Küçük Fakat Büyük: Arzın Sıradışı Kıymeti ve İlâhî Nazardaki Makamı

Küçük Fakat Büyük: Arzın Sıradışı Kıymeti ve İlâhî Nazardaki Makamı

“Hem madem bu arz, kesret-i mahlukat cihetiyle ve mütemadiyen değişen yüz binler çeşit çeşit enva-ı zevi’l-hayat ve zevi’l-ervahın meskeni, menşei, fabrikası, meşheri, mahşeri olması haysiyetiyle bu kâinatın kalbi, merkezi, hülâsası, neticesi, sebeb-i hilkati olarak gayet büyük öyle bir ehemmiyeti var ki küçüklüğüyle beraber koca semavata karşı denk tutulmuş. Semavî fermanlarda daima

رَبُّ السَّمٰوَاتِ وَ الْاَرْضِ

deniliyor.”
Şualar

İnsanoğlu göklere bakınca büyüklük görür, ihtişam, haşmet ve genişlik görür. Ama Kur’ân, her defasında göklerle birlikte arzı da zikreder. Semavî fermanlarda sürekli “Rabbu’s-semâvâti ve’l-ard” (Göklerin ve yerin Rabbi) denilir. Bu ifade, sadece edebî bir denge değildir; hakikatin ta kendisidir. Çünkü yer, yani şu küçük görünümlü dünya, kâinatta öyle bir merkeze sahiptir ki, gökler kadar hatta onlardan daha anlamlı bir fonksiyona sahiptir.

Zira dünya, sadece taş-toprak, su-hava değildir. O, sürekli değişen, doğan ve ölen milyonlarca canlı türüne beşiklik eden bir hayat fabrikasıdır. Bitkiler, hayvanlar, insanlar… Hepsi bu dünya sahnesinde yaratılır, şekillenir, vazifesini yapar, sonra çekilir. Bu muazzam değişim ve üretim, hiçbir tesadüfle izah edilemez; bu bir irade, ilim ve kudretin göstergesidir.

Yeryüzü, her an meşher (sergi), fabrika, mahşer, menşe (kaynak) gibi farklı vasıflarla çalışır. Bu çok yönlü işleyiş, arzı kâinat içinde adeta kalp ve merkez konumuna taşır. Tıpkı insanın vücudunda kalbin küçük ama hayati oluşu gibi, dünya da küçüklüğüne rağmen ilahî maksatlar açısından kâinatın kalbidir.

Gökler büyüktür ama sükûttadır; dünya küçüktür ama hayattadır.

Yıldızlar çoktur ama şuursuzdur; arzda ise bir tek insan vardır ama bilinçle tefekkür eder.

Göklerde hikmet gizlidir; ama arzda hikmet gözle görünür hâle gelir.

Ve yine bu dünya, en başta insanın evidir. O insan ki, Halife-i Zemin (yeryüzünün halifesi) olarak yaratılmış, esmâ-i ilâhiyyeyi tanıyacak bir şuura mazhar kılınmıştır. Dünya, sadece onun bedeni değil, aynı zamanda onun kalbinin inkişaf ettiği bir mana sahnesidir. Bu yönüyle dünya, yaratılışın sebebi ve kâinatın özetidir.

Bu yüzdendir ki, semavî kitaplar ve peygamberler hep yeryüzüne inmiştir. Allah’ın kelamı ve hitabı göklerden inmiş ama hedefi arz ve üzerindeki akıl ve şuur sahipleri olmuştur. Demek ki dünya, sadece fiziki bir mekân değil, ilâhî maksatların merkezidir. İşte bu sebeple Kur’ân, semâvât ile birlikte daima arzı da zikreder. Bu beraberlik, arzdaki manevî kıymeti ve ulvî gayeleri ilan eder.

Özet:

Küçüklüğüne rağmen yeryüzü, kâinatın kalbi ve neticesidir. Zira hayat, hareket, şuur, ibadet ve tefekkür gibi ilâhî maksatlar hep dünya üzerinde gerçekleşir. Mahlukatın sergilendiği, yaratıldığı ve öldüğü bir sahne olan dünya, ilâhî hikmetin merkezi konumundadır. Bu yüzden semavî fermanlarda “Göklerin ve yerin Rabbi” denilirken, arzın daima zikredilmesi tesadüf değil, büyük bir hakikatin ilanıdır.

 

 




CEHENNEMDEKİ NİMETSİZLİK: HAKİKİ NOKSANIN TEBELLÜR ETTİĞİ YER

CEHENNEMDEKİ NİMETSİZLİK: HAKİKİ NOKSANIN TEBELLÜR ETTİĞİ YER

Kur’ân-ı Kerîm, insanın dünya serüveninin bir imtihan olduğunu bildirir ve bu imtihanın sonucunda ebedî iki yoldan biriyle karşılaşacağını haber verir: Cennet ya da cehennem. Cennet, Allah’ın rızasının, rahmetinin ve ikramının mekânıdır. Cehennem ise gazabının ve adaletinin tecelligâhıdır. Cennet’te her şeyin en güzeli, cehennem’de ise her şeyin en menfisi vardır. Ama Kur’ân’da öyle ifadeler vardır ki, cehennem’de bazı şeylerin “hiç verilmeyeceği” bildirilir. Bu verilmemek, azaptan daha çetin bir azaptır. Bu yazıda, Kur’ân’ın dilinden cehennem’in mahiyeti ve orada olmayacak nimetler üzerine ibretli ve hikmetli bir bakış sunulacaktır.

Cehennem: Noksanlığın Mutlak Tezahürü

Kur’ân, cehennemi yalnızca alevli bir azap yeri olarak tanımlamaz. O yer aynı zamanda, insanın en temel varlık ihtiyaçlarının, arzularının ve beklentilerinin karşılıksız kaldığı mutlak bir noksanlık mahallidir. Bedensel acıdan ziyade, ruhî ızdırapların yoğunlaştığı bir yerdir. Nitekim Kur’ân şöyle buyurur:

> “Onlara kaynar sudan içirilir; bağırsaklarını parçalar.” (Muhammed, 15)

Burada verilen su, hayat vermez. Serinletmez. Aksine yok edicidir. Cehennem’de bir şey “verilir” ama o verilen şey de azabın parçasıdır.

Verilmeyecek Olanlar: Asıl Azap Bunlardır

Kur’ân’ın bazı ayetlerinde ise cehennemliklere “verilmeyecek” şeyler anlatılır. Bu, doğrudan azap değil gibi görünse de, gerçekte azaptan daha beter bir yoksunluğu gösterir.

  1. Konuşma İzni Verilmeyecek

> “O gün (günahkârlar) konuşamazlar.” (Mürselât, 35-36)
“Rabbinin huzuruna çıkacaklarını inkâr edenleri kör, dilsiz ve sağır olarak haşrederiz.” (İsrâ, 97)

Cehennemlik, kendini savunamaz. Mazuriyetini dile getiremez. Sükût, orada bir azap dilidir. Kendini anlatamamak, bağırmak isteyip ses çıkaramamak, ebedî yalnızlığın simgesidir.

  1. Ölüm Verilmeyecek

> “Orada ölmek isterler ama ölüm de verilmez.” (İbrahim, 17)

Dünya’da ölüm bazen bir kurtuluş olarak düşünülür. Ama cehennemde ölüm yoktur. Sonsuzluk azabın çerçevesidir. Ne uyku gelir, ne ölüm gelir, ne de son…

  1. Serinlik ve Gölgelik Verilmeyecek

> “Orada ne serinlik tadacaklar, ne de bir içecek.” (Nebe’, 24)

Güneşte bir saat beklemek bile insanı yakarken, cehennemin alevi, gölgeyi dahi vermez. Gölgelik yoktur, sığınacak bir kuytu yoktur.

  1. Rahmet Verilmeyecek

> “Bugün onlara rahmetimizden bir nasip yoktur.” (Fussilet, 27)

Dünya’da her an Allah’ın rahmeti içindeyiz. Gafletin örtüsüne rağmen merhameti devam eder. Ama cehennemde rahmet perdesi tamamen kalkmıştır. En büyük yoksunluk budur.

  1. Ümit Verilmeyecek

> “Orada (cehennemde) feryat ederler: Rabbimiz! Bizi çıkar. Önceden yaptıklarımızdan başka işler yapalım! (Allah der ki:) Size düşünecek kimsenin düşüneceği kadar ömür vermedik mi?” (Fâtır, 37)

Artık ümidin bile hükmü kalmaz. Çünkü cehennem, ümitsizliğin cismanî bir suretidir. “Bitti” kelimesi oranın hâkimidir.

Cehennem Psikolojisi: Acıdan Öte Bir Hissizlik

Cehennem’in acısı sadece yakıcı ateşte değildir. Asıl yakıcı olan; yokluğun, mahrumiyetin ve beklenenin verilmemesidir. Orası, duyguların yankılanmadığı bir boşluktur. Sevgi yoktur. Affedilme ümidi yoktur. Dostluk yoktur. Teveccüh yoktur.

Dünyada bir tebessüm, bir ses, bir söz insana moral olabilir. Cehennemde bu bile yoktur. Çünkü her şey “kesilmiştir”.

İnsan Bu Hâle Nasıl Gelir?

Kur’ân’ın cehennem tariflerinde bu yoksunlukların sebepleri de açıkça anlatılır. İnsan:

Allah’ın ayetlerini yalanlamış,

İbadet etmekten kaçınmış,

Zulmetmiş,

Kendini ilah edinmiş,

Ahirete inanmamış,

Fakiri gözetmemiş,

Malı biriktirip hakkını vermemiştir.

Yani sadece ateşe layık olmakla kalmaz, kendini tüm nimetlerden men edecek bir ruha dönüşmüştür. Ruh, nimeti reddettiği gibi, nimetin kaynağını da inkâr etmiştir.

Cehenneme Gitmeden Önce Anlamak

Kur’ân bize bu detayları anlatarak korkutmaz sadece. Asıl gaye, insanın uyanmasıdır. Cehennemde verilmeyecekler, bugün elimizde olanların kıymetini öğretir. Şu an konuşabiliyoruz. Dua edebiliyoruz. Gözyaşı dökebiliyoruz. Affedilmeyi isteyebiliyoruz. Cehennemde bu yok. O hâlde cehenneme gitmeden önce “var” olanların kıymetini bilmek gerek.

Özet

Kur’ân-ı Kerîm, cehennemi yalnızca alevli bir yer olarak değil; nimetsizliğin, merhametsizliğin, ümidsizliğin ve konuşmasızlığın mekânı olarak tanımlar. Orada bazı şeyler hiç verilmeyecektir: Konuşma, serinlik, ölüm, rahmet, ümit… Bu verilmemeler, aslında en büyük azabın göstergesidir. Cehennem, Allah’tan kopmuş bir varlığın içine düştüğü uçurumdur. Bu yüzden Kur’ân, cehennem tasvirleriyle aslında insanı “uyan” diye sarsar. Hayattayken, sahip olunan nimetleri fark etmek ve onları ebedî azaba karşı siper edinmek en büyük hikmettir. Çünkü cehennemde artık hiçbir şey verilmez, sadece pişmanlık kalır. Ama pişmanlık da orada işe yaramaz.

 

 




CENNETTEKİ VERİLENLER VE OLMAYACAKLAR: NİMETİN KEMALİ, NOKSANLIĞIN YOKLUĞU

CENNETTEKİ VERİLENLER VE OLMAYACAKLAR: NİMETİN KEMALİ, NOKSANLIĞIN YOKLUĞU

Cennet… Kur’ân-ı Kerîm’in müminlere verdiği en büyük müjdedir. Orası, Rahmân’ın rızasının ve ebedî huzurun yurdudur. İnsan, dünyada eksikliklerle, acılarla, hüzünlerle yoğrulurken; cennette her türlü noksanlık giderilmiş, her arzu tastamam karşılık bulmuştur. Cennet, sadece nimetlerin verildiği yer değildir; aynı zamanda hiçbir olumsuzluğun bulunmadığı bir yerdir. Yani orası, hem “verilenler”le dolu hem de “olmayanlar”la güzeldir. Kur’ân, bu yönüyle cenneti sadece tasvir etmez; aynı zamanda insanın ebedî fıtratına uygunluğu ile tanıtır.

Bu yazı, Kur’ân’a göre cennette kişiye verilecek nimetleri ve orada olmayacak şeylerin hikmetini ortaya koymayı hedeflemektedir.

CENNETTEKİ NİMETLER: HER ARZUNUN ÜSTÜN KARŞILIĞI

Kur’ân, cenneti anlatırken öyle kelimeler kullanır ki, insan sadece nimetleri hayal etmez; o nimetlerin ruhî derinliğini de hisseder. Cennet, hem bedenin hem de ruhun sonsuz tatmin yeridir.

  1. Ebedîlik

> “İçinde ebedî kalacaklardır.” (Bakara, 25)

İnsan bu dünyada her güzellik karşısında “bitmesin” duygusunu taşır. Cennette ise bu fıtrî talep karşılık bulur. Hiçbir nimet geçici değildir. Veda yoktur. Kıymetli olan her şey sonsuzluk kazanır.

  1. Selâmet ve Emniyet

> “Orada ne boş bir söz işitirler, ne de günaha sokan bir laf.” (Vâkıa, 25)
“Onlara korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir.” (Bakara, 112)

Cennette korku yoktur. Geçmişin pişmanlığı, geleceğin endişesi silinmiştir. Kalpte tam bir güven hâkimdir. Her söz latiftir, her hâl huzurludur.

  1. Arzulanan Her Şeyin Verilmesi

> “Orada canların çektiği ve gözlerin lezzet aldığı her şey vardır.” (Zuhruf, 71)

Cennette arzular çelişmez, sınırlanmaz. Çünkü fıtratın bozulmadığı bir ahlâk zemini vardır. Nefs, artık ilâhî terbiyeden geçmiş bir hâlde, sadece hakikî güzelliklere yönelmiştir.

  1. Allah’ın Rızası ve Cemâli

> “Allah onlardan razı olmuştur, onlar da O’ndan razı olmuşlardır.” (Tevbe, 100)
“O gün birtakım yüzler vardır ki, Rablerine bakarlar.” (Kıyâme, 22–23)

Bütün nimetlerin ötesinde, Rabbin rızasını ve cemalini görmek, cennetin en büyük saadetidir. Bu öyle bir lütuftur ki, diğer tüm nimetler onun yanında gölgede kalır.

CENNETTE OLMAYACAK ŞEYLER: ASIL GÜZELLİK BUNDADIR

Cennet yalnızca bir “veriliş yurdu” değil, aynı zamanda “yoksunlukların olmadığı bir belde”dir. Kur’ân’da açıkça belirtilen veya işaret edilen bazı olmayanlar vardır ki, onların yokluğu, cenneti gerçek anlamda cennet yapar.

  1. Hastalık Olmayacak

> Cennetteki bedenler ne hastalanır ne de yorgunluk duyar.

> “Onlara orada yorgunluk dokunmaz.” (Hicr, 48)

Her nefes, dinçliğin bir ifadesidir. Ölümden sonra dirilen beden, sonsuz gençlikte sabitlenir.

  1. Günah Olmayacak

> “Onlar orada boş söz işitmezler. Ancak ‘selâm’ sözü işitirler.” (Meryem, 62)

Orada gıybet yok, yalan yok, iftira yok, haset yok. Her kalp arınmıştır, her dil güzeldir. Şeytan oraya uğrayamaz. İç huzur, dış çevreyle çelişmez.

  1. Ayrılık Olmayacak

Dünyada en derin acılardan biri sevdiklerinden ayrılmaktır. Cennette bu yoktur.

> “İman edenler ve zürriyetlerinden (soyağacından) gelenler de imanla onları takip etmişlerse, onları da kendilerine katacağız.” (Tûr, 21)

Sevdiklerimizle beraber olacağız, yeter ki inançta ve salih amelde ortaklık olsun.

  1. Uyku, Açlık, Susuzluk, Yorgunluk Olmayacak

> “Orada susuzluk çekmezsin, güneşte yanmazsın.” (Tâhâ, 118–119)

Cennette bedenin hiçbir eksikliği yoktur. Uyku ihtiyacı da yoktur, çünkü yorgunluk yoktur. Açlık da yoktur, çünkü nimetler sınırsızdır. Her şey ruhun doyumu içindir.

  1. Ölüm Olmayacak

> “Ölüm, ilk ölümden başka onlara uğramaz.” (Duhân, 56)

Cennet, sonsuz hayatın başlangıcıdır. Ölüm yoktur, ebediyet vardır. Ne gam ne tasa… Çünkü her şey baki kılınmıştır.

CENNETE GİRİŞ: SADECE AMEL Mİ? SADECE RAHMET Mİ?

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) buyurur:

> “Hiçbiriniz kendi ameliyle cennete giremez.”
Ashab: “Sen de mi ya Rasûlallah?”
Efendimiz: “Evet, ben de. Ancak Allah’ın rahmetiyle…” (Buhârî, Rikâk, 18)

Demek ki cennet, sadece yaptıklarımızın karşılığı değil; daha çok Allah’ın lütfu ve rahmetinin tecellisidir. Çünkü yaptığımız hiçbir amel, sonsuz nimete denk olamaz. Ama kul o rahmete layık hale gelmeye çalışır. Arınır, yönelir, bağlanır…

DÜNYADA CENNETİ HİSSETMEK                     

Kur’ân, cenneti sadece geleceğe ait bir müjde olarak değil, bugünün insanına da yön veren bir hedef olarak sunar. Cenneti düşünmek; kalbi yüceltir, niyeti arıtır, dünya sevgisini dengeler. Dünyada cennet gibi bir kalp taşıyan kişi, oraya girmeye layık hale gelir. Nitekim tasavvufta derler ki:
“Kalbi cennet olanın, sonu da cennet olur.”

ÖZET

Kur’ân’a göre cennet, hem verilecek nimetlerin zirveye ulaştığı hem de her türlü noksanlığın ve olumsuzluğun tamamen ortadan kalktığı bir yerdir. Cennette kişiye ebediyet, huzur, rızık, muhabbet, cemâlullah gibi büyük nimetler verilirken; hastalık, hüzün, korku, ölüm, ayrılık, günah, kin gibi unsurlar asla bulunmaz. Bu da gösteriyor ki cennet, Allah’ın rahmetinin ve adaletinin mutlak tecelli mekânıdır. Bu dünyada cennet için çalışan, kalbini arındıran, niyetini temiz tutan kişi, Rabbinden o ebedî huzur yurdunu bekleyebilir. Çünkü cennet, sadece verilenlerin değil, olmayanların da cennetidir.

 




Ezelî Saltanattan Ebedî Saadete: Rububiyetin Hikmeti ve Âhiretin Zarureti

Ezelî Saltanattan Ebedî Saadete: Rububiyetin Hikmeti ve Âhiretin Zarureti

“Evet, madem ezelî ve ebedî bir Allah var; elbette saltanat-ı uluhiyetinin sermedî bir medarı olan âhiret vardır. Ve madem bu kâinatta ve zîhayatta gayet haşmetli ve hikmetli ve şefkatli bir rububiyet-i mutlaka var ve görünüyor. Elbette o rububiyetin haşmetini sukuttan ve hikmetini abesiyetten ve şefkatini gadirden kurtaran, ebedî bir dâr-ı saadet bulunacak ve girilecek. “
Şualar

İnsan aklı, varlık âlemine ibretle ve dikkatle baktığında, her şeyde derin bir hikmet, hassas bir ölçü, mükemmel bir nizam ve sonsuz bir kasd görür. Ne yıldızlar başıboş dönüyor ne de bir ağaç meyvesiz yaratılıyor. Hayatın her karesinde kendini gösteren bu düzen ve kasıt, ancak ezelî ve ebedî bir ilim ve kudret sahibi olan Allah’ın eseri olabilir.

Madem öyledir; işte o Allah’ın saltanat-ı uluhiyeti, yani ilahlık ve hâkimiyetinin büyüklüğü, boşuna olamaz. O saltanat, sadece şu fani dünyada birkaç günlük imtihanla sınırlı kalamaz. Zira saltanat, bir ihtişam ve devam ister. Ezelî bir Sultanın mülkü, sadece bu geçici dünyayla sınırlı olamaz; ebedî bir âlemle taçlanmak zorundadır. Yoksa sonsuz kudrete ve ilme sahip bir Zat’ın saltanatı, fanilikle eksik ve yarım kalır ki, bu bir tenakuz olur.

Kâinatın işleyişine ve içindeki canlılara bakıldığında da bu saltanatın izleri açıkça görülür. Zira bu saltanat, yalnız bir kudret değil, aynı zamanda haşmetli, hikmetli ve şefkatli bir rububiyet (terbiye edicilik) sergiler. İnsanın gözündeki perdeyi aralaması kâfidir; her varlıkta rahmetin, adaletin ve hikmetin parıltılarını görmek mümkündür.

Ama bu dünyada bu hikmet ve rahmet, bazen eksik görünür: masumların eziyet çekmesi, zalimlerin yaşaması gibi. İşte bu görünürdeki eksikliğin gerçek izahı, ahiretin varlığıdır. Çünkü:

Haşmet: Sonsuz bir ihtişam ister. Ebedî bir yurt olmadan bu haşmet tamamlanmaz.

Hikmet: Her şeyin bir gayesi olmasını gerektirir. Ebediyetsiz bir hayat, hikmeti anlamsız bırakır.

Şefkat: Zalimlerin mazlumlara yaptığı gadri, ebedî adalet terazisi olmadan izah edemez.

Eğer âhiret olmasaydı, bu ilahî rububiyetin şefkati, gadre; hikmeti, abesiyete; haşmeti, fâniliğe mahkûm olurdu – hâşâ! Oysa bütün kâinat, Allah’ın bu sıfatlarını haykırır ve tamamını yücelik içinde sergiler.

Bu nedenle, âhiretin varlığı, sadece insanın arzusu veya dinî bir umut değil; doğrudan Allah’ın varlığının, isimlerinin ve rububiyetinin zorunlu bir neticesidir. Âhiret, bir teselli değil; ilahî adaletin zarurî bir gereğidir. Zira bu kadar hikmetli, rahmetli ve ölçülü bir sistem, elbette en büyük hesap gününe doğru akar.

Özet:

Allah’ın ezelî ve ebedî oluşu, saltanatının da sermedî olmasını gerektirir. Bu saltanat, ancak âhiretin varlığıyla tamamlanabilir. Kâinattaki rububiyet; haşmetli, hikmetli ve şefkatlidir. Bu sıfatların tam anlam kazanabilmesi için, dünyadaki eksik görünen adaletin, gayelerin ve şefkatin ebedî bir karşılığının olması gerekir. Âhiret, bu hakikatlerin tecelli edeceği zarurî bir dâr-ı saadettir. Aksi halde, ilahî isimlerde noksanlık olurdu ki bu imkânsızdır.

 




KUR’ÂN-I KERİM’DE HİKMETLİ AYETLER VE ÇOK BOYUTLU TEFSİRİ

KUR’ÂN-I KERİM’DE HİKMETLİ AYETLER VE ÇOK BOYUTLU TEFSİRİ: LAFZÎ, HİKMETLİ, TEMSİLÎ VE SOSYOLOJİK YORUMLAR

Giriş: Hikmetin Yolu Kur’an’dan Geçer

Kur’ân-ı Kerîm, Allah’ın insanlığa gönderdiği en büyük hidayet rehberidir. O, lafzıyla mucize, manasıyla bir deryadır. Kur’ân’ın ayetleri sadece zahirî bir anlam taşımakla kalmaz; her biri derin hikmetlere, temsillere, sosyolojik mesajlara ve bireysel/toplumsal hayata yön veren işaretlere sahiptir. Bu yazıda bazı Kur’an ayetlerinin hikmet yönünü ele alacak; bunların lafzî, hikmetli, temsili ve sosyolojik yönlerden nasıl yorumlanabileceğini örneklerle açıklamaya çalışacağız.

  1. Lafzî Yönüyle Ayet: Kelimelerin İlahi Ahenk ve Delaletleri

Lafzî yorum, Kur’an’daki kelimelerin lügat anlamları, nahiv kuralları ve Arap dilindeki kullanımı temel alınarak yapılan tefsirdir. Bu yorum, ayetin görünen yüzünü ortaya koyar. Örneğin:

“Fe men ya’mel miskâle zerretin hayran yerah.” (Zilzal, 7)
“Kim zerre kadar hayır işlerse onu görür.”

Bu ayette geçen “miskâl” (ağırlık) ve “zerre” (en küçük parça) kelimeleri lafzî olarak en küçük iyiliğin bile karşılıksız kalmayacağına işaret eder. Bu, adaletin mutlak terazisini gösterir.

  1. Hikmetli Yönüyle Ayet: Ayetin Ardındaki İlahi Maksatlar

Kur’an’da bazı ayetler, lafzî mananın ötesinde hikmet yüklüdür. Hikmet, bir şeyin arka planındaki maksat, gaye ve faydaya ulaşmak demektir.

“Şüphesiz ki Allah, adaleti, ihsanı ve akrabaya vermeyi emreder; hayâsızlığı, fenalığı ve azgınlığı yasaklar.” (Nahl, 90)

Bu ayet, sadece ahlakî bir buyruk değil, toplumun temel nizamını koruyan bir hikmet manzumesidir. “Adalet” sosyal düzeni, “ihsan” bireysel yüceliği, “akrabaya vermek” ise toplumsal bağlılığı teşvik eder. Burada hikmet, insanlığın kemale ermesi içindir.

  1. Temsilî Yönüyle Ayet: Anlatımı Derinleştiren Misaller

Kur’an, zaman zaman temsilî anlatımlarla hakikatleri zihinlere daha güçlü şekilde yerleştirir. Bu temsilî ayetler, hakikati soyut düzeyden somut örneklere indirerek kolay anlaşılmasını sağlar.

“Allah, gökten bir su indirdi de vadiler kendi ölçüsünce dolup aktı…” (Ra’d, 17)

Bu ayet, suyun akmasıyla kalplere gelen vahiy arasındaki benzetmeyi ihtiva eder. Her kalp, kendi istidadınca vahiyden nasiplenir. Temsilî bakışla bu ayet, insanların Kur’an’dan istifadesindeki farklılıkları açıklayan derin bir mecazdır.

  1. Sosyolojik Yönüyle Ayet: Toplumu İhya Eden İlahi Mesaj

Kur’an’ın birçok ayeti, toplumun yapısını inşa eder. Sosyolojik yorum, ayetlerin toplum hayatına dair yönlerini ön plana çıkarır.

“Allah bir kavmi değiştirmez, ta ki onlar kendilerindeki hali değiştirinceye kadar.” (Ra’d, 11)

Bu ayet, bireyin ve toplumun dönüşümüne işaret eden sosyolojik bir yasadır. Değişim, önce dahili bir bilinçle başlar. Dolayısıyla Kur’an, toplumları ıslah edecek bir ilahi toplumsal teoriyi de barındırır.

Ayetlerin Dört Boyutlu Yorumunun Önemi

Kur’an’ın mucizeliği, her ayetin çok boyutlu anlamlar taşımasındadır. Bir ayeti sadece lafzıyla anlamak, onun derinliğini ihmal etmek olur. Her ayet, bir şifa, bir nur, bir hüküm, bir hikmet, bir uyarı ve bir rehberliktir.

Örneğin şu ayet bütün bu açılardan değerlendirilebilir:

“O, hanginizin daha güzel amel edeceğini denemek için ölümü ve hayatı yaratandır.” (Mülk, 2)

Lafzî: Hayat ve ölüm, yaratılmıştır.

Hikmetli: Bu yaratılışın amacı, insanın imtihanıdır.

Temsilî: Hayat bir sermayedir; ölüm, bir hesaptır.

Sosyolojik: İnsan toplumu, ahiret merkezli bir değer anlayışıyla davranmalıdır.

Sonuç: Kur’an’ı Sadece Okumak Değil, Anlamak Gerek

Kur’an sadece okunmak için değil, üzerinde derin tefekkür edilmesi için gönderilmiştir. Ayetlerin hikmetli, temsilî ve sosyolojik yönleriyle tefsiri, onu yaşayan bir kitap haline getirir. Bu şekilde okunan bir Kur’an, sadece bireyi değil, toplumları da dönüştürür. Bugünün dünyasında en çok ihtiyaç duyduğumuz şey, lafzî düzeyde kalan bir din anlayışını değil; hikmetiyle, sosyolojisiyle ve temsilleriyle yoğrulmuş bir Kur’an tefekkürünü yeniden diriltmektir.

Makale Özeti:

Kur’an ayetleri, sadece zahirî anlam taşımakla kalmaz; derin hikmetler, temsiller ve toplumsal mesajlar barındırır. Ayetler; lafzî düzeyde dil ve kelime anlamı, hikmetli düzeyde Allah’ın maksatları, temsili düzeyde anlatım gücü, sosyolojik düzeyde ise birey ve toplum için düzenleyici ilkeler sunar. Bu çok boyutlu okuma, Kur’an’ı sadece kutsal bir metin değil, hayatı kuşatan bir hidayet rehberi haline getirir.

 

 




Ezberde Kalan Değil, Hayata Akan Kur’an

Ezberde Kalan Değil, Hayata Akan Kur’an
Hafızlık ve Yaz Kur’an Kurslarında Kalıcılığı Sağlamak Üzerine Bir Tahlil

Kur’an-ı Kerîm, insanlığı karanlıklardan nura çıkaran ilahî bir rehberdir.
Onu ezberlemek bir şereftir; yaşatmaksa bir ömürlük mesuliyettir.

Ancak son yıllarda sıkça rastlanan bir manzara var:

Hafızlar ezberliyor ama kısa sürede unutuyor.

Yaz Kur’an kurslarında çocuklar elifba öğreniyor, Kur’an’a geçiyor, fakat birkaç ay sonra yeniden sıfıra dönüyor.

Soru şu:
Bu manzara neden böylesine tekrarlanıyor?
Nerede hata yapılıyor?
Kur’an’la kurulan bu bağ neden kalıcı olmuyor?
Ne yapılmalı?

  1. AMAÇ ŞAŞMASI: “Hafızlık Bir Merasim mi, Bir Mesele mi?”

Hafızlık eğitimi gerekli olmakla birlikte sadece
Belge almak,
İcazet törenine çıkmak,
Aile gururu oluşturmak,
haline gelmemeli.
Elbette bu büyük bir aşama, bir şeref Madalyasıdır.
Sonraki dönemlerde de sahiplenilmek gerekir.
Nitekim bir hafızımızın el arabacılığı yaptığını duyunca çok üzülmüştüm.
Onlara el atılması ve el uzatılması gerekir.

Çünki Kur’an ezberi bir hedef değil, bir vasıtadır.
Hedef ise o Kur’an’la yaşayabilmek, onun ahlâkını kuşanabilmektir.

Amaç şaşınca;

Hafızlık ezberde kalır, hayatta yankı bulmaz.

Okuma öğrenilir, fakat ruhla bağ kurulmaz.

  1. TEKRARIN İHMALİ: “Hafıza Beslenmezse, Kurur”

Kur’an ezberinin en büyük sırrı müzemmel (sürekli) tekrardır.
Ezberlenen ayetler, tekrar edilmedikçe zihin onları terk eder.

Ama hafızlık süreci sonrası;

Düzenli takip yapılmaz,

Aile desteği azalır,

Hafız, sosyal hayatta yalnız kalır.

Ve neticede:

> “Bir zaman hafızdı…” denilen ama şimdi “unutmuş” olan bir genç profili oluşur.

  1. SÜREÇ DEĞİL, SPRINT: Yaz Kur’an Kursu Bir Yarışa Dönüşmemeli.

Yaz Kur’an kursları,

6 haftalık bir “yoğun kamp” gibi sunuluyor.

Öğrenciler kısa sürede elifbadan hatme zorlanıyor.

Ama bu süreçte kalplere değil sadece dillerine dokunuluyor.

Bu yüzden:

Çocuk Kur’an’a “bir yazlık uğraş” gibi bakıyor.

Okuduğunu anlamıyor, hissetmiyor.

Bağ kuramadığı için kısa sürede kopuyor.

  1. ORTAM EKSİKLİĞİ: “Hafızlık Sonrası Boşluk”

Hafızlık yapan genç, ezber sürecinde yoğun bir manevî iklimde bulunur.
Ancak hafızlık bitince:

Sosyal çevresi değişir,

Manevî destek azalır,

Okul ve çevre baskısı artar.

Eğer bu süreçte:

Hafızlık sonrası bir rehberlik programı yoksa,

Kur’an hizmetine yönlendirme yapılmazsa,

Yeni hedefler belirlenmezse,

ezber zayıflar, hafıza unutur, gönül uzaklaşır.

  1. AİLELERİN TUTUMU: “Görev Bitti Zannediliyor”

Birçok aile için hafızlık, çocuklarının manevî sigortası gibi görülür.
Ama şöyle bir yanılgı oluşur:

> “Artık hafız oldu, görevimiz bitti.”

Halbuki:

Asıl görev o noktadan sonra başlar.

Evde düzenli mukabele ortamı kurmak,

Namazlarda tilavet alışkanlığı kazandırmak,

Kur’an’la bağını diri tutacak teşviklerde bulunmak,
ailelerin en büyük vazifesidir.

ÇÖZÜM YOLLARI:

1. Süreklilik Temelli Hafızlık Eğitim Modeli Kurulmalı:

Ezber sonrası en az 2 yıl tekrar ve takviye programı zorunlu tutulmalı.

Hafızlara düzenli hafıza tazeleme sınavları uygulanmalı.

Medrese/Cami/Kur’an Kursları, öğrenciyi bırakmamalı.

2. Yaz Kur’an Kursları Hikmetle Zenginleştirilmeli:

Sadece elifba değil, sevdiren bir Kur’an eğitimi olmalı.

Duygusal bağ kurulmalı: “Bu kitap senin rehberin” hissi verilmeli.

Ezber değil, anlama temelli içerikler de işlenmeli.

3. Aileler Bilinçlendirilmelidir:

Kur’an eğitimi bir proje değil, ömürlük bir süreç olarak anlatılmalı.

Aile içi Kur’an ortamları teşvik edilmeli.

Velilere yönelik “Kur’an’la yaşama” seminerleri düzenlenmeli.

4. Hafızlara Yeni Hedefler Gösterilmeli:

Onlara sadece geçmiş başarı değil, gelecek sorumluluk hatırlatılmalı.

Kur’an öğreticiliği, mukabele imamlığı, talim görevleriyle sürece katılmalı.

5. Takip Sistemi Kurulmalı:

“Bitirdi gitti” anlayışı değil, “takip edelim, destek olalım” yaklaşımı esas alınmalı.

Mezun olan hafızlarla yılda birkaç kez irtibat kurulmalı.

SONUÇ ve İBRET:

Kur’an, geçici ezber için değil; kalıcı bir hayat inşası için indirilmiştir.
Kur’an’la kurulan bağ süreçtir, şekil değil; kalpte tutulan ateştir, sadece dilde ezberlenen harf değil.

Unutulmamalıdır ki:

> “Kalbin Kur’an’a bağlanmadığı bir ezber, unutulmaya mahkûmdur.”
“Sevgiyle öğretilmeyen bir elifba, bir yaz sonra silinir.”
“Takibi yapılmayan bir hafızlık, zamanla hatıradan ibaret kalır.”

ÖZET:

Kur’an ezberi ve okumasının korunamamasının temel sebepleri;

Amacın şekilcilik olması,

Tekrarların ihmali,

Yaz kurslarının yüzeysel sunulması,

Hafızlık sonrası boşluk,

Aile desteğinin eksikliği olarak öne çıkmaktadır.

Çözüm için;

Sürekliliği esas alan takip sistemleri kurulmalı,

Sevgi ve şuur temelli eğitim verilmeli,

Aileler bilinçlendirilmeli,

Hafızlara rehberlik ve yeni misyonlar kazandırılmalıdır.

 




Kur’ân: Yeryüzünün Aklı ve Kozmik Muhafızı

Kur’ân: Yeryüzünün Aklı ve Kozmik Muhafızı
Kur’ân’ın Küre-i Arz Üzerindeki Fıtrî Rolü Üzerine Bir Tefekkür

“Kur’an-ı Hakîm bu zemin kafasının aklı ve kuvve-i müfekkiresidir. Eğer el-iyazü billah, Kur’an küre-i arzın başından çıksa arz divane olacak, akıldan boş kalan kafasını bir seyyareye çarpması, bir kıyamet kopmasına sebep olması akıldan uzak değildir. Evet Kur’an, arşı ferş ile bağlamış bir zincir, bir hablullahtır. Cazibe-i umumiyeden ziyade, zemini muhafaza ediyor.”
Şualar

Zaman zaman akıl, kalpten uzaklaştığında kâinatı yalnız bir fizik hâdisesi gibi görür. Gezegenleri, yıldızları, küre-i arzı; sadece maddî kanunlarla izah etmeye çalışır. Oysa Kur’ân’ın nazarında kâinatın her zerresi bir emirle hareket eder, bir hikmetle şekillenir. Said Nursî’nin Şuâlar’da ifade ettiği şu derin hakikat, Kur’ân’ın yalnız bir kitap değil, yeryüzünün ruhu, aklı ve dengesidir. Ve eğer bu akıl baştan giderse, küre-i arz da bir cinnet hâline girer, karanlık bir boşlukta savrulur.

Kur’ân: Küre-i Arzın Aklı ve Muhakemesi

“Kur’an-ı Hakîm bu zemin kafasının aklıdır.” ifadesiyle yeryüzüne insan gibi bir benzetme yapılır. Zemin, başı olan bir mahluktur; başında Kur’ân gibi bir akıl vardır. Tıpkı insanın akılsız kalınca şaşırması, hezeyanlar içinde kıvranması gibi, yeryüzü de Kur’ân’dan mahrum kalınca bir cinnet hali yaşar. Kur’ân, küre-i arzın sadece bir kitabı değil; onun manevî merkezi, ruhî terazisi ve istikamet pusulasıdır.

Bugün baktığımızda Kur’ân’ın uzaklaştırıldığı, hükmünün indirildiği, sesinin kısıldığı yerlerde toplumsal karmaşaların, ruhî buhranların, ailevi çöküşlerin, savaşların ve adaletsizliklerin artması bir tesadüf değildir. Çünkü Kur’ân’ın aklı gitmiş, zemin başsız kalmıştır. Ve başsız kalan bu küre, kendini bir başka seyyareye çarpmaya doğru ilerler. Bu çarpışma bir kıyamettir. Belki sadece fiziki değil, ahlakî, medenî, içtimâî bir kıyamet.

Kur’ân: Arş ile Ferş Arasında Bir Zincir

“Kur’an, arşı ferş ile bağlamış bir zincir, bir hablullahtır.” ifadesi, Kur’ân’ın sadece yere değil, göğe de bağlı olduğunun delilidir. Kur’ân, göklerden gelen bir emir; yerde ise hayat bulan bir hikmettir. Bu zincir koptuğunda sadece dünya değil, insan da âlemle olan bağını kaybeder. İnsan başıboş olur, evren anlamını yitirir.

Kur’ân, bu bağı kopmaz bir ip gibi elimize verir: “Va’tesimû bihablillahi cemî’an” (Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı sarılın). Yani, Kur’ân’a tutunmak sadece bireysel kurtuluş değil; küre-i arzın, hatta insanlığın selâmet anahtarıdır.

Cazibe-i Umumiye Değil, Kur’ân’ın Cazibesi

Modern fizik der ki: “Yeryüzünü ayakta tutan şey cazibe kuvvetidir.” Fakat bu sadece zâhirî bir açıklamadır. Said Nursî der ki: “Kur’ân cazibe-i umumiyeden daha güçlü bir bağdır.” Çünkü cazibe sadece taş-toprağı tutar; ama Kur’ân kalpleri, fikirleri, sistemleri, medeniyetleri bir arada tutar. Eğer Kur’ân çekilirse, sadece dağlar değil, değerler de çöker; sadece yerküre değil, yürekler de sarsılır.

Bugün insanlığın çalkantılar içinde debelenmesi, savaşların, eşitsizliklerin, ahlâkî çöküşlerin yaşanması, Kur’ân’ın hayattan çıkarılmasının doğrudan sonucudur. Çünkü akıl yoksa cinnet kaçınılmazdır. Kur’ân’ın çekilmesiyle sadece toprak değil, insan da deliliğe sürüklenir.

Bir Kıyamet Yakın mı?

Burada söz edilen kıyamet, sadece semavî bir infilâk değil; bir anlam kıyametidir. Bugün bireysel bunalımlar, gençliğin gayesizlikle savrulması, ailelerin dağılması, toplulukların birbirine düşmesi… bunların hepsi Kur’ân’ın hükmünün terk edilmesinin küçük kıyametleridir. Kur’ân’ın aklı terk edilirse, zemin de cinnet geçirir, beşer de.

Sonuç ve Özet:

Kur’ân, sadece bir din kitabı değil, küre-i arzın aklı, ruhu ve muhafızıdır. Yeryüzü, Kur’ân ile anlamlı; insan, Kur’ân ile dengeli; toplum, Kur’ân ile adaletli olur. Kur’ân çekildiğinde, sadece fizikî bir karanlık değil; manevî bir kıyamet baş gösterir. Arz başsız kalır, şaşırır, çarpar. Bu sebeple Kur’ân’a tutunmak, sadece ahiret için değil; dünya hayatı için de bir zarurettir. Onu terk etmek, topyekûn bir cinnet hâline sürüklenmektir. Kur’ân, kâinatın dilidir; onun susması, âlemin susmasıdır.

Özet:
Bu makale, Kur’ân’ın yeryüzü üzerindeki metafizik rolünü ele alır. Kur’ân, küre-i arzın aklı gibi çalışır; çekilmesi hâlinde hem fert hem de dünya bir cinnet hâline düşer. Kur’ân, arşı ve ferşi birbirine bağlayan ilâhî bir zincir; cazibe kuvvetinden daha etkili bir tutucudur. Bu sebeple Kur’ân’dan uzaklaşmak, sadece bireysel değil, kozmik bir dengesizliğe yol açar. Çare: Kur’ân’a sarılmak, onu hayata hâkim kılmaktır.

 




Mecnunlukla Suçlananlar: Kemal-i İmanın Sessiz Alâmeti

Mecnunlukla Suçlananlar: Kemal-i İmanın Sessiz Alâmeti
Bir Hadîsin Derin Tefekkürü Üzerine

“Hadîs-i sahihte vardır ki: “Bir adam kemal-i imanı kazandığına, avam-ı nâsın akıllarının tavrı haricindeki yüksek hallerini mecnunluk, divanelik saymaları, onun kemal-i imanına ve tam itikadına delâlet eder.” diye ferman ediyor.”
Şualar

Toplumun gözünde “akıllı” olmak, çoğu zaman dünya işlerine iyi adapte olmakla ölçülür. Oysa İslâmî bakışta, aklın kemali, Hakk’a ve hakikate yönelmededir. Said Nursî’nin Şualar’da aktardığı bu sahih hadiste ifade edilen mana, zihinleri sarsıcı ve ruhları derinleştirici bir hakikati gözler önüne seriyor: Gerçek iman sahipleri, çoğu zaman halk nazarında delilikle itham edilirler. Çünkü onların hali, avamın akıl kalıplarına sığmaz; ufukları, basit dünya hesaplarının çok ötesindedir.

İman, Sıradan Aklın Üstünde Bir Şuûr Durumudur

Söz konusu hadiste geçen “kemal-i iman”, sadece inanmak değil; imanın ruhu kuşatması, kalbi işgal etmesi, aklı teslim almasıdır. Böyle bir kimse, artık dünyayı ve içindekileri Allah’ın tecellileri olarak görür; hadiseleri kader terazisinde tartar; zâhirî musibetlerde bile rahmet okur. Bu haliyle toplumun “normal” kabul ettiği akıl yürütme biçiminden ayrılır.

İşte burada çarpıcı nokta devreye giriyor: İmanî kemale eren kimsenin bu farklı halleri, cahil nazarlarda “delilik” gibi görünür. Çünkü halk, maddeye dayalı bir akıl ile hükmederken, o kişi mânâya yaslanan bir kalple yaşar. Gözün gördüğüne değil, kalbin bildiğine dayanır. Kalabalıklar ticaret, siyaset ve menfaatin peşinde koşarken, o Allah rızasını ve ahireti düşünür. Elbette bu hali “akılsızlık” gibi görülür!

Delilik İthamı: Aslında Bir İman Madalyasıdır

Tarihin her döneminde hakikat erleri, peygamberler başta olmak üzere, “mecnun”, “divane”, “sapkın” ya da “aykırı” damgaları yemişlerdir. Kur’ân’da Hz. Peygamber (sav) için bile “inneke le mecnûn” (Sen mecnun birisin) diyen müşriklerin iftiraları zikredilir. Çünkü O da zamanının anlayışını aşan bir mesaj getirmiştir. Yani avamın “delilik” sandığı şey, aslında kemal-i aklın ve iman şuûrunun ta kendisidir.

Bu durum, iman sahipleri için hem bir teselli hem de bir kıstastır. Eğer iman ehli, dünya ehli tarafından “aykırı”, “uçuk”, “mantıksız” bulunuyorsa, bu onların yolunun doğruluğuna delildir. Çünkü Hak yol, her zaman halkın çoğunluğu tarafından garip karşılanmıştır.

Bugünün Mecnunları: Kimdir Onlar?

Bugün de bu tablo değişmemiştir. Ahireti dünyaya tercih eden, gösteriş yerine ihlası seçen, servet ve şöhret yerine tevazuu yaşayan insanlar hâlâ garipsenmekte; “bu zamanda böyle olunmaz” diye dışlanmaktadırlar. Onlar da, avamın bakışına göre “divane” sayılırlar. Oysa Allah katında makbul olan da onlardır.

Bu çağın “mecnunları”, belki üniversitede kariyer peşinde koşmak yerine Kur’ân ilimlerine yönelen gençtir. Belki herkes sosyal medyada parlamak için uğraşırken, gece sessizce dua eden ihtiyardır. Belki herkesin ego peşinde koştuğu bir çağda, nefsini yerin dibine sokan bir hak dostudur. Ve evet, onlar çoğu zaman toplumun bakışında “dengesiz”, “hayalci”, “gerçek dışı” görülür. Fakat işte bu görünüş, onların hakiki imana yaklaştığının işaretidir.

İman Bir Denge Değil, Bir Fedakârlık Hâlidir

Avam nazarında makbul olan “denge” çoğu zaman hakikatten tavizdir. Oysa hakiki iman, bazen “dengesizlik” görünümüne bürünür. Çünkü Allah için fedakârlık yapar. Çünkü dünya nimetlerinden geçebilir. Çünkü hak uğruna yalnız kalmayı göze alır. İşte bu fedakârlık hali, tam imanın işaretidir. Bediüzzaman’ın da yaptığı tam budur: Kendisine “meczup” diyenlere aldırmadan, halkı değil Hakk’ı razı etme derdine düşmek.

Sonuç ve Özet:

Bu hadis ve onun Bediüzzaman tarafından yapılan tefekkürü, bizlere iman kemalinin çoğu zaman halkın anlayışını aşan, hatta “delilik” gibi algılanan bir ruh hâli olduğunu öğretiyor. Gerçek müminler, halkın değil Hakk’ın nazarını esas alır. Halkın yadırgadığı davranışlar, Allah katında makbul olabilir. Bugün de iman ehli, popüler aklın dışında durduğu ölçüde, kemal-i iman yolunda ilerliyor demektir. Öyleyse, “mecnun” diye anılmaktan korkmayalım; imanımızı yaşamakta kararlı olalım.

Özet:
Kemal-i imana ulaşan bir mümin, halkın alışık olmadığı bir derinlikle yaşar ve bu yüzden çoğu zaman delilikle itham edilir. Fakat bu durum, aslında onun imanının kemâline ve Allah katındaki değerine işarettir. Gerçek mümin, halkın değil Hakk’ın rızasını gözetir. Bu yüzden halkça garip bulunması, onun hakikate yakınlığının bir nişanesidir.

 

 




BİR KURDUN KUZUYU YEME MASALI: NÜKLEER YALANI VE ASIL HEDEF TÜRKİYE

BİR KURDUN KUZUYU YEME MASALI: NÜKLEER YALANI VE ASIL HEDEF TÜRKİYE

La Fontaine’in meşhur hikâyesinde bir kurt, suyun yukarısında dururken, aşağıdaki kuzuya “Suyu bulandırıyorsun” bahanesiyle saldırır. Kuzu, suyun akış yönü gereği böyle bir şeyin mümkün olmadığını söylese de kurt çoktan kararını vermiştir. Kuzu suçludur; çünkü kurt onu yemek istemektedir.

Bu hikâye sadece bir masal değil, çağların ötesine taşan bir stratejinin özetidir.

Nükleer Silah Yalanı: Yeni Dünya Yalanı

2003 yılında Irak’a “kitle imha silahları var” yalanıyla girildi. ABD, İngiltere ve müttefikleri bu bahaneyle Irak’ı işgal etti. Sonuç: Bir milyondan fazla insan hayatını kaybetti, medeniyetin beşiği olan bir ülke paramparça edildi. Yıllar sonra dönemin İngiltere Başbakanı Tony Blair ve ABD yetkilileri “yanılmışız” dedi. Ama ölenlerin hesabı sorulmadı.

Bugün aynı hikâye İran için yazılıyor. CNN’in geçtiği son haberde, ABD istihbaratının İran’ın aktif bir nükleer silah yapma sürecinde olmadığı sonucuna vardığı açıklandı. Yani yine bir “su bulandırma” bahanesiyle “kuzuya saldırma” planı masaya konmuş durumda.

Asıl Hedef: İslam Dünyası ve Türkiye

Tüm bu oyunların maksadı yalnızca İran değil. İran sadece bir merhale. Gerçek hedef, İsrail’in güvenliğini pekiştirmek, “Arz-ı Mev’ûd” planı çerçevesinde Ortadoğu’yu yeniden dizayn etmek ve Türkiye’yi zayıf düşürmektir.

PKK, PYD, DEAŞ, PJAK gibi taşeron örgütler bu planın taşlarıdır. 50 bin tır silah bu örgütlere sadece “terörle mücadele” için verilmedi. Bu silahlar, yeni haritalar çizmek, sosyalist Kürt devleti kurmak ve ikinci bir İsrail kurmak için bölgede yerleştirildi.

Oyun Kurucuların Niyetlerini İtirafı

Bu planları yalnızca istihbarat raporlarından veya analizlerden değil, bizzat onların ağızlarından da öğreniyoruz. İsrailli eski futbolcu ve sunucu Eyal Berkoviç’in canlı yayında kullandığı şu sözler oldukça manidardır:

> “Çeyrek finalde Hamas’la berabere kaldık ve onları penaltıda yendik. Sonra yarı finalde İran’ı yendik. Finalde Türkiye var!”

Bu cümle, bir spor programı lafı gibi dursa da gerçekte İsrail’in ve arkasındaki güçlerin stratejik hedefini özetliyor: Türkiye, final hedefidir.

Haçlı Akıl ve Dini Maskeler

Haçlı zihniyetinin tarih boyunca uyguladığı yöntem hep aynıdır: Önce şeytanlaştır, sonra izole et, ardından saldır. Bunu yaparken ya “medeniyet götürüyoruz” derler ya da “tehdit var” deyip halklarını korkuyla ikna ederler. 11 Eylül sonrası İslam dünyasının “terörle eşleştirilmesi” bu algı mühendisliğinin çağdaş versiyonudur.

Ancak unuttukları bir şey var: Kuzu masumdur ama çaresiz değildir. Bugün İslam coğrafyasında uyanan bilinç, diriliş işaretleri vermekte; mazlumların duası semayı inletmektedir.

Türkiye’nin Konumu ve Sorumluluğu

Türkiye hem hedef hem umut merkezidir. Coğrafi, kültürel ve tarihî mirasıyla İslam dünyasının yeniden toparlanmasında öncü rol oynamaktadır. Bu yüzden Türkiye’nin içte ve dışta zayıflatılması, siyasî ve ekonomik olarak yıpratılması büyük oyunun bir parçasıdır.

Fakat Türkiye aynı zamanda direnişin ve uyanışın da simgesidir. Bu sebeple, hakikati haykırmak, ittihad-ı İslam’ı kurmak, stratejik akılla hareket etmek artık bir tercihten ziyade zaruret halini almıştır.

ÖZET:

La Fontaine’in masalındaki kurt ile kuzu hikâyesi bugün Ortadoğu’da tekrar sahneleniyor. İsrail ve Batı, İran’ın nükleer silah bahanesiyle saldırı hazırlığında. Gerçek amaç ise; İslam coğrafyasını bölmek, İsrail’i güçlendirmek ve Türkiye’yi kuşatarak Arz-ı Mev’ûd planını gerçekleştirmektir. CNN’in ifşasıyla bu yalan çökerken, asıl hedefin Türkiye olduğu İsrailli isimlerin sözleriyle ortaya çıkmıştır. Türkiye’nin uyanık, birlik içinde ve stratejik hareket etmesi artık önemli bir görevdir.

 

 




Fitne-i Âhirzaman: Çalkalanan Dünya ve Nurun Umudu

Fitne-i Âhirzaman: Çalkalanan Dünya ve Nurun Umudu

Bu âhirzaman çok çalkalanıyor… Bediüzzaman Said Nursî’nin tesbitiyle, zamanın son demleri içindeyiz. Sanki koca bir deniz kabarmış, fırtına öncesi bir sessizlik değil, fırtınanın tam ortasındayız. Yer yerinden oynuyor; mazlumlar feryat ediyor, zalimler ise adalet kisvesiyle zulüm kusuyor.

Bediüzzaman Hazretleri, bu fitne zamanını “garip ve acib şeylerin doğacağı” bir dönem olarak tarif ederken, sadece maddi felaketleri değil, aynı zamanda akıl ve kalplerdeki ifsadı da nazara veriyor. Evet, bu zaman sadece silahlarla değil; fikirle, medya ile, eğitimle, teknolojiyle de insanlığı kıskaca alan bir devirdir.

Fakat bu zifiri karanlık içinde bir nurdan da söz eder Bediüzzaman. Her şeyin hâkimi olan Kadir-i Mutlak’ın, bulutlarla kaplı bir gökyüzünü bir anda berraklaştırıp güneşi gösterdiği gibi, bu zulüm ve karanlık içinde dahi Hakk’ın ve hikmetin zuhur edeceği bir kapı aralanır.

Bu satırlarda, gökyüzündeki rahmetsiz bulutların izalesi; kalplerdeki dalaletin, ümmetin üzerine çöken gafletin, baştakilerin akıl ve iman yoksunluğunun da bir gün Allah’ın rahmetiyle silineceğine olan imanı görüyoruz. Bu, pasif bir teslimiyet değil; dua ile, mücadele ile, sabırla gelen bir diriliş umududur.

Çünkü bu zamanın en büyük cihadı; “imanı kurtarmak ve Kur’an’a hizmet etmektir.” Zulmetin arttığı vakitlerde bir mumun bile önemi artar. İşte bu yüzden Risale-i Nur, bu zamanın manevî kandili olmuştur.

Yine Bediüzzaman’ın ifade ettiği gibi: “Başta bulunanların başlarına akıl ve kalplerine iman” gelirse, işte o zaman bu fırtınalı deniz durulur, çalkalanan âlem sükûnete kavuşur.

Zira toplumun ıslahı, yönetenlerin ıslahıyla; yönetenlerin ıslahı ise, halkın imanî uyanışıyla başlar.

Özet:

Bu makale, Bediüzzaman Said Nursî’nin âhirzamanla ilgili tesbitleri ışığında, yaşadığımız karmaşık ve fitne dolu dönemin manevî çözüm yollarını ele alır. Maddî ve manevî zulmetin arttığı bu dönemde, Allah’ın rahmetine sığınarak umut, iman ve mücadele ile yeniden bir dirilişin mümkün olduğunu anlatır. Toplumların ıslahının, bireysel kalbî arınma ve baştakilerin hidayetiyle mümkün olacağı ifade edilir. Bu çalkantılı zamanda, Kur’an ve iman hizmeti en büyük dayanak olarak gösterilir.

 

 




Terörün Postası Değişti, Mektup Aynı: Yeni Vekiller, Eski Hesaplar”

Terörün Postası Değişti, Mektup Aynı: Yeni Vekiller, Eski Hesaplar”
Ortadoğu’da İsrail, PKK ve Büyük Plan Üzerine Bir İbret Yazısı

Tarih tekerrür etmez; ders alınmazsa, tuzaklar tekrar eder.
Ortadoğu, bir harita savaşının cehennem sahnesidir.
Ve bu savaş artık görünenden çok gizlenenler üzerinden yürütülüyor.

Bir zamanlar arka planda iş gören İsrail, artık sahaya doğrudan inmek istiyor.
PKK ve DEAŞ gibi taşeron örgütlerin dönemi mi kapanıyor?
Yoksa “terörün el değiştirmesiyle” daha büyük bir oyun mu başlıyor?

Sormadan edemiyoruz:

> Barış bir planın ara faslı mı?
Silahlar sustuysa, yer mi değiştiriliyor?
İsrail sahaya iniyorsa, kime ne rol biçildi?

  1. PKK’NIN GÖLGESİNDE BÜYÜYEN STRATEJİ:

PKK’nın, İsrail ve ABD tarafından yıllarca “sıcak sahadaki asker” olarak kullanıldığı artık sır değil.

50 bin tır silah tesadüfen mi geldi o topraklara?

Bu kadar mühimmat sırf IŞİD için miydi?

Asıl hedef:

> Ortadoğu’da ikinci bir İsrail olacak şekilde, Batı destekli, laik-sosyalist bir Kürt devleti kurmak.

PKK’nın ideolojisiyle, İsrail’in seküler, etnik temelli devlet modeli örtüşüyor.
Ama şimdi tablo değişti.
PKK görevini tamamladıysa, yeni bir aşamaya geçiliyor olabilir.

*İran’ın havadan vurulması bizdeki 15 Temmuzu hatırlatıyor.
Bir işgal.
Devleti ele gecirme.
Bizde de 15 Temmuzdan bir iki ay evvel Pkk faaliyetlerini durdurmuştu.
Sakın İran Pkk’sı Pjak ile, PKK’nın üst düzey elemanları ve ayrılmayanlar ve sessizlikleri,  israilin hava saldırısından sonra devreye girmiş olmasın?

  1. SESSİZLİĞİN DİLİ: BİR ŞEYLER Mİ BİRİKİYOR?

Son 50 yıldır bölgede sürekli sıcak tutulan terör dosyası, şimdi aniden “soğutulmuş” gibi.
Bu, sıradan bir gelişme değil.

> Çünkü Ortadoğu’da barış değil, “fırtına öncesi sükûnet” makbuldür.

PKK’nın birdenbire sessizleşmesi:

Ya başka bir cepheye kaydırılıyor,

Ya da yerini yeni aktöre (İsrail?) bırakıyor.

Ve biz “ne güzel terör azaldı” diye sevinirken, arka planda harita yeniden çiziliyor olabilir.

  1. İSRAİL’İN AÇIK SAHAYA ÇIKIŞI: NEDEN ŞİMDİ?

İsrail, bugüne kadar örtülü planların, istihbarat oyunlarının arkasında durdu.
Ama artık:

İran’a doğrudan saldırıyor.

Lübnan ve Irak sınırında hareketleniyor.

Türkiye’yi çevreleyen çemberi daraltıyor.

Soru şu:
İsrail neden sahaya iniyor?

> Cevap: Çünkü artık taşeronlara güvenmiyor.
Onlara verilen rol tamamlandı.
Yeni hesap: Doğrudan müdahaleyle bölgeyi yeniden şekillendirmek.

Ve bu uğurda:

PKK’ya yeni görevler verilebilir.

İran’ın zayıf noktalarına saldırılar planlanabilir.

Kürt bölgesinde yeni bir oluşuma yeşil ışık yakılabilir.

  1. ABD’NİN ASIL PLANI: KÜRT DEVLETİ Mİ, YENİ İSRAİL Mİ?

ABD’nin “barış elçisi” rolü, aslında yeni çatışmaların hazırlıkçısıdır.

Bakınız:

Irak işgali,

Suriye iç savaşı,

İran ambargosu,

Ve PKK’ya on binlerce tır silah…

Bunlar sadece “terörle mücadele” için mi yapıldı?
Yoksa Ortadoğu’ya ikinci bir İsrail niteliğinde, Batı’ya bağlı bir uydu devlet için mi?

Şu ihtimali artık daha yüksek sesle söylemeliyiz:

> “İran ve Irak’tan koparılacak topraklarda yeni bir devlet kurulması planı”, hâlâ yürürlükte olabilir.

Ve PKK’nın sessizliği, bu yeni yapı için alan temizliği anlamına gelebilir.

  1. AĞZIMIZ YANDI: ARTIK ÜFLEYEREK İÇME VAKTİ

Mazide çok ağladık:

“Barış süreci” dediler, tuzağa düşürdüler.

“IŞİD tehdidi” dediler, sınırlarımıza namlu yığdılar.

“Terörle mücadele” dediler, PKK’yı meşrulaştırdılar.

Şimdi ise:

> İsrail doğrudan vuruyor, ABD açıkça konuşuyor,
ve biz hâlâ “acaba barış mı geliyor?” diyoruz.

Hayır!
Barış gelmiyor, sadece plan değişiyor.

ÇÖZÜM ve TESBİTLER:

✅ 1. Dost maskesiyle gelen planlara karşı uyanık olmak şarttır.

Barış adı altında hazırlanan harita değişimlerine karşı teyakkuzda olmalıyız.

✅ 2. PKK’nın sessizliği, yok olması değil, taktik değişimidir.

Yön değiştirmiş, cephe değiştirmiş olabilir. Takip şarttır.

✅ 3. İsrail’in İran’a saldırısı, çok yönlü bir kıskacın parçasıdır.

Hem İran’a hem Türkiye’ye dolaylı bir gözdağıdır.

✅ 4. ABD’nin bölge planları hâlâ yürürlüktedir.

50 bin tır silah, sadece IŞİD için değil, uzun vadeli planlar içindir. Bunlar halen sahadadır.

✅ 5. Bölgesel işbirliği kaçınılmazdır.

Türkiye, İran, Irak ve Suriye – mezhepsel farkları aşarak bölgeyi birlikte korumak zorundadır.

SONUÇ ve İBRET:

Ortadoğu’da barış kelimesi, çoğu zaman silahların susması değil; planların ilerlemesi anlamına gelir.
PKK, DEAŞ gibi örgütler sadece birer dönemsel taşerondur.
Ama asıl hedef:

> Bölgeyi parçalamak, haritayı değiştirmek ve İsrail’i güvenli bir kaleye çevirmektir.

Artık mesele terör değil, vekâlet savaşı sonrası doğrudan savaşın eşiğidir.
Görünürde suskunluk varsa da, bu şiddetin yerini değiştirme operasyonudur.

ÖZET:

PKK’nın suskunluğu, görevini tamamlayıp yerini İsrail’e bırakması olabilir.

İsrail’in İran’a saldırısı, büyük bir bölgesel savaşın hazırlığıdır.

ABD’nin 50 bin tır silah ve sessiz desteği, bir Kürt devleti planının hâlâ gündemde olduğunu gösterir.

Barış değil, taktiğin değiştiği bir geçiş dönemi yaşanıyor.

Topyekûn bir uyanış, birliktelik ve basiretli duruş şarttır.

 




Zannın Ötesine: Bilgiden Marifete, Hayalden Hakikate Yolculuk

Zannın Ötesine: Bilgiden Marifete, Hayalden Hakikate Yolculuk

Giriş: Bilgi Kâfidir Sanan Aldanır

İnsan, kendisine verilen idrak donanımıyla eşyanın suretlerinden hakikatine uzanan bir yolculuk içindedir. Fakat bu yolculuk, sadece bilgi biriktirmekten ibaret değildir.
Zira malumat çokluğu, kalbin ve ruhun tekâmülüne her zaman hizmet etmez.
Bu yüzden, bilgi ile marifet,
hayal ile hakikat,
şiir ile ayet,
tasavvur ile taakkul,
zan ile yakin,
duyusal bilgi ile kalbî bilgi arasında derin farklar, ince geçitler ve hikmetli merhaleler vardır.

  1. Malumat ve Marifet: Ezberle Hakikat Aynı Değil

Malumat, zihinde biriken bilgilerdir. Ansiklopedik ve yüzeysel olabilir.

Marifet ise kalpte yer eden, insanı dönüştüren, tanımaktan tattırmaya geçiren bir bilgidir.

Malumat, Allah vardır dedirtir.
Marifet, Allah’ı severim, O’na güvenirim dedirtir.
Biri bilmek, diğeri ise tanımaktır.

Bu yüzden marifet, malumatın kemale ermiş, kalple yoğrulmuş hâlidir.
Marifet; sadece bilmeyi değil, bilineni yaşamayı ve ona göre şekillenmeyi gerektirir.

  1. Hayal ve Hakikat: Görünenle Gerçeğin Hareketi

Hayal, tasavvurun sahnesidir. Fakat her hayal hakikat değildir.

Hakikat, sabit, değişmeyen, yaratılışın özüdür.

Şiir hayali besler,
fakat ayet hakikati inşa eder.

Hayal, hakikate giden bir köprü olabilir;
fakat sadece hayalde kalmak, kurguda boğulmak olur.

Kur’ân hayal kurdurur,
ama sonunda hakikate çağırır.
“İşte bu hayat, ancak bir oyun ve eğlencedir. Gerçek yurt ise ahiret yurdudur.” (Ankebût, 64)

  1. Şiir ve Ayet: Sanatla Vahyin Ayrıldığı Nokta

Şiir, duygunun süslenmiş biçimidir.

Ayet, hakikatin bizzat kendisidir.

Şiir mecazı sever,
ayet hakikati gösterir.

Şiir duyguları okşar,
ayet kalpleri uyandırır.

Kur’ân’da şiir de, sanat da vardır. Ama vahiy, bir sanat değil, hakikatin bizzat sesidir.
Bu yüzden Kur’ân şairleri “hakikatten sapanlar” arasında görür:

> “Biz ona şiir öğretmedik, bu ona yaraşmazdı. O sadece bir öğüt ve apaçık Kur’ân’dır.” (Yâsîn, 69)

  1. Tasavvur ve Taakkul: Düşünen Kalbin İmtihanı

Tasavvur, zihinde canlandırmadır.

Taakkul, akıl ile ölçme ve tartmadır.

Tasavvur bir harita gibidir,
taakkul ise yürüyerek o haritayı test etmektir.

İslam düşüncesi tasavvura kapı açar ama taassuba yol vermez.
Aklı çalıştırmadan iman eden, zanna tutunur.
Taakkul eden, yakin bulur.

Kur’ân defalarca “اَفَلَا تَعْقِلُونَ – Akletmez misiniz?” diye sorar.
Çünkü iman, aklı inkâr değil, aklı hakkın emrine vermektir.

  1. Zan ve Yakin: Bilginin Dereceleri

Zan, şüphe karışık bilgidir.

Yakin, kesin, sarsılmaz bilgidir.

Zan bulanıktır; yakin berraktır.
Zan sezgiyle karışıktır; yakin, ilimle, şahitlikle, tecrübeyle sabittir.

Kur’ân zanna dayanmayı yerer:

> “Onların çoğu zandan başka bir şeye uymaz. Zan ise hakikatten hiçbir şey ifade etmez.” (Yûnus, 36)

Yakin ise üç aşamadır:

İlme’l-yakîn: Bilgiyle kesinlik,

Ayne’l-yakîn: Gözle görerek kesinlik,

Hakke’l-yakîn: Bizzat yaşayarak kesinlik.

Malumat, zannı doğurur,
Marifet, yakine ulaştırır.

  1. Göz, Kulak ve Kalb Bilgisi: Hangisi Rehber Olmalı?

Göz, görüntüye odaklanır.

Kulak, sese dikkat kesilir.

Ama kalb, hakikate ulaşır.

Kur’ân, gözün ve kulağın ardından kalbi de sorumlu kılar:

> “Şüphesiz kulak, göz ve kalp; bunların hepsi sorguya çekilecektir.” (İsrâ, 36)

Bugün birçok insanın gördüğü şeyler, duyduğu bilgiler kalbine ulaşmadan uçup gitmektedir.
Bu yüzden kalbi ihmal eden bilgi, yığın hâlinde çürümeye başlar.

Sonuç: Bilgi Değil, Bilginin Ne Olduğu Önemlidir

İnsanı yücelten bilgi değil,
bilgiyi nasıl kullandığıdır.
Tıpkı yenilen yiyeceğin hazmedilip sindirilmesidir.

Hayal ile başlayan, şiirle süslenen, tasavvurla genişleyen bilgi;
ayetle ölçülüp, akılla tartılmadıkça,
kalple hissedilip yakine ermedikçe, marifete dönüşemez.

Her bilgi, marifete giden bir nehir olmalı,
zira hakikate varan bilgi, kalbi yüceltir ve insanı ebedi kurtuluşa götürür.

Özet:

Bu makalede; malumat–marifet, hayal–hakikat, şiir–ayet, tasavvur–taakkul, zan–yakin ve duyusal bilgi–kalbî bilgi arasındaki bağlantı ve geçiş noktaları işlenmiştir.
Malumatın marifete, hayalin hakikate, zannın yakine dönüşebilmesi için akıl, kalp, vahiy ve tefekkür süzgecinden geçmesi gerektiği anlatılmıştır.
Gerçek bilgi; sadece duyulan, görülen değil; kalpte yer eden ve insanı dönüştüren bilgidir. İlim, marifete dönüşmedikçe insanı kurtaramaz.

 

 




Çöküşten Kaosa: Batı’nın Telaşı, Doğu’nun Dirilişi

Çöküşten Kaosa: Batı’nın Telaşı, Doğu’nun Dirilişi

Giriş: Gölgeyi Büyütmekle Güneş Söndürülemez

Tarih boyunca hak ve batılın mücadelesi sadece silahlarla değil, fikirle, kültürle, inançla, hatta ümitsizlik ve korku üretimiyle yürütülmüştür. Günümüzde küresel ölçekte yaşanan savaşlar, ekonomik krizler, ahlaki çöküntüler ve toplumsal kaosların arka planında, iki derin korku ve iki büyük hedef vardır:

  1. Tahrif edilmiş dinlerin yıkılışını geciktirmek,
  2. İslam’ın yükselişini engellemek ve hiç olmazsa geciktirmek.

Bu iki hedefin motor gücü ise korkudur. Çünkü hakikatten korkanlar, hakikatin doğmasını geciktirmek için karanlık üretirler.

  1. Tahrifin Çöküşünü Ötelemek: Batı’nın İçten Çürüyen Mabedi

Hristiyanlık ve Yahudilik, asli ilahi kaynaklardan uzaklaşarak zamanla hem mana hem de yapı itibarıyla tahrif edilmiş ve ruhunu yitirmiştir. Kiliseler boşalmakta, genç nesiller inanç ve ilah fikrini sorgulamakta, ahiret inancı bir mitoloji gibi anlaşılmaktadır.

Bu çöküş, Batı’yı bir varoluş krizine sürüklemiştir.

İnsanî değerler yerini bencilliğe ve materyalizme,

Dinî yönelimler yerini sihir, paganizm ve okültizme bırakmıştır.

Fakat bu çöküş durdurulamaz. Çünkü hakikat, yıkılan putların arasından doğrulmaktadır.
Bu yüzden Batı, kendi iç çürümüşlüğünü saklayabilmek için dışarıda kaos üretmek zorundadır.
Zira huzurlu bir İslam toplumu, kendi perişanlığını daha görünür kılar.

  1. İslam’ın Güneşini Perdelemek: Terör, Savaş ve Medya Kalkanı

İslam, özünde neş’e veren, umut sunan, nizam ve huzur getiren bir dindir. Ve bugün hem aklı hem kalbi doyuran tek sahih din olarak dünyada hızla yayılmaktadır.

Avrupa’da camilere dönüşen kiliseler,

Amerika’da İslam’a giren binlerce insan,

Asya ve Afrika’da Kur’an merkezli uyanışlar,

batıl sistemleri rahatsız etmektedir. Çünkü bu uyanış, onların saltanatını sarsar.

İşte bu sebeple:

Terör İslam’a yamandırılır,

Müslüman coğrafyalar sürekli kaosa sürüklenir,

Medyada İslam, korku nesnesi olarak gösterilir.

Amaç, ümmeti ümitsizliğe düşürmek ve kendi çürüyen ideolojilerine suni bir canlılık katmaktır.
Zira kendi gençleri boşlukta ve ümitsizdir; Müslümanların imanındaki huzur, onların karanlık dünyasında yıldırım gibi parlamaktadır.

Batı’nın Telaşı, İslam’ın Dirilişinin Delilidir

Bugün İslam aleminin yaşadığı krizler, iç kargaşalar ve ekonomik darboğazlar, dışarıdan bakıldığında zayıflık gibi görünse de; aslında yeniden doğuşun sancılarıdır.
Çünkü tarih göstermiştir ki:

Zulüm arttığında adalet doğar.

Baskı büyüdüğünde iman yükselir.

Karanlık çoğaldığında sabah daha parlak doğar.

Batı’nın telaşı, İslam’ın uyanışının delilidir.
Tahrif edilmiş dinlerin çatırdayan mabedi, Kur’an’ın hakikat güneşinden kaçmaktadır.
Ama güneşin doğuşu engellenemez.

Bir Medeniyetin Sonu, Diğerinin Başlangıcıdır

Hristiyan Batı ve Siyonist sistem, modern sömürü düzenlerini ahlaksızlık, savaş, korku ve medya illüzyonlarıyla yürütmeye çalışsa da, bu çabalar bir çırpınıştır.

Artık güç ile değil hakikat ile hüküm sürülecek bir çağa girilmiştir.

Batıl ideolojiler çatırdamakta, Kur’an’ın sesi yeryüzünü sarmaktadır.

Zihinler arınmakta, kalpler uyanmaktadır.

Bu yüzden her Müslüman, kendi içindeki ümidi diri tutmalı, Kur’an ve sünnet ekseninde hayatını inşa ederek bu yeni doğuşa omuz vermelidir.

Sonuç ve Mesaj:

Bugün dünyayı kasıp kavuran savaşların, terörlerin, krizlerin arka planında iki temel korku vardır:

  1. Tahrif edilmiş dinlerin çöküşünü geciktirme korkusu.
  2. İslam’ın uyanışını perdeleme korkusu.

Ancak ne yaparlarsa yapsınlar, hakkın yükselişi mukadderdir.
Çünkü batıl zail olmaya mahkûmdur.
Kur’ân şöyle buyurur:

> “De ki: Hak geldi, batıl yok oldu. Şüphesiz batıl yok olmaya mahkûmdur.” (İsrâ, 81)

Özet:

Makale, küresel krizlerin ardındaki asıl sebebin; Batı’da çürümekte olan dinî yapının yıkılışını geciktirmek ve İslam’ın dirilişini perdelemek olduğunu vurgulamaktadır.
İslam coğrafyasında çıkarılan savaşlar, terör olayları ve medya propagandaları, hakikatin yükselişini bastırmaya yöneliktir.
Ancak Kur’an ve sünnete dayalı bir diriliş, bu oyunları boşa çıkaracaktır.
Hakkın doğuşu geciktirilebilir ama asla engellenemez.

 

 




Kazanmak mı, Kaybetmemek mi?

Kazanmak mı, Kaybetmemek mi?

İş Hayatından Ebediyete Uzanan Bir Denge Arayışı

Hayat bir kazanım ve kayıp mücadelesidir. İnsan da bu mücadelenin merkezindedir. Ticarette, bağlantılarda, ahlakta, dinde ve daha birçok alanda insanlar ya kazanmaya çalışır ya da kaybetmemeye.

Ama çoğu zaman bu iki kavram aynı şey değildir. Hatta bazen kazanmaya çalışırken, farkında olmadan kaybetmeye başlar insan. İşte bu noktada esas soru şudur:

Gerçek başarı, kazanmakta mı, yoksa kaybetmemekte midir?

Esnafın İhmal Ettiği Şey: Kazancın Gölgesinde Kayıp

Bir esnaf, dükkanını açar, işini büyütmeye çalışır, daha fazla kazanç elde etmeyi hedefler. Ancak çoğu zaman müşteri memnuniyetini, güveni, sadakati ikinci plana iter. Çünkü zihninde daima “ne kadar kazanırım” düşüncesi vardır, “kaç kişiyi kaybediyorum” sorusu değil.

Kazanca odaklı bu yaklaşım, kısa vadede getirisi olsa da, uzun vadede itibarın, güvenin, vefakâr müşterilerin kaybına sebep olur. Neticede para kazanılmıştır ama insan kaybedilmiştir.

Oysa para yeniden kazanılır. Ama kaybedilen bir kalp, çoğu zaman geri dönmez.

Aynı Hata: Dünya İçin Endişelenip Ebediyet İçin Umursamamak

Bu yaklaşım, sadece ticaret hayatında değil; ahiret yolculuğunda da geçerlidir. İnsan çoğu zaman cenneti kazanmayı hedefler. Namaz kılar, oruç tutar, ibadet eder. Fakat çok azı cehennemi kazanmamak üzerine düşünür.

Oysa asıl mesele, sırf cenneti istemek değil, cehennemi hak edecek şeylerden titizlikle uzak durmaktır. Çünkü bazı kazanımlar, içinde gurur, riya, gösteriş, hatta benlik barındırırsa, görünüşte sevap, hakikatte hüsran olabilir.

İki Yönlü Tedbir: Pozitif Eylem ve Negatif Korunma

Kur’ân’da “salih amel işleyin” emri kadar, “şirkten uzak durun”, “yalan söylemeyin”, “gıybet etmeyin”, “zulmetmeyin” gibi menfi emirler, yani kaçınma tavsiyeleri de yer alır. Çünkü sadece iyi işler yapmak yetmez; kötü işler yapmamak da gerekir.
İşte bu Takvadır ve vaciptir.

Mesela bir kimse hayatı boyunca yüzlerce hayır işlemiş olabilir. Ama bir kul hakkıyla gittiğinde o hayırların tümü karşıya devredilir. Yani kazanmış gibi görünen biri, aslında kaybetmiştir.

Kazançtan Evvel Mesuliyet:

Cenneti kazanmak isteyen kişi, önce cehennemi kazanabilecek davranışlardan uzak durmalıdır. Bu da bir mesuliyet bilinci ister:

Her sözümde hakikat var mı?

Her kazancımda helal var mı?

Her adımımda bir kul hakkı gizli mi?

Kalbimde bir kibir, bir riyakârlık var mı?

Bu sorular cenneti kazanmaktan çok, cehenneme girmemeye odaklı bir vicdan eğitimi sunar.

Hedefe Odaklı Değil, Hesaba Duyarlı Olmak

İnsan çoğu zaman hedefe odaklanır: “Cennet istiyorum.”
Ama hesaba duyarlı değildir: “Acaba bu amelim gerçekten kabul oldu mu?”

Tıpkı bir esnafın yalnız kazanca odaklanıp, müşteri memnuniyetini ihmal etmesi gibi…
Oysa ahiret hesabı çok daha incedir, çünkü şah damarından yakın olan bir Rabbin huzurunda verilecektir.

Sonuç: Cennet Kazanılmaz, Cehennem Kaybedilerek Hak Edilir

Bu ince farkı Bediüzzaman ne güzel özetler:

> “Cennet ucuz değil, cehennem dahi lüzumsuz değil.”

Bu hayat, sadece kazanmaya odaklı bir yarış değildir. Bazen durmak, beklemek, susmak, sabretmek, uzak durmak da ebedi saadeti kazandırır.

Gerçek basiret, sadece “ne kazanırım?” sorusunu değil, “ne kaybedebilirim?” sorusunu da sormaktır.

Özet:

Bu makale, “kazanmak mı, kaybetmemek mi?” sorusu üzerinden hem ticari hayattaki hem de manevi hayattaki yanlış bakış açılarını ele alır.
Esnafın sadece kazanca odaklanıp müşteri kaybını düşünmemesi gibi, insan da bazen sadece cenneti istemekle yetinip cehenneme götürecek davranışları ihmal edebilir.
Oysa asıl başarı, sadece kazanmaktan ziyade, kaybetmemeyi başarmaktır.
Cenneti hak etmek, cehennemi kazandıracak günahlardan kaçınmakla mümkün olur.

 




Uyananları Susturmak: Tarihin Sessiz Horozları

Uyananları Susturmak: Tarihin Sessiz Horozları

“Horozu değil sesi susturdular.”

Tarihin her döneminde, sabahın erken saatlerinde ötüp köyü uyandıran horozlar gibi, milletleri gafletten uyandırmak isteyenler olmuştur. Onlar hakikati haykırmış, yanlışlara itiraz etmiş, halkın aklını, kalbini ve vicdanını harekete geçirmeye çalışmıştır. Ancak bu uyanış, uykusunu seven, rahatını bozmaya yanaşmayanlar tarafından bir tehdit olarak görülmüştür.

Muhammed Hüseyin Şehriyar’a atfedilen sözlerde bu hakikat veciz şekilde ifade edilir:

> “Köyde bir horoz vardı. Her sabah bağırıp dururdu. Bir gün sesi kesildi. Sahibine ‘Horozun sesi neden gelmiyor?’ dedim. Dedi: ‘Cemaat şikayet etti, bizi uyandırıyor, bırakmıyor ki uyuyalım. Ben de kafasını kestim.’ O gün anladım ki halkı uyandırmak isteyenlerin başını kesiyorlar.”

Bu sadece bir köy hikâyesi değil; aynı zamanda Hz. İbrahim’den İmam Hüseyin’e, Hallâc-ı Mansur’dan Bediüzzaman’a, Malcolm X’ten modern çağın suskun şairlerine kadar birçok uyanık ruhun akıbetini anlatan bir hakikat tablosudur.

Uykuda Rahat Edenler ve Hakikate Alışamayanlar

Hakikatin sesi rahatsız edicidir. Çünkü o, düzen bozandır. Uyuyanı kaldırır, yanlışa alışanı sarsar, karanlığa gözünü alıştırmış olanı kör eder. Bu yüzden nice hakikat sesi, “cemaat”in huzuru bozulmasın diye susturulmuştur.

Ancak gerçek şu ki, bu susturmalar geçicidir. Zira horoz susturulsa bile sabah yine gelir. Hakikatler ertelense bile tecelli eder. Fakat bu süreçte en büyük kayıp, uyanma imkânını kaybeden halkın kendisidir.

Tarihin Uyanıkları: Sürgün, Zindan, İdam

Tarih, horozlarını susturan toplumların çöküşünü de yazmıştır. Çünkü horozun susturulması sadece bir sesi değil, aynı zamanda bir istikbali, bir ıslahı ve bir inkılâbı da öldürmektir. Peygamberleri taşlayan kavimler, filozoflarını zehirleyen şehirler, hakikat adamlarını zindanlara tıkan devirler… Hepsi aynı yanlışa düştüler: Rahatsız oldukları sesi susturmak.

Modern Dünyada Yeni Susturma Yöntemleri

Bugünün dünyasında artık horozların başı kesilmiyor belki. Ama sesleri bastırılıyor: Sansürle, algoritmalarla, itibarsızlaştırmayla… Hakkı söyleyenler ya marjinalleştiriliyor ya da görünmez kılınıyor. Bu çağda susturma daha sofistike, daha dijital, ama özünde aynı: Uyanış istenmiyor.

Gerçek Uyanış: Horoz Olmak Cesareti

Bugün asıl ihtiyaç, halkı uyandırmak uğruna horoz gibi ötmeyi göze alan yüreklerdir. Bu kolay değildir; çünkü sesinizi beğenmeyecekler, sizi susturmak isteyenler olacak. Ama tarih, sabahı müjdeleyen horozların hatırasını yaşatır, uyandırdığı insanları değil.

Özet:

> Horoz, hakikati haykıranları; köylü, gaflet uykusuna yatan halkı; katli, susturulmayı temsil eder.

Tarih boyunca hakikat adamları ya susturulmuş ya da itibarsızlaştırılmıştır.

Hakikat rahatsız edicidir; uykuda kalmak isteyenler uyanık sesi istemez.

Gerçek değişim, hakikati haykıran cesur insanların sesini korumakla mümkündür.

Son Söz:
Bugün her zamankinden daha fazla horozlara ihtiyacımız var. Uyandıran değil, susturan suçludur. Unutma: Sabah horozsuz da gelir; ama onun sesi olmadan birçok kişi hâlâ gece zanneder.