Hilafetin Gölgesinde: Abbasîlerden Deccal’a Uzanan Hikmetli Bir Yolculuk

Hilafetin Gölgesinde: Abbasîlerden Deccal’a Uzanan Hikmetli Bir Yolculuk

Giriş: Hilafetin Bir Kader Yolculuğu

İslâm tarihinin en dikkat çekici ve en az anlaşılan hadislerinden biri, sahih kaynaklarda yer alan şu cümledir:

> “لَنْ تَزَالَ الْخِلَافَةُ فٖى وِلْدِ عَمّٖى صِنْوِ اَبِى الْعَبَّاسِ حَتّٰى يُسَلِّمُوهَا اِلَى الدَّجَّالِ”
“Benim amcam, pederimin kardeşi Abbas’ın evladında hilafet-i İslâmiye devam edecek. Ta ki Deccal’a, o hilafeti -yani saltanat-ı hilafet- teslim edene kadar.”Şualar

Bu hadis, sadece bir tarihi haber vermekle kalmaz; aynı zamanda bir hikmeti, bir ibreti ve bir ikazı içinde barındırır. Çünkü burada bahsedilen süreç, İslâm ümmetinin zahiren güçten düşmesiyle birlikte batıni bir tehlikenin ortaya çıkacağını gösterir. Hilafet gibi yüce bir makamın, sonunda Deccal gibi müfsid bir şahsa intikal etmesi, sadece siyasi değil, aynı zamanda derin bir manevî gerilemenin de ifadesidir.

  1. Abbasîler: Hilafetin Siyasi Yüzü

Abbâsîler, Hz. Abbas’ın neslinden gelen bir hanedandır. Bu hanedan, Emevîlerin yıkılışından sonra hilafeti devralmış ve İslâm dünyasının önemli bir dönemine damga vurmuştur. İlmî, kültürel ve siyasî açılardan parlak bir dönem geçirmişlerse de, zamanla zayıflamış ve hilafet sadece bir isimden ibaret kalmıştır. Özellikle Moğol istilaları sonrası, Abbâsî hilafeti sembolik bir niteliğe bürünerek Memlûkler ve Osmanlılar döneminde temsili bir hâle gelmiştir.

Bu durum, bir manada hadisin işaret ettiği “hilafetin içinin boşalması” sürecidir. Zahirde hilafet devam etmekte ama manada bir yıpranma, hatta bir terk ediliş söz konusudur.

  1. Hilafetin Deccal’a Teslimi: Zahirîden Batınîye Kayış

Hadiste geçen “Deccal’a teslim” ifadesi, sadece fizikî bir devri anlatmaz. Bu, aynı zamanda hakikatin yozlaştırılması, zahirin hakikatten koparılmasıdır. Çünkü Deccal, İslâmî hakikatleri ters yüz eden, bâtılı hakikat gibi sunan bir figürdür. Deccal’ın eline geçen hilafet, artık bir rahmet aracı değil, bir tahribat vasıtası hâline gelir.

Hilafet, asli fonksiyonu olan adaleti tesis, dini muhafaza ve ümmeti bir arada tutma vasfını kaybedince, onun yerine gelen güçler bu boşluğu zulüm, fitne ve istibdatla doldurur. Bu açıdan Deccal sadece bir şahıs değil, bir zihniyet, bir sistem, hatta küresel bir inkâr organizasyonunun temsili olarak karşımıza çıkar.

  1. Ders: Zahirin Parıltısına Aldanma

Bu hadis-i şerif, bize önemli bir hakikati öğretir: İsmin, unvanın, makamın zahiri vardır; ama asıl olan onun mazmunudur. Hilafet ismen devam etse de ruhen Deccal’a hizmet ediyorsa, o artık bir rahmet değil, bir musibet vesilesidir. Bu yüzden sadece şekle, görünüşe değil; mana, gaye ve fonksiyona bakmak gerekir.

Tarihte birçok kavram, içi boşaltılarak istismar edilmiştir. Din, ilim, adalet, hilafet… Hepsi hakikaten yüce mânâlar taşır; ama yanlış ellere geçince hakkın zıddı hâline gelir. Nitekim Kur’an’ın ifadesiyle:

> “Onlar sözlerin en güzelini duyarlar, fakat onu tersyüz ederler.”
Bu da Deccal zihniyetinin temel vasfıdır: Hakkı bâtıl, bâtılı hak gösterir.

  1. Bugün İçin Mesaj: Yeni Bir Hilafetin İnşası

Bu hadis, bizlere karamsarlık değil, uyanıklık ve şuur telkin eder. Hilafetin Deccal’a geçişi, bir bitiş değil, Mehdi’nin zuhurunun mukaddimesidir. Çünkü bozulma en zirveye vardığında, ıslahın da vakti gelmiştir.

Bugün Müslümanlar olarak yeniden hilafeti, yani birlik, adalet, hikmet ve maneviyat merkezli bir ümmet bilincini inşa etmekle mükellefiz. Zahiri değil, hakikati esas alan bir hilafet anlayışı ancak bu tehlikeyi bertaraf edebilir.

Sonuç: Gölge ile Hakikat Arasında Hilafet

Hadis-i şerifin işaret ettiği süreç, sadece bir siyasi tarih değil; aynı zamanda bir iman ve fikir imtihanıdır. Hilafet makamı nasıl ki yeryüzünde Allah’ın adaletini ve rahmetini temsil ediyorsa, Deccal zihniyeti de bu makâmı ifsat etmek için pusuya yatmış bir bozgunculuk hareketidir.

Hilafeti korumak; unvanı, sarığı, tahtı değil; onun yüklediği hakikati, sorumluluğu ve ruhu korumaktır.

Özet:

Bu makalede, sahih bir hadis-i şerifte geçen “Hilafet Abbasoğullarında kalacak, ta ki Deccal’a teslim edilinceye kadar” ifadesi ışığında İslâm tarihindeki hilafet süreci ele alınmıştır. Hadis, hilafetin sadece siyasi bir yapı olmadığını, aynı zamanda manevî bir temsil ve emanet olduğunu ifade eder. Zahirde devam eden fakat ruhen bozulan bir hilafetin, Deccal gibi bir müfsid zihniyetin eline geçmesi, sadece tarihsel değil, aynı zamanda teolojik bir ikazdır. Bugün Müslümanlara düşen görev, bu ibretli süreçten ders alarak, yeniden bir hikmet, adalet ve vahdet merkezli hilafet bilinci inşa etmektir.

 

 




İman Cephesi: Mezara Doğru Adımlarken Bile Susmayan Bir Kalbin Feryadı

İman Cephesi: Mezara Doğru Adımlarken Bile Susmayan Bir Kalbin Feryadı

“Bir tek gayem vardır: O da mezara yaklaştığım bu zamanda, İslâm memleketi olan bu vatanda Bolşevik baykuşlarının seslerini işitiyoruz. Bu ses, âlem-i İslâm’ın iman esaslarını zedeliyor. Halkı, bilhassa gençleri imansız yaparak kendisine bağlıyor. Ben bütün mevcudiyetimle bunlarla mücadele ederek gençleri ve Müslümanları imana davet ediyorum. Bu imansız kitleye karşı mücadele ediyorum. Bu mücahedem ile inşâallah Allah huzuruna girmek istiyorum, bütün faaliyetim budur. Beni bu gayemden alıkoyanlar da korkarım ki Bolşevikler olsun! Bu iman düşmanlarına karşı mücahede açan dindar kuvvetlerle el ele vermek, benim için mukaddes bir gayedir. Beni serbest bırakınız. El birliğiyle, komünistlikle zehirlenen gençlerin ıslahına ve memleketin imanına, Allah’ın birliğine hizmet edeyim.”
Şualar

Bediüzzaman Said Nursî’nin yukarıdaki ifadeleri, sadece bir şahsî serzeniş değil; aynı zamanda bir devrin imanla küfür, hakikatle sapkınlık, nurla zulmet arasındaki mücadelesinin özetidir. Bu cümleler, hem bir hayatın muhasebesi hem de bir milletin akıbetini belirleyecek fikrî bir direnişin meşalesidir.

Bir Feryadın Arka Planı: Mezara Yaklaşırken Bile Durmayan Azim

“Mezara yaklaştığım bu zamanda…” diyerek söze başlayan bu beyan, dünyaya veda etmek üzere olan bir mü’minin en büyük endişesini dile getirir: Allah’a kavuşmadan önce O’nun dinine, imanına, kelamına son bir hizmet daha edebilmek… Bu endişe, bir nevi hakiki tevhid ehlinin hayat düsturudur. İnsan yaşlanınca dinlenmeyi değil, son nefesine kadar hizmet etmeyi murad eder.

Nursî’nin feryadı, sadece şahsî bir imtihan değil; İslâm coğrafyasının maruz kaldığı fikrî bir istila tehlikesinin ifşasıdır. Bolşevik rejimlerin temsil ettiği dinsiz, materyalist, inkârcı sistemlerin, özellikle gençleri hedef alarak iman esaslarını yıkmaya çalıştığını dile getiriyor. Çünkü gençlik, bir milletin hem ruhudur hem de yarınıdır. Eğer gençlik zehirlenirse, milletin istikbali kararır. İşte Said Nursî, bu fikrî saldırıya karşı fikrî bir cihad açmıştır.

Bolşevik Baykuşlarının Sesi: Din ve Değer Düşmanlığı

“Bolşevik baykuşları” ifadesi, sadece siyasî bir rejimi değil, onun taşıdığı manevî çöküşü de anlatır. Baykuş, sessizliğin, uğursuzluğun, karanlığın sembolüdür. Bolşeviklik ise Allah’ı, ahireti, dini inkâr eden, insanı sadece maddeden ibaret sayan bir inançsızlıktır. Bu sesin Müslüman bir vatanda yankılanması, sadece coğrafyanın değil, zihniyetlerin işgal altında olduğunun delilidir.

Said Nursî bu noktada İslâm’ın, Kur’ân’ın, iman esaslarının müdafaasını bir ömür boyu yaptığı gibi, mezara yürürken bile elden bırakmıyor. Çünkü iman, sadece bir tercih değil; bir mesuliyet, bir emanettir.

İman Cephesinde Yer Almak: Tarafsızlık İhanettir

Bediüzzaman’ın “Bu iman düşmanlarına karşı mücahede açan dindar kuvvetlerle el ele vermek, benim için mukaddes bir gayedir” cümlesi, safını açıkça belli eden bir müminin haykırışıdır. Bu bir siyasî tercih değil, imanî bir vecibedir. Çünkü küfrün cephesi birleşmişken, imanın mücahitleri birbirinden uzak durursa, bu gafletin vebali ağır olur.

Bugün de benzer bir tabloyla karşı karşıyayız. Modern zamanların baykuşları artık sadece bir ideolojiye değil; sosyal medya, sinema, akademi, sahte özgürlük sloganları, dinî yozlaşmalar gibi birçok kılıkta karşımıza çıkmakta. Gençlik, hâlâ hedefte. Fikirler hâlâ saldırı altında. Ve hâlâ iman ehli bir mücadele bekleniyor.

Mücadele Alanı: Kalem, Kelâm, Dua ve Davet

Said Nursî, mücadelesini silahla değil, kalemle yapmıştır. Risale-i Nur’lar, bir cephanedir. Gençlerin akıllarındaki şüpheleri def edecek, kalplerini hakikate ısındıracak bir iman dersidir. Bu çağrının bugünkü muhatapları bizleriz. Onun yaptığı gibi, biz de bugünün imansızlık tuzaklarına karşı kalemle, kelâm ile, dua ile, ahlâk ile karşı koymakla mükellefiz.

Sonuç ve Özet:

Bediüzzaman Said Nursî’nin bu feryadı, yaşadığı dönemin imanî krizine karşı bir nevi vasiyetnâme gibidir. O, hayatının son demlerinde bile din düşmanlarına karşı mücadele azmini sürdürmekte; gençliği, milleti, ümmeti iman noktasında diriltme gayesini yitirmemektedir. Onun bu dâvâsı bugün de geçerliliğini sürdürmektedir. Çünkü tehlike şekil değiştirse de mahiyet değişmemiştir. Bugün de iman, tehdit altındadır. Ve iman ehli, yine bu fikrî cihada davet edilmektedir.

Özet:
Bu metin, Said Nursî’nin hayatının sonlarında kaleme aldığı bir iman manifestosudur. Bolşevik ideolojinin gençlik üzerindeki etkisine karşı uyarı niteliğinde olup, iman düşmanlarına karşı kalemle yapılan fikrî cihadın önemini ifade eder. Bugün de benzer tehditler karşısında iman ehline düşen vazife; bu çağrıya kulak verip, gençliği Kur’ân ve iman hakikatleriyle buluşturmaktır.

 

 




Hâl Lisanı: Sessiz Konuşan Hakikat

Hâl Lisanı: Sessiz Konuşan Hakikat

> “Lisan-ı hâl, lisan-ı kālden daha kuvvetli ve tesirli konuşuyor.”
— Bediüzzaman Said Nursî, Şualar

İnsan, sadece konuşan bir varlık değildir; yaşayan, gösteren ve örnek olan bir varlıktır. Kimi zaman bir bakış, bir duruş, bir sabır ve bir tebessüm; yüzlerce kelimeden daha etkili olabilir. Çünkü söz, kulaktan geçer; hâl ise doğrudan kalbe dokunur. İşte bu yüzden Bediüzzaman Hazretleri, “Lisan-ı hâl” yani hal dili, söz dilinden daha kuvvetlidir derken; sadece retorik değil, ahlak, davranış, duruş ve temsil gücüne dikkat çeker.

Lisan-ı Hâl Nedir?

Lisan-ı hâl; kişinin yaşantısıyla, tavrıyla, duruşuyla, niyetiyle ve ahlaki hâliyle verdiği mesajdır. Bu dil sessizdir ama tesiri yüksek bir çığlıktır. Bir mü’minin sabrı, vakar içinde duruşu, helale sadakati, haramdan uzak duruşu, muhtaçlara karşı merhameti, isyan yerine rıza göstermesi gibi davranışları; dinin hakikatlerini sözsüz bir şekilde tebliğ eder.

Lisan-ı Kāl Yetersiz Kalabilir, Ama Hâl Asla Aldatmaz

Konuşmak kolaydır; ama yaşamak zordur. Vaaz etmek, nasihat vermek, doğruları dillendirmek herkesin harcıdır. Ama o doğrularla yaşamak, sabırla örnek olmak, nefse karşı koymak büyük bir irade ister. Bu yüzden:

Söz ile “tevekkül” anlatılır ama musibete sabırla göstermek anlatmaktan daha etkilidir.

Dil ile “infak”ın fazileti anlatılır ama gizlice yapılan bir sadaka, binlerce nutuktan daha kalıcıdır.

“Tevazu”dan bahsedilir ama bir kırık kalbi tamir etmek, en güzel ders olur.

Peygamberlerin Tebliği: Hâl ile Sözün Birleştiği Üsve-i Hasene

Peygamberlerin en büyük mucizelerinden biri de, söylediklerini yaşamalarıydı. Onların hâlî, kāllerinden daha kuvvetliydi. Hz. Peygamber (sav) bir ahlak modeli idi. Sabırda zirveydi, affetmede eşsizdi, adalette şaşmazdı. Onun yaşantısı, İslam’ın canlı bir tercümesiydi. Bu yüzden Kur’an, onun şahsını “en güzel örnek (üsve-i hasene)” olarak tanımlar.

Risale-i Nur Talebesi Hâl Diliyle Konuşmalıdır

Risale-i Nur hizmeti, sadece ilimle değil, temsil ile taşınabilir. En güzel ders, en parlak afiş, en etkili konuşma; mütevazı, sabırlı, ihlaslı ve faziletli bir hayat ile desteklenmediği sürece sönük kalır. Cemaat ruhu, hâl ile yoğrulmuş bir imani duruştur. Bu yolda:

Hakkı konuşmak kadar, hakkı yaşamak önemlidir.

Güzel söz kadar, güzel niyet ve güzel ahlak önemlidir.

Sözlü tebliğ kadar, hal diliyle tebliğ gereklidir.

Toplumda Tesirin Sırrı: Hâl ile Güven Vermek

Bugünün insanı, nasihat yorgunudur; ama örnek insana muhtaçtır. Gençler, dinden değil; dindarların tutarsızlığından uzaklaşmaktadır. Bu yüzden artık sözden çok yaşantı inandırır.

> Bir anne-babanın sabırla çocuğa gösterdiği merhamet,
Bir öğretmenin adaleti,
Bir esnafın helal titizliği,
Bir alimin tevazusu…
Binlerce sayfalık kitabın yapamayacağını yapabilir. Çünkü hâl, hakikatin suretidir.

Sonuç: Susarak Konuşmak

“Lisan-ı hâl, lisan-ı kālden daha kuvvetlidir.” Çünkü hâl, bir davanın şahididir. Gözle görünür, kalbe işler, ruha dokunur. Bugün, doğruyu yaşamak, onu dillendirmekten daha ehemmiyetli hâle gelmiştir. Gerçek irşad, hal ile olur. İnsan, ne söylediğinden çok, neyi nasıl yaşadığı ile anlaşılır.

Özet:

Bu makalede, Risale-i Nur’da geçen “Lisan-ı hâl, lisan-ı kālden daha kuvvetlidir” ifadesi etrafında şu temel noktalar ele alınmıştır:

Lisan-ı hâl, yaşantı ile yapılan sözsüz tebliğdir.

Söz kolaydır, ama hâl ile temsil kalıcı ve derindir.

Peygamberler, hâlleriyle sözlerini teyit eden örneklerdir.

Risale-i Nur’un etkisi, hal diliyle yaşandığında çoğalır.

Bugünün dünyasında hâl, en etkili tebliğ ve irşad yoludur.

Unutmayalım: Sözler kulakta kalabilir, ama hâl kalbe işler ve unutulmaz.

 

 




SEVGİSİZLİĞİN ÇÖLÜNDE: YAŞAYANLARA UNUTULMUŞ MERHAMET

SEVGİSİZLİĞİN ÇÖLÜNDE: YAŞAYANLARA UNUTULMUŞ MERHAMET

Dervişe sormuşlar: “Ne anladın dünyadan?”
Cevabı, bir çağın ruh hâlini özetliyordu:
“Ölülerin sevgiyle anıldığı, yaşayanların sevgisizlikten öldüğü bir dünyaya şahit oldum…”

Ne hazindir ki, bugün birçok kalp hayatta ama hissetmeden, görülmeden, sevilmeden yaşamaktadır. Nice mezar taşı çiçeklerle süslenir, ama yanı başımızdaki komşunun, eşin, evladın, yaşlının yüreğine bir tek çiçek bırakılmaz. Merhametin ölülere saklandığı, dirilerin duygusal kıtlıkla kıvrandığı bir zamanın içindeyiz. Bu, sadece bireysel bir mesele değil; medeniyetin çöküşünü haber veren bir kalp iflasıdır.

YAŞAYANLAR UNUTULDU, ÖLÜLERE AĞIT MODA OLDU

İnsan öyle garip bir hâle büründü ki, ölüler için düzenlenen törenler, yaşayanlar için verilmesi gereken kıymeti gölgede bıraktı. Annemize sağken bir çiçek almayı erteledik; öldüğünde mezarına her bayram demet demet çiçek götürdük. Yaşarken bir “özür” ya da “teşekkür” çok görüldü; öldükten sonra mermer taşlara altın harflerle övgüler kazındı.

Bu bir sevgi değil, bir çelişkidir. Çünkü gerçek sevgi, yaşarken kıymet bilmektir. Ölünün toprağına çiçek dikmek değil, yaşayanın gönlüne su vermektir asıl olan. Ama biz bu basit hakikati kaybettik.

MODERN ÇAĞIN EN DERİN YARASI: SEVGİSİZLİK

Bugün insanlar yalnızlıktan değil, değersizlikten ölüyor. Hastalıktan değil, ilgisizlikten çöküyor. Şehirler büyüdü ama kalpler küçüldü. Komşuluk bitti, kardeşlik sanal âlemlere hapsoldu. Bayramlar ekranın öte yanında, taziyeler mesaj kutusunda yaşanıyor artık.

Oysa Allah insanı sevgiyle yarattı. Kur’ân’daki “vedûd” ismi, sevginin kaynağı olan Allah’ı anlatır. Sevgi, sadece duygu değil, bir kulluk halidir. “Merhamet etmeyene merhamet olunmaz.” buyruğu, bu ilahî dengeyi gösterir.

MEZARLIKLARA DEĞİL, KALPLERE ÇİÇEK EKMEK GEREK

Bir dostum şöyle demişti: “Keşke insanlar, öldükten sonra gösterdikleri ilgiyi birbirine hayattayken gösterebilseydi; belki de kimse yalnız ölmezdi.”
Haklıydı. Çünkü mezarlıklar, geç kalmış vicdanların süslü bahçesine dönüşmüştü.

Gerçek bahçıvanlık, ölülere çiçek dikmek değil, yaşayanların kuruyan kalbine merhametle dokunmaktır. Bir çocuğun başını okşamak, bir ihtiyara hâl hatır sormak, kırılmış bir kalbi tamir etmek… Bunlar bugün sevgiye susamış dünyanın en büyük ihtiyacıdır.

DERDİMİZ TEKNOLOJİ DEĞİL, HİSSİZLİK

Çağımızın krizi teknoloji değil, kalpsizliktir. Evin en güzel yerinde televizyon var ama kimse kimsenin gözünün içine bakmıyor. Binlerce takipçimiz var ama bir elin parmakları kadar yarenimiz yok. Cenazelerde ağlıyoruz, ama yaşarken sarılmaya utandık. İşte dervişin sözünde tam da bu var:
“Yaşayanların bahçesini talan ettiler…”

NE YAPMALI?

Önce sevdiklerimize sağken kıymet verelim.

Arayıp hâl hatır sormak sadakadır, unutmayalım.

Gönülleri onarmak, mermer mezarları süslemekten daha faziletlidir.

Sevgi, gösterilmediğinde yok sayılır. Yaşarken gösterilmeyen merhametin telafisi yoktur.

Ve nihayet, ölmeden evvel birbirimizin gönlüne ölmeyecek izler bırakalım. Çünkü toprak her şeyi örter ama yaşanmamış sevgiyi örtmez.

ÖZET

Bu çağın en büyük çelişkisi, ölüleri sevgiyle anarken, yaşayanları sevgisizlikten öldürmektir. Mezar taşları çiçeklenirken, yanımızdaki insanların yürekleri solmaktadır. Merhamet ve ilgi, sadece ölüm sonrasına bırakılmamalı; yaşarken verilmelidir. Aksi hâlde dervişin dediği gibi, “ölülerin toprağına çiçek eker, yaşayanların bahçesini talan ederiz.” Bu dünyada en büyük ihtiyaç; yaşarken kıymet bilmek, sağken sarılmak ve birbirimizi Allah için sevmektir.

 

 




Başlıksız Cumhuriyet: Hulefa-i Raşidîn Döneminde Hakikat Temelli Adalet ve Hürriyet

Başlıksız Cumhuriyet: Hulefa-i Raşidîn Döneminde Hakikat Temelli Adalet ve Hürriyet

“Hulefa-i Raşidîn, her biri hem halife hem reisicumhur idi. Sıddık-ı Ekber (ra) Aşere-i Mübeşşere’ye ve sahabe-i Kiram’a elbette reisicumhur hükmünde idi. Fakat manasız isim ve resim değil belki hakikat-i adaleti ve hürriyet-i şer’iyeyi taşıyan mana-yı dindar cumhuriyetin reisleri idiler.”
Şualar

Tarih boyunca birçok devlet kuruldu, yıkıldı, rejimler değişti, isimler ve unvanlar farklılaştı. Lakin hakikatin özü, belirli kavramların ötesine geçerek zaman üstü bir nitelik taşır. İşte İslam tarihinin en parlak dönemlerinden biri olan Hulefa-i Raşidîn (Dört Halife) dönemi, şeklen bir cumhuriyet adını taşımasa da ruhen, manen ve esasen hakiki bir “dindar cumhuriyet” anlayışını temsil eder.

Adaletin ve Hürriyetin Temsilcileri

Bediüzzaman Said Nursî’nin de ifade ettiği gibi, Hz. Ebu Bekir (ra) ve onu takip eden halifeler, sadece birer yönetici değil; aynı zamanda adaletin, hakkaniyetin ve şer’î hürriyetin timsali oldular. Bu zatlar, halktan üstün değil, halkla birlikteydiler. Halkın içinden geldiler, halkın sözcüsü oldular, kendilerini ümmetin hizmetkârı olarak gördüler. Hz. Ebu Bekir’in hilafetinde yaptığı ilk konuşma buna şahittir:

> “Ey insanlar! Sizin en hayırlınız olmadığım hâlde başınıza emir tayin edildim. Eğer doğru gidersem bana yardım edin, eğer saparsam beni düzeltin…”

Bu söz, halk iradesine saygıyı, denetimi ve yöneticinin hesap verebilirliğini açıkça ortaya koymaktadır.

Unvan Değil, Mâna Mühimdir

Modern çağda “cumhuriyet”, “demokrasi”, “başkan”, “meclis” gibi kavramlar, bir rejimin halk tarafından yönetilmesi anlayışını temsil eder. Fakat bu kavramların hakikati taşıyıp taşımadığı, onların muhtevasıyla ölçülür. Şayet bir sistemde sadece isim olarak cumhuriyet varsa, ama adalet, eşitlik ve hürriyet yoksa; o isim bir suretten ibarettir. Hulefa-i Raşidîn dönemi ise, isimden değil, esastan yola çıkar. Orada hak, halkın ve hakkın merkezindedir. Dönemin yöneticileri, yalnız halktan değil, Allah’tan da korkan, ahireti düşünen, görevini bir emanet bilen müminlerdi.

Danışma ve İstişare

İslam’ın temel prensiplerinden biri olan “şûrâ”, yani danışma, bu dönemde etkin biçimde uygulanmıştır. Halifeler kararlarını tek başına değil, sahabelerin görüşleriyle şekillendirmiştir. Bu anlayış, günümüz meclis sisteminden daha içten, daha hesaplı ve daha manevîdir. Bir kararı uygulamadan önce ümmetin kanaatine başvurmak, halkın sesini dikkate almak, şura ile istikamet belirlemek… İşte hakiki cumhuriyetin ruhu budur.

İsimden Önce Ruh ve Hikmet Gerek

Bugünün dünyasında halkın iradesi denilince genellikle sandık ve oy anlaşılır. Oysa İslam’da halkın iradesi, hakkı tercih etme kudretidir. Bu irade, sırf çoğunluğun istediği değil; Hakk’ın ve hikmetin rehberliğinde olan tercihtir. Hulefa-i Raşidîn döneminde bu tercih, Kur’an ve Sünnet ışığında şekillenmiştir. O yüzden o dönem bir “altın çağ” olmuştur. Sadece Müslümanlar için değil, tarih boyunca hakkı arayan tüm insanlar için bir numune-i imtisal olmuştur.

Özet:

Hulefa-i Raşidîn dönemi, isimde değil; özde bir “dindar cumhuriyet” modelidir. Hz. Ebu Bekir’den Hz. Ali’ye kadar bu dört halife, adaletin, istişarenin, şer’î hürriyetin ve halkla iç içe bir yönetimin temsilcileri oldular. Bediüzzaman’ın ifadesiyle onlar, manasız isim ve resim değil, hakikat-i adalet ve hürriyet-i şer’iyeyi taşıyan ruhu yaşatmışlardır. Bu nedenle, İslam tarihinde sadece bir yönetim değil, aynı zamanda zaman üstü bir adalet ve hikmet modeli olarak yer almışlardır. Bugünün dünyasında bu ruhu anlamak ve tekrar ihya etmek, hem ümmetin hem insanlığın huzuru için zaruridir.

 

 




Cennet Ucuz Değil: İmtihan, Hikmet ve Rızanın Yolculuğu

Cennet Ucuz Değil: İmtihan, Hikmet ve Rızanın Yolculuğu

“Evet, cennet ucuz değil. İki hayatı imha eden küfr-ü mutlaktan kurtarmak, bu zamanda pek çok ehemmiyetlidir. Bir parça meşakkat olsa da şevk ve şükür ve sabırla karşılamalı. Madem bizi çalıştıran Hâlık’ımız Rahîm ve Hakîm’dir; başa gelen her şeyi rıza ile sevinç ile rahmetine, hikmetine itimat ile karşılamalıyız.”
Şualar

“Bizi çalıştıran Rahîm ve Hakîm ise, başa gelen her şeyde bir hayır vardır.”

İnsan, iki büyük sermaye ile bu dünyaya gönderilmiştir: Hayat ve iman. Bu iki sermayeyi doğru kullanmak, ebedî bir saadetin anahtarıdır. Ancak bu saadet ucuz değildir. Zira cennet, boş ve zahmetsiz bir arzu değil; sabırla, şükürle, sebatla örülen bir emek meyvesidir. Bediüzzaman Said Nursî’nin Şualar’da ifade ettiği gibi, “Cennet ucuz değil” ve “iki hayatı imha eden küfr-ü mutlaktan kurtulmak, bu zamanda pek çok ehemmiyetlidir.”

İki Hayat: Dünya ve Âhiret

İnsanın önünde iki hayat vardır: Biri geçici dünya hayatı, diğeri ise ebedî olan ahiret. Küfür, sadece bu dünyayı değil, ahireti de yok eder. Bir insan küfrü mutlakta (tam inkârda) kalırsa, bu dünya hayatı anlamsız bir azaba; ahiret ise karanlık bir hüsrana dönüşür. Bu yüzden iman hakikatlerini anlatmak, yaşamak ve yaşatmak, en büyük cihatlardan biri hâline gelir. Çünkü bu bir kurtarma operasyonudur. Bir insanı küfürden kurtarmak, sadece bir şahsı değil, onun iki hayatını da kurtarmaktır.

İmtihan: Zahmette Rahmet Saklıdır

Mü’minin dünyası meşakkatle doludur. Ancak bu zorluk, başıboş ve anlamsız değildir. Çünkü o zorlukları gönderen Zât, Rahîm (sonsuz merhamet sahibi) ve Hakîm (her işinde hikmet olan) olan Allah’tır. Eğer başımıza bir sıkıntı geldiyse, onun içinde bir rahmet ve terbiye hikmeti gizlidir. Bu da bizi teselli eder. Çünkü biliyoruz ki: “Bizi çalıştıran Rahîm ve Hakîm’dir.” Bir Müslüman bu şuura erdiğinde, imtihanı bir ceza değil, bir terakki vesilesi olarak görür.

Rıza: Başımıza Gelenle Barışmak

Sabır, sadece diş sıkmak değildir. Şikâyetsizliğin, teslimiyetin ve Allah’a güvenin adıdır. Rıza ise daha üst bir makamdır: Gelenin hoş karşılanması, her şeyin Allah’tan olduğunu bilerek gönül huzuru ile kabullenilmesidir. Zorluk karşısında rıza göstermek, acıyı bal eylemektir. Çünkü mü’min bilir ki:

> “Başa gelen her şeyi rıza ile, sevinç ile, rahmetine ve hikmetine itimat ile karşılamalıyız.”

Bu teslimiyet, insanı hem dünya hem ahiret saadetine götürür.

Bu Zamanda Hizmetin Ehemmiyeti

Zamanımızda küfr-ü mutlak, yani inançsızlık, örgütlü, sistemli ve yaygın bir şekilde insanlığı kuşatmaktadır. Böyle bir dönemde iman hakikatlerini anlatmak, sadece bireysel bir fazilet değil, aynı zamanda bir mukaddes görevdir. İnsanları küfürden kurtarmak, ebedî hayatlarını kurtarmak anlamına gelir. Bu ağır görev zaman zaman meşakkatli olabilir. Ama o meşakkat, neticesi ebedî cennet olan bir yoldur. Sabırla, şükürle ve şevkle yürünmesi gerekir.

Sonuç: Sabırla, Rızayla, Şükürle

Cennet pahalıdır. Ama Allah, kuluna kaldıramayacağı yükü yüklemez. Her imtihan, sabırla taçlandığında cennetin bir basamağı olur. Her zahmet, hikmetle örülmüştür. Her zorluk, ilâhî bir terbiye planının parçasıdır. Öyleyse mü’min, başına geleni Rahîm ve Hakîm olan Allah’tan bilerek, sevinçle, rıza ile karşılamalıdır. Çünkü cennete giden yol dikenlidir; ama sonunda ebedî saadet vardır.

Özet:

Bu makalede, Bediüzzaman’ın “Cennet ucuz değil” ifadesi etrafında şu hakikatler işlenmiştir:

İnsanın iki hayatı vardır ve küfür bu ikisini de yok eder.

Mü’minin karşılaştığı meşakkatler, Rahîm ve Hakîm olan Allah’ın terbiyesidir.

Rıza ve sabır, mü’mini hem dünyada huzura, hem ahirette cennete ulaştırır.

Bu zamanda küfürle mücadele etmek ve iman hakikatlerine hizmet etmek büyük bir fazilettir.
Sonuç olarak: Zorluklar, cennetin bedelidir. Ama bu bedel, ebedî saadet yanında zerre kadar kalır.

 




İhlas, Enaniyetin Terkı ve Ebedî Lezzetlerin Peşinde

İhlas, Enaniyetin Terkı ve Ebedî Lezzetlerin Peşinde: Risale-i Nur’un Meslek Esası
“Zahmetlerde rahmet, elemlerde bâki lezzetler vardır.”

“Risale-i Nur’un meslek-i esası; ihlas-ı tam ve terk-i enaniyet ve zahmetlerde rahmeti ve elemlerde bâki lezzetleri hissedip aramak ve fâni ayn-ı lezzet-i sefihanede elîm elemleri göstermek ve imanın bu dünyada dahi hadsiz lezzetlere medar olmasını ve hiçbir felsefenin eli yetişmediği noktaları ve hakikatleri ders vermek olduğu…”
Şualar

Risale-i Nur, yalnızca bir ilim değil; bir hayat tarzı, bir iman hizmeti ve bir manevî terbiye mektebidir. Onun meslek-i esası, yani temel yolu; şekilcilikten, gösterişten ve şahsî menfaatten uzak bir ihlâs, enaniyeti terk, rahmetli zahmet anlayışı ve fani lezzetlerdeki aldatıcı perdeleri yırtmak üzerine kuruludur. Bediüzzaman’ın bu tarif ettiği çizgi, çağın ruhunu tedavi eden, imanı akla ve kalbe yerleştiren bir yoldur. Bu makalede, bu esaslar çerçevesinde Risale-i Nur’un özünü ve insanlığa sunduğu hikmetli reçeteyi birlikte ele alacağız.

  1. İhlas-ı Tam: Sırf Allah Rızası İçin Yaşamak

İhlas, amelde Allah’tan başkasını gözetmemek; yaptığın her şeyi sadece Allah için yapmaktır. Risale-i Nur’un en temel düsturlarından biri budur. Çünkü bu zamanda en büyük tehlike, ibadet ve hizmetin içine riya, şöhret ve çıkarın karışmasıdır. Bediüzzaman, Risale talebelerinin “gizli kalmayı tercih eden, alkıştan ve görünmekten kaçınan” bir ahlak üzere olmalarını ister. Çünkü hizmet, yalnızca ihlas ile değer kazanır.

Amelimizde rıza-yı İlâhîden başka bir gaye takip etmiyoruz.

  1. Terk-i Enaniyet: Benlikten Arınma

Enaniyet, bu asrın en büyük illeti ve gaflet kaynağıdır. “Ben” diyen, “biz”den kopar; “ben” diyen, İlâhî kudretin tecellilerini kendine mâl eder. Risale-i Nur, enaniyetin kırılması için iki temel yol gösterir:

  1. Acz ve fakr ile Allah’a yönelmek
  2. Şahsî kemâlatı değil, hizmetteki tevazu ve mahviyeti esas almak

Bu meslekte benlik değil, hizmet öne çıkar. Zira kudsî davaların yükü şahsi kibirle değil, tevazu ve ittihadla taşınabilir.

  1. Zahmette Rahmet, Elemde Lezzet Aramak

Risale-i Nur’un en sarsıcı derslerinden biri, görünüşteki zahmet ve elemdeki bâki lezzetleri keşfetmektir. Çünkü bu dünya, meşakkat ve fâni lezzetlerle doludur. Ancak sabırla bakıldığında, zahmet rahmete; elem ebedî bir sevince dönüşür. Nasıl ki doğum sancısı neticesinde bir hayat gelir, mü’minin başına gelen sıkıntılar da rahmetin tohumudur.

> “Cennetin yolu çileli ibadetlerden geçer.”
Ve bu çileli yolda, her zahmetin içinde bir inayet gizlidir.

  1. Fani Lezzetlerdeki Elem: Sefih Hayatın Gerçek Yüzü

Risale-i Nur, fâni ve sefih (eğlenceye, heva ve hevese dayalı) hayattaki lezzetlerin aslında birer elîm elem olduğunu gösterir. Bu, göz boyayan bir hakikat değil; göz açan bir idraktir. Dünyanın cazibesi geçici, tatları bozulmaya mahkûmdur. Hevâya hizmet, ruha azap getirir. Bu nedenle Risale-i Nur, “gerçek huzur”un yalnızca iman ve ubudiyet yolunda olduğunu tekrar tekrar ders verir.

  1. İmanın Bu Dünyadaki Lezzetleri

İman yalnızca ahirette değil, dünyada da saadet ve huzur kaynağıdır. İmanlı bir insan, her nimeti nimet olarak görür. En büyük musibetlerde bile Allah’ın inayetini sezer. Kalbi rahattır, zihni berraktır. Kâinat onun için bir mekteptir; ölüm ise vuslat vesilesidir. Bu sebeple, iman sadece bir akide değil, bir hayat üslubudur.

> “İman hem nurdur hem kuvvettir.”
Bu kuvvet, insanı maddî-manevî zelzelelerden koruyan bir sığınaktır.

  1. Felsefenin Erişemediği Hakikatler

Modern felsefe, aklı merkeze koyar ama ruhu ihmal eder. Risale-i Nur ise, hem aklı tatmin eder hem kalbi doyurur. Bu sebeple, felsefenin çözemediği meseleleri –özellikle ölüm, kader, yaratılış gayesi gibi konuları– Kur’anî hikmetle çözer. İmanî dersler, bugünün çıkmazlarına hem zihnî hem kalbî şifa sunar.

Sonuç: Bir Hakikat Yolculuğu

Risale-i Nur’un meslek-i esası; şekilden ibaret olmayan, derin, ihlaslı, samimi bir imanı inşa etmektir. Bu yol; benlikten uzak, sabırla yoğrulmuş, fanilikten uzaklaşarak ebedî lezzetlere talip olanların yoludur. Risale-i Nur sadece bir kitaplar manzumesi değil; bir nefis terbiyesi, bir akıl inşası, bir kalp eğitimi ve bir ümmet ihyasıdır. Zira bu zamanda en büyük cihad, en büyük hizmet; imanı kurtarmak ve yaşatmak olmuştur.

Özet:

Bu makalede Risale-i Nur’un meslek-i esasındaki temel ilkeler ele alınmıştır:

İhlas-ı tam ile Allah rızasını merkez edinmek

Enaniyeti terk ederek tevazu ile hizmet etmek

Zahmette rahmet, elemde lezzet görebilmek

Sefih lezzetlerin ardındaki elîm gerçekliği fark etmek

İmanın dünyadaki lezzetlerini yaşamak

Ve felsefenin ulaşamadığı hakikatleri Kur’anî hikmetle kavramak

Sonuç olarak, Risale-i Nur; sadece aklı değil, kalbi de ikna eden; sadece teoriyi değil, pratiği de inşa eden bir “manevî harita”dır. Bu harita ile yürüyen, hem dünya hem ahiret saadetine ulaşır.

 

 




Şenlenen Yeryüzü ve Semalar: Zikirle Dolu Bir Âlemin Sessiz Nâşirleri

Şenlenen Yeryüzü ve Semalar: Zikirle Dolu Bir Âlemin Sessiz Nâşirleri

“Evet, küre-i arzda dört yüz bin nevileri zîhayattan halk eden, hattâ en âdi ve müteaffin maddelerden zîruhları çoklukla yaratan ve her tarafı onlarla şenlendiren ve mu’cizat-ı sanatına karşı, onlara dilleriyle “Mâşâallah, Bârekellah, Sübhanallah” dedirten ve ihsanat-ı rahmetine mukabil “Elhamdülillah, Ve’ş-şükrü lillah, Allahu ekber” o hayvancıklara söylettiren bir Kadîr-i Zülcelali ve’l-cemal, elbette bilâ-şek velâ-şüphe, koca semavata münasip, isyansız ve daima ubudiyette olan sekeneleri ve ruhanîleri yaratmış, semavatı şenlendirmiş, boş bırakmamış. Ve hayvanatın taifelerinden pek çok ziyade ayrı ayrı nevileri meleklerden icad etmiş ki bir kısmı küçücük olarak yağmur ve kar katrelerine binip sanat ve rahmet-i İlahiyeyi kendi dilleriyle alkışlıyorlar; bir kısmı, birer seyyar yıldızlara binip feza-yı kâinatta seyahat içinde azamet ve izzet ve haşmet-i rububiyete karşı tekbir ve tehlil ile ubudiyetlerini âleme ilan ediyorlar.”
Şualar

İnsanoğlu çoğu zaman sadece gördüğü şeyleri var zanneder. Oysa varlık âlemi, gözün göremediği ama kalbin hissedebileceği bir zikir ve tesbih korosu ile doludur. Yeryüzünden gökyüzüne, sinekten melekuta, kar tanesinden yıldızlara kadar her şey “Sübhanallah”, “Elhamdülillah”, “Allahu Ekber” nidalarıyla varlığını ilan eder.

  1. Yeryüzünün Şenlenişi: Hayatın Tebessümü

Küre-i arz üzerinde dört yüz binden fazla canlı türü vardır. Bunlar sadece yaşamak için değil, aynı zamanda sanat-ı İlâhiyeyi gösterip şükür ve tesbih etmek için yaratılmışlardır.

En değersiz görünen çürümüş maddelerden bile hayat çıkaran bir kudret vardır.

Mikroskobik canlılardan fillere kadar her biri, kendi lisan-ı hâlleriyle Rablerine hamd ve tesbih eder.

Rızıklandırıldıklarında “Elhamdülillah” derler, hayranlıkla “Sübhanallah” çekerler.

Bu canlılar, Allah’ın rahmetini alkışlayan dilsiz fakat duyurucu şairler gibidir.

  1. Gökyüzünün Şenlenişi: Meleklerin Ubudiyeti

Yeryüzü bu kadar dolu ve hikmetli yaratılmışsa, semavatın boş olması düşünülebilir mi?

Allah, sadece arzı değil; gökyüzünü de meleklerle ve ruhanî varlıklarla doldurmuştur.

Melekler, isyan etmeden daima ubudiyet eden nuranî varlıklardır. Her biri bir zikir görevlisi gibidir.

Kimi kar tanesine binerek yeryüzüne iner, kimi yıldızlara binip kâinatı seyr eder ve her halükârda tekbir, tehlil ve tesbih ile ubudiyetlerini ilan eder.

Bu tasvirler, meleklerin sadece bir inanç unsuru değil; aynı zamanda hikmeti, sanatı ve rahmeti temaşa ettiren şuurlu varlıklar olduklarını gösterir. Ve böylece insan, yalnız olmadığını, yalnızca kendisinin zikirle mükellef olmadığını anlar. Bir kâinat korosunun parçası olduğunu fark eder.

  1. Hayatın Zikri: Varlık Sessiz Değil

Bu manzara bize şunu anlatır:

Hayat, tesadüfün değil, tefekkürün ve tevhidin ürünüdür.

Hiçbir varlık başıboş değildir. Her canlı, her yağmur tanesi, her yıldız; bir görevli, bir tesbihçi, bir şükredicidir.

Ve bütün bu varlıkların ardında, onları konuşturan, sustuklarında dahi onları şahid kılan bir Zât-ı Zülcelal vardır.

Özet:

Yeryüzündeki canlıların çokluğu, en değersiz maddeden bile hayat çıkaran kudreti ve hepsinin kendi lisanlarıyla Allah’a hamd ve tesbih edişi, bu âlemin boş ve anlamsız olmadığını gösterir. Aynı şekilde semavat da boş değildir; melekler orada isyansız bir şekilde ubudiyet eder. Kimisi yağmur damlasına, kimisi yıldızlara biner. Bu manzara, kâinatın her zerresinde tevhid, zikir ve ibadetin yankılandığını gösterir. İnsan da bu büyük tesbih korosunun bir parçasıdır.

 




Nurla Aydınlanan Âlemler: Melekler, Şeytanlar ve Kalpteki Cihad ve Mücahede âlemleri

Nurla Aydınlanan Âlemler: Melekler, Şeytanlar ve Kalpteki Cihad ve Mücahede

âlemleri

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ ۝ اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ

ve bütün adem âlemleri

سُبْحَانَ اللّٰهِ ۝ سُبْحَانَ اللّٰهِ

derken ve ihatalı bir kanun-u mübareze ile melekler şeytanlarla ve hayırlar şerlerle tâ kalbin etrafındaki ilham, vesvese ile mücadele ederken birden meleklere imanın bu meyvesi tecelli eder, meseleyi halledip karanlık kâinatı ışıklandırır.

اَللّٰهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ

âyetinin envarından bir nurunu bize gösterir ve bu meyve ne kadar tatlı olduğunu tattırır.”
Şualar

İnsan, hem göklerin hem de yerin özetidir. Onun kalbinde, aklında ve ruh dünyasında bir kâinat gizlidir. Tıpkı gökteki yıldızlar gibi kalbinde ilhamlar parlar, tıpkı semâda dolaşan karanlık bulutlar gibi vesveseler yaklaşır. Bu hâl, sadece ferdî bir ruh hali değil; bütün varlık âlemini kapsayan bir kanun-u mübarezenin yansımasıdır: Hayır ile şer, melekle şeytan, nûr ile zulmet, hamd ile tenzih…

Âlemler Dillerini Açıyor

Hamd âlemleri, yani imanla nurlanmış âlemler, “اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ” (Her türlü övgü Allah’a aittir) der.

Adem âlemleri, yani inkâr, gaflet ve hiçlik içinde kaybolmuş varlıklar ise ancak “سُبْحَانَ اللّٰهِ” (Allah noksan sıfatlardan münezzehtir) diyerek arınmayı arzu eder.

Her ikisi de bir varlık ve yokluk mücadelesinin sesidir. Çünkü kainat boş bir sahne değildir; her an hayır ve şer, iman ve inkâr, melek ve şeytan, rahmet ve gazap arasında sonsuz bir cidal yaşanır. En büyük cephe ise insan kalbidir.

Kalbin Etrafında Kıyamet

Kalbin etrafında, görünmeyen ama derin etkiler bırakan bir savaş vardır:

Meleklerin ilhamı: Hayra çağırır, nura götürür, huzur fısıldar.

Şeytanın vesvesesi: Şüphe uyandırır, gaflet telkin eder, kalbi karartır.

İşte bu savaşta, insana yardım eden en büyük kuvvetlerden biri, melekler hakkında imandır. Çünkü insan meleklerin varlığını ve onların hayra yönlendiren fısıltılarını kabul ettiğinde; kalbindeki karanlık vesveselere karşı bir ışık yanar. Ve o anda, âyetin sırrı tecelli eder:

> “اللّٰهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ”
“Allah, göklerin ve yerin nurudur.” (Nûr, 24/35)

Bu âyet, sadece bir bilgi değil; bir ruhani hâl, bir iman nuru, bir manevî tecellidir. Kalpte yanar, aklı aydınlatır, ruhu sarar.

Işığın Tadı

Meleklere iman, sadece soyut bir kabul değil, manevî bir tadımdır. Kalpte bir huzur, bir sekinet ve bir sevinç olarak kendini gösterir. Şeytanın karanlık fısıltılarına karşı bir manevî zırh, gafletin puslarına karşı bir iman kandili olur. Ve insan anlar ki:

> “Her karanlığın ardında bir nur vardır.
Her vesvesenin karşısında bir ilham vardır.
Her inkârın ötesinde bir hamd yankılanır.”

Özet:

Kâinatta sürekli bir mücadele vardır: Hayır ile şer, melek ile şeytan, nur ile zulmet. Bu mücadele en çok insanın kalbinde hissedilir. Meleklerin ilhamı ve şeytanın vesvesesi arasında yaşanan bu savaşta, meleklere iman, kalbi aydınlatan bir nur gibi tecelli eder. Bu nur, “اللّٰهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ” âyetiyle ruhu sarar, karanlıkları deler. Meleklerin varlığına iman eden kalp, karanlıkta yolunu bulur ve iman nurunun lezzetini tadar.

 




Allah Varsa Her Şey Var: Varlığın Hakikatine Açılan Pencere

Allah Varsa Her Şey Var: Varlığın Hakikatine Açılan Pencere

“Evet, madem Allah var ve ilmi ihata eder. Elbette adem, idam, hiçlik, mahv, fena; hakikat noktasında ehl-i imanın dünyasında yoktur ve kâfir münkirlerin dünyaları ademle, firakla, hiçlikle, fânilikle doludur. İşte bu hakikati, umumun lisanında gezen bu gelen darb-ı mesel ders verip der: “Kimin için Allah var, ona her şey var ve kimin için yoksa her şey ona yoktur, hiçtir.”
Şualar

İnsan, varlıkla yokluk arasında bir bilinçle yaratılmıştır. Görünürde vardır ama sonlu, geçici ve fanidir. Ancak bu geçicilik içerisinde onun gönlü ebediyeti ister, zihni sonsuzluğu düşünür, kalbi baki olanı özler. İşte bu çelişkiden doğan sorulara İslam, Kur’ân ve iman eşsiz cevaplar sunar. Bu cevaplardan biri de şu veciz darb-ı meselde toplanır:

> “Kimin için Allah var, ona her şey var. Kimin için yoksa, her şey ona yoktur, hiçtir.”

Bu cümle, sadece bir söz değil; varlığın özüne dair bir pusuladır.
Zira Allah varsa, yaratılışın anlamı vardır. Hayat, başıboş değil; maksada bağlıdır. Ölüm, yokluk değil; başka bir hayata geçiştir. Acı, sınavdır; sevinç, nimettir. Kalpteki boşluklar dua ile dolar, akıldaki karışıklıklar iman ile berraklaşır.

Ama Allah yoksa –hâşâ– o zaman hiçbir şey yerli yerinde değildir:

Hayat bir tesadüften ibaret,

Ölüm ise kesin bir yokluk,

Aşk aldatıcı,

Merhamet bir zaaf,

Adalet ise bir hayal olur.
Her şey geçici, her şey boştur. Gönül doymadan, akıl anlamadan, ruh huzur bulamadan her şey hiçliğe karışır.

İman, insanın varlıkla bağını kuran en büyük köprüdür. O köprü kurulduğunda:

Yokluk yerini varlığa,

Karanlık yerini nura,

Korku yerini emniyete,

Kaygı yerini ümide bırakır.

Bu yüzden “Allah vardır” demek, sadece bir inanç değil; hayata bakışın tam merkezidir. Allah varsa; güneşin doğması da, bir yaprağın düşmesi de anlam kazanır. En büyük felaketler bile ilahî bir terbiyeye dönüşebilir.

Ehl-i iman için “ölüm” bir yokluk değil, bir vuslat kapısıdır. Ama Allah’a inanmayan için, ölüm bir ebedî firak, hayat bir boş telaş, kalp ise hiçliğin yankısıyla çırpınan bir çöl kuşudur.

Özet:

İnsanın gerçek anlamda “var” olabilmesi, Allah’a imanla mümkündür. Çünkü Allah varsa, her şey anlamlı ve değerlidir. Yoksa, her şey boşluk, karanlık ve hiçlik içinde kaybolur. Bu nedenle “Kimin için Allah var, ona her şey var; yoksa her şey ona yoktur” hakikati, hayatın merkezine yerleştirilmesi gereken bir tevhid pusulasıdır. İman, ehl-i iman için fâniliği ebediyete çevirirken; inkâr, her şeyi hiçlik ve ademle yutar. Gerçek saadet, Allah ile var olmaktır.

 

 




Perdelerin Ardındaki Kudret: Sebepler, Tevhid ve Ehadiyet

Perdelerin Ardındaki Kudret: Sebepler, Tevhid ve Ehadiyet

“Evet, izzet ve azamet isterler ki esbab, perdedar-ı dest-i kudret ola aklın nazarında. 

    Tevhid ve ehadiyet isterler ki esbab, ellerini çeksinler tesir-i hakikiden. “
Şualar

İnsanın nazarında her şey bir sebebe bağlı görünür. Güneş ısıtır, yağmur bitkiyi büyütür, doktor şifa verir, kalem yazı yazar. Fakat bu görünürdeki sebep-sonuç zinciri, hakikatte sonsuz kudretin örtüsünden ibarettir. Çünkü izzet ve azamet, yani Allah’ın yüceliği ve ihtişamı, doğrudan tecelliye izin vermez; sebepler perde olur. Ama tevhid ve ehadiyet, yani Allah’ın birliği ve doğrudan tecellisi, bu perdelerin tesir sahibi olmasını reddeder.

Bu hakikat, şu iki veciz cümleyle mükemmel özetlenmiştir:

> “Evet, izzet ve azamet isterler ki esbab, perdedar-ı dest-i kudret ola aklın nazarında.
Tevhid ve ehadiyet isterler ki esbab, ellerini çeksinler tesir-i hakikiden.”

İzah edelim:

  1. İzzet ve Azamet Yönüyle:

Allah doğrudan müdahale ettiğinde gaflet ehli insanlar kibirlenir, haddini bilmez, isyan eder. Allah, azamet ve büyüklüğüyle kullarını imtihan ederken, kudretini örtüp sebepler vasıtasıyla işler yapar. Bir çocuk doğar, biz ebeveyn deriz. Bir ağaç meyve verir, biz toprağa ve suya bakarız. Halbuki bunların hepsi perdedir.
Tıpkı padişahın doğrudan hizmet etmemesi gibi; izzet ve azamet bunu gerektirir.

  1. Tevhid ve Ehadiyet Yönüyle:

Ancak iman gözüyle bakıldığında, sebeplerin yalnızca birer araç, asıl tesirin Allah’tan olduğu anlaşılır. Yani bir yaprağın düşmesinden bir insanın hayat bulmasına kadar her şeyde, doğrudan Allah’ın iradesi ve kudreti vardır. Çünkü bir tek elma ağacı değil, bütün ağaçlar ve tüm kâinat beraber çalışmadan, tek bir elma bile yapılamaz.

Bu nedenle, sebepleri sadece perde olarak görmek, hakikî imanın bir şubesidir. Zira sebepler tesir etmez, sadece İlâhî kudretin işlemesine mecra olurlar. Gerçek şifa Allah’tandır, rızık O’ndandır, hayat ve ölüm O’nun emriyledir. O halde insan; zahiri sebeplerin arkasındaki İlâhî eli fark etmeli, izzet perdesi altında gizlenen Rahmet Sultanı’nı tanımalıdır.

Özet:

Allah’ın azameti ve izzeti, kudretini doğrudan değil, sebepler eliyle göstermesini gerektirir. Fakat tevhid ve ehadiyet ise, bu sebeplerin aslî tesiri olmadığını, her şeyin doğrudan Allah’ın kudretiyle olduğunu bildirir. Sebepler yalnız birer perdedir; hakikatte iş gören yalnız Allah’tır. İmanlı bakış, sebeplerin arkasındaki kudreti tanır ve bu da kişiyi şirke düşmekten, gaflete kapılmaktan kurtarır.

 




Zerreden Güneşe: Ehadiyet ve Vâhidiyet Arasında İlâhî Bir Nakış

Zerreden Güneşe: Ehadiyet ve Vâhidiyet Arasında İlâhî Bir Nakış

“Bazen iki kelimede mesela ‎ رَبُّ الْعَالَمٖينَ‎  ve ‎ رَبُّكَ‎  de ‎ رَبُّكَ‎  tabiriyle ehadiyeti ve ‎ رَبُّ الْعَالَمٖينَ‎  ile vâhidiyeti bildirir. Ehadiyet içinde vâhidiyeti ifade eder. Hattâ bir cümlede, bir zerreyi bir göz bebeğinde gördüğü ve yerleştirdiği gibi güneşi dahi aynı âyetle, aynı çekiçle göğün göz bebeğinde yerleştirir ve göğe bir göz yapar.”
Şualar

Kur’ân’ın en mühim tevhid derslerinden biri, vâhidiyet ve ehadiyet hakikatlerini birlikte göstermesidir. Bu iki kavram, Cenâb-ı Hakk’ın birliğini iki farklı tecellî boyutunda anlatır:

Vâhidiyet, Allah’ın her şeyin Rabbi olduğunu, yani kâinat çapında birliğini ifade eder.

Ehadiyet ise, Allah’ın her bir şeyde, tek başına ve doğrudan doğruya tecellî ettiğini, yani ferdî varlıkta birliğini gösterir.

Kur’ân-ı Hakîm, bazen “رَبُّ الْعَالَمِينَ” (âlemlerin Rabbi) diyerek Allah’ın umumî rubûbiyetini ilan ederken, bazen de “رَبُّكَ” (senin Rabbin) diyerek kişiye özel tecellîyi, yani ferdî muhataplığı nazara verir. Böylece insan hem küllî hem cüz’î çapta İlâhî terbiyenin farkına varır.

Bu anlatım tarzı, sıradan bir ifade değil; bir tevhid mucizesidir. Aynı kudret, bir gözbebeğinde bir zerreyi nasıl yerleştiriyorsa; aynı kudret, göğün gözbebeğine de güneşi yerleştirir. Yani Allah, hem mikroskopik düzeyde ehadiyetle, hem de makroskopik düzeyde vâhidiyetle hükmeder.
Bir karıncanın azığını veren kim ise, galaksilere yörüngesini veren de odur.

Bu tecellî tarzı, insanın imanında derin bir yakîn, kalbinde ise yüksek bir teslimiyet oluşturur. Çünkü insan hem âlemlerin Rabbi olan bir Zât’a dayanır, hem de o Zât kendisinin şahsî Rabbi, terbiye edicisi, koruyucusu ve muhatabıdır. İşte tevhidin hem haşmeti hem de yakınlığı bu iki isimde buluşur.

Bu açıdan bakıldığında Kur’ân’ın her âyeti, hem kâinatın büyük fotoğrafını çeker hem de insanın kalbine özel bir hitap taşır. Her âyet, bir yandan galaksilere hitap ederken, diğer yandan bir tek kalbin derdine derman olur. Çünkü Kur’ân, bütün âlemleri idare eden bir Rabbin, her kuluyla da birebir ilgilendiğini haber verir. Ve bu, ancak sonsuz bir kudret ve sonsuz bir hikmetin eseri olabilir.

Özet:

Kur’ân’da geçen “رَبُّكَ” ifadesi Allah’ın kişisel, doğrudan ve özel ilgisini; “رَبُّ الْعَالَمِينَ” ifadesi ise Allah’ın umumî, külli rububiyetini gösterir. Bu iki ifade, ehadiyet ve vâhidiyet hakikatlerini birlikte taşır. Yani Allah, bir zerrede doğrudan tecellî ettiği gibi, güneşte de hükmeder. Böylece insan hem evrensel bir Rabbe dayanır, hem de şahsî bir ilgiyle muhatap olduğunu hisseder. Bu tevhid dersi, imanda derinlik, kullukta ise huzur ve sükûn getirir.

 

 




İÇİMİZDEKİ İSRAİL: KALPLERİN İŞGALİ VE BİR MEDENİYETİN KUŞATILMASI

İÇİMİZDEKİ İSRAİL: KALPLERİN İŞGALİ VE BİR MEDENİYETİN KUŞATILMASI

Tarih boyunca milletler dış düşmanlarla değil, içlerindeki ihanete göz yumduklarında çökmüştür. Kudüs’ün surları güçlüydü ama içerideki teslimiyet ruhu onu düşürdü. Endülüs dıştan değil, içeriden yıkıldı. Osmanlı koca bir cihan devleti iken; içerden zayıflatılan ruh kökleriyle parçalandı. Bugün de benzer bir tehlike ile karşı karşıyayız. Görünürde tehdit İsrail, ABD ya da Batı’dır. Lakin asıl tehlike kalbimize sızan İsrail’dir. İsrail artık sadece haritada değil; zihinlerde, kalplerde, algılarda ve tercihlerde yaşayan bir zihniyettir.

İÇİMİZDEKİ İSRAİL NE DEMEKTİR?

Bu kavram bir ırka, millete ya da kavme değil, bir zihniyete ve tavra işaret eder. İçimizdeki İsrail;

Mazlumu değil zalimi yücelten,

Kudüs’e değil Tel Aviv’e kalben yönelen,

Tevhid yerine inanç problemini içine sindiren,

Ahlakı değil gücü esas alan,

Siyonist aklı stratejik derinlik sanan,

Ümmetten uzak, çıkarına yakın duran bir ruhtur.

Böyle bir insan ne zaman Filistinli bir çocuğun feryadını görmezden gelir, ne zaman bir İsrailli kadın ağladığında üzülürse; orada sadece bir duygusal sapma değil, zihinsel bir işgal vardır.

1979 RUHU TASFİYE Mİ EDİLİYOR?

İran’da 1979 Devrimi ile Batı’ya başkaldıran bir direniş hattı doğdu. Şiî, Sünnî ayrımı bir yana, emperyalizme karşı duruş açısından bu tavır; ABD, İsrail ve Batı için bir tehdit oluşturdu. Bugün bu tehdit bertaraf edilmek isteniyor. Devrimi içeriden çürütmek, ekonomik olarak sıkıştırmak, etnik ayrımları kaşımak, PKK ve PJAK gibi aparatları kullanarak doğrudan saldırıya açık hale getirmek isteniyor. Nihai hedef: dejenere olmuş, devrimi inkâr eden bir İran profili ortaya koymak.

15 TEMMUZ BİR PROVA İDİ

Türkiye’deki 15 Temmuz hain darbe girişimi, yalnızca bir iç isyan değil, bir küresel provaydı. Amaç yalnızca iktidarı devirmek değil; ümmetin direniş umudunu kırmak, halkı sindirmek ve “İslam’la yönetilemezsiniz” mesajını vermekti. Başarılı olsaydı; Türkiye, Suriye gibi parçalanacak, ardından Irak’la birleşecek bir Kürt devleti kurgusu başlayacaktı.

Bugün bu plan, yeni varyantlarla yeniden masaya sürülmektedir. İçimizdeki bazı sözde entelektüeller, “ılımlı İsrail”, “anlayışlı Batı” gibi kavramlarla ümmeti psikolojik olarak teslim almaya çalışmaktadır.

TARİHİ PLAN: NİLDEN FIRAT’A

İsrail’in yayınladığı resmî haritalarda Nil-Fırat arası açıkça hedeflenmiştir. Tevrat’ın tahrif edilmiş versiyonunda bu vaat yer alır. Bu plan şunları ihtiva eder:

Türkiye’nin Güneydoğusu,

Irak’ın Kuzeyi,

Suriye’nin kuzeyi,

Mısır ve Ürdün’ün bazı bölgeleri.

Bu bölgelerde İsrail; etnik çatışmaları, yapay terör örgütlerini, su kaynaklarını kontrolü ve silah yığınağını devreye almıştır.

SÜLEYMAN MABEDİ PLANI

İsrail’in en büyük tarihî hedeflerinden biri, Mescid-i Aksa’nın yıkılarak yerine Süleyman Mabedi’ni inşa etmektir. Bugün Gazze’ye yapılan katliamlar sadece “savunma” bahanesi değildir. Aynı zamanda halkı göçe zorlamak, direnişi yok etmek ve Yahudi tapınağını kurmak için yapılan sistematik bir soykırımdır. Bu, sadece Filistin değil; İslam ümmetinin kalbine yapılan bir saldırıdır.

BOP PROJESİ: SÖNDÜRÜLMÜŞ BİR ORTADOĞU

Büyük Ortadoğu Projesi (BOP), ABD’nin kontrolünde şekillenen yeni dünya düzeni projesidir. Bu plana göre:

22 İslam ülkesi yeniden dizayn edilecek,

Halklar birbirine kırdırılacak,

Yönetimler değiştirilecek,

Petrol ve maden kaynaklarına el konulacak.

Ortadoğu’da “ılımlı” ve teslimiyetçi İslam anlayışları yerleştirilecek, cihad ve adalet kavramları sistem dışı ilan edilecektir. BOP’un alt metni şudur:
“İslam yaşamasın, sadece bir ritüel olarak var olsun.”

KÜRESEL HESAPLAR: EKONOMİ, ÇİN, RUSYA

Bugün İsrail ve ABD’nin niyeti sadece Ortadoğu’yu değil, Çin’in ekonomik yükselişini durdurmak ve Rusya’yı kuşatıp içine kapatmaktır.

İran’ın düşmesiyle Çin’in petrol ve doğalgaz yolları kesilecek.

Türkiye ve Azerbaycan hattı üzerinden Çin’in Orta Asya’ya uzanan ipekyolu sekteye uğratılacak.

Rusya Karadeniz’e, Çin Basra Körfezi’ne hapsedilecektir.

Böylece ABD ve Batı hem kendi borçlarını savaşla unutturacak, hem de dünya liderliğini geri kazanacaktır.

BÜYÜK TEHLİKE: ÜMMETİN ÇÖKERTİLMİŞ PSİKOLOJİSİ

En büyük tehlike, zihinlerin işgal edilmesiyle oluşur. Bugün İslam ülkeleri;

Birbirine güvenmemekte,

Batı’yı hâkim, Müslüman’ı ise aciz görmekte,

Kendi değerlerinden utanmakta,

Direnişi “terör”, teslimiyeti “medeniyet” zannetmektedir.

Bu, düşmandan daha tehlikeli bir iç yıkımdır. Çünkü bu zihinle ümmet yeniden ayağa kalkamaz. Asıl direniş, kalpleri İsrail’den temizlemekle başlar.

ÖZET

Görünen düşman İsrail ve ABD olsa da, asıl tehlike içimizdeki İsrail zihniyetidir. Bu zihniyet, ümmeti içeriden çökertmekte, teslimiyet ve zillet üretmektedir. İsrail ve Batı; İran’ı devrimsizleştirmek, Türkiye’yi içten çökertmek, Nil-Fırat hayalini gerçekleştirmek, Mescid-i Aksa’yı yıkmak, BOP planı ile İslam ülkelerini parçalamak ve Çin-Rusya hattını durdurmak istemektedir. Bu süreçte en önemli direnç noktası ümmet bilinci ve hakikat şuurudur. Çünkü asıl zafer; silahla değil, kalpteki işgalden kurtularak kazanılacaktır.

 




Ateşten Kaçış: Beşerin En Büyük Meselesi

Ateşten Kaçış: Beşerin En Büyük Meselesi

“Nev-i beşerin en büyük meselesi, cehennemden kurtulmaktır.”
Şualar

İnsan, düşünebilen, hissedebilen ve geleceğe dair endişe taşıyabilen bir varlıktır. Bu özellikleriyle diğer varlıklardan ayrılır. Ama bu ayrıcalık, beraberinde büyük bir sorumluluk ve hesap da getirir. Çünkü insan, yaratılış itibariyle sadece dünyaya ait değildir; onun ruhu, aklı ve vicdanı ebediyet için yaratılmıştır. İşte bu ebediyet yolculuğunda karşısına çıkan en büyük tehdit: cehennemdir.

Cehennem, sadece bir korku unsuru değil; aynı zamanda adaletin, ilahî hikmetin ve iltifatın tecellisidir. Zira dünyada işlenen zulümler, yalanlar, ihanetler, nankörlükler çoğu zaman cezasız kalır. Mazlumların feryadı, zalimlerin kahkahasına karışır. Eğer bir ebedî adalet terazisi olmazsa, bu dünyadaki adaletsizlik sonsuza kadar sürecek demektir. Bu ise, sonsuz ilim ve hikmet sahibi olan Allah’ın adaletiyle bağdaşmaz.

Bu yüzden cehennem:

İnkâr edenin, zulmedenin, yoldan çıkanın karşılaştığı ebedî bir sonuçtur.

Kur’ân’ın sıkça hatırlattığı gerçek ve şiddetli bir uyarıdır.

Ve insanoğlunun aklına, kalbine, ruhuna yöneltilmiş en büyük sorumluluk çağrısıdır.

Cehennemden kurtulmak, sadece bir korkudan kaçmak değil; aynı zamanda insanlığını korumak, vicdanını ayakta tutmak ve Allah’a kullukta sadakatle durmaktır. Çünkü cehennem tehdidi, aynı zamanda cennetin değerini, rahmetin kıymetini ve imanın yüceliğini gösterir.

İnsanoğlunun gaflet içinde oyalanıp, geçici hevesler uğruna ebedî akıbetini unutması, en büyük aldanıştır. Zira cehennemden kurtulmak, sadece bir din meselesi değil; bir varoluş ve kurtuluş meselesidir. Ve bu mesele, insanlık tarihinin, medeniyetlerin, dinlerin, peygamberlerin hep merkezinde olmuştur.

Demek ki insanın en büyük meselesi, ne geçici dünya saltanatı, ne servet biriktirme derdi, ne de zahiri başarıdır. En büyük mesele, “Cehennemden kurtulmak!” Ve bu kurtuluşun yolu da, ancak imanla, salih amelle, ihlâsla, tövbe ve istiğfarla mümkündür.

Özet:

İnsanın yaratılışı ebedî saadete yöneliktir. Bu yolculukta karşısına çıkan en büyük tehlike, cehennemdir. Bu sebeple nev’-i beşerin en büyük meselesi, cehennemden kurtulmak olmalıdır. Cehennem korkusu; adaletin, imtihanın ve kulluğun bir sonucudur. Onun varlığı rahmetin ve cennetin kıymetini artırır. Cehennemden korunmanın yolu ise, Allah’a iman, emirlerine itaat, nefsin heveslerinden uzak durmak ve ilahî rahmete sığınmaktır. En büyük mesele, geçici hayattan değil, sonsuz azaptan kurtulmayı öncelikli görmektir.

 




Ölüm Değil, Geçiş: En Büyük Meseleye En Büyük Çare

Ölüm Değil, Geçiş: En Büyük Meseleye En Büyük Çare

“Madem ölüm öldürülmüyor ve kabir kapısı kapanmıyor; elbette bu ecel celladının elinden ve kabir haps-i münferidinden kurtulmak çaresi varsa insanın en büyük ve her şeyin fevkinde bir endişesi, bir meselesidir.”
Şualar

İnsan, her ne kadar gözünü dünyaya diker, hayatını bu fânî zeminde kurar görünse de iç âleminde susturamadığı, bastıramadığı bir hakikat vardır: ölüm. Ölüm; ne zenginlikten, ne gençlikten, ne ilimden kaçmaz. Herkese gelir, herkesi bulur. O, ne bir efsane ne de sadece yaşlıların kapısını çalan bir gölgedir. Hayat kadar gerçek, nefes kadar yakındır. Ve en keskin gerçek budur: Madem ölüm öldürülmüyor, kabir kapısı da kapanmıyor; o hâlde insan için bundan daha büyük bir mesele düşünülemez.

Evet, insanın en derin korkusu da, en büyük sorusu da budur: “Ölümden sonra ne var?”
Zira ölüm, sadece bedenden bir ayrılık değil; aynı zamanda maldan, evlattan, sevdiklerinden ve bütün bir dünyadan bir kopuştur. Bu yüzden ölüm, bir ecel celladı gibi görünür. Kabir ise bir haps-i münferid, yani yalnızlık zindanı gibidir. Ama eğer bu kapının ardında bir nur, bir kurtuluş, bir sonsuzluk varsa; o vakit bu kapı bir zindan değil, bir geçit olur.

Bu yüzden insanın en büyük ihtiyacı; ölüm karşısında gerçek bir çare bulmaktır. Çünkü:

Ölüm, malı mülkü tanımaz; ancak imanı tanır.

Ölüm, bedeni alır; ama ruhu salıverir.

Kabir, eğer iman yoksa zindandır; ama iman varsa rahmet kapısıdır.

Bu noktada devreye hakikat-i Kur’âniye girer. Kur’ân, ölümü bir son değil, bir başlangıç olarak tanımlar. Kabri karanlık değil, nura açılan bir menfez olarak gösterir. Ve ecel celladı gibi görünen ölümün, aslında bir vazife bitirme emri olduğunu bildirir. Tıpkı askerliğini bitiren bir erin terhis edilmesi gibi, ecel de insanı dünya gurbetinden alıp ebedî vatana gönderir.

Demek ki ölümden kaçmak değil; ölümün hakikatini anlamak, onunla yüzleşmek ve ona hazırlıklı olmak gerekir. Çünkü ölümden kaçış yoktur; ama ölümün kabus olmaktan çıkması mümkündür. Bu da ancak iman, ahiret inancı ve salih amelle mümkündür.

Özet:

Ölüm kaçınılmaz ve değişmez bir hakikattir. Madem ölüm öldürülmüyor, kabir kapısı kapanmıyor; o hâlde insan için en büyük mesele, bu hakikate çare bulmaktır. Bu çare, ne dünya malında ne de bedensel güçtedir; ancak iman ve ahiret inancındadır. Ölüm, imanlı bir bakışla bir son değil, sonsuz bir hayatın başlangıcı, kabir de karanlık bir zindan değil, rahmet kapısı olur. En büyük endişe, en büyük inançla karşılandığında, ölüm bir cellat değil, ebedî saadete açılan bir rehber olur.