Firavun’a acıyacak kadar basiretsiz olunmalı, ne de Yunus gibi kavmini terk edecek kadar aceleci…

Hakkın terazisi, Allah’ın isimleriyle kurulur: O, hem Rahmân’dır, hem Kahhâr. Hem Ğafûr’dur, hem Müntakim. İnsanın da bu isimlerden nasibini alarak bir denge kurması gerekir.

“İşi Bırak O Âdil-i Rahîm’e”

İşte bu cümle, hayatın düsturudur. Her şeyi kendi anlayışımızla düzeltmeye, kendi adalet ve rahmet ölçümüzle hükmetmeye çalışmak büyük bir hatadır. Çünkü biz eksik biliriz, acele ederiz, nefsimizi karıştırırız. Oysa Allah hem âdildir hem rahîmdir. Hem her şeyi görür hem hiçbir şeyi unutmaz.

O hâlde fazla müdahale, fazla sahiplenme, fazla öfke ve fazla acıma yerine, ilâhî hikmete teslimiyet gereklidir. Çünkü fazla şefkat, sonunda elem getirir; fazla gazap, zalimlik doğurur.

Özet:

Bu makalede, Bediüzzaman’ın “Allah’ın rahmet ve gazabından fazla tahassüs hatadır…” sözü ekseninde, insanın şefkat ve gazap duygularındaki denge arayışı ele alındı. Aşırı merhametin hikmetsizliğe, aşırı öfkenin zulme dönüşebileceği vurgulandı. Allah’ın isimleriyle kurulan hikmet terazisinin, insanın da duygularına yansıması gerektiği ifade edildi. Makale, insanın ne rahmette ne gazapta haddini aşmaması, işi Allah’a bırakması gerektiği sonucuna varıyor.

 

 




Ateşe Atılmak Uğruna: Fedakârlığın İmanla Yoğrulmuş Zirvesi

Ateşe Atılmak Uğruna: Fedakârlığın İmanla Yoğrulmuş Zirvesi

“Sıddık-ı Ekber radıyallahu anh demiştir ki: “Cehennemde vücudum o kadar büyüsün ki ehl-i imana yer kalmasın.” Bediüzzaman, bu gayet ulvi seciyenin bir lem’acığına mazhar olmak için “Birkaç adamın imanını kurtarmak için cehenneme girmeye hazırım.” diye fedakârlığın şâhikasına yükselmiş ve böyle olduğu, Kur’an ve İslâmiyet’in fedai ve muhlis bir hâdimi olduğu, seksen senelik hayatının şehadetiyle sabit olmuştur.”
Sözler. Konferans

Cennetten Feragat, İman İçin Cehenneme Razı Olmak

İnsanoğlunun fıtratı, kendini korumaya, acıdan kaçmaya ve lezzeti tercih etmeye meyillidir. Ancak bazı yüce ruhlar vardır ki, kendi selâmetlerini değil, başkalarının ebedî kurtuluşunu dert edinir. Onlar için cehenneme girmek bile, bir cana iman giydirmekten daha kıymetli değildir. Bu fedakârlık zirvesine en parlak örneklerden biri, Hazret-i Ebubekir’in şu sözüdür:

> “Cehennemde vücudum o kadar büyüsün ki, ehl-i imana yer kalmasın.”
— Sıddık-ı Ekber (r.a.)

Bu söz, sadece bir dua değil, bir kulluk davası, bir şefkat tefekkürü ve iman davası uğruna canı hiçe saymanın tarifidir.

  1. Şefkatin En Saf Hâli: Kendi Yanarken Başkasını Kurtarmak

Fedakârlık, çoğu zaman maddî şeylerden geçmekle ölçülür. Ancak manevî fedakârlık, insanın kendi ebedî saadetini başkasının kurtuluşuna feda edebilme seviyesine ulaştığında en yüksek mertebesini bulur.
Hazret-i Ebubekir’in bu duası, iman şefkatinin zirvesidir.
Ve Bediüzzaman Said Nursî de bu yüksek ahlâkı yaşayıp gösterenlerden biridir:

> “Birkaç adamın imanını kurtarmak için cehenneme girmeye hazırım.”

Bu söz, sadece mecaz değil; yıllarca süren sürgünlerin, zindanların, işkencelerin, yalnızlıkların ve ihanetlerin göğüslendiği bir hayatın şifre cümlesidir.

  1. Nefsi Silmek, Davayı Yaşamak

Bediüzzaman, şahsî çıkarlarını ve arzularını öylesine unutmuştur ki, kendi ebedî kurtuluşunu bile dâvâsına feda etmeye razıdır.
Bu, ancak nefsi tamamen bertaraf etmiş, ben yerine ümmeti koymuş, “nefsim değil, iman kurtulsun” diyen büyük bir ruhun tavrıdır.
Fedakârlığın bu derecesi, sıradan bir dindarlığın ötesinde, “hakiki bir Kur’an hadimi” olmanın ifadesidir.

  1. İmanın Fedaisi: Hayatını Ateşe Tutup Nurla Aydınlatmak

Bediüzzaman’ın hayatı bu sözün yansımasıyla geçmiştir:

Sürgünlerde yalnız kaldı, vazgeçmedi.

Mahkemelerde yargılandı, boyun eğmedi.

Zehirlendi, iftiraya uğradı, ama Kur’an davasından bir adım sapmadı.

Bütün bunları da kendi için değil, birkaç kişinin imanını kurtarmak için yaptı.

Said Nursî, hakiki bir “iman fedaisi”dir. Onun için önemli olan, bir tek kalbin karanlıktan kurtulmasıydı. Çünkü:

> “Bir masumun imanı, benim bütün saadetimden daha kıymetlidir.”

  1. Günümüz İçin Ne Anlam Taşır?

Bugünün insanı, çoğu zaman kendini bile kurtaramazken başkasının kurtuluşuna razı gelmez.
Ancak Bediüzzaman’ın bu ruhu, bize şunu öğretir:
Gerçek dava adamı, başkasının ebedî saadetini kendi nefsinden üstün görendir.

Bediüzzaman, bugün hâlâ binlerin imanına vesile oluyorsa, bu samimiyet ve fedakârlık sebebiyledir. Çünkü Allah’ın nurları, fedakârlıkla yanar, ihlasla parlar.

Sonuç: Fedakârlık, En Yüksek Şefkattir

Hazret-i Ebubekir’in duası, Allah yolunda canını, hatta ebedî saadetini feda etmeye hazır bir ruhun haykırışıdır. Bediüzzaman da bu ahlâkın yaşayan örneğidir.
Bu iki yüce ruh, bizlere şunu göstermektedir:

> “Gerçek dava adamı, nefsini değil, ümmeti düşünür. Ateşe razı gelir, ama imansızlığa asla.”

Özet:

Bu makalede, Hazret-i Ebubekir (r.a.)’in ve Bediüzzaman Said Nursî’nin iman uğruna cehenneme bile razı gelen yüce şefkat anlayışı işlenmiştir. İman, sadece bir bilgi değil; başkasının kurtuluşunu kendi saadetinden üstün görme ruhudur. Bediüzzaman, bu şefkatin ve fedakârlığın şahikasıdır. Onun bu duruşu, günümüz Müslümanlarına bir şuur, bir ahlâk ve bir dava ahlâkı olarak örnek olmalıdır.

 

 




İmanın Derinliği: Kalpten Sıra, Nefisten Ruha Yolculuk

İmanın Derinliği: Kalpten Sıra, Nefisten Ruha Yolculuk

“Hem iman yalnız ilim ile değil, imanda çok letaifin hisseleri var. Nasıl ki bir yemek mideye girse o yemek muhtelif âsaba, muhtelif bir surette inkısam edip tevzi olunuyor. İlim ile gelen mesail-i imaniye dahi akıl midesine girdikten sonra, derecata göre ruh, kalp, sır, nefis ve hâkeza… Letaif, kendine göre birer hisse alır, masseder. Eğer onların hissesi olmazsa noksandır.” İşte Risale-i Nur her yerde suyu buluyor, çıkartıyor. Evvelce gidilen uzun yolu kısaltıyor ve müstakim ve selâmetli yapıyor.”
Sözler. Konferans

Giriş: İman Sadece Bilgi Değildir

Zihinle sınırlı bir iman, kuru bir fikirden öteye geçemez. Oysa gerçek iman, sadece aklın ürünü değil, insanın bütün varlığını içine alan bütüncül bir tasdik ve manevî bir tecrübedir. Bediüzzaman Said Nursî, bu hakikati veciz bir biçimde şöyle ifade eder:

> “İman yalnız ilim ile değil, imanda çok letaifin hisseleri var.”

Yani iman, sadece aklın “doğrudur” demesiyle tamamlanmaz. Kalbin huzuru, ruhun şevki, sırrın letafeti, nefsin teslimiyeti ile bütün beden ve latifeler iman hakikatinden nasipdâr olur.

  1. Akıldan Kalbe Akan Bir Nehir

İmanî hakikatler, önce akıl midesine girer. Bu, yemeğin mideye alınması gibidir. Ancak nasıl ki yemeğin gıdası tüm vücuda dağılırsa, iman da yalnızca akılda kalmaz; ruha, kalbe, sırra, nefse dağılır. Eğer bu latifeler iman nurundan nasibini almazsa, o iman eksik kalır, sathîleşir, hatta zamanla zayıflar.

Bediüzzaman’ın şu teşbihi çok çarpıcıdır:

> “Bir yemek mideye girse, o yemek muhtelif âsaba, muhtelif bir surette inkısam edip tevzi olunuyor.”

Aynen öyle de, iman da akıldan geçtikten sonra insanın tüm manevî organlarına sirayet etmelidir.

  1. Letaifin İmanı: Kalbin Tastiki, Ruhun Şevki, Sırrın Huzuru

Kalp, imanla sükûnet bulur. Kalbi imanla dolu bir insan, her musibeti metanetle karşılar.

Ruh, imanla yücelir. Ruhun en büyük gıdası tevhid hakikatidir.

Sır, imanla cilalanır. Sır latifesi, Allah’ın esrarını sezmekte ustadır.

Nefs, imanla terbiye olur. İman, nefsi dizginleyip itaate yöneltir.

İşte bu yüzden, aklın tasdik ettiği iman kalpte tatmin, ruhta şevk, nefiste teslimiyet doğurur. Yalnız bilgiye dayalı bir iman, ruhsuz ve etkisiz bir çerçeve gibidir.

  1. Risale-i Nur’un Metodu: Su Gibi Nüfuz Eden Hakikat

Bediüzzaman bu noktada Risale-i Nur’un farkını da şöyle ortaya koyar:

> “İşte Risale-i Nur her yerde suyu buluyor, çıkartıyor.”

Yani Risale-i Nur, en derin hakikatleri, kuru ve soyut felsefi yollara başvurmadan, doğrudan kalbe ve letaiflere tesir edecek bir imanî terapi sunar. Üstelik:

> “Evvelce gidilen uzun yolu kısaltıyor, müstakim ve selâmetli yapıyor.”

Risale-i Nur’un bu özelliği, imanı yalnızca teorik bir bilgi değil, ruhta, kalpte, vicdanda hissedilen bir marifet hâline getiriyor.

  1. Günümüzde İman Krizi: Bilgi Var, Huzur Yok

Bugün bilgiye ulaşmak kolay; internet, kitaplar, dersler her yerde. Ama neden insanlar imanı yaşamada zorluk çekiyor?
Çünkü bilgi akılda kalıyor, kalbe inmiyor. Vicdanı sarsmıyor. Nefsi terbiye etmiyor. Ruhun açlığını doyurmuyor.

Bediüzzaman’ın işaret ettiği gibi, iman bir ağacın kökü gibidir; tüm latifelerde yeşermedikçe hakiki meyve vermez.

  1. Sonuç: İmanın Gerçek Fethi İçte Başlar

Gerçek iman, insanın bütün iç dünyasında kök salmalıdır. Kalbi titretmeyen, ruhu ürpertmeyen, sırra sır katan bir iman, sadece bilgi düzeyinde kalır. İşte Risale-i Nur, bu derinliği kazandıran bir hakikat pusulasıdır.

İmanî meseleleri sadece ispatla değil, hissettirerek anlatır. Çünkü gerçek iman, hem aklın nuru, hem de kalbin huzurudur.

Özet:

Bu makalede, Bediüzzaman’ın “iman yalnız ilim ile değil, imanda çok letaifin hisseleri var” hakikati çerçevesinde, imanın akıldan kalbe, ruhtan nefse tüm varlığa yayılması gerektiği vurgulanmıştır. Risale-i Nur’un imanî meseleleri kısa, selâmetli ve tesirli yollardan ulaştırdığı; yalnız aklı değil, kalbi ve letaifi de doyurduğu ifade edilmiştir. Bu anlayışa göre iman sadece bilinmez, yaşanır, hissedilir ve ruhu doyurur.

 

 




Teslim Olacak Hakikat: Nasraniyetin İslâm’a Yakınlaşması ve Tarihî İnkılâb

Teslim Olacak Hakikat: Nasraniyetin İslâm’a Yakınlaşması ve Tarihî İnkılâb

“Nasraniyet İslâmiyet’e teslim olacak 

   Nasraniyet, ya intıfa ya ıstıfa bulacak. İslâm’a karşı teslim olup terk-i silah edecek.

   Mükerreren yırtıldı, purutluğa tâ geldi, purutlukta görmedi ona salah verecek.

   Perde yine yırtıldı, mutlak dalale düştü. Bir kısmı lâkin bazı yakınlaştı tevhide, onda felâh görecek.

   Hazırlanır şimdiden yırtılmaya başlıyor. Sönmezse safvet bulup İslâm’a mal olacak.

   Bu bir sırr-ı azîmdir, ona remz u işaret; Fahr-i Rusül demiştir: “İsa, şer’im ile amel edip ümmetimden olacak.”
Sözler.lemaat

Yırtılan Perdenin Ardındaki Gerçeklik

Bediüzzaman Said Nursî, “Sözler” adlı eserinin Lemaat bölümünde, insanlık tarihindeki dinler arası büyük dönüşüme dikkat çeker. Şöyle der:

> “Nasraniyet, ya intıfa ya ıstıfa bulacak. İslâm’a karşı teslim olup terk-i silah edecek.”

Bu cümle, sadece bir dinler tarihi tesbiti değil; aynı zamanda bir gelecek vizyonu, bir hakikat müjdesidir. Çünkü yıpranmış ve bozulmuş şekliyle bugünkü Hristiyanlık (Nasraniyet), ya hakikatten tamamen kopacak ya da safvet bularak İslâm’a yönelerek özünü yeniden bulacaktır.

  1. Bozulan Dinlerin Akıbeti: Ya İnkıraz ya İnkiyad

Tarihte tahrife uğramış semavî dinlerin kaderi ortaktır: Ya bozuldukları hâliyle köhneleşirler, ya da aslî tevhid yoluna dönerler. Nasraniyet’in bugünkü durumu, putperestliğe yakın bir üçleme inancı, modernizme teslim olmuş seküler yorumlar ve İncillerin farklılaştırılmış metinleriyle “hakikatten uzak” bir tablo sergiliyor.
Bediüzzaman’ın işaretiyle:

> “Mükerreren yırtıldı, purutluğa tâ geldi.”
Yani birçok defa çöktü, parçalandı, fakat her seferinde geçici yamalarla tutturuldu.

  1. Tevhid Arayışı: Hakikate Yakınlaşan Hristiyanlar

Her şeye rağmen, samimi bazı Hristiyanlar, şirkten uzak bir “tevhid” anlayışına yöneliyor. Bazı mistik ve teolojik arayışlar, modern Hristiyan dünyasında “İsa Tanrı değildir, peygamberdir” fikrini kabul eden küçük ama etkili grupların ortaya çıkmasına vesile oldu. Bu durum, Nursî’nin şu ifadesini doğrular:

> “Bir kısmı lâkin bazı yakınlaştı tevhide, onda felâh görecek.”
Bu yakınlaşma, zihinlerdeki putların kırıldığı ve İslâm’ın “La ilahe illallah” hakikatine giden bir yol olabilir.

  1. İsa Aleyhisselam’ın İkinci Gelişi ve Hak Dinle Buluşma

Bediüzzaman, bu teslimiyet sürecinin bir aşamasında Hz. İsa’nın nüzulüne ve onun “Muhammedî şeriatla amel edeceğine” dair bir büyük sırdan da bahseder:

> “Fahr-i Rusül demiştir: ‘İsa, şer’im ile amel edip ümmetimden olacak.’”

Bu hadise göre, Hz. İsa (aleyhisselâm) yeryüzüne indiğinde Hristiyanlık değil, İslâmiyet ile hükmedecektir. Bu da dinler tarihindeki en büyük dönüşüm olacak ve Nasraniyet tamamen silinecek, İslâm’ın hakikatiyle birleşecektir.

  1. İslâm’ın Kalpleri Fethetmesi: Kılıçla Değil, Nurla Teslimiyet

Bediüzzaman’ın ifadelerinde geçen “terk-i silah” mecazı çok çarpıcıdır. Bu, fizikî savaşların değil, fikrî ve imanî inkılâpların galip geleceğini gösterir. Artık kılıçlar değil, kalemler; ordular değil, hakikat nurları bu teslimiyeti sağlayacaktır. Çünkü hakikat, nihayetinde insan fıtratına en uygun olanıdır ve İslâm, bu fıtratın adı gibidir.

  1. Çağımıza Mesaj: Diyalog Değil, Hakikatte Buluşma

Gerçek kurtuluş, ortak noktalarda uzlaşma değil, hakikatte birleşme ile olur.
Nasraniyet’in selâmeti, Hz. İsa’nın da tebliğ ettiği tevhid inancında, yani İslâm’da gizlidir. Bu yüzden Bediüzzaman, bu yakınlaşmayı sadece politik veya kültürel değil, ilâhî bir kaderin gereği olarak görür.

Sonuç: Büyük Vahdetin Ayak Sesleri

Zaman geçtikçe, sahte din anlayışları sönüyor, hakikate yaklaşmak isteyen gönüller İslâm’a yöneliyor. Tıpkı gece boyunca arayıp da sabaha ulaştığında gerçeği bulan yolcu gibi…
Bediüzzaman’ın verdiği müjde, sadece ümmete moral değil; aynı zamanda insanlığa bir istikbal mesajıdır:

> “Bu bir sırr-ı azîmdir…”
Gerçek din, insanlığa huzur verecek ve hakikat, hayale galip gelecektir.

Özet:

Bu makalede Bediüzzaman Said Nursî’nin “Nasraniyet İslâm’a teslim olacak” tesbiti etrafında, Hristiyanlığın mevcut durumunun analizine ve gelecekte İslâm’la birleşme sürecine dair bir değerlendirme yapıldı. Nasraniyet, şirkten uzaklaştıkça tevhid yoluna yaklaşmakta ve bazı mensupları İslâm’a yönelmektedir. Hz. İsa’nın yeniden gelişiyle bu birleşme tamamlanacak ve sahte unsurlar yok olacaktır. Bu, bir dinler arası uzlaşı değil, hakikatin zaferidir.

 

 




Sessiz Çığlıklar: Gazze’de Kayıp 400 Bin Can ve Kapanmayan Vicdan Hesabı

Sessiz Çığlıklar: Gazze’de Kayıp 400 Bin Can ve Kapanmayan Vicdan Hesabı

Tarih bir kez daha tekerrür ediyor. Zalimler değişmiyor; sadece zamanın ve mekânın perdesi farklılaşıyor. Bu defa sahne, yeryüzünün en kadim topraklarından biri olan Gazze. Kanla, gözyaşıyla, enkazla örtülmüş bir şehir. Ve şimdi, Birleşmiş Milletler Özel Raportörü Balakrishnan Rajagopal’ın sözleriyle yankılanıyor: Gazze’de 400 binden fazla Filistinli, soykırım neticesinde hayattan koparılmış olabilir.

Bu rakam, bir istatistikten çok öte. Her biri bir anne, bir çocuk, bir baba, bir dua, bir hayaldi. Ve bu kayıp sadece bir yok oluş değil; insanlığın, ahlakın ve adaletin de kalbinden vuruluşudur.

  1. Sayılar Değil, Sessiz Feryatlar

İsrail’in verilerine dayanan analizlerde, Gazze’de kalan nüfusun 1,8 milyona düştüğü belirtiliyor. 7 Ekim öncesi 2,3 milyon olan nüfustan, yaklaşık 100 bin kişinin abluka altındaki bölgeden dışarı çıkabildiği varsayılıyor. Geriye kalan yaklaşık 400 bin insanın akıbeti ise bilinmiyor.

Bu bilinmezlik, sessizliğin çığlığa dönüştüğü yerdir. Zira bu rakam, modern çağın göbeğinde, tüm dünyanın gözleri önünde işlenen sistematik bir katliamın iz düşümüdür. Bu, sadece bir etnik temizlik değil; bir milletin hafızasının, kültürünün, neslinin yok edilme teşebbüsüdür.

  1. Kur’an’ın Aynasında Soykırım Zihniyeti

Kur’ân, tarih boyunca zulmün en karanlık yüzlerinden biri olarak Yahudilerin bozulmuş bir kısmını anlatır:

> “Fitne çıkarırlar. İnsanları Allah yolundan alıkoyarlar. Haramları helal, helalleri haram sayarlar. Kalpleri taş gibi, hattâ taştan da katıdır.”
(Bakara, 2/74; Maide, 5/13-64)

Bugün Gazze’de sergilenen vahşet, bu ayetlerin adeta bir tefsiri gibi durmaktadır. Zira gözü dönmüş bir ırkçılık, masum çocukları, yaşlıları, kadınları hedef alacak kadar şuurunu yitirmiştir. Kendilerine “seçilmiş halk” payesi veren bu anlayış, başka hiçbir milletin yaşama hakkını tanımamaktadır.

Kur’an’da anlatılan Yahudi kavminin bir kısmı, Rablerinin nimetlerine nankörlük etmiş, Peygamberlerini öldürmüş ve kalplerini katılaştırmıştır. İşte bugün Gazze’de bu zihniyetin kanlı bir devamını görmekteyiz. Bu sadece siyasi değil, tevhidî bir meselenin tezahürüdür: Mazlumun duası ile zalimin tokmağı çarpışmaktadır.

  1. Medeniyetin Maskesi Düşerken

Gazze’de olup bitenler, sadece İsrail’in değil, Batı medeniyetinin de yüzüne tutulmuş bir aynadır. Demokrasi, insan hakları, özgürlük gibi kavramlarla dünyaya düzen vadeden güçlerin bu vahşet karşısındaki sessizliği, medeniyet maskesinin ardındaki çirkinliği gözler önüne sermektedir.

Sözde insan hakları savunucuları, kadın ve çocuk haklarını ağızlarından düşürmeyen çevreler, bugün Gazze’de yaşanan dehşet karşısında sağır, dilsiz ve kör kesilmiş durumdadır.

Bu suskunluk, zalime ortak olmaktır. Çünkü zulüm sadece zalimin tokadında değil, seyircinin sessizliğinde de şekillenir.

  1. Kıyamet Sabahına Kadar Sürecek Bir Davanın Ortasında

Bu olaylar, Müslümanların sadece gözyaşı dökeceği bir acı değil; aynı zamanda uyanışa çağıran bir haykırıştır. Zira bu dava, bir milletin değil, bir ümmetin davasıdır. Kudüs’ün, Gazze’nin davası; ümmet-i Muhammed’in namusu ve onurudur.

> Elbette İslamiyet’in ve Kur’ân’ın ebedî bir baharı gelecektir. Kış ne kadar şiddetli olsa da, bahar mutlaka gelecektir.

Gazze’nin acısı, karanlığın en yoğun olduğu anı temsil ediyorsa da, bu aynı zamanda bir doğumun sancısıdır. Dirilişin kıyısında, şehitlerin kanıyla yazılmış bir zafer güncesidir.

  1. Ne Yapmalı?

Bu vahşet karşısında duyarsız kalmak, sıradan bir haber gibi geçip gitmek, ruhen ölmüşlüğün işaretidir. Şu sorular artık her Müslüman’ın zihnini kuşatmalıdır:

Dua ediyorsak, gözyaşımızı kalbimize taşıyor muyuz?

Konuşuyorsak, hakikati haykırıyor muyuz?

Yazıyorsak, zulmü ifşa ediyor muyuz?

Yaşıyorsak, ümmetin dertleriyle dertleniyor muyuz?

Unutmayalım: Zulme sessiz kalan, zalimin safına geçmiş demektir. Ve Allah’ın adaleti er ya da geç tecelli edecektir.

Özet

Gazze’de 400 bin insanın kaybolduğu ve öldürülmüş olabileceği iddiası, sadece bir savaş suçunu değil, çağımızın en büyük insanlık trajedilerinden birini ortaya koymaktadır. Kur’an’daki Yahudi kavminin bozulmuş yönlerini yansıtan bu soykırımcı zihniyet, modern dünyanın vicdan testinden de sınıfta kalmasına sebep olmuştur. Müslümanların bu vahşet karşısında sadece üzülmekle kalmayıp, uyanması, birleşmesi ve ümmet bilinciyle hareket etmesi artık bir zaruret hâline gelmiştir.

 




Karınca Küreden Büyük: Hayatın Terazisinde Gerçek Ağırlık

Karınca Küreden Büyük: Hayatın Terazisinde Gerçek Ağırlık

“Hayat sebebiyle karınca küreden büyük olur 

   Ger mizanü’l-vücudla karıncayı tartarsan, onda çıkan kâinat küremize sıkışmaz.

   Bence küre hayevandır, başkaların zannınca meyyit olan küreyi ger getirip koyarsan

   Karıncanın karşısına, o zîşuur başının nısfı bile olamaz.”
Sözler.lemaat

Giriş: Ölçü Değişirse Değer Değişir

İnsan, çoğu zaman büyüklüğü maddede arar. Gözle görülen, elle tutulan, hacmi ve kütlesi olan şeyler bize “büyük” görünür. Fakat bu ölçü, yalnızca zahirî bir değerlendirmedir. Bediüzzaman Said Nursî, bu bakışı sarsan şu hikmetli cümleyi söyler:

> “Ger mizanü’l-vücudla karıncayı tartarsan, onda çıkan kâinat küremize sıkışmaz.”

Yani bir karıncayı “hayat” ve “şuur” ile değerlendirdiğimizde, onun manevî ağırlığı, cansız dünya küresinden daha büyük çıkar. Çünkü hayat ve şuura mazhar olmak, eşyanın en kıymetli cevheridir.

  1. Madde mi Mânâ mı? Gerçek Büyüklük Nerede?

Karınca küçücüktür. Dünya ise devasa… Fakat bu iki varlık terazinin farklı kefelerine konur: biri hayata, diğeri maddeye sahiptir. Cansız olan bir gezegenle, şuurlu olan bir karınca kıyaslandığında, hakiki büyüklüğün ne olduğu ortaya çıkar:
Hayat, manevî ağırlık verir; şuur, kıymet kazandırır.
Bediüzzaman bu yüzden, şuurlu bir karıncanın, “meyyit olan küreye” üstün olduğunu vurgular.

  1. Hayat ve Şuur, Varlığa Merkeziyet Kazandırır

Şuurlu bir varlık, sadece yaşamakla kalmaz; aynı zamanda çevresini idrak eder, mânâları çözer, Rabbini tanır. Bu yönüyle bir karınca, Allah’ın varlığına ve birliğine ayine olur. Koca dünya, hayat ve şuurdan mahrumsa, sadece dönen bir kütledir.

> “Karıncanın karşısına, o zîşuur başının nısfı bile olamaz.”
Bu sözle, şuurlu varlığın cansız varlığa mutlak üstünlüğü dile getirilir.

  1. Kâinatta Değer Ölçüsü: Hayat ve Marifetullah

Kâinat, yaratılmış her şeyin bir teraziye konduğu bir mîzandır. Bu terazide maddî hacim değil, hayat ve marifet ağırlık yapar. Çünkü Allah’ın en mükemmel isimleri, en çok hayat ve şuura mazhar olan varlıklarda tecelli eder. Bu nedenle, bir insan kalbi, imanla parladığında bütün dünyadan daha ağır basar.

  1. Dünya Hayatına Bu Gözle Bakmak: Ne Büyük Bir İbret

Dünya, ne kadar süslü görünse de onun değeri, üzerinde hayat olmasıyladır. Eğer hayat çekilse, sadece dönen bir ceset olur. Bugün modern bilim, dünya dışı hayatı ararken bu gerçeğin izindedir: Hayat varsa anlam vardır; yoksa sessizlik ve boşluk.
İşte bu yüzden, hayatı idrak eden her can, bu evrende kutsal bir mevki sahibidir.

  1. Bir Karıncanın Şerefi: Zîhayat Olmak ve Zîşuur Kalmak

Karınca, Kur’an’da bile örnek verilen bir varlıktır. Çünkü küçük olmasına rağmen hayatla şereflenmiş, şuurla donatılmıştır. Bu şeref, onu maddî devlerden üstün kılar. Bediüzzaman’ın işaretiyle:

> “Bence küre hayevandır.”
Yani hayat varsa küre bile anlamlıdır. Ama hayat yoksa, değeri yoktur. Şuur, varlığı yüceltir; hayat, onu konuşan bir kitap yapar.

Sonuç: Gerçek Değer, Şuurun Terazisindedir

Bir karınca küçüktür ama diridir; şuurludur. Bir dağ büyüktür ama sessizdir; hissizdir. İşte bu yüzden, varlıkların hakiki büyüklüğü maddelerinde değil, manalarında yatar. Hayat ve şuur, Allah’ın en azametli tecellilerindendir ve bu tecellilere mazhar olan her varlık, büyüklüğün en üst noktasına erişmiştir.

Özet

Bu makalede, Bediüzzaman’ın “Hayat sebebiyle karınca küreden büyük olur” ifadesi çerçevesinde hayat ve şuura mazhar olmanın, maddî büyüklükten daha kıymetli olduğu işlenmiştir. Cansız dünya, hayatsız olduğu sürece değer taşımazken, şuurlu bir karınca Allah’ın isimlerine ayine olması bakımından çok daha büyüktür. Gerçek büyüklük, hacimde değil, hayatta ve manada gizlidir.

 

 




Hayatsız Varlık, Yokluk Gibi: Vücudun Hakikati Hayattadır

Hayatsız Varlık, Yokluk Gibi: Vücudun Hakikati Hayattadır

“Hayatsız vücud, adem gibidir 

   Ziya ile hayatın her biri, mevcudatın birer keşşafıdır. Bak nur-u hayat olmazsa

   Vücud, adem-âlûddur; belki adem gibidir. Evet garib, yetimdir; hayatsız ger kamerse.”
Sözler.lemaat

Giriş: Görünene Değil, Canlı Olanadır Bakar Hakikat

İnsan bakar ve görür, ama her gördüğü gerçekten “var” mıdır? İşte bu sual, sadece fizik değil, metafizik bir derinlik taşır. Varlığın görünür olmasıyla, gerçekten var olması arasındaki farkı en net şekilde ortaya koyan Bediüzzaman Said Nursî, Lemaatda şöyle der:

> “Vücud, adem-âlûddur; belki adem gibidir. Evet garib, yetimdir; hayatsız ger kamerse.”

Yani bir şey hayat sahibi değilse, görünürde var olsa bile hakikatte yok gibidir. Hayat, varlığa mânâ katar, ona merkeziyet kazandırır. Hayat yoksa, varlık da yetimdir, gariptir ve hatta bir tür yokluk gibi kalır.

  1. Hayat: Varlığı Varlık Yapan Hakikat

Hayat, Allah’ın Hayy isminin en parlak tecellisidir. Bir varlık ne kadar muhteşem görünürse görünsün, eğer hayat sahibi değilse o sadece bir yığın maddedir. Madde, hayata mazhar olunca mânâ kazanır. Bu yüzden, kâinatta hayatın olduğu yerler en dikkat çekici, en anlamlı, en hikmetli yerlerdir. Zira hayat, varlığın iç yüzünü keşfeder ve onun hikmetini ortaya çıkarır.

  1. Hayat Olmadan Varlık, Yokluk Gibi Olur

Bediüzzaman bu hakikati çok çarpıcı bir ifadeyle açıklar:

> “Vücud, adem-âlûddur; belki adem gibidir.”
Yani, hayat olmayan bir vücut, zahirde var gözükse bile yokluk gibi sayılır. Çünkü hayatsızlık, idraksizliktir; hissizliktir; tesirsizliktir. Hayat, varlık içinde aktif bir bilinç, bir nur, bir anlam demektir. Hayat yoksa, varlık donuktur, sessizdir, habersizdir ve gayesizdir. Tıpkı dolunay gibi parlak bir ceset ama soğuk, sessiz ve hissiz…

  1. Nur-u Hayat ve Nur-u Ziya: Keşşaf Aynalar

Hayat ve ışık, mevcudatın gerçek yüzünü ortaya çıkaran iki büyük keşşaftır.

> “Ziya ile hayatın her biri, mevcudatın birer keşşafıdır.”
Işık olmazsa renkleri göremeyiz; hayat olmazsa mânâları anlayamayız. Güneşin ışığı varlığı nasıl görünür kılıyorsa, hayat da eşyayı mânâlandırır. Canlı bir çiçek, cansız bir taşın bin kat üstünde kıymetlidir; çünkü hayat, onu “konuşan bir mektup” yapar. Hayatla, eşya Allah’ın isimlerine birer ayine olur.

  1. Kamerin Garipliği: Hayatsız Güzellik, Yetimliktir

> “Evet garib, yetimdir; hayatsız ger kamerse.”
Ay, gökyüzünün en güzel varlıklarından biridir. Lakin hayatsız oluşu onu yalnız kılar. Işığı bile başkasından alınmadır. Ay, güzel ama sessizdir; parlak ama hissizdir; mevcut ama gariptir. İşte hayatsız varlıklar böyledir: gösterişli ama şahsiyetsiz, var ama meçhul…

  1. Hayat, Varlığı Şahsiyetlendirir ve İlâhî Mânâ Katar

Hayatın varlığı sadece eşyanın görünmesini değil, aynı zamanda onun Allah’a bakan yönünü de ortaya çıkarır. Hayat, bir şeyi sadece yaşar hale getirmez; aynı zamanda ona mânâ, gaye ve vazife de yükler. Bu da o varlığın Allah’ın kudretine, rahmetine, hikmetine bir ayna olmasına vesile olur. Hayatla eşyada tevhid tecelli eder.

Sonuç: Hayat, Varlığın Ruhu ve Manasıdır

Varlık, hayatla tamamlanır; hayatla mânâ kazanır. Hayatsız varlık, ne kadar büyük veya süslü olursa olsun, hakikatte sessiz bir ceset gibidir. Hayat ise bir varlığı sadece “canlı” kılmaz; onu anlamlı, hikmetli ve Rabbânî bir varlık haline getirir. İşte bu yüzden, hakiki varlık, hayatla var olandır. Diğeri ise sadece “gibi” olandır; görünür ama gariptir, parlar ama yetimdir.

Özet

Bu makalede, Bediüzzaman’ın “Hayatsız vücud, adem gibidir” sözü çerçevesinde hayatın varlığa kattığı hakikat anlatılmıştır. Hayat, eşyaya mânâ ve merkeziyet kazandırır. Hayat yoksa, varlık yokluk gibi olur; hissiz, gayesiz ve sessiz kalır. Işık eşyayı gösterdiği gibi, hayat da eşyayı anlamlı ve hikmetli kılar. Hayatsız bir varlık —isterse Ay kadar güzel olsun— garip ve yetimdir. Hakiki varlık, hayatla tecelli edendir.

 




Zulmün Karanlığı, Vicdanın Aydınlığı: Gazze’de Yankılanan İnsanlık Muhasebesi

Zulmün Karanlığı, Vicdanın Aydınlığı: Gazze’de Yankılanan İnsanlık Muhasebesi

İnsanlık öldü, vicdanlar ölmedi, söndü.
Vicdanlar Gazzeye yürüyor.
Zulmün karanlığı, vicdanların aydınlığını bastırıyor.
Zulüm ayakta, insanlık oturuyor, sızlayan vicdanlarda derinden gelen bir kıpırdama var.

Can çıkmayan insanlıktan gene de bir ümit ve umut var.

Zulme analık yapan ABD’de iç yangın başladı.
Sıra İsrail’de .
Hiç şüphesiz onların zulmü onları yakacak.
Oda içten içe.
Zulmün karanlığı onları boğup inletecek
Oda inim inim.
İsrail asırlık zulmünü bir defada kustu.
O da o kusmuğunda boğulacak.

İnsanlık yaşıyor mu?

Bu soruya bugün herkes farklı cevaplar verir. Ama Gazze’nin yakılan sokaklarına, yıkılan evlerine, taş kesilmiş çocuk bedenlerine ve göğe açılmış çaresiz ellerine bakınca, cevabın bir yankısı olur: “İnsanlık ölmedi belki, ama gömüldü.”

Zulüm ayakta… İnsanlık oturuyor.
Zulmedenler tok… Mazlumlar aç.
Zulüm konuşuyor… İnsanlık susuyor.
Ama bir şey var: Vicdanlar sızlıyor. Derinden, sessizce, bir kıpırtıyla…

  1. Zulmün Gövdesi, Vicdanın Gölgesi

Bugün zulüm kurumsallaştı.
Kimi zaman demokrasinin elbisesini giydi, kimi zaman güvenlik bahanesiyle kendini savundu. Ama özü değişmedi: Zulüm, haksız gücün haklıyı ezmesidir.

Ve bu zulmün baş mimarları, Gazze’de çocuklar diri diri gömülürken, suskun kaldılar.
Ama işte tam da bu suskunluk, zalimin dilinden çok, vicdanların çığlığına alan açtı.
Vicdanlar Gazze’ye yürüyor şimdi.
Sessiz ama kararlı bir yürüyüş bu…
İnsanlığın yitirilen onurunu arayan bir yürüyüş…

  1. Zulme Analık Edenler: Ateşi Evinde Büyütenler

Bugün İsrail, işlediği zulümle sadece mazlumu değil, kendi geleceğini de yaralıyor.
Ve Amerika gibi güçler, bu zulme annelik yaparak, zalimin nefesini uzatıyor.
Ama unutmamalı: Zulme analık eden, o zulmün yetimi olur.

Bugün ABD üniversitelerinde başlayan vicdan ayaklanmaları, bu yangının ilk kıvılcımlarıdır.
Halk ayaklanmalar yıkım öncesi çatırtılarıdır.
Ateş düne kadar sadece dışarıya yönelmişti; şimdi ateş evin içine sıçradı.
İç yangın başladı.
Sıra, zulmü işleyen elin kendisinde: İsrail’de…

  1. İsrail’in İçten Çöken Karanlığı

Her zalim, önce dışı karartır. Ama nihayetinde karanlık, kendi içine çöker.
İsrail, 75 yıldır biriktirdiği kini, nefreti ve planlı zulmü bir anda kustu.
Ama bu kusmuk, sadece mazlumu değil, zalimini de boğacak.

Kur’an der ki:

> “Zulmedenler, nasıl bir inkılâba uğrayacaklarını yakında göreceklerdir.”
(Şuara, 26/227)

İsrail, zulmünü sırlı bir şekilde yaparken, bir sabır vardı karanlıkta.
Ama şimdi bütün o kin açığa çıktı.
Zulüm artık saklanmıyor, süslenmiyor, utanmıyor.
İşte bu da sonlarının yakınlığının göstergesidir.
Çünkü tarih, ne zaman ki bir zulüm doygunluğa ulaşsa, çöküş hemen arkasından gelir.

  1. İnsanlık Can Vermedi, Umut Sönmedi

Gazze’de taş yığını altında kalan çocuk, sadece bir bedene değil, bir çağın vicdanına işaret eder.
Bu çağ, hala ayakta kalabilmiş vicdanlarla onurunu muhafaza ediyor.
İnsanlık can vermedi.
Can çekişiyor belki, ama içinde bir umut taşıyor hâlâ.

Bu umut, mazlumun duasıdır.
Bu umut, zalimin uykusunu kaçıran gecedir.
Bu umut, suskun kalabalıkların, bir gün ayağa kalkma ihtimalidir.

  1. Son Söz: Karanlık Kendi İçinde Boğulacak

Zulüm kalıcı değildir.
Ne kadar gürültülü olsa da, kalıcı olan adalettir.
Ne kadar yıkıcı olsa da, baki kalan haktır.

Bugün İsrail’in ve destekçilerinin elleriyle inşa ettiği zulüm yapısı, yıkılmaya mukadderdir.
Çünkü o yapı, masumların kanı üzerine kuruldu.
O yapı, duaların göğe çıktığı bir coğrafyada yükseldi.
Ve dualar, asla karşılıksız kalmaz.

Özet

Gazze’de yaşanan zulüm, sadece bir coğrafyanın değil, tüm insanlığın vicdanını sınayan bir imtihandır. Zalim İsrail, kusmuğunu bir defada kusmuş, zulmünü aşikâr etmiş ve kendi karanlığında boğulmaya doğru ilerlemektedir. ABD gibi destekçiler ise artık kendi iç yangınlarıyla yüzleşmektedir. Her şeye rağmen, vicdanlar susmamış, insanlık can vermemiştir. Bu karanlık devranın sonunda, zulüm yıkılacak, adalet yükselecek ve insanlık yeniden dirilecektir.

 

 




Ruh: Vücud Giyen Bir Kanun, Şuur Takan Bir Nur

Ruh: Vücud Giyen Bir Kanun, Şuur Takan Bir Nur

“Ruh, vücud-u haricî giydirilmiş bir kanundur 

   Ruh bir nurani kanundur, vücud-u haricî giymiş bir namustur; şuuru başına takmış.

   Bu mevcud ruh, şu makul kanuna olmuş iki kardeş, iki yoldaş.

   Sabit ve hem daim fıtrî kanunlar gibi ruh dahi hem âlem-i emir hem irade vasfından gelir.

   Kudret vücud-u hissî giydirir, şuuru başına takar, bir seyyale-i latîfeyi o cevhere sadef eder.

   Eğer envadaki kanunlara kudret-i Hâlık vücud-u haricî giydirirse, her biri bir ruh olur.

   Ger vücudu ruh çıkarsa, başından şuuru indirirse yine lâyemut kanun olur.”
Sözler. Lemaat

Giriş: Maddeden Mânâya Bir Yolculuk

Varlık âlemini anlamak isteyen insan, sadece görünenle yetinemez. Çünkü görünene şekil veren, onun ardındaki görünmeyen hakikattir. Ceset maddeden ibarettir; fakat onu anlamlı kılan, hayatla birlikte gelen ruhtur. Bediüzzaman Said Nursî, Lemaatta ruhu şöyle tarif eder:
“Ruh bir nuranî kanundur, vücud-u haricî giymiş bir namustur; şuuru başına takmış.”
Bu tarif, ruhun sadece bir “varlık” değil, aynı zamanda İlâhî bir kanun, sürekli ve sabit bir esas olduğunu gösterir. Ruh, maddî vücuda bürünmüş, şuurla taçlanmış bir hakikattir.

  1. Ruh: Varlık Elbisesi Giymiş İlâhî Kanun

Ruh, fizikî değil metafizikîdir; bir madde değil, manevî bir cevherdir. Onun mahiyeti, kâinattaki kanunlar gibidir: görünmez ama faaliyettedir; sabittir ama tesir sahibidir. Nasıl ki yerçekimi, hayat kanunu, üreme kanunu gibi yaratılışta cari olan kurallar vardır ve bu kurallar sürekli işler, ruh da aynen öyledir. Fakat ruh, sadece kanun değil, aynı zamanda bir vücut giymiş bir şahsiyetli hakikattir. Bu yönüyle diğer fıtrî kanunlardan ayrılır.

  1. Ruhun Menşei: Emir ve İrade Âleminden

Ruh, Kur’ân’ın ifadesiyle “emr-i Rabbîmdir. (Rabbimin emrinden, emir alemindendir)” (İsrâ, 85) Yani ruh, yaratılışın “kudretle” değil, “emir” ile meydana gelen yönündendir. Bediüzzaman bunu şöyle ifade eder:
“Ruh dahi hem âlem-i emir hem irade vasfından gelir.”
Bu, ruhun doğrudan İlâhî bir yönle bağlantılı olduğunu, fizikî sebeplerle açıklanamayacağını ortaya koyar. Ruh; ne DNA ile, ne beyinle, ne elektriksel sinyallerle izah edilebilir. O, Allah’ın “ol!” emriyle var ettiği bir latîfedir.

  1. Ruhun Mahiyeti: Şuurla Taçlanmış Bir Cevher

Ruh sadece bir canlılık esası değildir; onun başına şuur takılmıştır. Yani ruh, sadece yaşamakla kalmaz, fark eder, düşünür, hisseder, irade eder. Bu yönüyle ruh, sadece fizyolojik bir varlık değil, psikolojik ve metafizik bir merkezdir. Bu yüzden insanın gerçek kimliği, ruhudur; bedeni değil.

  1. Vücut Giymek: Kudretin Bir Tecellisi

Ruh, vücudu bir elbise gibi giyer. Bu da Allah’ın kudretiyle gerçekleşir:
“Kudret, vücud-u hissî giydirir, şuuru başına takar.”
Burada “kudret” vücudu, “irade” ruhu yaratır; “şuur” ise ruhun kemalidir. İnsan bu üçlüyle insan olur: maddî beden, latîf ruh ve şuur sahibi akıl. Ruhun bu elbiseyi giymesi, onun kesret âleminde tecelli etmesi içindir. Yani ruh, mananın maddede görünmesi gibidir.

  1. Kanunlar Ruhlaşabilir mi?

Bu fasılda çok derin bir hikmet vardır:
“Eğer envâdaki (türlerdeki) kanunlara kudret-i Hâlık vücud-u haricî giydirirse, her biri bir ruh olur.”
Yani her varlıkta cari olan İlâhî kanunlar —meselâ bal arısının ilahi sevki, atomun çekirdeğe bağlılığı, çekim kanunu gibi— eğer ayrı birer vücut ve şuur kazansalar, ruh gibi olurlar. Bu da bize ruhun ne kadar yüksek ve özel bir “kanun” olduğunu gösterir.

  1. Ruhun Vücudu Çekilirse Ne Olur?

Son olarak, ruhun bedenden ayrılması, onun tamamen yok olması anlamına gelmez:
“Ger vücudu ruh çıkarsa, başından şuuru indirirse yine lâyemut kanun olur.”
Yani ruh, şuurunu kaybetse veya bedenini terk etse bile, özü itibariyle yok olmaz. O hâlâ İlâhî bir kanundur. Bu da ruhun ölümle yok olmadığını, varlığının ebediyetle alâkalı olduğunu gösterir.

Sonuç: Ruh, Ebedî Varlığın Temsilcisidir

Ruh, Allah’ın “emir” âleminden gelen ve insana şahsiyetini veren en latîf cevherdir. O, vücud elbisesini giyerek bu âlemde görünür hale gelir, şuur takarak eşyaya anlam katar. Ruhun varlığı, insanı hayvandan ayırır, onu düşünen, hisseden, dua eden, Rabbini arayan bir varlık hâline getirir. Ruhun mahiyeti bir kanundur ama bu kanun, Allah’ın kudretiyle şekil bulur, iradesiyle yönlenir ve şuurla kemal bulur. İnsan, ruhuyla var olur, ruhuyla ebediyete açılır.

Özet

Bu makalede, Bediüzzaman’ın “Ruh, vücud-u haricî giydirilmiş bir kanundur” sözü merkeze alınarak ruhun metafizik mahiyeti ele alınmıştır. Ruh, emir âleminden gelen, kudretle vücut giymiş ve şuurla taçlanmış bir nurdur. Her ne kadar bir kanun gibi görünse de, ruh vücut kazandığında canlılık, şuur ve şahsiyet kazanır. Ruh bedeni terk etse bile, asli mahiyeti itibariyle baki bir İlâhî kanundur. Ruh, insanı var eden, anlamlandıran ve ebediyete taşıyan en temel İlâhî emanettir.

 




Hayatın Sırrı: Vahdetin Tecelligâhı Olarak Kesret

Hayatın Sırrı: Vahdetin Tecelligâhı Olarak Kesret

“Hayat bir çeşit tecelli-i vahdettir 

   Hayat bir nur-u vahdettir. Şu kesrette eder tevhid tecelli. Evet, bir cilve-i vahdet eder kesretleri tevhid ve yekta.

   Hayat bir şeyi her şeye eder mâlik. Hayatsız şey, ona nisbet ademdir cümle eşya.”
Sözler.lemaat

İnsan gözünü kâinata çevirdiğinde, sayısız varlıkla karşılaşır: yıldızlar, dağlar, denizler, ağaçlar, hayvanlar, insanlar… Bu çeşitlilik ve çokluk —yani kesret— içinde gözü yorulur, kalp dağılır gibi olur. Fakat bu kesretin ardında bir vahdet —yani birliğe— işaret vardır. Her şeyin özünde, tek bir elden çıkan bir sanat, bir kudret ve bir hayat damgası görünür. İşte Bediüzzaman Said Nursî, Lemaatta bu hakikati şöyle ifade eder:
“Hayat bir çeşit tecelli-i vahdettir.”
Bu ifade, hayatın sadece varlık sahnesine çıkmak değil; aynı zamanda Allah’ın birliğini, kudretini ve iradesini yansıtan bir tecelli olduğunu gösterir.

Hayat: Nur-u Vahdet

Hayat, kâinatın merkezine yerleştirilmiş ilahî bir nurdur. Cansız taşlar, topraklar, su ve hava bir araya gelir; ama hayat gelince o karışım canlıya dönüşür. Hayatın varlığıyla birlikte anlam başlar, maksat belirir, nizam kurulur. Bu yönüyle hayat, “vahdetin nuru”dur. Çünkü cansız madde çoklukta (kesrette) boğulurken; hayat, onları birleştirir, tevhid eder.

Bediüzzaman’ın ifadesiyle:
“Hayat bir şeyi her şeye eder mâlik.”
Nasıl mı? Mesela insan bedeni bir damla sudan yaratılır, fakat hayat ile o beden kâinatla ilişkili hale gelir. Gözle yıldızları seyreder, dille hakikati konuşur, kalple sonsuzluğu hisseder. Hayat, o insana bütün kâinatı açar.

Kesret İçinde Tevhid: Her Şeyden Bir Şeyi Okumak

Kâinatta milyarlarca farklı varlık vardır; ama hepsinin özünde aynı mührü, aynı imzayı görmek mümkündür. Her çiçekte aynı sanatı, her canlıda aynı hayat kaynağını, her atomda aynı iradeyi okumak… Bu, vahdetin tecellisidir. Bu yüzden denmiştir ki:
“Hayat, şu kesrette eder tevhid tecelli.”

Yani çoklukta (kesrette) dağılma değil, Allah’ın birliğini (tevhid) okuma becerisi gelişmelidir. Bu da ancak basit bir bakışla değil, hikmetli bir nazarla mümkündür.

Hayatın Yokluğu: Mutlak Adem

Hayatın olmadığı bir şey, eşya ile irtibat kuramaz. Bediüzzaman, bu hakikati şöyle dile getirir:
“Hayatsız şey, ona nisbet ademdir cümle eşya.”
Yani hayatı olmayan bir varlık için bütün evren yok hükmündedir. Bir taşın yıldızla ne irtibatı olabilir? Ama bir hayat sahibi, o yıldızdan etkilenebilir, onu görebilir, ondan hikmet çıkarabilir. Hayatla eşya anlam kazanır; hayat yoksa, varlık da yok gibidir.

İnsanın Hayatında Vahdetin Yansıması

İnsan, hayatın zirvesidir. Onun ruhunda ve aklında, Allah’ın isimlerinin yansımaları vardır. Dolayısıyla insana hayat verildiğinde, sadece biyolojik bir can verilmiş olmaz; ona tefekkür, irade, şuur, aşk, merhamet, hikmet gibi ulvî sıfatların kapısı da açılır. Bu yüzden insanın hayatı, sadece kendi varlığına değil, bütün varlıkla olan irtibatına da delildir. İnsan, hayatı sayesinde bir nevi kâinatın özü ve aynası olur.

Sonuç

Hayat, Allah’ın birliğinin en parlak tecellilerinden biridir. Cansızlar arasında dağılan çokluk, hayatla bir nizam bulur, vahdet kazanır. Hayat, bir varlığı her şeye bağlar; o varlığı eşyayla, manayla, kudretle irtibatlandırır. Hayatla birlikte tevhid, yani Allah’ın birliği, en açık şekilde görünür hale gelir. Hayat, sadece yaşamak değil; anlamak, hissetmek ve Yaratıcıyı tanımaktır. Onun için, hayatı doğru anlamak, vahdetin sırrını keşfetmektir.

Özet

Bu makalede, Bediüzzaman’ın “Hayat bir çeşit tecelli-i vahdettir” sözü merkez alınarak, hayatın ilahî bir tecelli, nur ve nizam unsuru olduğu işlenmiştir. Hayat, çokluk içinde birliği gösteren bir ışıktır. Hayatla bir varlık her şeyle ilişkili hale gelir, hayatsız ise evrenle ilgisizdir. Kesret içinde tevhidi görmek, hikmetli bir bakışın ürünüdür. Hayat, sadece yaşamak değil; Allah’ın birliğini, kudretini ve sanatını gözler önüne seren bir mucizedir.

 

 




Nübüvvet: Beşeriyetin Işığı ve Nizam-ı Âlemin Teminatı

Nübüvvet: Beşeriyetin Işığı ve Nizam-ı Âlemin Teminatı

“Nübüvvet beşerde zaruriyedir 

   Karıncayı emîrsiz, arıları ya’subsuz bırakmayan kudret-i ezeliye elbette

   Beşeri de bırakmaz şeriatsız, nebisiz. Sırr-ı nizam-ı âlem, böyle ister elbette.”
Sözler.lemaat

İnsanlık tarihinin en temel rehberliği, semavî mesajlarla ve onları taşıyan peygamberlerle şekillenmiştir. İnsan aklı, zekâsı ve kabiliyeti ne kadar gelişirse gelişsin, doğruyu mutlak şekilde bilmede tek başına yeterli olamamıştır. İşte bu noktada, Bediüzzaman Said Nursî’nin Lemaat adlı eserinde geçen şu cümle çok çarpıcıdır:
“Nübüvvet beşerde zaruriyedir.”
Yani peygamberlik, insanlık için bir tercih değil, bir zorunluluktur. Çünkü beşerin aklı sınırlıdır, hevâsı galiptir ve hevâya teslim olan bir akıl, hakkı her zaman bulamaz. Oysa nübüvvet, hakikatin doğrudan gökten gelen bir nurudur.

Karıncanın Emirle Yaşadığı Düzen

Kudret-i ezeliyenin kâinattaki hikmetli tasarrufuna bakıldığında, küçücük varlıklarda bile muazzam bir düzen göze çarpar. Karıncalar başsız bırakılmaz, arılar ya’sub (kraliçe arı) olmadan yaşayamaz. Her bir türde bir nizam ve bir otorite tesis edilmiştir. Bu kadar küçük varlıklar bile başsız yaşayamıyorsa, elbette ki düşünce, irade ve toplumsal yapı gibi karmaşık unsurlara sahip olan insan da başsız, rehbersiz, şeriatsız ve peygambersiz bırakılmaz. Zira “sırr-ı nizam-ı âlem” böyle ister.

Nübüvvetin Fonksiyonu: Yalnız Bilgi Değil, İnşa

Peygamberlik sadece bir inanç ya da ibadet bilgisi taşımaz. Aynı zamanda insan ruhunu inşa eden, toplumu şekillendiren, adaleti kuran, zulmü ortadan kaldıran bir nizamdır. Beşer, sadece maddî yönüyle değil, mânevî ve ahlakî yönüyle de rehberliğe muhtaçtır. Çünkü insan kendi nefsine hâkim olamazsa, cemiyette anarşi çıkar. Tarih boyunca peygambersiz toplumlar ya da vahiyden kopmuş medeniyetler, zamanla zulüm ve sefahatin pençesine düşmüştür.

Bu bakımdan, nübüvvet sadece “dini bir görev” değil, aynı zamanda “sosyal bir zaruret”tir. Ahlakın, adaletin ve insanî değerin temeli peygamberler eliyle atılmıştır.

Beşerî Sistemler ve İlâhî Nizam Arasındaki Fark

Tarihte beşer eliyle kurulan sistemler çoktur: krallıklar, imparatorluklar, ideolojiler… Ancak hiçbiri peygamberlerin kurduğu sistemler kadar kalıcı, yapıcı ve kuşatıcı olamamıştır. Zira beşerî sistemler menfaat temelli olup; zamanla yozlaşmaya, baskıya ve ayrımcılığa dönüşmüştür. Oysa ilahî nizamın temelinde adalet, merhamet ve hak vardır. İnsanlık için ideal olan, sadece güçlü olanın değil, haklı olanın yaşadığı bir düzendir. Bu da ancak nübüvvet ile mümkündür.

Modern Dünyada Nübüvvetin Yeri

Bugünün dünyası bilgiye doymuş, fakat hikmete susamıştır. Teknoloji ilerlemiş, ama ahlak gerilemiştir. Bilgi var, ama rehberlik yok. İşte bu çağda da nübüvvetin mirasına muhtacız. Peygamberlerin örnekliği olmadan insanlık sadece teknikleşir, ruhsuzlaşır, benliğini kaybeder. Onun içindir ki Kur’ân, Hz. Muhammed (sav)’i “üsve-i hasene” yani en güzel örnek olarak tanıtır. Çünkü onun hayatı, sadece geçmiş için değil, her çağ için bir modeldir.

Sonuç

Kudret-i ezeliyenin hikmetli nizamı, her canlının başında bir lider, bir düzen koymuşken; elbette insanı da rehbersiz bırakmaz. Nübüvvet, bu ilahî düzenin insandaki tecellisidir. Peygambersiz bir dünya, güneşsiz bir âleme benzer. Nübüvveti anlamak ve izlemek; hem fert için bir kurtuluş, hem toplum için bir rahmettir. Çünkü “nübüvvet beşerde zaruridir” ve bu zaruret kıyamete kadar devam edecektir.

Özet

Bu makalede, “Nübüvvet beşerde zaruridir” hakikati üzerinden, peygamberliğin insanlık için neden vazgeçilmez bir ihtiyaç olduğu izah edilmiştir. Karıncaları bile başsız bırakmayan ilahî kudretin, insanı rehbersiz bırakmayacağı anlatılmıştır. Peygamberlik, sadece dinî bir tebliğ değil; aynı zamanda ahlakî, sosyal ve toplumsal bir inşa aracıdır. Tarih boyunca beşerî sistemlerin çöktüğü yerde, nübüvvetin kurduğu adalet nizamı ayakta kalmıştır. Günümüz insanı da nübüvvetin getirdiği hikmet ve örnekliğe muhtaçtır.

 

 




Kudret ve Hikmet Aynasında Kâinat: Sebepler Perdesindeki İlahi Senaryo

Kudret ve Hikmet Aynasında Kâinat: Sebepler Perdesindeki İlahi Senaryo

İnsan, baktığı şeyi sadece gözle değil; kalple, akılla ve idrakle görür. Gördüğü şeyin arkasında bir el, bir nizam, bir maksat sezerse; o zaman sadece bakmakla kalmaz, görmeye başlar. İşte kâinata bu gözle bakan insan, her şeyin üzerinde iki büyük ilahi sıfatın nakış nakış işlendiğini görür: Kudret ve Hikmet.

Kudret: Her Şeye Gücü Yeten El

Kudret, Allah’ın “Her şeye güç yetiren” sıfatıdır. Dağları diken, yıldızları taşıyan, atomları çeviren, kalpleri attıran, hayatı veren ve alan kudret budur. Kudretin tecellisi, âdeta kâinatın enerjisidir. Bir anda binlerce canlıyı yaratabilecek güç, O’nun kudretindedir.

Bir çekirdeği koca bir ağaca dönüştüren, bir damla sudan insan yapan, toprağı binlerce nimete gark eden hep bu sınırsız kudrettir. Ancak bu kudret, kör bir güç değildir. Rastgele işlemeyen, her işi yerli yerinde yapan bir hikmetle beraber çalışır.

Hikmet: Kudretin Yol Arkadaşı, İlahi Akıl

Hikmet, eşyanın yerli yerinde ve maksatlı yaratılmasıdır. Her şeyin bir gayeye, bir faydaya, bir düzene bağlı olması hikmetin eseridir. Kudret dileseydi, her şeyi bir anda yaratırdı. Bir ağacın büyümesini yıllar süren bir süreçle değil, bir saniyede gerçekleştirebilirdi. Ama öyle yapmaz; çünkü hikmet, devreye girer.

Çünkü hikmet der ki: “Bu âlem bir imtihan meydanıdır. İnsan görsün, düşünsün, sebeplerle muhatap olsun, iradesini kullansın. Sabretsin, beklesin, çabalasın.” İşte bu yüzden kudret, hemen değil; hikmetli bir süreçle tecelli eder.

Kudret Hemen Yaratabilirken, Neden Hikmet Sebepleri Öne Çıkarır?

Bu sorunun cevabı hem ilmi hem manevidir:

Sebepler perdesi, insanın imtihanı içindir. Her şey doğrudan Allah’tan geldiği belli olsa, irade anlamsızlaşırdı.

Süreç, tefekkür ettirir. Güneş bir anda doğmaz, yavaşça yükselir. Bu da sabahın, aydınlığın, umut ve hareketin anlamını verir.

Hikmet, eğitir. Bir çocuğun büyümesi zaman alır ki anne-baba sabretmeyi, merhameti ve şefkati öğrensin.

Eğer sadece kudret hükmetseydi, dünya bir robot gibi işlerdi. Oysa bu düzen, ibretle ve hikmetle doludur. Her yaprak bir kaderle düşer, her çiçek bir maksatla açar. İşte bu yüzden hikmetsiz kudret zulüm olur; hikmetle birleşince adalet ve rahmet olur.

Hangi Cihetten Bakmalı, Nasıl Değerlendirmeliyiz?

Olaylara sadece dış yüzüyle değil, ilahi hikmet nazarıyla bakmalıyız. Bir musibet, dışarıdan sadece acı görünse de içinde büyük bir terbiye ve dönüşüm barındırabilir. Bir gecikme, bir kayıp, bir zorluk; aslında bizim idrak edemediğimiz bir hayrın kapısı olabilir. Yani her olaya şöyle sormalıyız:

> “Bu olayda hangi ilahi isimler tecelli ediyor? Kudretin izleri nerede? Hikmet bana neyi işaret ediyor?”

Çünkü mü’min için hayat, bir sahne değil; bir tecelli aynasıdır. O, olaylara sadece “ne oldu?” diye değil, “ne murad edildi?” diye bakar. Bu da insanı isyana değil, sabır, şükür ve teslimiyete götürür.

ÖZET

Bu makalede, kâinattaki hadiselerin arkasında iki büyük ilahi sıfat olan kudret ve hikmetin nasıl işlediği açıklanmıştır. Kudret, Allah’ın her şeyi yaratmaya muktedir sıfatı iken; hikmet, her şeyin bir amaç ve düzene göre yaratıldığını gösteren sıfattır. Allah, her şeyi bir anda yaratabilecek güçteyken; hikmeti gereği sebepler ve süreçlerle yaratır. Bu da insanın imtihanı, tefekkürü ve eğitimi içindir. Sonuç olarak mü’min, olaylara sadece zahirî değil, batınî (deruni) ve hikmetli bir gözle bakmalıdır.