Manevî Üretim: Kalpten Doğan Hikmetle İnşa

Manevî Üretim: Kalpten Doğan Hikmetle İnşa

Zamanın ruhu, insanı dış dünyaya yönlendirirken iç âlemini ihmal ettiriyor. Oysa asıl üretim, insanın içinde başlar. Kalpte filizlenen bir niyet, akılda şekillenir, dilde dua olur, davranışta hayat bulur. İşte bu zincir, manevî üretim dediğimiz sürecin özüdür. Maddî üretim nesneye yönelirken, manevî üretim öze yönelir; kalbi mamur eder, ruhu besler, aklı aydınlatır.

  1. Kalp Merkezli Bakış: Hakikate Açılan Pencere

Kur’ân, insanın kalbini hem anlama hem inanma merkezine yerleştirir. “Onlar Kur’ân’ı düşünmüyorlar mı? Yoksa kalpleri kilitli mi?” (Muhammed, 24) ayeti, kalbin kilitli oluşunun idraki perdelediğini haber verir. Kalp, sadece hissiyatın değil, hikmetin de merkezidir. Kalp merkezli bakış, eşyanın suretine değil, sîretine yönelir. Bir çiçekte sadece renk değil, kudretin tecellîsi görülür. Güneş sadece enerji değil, İlahi rahmetin nişânesi olur.

  1. Ruhu İnşa Eden Metinler: Hakikatin Haritası

Manevî üretim, boşlukta gerçekleşmez; ruhu inşa eden metinler birer temel taş gibidir. Kur’ân, hadis, velîlerin hikmetli sözleri ve Risale-i Nur gibi derinlikli eserler, iç âlemi mamur eden kaynaklardır. Bu metinler, ruhta bir arınma, akılda bir berraklık, kalpte bir sekînet meydana getirir. Kişi bu metinlerle beslendikçe hayatı anlam kazanır. Zahmet anlam olur, keder hikmete dönüşür.

  1. Dua: Ruhu Besleyen İlahi Bağlantı

Dua, insanla Rabbi arasında kurulan en samimi köprüdür. Manevî üretimin en saf hali duadır. Dilin söyleyemediğini kalp fısıldar, kalbin söyleyemediğini göz yaşar. Dua, ilahi kudrete açılan bir arz dilekçesidir. Fakat dua yalnızca istemek değil, teslimiyetin ve kulluğun ifadesidir. Bir yürek, ne kadar dua ile yoğrulursa o kadar yücelir. Çünkü dua eden kişi, kendi gücünün sınırlı olduğunu, Rabbin kudretinin sonsuz olduğunu kabul eder.

  1. Hikmetli Yazılar: Zamanı Aşan Sözler

Zaman değişse de hikmet baki kalır. Hikmetli bir yazı, bir asrı aşar, çağları aydınlatır. Her çağda yeni bir anlam, her yürekten yeni bir yankı bulur. Bu tür yazılar, sadece bilgi vermez, yön tayin eder. İnsanı kendi iç yolculuğuna çıkarır. Çünkü hakikat, dışarıda değil içeridedir. Hikmetli yazılar, işte bu iç yolculuğun rehberidir. Sadece öğretmez, düşündürür. Sadece anlatmaz, yaşatır.

İbretli Bir Temsil:

Bir zamanlar bir adam, evinin duvarını süslemek için güzel bir tablo almak ister. Parası yetmediği için kendi resmini yapmaya karar verir. Fakat resim bilgisi yoktur. Fırçayı eline alır, ama tuvale sadece karışıklık düşer. Üzülür. Sonra düşünür: “Ben en güzel resmi, kalbimi güzelleştirerek çizebilirim.” Başlar sabahları erken kalkmaya, güzel sözler söylemeye, dualar etmeye… Aylar sonra yüzüne bakanlar, yüzünde bir nur görürler. Çünkü ruhuna resmettiği güzellik, dışına yansımıştır. İşte manevî üretim budur: İçteki güzelliği dışa aksettirmek.

Özet:

Manevî üretim, kalbin ve ruhun merkezde olduğu bir inşa sürecidir. Kalp merkezli bakışla dünyaya bakmak, ruhu Kur’ân ve hikmetli metinlerle beslemek, dua ile semaya açılmak ve hikmetli yazılarla düşünceyi derinleştirmek bu sürecin temel unsurlarıdır. Manevî üretim, insanı yalnızca bilen değil, hisseden ve dönüştüren bir varlık haline getirir. Çünkü en kalıcı üretim, kalpte başlayandır.

 




TEFEKKÜRÜN MERHALELERİ: DÜŞÜNCEDEN SECDEYE GİDEN YOL

TEFEKKÜRÜN MERHALELERİ: DÜŞÜNCEDEN SECDEYE GİDEN YOL
“Düşünmek aklın işi, tefekkür ise kalbin uyanışıdır.”

Giriş: Tefekkür Nedir, Ne Değildir?

Tefekkür, sadece düşünmek değildir. Düşünmek zihinsel bir faaliyet olabilir, ama tefekkür ruhun seyahati, kalbin uyanışı, imanın derinleşmesidir. Tefekkür; akılla başlar, kalple yol alır, secdeyle nihayet bulur.

Bugün dijital çağın hızlı ve sığ akışında tefekkür unutulmuş bir ibadettir. Oysa Kur’ân defalarca “أَفَلَا تَتَفَكَّرُونَ / Düşünmez misiniz?” diyerek bizi sadece bakmaya değil, görmeye; sadece öğrenmeye değil, anlamaya çağırır.

Bu çağrıyı hayatımıza taşımanın yolu, tefekkürün beş merhalesini bilmekten ve yaşamaktan geçer.

  1. DURMAK: Acele Etme, Derinleş

Tefekkür, durmakla başlar. Çünkü hızlı giden göz göremez, hızlı düşünen akıl derinleşemez.

> “Acele şeytandandır, teenni Rahmân’dandır.” (Hadis)

Durmak, hem bedenin hem zihnin kalbî frekansa geçmesidir.
Tefekkür, kalbin yavaş düşünmesidir. Her şeyin hızla tükendiği bir çağda düşünmek için durmak, bir ibadet hâlini alır.

  1. BAKMAK: Gözle Değil, Basiretle Görmek

Bakmak sadece gözle olur; görmek basiretle.
Bugün insanlar çok şey görüyor ama az şey anlıyor.

Kur’ân’da Hz. İbrahim’in yıldızlara, aya ve güneşe bakması (En’âm 76-79), hakikat arayışının tefekkürle başladığını gösterir.
Risale-i Nur’daki ifade ile bu, “mana-yı harfiyle bakmak”, yani eşyanın Allah’a bakan yönünü fark etmektir.

Tefekkür eden göz, çiçekte sanatkârı, yıldızda hâkimi, ölümde ebedî hayatı görür.

  1. SORMAK: Şüphe Değil, Hikmetle Sual

Bugün sorgulamak moda; ama çoğu sorgu merak değil, inkâr niyetiyle.
Tefekkürdeki sormak ise anlam arayışıdır.

“Neden yaratıldım?”

“Bu ölüm neyin kapısıdır?”

“Bu mükemmel düzende kör tesadüf olabilir mi?”

Bu sorular hakikate giden yollardır.
Kur’ân, Hz. Musa’nın, Hz. Hızır’la yolculuğunu (Kehf 60-82) tefekkürle yoğrulmuş bir sual-cevap eğitimi olarak sunar. Çünkü tefekkür, sormayı öğretir, sabretmeyi ve anlamayı derinleştirir.

  1. ANLAMAK: Parçaları Değil, Bütünü Görmek

Modern eğitim, bilgiyi parçalara böldü. Ama hakikate ulaşmak, parçaları birleştirerek bütünü görmekle mümkündür.

Tefekkür:

Bilgiyi hikmete,

Gözlemi şehadete,

Sebepleri fail-i hakikiye ulaştırır.

Bediüzzaman, “bir sinekteki nizam”dan yola çıkarak “Kâinatın Sultanı”na ulaşır.
Bu, bütüncül bir bakışın, tevhidî bir okumanın adıdır.

  1. ŞÜKRETMEK: Kalbin Secdesi

Tefekkür, neticede kalbi secdeye götürür.
Çünkü hakikatle buluşan bir ruh, secdesiz kalamaz.

> “Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün ardarda gelişinde… akıl sahipleri için ayetler vardır… Onlar düşünürler… ve: Rabbimiz! Sen bunları boş yere yaratmadın, derler.” (Âl-i İmrân, 190-191)

Bu ayet, tefekkürle başlayan ve secdeyle tamamlanan bir yolculuğu özetler.

Risale-i Nur’da da tefekkürün neticesi daima imanın artması, kalbin minnet duyması, şükrün secdeye dönüşmesidir.

Sonuç: Tefekkür Bir İbadettir, Yolculuktur, Yükseliştir

Tefekkür bir dakikalık akıl oyunu değil; bir ömürlük farkındalık eğitimidir.
Durmakla başlar, şükürle biter.
Gözle değil, basiretle yürür.
Bilgiyle değil, hikmetle derinleşir.

Bugün insanlık çok biliyor ama az anlıyor. Çok izliyor ama az düşünüyor.
İşte bu sebeple, tefekküre dönmek, sadece bireysel arınma değil, medenî bir yeniden diriliştir.
Ve Risale-i Nur bu dirilişin tefekkür mihverli bir pusulasıdır.

Makale Özeti:

Tefekkür, yüzeysel düşünmenin ötesinde, derin, anlamlı ve yönlendirici bir ibadettir. Beş merhalede gelişir:
1. Durmak, derinleşmeyi mümkün kılar.
2. Bakmak, basiretli görmeyi öğretir.
3. Sormak, hikmet arayışına kapı açar.
4. Anlamak, parçaları değil bütünü kavramaktır.
5. Şükretmek, tefekkürün kalbi secdeye götüren sonucudur. Risale-i Nur, bu aşamaları işleyen ve bugünün hızlı ama sığ dünyasında tefekkürü yeniden hayata kazandıran bir irfan yoludur.

 




HAKİKATİN ÖNÜNDE EĞİLEN TARİKAT: İMANIN BİR MES’ELESİ, BİN KERAMETTEN ÜSTÜNDÜR

HAKİKATİN ÖNÜNDE EĞİLEN TARİKAT: İMANIN BİR MES’ELESİ, BİN KERAMETTEN ÜSTÜNDÜR

“İmam-ı Rabbanî Ahmed-i Farukî:

   “Bütün tarîkatların en mühim neticesi, hakaik-i imaniyenin inkişafıdır.” ve “Bir tek mesele-i imaniyenin vuzuh ile inkişafı, bin keramata ve ezvaka müreccahtır.”
Şualar

Zaman olur ki kalpler arayışa düşer, ruhlar tatmin arar, gönüller marifet ister. Bu arayışta nice yollar, nice makamlar, nice hâller gösterilir. Tarikatlar, seyr ü sülûk yolları, zikirler, evradlar, cezbe ve vecd hallerine ulaşmanın vasıtalarıdır. Lakin bu yolların asıl hedefi nedir?

İşte bu noktada İmam-ı Rabbânî Ahmed-i Farukî Hazretleri’nin şu veciz beyanı güneş gibi parlamaktadır:

> “Bütün tarîkatların en mühim neticesi, hakaik-i imaniyenin inkişafıdır.”
“Bir tek mesele-i imaniyenin vuzuh ile inkişafı, bin keramata ve ezvaka müreccahtır.”

Bu söz, bütün mânevî yolculukların özünü ve özeti hükmündedir. Demek oluyor ki tarîkatlar birer vasıtadır, maksat ise imandır. Eğer bir kimse tarikat yolculuğunda, Allah’a ait bir hakikati, bir sıfatı, bir esmayı, bir ahirete dair imani meseleyi kalbine yerleştiremiyorsa, zahiren gördüğü harika hallerin değeri kalıcı değildir.

İmanın Bir Meselesi: Bin Yolu Aydınlatır

Bir insan, Allah’ın varlığına ve birliğine, O’nun Rahman ve Rahîm olduğuna, âhiretin vukuuna, Kur’ân’ın hak olduğuna ve peygamberliğin hakikatine sarsılmaz bir yakinle iman etmişse, onun kalbine güneş doğmuş demektir. Bu nur, binlerce tasavvufî hâldeki aydınlıktan daha parlaktır. Çünkü o iman, sahibini ebedî kurtuluşa taşır.

Kerametler, cezbe hâlleri, keşifler ve ledünnî bilgiler; eğer iman hakikatlerine basamak olmuyorsa, hayranlık uyandıran ama kalıcı meyve vermeyen çiçekler gibidir. Hakiki tasavvuf, ruhu şımartmak değil, nefsin zincirini kırmak ve imanı kuvvetlendirmektir.

Tarikatlar, Yol; İman, Hedeftir

İmam-ı Rabbânî bu sözleriyle bizlere bir uyarı yapmaktadır: “Yolda kalma, menzile var!” Tarîkat bir yolculuktur. Asıl varılacak yer, imanın hakikatleriyle Allah’ı kalpte tanımaktır. Bu tanıma, marifettir. Ve marifet, cezbeden hâllerden değil, kalbî tefekkür, aklî tahkik ve vicdanî teslimiyetle kazanılır.

Nice insanlar vardır ki keramet gösterir ama hâlâ imanî zaaf içindedir. Nice insanlar da vardır ki hiç kerameti yoktur ama imanı dağlar gibidir. Allah, imanla gelen bir gözyaşını, kerametle gelen bir alkıştan daha değerlendirir.

Risale-i Nur’un Tarikatlar Üstü Hizmeti

Bu hakikati Bediüzzaman Hazretleri de Risale-i Nur’da vurgular. Asrımızda tarikatların fenalıklarından değil, iman zaafından dolayı insanlar perişandır. O hâlde önce kalplere tahkikî iman girmeli, sonra feyz yolları açılmalıdır. Risale-i Nur, doğrudan doğruya imanı kurtarmaya yöneldiği için bu asırda tarikatların en yüksek gayesini doğrudan hedef edinmiştir.

ÖZET:

Bu makale, İmam-ı Rabbânî Hazretleri’nin “Tarîkatların en önemli neticesi, imanın hakikatlerinin inkişafıdır” sözünden hareketle, tarikatların bir araç olduğunu, asıl hedefin ise sarsılmaz bir iman kazanmak olduğunu vurgulamaktadır. Bir tek mesele-i imaniyenin kalpte yer etmesi, binlerce keşif ve keramet hallerinden daha değerlidir. Çünkü iman ebedî hayatın anahtarıdır, diğerleri ise sadece vasıtadır. İnsanın yolu değil, imana ulaşıp ulaşamadığı önemlidir.

 

 




Dijital Gölgedeki Hakikat: Bilgi Çağında Hikmet Arayışı

Dijital Gölgedeki Hakikat: Bilgi Çağında Hikmet Arayışı

İnsanlık, tarihin hiçbir döneminde bu kadar çok bilgiyle kuşatılmadı. Parmak ucuna taşınan evrensel veri, görünürde bir güç gibi dursa da, hakikatte zihinleri bulandıran bir sis perdesine dönüşüyor. Dijital bilgi yorgunluğu, çağın manevi ve zihinsel çöküşünün işaret fişeğidir. Bilgi artarken hikmet azalıyor; içerik çoğalırken iç derinlik kayboluyor.

  1. Bilgi Şelalesinde Boğulmak: Safî Bilgi Değil, Hikmetli Bilgi Gerekli

Her gün yüz binlerce içerik, milyarlarca bilgi parçacığı dijital mecralarda dolaşıma giriyor. Ama bu yoğunluk, bir gıda değil; çoğu zaman bir gürültüye dönüşüyor. İnsan aklı saf bilgiyle değil, hikmetle, yani amaca yönelmiş anlamlı bilgiyle can bulur. Kur’ân’ın “Yusuf’a rüyaları tabir etmeyi ve hikmeti öğrettik” (Yusuf, 22) buyruğunda olduğu gibi, bilgi ancak hikmetle değer kazanır. Hikmetsiz bilgi, suyu olmayan bir ırmak gibidir; geniştir ama kurudur.

  1. Görsellik Hakikatin Önüne Geçti

Günümüzde görüntü, manayı bastırır hâle geldi. Hakikat, gösteri düzeni içinde şekil değiştirdi. Ne söylendiği değil, nasıl sunulduğu öne çıktı. Hakikat, artık dikkat çekme algoritmalarına kurban edilmektedir. Derin ve sessiz bir tefekkür, bir dakikalık efektli videonun gölgesinde kaldı. Halbuki hakikat, şekilden ziyade özdedir. Parlayan her şey altın değildir; gerçek değer, ışıltıda değil, deruni ağırlıktadır.

  1. Suni Gündemlerin Asli Meselelere Baskın Gelmesi

Dijital çağda her gün yeni bir “acil” mesele önümüze düşüyor. Fakat bu gündemlerin çoğu, insanın gerçek ihtiyacını maskelemek için kurulmuş sanal kurgulardır. Asıl mesele, ruhun boşluğudur. Kalbin kararması, ailenin dağılması, anlamın yitimi gibi asli yaralarımız; bir tweetin, bir viral videonun gölgesinde kalıyor. Suni gündemler, asli gündemleri gömüyor. Tıpkı parlayan reklam tabelalarının, yoldaki uçurumu gizlemesi gibi.

  1. Hâl Dili Zayıfladı, Görüntü Dili Arttı

Eskiden insanlar hâlleriyle konuşurdu. Bir âlimin vakarından, bir annenin bakışından, bir zahidin secdesinden mesaj alınırdı. Hâl dili güçlüydü, çünkü iç dünya dışa aksediyordu. Şimdi ise dış şekil iç boşluğun perdesi oldu. Görüntü dili arttı, ama samimiyet azaldı. Pozlar çoğaldı, duruşlar zayıfladı. Hikmetli biri şöyle demişti: “Reklamı çok olanın, kıymeti az olur.” Gerçek derinlik sessizdir; bağırmaz, parlamaz ama sarsar.

Temsilî Bir Kıssa:

Bir köyde iki çeşme varmış. Biri berrak ama derin, diğeri parlak ama yüzeyselmiş. İnsanlar başta parlak olanı tercih etmiş. Çünkü ışıklandırılmış, süslenmiş, şatafatlıymış. Fakat içenlerin susuzluğu geçmemiş. Diğeri ise sade, gösterişsiz ama gerçekten suyu tatlı ve doyurucuymuş. Sonunda halk, hikmeti görüp asıl çeşmeye dönmüş.

Bugün de zihinler parlak ama sığ içeriklere yönelmiş durumda. Oysa aradığımız, içimizi doyuracak hikmet pınarlarıdır.

Özet:

Bilgi çağında insan, saf bilgiyle değil, hikmetli ve hedefli bilgiyle beslenmeye muhtaçtır. Görselliğin hakikatin önüne geçmesi, suni gündemlerin asli meseleleri örtmesi ve hâl dilinin yerini görüntü diline bırakması, çağın ruhunu yaralamaktadır. Kalıcı çözüm; kalpten gelen duruluk, hikmetle işlenmiş içerik ve içe yönelmiş bir farkındalıkla mümkündür. Çünkü gürültü içinde hakikat fısıltı gibidir; ancak kalbi temiz olanlar duyar.

 




Fitili Kim Tuttu? Ateş Nerede Duracak?

Fitili Kim Tuttu? Ateş Nerede Duracak?

“Mazlumların coğrafyasında sınırlar cetvelle çizilir, işgaller parayla yapılır, darbeler planla yürütülür ama karşısına hep kaderin kırılma anı dikilir.”

Dünya sahnesinde güç savaşları artık sadece topla tüfekle değil, para, medya, ideoloji ve vekil örgütlerle yürütülüyor. İsrail’in, ABD’nin ve Batı’nın bazı karar merkezlerinin Türkiye üzerindeki hesapları artık sır değil. Kapalı kapılar ardında kurgulanan senaryolar, perdeyi tamamen kaldırarak açık açık sahnelenmeye başlandı. Çünkü ne darbeler, ne terör örgütleri, ne ekonomik krizler bu milletin ruhunu teslim alamadı.

Biden Ne Demişti?

Biden, daha iktidara gelmeden önce, “Erdoğan’ı devirmek için muhalefeti destekleyeceğiz” demişti. Bu, diplomasi değil, açık bir müdahale ilanıydı. Nitekim ardı arkası kesilmeyen ekonomik operasyonlar, uluslararası itibar zedeleme çalışmaları, kredi notu oyunları ve içerideki taşeron örgütlerin yeniden aktive edilmesiyle bu vaat fiiliyata döküldü.

Ama mesele sadece Erdoğan değildi. Mesele, bağımsız bir Türkiye’ydi.

Taşeronlar ve Yıkım Planları

İsrail, Türkiye’ye doğrudan saldırmanın kendisine bedelinin ağır olacağını biliyor. Bu yüzden her zaman vekillerini sahaya sürdü:

PKK ve YPG ile sınır güvenliği zedelendi.

DEAŞ ile kaos ve korku üretildi.

15 Temmuz ile devleti çökertme ve iç işgali gerçekleştirme denemesi yapıldı.

Gezi ve benzeri sosyal kalkışmalarla genç zihinler yönlendirildi.

Ancak bütün bu hamleler, Türkiye’yi durduramadı. Belki zaman kaybettirdi, belki enerjisini içe çevirdi; ama asıl hedef olan teslimiyet asla gerçekleşmedi.

Yeni Dönem: Maskeler Düştü

Bugün gelinen noktada İsrail ve arkasındaki karanlık akıl, artık aleni bir şekilde Türkiye’yi hedefe koydu. Diplomatik teamüller, uluslararası hukuk, insan hakları gibi kavramlar sadece söylem düzeyinde kaldı. Çünkü Türkiye, sadece kendi sınırlarını değil, ümmetin vicdanını, ezilen halkların duasını, sömürgeci düzene karşı bir haykırışı temsil ediyor.

Bu yüzden mesele artık sadece Türkiye meselesi değil, küresel bir hesaplaşmanın merkezi hâline geldi. Gazze’de başlayan ateşin, sadece Orta Doğu’yu değil, dünyayı sarsacak bir yangına dönüşme riski her geçen gün artıyor.

Dünya Nereye Gidiyor?

Artık yeni dünya düzeni, savaşın barış gibi, işgalin yardım gibi, yalanın bilgi gibi sunulduğu bir medya haritası üzerinden şekilleniyor. Bu düzende:

Güçlü olan haklı değil,

Bağımlı olan değil, başı dik duran cezalandırılıyor.

Sessiz kalan değil, itiraz eden hedef oluyor.

Ama tarih bize şunu gösterdi: Ne kadar plan kurarlarsa kursunlar, her Firavun’un bir Musa’sı, her Nemrut’un bir İbrahim’i, her Haman’ın bir çöküş anı vardır.

Hikmetle Bakış: Zaaf Değil Saf Duruş

Türkiye’nin karşılaştığı saldırılar, zayıflığından değil; doğru istikamette yürüdüğünden kaynaklanıyor. Dava büyükse, bedel de büyük olur. Bu yüzden mesele sadece siyaset değil, imanla yoğrulmuş bir medeniyet yürüyüşüdür.

Bu yolda,

Ekonomiyle tehdit edilsek de sabredeceğiz,

Terörle yıpratılmak istensek de direneceğiz,

Diplomasiyle sıkıştırılsak da dik duracağız.

Çünkü bu milletin başı secdeye eğildiği sürece başka hiçbir güce eğilmeyecektir.

Özet:

Makale, ABD ve İsrail’in Türkiye’ye yönelik uzun vadeli planlarını ve bu planlarda açıkça kullanılan iç ve dış taşeronları ele alıyor. Geçmişte örtülü yürütülen müdahalelerin artık aleni hâle geldiği, Türkiye’nin sadece jeopolitik bir hedef değil, aynı zamanda küresel uyanışın temsilcisi olduğu anlatılıyor. Sonuç olarak, bu kuşatma döneminde sabır, basiret ve imanla dik durmanın kaçınılmaz olduğu ifade ediliyor.

 




Emsalsiz Bir Nizam: Ümmî Bir Peygamberin (asm) Mucizevi Daveti

Emsalsiz Bir Nizam: Ümmî Bir Peygamberin (asm) Mucizevi Daveti

“O zat (asm) öyle bir şeriat ve bir İslâmiyet ve bir ubudiyet ve bir dua ve bir davet ve bir iman ile meydana çıkmış ki onların ne misli var ve ne de olur. Ve onlardan daha mükemmel ne bulunmuş ve ne de bulunur.

   Çünkü ümmi bir zatta (asm) zuhur eden o şeriat; on dört asrı ve nev-i beşerin humsunu, âdilane ve hakkaniyet üzere ve müdakkikane, hadsiz kanunlarıyla idare etmesi emsal kabul etmez.”
Şualar

Tarih boyunca birçok fikir, din, yasa ve medeniyet ortaya çıkmıştır. Fakat hiçbir sistem, hiçbir ideoloji ve hiçbir lider, Hz. Muhammed’in (asm) getirdiği şeriat, İslâmiyet, ubudiyet ve iman hakikatleriyle kıyas dahi edilemez. O Zât (asm), elinde hiçbir dünyevî güç, maddî imkân, okul diploması, yazılı kitap ya da siyasi destek olmadan; tek başına, ümmî bir insan olarak, insanlık tarihini baştan sona değiştiren ilâhî bir inkılâbın, degişim ve Dönüşümün öncüsü olmuştur.

O’nun getirdiği şeriat, sadece Arap yarımadasını değil, Afrika’dan Asya’ya, Endülüs’ten Çin’e kadar milyonlarca insanı kapsayan bir adalet medeniyeti kurmuştur. Ne Roma hukuk sistemi, ne modern Batı demokrasileri, ne de doğu gelenekleri; onun kurduğu dengeyi ve hikmeti içinde barındırabilmiştir.

Kadına hak vererek onu meta olmaktan kurtarmış,

Köleliğe merhamet ve hukuk sınırları çizerek onu tarih dışına itmiş,

Aileyi fesattan koruyarak insanlığın çekirdeğini muhafaza etmiş,

Kul ile Rabbi arasında hiçbir aracı koymadan tevhidi ve kulluğu asıl yapmıştır.

O’nun ubudiyeti ise sadece şekilsel bir ritüel değil, hayatın her anını anlamlandıran, Allah’a bağlılığı esas alan bir yaşama sanatıdır. Gece teheccüde kalkması, savaştan dönerken bile oruç tutması, insanlar ona taş atarken “ümmetim” diyerek ağlaması, sadece insanlığı değil melekleri bile hayran bırakmıştır.

Peki nasıl oldu da bir ümmî (okuma-yazma bilmeyen) insan, kendi çağını ve tüm çağları kuşatacak bu kadar derin, tutarlı ve kapsamlı bir sistem ortaya koydu?

Bunun cevabı açıktır:
Çünkü o kendi adına konuşmadı; âlemlerin Rabbi adına konuştu.
Çünkü o bir dâhî değil, bir resûldü.
Çünkü o’nun getirdiği şeriat, insanın değil, Hakk’ın kelâmıdır.

On dört asırdır O’nun davası sönmedi. Kur’an sönmedi. O’nun izinden giden müminlerin nuru sönmedi. Zira bu dava insan eliyle değil, ilâhî kudretle kurulmuştur. Her gelen fikir eskiyip unutulurken, O’nun davası gençliğini hep korudu. Bugün bile hâlâ milyonlar onun izinden gitmekte, onun sünnetini yaşamaktadır.

Özet:

Bu makalede, Hz. Muhammed’in (asm) getirdiği şeriatın, İslâmiyet’in ve ubudiyetin eşsizliği ele alınmıştır. Ümmî bir peygamber olarak ortaya çıkan Hz. Muhammed’in, insanlığın büyük bir kısmını âdilane yöneten, derinlikli ve evrensel bir nizam kurduğu vurgulanmıştır. O’nun şeriatının kaynağının beşerî değil, ilâhî olduğu, bu yüzden eşsiz ve emsalsiz kaldığı ifade edilmiştir. O’nun hayatı ve mesajı, her çağda bir rehber olmaya devam etmektedir.

 

 




Kaderin Aynası: Özgürleştirenlerin Özgürlüğe Muhtaç Hâli

Kaderin Aynası: Özgürleştirenlerin Özgürlüğe Muhtaç Hâli

Kaderin şu şaşmaz tecellisine bir bakın ki;

ABD başkanı Trump;
CAM FANUSUN ARKASINDAN SESLENDİ:
“DIŞ GÜÇLER İÇ SAVAŞ İSTİYOR”
Şehri yangın yerine çeviren olaylar üzerinden ‘çeteler’ mesajı verdi: Los Angeles’ı özgürleştireceğiz.” diyor.

Afganistan, Irak, Türkiye, vs ve en son Gazze’yi dış güçleriyle Özgürleştiren ! ABD, kendi içindeki olaylar sebebiyle dış güçlerin tehdidinden ve kendilerini özgürleştirmeden bahsediyor.
Ne garip değil mi?
Men dakka dukka.
Çalma kapıyı, çalarlar kapını.
Eden bulur.

********

> “Men dakka dukka.”
“Kim kapıyı çalarsa, bir gün onun kapısı da çalınır.”

🔥 Yangın Yerine Dönen Amerika

Amerika Birleşik Devletleri, yıllarca “özgürlük” adı altında nice ülkelere müdahalelerde bulundu. Afganistan, Irak, Suriye, Libya, Türkiye, ve nihayetinde Gazze… Her biri aynı cümleyle meşrulaştırıldı:
“Özgürleştirmek için geldik.”

Ancak tarih gariptir. Bazen döner, bazen döndürülür. Ve bir gün, en beklenmeyen anda tokadını vurur. İşte o günlerden biri yaşandı.

ABD Başkanı Donald Trump, başkent Washington’da bir cam fanusun ardına gizlenerek halkına seslenirken şunu söylüyordu:

> “Dış güçler iç savaş istiyor.”
“Los Angeles’ı özgürleştireceğiz.”

Bu sözleri söyleyen kişi, başta Afganistan ve Irak olmak üzere birçok coğrafyayı “özgürleştirme” bahanesiyle kan gölüne çeviren bir ülkenin lideriydi.

⚖️ Kader Adaletinden Şaşmaz

Kaderin çarkı adaletle döner. Zulmün hesabı sadece ahirete değil, dünyaya da bırakılmaz. “Zulüm ile abat olunmaz.” denmiştir. Nice uluslar, zulümle yükseldiğini sanırken bir anda tuzla buz olmuşlardır.

ABD, yıllarca dışarıda “çetelerle mücadele” ettiğini iddia etti. Şimdi ise kendi şehirlerinde “çeteler” peyda oldu. Dış güçlerin, Amerika’yı içten yıkmaya çalıştığına inanıyorlar. Ne garip, değil mi?

Eskiden Müslüman coğrafyaları “kurtarmak için” girenler, şimdi kendi şehirlerini “kurtarma planı” yapıyorlar.
Tarih, buna “ibret” diyor.
Kur’an buna “misal” diyor.
Kader ise sadece gülümsüyor.

🪞 Aynaya Bakan Kimse Yok

Bugün ABD, içine düştüğü kaosu dış güçlere fatura ediyor. Oysa yıllarca kendi eliyle başka toplumların iç dengelerini bozdu. Mezheplerle, etnik kimliklerle oynadı. Terörü organize etti, fitneyi besledi.

Ama şimdi o fitne tohumları kendi topraklarında yeşeriyor.

Unutmayalım ki;

Firavun’un sonu suda boğulmak oldu.

Nemrut, bir sinekle mağlup oldu.

Karun, yerin dibine geçirildi.

Tarihin ibret levhalarında, zulümle yapılan her yükselişin sonunda bir çöküş yazar.

📿 Ders Alması Gereken Biziz

Bu sahneler sadece Amerika’ya değil, bize de ders olmalı.
Zulme alkış tutanın, zulmü mazur görenin, sessiz kalanların da hesaba çekileceği bir dünyadayız.
Ve bilmeliyiz ki:

> “Zulüm devam etmez, adalet tehir edilse de tecelli eder.”

Keser döndü, sap döndü.
Gün geldi, hesap döndü.

✍️ Özet

ABD’nin, yıllarca başka ülkeleri özgürleştirme bahanesiyle yaptığı müdahaleler, bugün kendi içindeki krizlerde ibretlik bir şekilde karşısına çıkmaktadır. Dış güçler bahanesiyle iç karışıklığı açıklayan ABD, aslında yıllardır başka ülkelerde oynadığı oyunun aynısını yaşamaktadır. Kaderin adaleti şaşmaz; kim kapıyı çalarsa, bir gün onun kapısı da çalınır. Bu olaylar sadece Amerika’ya değil, tüm insanlığa bir ders niteliğindedir: Zulümle yükselen her yapı, sonunda çökmeye mahkûmdur.

 




Ateşle Oynayanlar: Bir Kavmin Fesadı, Bir Milletin İmtihanı

Ateşle Oynayanlar: Bir Kavmin Fesadı, Bir Milletin İmtihanı

Tarih, sadece olup biten olayların kronolojik bir dizisi değildir; o aynı zamanda bir milletin kaderle yüzleştiği sahnedir. Kur’ân-ı Kerîm’in, İsrailoğulları için bildirdiği “iki büyük fesat”tan biri geçmişte yaşanmış, diğeri ise zamanımızda adım adım tahakkuk etmektedir. (Bkz. İsra Suresi, 4-7) İsrail devleti eliyle yürütülen bu yeni fitne süreci, sadece siyasi bir mesele değil, aynı zamanda ilahi takdirin tecellisidir.

Bir Milletin İsyanı ve İlahi İkaz

Kur’ân, İsrailoğullarının yeryüzünde iki defa büyük bozgunculuk çıkaracaklarını bildirir. Onlar bu bozgunculukla yalnızca kendi sonlarını hazırlamazlar, aynı zamanda insanlığı büyük bir fitneyle karşı karşıya bırakırlar. Şu anda Ortadoğu’da yaşanan gelişmeler, bu ikinci fesadın zirveye ulaştığını göstermektedir.

İsrail’in İran’a yönelik saldırı niyeti, sadece bir savunma refleksi değil, daha derin bir Armagedon inancının uzantısıdır. Bu inançla “kıyameti hızlandırmak” gibi tuhaf bir sapkınlık içinde, bütün dünyayı ateşe verme pahasına kendi arzularını kutsallaştırmaktadırlar. Oysa kıyamet, ilahi bir sırdır; beşer ne onu öne alabilir, ne de geciktirebilir.

Ğarkad Ağacı Hadisinin Gölgesinde

Peygamber Efendimiz (sav), ahir zamanda Yahudilerle Müslümanlar arasında geçecek büyük bir savaşta taşların ve ağaçların bile “Ey Müslüman! Arkamda bir Yahudi var, gel onu öldür!” diyeceğini, sadece Ğarkad ağacının bundan istisna olacağını bildirmiştir. (Müslim, Fiten, 82) Bugün İsrail’in bu ağacı bilinçli olarak dikmesi, sadece bir çevre düzenlemesi değil, hadis-i şerifin tahakkukuna zemin hazırlamaktır. İlahi kelamın gölgesinde yaşayanlar bilir ki; ne dikilen ağaç, ne kurulan beton, kaderin hükmünü değiştiremez.

ABD: Dayının Düşüşü

İsrail’in sırtını dayadığı ABD, bugün içten içe çöküyor. Ahlaki çürüme, sosyal bölünme, ekonomik adaletsizlik ve siyasi yozlaşma, büyük bir imparatorluğun içten yıkımının işaretlerini vermektedir. Tıpkı Firavun’un sarayındaki ihtişamın altındaki çürümüşlük gibi, ABD de bugün kendi ateşinde yanmaktadır. Ve İsrail, bu yanan binanın içine saklanmakla kendisini kurtaramaz.

Kader ve Zulüm Dengesinde: Beşer Zulmeder, Kader Adalet Eder

Tarih boyunca nice zorba, kendini kadere fetva verdirir gibi görmüştür. Nice Nemrutlar, Firavunlar, Karunlar, kendi gücüne aldanarak zulümde sınır tanımamıştır. Lakin kader, adaleti elinde tutar. Beşerin zulmü sonsuz olamaz. Zulümle abad olanın sonu, harab olur. Bugün dökülen her kan, çiğnenen her hak, yakılan her ocak; ilahi adalet terazisinde tartılmaktadır. Ve vakti geldiğinde, hesabı sorulacaktır.

Ortadoğu: Yeni Bir Planın Ateşinde

İran’a saldırı bir bahane; asıl hedef, Ortadoğu’yu yeniden şekillendirmek ve “Nilden Fırat’a” uzanan sahte bir vaadi gerçekleştirmektir. Fitne kazanı kaynatılmakta, ateşe her gün yeni odunlar atılmaktadır. Bu kaosun içinde, bazıları mal kaçırmakta, servet devşirmekte, enerji kaynaklarını ele geçirmekle meşguldür. Ancak unuttukları bir şey vardır: Küllerinden doğacak olan, sadece plan yapanların değil, mazlumların duasının yankısı olacaktır.

Sonuç: Oyun Büyük, Hesap Daha Büyüktür

Bugün yaşananlar, sadece siyasi değil; iman, sabır ve basiret imtihanıdır. İsrail’in, ABD’nin, hatta onların maşalarının hesabı varsa; Allah’ın da bir hesabı vardır. Ve O, hesap görenlerin en hayırlısıdır. (Enfal, 8/30) Müminler için yapılacak en hikmetli şey; fitneye kapılmadan, sarsılmadan, hakikate sarılmak, duaya, ihlasa ve tevekküle yönelmektir.

Makale Özeti

Bu makalede, Kur’ân’ın haber verdiği İsrailoğulları’nın ikinci büyük fesadı, İsrail’in İran’a saldırı niyeti üzerinden ele alınmıştır. Hadislerde geçen ğarkad ağacı gibi işaretlerin günümüzdeki yansımaları, İsrail’in Armagedon planı ve ABD’nin iç çöküşü açısından değerlendirilmiştir. Fitne kazanının kaynatıldığı Ortadoğu’daki gelişmelerin arkasında yatan derin planlara dikkat çekilmiş, ancak ilahi kaderin her şeyin üstünde olduğu vurgulanmıştır. Son olarak, Müslümanlara düşen basiretli duruş, dua ve tevekkül ile büyük oyunun bozulacağı hatırlatılmıştır.

 




İnzivadan İrşada: Kalp Tasfiyesiyle Gelen Nurlu Vazife

İnzivadan İrşada: Kalp Tasfiyesiyle Gelen Nurlu Vazife

“Cenab-ı Hak, büyük mürşidleri böyle bir müddet inzivada terbiye, tasfiye ve tezkiye ettikten sonra tenvir ve irşad vazifesiyle mükellef kılıyor. Ve bu sebebledir ki bir mâ-i mukattardan daha temiz ve berrak olan yüreklerinden kopup gelen nefesler, kalplere akseder etmez bambaşka tesirler icra ediyor.”
Tarihçe-i Hayat

Cenab-ı Hak bazı kullarını seçer. Onları önce halkın gözünden saklar, sonra kalplerin en derinine işler. Bu seçilmiş kullar, büyük mürşidler, büyük vazifelerin hazırlığını sükûnetle, sessizlikle, hatta görünmezlikle geçirirler. Zira kalabalıklara hitap etmeden evvel, kendi nefislerini eğitir, kalplerini tasfiye eder, hakikate ayna olacak şekilde berraklaştırırlar.

Bu inziva, sıradan bir yalnızlık değildir. Allah’ın onları tenhaya çekip terbiye ettiği bir manevî okuldur. Dünya seslerini sustururlar ki, içlerinde sadece Hakk’ın sesi çınlasın. Gözlerini dıştan içe çevirirler ki, kalpteki karanlıklar bir bir aydınlansın. Bu süreçte kalp, bir mâ-i mukattar gibi durulur, sadeleşir, kirlerden arınır. Ta ki, Hakk’ın nuru ona aksedebilsin.

İnziva: Gölgede Büyüyen Nurlar

Hz. Musa, Tur Dağı’nda kırk gün inzivaya çekilmiştir. Peygamber Efendimiz ﷺ, Hira Mağarası’nda yıllarca tefekkür etmiştir. Bediüzzaman Hazretleri de Barla’da, Erek Dağı’nda, Eskişehir ve Kastamonu sürgünlerinde derin bir sükût ve sabır içinde, iç dünyasını Hakk’a sunmuştur.

Bu örnekler gösteriyor ki, hizmet öncesi hicret, söz öncesi sükût, tebliğ öncesi tahliye şarttır. Kalp tasfiye olmadan ağızdan çıkan söz, bir yaprağın rüzgârda savrulması gibi olur; iz bırakmaz. Fakat temizlenmiş, tezekkürle yoğrulmuş bir gönülden çıkan her nefes, muhatabın yüreğine rahmet gibi, nur gibi, zikir gibi iner.

Tesirin Sırrı: Kalpteki Temizliktir

Bugün nice söz söyleniyor. Ama azı tesir ediyor. Zira çok zaman söz var, ama temiz kalpten çıkmamış, ihlâsla yoğrulmamış, tefekkürle süslenmemiş. Oysa manevî mürşidlerin sözleri, kalbin ta derinliğinden süzülerek geldiği için, muhatabın kalbine bir ışık, bir aşk, bir uyanış olarak çarpar. İşte bu yüzden Bediüzzaman’ın Barla’da yazdığı eserler, yıllar sonra bile kalpleri tutuşturuyor; Mevlânâ’nın Mesnevi’si hâlâ gönülleri sarıyor.

Çünkü o sözler, tezkiye edilmiş nefislerin, saflaştırılmış kalplerin mahsulüdür. İçinde ne riya vardır, ne gösteriş, ne de dünyevî beklenti. Sadece Allah için söylenmiştir; bu yüzden Allah adına tesir etmiştir.

Sonuç: Sözden Evvel Tezkiye Gerek

Her büyük hizmet, büyük bir iç temizlikle başlar. Hakikati taşımak için önce hakikate ayna olmak gerekir. Gönlünü arıtmamış bir kişi, gönüllere hakikat sunamaz. Bu sebeple mürşidler önce kırılır, dökülür, sabreder, sükûta gömülür. Sonra Allah, onları halkın arasına tekrar gönderir. Lakin bu sefer halk içinde Hak ile beraber olarak…

Onların nefesleri niçin bu kadar tesirli? Çünkü o nefes, içi boş bir kelimeler yığını değil, kalpteki ilhamın yeryüzüne sızan nurlu bir akisidir.

Özet:

Bu makale, büyük mürşidlerin önce inziva ile terbiyeye alındığını, sonra irşadla vazifelendirildiğini konu alır. İnziva dönemi; nefsi tezkiye, kalbi tasfiye, ruhu terbiye sürecidir. Bu saflaşma sonucu kalpten çıkan sözler, muhatapta derin izler bırakır. Tesirin sırrı, kalpteki berraklık ve ilahî yakınlıktadır. Büyük irşad vazifeleri, bu derin iç hazırlık olmadan doğmaz.

 

 




Sözün Şekli mi Ruhu mu? Lafız ve Mananın İmtihanı

Sözün Şekli mi Ruhu mu? Lafız ve Mananın İmtihanı

“Eskiden beri lafız ve mana, üslup ve muhteva bakımından edibler ve şairler, mütefekkirler ve âlimler ikiye ayrılmışlardır. Bunlardan bazıları, sadece üslup ve ifadeye, vezin ve kafiyeye kıymet vererek manayı ifadeye feda etmişlerdir. Ve bu hal de kendini en çok şiirde gösterir.

   Diğer zümre ise en çok mana ve muhtevaya ehemmiyet vererek özü söze kurban etmemişlerdir.”
Tarihçe-i Hayat

İnsan, kelimelerle düşünür ve kelimelerle anlatır. Ama her söz, aynı derecede kıymetli değildir. Aynı kelimelerle süslenen iki cümleden biri, kalpleri titretirken diğeri sadece kulağı oyalayabilir. Çünkü sözün asıl kıymeti, onun şekli değil, şeklin arkasındaki mana, yani taşıdığı hakikattir.

Bediüzzaman Hazretleri’nin dikkat çektiği gibi, eskiden beri edipler, şairler ve düşünürler bu noktada iki ayrı yola girmiştir:

  1. Şekilperestler: Üsluba Tapanlar

Birinci zümre, lafzı merkeze alır. Şiirlerinde kafiyeyi, vezni, ahengi kusursuz kurarlar. Ancak çoğu zaman bu gösterişli sözlerin içi boştur. Mana sığdır, derinlik yoktur. Göze ve kulağa hitap eder ama gönle ve akla ulaşmaz. Onların derdi, “ne söylüyoruz” değil, “nasıl söylüyoruz”dur. Söz, maksat değil, gaye haline gelir. Böylece hakikat, şiirin kuyusunda boğulur.

Bu tür ifadeler bir çiçeğe benzer: Rengi var, şekli güzel ama kokusu yoktur. Kurur gider; hafızada değil, sadece kağıtta yaşar.

  1. Hakikatperverler: Manayı Yüceltenler

İkinci zümre ise üslubu hor görmez, ama onu manaya hizmet ettirir. Söz onlar için bir taşıyıcıdır, bir vasıtadır. Mühim olan, söylenenin ne kadar hakikatli, hikmetli ve faydalı olduğudur. Söz, kalpten gelip kalbe gider. İçinde ruh taşıyan, dert taşıyan, hedefi olan bir ifadedir bu. Bazen sade, bazen süslü olur ama hep hakikatin hizmetindedir.

İşte Bediüzzaman Hazretleri bu zümrenin yolundadır. Risaleler, sanat için değil, hakikat için yazılmıştır. Her cümlede mana ağır basar; her parçada fikrin derinliği hissedilir. Lafız, mananın hizmetkârıdır. Bu yüzden cümleleri bazen sade, bazen ağdalı görünse de okuyanda daima bir iç titreyişi bırakır.

Zamana Konuşan Söz: Üslup Değil, Mana Kurtarır

Zamanın getirdiği en büyük hastalıklardan biri de sözün dışına aldanmaktır. Günümüzde sosyal medya, sloganlar, reklam dili hep şekilperestliği öne çıkarır. Ama insanı asıl doyuran, o kelimelerin içine sızmış hikmet, merhamet, iman, fikir ve şuurdur. Yani manadır.

Şekil, zamana göre değişir; mana ise zaman üstüdür. Kalıcı olan, ruhtur; geçici olan ciladır. Bu sebeple bizler, ifade güzelliğine değil, ifade edilen hakikatin güzelliğine yönelmeliyiz.

Sonuç Yerine: Hakikat, Şiirden Büyük Olmalı

Elbette ki estetik değerlidir; güzel söz, gönülleri fetheder. Ama mana zayıfsa, o söz sadece bir hayal olur. Gerçek tesir, mana ile olur. O halde hakikat sahibi bir münevver, sadece güzel yazmaya değil, doğruyu, faydalıyı ve hakikati yazmaya çalışmalıdır.

Özet:

Bu makale, lafız ve mana ayrımı üzerinden edebi ve fikrî hayatın iki ana damarını ele almaktadır. Bazıları şekli merkeze alıp manayı zayıf bırakırken, bazıları ise manayı yücelterek lafzı onun hizmetine sunmuştur. Bediüzzaman Hazretleri gibi hakikatperver zatlar, manayı esas almış ve şekli ona hizmet ettirmiştir. Günümüzde de kalıcı ve tesirli sözler, ancak mana ile beslenenler olacaktır.

 




Yangının Ortasında Bir Adam: İmanın Yandığı Yerde Sükûnet Olmaz

Yangının Ortasında Bir Adam: İmanın Yandığı Yerde Sükûnet Olmaz

“Evet, Hazret-i Üstadı bu müthiş cihad meydanlarına sevk eden, hep bu eşsiz şefkat ve merhameti olmuştur. Ve bunu bizzat kendisinden dinleyelim:

   Bana: “Sen şuna buna niçin sataştın?” diyorlar. Farkında değilim; karşımda müthiş bir yangın var, alevleri göklere yükseliyor, içinde evladım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, imanımı kurtarmaya koşuyorum. Yolda birisi beni kösteklemek istemiş de ayağım ona çarpmış, ne ehemmiyeti var? O müthiş yangın karşısında bu küçük hâdise bir kıymet ifade eder mi? Dar düşünceler, dar görüşler…”
Tarihçe-i Hayat

Bediüzzaman Said Nursî, bir sufi değildi ama gönlünde Hazreti Ebu Bekir’in şefkatini, Hazreti Ömer’in celâdetini birleştiren bir hizmet eri idi. Onun cihadı, silahla değil; kalemle, fikirle, imanla oldu. Fakat bu öyle bir cihaddı ki, ümmetin ıstırabı ve insanlığın feryadı.

> “Müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evladım yanıyor. İmanım tutuşmuş, yanıyor.”

Bu cümle sadece bir teşbih değil, bir ruh halidir. Üstad’ın davası, “imanı kurtarma” davasıydı. O, içinde bulunduğu çağı bir iman yangını çağı olarak görüyordu. Modernizmin, materyalizmin, pozitivizmin dalgaları arasında boğulan bir nesli kurtarma azmiyle gece gündüz çırpınıyordu. Onun gözünde iman, bir hayat meselesi idi. Bu yüzden, küçük meseleler onun nazarında silinirdi.

Kösteklenmek mi? Yolun Tabiî Bir Parçası

“Sen şuna buna niçin sataştın?” diyorlar. Oysa Üstad sataşmamış, sadece yürümüştü. Yoluna konan taşlara çarpması, yürüyüşünden değil, taşların maksatlı oluşundandı. Onun zihninde hakikati haykırmaktan daha mühim bir şey yoktu. Ne makam, ne şöhret, ne alkış, ne de muhalefet onun hızını kesemezdi.

Çünkü onun nazarında bir çocuğun imansız ölmesi, bir orduyu kaybetmekten daha ağırdı. Bir gencin dinsizliğe kayması, bin hanenin yıkılması demekti. Bu yüzden hakikati haykırırken kim ne der, ne düşünür, nasıl karşılık verir, onun için tali derecedeydi.

Şefkatin Cihada Dönüştüğü Yer: Gönül Yangını

Bu büyük mücadele, yalnızca bir bilgi, ilim ya da zekâ meselesi değildi. Bu mücadeleyi besleyen damar, şefkatti. Üstad’ın ifadesiyle: “Evladım yanıyor…” Bu sözde sadece bir mecaz yok, bir hakikat var. Onun ruhu, ümmetin her ferdini evladı gibi görüyordu. Bir çocuk, bir genç, bir yaşlı fark etmezdi. Yanlışa düşen her insan, onun kalbinde yangın çıkarıyordu.

İşte bu şefkat, onu dinlenmeye, kenara çekilmeye, “zaman değil” demeye asla bırakmadı. Çünkü zaman, imanı kurtarma zamanıydı. Zaman, mücadelenin tam ortasıydı.

Dar Düşünceler, Geniş Yangınları Göremez

Üstad’ın en çarpıcı sitemlerinden biri şudur: “Dar düşünceler, dar görüşler…” Yani küçük düşünenler, büyük yangınları göremezler. Onlar için mesele; kişisel çıkarlardır, konforudur, iktidardır, alkıştır, makamdır. Oysa bir müminin asıl meselesi, imanın selameti, kalbin kurtuluşu ve ümmetin dirilişidir. Küçük insanlar büyük davaları anlayamaz; büyük insanlar ise küçük hesaplara takılmaz.

Özet:

Bu makale, Bediüzzaman Hazretleri’nin “iman yangını” teşbihi üzerinden, onun şefkatle yoğrulmuş iman mücadelesini, küçük engelleri aşan büyük bir davayı ve dar görüşlerin büyük hakikatleri nasıl perdelediğini konu edinmektedir. Üstad’ın “evladım yanıyor” diyerek tarif ettiği iman yangını, onu yılmadan hizmete sevk etmiştir. O, kösteklere değil, kurtarılması gereken ruhlara odaklanmıştır. Çünkü imanı yanan bir toplumda hiçbir dünyevî başarı anlam taşımaz.

 

 




İlmi, Menfaatin Gölgesinden Kurtarmak: Hakkın Bedeli Olmaz

İlmi, Menfaatin Gölgesinden Kurtarmak: Hakkın Bedeli Olmaz

“Ehl-i dalalet, ehl-i ilmi; ilmi vasıta-i cer etmekle ittiham ediyorlar. İlmi ve dini kendilerine medar-ı maişet yapıyorlar deyip insafsızcasına onlara hücum ediyorlar. Binaenaleyh bunları fiilen tekzip lâzımdır.

   İkincisi: Neşr-i hak için enbiyaya ittiba etmekle mükellefiz. Kur’an-ı Hakîm’de, hakkı neşredenler

اِنْ اَجْرِىَ اِلَّا عَلَى اللّٰهِ ۝ اِنْ اَجْرِىَ اِلَّا عَلَى اللّٰهِ

diyerek insanlardan istiğna göstermişler…”
Tarihçe-i Hayat

Tarihin her devrinde hakikat yolcuları, bilhassa da ilim ve din ehli, insafsız ithamlarla karşılaşmıştır. Bugün de değişen bir şey yok. Ehl-i dalâlet, yani hakkı tanımayan ya da ona düşmanlık edenler; ehl-i ilmi, dini ve ilmi “bir geçim vasıtası” yapmakla suçluyor. Hâşâ, Kur’an ve din hizmeti, onların nazarında bir istismar aracı gibi görülüyor. Oysa mesele sadece bir itham değil, aynı zamanda bir tuzaktır: İlmi itibarsızlaştırmak, dine olan güveni sarsmak ve hakikat adamlarını susturmak.

İlmin Ticareti mi, Hizmeti mi?

Elbette hakiki ilim adamı, ilmini ne şöhrete ne de maddî menfaate alet eder. Çünkü bilir ki ilim bir emanet, din bir sorumluluktur. Bu yolda rızık Allah’tandır; insanların övgüsü, himmeti ya da maddî desteği ise aracı bile olamaz. Ama gelin görün ki, bazı samimiyetsiz görüntüler veya hakiki olmayan “dini görünüşlü” tüccar tipler, bu ithamların bahanesi hâline gelmiştir.

İşte tam da bu yüzden ilim ehli, yalnız sözle değil, fiil ile bu ithamı yalanlamalıdır. Yani zahiren değil, hâl ve tarzıyla istiğna göstermelidir. Menfaate değil, Allah rızasına yöneldiğini yaşayarak isbatlamalıdır. Dine hizmeti bir meslek değil, bir vazife bilmelidir. Böyle olursa ehl-i dalâletin saldırıları hükmünü kaybeder.

Peygamberî Tavır: “Ecrim Ancak Allah’tandır”

Kur’an, bu meselenin en saf, en sahih yolunu gösterir. Birçok peygamberin diliyle şu ifade tekrar edilir:

> “اِنْ اَجْرِىَ اِلَّا عَلَى اللّٰهِ” – “Benim mükâfatım ancak Allah’a aittir.”

Bu beyan, bir istiğna ilânıdır. “Ben bu işi Allah için yapıyorum, sizden hiçbir karşılık beklemiyorum” demektir. Bu, tebliğ ehlinin şiarı, hakkı neşretmenin temel ahlâkıdır. Çünkü maddî beklenti ile yapılan tebliğ, hem tesirini kaybeder hem de zihinlerde şüphe uyandırır. İhlâs, davetin bereketini doğurur.

Bediüzzaman Hazretleri de bu sünneti adım adım izlemiştir. Ne şöhret istemiş, ne maaş, ne mansıp. Hayatını Kur’an’a vakfetmiş, maddî mükâfata kapısını kapamıştır. Bu sayede sözü de, davası da tesirli olmuştur.

Ehl-i Hakkın Vazifesi: Hakkı Samimiyetle Taşımak

Bugün hakikat yolcularına düşen en büyük görev, bu istiğna ve sadakati fiilen yaşamaktır. “Ben Allah rızası için yazıyorum, anlatıyorum, öğretiyorum” diyen kişi, bu sözü hayat tarzına da dökmelidir. Çünkü hakikat, menfaatle gölgelenirse parlaklığını yitirir.

Ayrıca unutulmamalıdır ki, hak yolda olanlar için geçim derdi değil, teslimiyet esastır. Zira rızık Allah’ın elindedir. Allah için yapılan bir hizmet, mutlaka Allah tarafından korunur ve karşılıksız kalmaz. İnsanlardan beklenilen her şeyse bir nevi “ortaklık”tır; oysa Allah ortak kabul etmez.

Özet:

Bu makalede, ehl-i dalâletin, ehl-i ilmi “ilmi bir geçim vasıtasına çevirmekle” itham etmesinin ardındaki maksat ve hakikatin ölçüsü ele alınmıştır. Hakiki ilim adamları, tıpkı peygamberler gibi “ecrim ancak Allah’tandır” düsturuyla hareket eder. Kur’an’ın ve peygamberlerin çizdiği bu istiğna yolu, dine hizmetin en saf ve tesirli yoludur. Günümüzde ilim ve din ehlinin en büyük vazifesi; hakkı anlatırken menfaatten uzak durmak, davayı samimiyetle temsil etmek ve fiilen bu ithamları çürütmektir. Çünkü hakikat, ihlâs ile taşındığında tesir eder.

 

 




Zülcenaheyn: İlim ve Amelin Kanatlarında Yükselmek

Zülcenaheyn: İlim ve Amelin Kanatlarında Yükselmek

Nakşibendî meşayihinden, her harekâtını Peygamber-i Zîşan Efendimiz Hazretlerinin harekâtına tatbik etmeye çalışan ve büyük bir âlim olan bir zata sordum:

   — Efendi Hazretleri, ulema ile mutasavvıfe arasındaki gerginliğin sebebi nedir?

   — Ulema, Resul-i Ekrem Efendimizin ilmine, mutasavvıflar da ameline vâris olmuşlar. İşte bu sebepten dolayıdır ki Fahr-i Cihan Efendimizin hem ilmine ve hem ameline vâris olan bir zata “zülcenaheyn” yani “iki kanatlı” deniliyor. “
Tarihçe-i Hayat

Zaman zaman İslâm dünyasında, ilim ehli ile tasavvuf ehli arasında yanlış anlamalardan doğan mesafeler yaşanmıştır. Oysa bu iki damar, bir kuşun iki kanadı gibidir. Biri olmadan diğeri tek başına insanı kemale ulaştıramaz. Gerçek mânâda yükselmek, ilimle amel, marifetle takva, zikirle fikir birleştiğinde mümkündür.

İlim Kanadı: Neyi, Niçin Yaptığını Bilmek

İlim, kulun Rabbiyle, hayatla ve kendi nefsiyle olan bağını düzene koyar. Fıkıh, akaid, tefsir, hadis gibi ilimler; ibadetlerin doğru yapılmasını, inancın sağlam olmasını, hayatın Kur’ân’a uygun yaşanmasını sağlar.

İlmin fazileti Kur’ân’da ve hadislerde övgüyle anlatılmıştır. Lâkin kuru bilgi, ruhsuz bir ceset gibidir. Amelle, ihlasla, kalbî derinlikle yoğrulmadıkça; o bilgi kişiyi taşımaz, aksine kibirle yere batırabilir.

Amel Kanadı: Bildiğini Yaşamak

Tasavvufun hedefi, bilgiyi kalpte yaşatmak ve hayata aksettirmektir. Nefs terbiyesi, ihlas, zikir, edep, sabır, tevekkül gibi manevi hallerle kalbi diriltmek esastır. Bu yol, kuru şekilcilikten ziyade iç derinliğe yönelir.

Fakat tasavvuf da ilimden bağımsız kaldığında, yanlış yollara sapabilir. Zikirler, riyazetler, vecd halleri; sağlam bir akide ve fıkıh bilgisiyle desteklenmezse, hevâ ile hakikat karışabilir. Bu da batınî sapmalara yol açabilir.

Zülcenaheyn: İki Kanatlı İnsan

Gerçek mânâda kemal ehli zatlar, hem ilme hem amele sahip olanlardır. Tıpkı Resûl-i Ekrem Efendimiz (s.a.v.) gibi. O hem en büyük âlimdi, hem en kâmil abid. Hem tebliğ etti, hem yaşadı. Hem öğretti, hem örnek oldu. İşte ona tam mânâda vâris olanlar da bu dengeyi kurabilenlerdir.

Bediüzzaman Hazretleri de bu iki kanadı taşıyan bir müceddiddir. Risale-i Nur, hem derin bir ilmî miras hem de kalbi tasfiye eden bir manevî terbiyedir. Hem akla hitap eder, hem kalbi yoğurur. Bu yüzden onun yolu “zülcenaheyn” vasfının çağdaş bir tecellisidir.

Bugünün İnsanı İçin Dersler

Modern insanın en büyük problemi, parçalanmışlık ve denge kaybıdır. Ya aklı gelişmiştir ama kalbi körelmiştir. Ya da duygularıyla yaşar ama ilimsizdir. Bu durum ya sapkın akımlar doğurur ya da bid’at ve hurafelerle dolu bir din anlayışı ortaya çıkarır.

Çözüm, ilim ve amelin, zahir ve batının, akıl ve kalbin beraberce terbiye edilmesindedir. Zülcenaheyn olmak; hem bilen, hem yaşayan bir insan olmaktır. Hem konuşan, hem susarak düşünen; hem açıklayan, hem de yaşatan bir Müslüman olmaktır.

Özet:

Bu makale, ulema ve mutasavvıfa arasındaki gerginliğin temelinde yatan ilim ve amel farkına dikkat çekmiştir. Ziya Paşa’nın da ifade ettiği gibi, sadece laf değil, iş ve hâl esastır. Ulemâ Resûlullah’ın ilmine; mutasavvıflar ameline vâristir. İkisinin birleştiği şahsiyetlere ise “zülcenaheyn” yani “iki kanatlı” denir. Gerçek kemal, bu iki kanadı birlikte taşıyanlarda görülür. Bugünün insanı da bu dengeye muhtaçtır: İlimsiz tasavvuf karanlıktır, amelsiz ilim ise kurudur. Kurtuluş; bilen, anlayan ve yaşayan Müslüman olmaktan geçer.

 

 




Aynası İştir Kişinin: Söz Değil, Eser Konuşur

Aynası İştir Kişinin: Söz Değil, Eser Konuşur

“Âyinesi iştir kişinin lafa bakılmaz
Şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde.”
Ziya Paşa

Nice söz ustaları vardır ki, dillerinden bal damlar ama ellerinden hiçbir hayır damlamaz. Nice suskun insanlar vardır ki, dillerini değil, eserlerini konuşturur. Ziya Paşa’nın bu hikmet dolu beyti, işte bu ince farkı bir kılıç gibi keskin bir ifadeyle ortaya koyar: Kişinin aynası, lafı değil işidir. Zira insanın aklı, niyeti ve değeri; sözlerinden değil, geride bıraktığı izlerden, ortaya koyduğu eserlerden anlaşılır.

Söz Ucuz, Eser Kıymetlidir

Söz, havada uçar. Kalpte yer etmeyen, hayata geçmeyen sözler saman gibidir. Ama emekle ortaya çıkan bir eser; bir hizmet, bir fikir, bir hayır faaliyeti, bir kitap, bir dua, bir güzel ahlâk, bin sözden daha gür bir şekilde konuşur.

Bugün nice insanlar vardır ki dillerinde dâva, ama hayatlarında dâvadan eser yoktur. Kendini anlatmak için saatlerce konuşur, ama bir mazluma el uzatmaz. Oysa gerçek insan, “Ben kimim?” sorusuna kelimelerle değil, yaptığı işlerle cevap verendir.

İman Davası da Amelle İsbat İster

İslâm sadece bir inanç sistemi değil, aynı zamanda bir amel nizamıdır. Kur’ân, “İman edip salih amel işleyenler” derken, inancı amelle bir bütün halinde sunar. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), “İnsanların en hayırlısı, insanlara en faydalı olanıdır” buyurarak, insanı iş ve hizmetle değerlendirmiştir.

Yani bir müminin aynası da namazı, ahlâkı, yardımseverliği, ilmi, güzel ahlâkı, sadakati, tevazuu ve gayretidir. Sadece “Ben Müslümanım” demek yetmez; bu kimliğin hayatta bir tezahürü olmalıdır.

Eserler, Sessiz Şahitlerdir

Tarihte iz bırakanlara bakın: Bediüzzaman’ın eserleri, hâlâ kalpleri nurlandırıyor. İmam Gazali’nin kitapları, asırlar sonra bile insanlara istikamet veriyor. Mevlânâ’nın hikmetli sözleri, hâlâ gönülleri ısıtıyor. Onlar öldü, ama eserleri konuşuyor. Çünkü eser, hakikatin mühürlenmiş hâlidir.

Her insan bir eser sahibidir. Kimisi ilim bırakır, kimisi ifsat. Kimisi iyilik tohumu eker, kimisi fitne. İnsan, geride bıraktığıyla hatırlanır. Hangi duvarı ördü? Hangi kalbi onardı? Hangi yükü hafifletti? İşte esas değer, bu sorulara verilen cevaplardadır.

İddia Değil, İcraat Esastır

Günümüzde en büyük hastalıklardan biri de gösteriştir. Herkes iyi görünmek ister ama az kişi iyi olmak için çabalar. Ziya Paşa’nın beyti, işte bu yapay görünüşlerin iç yüzünü açığa vurur. Diyor ki: Laf değil, iş seni anlatır. Çünkü şahsiyet lafla değil, gayretle şekillenir.

İnsanın aklı da, samimiyeti de, değeri de işinde, eserinde ve hayat tarzındadır.

Özet:

Ziya Paşa’nın “Âyinesi iştir kişinin lafa bakılmaz / Şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde” beyti esas alınarak kaleme alınan bu makalede; insanın değeri ve kimliğinin sözlerle değil, ortaya koyduğu iş ve eserlerle anlaşılabileceği anlatılmıştır. Gerçek şahsiyet, lafla değil, amel, hizmet, eser ve ahlâkla kendini gösterir. Dâva adamı, konuşan değil çalışan; iddia eden değil isbat edendir. Çünkü söz uçar, eser kalır.

 

 




Bir Şahsiyette Toplanan Âlem: Kudret ve Hikmetin Tecellisi

Bir Şahsiyette Toplanan Âlem: Kudret ve Hikmetin Tecellisi

“Bütün âlemi bir şahsiyette toplamak, Cenab-ı Hakk’a zor gelmez.”
Tarihçe-i Hayat

İnsan bazen kendine baktığında küçüklüğünü hisseder. Cismi küçüktür, ömrü kısadır, kudreti sınırlıdır. Ama kalbine, zihnine, ruhuna bakınca kâinat kadar genişlik hisseder. Çünkü insan, aslında küçük bir âlem, âlem ise büyük bir insandır.

Bu kudsî cümlede geçen hakikat bize, Allah’ın sonsuz kudreti ve ilminin, bir şahsiyette bütün bir âlemin yansımasını mümkün kıldığını bildiriyor. Cenab-ı Hak, kudretiyle yıldızları yaratmakta nasıl zorluk çekmiyorsa, insan gibi küçük bir varlıkta binlerce hikmeti, duyguyu, sırrı derc etmekte de hiçbir zorluk yaşamaz. Çünkü O’nun kudreti sonsuzdur, iradesi mutlak, ilmi muhittir.

İnsan: Âlemin Nümunesi

Bir damla suda denizin sırrı gizlidir. Bir çekirdekte koca bir ağacın bütün programı yazılıdır. İnsan da böyledir. Gözünde yıldızların aydınlığı, kulağında semanın sükûneti, kalbinde arşın nuru vardır. O, âlemin özetidir. Bu yüzden insanı tanımak, aslında âlemi tanımaktır. Ve insanı var eden kudreti tanımak, bütün mevcudatı yaratan Allah’ı tanımaktır.

Koca kâinattaki tüm ilimler, insanın bedeninde ve ruhunda cem edilmiştir. Bedeninde tabiat ilimleri, ruhunda manevî hakikatler gizlidir. Bu cihetle insan, kâinat kitabının bir fihristesi gibidir.

Kudretin Azameti, İradesinin Hâkimiyeti

Bir sanatkârın büyüklüğü, sadece büyük şeyler yapmasında değil; en küçüğünde en harika sanatı göstermesindedir. Cenab-ı Hak, bir arıyı yaratır; onda kudretiyle harikalar gösterir. Bir çekirdeği yaratır; onda ağacın tamamını programlar. Aynı şekilde bir insanı yaratır; ona geçmişi, geleceği, sevgiyi, korkuyu, ümidi, hayali, hayret ve hayranlığı yükler.

Bu bakımdan, bütün kâinatı bir insanda toplamak Allah için zor değildir. Çünkü O, her şeyi ilminde toplar, kudretiyle yaratır, hikmetiyle yerleştirir.

İbretlik Bir Temsil: Ayna ve Güneş

Bir ayna, güneşi kendi yüzünde yansıtır. Güneş, milyonlarca aynada aynı anda görünür. Fakat o aynaların hiçbiri güneşi sınırlayamaz. İşte insan da, Cenab-ı Hakk’ın esmâsını ve sıfatlarını yansıtan bir ayna gibidir. Her bir insan, Allah’ın rahmetini, kudretini, ilmini ve hikmetini bir ölçüde yansıtır. Ve her insan, kendine bakan yönüyle bir âlem, Allah’a bakan yönüyle bir tecellî aynasıdır.

Ne büyük bir ikramdır ki, Cenab-ı Hak bizi böyle bir aynaya çevirmiş. Ne büyük bir sorumluluktur ki, bu aynayı günahla karartmamak gerekir.

Sonuç: Şahsiyette Cem Olan Kâinat

Bu hakikat bize gösteriyor ki:

İnsanın değeri, sadece et ve kemikten ibaret değildir.

Allah, bir tek varlıkta bütün bir âlemin izini, özünü ve sırrını derc etmiştir.

Bu hâl, Allah’ın kudretini ve ilmini temaşa etmek için bir fırsattır.

İnsan, Rabbine ayna olduğu ölçüde değer kazanır.

Her insan, içinde bir kâinat taşıyor. O kâinatı keşfetmek, kendini ve Rabbini tanımakla mümkündür.

Özet:

Bu makalede, “Bütün âlemi bir şahsiyette toplamak, Cenab-ı Hakk’a zor gelmez” hakikati izah edilmiştir. İnsan, zahiren küçük görünse de, manen kâinatın bir fihristesidir. Cenab-ı Hak, sonsuz kudretiyle, koca âlemi bir şahsiyette derc edebilir. Bu durum, Allah’ın ilim, kudret ve hikmetinin bir tezahürüdür. İnsan, bu yönüyle hem değer kazanır, hem de sorumluluk taşır. Rabbine layık bir ayna olabilmek için kendini tanımalı, yaratılış gayesini idrak etmelidir.