Ey Türk kardeş!

Ey Türk kardeş!

“Ey Türk kardeş! Bilhassa sen dikkat et! Senin milliyetin İslâmiyet’le imtizaç etmiş. Ondan kabil-i tefrik değil. Tefrik etsen mahvsın! Bütün senin mazideki mefahirin, İslâmiyet defterine geçmiş. Bu mefahir, zemin yüzünde hiçbir kuvvetle silinmediği halde, sen şeytanların vesveseleriyle, desiseleriyle o mefahiri kalbinden silme!”
Mektubat

Bu makale, iktibasın ana temasını oluşturan Türk milletinin kimliği ve İslamiyet arasındaki ayrılmaz bağ konusunu ele alacak.

Sırlı Bir Bağ: Milliyet ve Maneviyetin Ahengi

Yukarıdaki satırlar, sadece bir siyasi veya sosyal analiz değil, aynı zamanda tarihi bir hakikatin ve ruhsal bir uyarıcının sesidir. Bu ifadeler, Türk milletinin binlerce yıllık serüvenini ve bu serüvenin temel dinamiklerini çok veciz bir şekilde özetler. Alıntıda vurgulanan “milliyetin İslamiyet’le imtizaç etmesi” (birleşmesi, kaynaşması) fikri, sadece bir ideolojik söylem değil, tarihin ve sosyolojinin de şahitlik ettiği bir gerçektir.
Türkler, tarih sahnesine çıktıkları andan itibaren göçebe bir ruha ve güçlü bir savaşçı karaktere sahiptiler. Ancak bu karakter, İslamiyet’le tanıştıklarında bambaşka bir boyut kazandı. Geleneksel kültürlerindeki cömertlik, adalet duygusu ve kahramanlık ruhu, İslam’ın tevhid inancı, ahlakî prensipleri ve cihat ruhuyla birleşince, ortaya dünya tarihinde eşi benzeri az görülen bir medeniyet ve devlet geleneği çıktı. Bu birleşme, sanki iki güçlü nehrin bir araya gelerek daha büyük ve kudretli bir akarsu oluşturması gibidir.
Bu imtizaç, Türk milletinin sadece dinini değiştirmesi anlamına gelmez. Bu, onların kimliklerinin, dillerinin, sanatlarının, mimarilerinin, hatta gündelik yaşamlarının ilmek ilmek dokunduğu bir dönüşümdür. Selçuklu’nun kubbesinden Osmanlı’nın minaresine, Divan edebiyatının her bir beytinden halk türkülerinin derin manasına kadar, Türk kültürü artık İslam’ın ruhuyla nefes alıyordu.
Alıntının en can alıcı uyarısı şudur: “Tefrik etsen mahvsın!” (Ayırırsan helak olursun!). Bu, kuru bir tehdit değil, aksine bir tecrübe neticesidir. Tarih boyunca, Türk milletinin bu iki kimliği birbirinden ayırmaya çalıştığı her dönemde, sosyal çalkantılar, kimlik krizleri ve derin yaralar yaşanmıştır.

Milliyetçiliğin maneviyattan yoksun, kuru bir ırkçılığa dönüşmesi, birleştirici ve kapsayıcı olan manevi bağın zedelenmesine neden olur. Tıpkı bir ağacın köklerinden koparılması gibi, bu bağın koparılması da milletin ruhsal ve kültürel olarak kuruyup yok olmasına yol açabilir.
İbret Alınacak Noktalar
Bu metinden çıkarılması gereken en büyük ibret, kimlik inşasının temelinin ne olduğudur. Milliyet, sadece kan bağı veya coğrafya değildir; en az o kadar kültür, tarih ve ortak bir idealdir. Türk milleti için bu ortak ideal, asırlarca İslam’ın sancaktarlığını yapmaktı. Bu sancak, sadece bir savaş aleti değil, aynı zamanda bir medeniyet meşalesiydi.
Metin, “Bütün senin mazideki mefahirin, İslâmiyet defterine geçmiş” diyerek, Türk milletinin gurur duyduğu tüm başarılarını bir kez daha hatırlatır. Fatih’in İstanbul’u fethi, Kanuni’nin adaleti, Mimar Sinan’ın eserleri, Alparslan’ın Anadolu’yu yurt yapması… Bu zaferler ve eserler, sadece Türk’e ait olmakla kalmaz, aynı zamanda İslam medeniyetinin de en parlak sayfalarıdır. Bir Türk, geçmişiyle gurur duyduğunda, aslında İslam’ın şan ve şerefiyle de gurur duyar. Çünkü bu iki kimlik, tarihin her döneminde iç içe geçmiştir.

Düşündürücü Bir Mesele
Peki, günümüz insanı için bu mesaj ne anlam ifade ediyor?
Modern dünya, ulus devlet kimliklerini öne çıkarırken, manevi ve evrensel bağları zayıflatma eğilimindedir. Bu durum, insanları “şeytanların vesveseleriyle, desiseleriyle” kendi özlerinden uzaklaştırmaya çalışır. Bu vesveseler, geçmişi hor görme, dinî değerleri geri kalmışlıkla eşleştirme ve kimliği sadece maddi başarıya indirme şeklinde kendini gösterir.
Bu noktada, iktibas bize bir ayna tutar: Kendi geçmişine yabancılaşan bir milletin geleceği olabilir mi?
Bu vesveselere karşı durabilmek için, genç nesillerin kendi tarihlerini, kültürlerini ve manevi köklerini daha iyi öğrenmesi gerekir. Kuru bir milliyetçilikle değil, bilakis bu milliyetin temelini oluşturan İslami değerlerle birlikte yoğrulmuş, ahenkli bir kimlik bilinciyle hareket etmek, milletin bekası için hayati öneme sahiptir. Aksi takdirde, metinde belirtildiği gibi, “kalbimizdeki mefahiri siler” ve kimliksiz, rotasız bir gemi gibi savruluruz.

Özet
Bu makale, Risale-i Nur’dan yapılan bir iktibas ışığında, Türk kimliği ile İslamiyet arasındaki ayrılmaz bağı ele almaktadır. İktibas, bu iki unsurun tarih boyunca nasıl birleştiğini (imtizaç) ve bu birleşmenin, Türk milletinin tüm zaferlerinin ve kültürel mirasının temelini oluşturduğunu anlatır. Metin, bu iki unsuru birbirinden ayırmanın (tefrik) “mahv” (helak) getireceği konusunda uyarıda bulunur. Makale, bu birleşmenin tarihi köklerine ve günümüzdeki kimlik krizleri karşısında taşıdığı öneme dikkat çekerken, genç nesillere bu iki kimliği bir arada tutmanın hayati önemini hatırlatır. Asıl zenginliğin, tarihin ve maneviyatın birlikteliğinde yattığı anlatılarak, şeytanın vesveselerine karşı geçmişi ve manevi değerleri korumanın önemi belirtilir.

 




TECERRÜD

TECERRÜD

Tecerrüd: Varlığın Özüne Yolculuk
Hayatın karmaşık labirentinde, modern insanın en büyük arayışlarından biri belki de tecerrüd’dür. Bu kelime, sadece bir sözlük tanımının çok ötesinde, derin bir felsefeyi ve yaşam biçimini barındırır. Tecerrüd, kelime aslı itibarıyla “soyutlanmak, tecrit olmak, bir şeyden sıyrılıp çıkmak” anlamına gelir. Fakat bu soyutlanma, dünyadan el etek çekmek değil, tam tersine dünyaya daha anlamlı bir şekilde bağlanmanın kapısını aralar.
Tecerrüd, fiziksel bir izolasyondan ziyade, zihinsel ve ruhsal bir soyunmadır. İnsanı dış dünyanın gürültüsünden, gereksiz bağlardan ve kalabalık meşguliyetlerden sıyırıp kendi özüne, iç dünyasına dönmeye davet eder. Bu kavramın en yakın muradifleri arasında inziva, zühd, istiğna ve infirad gibi kelimeler bulunur. Her biri tecerrüdün farklı bir boyutunu anlatır.

İnziva, genellikle fiziksel bir mekânda yalnız kalmayı, köşeye çekilmeyi ifade eder. Dağ başında bir kulübede, bir mağarada veya kalabalıktan uzak bir yerde inzivaya çekilmek, insanın dış uyaranları en aza indirerek iç sesini dinlemesini sağlar. Ancak günümüz dünyasında inziva, her zaman fiziksel olmak zorunda değildir. Bir insanın zihninde inzivaya çekilmesi, etrafındaki onca teknolojik ve sosyal gürültünün arasında bile kendi iç sessizliğini koruyabilmesi de bir tür inzivadır.

Zühd ise dünyanın geçici nimetlerine karşı kalben ve ruhen bir ilgisizlik, onlara karşı bir mesafeyi ifade eder. Bu, fakirlik ya da yokluk değil, aksine kalbin zenginliğidir. Zahit, dünyalık şeylere sahip olsa da, kalbini onlara bağlamaz. Bu, bir nevi “sahip olmak ama ait olmamak” halidir. Eşyalara, makamlara, unvanlara bağımlı olmadan yaşamak, zühdün özüdür.

İstiğna, başkasının malından, mülkünden, yardımından uzak durmak ve kendi kendine yetme halidir. Bu, hem maddî hem de manevî bir duruştur. İnsan, kendi emeğiyle ve kendi gayretiyle ayakta durur. Kimseden bir beklentisi olmamak, insana büyük bir özgürlük ve onur kazandırır. Bu haliyle istiğna, tecerrüdün pratik bir yansımasıdır.

İnfirad ise “tek başına kalmak” demektir. Bu tek başınalık, yalnızlık hissiyle karıştırılmamalıdır. Yalnızlık, bir boşluk ve eksiklik hissi iken, infirad, kişinin kendi varlığıyla bütünleşmesi, kendiyle barışık olması halidir.

Hikmet ve İbret: Tecerrüdün Işığında
Hayatın koşuşturması içinde insanlar, “daha fazlasına sahip olma” yarışına girerler. Daha iyi bir araba, daha büyük bir ev, daha çok sosyal medya beğenisi… Bu bitmek bilmeyen arayış, insanı kendi özünden uzaklaştırır. Eşyaların, unvanların ve beklentilerin ağırlığı altında ezilen ruh, hakiki mutluluğu ve huzuru bulamaz.
Tecerrüd, işte tam bu noktada bir uyarıcı, bir kurtarıcı gibi karşımıza çıkar. Bize şunu fısıldar: Gerçek zenginlik, neye sahip olduğunda değil, neyden vazgeçebildiğindedir. Bir ağacın sonbaharda yapraklarını dökmesi gibi, insan da fazlalıklardan, gereksiz düşüncelerden ve bağımlılıklardan soyunmalıdır. Her soyunma, yeni bir büyüme için yer açar.
En büyük tecerrüd, insanın kendi egosundan ve benliğinden soyunmasıdır. Kibir, gurur, hırs gibi duygular, insanı asıl gerçeklikten, hakikatten uzaklaştırır. Bunlardan sıyrıldığında, insan, kendini tüm varlık âleminin bir parçası olarak görmeye başlar. Bu, bencillikten evrenselliğe doğru bir geçiştir.

Düşündürücü bir not: En büyük bilginler, en büyük kâşifler ve en büyük sanatçılar, genellikle belli bir tecerrüd halinde eserlerini ortaya koymuşlardır. Newton, elmanın düşüşünü kalabalık bir meydanda değil, yalnız başına bir bahçede düşünmüştü. Mevlânâ, insanlara ulaşmak için önce kendi iç dünyasında derin bir yolculuğa çıkmıştı. Yapıcılık, düşünce ve idrak, genellikle dış dünyanın gürültüsünden uzak, tecerrüd haliyle yeşerir.
Bu makalede bahsettiğimiz konular, Risale-i Nur’da yer alan tefsir ve bilimsel yaklaşımlarla da desteklenebilir. Risale-i Nur’da, insanı dünyaya aşırı bağlanmaktan ve bu bağların getirdiği hastalıklardan korumak için, “dünyaya gelen her insanın dünyaya misafir olduğu” fikri işlenir. Bu misafirlik bilinci, tecerrüdün temelini oluşturur. Sahip olduğumuz her şeyin geçici olduğu, bize emanet verildiği ve bu emanetlere bağlanmanın ruhsal bir hastalık olduğu fikri, tecerrüdün mantıksal bir dayanağıdır.

Özet
Tecerrüd, sadece dünyadan el çekmek değil, dünyayı daha doğru ve anlamlı bir şekilde yaşamak için gereksiz bağlardan ve bağımlılıklardan soyunmaktır. Bu soyunma, zihinsel, ruhsal ve duygusal bir arınmadır.

Muradifleri:
* İnziva: Dış uyaranlardan uzaklaşarak iç dünyaya odaklanma.
* Zühd: Dünyanın geçici nimetlerine kalben bağlanmamak.
* İstiğna: Başkasına muhtaç olmadan, kendi kendine yetme hali.
* İnfirad: Yalnızlıktan ziyade, kendi varlığıyla bütünleşme ve tek başına olma hali.

Sonuç: Tecerrüd, modern insanın huzuru ve mutluluğu bulabilmesi için kaçınılmaz bir yolculuktur. Bu yolculuk, sahip olduklarımızı değil, ruhumuzu özgür bıraktığımız şeyleri anlamamızı sağlar. Gerçek zenginlik, vazgeçebilme kabiliyetinde saklıdır.

 




Tevhidin Safiyeti ve Vesaitin Perdesi

Tevhidin Safiyeti ve Vesaitin Perdesi

“İslâmiyet’in esası, mahz-ı tevhiddir; vesait ve esbaba tesir-i hakiki vermiyor, icad ve makam cihetiyle kıymet vermiyor.

   Hristiyanlık ise “velediyet” fikrini kabul ettiği için vesait ve esbaba bir kıymet verir, enaniyeti kırmaz. Âdeta rububiyet-i İlahiyenin bir cilvesini azizlerine, büyüklerine verir.

اِتَّخَذُٓوا اَحْبَارَهُمْ وَرُهْبَانَهُمْ اَرْبَابًا مِنْ دُونِ اللّٰهِ

âyetine mâsadak olmuşlar.”
Mektubat

İslâmiyet ve Hristiyanlığın İnanç Farklılıkları Üzerine Bir Tefekkür

İnsanlık tarihi boyunca hakikat arayışı, kimi zaman sadeliği ve tevazuu merkeze alırken; kimi zaman da vesileleri kutsallaştırarak aslî kaynağı unutturmuştur. Bu açıdan Bediüzzaman Said Nursî’nin Mektubat’ta yaptığı şu tahlil, dinler tarihine dair derin bir kavrayış sunar:

> “İslâmiyet’in esası, mahz-ı tevhiddir; vesait ve esbaba tesir-i hakiki vermiyor… Hristiyanlık ise ‘velediyet’ fikrini kabul ettiği için vesait ve esbaba bir kıymet verir, enaniyeti kırmaz.”

Bu cümleler, İslâmiyet ile Hristiyanlık arasında derin metafizik bir farkın kapısını aralar: Tevhidin saflığı ile şirkten doğan aracılığın kıyaslaması.

Tevhid: Doğrudan Allah’a Bağlılık

İslâm, baştan sona tevhid üzerine inşa edilmiştir. “La ilâhe illallah” cümlesi, her türlü aracıya, sebebe, şirk unsuruna karşı çıkan bir hakikat beyanıdır. Bu dinin özünde, insan ile Allah arasında hiçbir mânevî perde yoktur. Dua doğrudan Allah’a yapılır; şefaat bile Allah’ın izniyle olur. Peygamberler dahil hiç kimse, bağımsız bir kudret sahibi değildir.

Bu anlayış, insanın fıtratına tam uygundur. Çünkü insan, doğrudan kudretin merkezine yönelmek ister. Vesilelere mahkûm olmak değil, Rahmân’ın huzuruna aracısız çıkmak ister.

Hristiyanlıkta Vesilelerin Kutsanması ve Tevhidin Bozulması

Hristiyanlık, özellikle Pavlus sonrası dönemde “velediyet” (Allah’ın oğlu fikri) inancıyla birlikte, tevhidî özünü kaybetmiştir. Baba-Oğul-Kutsal Ruh üçlemesi, bir bakıma farklı varlıkları ilahlaştırmış ve tek olan İlâh anlayışını parçalara ayırmıştır.

Bu parçalanma, sadece metafizik alanda kalmamış; sosyal hayata da sirayet etmiştir. Papazlar, azizler, ruhban sınıfı, Allah ile kul arasına giren kutsal simalar hâline gelmiş; insanlar dualarını doğrudan Allah’a değil, bu azizler üzerinden yapmaya başlamıştır. İşte Kur’ân’ın şu ayeti, tam da bu bozulmaya işaret eder:

> “Onlar hahamlarını ve rahiplerini Allah’tan başka rabler edindiler…” (Tevbe, 31)

Bediüzzaman’ın bu ayeti hatırlatması, tevhidin nasıl bozulduğuna dair Kur’ânî bir uyarıdır. İnsanların Allah’a değil, Allah’ın kullarına kulluk etmeye başlaması, en büyük sapmadır.

İslâmiyet Enaniyeti Nasıl Kırar?

İslâmiyet, vesilelere değer vermez değil; fakat onların bağımsız etkisini reddeder. Sebepler yaratmaz, yalnızca yaratılmaya zemin hazırlar. Her şeyin arkasındaki kudret, doğrudan Allah’a aittir. Bu anlayış, insanın enaniyetini kırar, gururunu törpüler, şükür ve teslimiyeti öğretir.

Eğer insan, yaptığı iyiliği, sahip olduğu başarıyı, elde ettiği ilmi kendi şahsına değil de Allah’ın lütfuna bağlarsa; hem tevazu kazanır hem de kulluğunu kemale erdirir. İşte İslâm’ın aradığı budur: Kulun kulluğunu bilmesi ve sadece Rabbine yönelmesi.

Vesileye Değil, Vahide Dayanmak

Bugün modern dünyada da insanlar sebeplerin içinde boğulmuş, ilahî iradeyi unutur hâle gelmiştir. Teknoloji, bilim, ideolojiler… Bunların hepsi birer vesiledir, ama hakiki kudret sahibi değildir. İslâm, vesileleri tanır ama onları asla bağımsızlaştırmaz. Her başarıda, her güzellikte, her iyilikte “Meşietullah” vardır. O isterse olur, istemezse bütün sebepler birleşse yine olmaz.

Özet

Bu makalede, İslâmiyet ile Hristiyanlık arasındaki temel inanç farkı; tevhid ve vesileler açısından incelenmiştir. İslâmiyet, mahz-ı tevhid üzere kurulmuş, sebeplere hakiki tesir vermez; Allah’a doğrudan bağlanmayı esas alır. Hristiyanlık ise velediyet inancıyla, azizleri ve ruhban sınıfını ilahlaştırarak tevhidi zedelemiş, vesileleri kutsallaştırmıştır. Bediüzzaman’ın bu tahlili, yalnızca dinî bir eleştiri değil, aynı zamanda imanî saflığı korumanın bir çağrısıdır. Her müminin, Allah’tan başka kudret tanımaması gerektiği, tevazu ve teslimiyet içinde yaşaması gerektiği anlatılmıştır. Tevhid, hem inancın hem de insanlığın temelidir.

 




Rahmetin Gölgesinde Ümit ve Diriliş

Rahmetin Gölgesinde Ümit ve Diriliş

“Rahmet-i İlahiyeden ümit kesilmez. Çünkü Cenab-ı Hak, bin seneden beri Kur’an’ın hizmetinde istihdam ettiği ve ona bayraktar tayin ettiği bu vatandaşların muhteşem ordusunu ve muazzam cemaatini, muvakkat arızalarla inşâallah perişan etmez. Yine o nuru ışıklandırır ve vazifesini idame ettirir…  ”
Mektubat

Milletin Yazgısı ve Kur’ân’ın Hizmeti

Tarihin dalgaları bazen milletleri yükseltir, bazen sarsar. Fakat bu iniş çıkışlar, ne ilâhî bir terk edilişin, ne de kaderin zalim bir oyunun neticesidir. Her bir çöküş, bir tefekkür; her bir inkıraz, bir inşa için fırsattır. Bediüzzaman Said Nursî’nin Mektubat’ta geçen şu sözleri, karanlık zamanlara düşen bir milletin yeniden diriliş umudunu yeşerten bir meşaledir:

> “Rahmet-i İlahiyeden ümit kesilmez. Çünkü Cenab-ı Hak, bin seneden beri Kur’an’ın hizmetinde istihdam ettiği ve ona bayraktar tayin ettiği bu vatandaşların muhteşem ordusunu ve muazzam cemaatini, muvakkat arızalarla inşâallah perişan etmez.”

Bu satırlar, sadece teselli değil; aynı zamanda tarihî bir hakikatin, kaderî bir misyonun ve manevî bir müjdenin ifadesidir.

Kur’an’a Hizmetle Şereflenen Millet

Türk milleti, bin yılı aşkın bir süredir Kur’an’ın bayraktarlığını yapmış, onun sancağını doğudan batıya, kuzeyden güneye taşımıştır. Selçuklu’nun irfanı, Osmanlı’nın adaleti, Anadolu’nun fedakârlığı, bu hizmetin parçalarıdır. Kur’an’a hizmet eden bir millet, aslında Allah’ın nuruna omuz vermiştir. Böyle bir millet, geçici çöküşler yaşasa da kader planında silinmeye mahkûm değildir.

Bediüzzaman, bu düşüşün “muvakkat bir arıza” olduğunu belirtir. Yani bu durum geçici, yüzeysel, düzeltilebilir ve tamamen yıkıma değil, arınmaya vesiledir. Bu, ümidi besleyen bir bakıştır: Hastalığı fark etmek, şifanın başlangıcıdır.

Rahmetin Üzerine İnşa Edilen Gelecek

Allah’ın rahmeti, kulun günahını aşan, milletin dağınıklığını kuşatan, tarihin karanlık noktalarına ışık tutan bir kudrettir. Bu rahmet, sadece geçmişte değil, her anda hazır ve nazırdır. Dolayısıyla bir millet, hangi şartlarda olursa olsun, eğer Kur’an’a yönelirse, onun sancağını tekrar yüceltmek için rahmet kapıları açılır.

Ümitsizlik, şeytanın silahıdır. Rahmet-i İlahîden ümit kesmek, Allah’ı haşa zalim gibi görmek demektir. Oysa Rab, “Rahmetim gazabımı geçti” buyurmuştur. Ne kadar çöküş olursa olsun, bir millet Kur’an’a yönelirse, yeniden ihya olur.

Vazife Bitmez, Nur Sönmez

Bediüzzaman burada çok önemli bir teselli verir:

> “Yine o nuru ışıklandırır ve vazifesini idame ettirir.”
Bu demektir ki; milletlerin vazifeleri vardır. Kur’an’a hizmet eden bir millet, sadece kendi bekası için değil, insanlığın istikbali için görev almıştır. O görev, bitmez. Belki kişiler değişir, dönemler değişir ama o nur sönmez.

Milletin asıl görevi; Kur’an’ın ahlâkını, adaletini, tevhit nurunu, ilimle, irfanla, hikmetle taşımaktır. Bugün bu hizmet; savaşla değil, ilimle, ahlakla, tebliğle ve temsil ile olur. Nur hizmeti kalpleri aydınlatırken, milletin dirilişine de vesile olur.

Geçici Arızalar, Kalıcı Varlıklar

Bugün yaşadığımız ahlâkî, siyasî, kültürel sarsıntılar; derin köklere sahip bir ağacı deviremez. Eğer kök sağlam, niyet halis, istikamet Kur’an ise; fırtına geçer, bahar gelir. Bu millet, sadece bir coğrafya adı değildir; aynı zamanda bir manevî mirasın, bir İslâm hizmetinin, bir vahdet potansiyelinin adıdır. Allah, böyle bir mirası boşa çıkarmaz.

Özet

Bu makalede Bediüzzaman’ın “Rahmet-i İlahiyeden ümit kesilmez” düsturuyla, bir milletin Kur’an’a hizmet yolundaki diriliş umudu işlenmiştir. Türk milletinin bin yıllık Kur’an hizmeti, geçici çöküşlere rağmen ilâhî rahmetle yeniden ayağa kalkacağına delildir. Kur’an’a hizmet eden hiçbir millet, kader tarafından terk edilmez. Her düşüş, bir dirilişin habercisidir. Önemli olan, ümidi kaybetmeden, vazifeye sarılmaktır. Çünkü nur sönmez, rahmet kesilmez, vazife bitmez.

 




İMKÂNLAR

İMKÂNLAR

Aşağıda sırasıyla Yûsuf Suresi 56, Nur Suresi 38 ve Âl‑i İmrân Suresi 37. ayetlerin anlamları, tefsirleri, nüzul sebepleri ve bu ayetlerin günümüze uzanan hikmetlerine dair detaylı bir makale yer alıyor.

  1. Yûsuf Suresi 56

Ayet:
«وَكَذَٰلِكَ مَكَّنَّا لِيُوسُفَ فِي الْأَرْضِ يَتَبَوَّأُ مِنْهَا حَيْثُ يَشَاءُ ۚ نُصِيبُ بِرَحْمَتِنَا مَن نَّشَاءُ ۖ وَلَا نُضِيعُ أَجْرَ الْمُحْسِنِينَ»

Tefsir:
Bediî üslupla Rabbimiz “Yusuf’u Mısır’da o derece yüceltip güçlendirdik ki dilediği her yerde hüküm sürebildi. Onu rahmetle destekledik; ibadet edenlerin mükafatını da zayi etmedik.” denir.
Kral onu maliye bakanı yapar; güven ve liyakatle halkın sevgisini kazanır  . Burada, sabırla, iffeti koruyan kimsenin dünyada konforu, ahiretteyse mükâfatı vardır.

Nüzul sebebi:
Yusuf aleyhisselamın şahit olduğu acılara – kıskanç kardeşler, iftira, esaret, haksız suçlamaya rağmen – dimdik ayakta kalışı ve sonunda ilimde ve ikametinde elde ettiği iktidar, bu ayetle müjdelenmiş olur.

Günümüz için:
Zorluk anında sergilenen sabır, hakkaniyet ve fedakârlık; sonunda ferah, itibar ve maslahat getirir. İnisiyatif aldığında Allah’ın desteğiyle hayırlı sonuçlar doğar.

  1. Nur Suresi 38

Ayet:
«لِيَجْزِيَهُمُ اللَّهُ أَحْسَنَ مَا عَمِلُوا وَيَزِيدَهُم مِّن فَضْلِهِ ۖ وَاللَّـهُ يَرْزُقُ مَن يَشَاءُ بِغَيْرِ حِسَابٍ»

Tefsir:
Burada, temiz ibadet ve samimi kulluk gerek dünya gerekse ahirette en güzel karşılığını bulur. Bununla da yetinilmeyip Allah’ın sınırsız lütfundan nasiplenirler  . Sadece emeklerinin karşılığını değil, fazladan ihsanla donatılırlar. Bu sistem, müminlerin motivasyon kaynağıdır.

Nüzul sebebi:
Salih insanların samimî duaları, fedakarlıkları ve ibadetleri neticesinde dünya şartlarında manevi ve maddi karşılığın varlığı; bu ayetle temin edilmiştir.

Günümüzde:
Doğru ve düzenli ameller her zaman karşılıksız kalmaz. Zorlukta bile sabredip iyiliğe devam edenler, hem dünyevi huzura hem de ahiret nimetlerine erişir.

  1. Âl‑i İmrân Suresi 37

Ayet:
«وَأَنۢبَتَهَا نَبَاتًا حَسَنًا وَكَفَّلَهَا زَكَرِيَّا ۚ كُلَّمَا دَخَلَ عَلَيْهَا زَكَرِيَّا الْمِحْرَابَ وَجَدَ عِندَهَا رِزْقًا ۖ … إِنَّ اللَّهَ يَرْزُقُ مَن يَشَآءُ بِغَيْرِ حِسَابٍ»

Tefsir:
Meryem annemize verilen özel şeref: güzel yetiştirilmesi, mânevî olgunluk kazandırılması ve Hz. Zekeriya’nın nezaretinde mescid ortamında yetişmesi; Allah’ın özel rızasıyla olmuştur  . Zekeriya her geldiğinde onun yanında mevsim meyveleri gözle görülür biçimde ortaya çıkar, bu mucizevi ilim/hayırdan gelir  .

Nüzul sebebi:
Meryem validemizin özel kabulü, Allah’ın seçkin kullarına ihsan ettiği hikmet ve lütuflardan biridir. Bu ayet, O’nun terbiye edildiği ilahi yöntemi detaylandırır.

Günümüzde:
Allah’ın isteğine teslim olan, ahlak ve mâneviyata önem veren bir yetiştirme tarzı; ilim, ahlâk ve topluma faydalı bireyler için temel oluşturur.

🔍 Makale Yorumu

Görüldüğü gibi seçilen üç ayet, Rabbin sabırla, hak ve teslimiyetle hareket eden kullarına merhamet, iktidar ve lütuf ihsan ettiğini gösterir:

  1. Yusuf 56 → Sabır ve iffetle tutulan mânevî çizgi, dünyevi makam ve halkın saygısını getirir.
  2. Nur 38 → Salih amel, hem dünyada hem de ahirette karşılıksız bırakılmaz, Allah fazlasıyla mükâfatlandırır.
  3. Âl–i İmrân 37 → Allah’ın rızasına uygun yetiştirilmiş bireyler; hem kendileri hem de çevreleri için büyük nimete vesile olurlar.

Bu ayetlerin ortak mesajı şudur:
İnsanın dünyada kazandığı manevi sorumluluk; sabır, doğruluk, teslimiyet, ahlaklılık…
➡️ Hem dünyevi neticeyle taçlanır,
➡️ Hem Rabbimizden karşılık görür,
➡️ Hem kutsalı inşa eden bir meharetle eser bırakır.

Özet

Yusuf 56: Sabır, iffet ve liyakat; dünyevi makamın kapısını açar, Allah da haksızlık yapmaz  .

Nur 38: Güzel amel, dünya-ahiret mükâfatıyla sınırsız zenginleşir  .

Âl‑i İmrân 37: Meryem annemizin mânevî eğitim ve teslimiyeti, mucizevi rızıkla taçlanır  .

Bu üç ayet, sabırla yaşanan mânevî süreçlerin Allah katında karşılığını dünyada ve ahirette tertemiz neticelerle verdiğini anlatır. Yeter ki yollar inanç ve güzel ahlakla döşensin.

 




Siyasetin Gölgesinde Kaybolan Hakikat – Aklın Yerini Alan Taraftarlık

Siyasetin Gölgesinde Kaybolan Hakikat – Aklın Yerini Alan Taraftarlık

“Bir sâlih âlim, kendi fikr-i siyasîsine muvafık bir münafığı harâretle sena etti; ve siyasetine muhâlif bir sâlih hocayı tenkid ve tefsik etti.

   Eski Said ona dedi: “Bir şeytan senin fikrine yardım etse, rahmet okutacaksın. Senin fikr-i siyasiyene muhâlif bir melek olsa, lânet edeceksin.” Bunun için Eski Said

اَعُوذُ بِاللّٰهِ مِنَ الشَّيْطَانِ وَ السِّيَاسَةِ

   dedi ve otuzbeş seneden beri siyaseti terk etti.”
Hutbe-i Şamiye

İnsan, akıl ve vicdan sahibi bir varlıktır. Doğruyu yanlıştan, güzeli çirkinden, adaleti zulümden ayırmakla sorumludur. Ancak bu ayırma kabiliyeti, nefsin ve hevânın gölgesinde zayıflarsa; hakikat, yerini tarafgirliğe bırakır. İşte bu noktada Bediüzzaman Said Nursî’nin Hutbe-i Şamiye’de verdiği çarpıcı örnek, çağları aşan bir uyarı niteliğindedir:

> “Bir şeytan senin fikrine yardım etse, rahmet okutacaksın. Senin fikrine muhalif bir melek olsa, lânet edeceksin.”

Bu ifade, siyasî tarafgirliğin aklı nasıl bağladığını, vicdanı nasıl körelttiğini ve hakikatin nasıl ters yüz edildiğini gözler önüne serer. Bir müminin, kendi siyasî görüşüne uygun düşen bir münafığı överken, sırf zıt düşündüğü için salih bir hocayı kötülemesi; sadece bir karakter zaafı değil, aynı zamanda bir dinî körlüktür.

Siyaset Bir Araçtır, Hakikat Değil

Siyaset, bir toplumun idaresiyle ilgili yöntemlerden biridir; asla kutsal bir gaye değildir. Lakin zamanla bazı insanlar, siyaseti din gibi kutsallaştırır. Kendi fikrini “tek doğru”, muhalifini ise “mutlak yanlış” olarak görür. Böylece artık hakikate değil, kendi hizbine göre hükmeder. Bu ise İslâm ahlâkı ve adalet anlayışıyla tamamen çelişir.

Bediüzzaman’ın bu durum karşısında verdiği tepki çok anlamlıdır:
“Euzü billâhi mine’ş-şeytân ve’s-siyâse.”
Yani “Şeytandan ve siyasetten Allah’a sığınırım.”
Bu dua, siyasetin şeytanî bir mekanizma olduğu anlamına gelmez; fakat hakikatin üstünü örtmeye başladığı, nefislerin çatışma alanına döndüğü bir zeminde siyasetin, şeytan kadar zararlı olabileceğini ifade eder.

Adaletin Ölçüsü Fikir Değil, Hakikat Olmalıdır

Bir Müslüman için ölçü, fikir değil, hakikattir. Bir insan, hangi görüşten olursa olsun, eğer doğru söylüyorsa takdir edilmeli; haksızlık ediyorsa tenkit edilmelidir. Fakat siyasî taassup, bu ölçüyü bozar. Artık kişi, karşısındakine değil, onun kim olduğuna göre hüküm verir. Dostunun zulmünü örter, düşmanının faziletini inkâr eder. Böylece toplumda adalet kaybolur, güven sarsılır ve kutuplaşma büyür.

Bu durum, sadece bireyleri değil, ümmeti de parçalar. Siyaset farklılıklarının din kardeşliğini örselediği bir zeminde, birlik mümkün olmaz. Oysa İslâm’ın emri açıktır:
“Müminler ancak kardeştir.”
Kardeşliğin temeli, aynı partiye değil; aynı Allah’a, aynı Peygamber’e, aynı Kitap’a inanmaktır.

Eski Said’in Terk Ettiği Siyaset

Bediüzzaman’ın hayatında “Eski Said” ve “Yeni Said” dönemleri bir dönüşümün göstergesidir. Eski Said, siyasete temas etmiş; fakat bu temasın insanları nasıl körleştirdiğini görerek, otuz beş yıl boyunca siyaseti terk etmiştir. Bu, sadece bireysel bir tercih değil; aynı zamanda siyasetin dinin önüne geçtiği her yerde hakikatin nasıl gölgelendiğine dair bir ikazdır.

Bediüzzaman, dine hizmetin yolunu siyasette değil; imanda, ahlâkta ve ilimde aramıştır. Çünkü asıl değişim, sandıkta değil, kalpte başlar. Toplumlar, iktidar değişince değil; ahlâk değişince dönüşür.

Özet:

Bu makalede, Hutbe-i Şamiye’de geçen siyasî tarafgirliğin hakikati nasıl örttüğüne dair örnek açıklanmıştır. Bir Müslümanın, sırf kendi görüşüne yakın diye münafığı övmesi, zıddına düşen salih bir kişiyi kötülemesi; adaletin ve aklın kaybı demektir. Siyaset, dinin önüne geçtiğinde insanlar dostuna şeytanı bile rahmetle anar, düşmanına melek olsa lânet eder hâle gelir. Bediüzzaman, bu fitneden kaçarak siyaseti terk etmiş ve hizmetini iman temelli yapmıştır. Makale, siyasetin değil, hakikatin esas alınması gerektiğini ve ümmetin birliğinin siyasî değil mânevî kardeşlik temeliyle korunabileceğini anlatır.

 




Fiilî Tebliğ ve Ahlâkın Fethi – İslâmiyet’in En Kuvvetli Davet Yolu

Fiilî Tebliğ ve Ahlâkın Fethi – İslâmiyet’in En Kuvvetli Davet Yolu

“Eğer biz ahlâk-ı İslâmiye’nin ve hakâik-i îmâniyenin kemâlatını ef’âlimizle izhar etsek, sâir dinlerin tâbileri elbette cemaatlerle İslâmiyet’e girecekler; belki Küre-i Arz’ın bâzı kıt’aları ve devletleri de İslâmiyet’e dehâlet edecekler.”
Hutbe-i Şamiye

Tarih boyunca nice dinler ve medeniyetler geldi geçti. Kimisi kılıçla yayılmaya çalıştı, kimisi ikna ile. Fakat hiçbir yöntem, güzel ahlâk kadar etkili ve kalıcı olmadı. Bediüzzaman Said Nursî’nin Hutbe-i Şamiye’de ifade ettiği gibi, ahlâk-ı İslâmiye’nin ve hakâik-i îmâniyenin kemâlatını bizzat yaşayarak, davranışlarımızla temsil ettiğimizde; sadece bireyler değil, toplumlar ve devletler bile İslâmiyet’e yönelir. Çünkü hakikat, en güçlü ve en sarsılmaz tebliğdir.

Ahlâk: Kelâmın Ötesinde Bir Dil

Ahlâk, sessiz bir dildir. Konuşmaz ama anlatır. Ve çoğu zaman sözün ulaştığı yerden çok daha öteye geçer. Bir müminin dürüstlüğü, sadakati, şefkati, affediciliği, emanete riayeti, komşusuna davranışı, işindeki titizliği; Kur’ân ve Sünnet’in yaşayan bir tefsiridir. İnsanlar çoğu zaman dine, bir kitabın veya bir hitabın davetiyle değil, o dinin mensubunun hâliyle tanışır ve ısınır.

Bugün dünyada İslâm’a ilgi gösteren milyonlarca insanın hikâyelerine bakıldığında, birçoğunun, bir Müslümanın ahlâkına şahit olduktan sonra hakikati araştırmaya başladığı görülmektedir. Bu durum, İslâm’ın en güçlü silahının ahlâkî temsil olduğunu açıkça ortaya koyar.

Hakikat Sadece Bilgiyle Değil, Temsil ile Tesir Eder

İmanî hakikatler, yalnızca aklî delillerle değil, ahlâkî tecellilerle de kalplere işler. Bir Müslümanın sabrı, tevekkülü, teveccühü; Allah’a olan bağını fiilen isbat eder. Bu sebeple Bediüzzaman’ın vurguladığı “kemâlat” (olgunluk ve mükemmellik), yalnızca sözle değil, ef’âl ile yani amellerle, davranışlarla gösterilmelidir.

Bugün İslâm dünyasının yaşadığı en büyük çelişkilerden biri; en güzel ahlâkın sahibi olan bir dinin mensuplarının, zaman zaman bu ahlâkı hayata yansıtamamasıdır. Bu tezat, hem içte yozlaşmaya hem de dışta itimatsızlığa yol açar. Oysa İslâm, yeryüzüne merhamet, adalet, şefkat ve hikmet getirmek için gönderilmiştir. Bu değerler, ancak bireysel ve toplumsal hayatta görünür hâle geldiğinde, İslâm daveti gerçek anlamda yankı bulur.

Devletlerin ve Kıt’aların İslâm’a Girmesi

Bediüzzaman’ın dikkat çektiği başka bir nokta da çok çarpıcıdır: Ahlâkın ve îman hakikatlerinin fiilî tebliği sadece bireyleri değil, kıtaları ve devletleri bile İslâm’a yöneltebilir. Zira insanlar, huzuru ve adaleti ararlar. Eğer bu değerler bir toplumda en yüksek seviyede yaşanıyorsa, başkaları da o modele yönelir.

Tarihte bunun birçok örneği vardır. İslâm’ın Hindistan, Endonezya, Afrika gibi coğrafyalarda savaşsız ve kılıçsız yayılması; tüccarların, âlimlerin ve sûfîlerin ahlâkıyla gerçekleşmiştir. Bugün de benzeri bir medeniyet daveti mümkündür; fakat bunun yolu ne bombadan ne propagandadan geçer. Yol, temsilden geçer.

Özet:

Bu makalede Bediüzzaman’ın Hutbe-i Şamiye’de vurguladığı, “İslâm’ın ahlâkî ve imanî güzelliklerinin fiilen yaşanmasının” tebliğdeki en güçlü araç olduğu fikri işlenmiştir. İslâmiyet’in evrensel yayılışı, kuru sözlerle değil, yaşanmış ahlâkla mümkündür. Müslüman bireylerin sabrı, dürüstlüğü, merhameti ve adaleti; İslâm’ı sessizce ve en etkili şekilde anlatır. Bu temsil gücüyle, yalnız bireyler değil, toplumlar ve devletler de İslâm’a yönelir. Makale, sözlü değil fiilî tebliğin ve ahlâkî dönüşümün önemine dikkat çeker.

 




Bir Milletin Dirilişi İçin Şifâ Arayışı – Hutbe-i Şamiye’nin Teşhisi ve Tedavisi

Bir Milletin Dirilişi İçin Şifâ Arayışı – Hutbe-i Şamiye’nin Teşhisi ve Tedavisi

“Ben bu zaman ve zeminde, beşerin hayât-ı içtimâiye medresesinde ders aldım ve bildim ki: Ecnebiler, Avrupalılar terakkide istikbale uçmalarıyla beraber bizi maddî cihette kurûn-u vustâda durduran ve tevkif eden altı tane hastalıktır. O hastalıklar da bunlardır:

    Birincisi: Ye’sin, ümitsizliğin içimizde hayat bulup dirilmesi.

   İkincisi: Sıdkın hayat-ı içtimâiye-i siyasiyede ölmesi.

   Üçüncüsü: Adâvete muhabbet.

   Dördüncüsü: Ehl-i îmanı birbirine bağlayan nurânî râbıtaları bilmemek.

   Beşincisi: Çeşit çeşit sâri hastalıklar gibi intişar eden istibdat.

   Altıncısı: Menfaat-ı şahsiyesine himmeti hasretmek.”
Hutbe-i Şamiye

Tarihin belli dönemleri vardır ki, milletler ya şahlanır ya da sarsılır. Beşeriyetin terakkî sürecinde, özellikle Batı’nın maddî sahadaki hızlı yükselişi karşısında İslâm dünyası uzun bir duraksama ve çözülme dönemi yaşamıştır. Bediüzzaman Said Nursî, bu çözülmenin sebeplerini sadece dış müdahalelerde aramaz. Aksine, bu inkırazın kaynağını içeride, bizzat İslâm toplumlarının iç bünyesindeki hastalıklarda bulur. Hutbe-i Şamiye’de teşhis ettiği altı büyük mânevî hastalık, bugün dahi İslâm dünyasının zihin ve ruh haritasını anlamada eşsiz bir rehberdir.

  1. Ye’s – Ümitsizlik:

İlk ve en yıkıcı hastalık, ümitsizliktir. Zira ümit, bir milletin ruhudur. Ümitsizliğe düşen bir toplum, mücadeleyi bırakır, hayata küserek silinir. Oysa ki, İslâm ümmeti, tarihte defalarca düşüp yeniden kalkmış, en karanlık dönemlerden sonra en parlak medeniyetleri kurmuştur. Ümit, yalnız psikolojik bir direnç değil; aynı zamanda imanın bir yansımasıdır. Çünkü bir mümin, Allah’ın rahmetinden ümit kesmez.

  1. Sıdkın Ölümü – Doğruluğun Hayat-ı İçtimâîyede Kaybı:

Toplumun siyasi ve içtimâî yapısını ayakta tutan temel değerlerden biri sıdk, yani doğruluktur. Siyasette, idarede, medyada, eğitimde ve sosyal ilişkilerde yalan hâkim olursa, güven zemini çöker. Güvenin yok olduğu bir yapıda ise ne istikrar olur ne de kalkınma. Bugün toplumların yaşadığı pek çok kriz, aslında “sözün” ve “doğruluğun” kaybının neticesidir.

  1. Adâvete Muhabbet – Düşmanlığa Aşırı Meyil:

İnsanoğlu zaman zaman düşmanlık hissiyle hareket edebilir. Ancak bir toplum, düşmanlığı sevme noktasına gelirse, kendi kendini yiyip bitiren bir yapıya dönüşür. Özellikle aynı inancı paylaşan Müslümanların birbirine düşman kesilmesi, birliğin, kardeşliğin ve rahmetin felce uğraması demektir. Bu hastalık ümmeti iç çatışmalarla zayıflatır, düşmanlarına ise fırsat kapıları aralar.

  1. Nurânî Rabıtaları Bilmemek – Kardeşlik Bağlarının İhmal Edilmesi:

İman, İslâm, kıble, dua, Kur’ân gibi nurânî rabıtalar; Müslümanlar arasında güçlü bir birlik tesis eder. Bu bağlar göz ardı edildiğinde, mezhepçilik, ırkçılık, siyasî hizipleşmeler ön plana çıkar. Oysa bu tür ayrılık sebepleri, esas olan kardeşlik bağlarının gölgesinde kalmalıdır. Ümmeti bir arada tutacak olan esas güç, bu mânevî rabıtalardır.

  1. İstibdat – Baskıcı Yönetimlerin Yaygınlığı:

İstibdat, yani keyfî ve baskıcı yönetim anlayışı, fikrin, düşüncenin, istişarenin, adaletin önünü keser. Korku üzerine kurulu toplumlar, hakikatin değil, güçlünün esiri olur. Böyle toplumlarda adalet susar, istikbal kararır. Oysa İslâm, istibdadı değil, şûrayı; zoru değil, iknayı esas alır. Baskının olduğu yerde hakikatin sesi duyulmaz.

  1. Menfaat-i Şahsiyeye Himmeti Hasretmek – Bencillik ve Nefisperestlik:

Bir milletin yücelmesi, fertlerinin sadece kendi çıkarını değil; ümmetin, toplumun, insanlığın hayrını gaye edinmesine bağlıdır. Herkes “ben” derse, “biz” çöker. Oysa ki İslâm, nefsi değil, hizmeti ve diğergâmlığı merkeze alır. Bencil nesiller, sadece kendini kurtarmaya çalışırken; fedakâr nesiller, bir milleti yeniden ayağa kaldırabilir.

Netice ve Umut Işığı:

Bu altı hastalık, bir çöküşün habercisidir. Ancak teşhis varsa, tedavi de mümkündür. Bediüzzaman’ın metodu, sadece yıkıcı bir teşhir değil; aynı zamanda yapıcı bir ıslah ve ihya çağrısıdır. Ümitsizliği ümitle, yalanı sıdkla, düşmanlığı muhabbetle, dağınıklığı kardeşlikle, istibdadı adaletle, bencilliği diğergâmlıkla tedavi etmek mümkündür. Bunun yolu ise yeniden iman şuuru, birlik ruhu ve şefkatle örülü bir içtimâî seferberliktir.

Özet:

Bu makale, Bediüzzaman’ın Hutbe-i Şamiye’de teşhis ettiği altı içtimâî hastalığı detaylı şekilde açıklamaktadır. Bu hastalıklar: ümitsizlik, doğruluğun kaybı, düşmanlığa meyil, mânevî bağları bilmeme, istibdadın yaygınlığı ve şahsî menfaatperestliktir. Bu hastalıkların İslâm dünyasının duraksamasına ve çöküşüne sebep olduğu anlatılmış, bunlara karşı çözüm yolları olarak; ümide sarılmak, doğruluğu yaymak, muhabbeti hâkim kılmak, kardeşlik bağlarını güçlendirmek, adaleti esas almak ve diğergâmlığı teşvik etmek gösterilmiştir. Makale, ümmetin yeniden dirilişine dair güçlü bir umut ve çağrıyla sonlanmaktadır.

 




Zamanın Dairesinde Dolaşan İnsanlık ve İslâm’ın Şafağı

Zamanın Dairesinde Dolaşan İnsanlık ve İslâm’ın Şafağı

“Evet bakınız, zaman hatt-ı müstakîm üzerine hareket etmiyor ki, mebde ve müntehası birbirinden uzaklaşsın. Belki Küre-i Arz’ın hareketi gibi bir dâire içinde dönüyor. Bâzen terakki içinde yaz ve bahar mevsimi gösterir; bâzen tedenni içinde kış ve fırtına mevsimini gösterir. Her kıştan sonra bir bahar, her geceden sonra bir sabah olduğu gibi, nev-i beşerin dahi bir sabahı, bir baharı olacak inşâallah. Hakikat-ı İslâmiye’nin güneşi ile, sulh-u umumî dâiresinde hakikî medeniyeti görmeyi, rahmet-i İlâhiye’den bekliyebilirsiniz. ”
Hutbe-i Şamiye

Tarih bir çizgi değil, bir dairedir. O, başlangıcı ile sonu sabit bir hat üzerinde ilerleyen düz bir yol değil; mevsimler gibi dönen, tekrar eden, bazen baharı, bazen kışı gösteren bir devr-i daimdir. Bediüzzaman Said Nursî’nin Hutbe-i Şamiye’de işaret ettiği gibi, insanlık tarihi de böyle bir daire üzerinde seyrediyor: Bazen baharlarla şahlanıyor, bazen kışlarla sarsılıyor. Lakin her kışın sonunda bir bahar, her gecenin ardından bir sabah olduğu gibi; beşeriyetin de aydınlık bir sabahı, sulh ve selâmetle dolu bir baharı gelecektir inşâallah.

Kur’ân-ı Kerîm’de bu hakikat, Âl-i İmrân Suresi 140. ayette şöyle ifade edilir:

“Eğer size bir yara değmişse, o topluluğa da benzeri bir yara değmiştir. O günleri Biz insanlar arasında döndürür dururuz…”
(Âl-i İmrân, 3/140)

Bu ayet, hayatın ve tarihin döngüselliğini gösterir. Galibiyet de, mağlubiyet de bir imtihandır. Başarı da, çöküş de hikmetsiz değildir. Rabbimiz, insanlara ibret olsun diye zamanın devirlerini çevirir. Dün yıkılanlar bugün yükselir, bugün galip olanlar yarın zayıf düşer. Zira bu dünya, sabit değil, hareket hâlindedir; ve zaman dairesi içinde ilâhî bir terbiye gerçekleşir.

İnsanlık tarihindeki büyük medeniyetlere bakıldığında bu ayetin manası tecellî eder: Roma, Pers, Bizans, Emevî, Abbâsî, Osmanlı… Hepsi bir zamanlar zirvede idi, sonra inişe geçti. Ve bu iniş ve çıkışların arkasında sadece zahirî sebepler değil, kaderin cilvesi ve İlâhî muradın terbiyesi vardır. Bu iniş ve çıkışlar sayesinde insanlık, hakiki adaleti, merhameti, hikmeti ve dîni aramak zorunda kalır. Çünkü ne mutlak kudret beşere aittir, ne de ebedî zafer.

İşte bu noktada Bediüzzaman, zamanın dairesel hareketiyle beşeriyetin geleceğine dair ümitvâr bir bakış sunar. Der ki:

> “Nev’-i beşerin dahi bir sabahı, bir baharı olacak inşâallah.”
Bu, sadece romantik bir temenni değil, Kur’ânî bir hakikatin tefsiridir. Zira Kur’ân, “o günleri insanlar arasında döndürürüz” buyurarak; Müslümanların bugün yaşadığı çöküşün, yarın yeniden bir dirilişe döneceğini müjdeler. Bunun şartı; sabır, sebat ve hikmete yönelmektir.

Günümüzde ümmetin yaşadığı felaketler, işgaller, zulümler, dağınıklık ve zillet; bir yönüyle kış hükmündedir. Fakat bu kış, ebedî değildir. Çünkü rahmet-i İlâhîye, her kışı bir bahara çevirmiştir. Geceler ne kadar uzun olursa olsun, sabah mutlaka doğar. Bu ümmetin sabahı da, İslâm’ın hakikat güneşiyle yeniden doğacaktır. Bu doğuş, ancak sahte medeniyetin çöküşü ve hakiki medeniyetin inşasıyla mümkündür. Hakiki medeniyet ise, adaletle, muhabbetle, tevazu ve merhametle kurulabilir.

Tarih bir kere daha gösteriyor ki, beşeriyetin kurtuluşu İslâm’ın hakikatlerindedir. Zira İslâm; zulmün, menfaatin, tekebbürün değil; hakkın, ahlâkın ve fıtratın dinidir. O hâlde bizlere düşen görev; bu baharı hazırlamak için imanla, ilimle, tefekkürle, sabırla çalışmak ve kışın fırtınalarına aldanmamaktır. Çünkü zaman, her daim döner; fakat sabredenler, o dönüşün baharına ulaşanlardır.

Özet:

Bu makalede, Bediüzzaman’ın Hutbe-i Şamiye’de belirttiği zamanın dairesel akışı ile Âl-i İmrân 140. ayeti birlikte ele alınmıştır. Ayet, zafer ve mağlubiyetin dönüşümlü olduğunu bildirirken, Bediüzzaman da beşeriyetin karanlık dönemlerinin ardından bir sabah ve baharın geleceğini müjdeler. İnsanlık tarihi bir imtihan sahnesidir; başarı ve çöküşler İlâhî terbiyenin parçalarıdır. Bu dönüşde Müslümanlara düşen görev, karanlıklarda yılmamak ve hakikat güneşine doğru yürümektir. Zira her kışın ardında, rahmet-i İlâhiye ile bir bahar mutlaka gelecektir.

 




RUHUN MAHİYETİ: EMİRDEN GELEN ŞUURLU BİR KANUN

RUHUN MAHİYETİ: EMİRDEN GELEN ŞUURLU BİR KANUN
Bediüzzaman’ın Ruh Telakkisi Üzerine Derin Bir Tefekkür

“Ruh, bir kanun-u zîvücûd-u hâricîdir, bir namus-u zîşuurdur. Sâbit ve dâim fıtrî kanunlar gibi, ruh dahi âlem-i emirden, sıfat-ı irâdeden gelmiş; kudret ona vücûd-u hissî giydirmiştir. Bir seyyale-i latîfeyi o cevhere sadef etmiştir. Mevcud ruh, mâkul kanunun kardeşidir. İkisi, hem dâimî, hem âlem-i emirden gelmişlerdir. Şayet nevilerdeki kanunlara kudret-i ezeliye bir vücûd-u hâricî giydirseydi, ruh olurdu. Eğer ruh, vücudu çıkarsa, şuuru başından indirse, yine lâyemut bir kanun olurdu. ”
Hutbe-i Şamiye

Giriş:

İnsanlık tarihi boyunca “ruh” meselesi, hem aklın hem inancın en çok kafa yorduğu konulardan biri olmuştur. Maddî gözle görülmeyen, elle tutulmayan ama varlığı inkâr edilemeyen bu hakikat, insanın sırlarla dolu varlığının merkezinde yer alır.
Bediüzzaman Said Nursî, Hutbe-i Şamiye’de ruhu tarif ederken modern felsefenin sınırlarını aşar ve Kur’ânî bir kavrayışla şöyle der:
“Ruh, bir kanun-u zîvücûd-u hâricîdir, bir namus-u zîşuurdur.”
Bu tarif, ruhun hem manevî bir kanun hem de şuurlu bir öz olduğunu ifade eder. Ruh; sadece bir canlılık ilkesi değil, ilâhî iradenin taşıyıcısıdır. Bu makalede, bu tarifin hikmetli boyutlarını anlamaya çalışacağız.

  1. Ruh: Hissedilir Ama Maddî Değil, Varlığı Zihinsel Değil, Gerçektir

Bediüzzaman’ın “kanun-u zîvücûd-u hâricî” ifadesi, ruhun sadece zihinsel bir kavram değil, aynı zamanda haricî (dışta) varlığı olan bir gerçek olduğunu ortaya koyar.

Tıpkı yerçekimi gibi bir kanundur ama o kanundan farklı olarak şuur sahibidir.

Tıpkı hayat gibi görünmez, ama eserleriyle kendini gösterir.

Ruh, varlıkların sadece yaşamını değil, anlamını da taşır.

Bu sebeple ruh; hem içimizdedir, hem dışımızda işler; hem bedenle ilgilidir hem de âlem-i emir dediğimiz yüksek manevî boyuttan gelir.

  1. Ruh ve Kanunlar: İki Kardeş Mahiyet

Ruhun, nevilerdeki sabit kanunlara benzemesi dikkat çekicidir.

Bediüzzaman’a göre, eğer kudret, o fıtrî kanunlara maddî bir varlık giydirseydi, onlar da ruh gibi olurdu.

Tersinden bakarsak; ruhtan şuur çıksa, o da sabit bir kanun gibi kalır.

Bu benzetme bize şunu gösterir: Ruh, hem sabit ve daimî bir mahiyet taşır, hem de şuurlu ve irade sahibi bir cevherdir.
Yani ruh, kainattaki sabit kanunların dahili, canlı ve idrakli versiyonudur.

  1. Âlem-i Emir: Ruhun Geldiği Yüce Kaynak

Kur’ân, ruh hakkında şöyle der:

> “Sana ruhtan soruyorlar. De ki: Ruh, Rabbimin emrindendir.” (İsrâ, 85)

Bu ayetle uyumlu olarak Bediüzzaman da ruhu “âlem-i emir”den gelen bir varlık olarak tanımlar.

Yani ruh, maddeden değil, ilâhî emrin tecellisinden doğmuştur.

Bu da onun yaratılışının fizikî değil, metafizikî olduğunu gösterir.

Bu yönüyle ruh, elektrikle çalışan bir cihazdaki elektrik gibidir; ama o cihazdan bağımsız bir mahiyete sahiptir.

Ruhun bu yüce kaynağı, ona ebediyetle temas kuran bir cevher olma özelliği kazandırır.

  1. Ruhun Kudretle Giydirilmesi: Latîf Bir Sedefte Cevher

Bediüzzaman’ın şu ifadesi, ruhun somutlaşmasını tarif eder:

> “Kudret ona vücûd-u hissî giydirmiştir. Bir seyyale-i latîfeyi o cevhere sadef etmiştir.”

Yani ruh, aslında soyut bir emirdir; ama Allah’ın kudretiyle bedende hissedilir bir varlık hâline gelmiştir.

Beden, ruh için bir elbise veya bir kabuktur.

Ruh ise bu kabuğun içindeki incidir.

Ruhun latîf (nurânî ve hassas) yapısı, onu cisimlerden ayırır ama etkisini onlarda gösterir. Tıpkı bir lambanın ışığı gibi; görünmez ama aydınlatır.

  1. Şuurun Ayrılmasıyla Ruh, Yine Kanundur

Bediüzzaman, ruhun şuurundan sıyrılsa bile bir “lâyemut (ölmez) kanun” olarak kalacağını söyler.
Bu ifade; ruhun ebedîlik taşıyan bir mahiyet olduğunu ve onun sıradan bir “can” değil, yüksek bir varlık prensibi olduğunu ispatlar.
Ruhun en düşük hali bile, yine Allah’ın değişmez yasalarına (sünnetullah’a) bağlı bir gerçekliktir.

Sonuç:

Bediüzzaman’ın bu derin izahı, ruhun mahiyetini anlamada eşsiz bir perspektif sunar. Ruh, maddî değil ama gerçektir; sabit ama şuurludur; görünmez ama etkilidir. O, ilâhî bir emirden gelen, kudretle şekillenen, varlığa anlam ve hayat veren cevherdir. Bu anlayış, hem insanın kıymetini artırır, hem de yaratılışa karşı hayranlığı derinleştirir. Ruhunu tanıyan, Rabbini tanır; fıtratına kulak veren, hakikate ulaşır.

ÖZET:

Bu makalede, Bediüzzaman Said Nursî’nin Hutbe-i Şamiye’deki “Ruh, bir kanun-u zîvücûd-u hâricîdir…” cümlesinden hareketle ruhun mahiyeti izah edilmiştir. Ruh; âlem-i emirden gelen şuurlu ve sabit bir kanundur. Kudret, ona hissedilir bir varlık giydirmiştir. Şuurdan sıyrılsa bile, yine ölmeyen bir hakikat olarak kalır. Netice olarak ruh; insandaki en kıymetli cevher, varlıktaki en sır dolu emirdir. Onu anlamak, varoluşu anlamaktır.

 




Muhabbetin Kal’ası ve Adavetin Aldatıcı Taşları

Muhabbetin Kal’ası ve Adavetin Aldatıcı Taşları

“Evet muhabbetin sebepleri; îman, İslâmiyet, cinsiyet ve insaniyet gibi nurânî, kuvvetli zincirler ve mânevî kal’alardır. Adâvetin sebepleri, ehl-i îmana karşı küçük taşlar gibi bir kısım hususî sebeplerdir. Öyle ise bir müslümâna hakikî adâvet eden, o dağ gibi muhabbet esbablarını istihfaf etmek hükmünde büyük bir hatadır.”
Hutbe-i Şamiye

Toplumları bir arada tutan görünmeyen bağlar vardır. Bu bağlar bazen bir inanç, bazen bir aidiyet, bazen de insan olmanın ortak şuurudur. Bediüzzaman Said Nursî, Hutbe-i Şamiye’de bu bağları “îmân, İslâmiyet, cinsiyet ve insaniyet” gibi nurânî ve kuvvetli zincirler olarak ifade eder. Bu zincirler, insanları birbirine kenetleyen mânevî kal’alardır. Aynı yöne bakan kalpler, aynı değerlere bağlı olan ruhlar, ortak bir Rabbe, dine ve kıbleye yönelen insanların aralarında asıl olması gereken bağ; muhabbettir.

İnsanlık onurunu yücelten bu kudsî bağlara rağmen, bazen basit sebeplerle, küçük meselelerle, geçici kırgınlıklarla koca koca kaleler yerle bir olur. Dînî kardeşliğe rağmen, îman birliğine rağmen, sırf bir hatır kırıklığı ya da dünyevî bir çıkar çatışması yüzünden düşmanlık beslenmesi, işte bu büyük bir körlük ve gaflettir. Çünkü bir mümin, başka bir mümine düşmanlık ettiğinde, dağ gibi muhabbet sebeplerini görmezden gelmiş ve adeta bu İlâhî bağları küçümsemiş olur.

Adavetin dayandığı zemin çoğu zaman zayıf, geçici ve hissîdir. Kişisel kırgınlıklar, yanlış anlamalar, gurur, kibir ya da nefisle ilgili nedenler; ebedî kardeşliği örseleyemez. Çünkü o kardeşlik, nefsin değil, ruhun birliğinden doğmuştur. Hâlbuki îman, müminleri birbirine “mukaddes bir zincir” ile bağlamıştır. O zincir, Arş’tan kalbe inen bir nurdur. Bu nur kırılmaz, kesilmez; sadece ihmal edilirse zayıflar.

Muhabbet, bu zincirin hakikatidir. Çünkü îman edenler için Kur’an’ın emri açıktır:
“Müminler ancak kardeştir.”
Bir müminin diğerine bu kadar yüksek kıymet verilmişken, husumet etmek; bu İlâhî fermanı hiçe saymak olur. Çünkü îmanın bir gereği olarak muhabbet etmek farz mesabesindedir. Kin, kıskançlık, dedikodu, öfke gibi nefsanî davranışlar; şeytanın müminler arasına soktuğu fitne taşlarıdır. Bediüzzaman’ın deyimiyle bu “küçük taşlar”, nurdan yapılmış kaleleri yıkmaya yetmez; yeter ki biz kaleyi terk etmeyelim.

O hâlde Müslümanlar arasında kalıcı bağlar kurmak ve kırgınlıkları aşmak; sadece güzel bir ahlâk değil, aynı zamanda bir îman meselesidir. Kırgınlıklar, hatalar, anlaşmazlıklar elbette olacaktır. Fakat bunları büyütmek, düşmanlığa dönüştürmek değil; muhabbetle, affetmekle, anlayışla çözmek gerekir.

Muhabbetin hakikî kıymetini bilen, kinle değil şefkatle bakar. Göz değil kalp ile görür. Çünkü kalp, îmanla beslenirse muhabbetle parlar. Ve o muhabbet, toplumu bir arada tutan sarsılmaz bir kal’a olur. Oysa adavet; o kal’anın dışında, sahte zaferlerle yıkıma götüren aldatıcı bir hayaldir.

Özet:

Bu makale, Hutbe-i Şamiye’de geçen “îmân, İslâmiyet, cinsiyet ve insaniyet gibi nurânî zincirler”in, müminleri birbirine bağlayan asıl muhabbet vesileleri olduğunu açıklamaktadır. Müslümanların aralarındaki geçici ve küçük sebeplerden doğan düşmanlıklar, bu büyük İlâhî bağları hafife almak anlamına gelir. Adavetin dayandığı zemin zayıf, muhabbetin dayandığı zemin ise kudsîdir. Bu nedenle mümin, dînî kardeşliğini muhafaza etmeli, muhabbetin kal’asını yıkacak küçük taşlara itibar etmemelidir.

 




Muhabbet Medeniyeti ve Adavet Felaketi

Muhabbet Medeniyeti ve Adavet Felaketi

“Muhabbete en lâyık şey muhabbettir ve husûmete en lâyık sıfat husûmettir. Yâni hayat-ı içtimâiye-i beşeriyeyi temin eden ve saadete sevk eden muhabbet ve sevmek sıfatı, en ziyâde sevilmeğe ve muhabbete lâyıktır. Ve hayat-ı içtimâiye-i beşeriyeyi zîr ü zeber eden düşmanlık ve adâvet, her şeyden ziyâde nefrete ve adâvete ve ondan çekilmeğe müstehak ve çirkin ve muzır bir sıfattır.”
Hutbe-i Şamiye

İnsan sosyal bir varlıktır. Varlığını sürdürebilmesi, huzurlu bir şekilde yaşayabilmesi ve insanca bir hayat sürebilmesi; içtimâî dayanışmaya, karşılıklı anlayışa ve en temelde muhabbete bağlıdır. Muhabbet, hem fertler arası ilişkilerin hem de toplumların ruhudur. Bediüzzaman Said Nursî’nin ifadesiyle “muhabbete en lâyık şey muhabbettir.” Zira muhabbet; sevmek, merhamet etmek, affetmek, kucaklamak ve yaşatmak demektir. İşte bu sıfat, kendisiyle hemhâl olan bir yürek ister. Ve kendi türünü yani muhabbeti sevmeye en çok muhabbetin kendisi lâyıktır.

Tam aksine, hayat-ı içtimâiye-i beşeriyeyi tahrip eden, insanı insana düşman eden, kalpleri karartan ve toplumları çürüten bir diğer sıfat vardır: Husûmet ve adavet. Düşmanlık tohumları ekilen bir toplumda huzur beklemek boşunadır. Çünkü düşmanlık; nefreti besler, kini körükler, bölünmeyi doğurur. Ve en nihayetinde insanlar birbirini kemiren yırtıcılar haline gelir.

Bu çağın en büyük musibetlerinden biri, adeta bir salgın hastalık gibi yayılan kalpsizliktir. İnsanlar birbirine güvenmez olmuş, en küçük meselelerde dahi düşmanlıklar büyümüş, kardeş kardeşe hasım kesilmiştir. Oysa ki insan, yaratılışı itibariyle muhabbet için yaratılmıştır. Kalbinin hamuru şefkatle yoğrulmuştur. Bir annenin evladına olan şefkati, bir insanın dostuna olan sadakati, bir çocuğun masum tebessümü; hep o İlâhî muhabbetin yeryüzündeki yansımalarıdır.

İşte bu sebeple, muhabbetin kendisi zaten başlı başına bir değer ve hedeftir. Sevmenin, affetmenin ve kucaklamanın güzelliği, yalnızca neticesinde elde edilen faydalardan değil, bizzat bu eylemlerin özündeki yücelikten ileri gelir. Yani bir insan başkasını seviyorsa, bu sevgi onun kendi ruhunu da güzelleştirir, kalbini de huzura erdirir.

Bediüzzaman’ın ifadesiyle muhabbet, içtimâî hayatı temin ederken; adavet, onu zîr ü zeber eder. Çünkü bir toplumda muhabbet varsa, fertler arasında güven vardır. Güven varsa iş birliği doğar. İş birliği varsa kalkınma ve medeniyet olur. Tam tersine düşmanlık hâkimse, herkes birbirine şüpheyle bakar, insanlar kabuklarına çekilir, yalnızlaşır ve toplum çürümeye başlar.

Muhabbet sadece bireylerin değil, ümmetin de dirilmesidir. Kardeşliği, dayanışmayı, barışı mümkün kılan esas; muhabbetin hâkim olduğu bir zemindir. Bugün İslâm dünyasının karşı karşıya kaldığı birçok sosyal, siyasi ve ahlâkî buhranın temelinde; araya ekilmiş husûmet tohumlarının büyümesi vardır. Mezhepçilik, ırkçılık, çıkar çatışmaları gibi unsurlar; ümmeti birbirine düşman ederken, asıl düşmanlarını ise gözden kaçırmaktadır.

Şu halde yapılması gereken şey, Bediüzzaman’ın çağrısını kulaklara değil kalplere nakşetmektir: Muhabbeti yaymak, düşmanlığı terk etmek. Sevmek için bahane aramak, nefret etmek için değil. Affetmek için fırsat kollamak, intikam için değil. Zira affeden büyür, düşmanlık eden küçülür.

Özet:

Bu makalede, Bediüzzaman Said Nursî’nin Hutbe-i Şamiye’deki “Muhabbete en lâyık şey muhabbettir…” sözü etrafında muhabbetin sosyal hayat üzerindeki tesiri ve adavetin tahribatı ele alınmıştır. Muhabbet, insanı insana bağlayan, toplumu ayakta tutan İlâhî bir cevherdir. Düşmanlık ise kalbi karartır, içtimâî yapıyı çökertir. İnsanın yaratılışı muhabbet esaslıdır ve bu sevgi tüm insanlıkta yayılmalıdır. Makale, İslâm dünyasındaki birlik ihtiyacını da bu çerçevede değerlendirerek, muhabbetin yayılmasının zaruretine işaret etmektedir.

 




Beşerin Kaderi ve Hakikatin Galebesi

Beşerin Kaderi ve Hakikatin Galebesi

“âhirette Cennet ve Cehennem’in zarurî vücudları gibi, hayır ve hak din istikbalde mutlak galebe edecektir. Tâ ki, nev’-i beşerde dahi sâir neviler gibi hayır ve fazilet galib-i mutlak olacak. Tâ beşer de sâir kâinattaki kardeşlerine müsâvi olabilsin ve sırr-ı hikmet-i ezeliye nev’-i beşerde dahi takarrur etti denilebilsin.”
Hutbe-i Şamiye

İnsanlık tarihi boyunca hak ile bâtıl, hayır ile şer, adalet ile zulüm arasında bitmek bilmeyen bir mücadele yaşanmıştır. Bu mücadele bazen zahirde şerrin galebesiyle, zulmün hükümfermasıyla neticelense de hakikatte bu bir imtihanın perdesidir. Bediüzzaman Said Nursî’nin Hutbe-i Şamiye’de ifade ettiği üzere, nasıl ki âhirette Cennet ve Cehennem’in varlığı zarurîdir ve İlâhî adaletin tecellisidir, aynı şekilde bu dünyada da neticede hayır, hakikat ve hak din galip gelecektir. Çünkü kâinattaki hikmet, intizam, nizam ve maslahat bunu gerektirir.

Beşerin bu galibiyete ulaşması, bir tesadüfün değil, ezelî hikmetin gereğidir. Zira kâinata hükmeden ilâhî sistem, hiçbir mahluku abes yaratmamıştır. Güneşin doğması, yıldızların seyri, çiçeklerin açması nasıl hikmetli ve maksatlı ise, beşerin yaratılması da aynı şekilde büyük bir gaye taşır. Ve bu gayenin zirvesi, beşerin hakikate yönelmesi, külli istidadını inkişaf ettirmesi ve kâinattaki kardeş neviler gibi fazilette galib-i mutlak olmasıdır.

İnsan, irade sahibi bir varlık olarak, hem yükselişe hem de düşüşe namzettir. Ancak tarihî süreçte görülen odur ki; her ne kadar şer, geçici parlamalarla sahnede yer bulsa da kalıcı olmamıştır. Firavunlar, Nemrutlar, diktatörler ve zâlim sistemler bir süre hüküm sürmüş; fakat neticede tarihin karanlık sayfalarına gömülmüşlerdir. Buna mukabil, peygamberlerin, âlimlerin, salihlerin ve hak ehlinin getirdiği hakikat nurunun tesiri zamanla daha da kuvvet kazanmış; yüzyıllar geçtikçe insanların ruhunda daha derin kökler salmıştır.

Bu apaçık hakikatin bir diğer yönü de, kâinatta görülen muvazene ve denge ile desteklenmektedir. Her şeyde bir denge, bir adalet vardır. Geceden sonra gündüzün gelmesi gibi; zulmün ardından adaletin zuhuru, gafletin arkasından uyanışın gelişi kaçınılmazdır. Zira Cenab-ı Hak, her şeyi bir ölçüyle yaratmıştır. İnsanlık da bu İlâhî ölçüye uygun bir istikamete yönelmek zorundadır.

Bediüzzaman’ın deyimiyle, beşer nev’i, diğer kâinat unsurları gibi hikmete mütenasip bir şekilde “istikamet” üzere gitmedikçe, yaratılışın hikmeti tamamlanmış sayılmaz. Yani insanlık ailesi, kendi içindeki ihtilafları ve zıtlıkları çözüp, hak ve fazilette birleştiğinde, kâinattaki diğer yaratılmışlarla ahenk içinde “hikmet dairesi”ne dâhil olabilir.

Bu sebeple, İslâmiyet’in bir barış, adalet ve hakikat dini olarak istikbâlde galebe edeceği, sadece bir temenni değil; aynı zamanda bir kader-i İlâhînin cilvesidir. Bugünün zahiren perişan ve dağınık manzaraları bu İlâhî vaadin hilafına değildir. Bilakis, karanlığın en koyu olduğu anın şafağa en yakın zaman olduğu gibi, bu da bir zuhuratın habercisidir.

Netice itibariyle, hayır ve faziletin mutlak galebesi, insanlık tarihinin en büyük müjdesidir. Bu galebe, sadece bir dinin değil, aynı zamanda insanlık onurunun, adaletin ve hürriyetin zaferi olacaktır. İşte o zaman, “hikmet-i ezeliye beşerde de takarrur etti” denilecek ve insanlık kendi kemâl noktasına ulaşacaktır.

Özet:

Bu makalede Bediüzzaman Said Nursî’nin “Hutbe-i Şamiye” adlı eserindeki bir ifadeden hareketle, insanlık tarihinde hayır ve hakikatin mutlak galibiyeti fikri işlenmiştir. Cennet ve Cehennem’in zarurî varlığı gibi, dünyada da hak dinin galebesi bir kader-i İlâhîdir. Beşerin yaratılış gayesi, kâinatın hikmetine uygun olarak hakikate yönelmek ve fazilette galip olmaktır. Geçici şer dönemlerine rağmen, tarihi süreç hakikatin kalıcı zaferine şahitlik etmektedir. Bu galebe, hem İlâhî hikmetin bir gereği hem de insanlık onurunun kemâli olacaktır.

 




Çirkinlikteki Güzellik: Şerlerin Ardındaki İlahi Hikmet

Çirkinlikteki Güzellik: Şerlerin Ardındaki İlahi Hikmet

“Hem istikra-i tâmme ve tecrübe-i umumî gösteriyor, netice veriyor ki:

   Şer, kubh, çirkinlik, bâtıl, fenalık hilkat-ı kâinatta cüz’îdir. Maksud değil, tebeîdir ve dolayısıyladır. Yâni meselâ, çirkinlik, çirkinlik için kâinata girmemiş; belki güzelliğin bir hakikatı çok hakikatlara inkılab etmek için çirkinlik bir vâhid-i kıyasî olarak hilkata girmiş. Şer, hattâ şeytan dahi beşerin hadsiz terakkiyatına müsabaka ile vesile olmak için beşere musallat edilmiş. Bunlar gibi cüz’î şerler, çirkinlikler, küllî güzelliklere, hayırlara vesile olmak için kâinatta halkedilmiş.
kâinatta hakikî maksad ve netice-i hilkat istikra-i tâmme ile isbat ediyor ki; hayır ve hüsün ve tekemmül esastır ve hakikî maksud onlardır. Elbette beşer bu kadar zulmî küfriyatlarıyla zemin yüzünü mülevves ve perişan ettikleri halde, cezasını görmeden ve kâinattaki maksûd-u hakikîye mazhar olmadan, dünyayı bırakıp ademe kaçamayacak. Belki Cehennem hapsine girecek.”
Hutbe-i Şamiye

> “Şer, kubh, çirkinlik, bâtıl, fenalık hilkat-ı kâinatta cüz’îdir. Maksud değil, tebeîdir ve dolayısıyladır.”
— Bediüzzaman Said Nursî, Hutbe-i Şamiye

Kâinata bakınca bazen güzelliğin yanında çirkinliği, iyiliğin yanında kötülüğü, adaletin yanında zulmü görürüz. Ve çoğu insan bu çelişki gibi görünen tabloyu anlayamadığı için ya itiraz eder, ya inkâra sapar. Oysa Bediüzzaman bu gibi müşkil soruları hikmet terazisinde tartar ve bize der ki:
Kâinatta şer, maksat değil; araçtır. Hayra ve güzelliğe zemin hazırlamak için vardır.

Çirkinlik, Güzelliğin Aynasıdır

Bir ressamın tablosunda karanlık gölgeler olmasa, ışığın parlaklığı anlaşılmaz. Aynen öyle de, çirkinlik; çirkin olduğu için değil, güzelliği anlamak ve kıymetini göstermek için yaratılmıştır. Karanlık, ışığı; hastalık, şifayı; ölüm, hayatı kıymetli kılar.
Çirkinlik, güzelliğin kıyasıdır.
Şer, hayrın zıddıyla anlaşılmasına vesiledir.

Yani çirkinlik, varlık olarak değil; anlam olarak güzelliğe hizmet eder. Bu yüzden hilkatte asıl maksat güzelliktir. Çirkinlikse bu güzelliği gösteren ölçü birimi gibi bir “vâhid-i kıyasî”dir.

Şeytan Neden Var? Kötülük Neden Serbest?

Bazıları şeytanın varlığını anlamakta zorlanır. “Neden Allah şeytana izin verdi?” derler. Cevap şudur: İmtihan için. Terakki için. Hür iradenin ortaya çıkması için.

Eğer her şey sadece iyilikten ibaret olsaydı, iyiliğin kıymeti bilinmezdi. İnsan cennete layık olup olmadığını gösteremezdi. Şeytan, insana musallat olmuş ama onu zorlamamış; terakki kapılarını açmak için vesile olmuştur. Tıpkı düşman karşısında askerin gelişmesi gibi, şeytan da insanın içindeki potansiyeli ortaya çıkarır.

Bu yönüyle şeytan da, şer de, bir netice değil, yoldaki araçtır. Maksat, hayırdır. Şer, o hayra ulaşmak için yol kenarındaki taş gibidir.

Küllî Güzellik İçin Cüz’î Şer

Bir binanın sağlamlığı, içindeki birkaç çürük tahta parçasına değil, tüm yapının sağlamlığına bakılarak değerlendirilir.
Aynı şekilde kâinatta bazı cüz’î şerler, bazı bireysel zulümler, bazı geçici çirkinlikler olabilir. Ama bunlar genel güzellikleri gölgede bırakmaz. Aksine, onları daha belirgin hale getirir.

Bediüzzaman bu bakışla der ki:
“Kâinatta hakikî maksat, hayır ve hüsündür. Tekemmül esastır.”
Şerler ve çirkinlikler ise buna hizmet eder. Yani imtihanın parçasıdır, esas değildir.

Zulümle Kirletilen Dünya ve İlahi Adalet

Ancak her şeyin hikmeti varsa, zulmün de karşılığı vardır. Beşer, küfrüyle, günahıyla, zulmüyle dünyayı kirletmiş olabilir. Ama Allah adalet sahibidir. Hiçbir zulüm, cezasız kalmaz. Hiçbir mazlum da ödülsüz bırakılmaz.

Bediüzzaman bu noktada çok net konuşur:

> “Beşer bu kadar zulmî küfriyatlarıyla zemin yüzünü perişan ettikleri halde, cezasını görmeden bu dünyadan ademe kaçamayacak. Belki cehennem hapsine girecek.”

Bu, ilahi adaletin kaçınılmaz neticesidir. Çünkü kâinatta amaç güzelliktir. Ve bu güzelliğe zarar veren, elbette bir karşılık görecektir. Herkes ektiğini biçecek, yaptığının neticesini görecektir.

Sonuç: Hikmetli Bir Kâinatta Şer de Hizmet Eder

Bediüzzaman, bize kâinatın estetik ve hikmet boyutunu gösteriyor. Şer ve çirkinlikler varsa da, bunlar geçicidir, parça üzerindedir, maksut değildir. Esas olan güzellik, hayır, kemal ve terakkidir. Şer ve şeytan bile buna hizmet ettikleri için yaratılmışlardır.

Ancak bu, şerre meyli mazur göstermez. Bilakis, bu şerle mücadele ederek güzelliğe ulaşmak içindir. İnsan, bu çetin imtihanın farkında olmalı; iradesiyle hayrı seçmeli, güzelliğin tarafında yer almalıdır.

Özet:

Bu makale, Bediüzzaman’ın Hutbe-i Şamiye’de geçen “Şer ve çirkinlik kâinatta maksat değil, tebeîdir” sözünü esas alarak, kâinattaki kötülüklerin hikmet yönünü ele alır. Şer, güzelliğin anlaşılması ve hayra ulaşılması için bir ölçü aracı olarak yaratılmıştır. Şeytan dahi, insanın tekâmülü için bir vesiledir. Kâinatta asıl maksat hayır, güzellik ve kemaldir. Geçici ve cüz’î şerler, bu büyük hakikatlere perde değil, ayna olur. Beşerin zulmü ise cezalandırılmadan kalmayacak, ilahi adalet mutlaka tecelli edecektir.

 




Ezmânın Gölgesinde Parlayan Nurlar: Ezvâc-ı Tâhirâtın Dinî Vahye Hizmetteki Hikmetli Vazifesil

Ezmânın Gölgesinde Parlayan Nurlar: Ezvâc-ı Tâhirâtın Dinî Vahye Hizmetteki Hikmetli Vazifesil

“Zat-ı Risalet’in akvali gibi ef’al ve ahvali ve etvar ve harekâtı dahi menabi-i din ve şeriattır ve ahkâmın me’hazleridir. Şıkk-ı zâhirîsine sahabeler hamele oldukları gibi hususi dairesindeki mahfî ahvalâtından tezahür eden esrar-ı din ve ahkâm-ı şeriatın hameleleri ve râvileri de Ezvac-ı Tahirat’tır ve bilfiil o vazifeyi îfa etmişlerdir. Esrar ve ahkâm-ı dinin hemen yarısı, belki onlardan geliyor. Demek bu azîm vazifeye, birçok ve meşrepçe muhtelif Ezvac-ı Tahirat lâzımdır.”
Mektubat

Peygamberlik, sadece vahyi tebliğ etmekten ibaret değildir. Aynı zamanda onu yaşamak, hayatın her anına uygulamak ve ümmete numune olmakla da tamamlanır. Resûl-i Ekrem Efendimiz’in (s.a.v.) sözleri (akvâli) kadar, fiilleri (ef’âli), hâlleri (ahvâli) ve günlük hayattaki davranışları (etvâr ve harekâtı) da dinin kaynağı, şeriatın temelidir. Bu yönüyle, Efendimiz’in hayatının her yönü bir sünnet, bir örneklik, bir mîrastır.

İşte bu noktada Bediüzzaman Said Nursî, son derece derin ve hikmetli bir noktaya işaret eder:
“Zât-ı Risalet’in akvali gibi ef‘al ve ahvâli ve etvâr ve harekâtı dahi menabi-i din ve şeriattır… Şıkk-ı zâhirîsine sahabeler hamele oldukları gibi… hususî dairesindeki mahfî ahvalâttan tezahür eden esrar-ı din ve ahkâm-ı şeriatın hameleleri ve râvileri de Ezvâc-ı Tâhirattır.”

  1. Sünnetin İki Yüzü: Zâhirî ve Bâtınî Rivayet

Sünnetin bir yönü açıktır: Cemaat önünde yapılan konuşmalar, hutbeler, gazveler, fetvalar… Bu yön, sahâbîler tarafından titizlikle nakledilmiştir.

Ancak Efendimiz’in (s.a.v.) özel hayatı, aile içi davranışları, gece ibadetleri, mahrem hâlleri de dinin ayrı bir yönünü oluşturur. Bu yön ise sadece ve sadece Ezvâc-ı Tâhirât tarafından görülmüş ve aktarılmıştır.

Bu durum bize gösterir ki, Resûlullah’ın hanımları sıradan eşler değil; vahyin ev içi taşıyıcıları, şeriatın iç dünyasını beyan eden râvileridir. Onlar olmasaydı, Peygamber Efendimiz’in özel hâlleri, aile hayatındaki ölçüleri ve mahrem ahkâm bilinemezdi.

  1. Ezvâc-ı Tâhirât: Kadının Dinde Taşıyıcı Rolü

Hz. Âişe (r.a.) başta olmak üzere Ezvâc-ı Tâhirât, sadece birer eş değil, aynı zamanda ilim taşıyıcıları, fıkhî ölçülerin kurucuları, ahlâkî normların nakledicileri olmuşlardır. Nitekim Hz. Âişe, 2.210 hadis rivayet etmiştir ve kadınların dinî hakları, temizlik, ibadet ve aile hukuku konularında vazgeçilmez bir kaynaktır.

Bediüzzaman’ın “esrar ve ahkâm-ı dinin hemen yarısı onlardan geliyor” sözü, onların bu eşsiz yerini veciz şekilde özetler. Bu da şunu gösterir: Kadın, dinin sadece muhatabı değil; aynı zamanda kurucu ve muhafaza edici bir unsurudur.

  1. Çok Evliliğin Hikmeti: Vahyin Çeşitliliğe İhtiyacı

Bediüzzaman’ın “bu azîm vazifeye birçok ve meşrepçe muhtelif Ezvâc-ı Tâhirat lâzımdır” ifadesi, Efendimiz’in çok evliliğine getirilen ithamlara en net cevabı sunar. Bu evlilikler, nefsânî değil, ilmî ve dinî zaruretlerin bir neticesidir.

Farklı yaş, anlayış, kabiliyet ve mizaca sahip hanımlar, Efendimiz’in farklı yönlerini gözlemlemiş ve ümmete bu yönleri nakletme vazifesini üstlenmiştir. Bu, bir kadro oluşturmak gibidir. Her biri ayrı bir pencere olmuş, ümmete Resûlullah’ın hayatını ve ahkâmını başka bir boyutla yansıtmıştır.

  1. Zamanımıza Düşen Pay: Sünneti Anlamada Tamlık

Günümüz Müslümanları olarak bizler, sünneti sadece sahabelerden değil, Ezvâc-ı Tâhirat’tan gelen rivayetlerle de tanırız. Onlar olmasaydı:

Resûlullah’ın gece ibadetini,

Aile içi muhabbet ve şefkat ölçülerini,

Temizlik, mahremiyet, kadınlarla ilgili ahkâmı
anlayamazdık.

Bu da gösterir ki dini tam anlamak, hem sahabenin dış rivayetini, hem de Ezvâc-ı Tâhirat’ın iç rivayetini birlikte okumakla mümkündür.

Özet:

Bu makalede Bediüzzaman Said Nursî’nin, Efendimiz’in (s.a.v.) özel hayatındaki sünnetlerinin taşıyıcısı olarak Ezvâc-ı Tâhirât’a verdiği değerli role dikkat çekilmiştir. Dinin sadece dışa dönük değil, özel ve mahrem boyutunun da olduğunu; bu yönün ise Peygamber hanımları tarafından aktarıldığını anlatmıştır. Sahabe dini nasıl yaymışsa, Ezvâc-ı Tâhirât da onu içerden şekillendirmiştir. Bu, kadınların dindeki ilim ve hikmet taşıyıcılığına dair en güçlü delildir. Aynı zamanda Resûlullah’ın çok evliliğinin ilahî bir hikmete dayandığını da açıkça ortaya koyar. Dinî bütünlük, ancak bu iki yönün beraber okunmasıyla sağlanır.