İlahi İsimlerin Işığında: Her Bir İsim, Bir Âlemi Aydınlatır

İlahi İsimlerin Işığında: Her Bir İsim, Bir Âlemi Aydınlatır

> “Bin bir ism-i İlâhînin, kâinata müteveccih olan o esmadan her biri, bir âlemi ve o âlem içindeki âlemleri tenvir eden bir güneş hükmünde; ve sırr-ı ehadiyet cihetiyle, her bir ismin cilvesi içinde, sair isimlerin cilveleri dahi bir derece görünüyordu.”
— Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat

İnsan gözüyle bakıldığında kâinat bir karmaşa gibi görünür. Fakat iman gözüyle bakıldığında, her şey yerli yerinde, ölçülü, hikmetli ve rahmetlidir. Çünkü bu kâinat; bin bir esmâ-i İlâhiye’nin bir vitrinidir. Her şey, o isimlerin bir cilvesiyle var olur, varlığını sürdürür ve anlam kazanır. Bediüzzaman Said Nursî’nin bu cümlesi, bize yalnızca Allah’ın isimlerinin kâinattaki tecellilerini değil, aynı zamanda isimler arasındaki ilahi uyumu ve tevhidi gösterir.

Her İsim, Bir Âlemdir

Allah’ın her ismi bir hakikati ifade eder: Rahmân, Rahîm, Adl, Hakîm, Rezzâk, Halîm, Vedûd, Cebbâr… Her biri kâinatta bir yönüyle tecelli eder. Meselâ:

Rezzâk ismiyle rızık verilir.

Müzeyyin ismiyle güzellikler sergilenir.

Şâfî ismiyle şifalar dağıtılır.

Hakem ismiyle hikmetli işler görülür.

Fakat bu isimlerin her biri yalnızca bir alanda değil, başka isimlerle iç içe olarak tecelli eder. Çünkü sırr-ı ehadiyet budur: Allah, her şeyde hem birliğini, hem de bütün isimlerini birlikte gösterir.

Sırr-ı Ehadiyet: Her Noktada Toptan Tecelli

Sırr-ı ehadiyet, Allah’ın her bir varlıkta sadece bir ismiyle değil, tüm isimlerinin cilvesiyle görünmesi demektir. Bir damlada hem Rezzâk ismi, hem Müzeyyin ismi, hem de Hay ismi birlikte parlar.
Bir çiçekte hem Rahmân görünür, hem Bâri, hem Musavvir.

Tıpkı güneşin bir damla suda da, okyanusta da aynı anda aksini göstermesi gibi… Her bir isim kâinata bir güneş gibi doğar, ama öyle bir tecelli vardır ki; her ışık huzmesinde diğer ışıkların da izi vardır.

Kâinata Bakmak: İsimleri Okumaktır

Bir mü’min için kâinata bakmak; yalnızca tabiatı, dağları, yıldızları, nehirleri görmek değildir. Onlara Allah’ın isimleriyle bakmaktır. Gökler sadece gök değildir; Celîl isminin tecellisidir. Renkler sadece göz zevki değildir; Müzeyyin isminin sanatıdır. Ağaçlar sadece odun değildir; Rezzâk isminin sofralarıdır.

Kâinatı bu gözle okuyan biri, tevhide ulaşır. Çünkü her şeyde Allah’ın isimlerinin birlikte tecelli ettiğini gören, ayrılık değil birlik, dağınıklık değil düzen, karmaşa değil kudret görür.

İsimlerin Birlikte Tecellisi: Tevhidin Derinliği

Bir anne, çocuğuna şefkatle sarıldığında sadece Rahîm ismi tecelli etmez; aynı zamanda Vedûd (sevgiyi yaratan), Hafîz (koruyan), Halîm (yumuşaklıkla davranan) isimleri de o sarılışta bir aradadır.
Bir arı, bal yaparken sadece Rezzâk değil; Nazmı sağlayan Münazzım, hikmeti yansıtan Hakîm, güzelliği yaratan Cemîl de bal peteğinde görünür.

Bu, bize gösteriyor ki: Her bir varlık, sadece bir anlam taşımaz; bir âlem taşır. Ve bu âlem, Allah’ın birliğini ilan eden bir tevhid aynasıdır.

Sonuç: Kâinatın Gözlemi, Marifetin Yoludur

Bediüzzaman’ın bu ifadesi bize sadece ilim değil, marifetullahın kapısını açıyor.
Her bir isim, bir güneş gibi doğar;
Her bir varlık, o isimlerin aynası olur;
Ve her bir tecelli, Allah’ın birliğini gösterir.

Kur’an ve kâinat, Allah’ın isimlerini okutan iki büyük kitaptır. Gözle bakmak yetmez; isimlerle, esma-i hüsnâ ile bakmak gerekir. İşte o zaman her şey açılır, parlar, anlam kazanır.

Özet:

Bu makalede Bediüzzaman Said Nursî’nin “Bin bir ism-i İlâhînin… her biri bir âlemi tenvir eder…” ifadesi çerçevesinde, Allah’ın isimlerinin kâinattaki tecellileri işlenmiştir. Her bir ismin kâinatta bir güneş gibi doğduğu, fakat sırr-ı ehadiyetle diğer isimleri de beraberinde taşıdığı anlatılmıştır. Kâinata bu gözle bakan bir mü’minin sadece varlığı değil, marifeti, tevhidi ve imanın derinliğini göreceği ifade edilmiştir. Her bir varlık bir âlemdir; çünkü her birinde, bin bir ismin izleri vardır.

 




Karanlık Perdeyi Yırtan Hakikat: Zulüm Devam Etmez

Karanlık Perdeyi Yırtan Hakikat: Zulüm Devam Etmez

Tarih boyunca zulmün sürmesi hiçbir zaman kaim olmamıştır. Zulmedenler, bir dönem güç ve nüfuzla dünyayı sarsmış olsalar da, neticede hem milletlerin vicdanında hem de tarihin hükmünde mahkûm olmuşlardır. Bugün de karşımızda, insanlığın sınırlarını zorlayan bir küstahlıkla hareket eden bir yapı var: Dünyayı yönettiğini zanneden, zulmü organize eden ve ahlâksızlığı sistematik hale getiren küresel Yahudi elit.

Bu elitin merkezinde Epstein Adası, New York’taki yeraltı tünelleri ve Gazze’de devam eden vahşet gibi insanlığın kanını donduran karanlık dosyalar yer almaktadır. Bunlar, aslında sadece tekil suçlar değil; büyük bir küresel projenin, bir “ahlâksızlık sisteminin” parçalarıdır.

  1. Epstein Adası: Günahın Şatafatlı Cehennemi

Jeffrey Epstein’in kurduğu ada, basit bir cinsel sapıklık mekânı değil; şöhretli isimlerin, siyasetçilerin, iş insanlarının çocuk istismarı üzerinden şantajla dizayn edildiği bir merkezdi. Orası bir test alanıydı: Ahlâkî çöküntünün sınırlarını kim zorlayacak, kim şantaja boyun eğecek, kim şeytani düzene hizmet edecek?

Epstein’in ani ve “şüpheli” ölümü ise bu karanlık şebekenin nasıl kendi içinde bile tehdit unsurlarını yok ettiğinin göstergesidir. Bu ada, insanlık vicdanında Yahudi elitizminin ahlâksız yüzünü gözler önüne seren bir karanlık sembol olarak kalacaktır.

  1. New York’taki Yeraltı Tünelleri: Kan ve Çığlıkların Altında Saklanan Gerçek

New York’ta polis baskınlarıyla açığa çıkan bazı tünel sistemlerinde kanlı yataklar, çocuk pusetleri ve akıl almaz izler bulunduğu iddiaları, dünya medyasında bir süre yankı bulduktan sonra hızla unutturuldu. Çünkü bu olaylar, yalnızca “marjinal sapıkların” işi değil; sistematik ve organize yapıların kontrolünde yürütülen bir endüstri idi: Adrenochrome gibi akıl dışı fakat belgelenmiş ticaretler bu iddiaları destekler niteliktedir.

Bu iddiaların en çarpıcı yanı, bazı çocukların bu tünellerde doğup büyümüş olabileceği gerçeğidir. İnsan, şeytanlaşmadıkça böyle bir zulmü işlemez. Bu dehlizler, insanlık tarihinin en utanç verici bölümlerine dair “yerin altındaki” hakikattir.

  1. Gazze: Sessizliğin Çığlıkları

Ve bugün, gözümüzün önünde, kameraların ve ekranların ortasında işlenen Gazze Soykırımı… Sadece bombalar değil; gıda, ilaç, su gibi en temel insanî ihtiyaçlar üzerinden uygulanan kuşatma, Yahudi Siyonizminin hakikat karşısında ne denli gözü dönmüş hale geldiğini gösteriyor.

İnsanlığın ortak vicdanı Gazze’de sınanıyor. Vicdanını yitirenler, susuyor. Küresel medya, İsrail’i temize çekmeye çalışıyor. Ancak milyonlarca insan, artık gerçeği görüyor: İsrail sadece bir devlet değil; zulmü, gasbı, yalanı ve kanı kutsal sayan bir zihniyetin vitrini haline gelmiştir.

Zulmün Ebedî Olmadığını Tarih Haykırır

Unutulmamalıdır ki:

> Zulüm ile abad olanın, akıbeti berbat olur.
Hakkın tokadı, küfrün pençesinden ağırdır.
İlâhî adaletin gecikmesi, yokluğu anlamına gelmez.

Bu yaşananlar, sadece bir milletin değil, tüm insanlığın vicdanına yöneltilmiş bir sınavdır. Eğer bu hakikatler görmezden gelinirse, zalimin zulmü cesaret bulur. Ama eğer susan diller konuşur, karanlığa göz yuman gözler hakikate açılırsa; Epstein Adası da, tünel cinayetleri de, Gazze vahşeti de, Firavun’un sarayı gibi çöker.

Son Söz:

Zulüm bir sistem haline geldiğinde, hakikat bir kıyamet gibi gelir. Bu kıyamet bazen bir kelimeyle, bazen bir uyanışla başlar. Bugün uyanan milyonlar, zalimlerin saltanatını yıkmak için yeterlidir. Epstein gibi ifşa edilmiş isimler, yer altındaki tünellerin korkunçluğu ve Gazze’deki hakikat; tek bir şeye işaret eder:
Zulüm ebedî değildir. Ve hakikatin kıyameti yakındır.

Özet:

Bu makalede üç temel mesele ele alındı:

  1. Epstein Adası, küresel elitin ahlâksızlık ve şantaj üzerinden dünyayı nasıl yönettiğini ortaya koyuyor.
  2. New York’taki yeraltı tünelleri, çocuk istismarı ve insan kaçakçılığı gibi karanlık işlerin nasıl organize edildiğini gösteriyor.
  3. Gazze’deki soykırım, insanlığın gözleri önünde işlenen bir vahşet olarak küresel vicdanı sınıyor.

Sonuç olarak: Bu üç olay, insanlık tarihine birer ibret vesikası olarak kazınmıştır. Her biri zulmün sonsuz olmadığını ve hakikatin mutlaka galip geleceğini haykırmaktadır.

 




Hak ile Bâtılın Kavgası: Kur’ân’ın Temsilleriyle Hakikate Yolculuk

Hak ile Bâtılın Kavgası: Kur’ân’ın Temsilleriyle Hakikate Yolculuk

Tarih, bir kavganın ismidir: Hak ile bâtılın savaşı. Bu savaş, sadece kılıçlarla değil, kelimelerle; sadece ordularla değil, düşüncelerle, ideolojilerle ve kalplerle yapılır. Ve bu savaşın en berrak tarifini ve en derin izahını Kur’ân-ı Kerîm verir. Çünkü Kur’ân, hem Hak’kın temsilcisidir, hem de bâtılın maskesini düşüren bir nurdur.

Kur’ân’da hak ile bâtıl, sadece anlatılmaz; temsilî anlatımlarla göz önüne serilir. Bu temsiller, bir bakıma hakikatin resimleri gibidir. Basit ama derin, sade ama sarsıcıdır. Kur’ân, soyut kavramları somut misallerle ete kemiğe büründürerek anlatır; bu sayede her çağda, her seviyede insan tarafından anlaşılır hale gelir.

  1. Hak: Yeryüzünde Kökleşen Ağaç

Kur’ân, hakikati tarif ederken şöyle bir temsil getirir:

> “Allah’ın hoş bir söze benzetmesi, kökü yerde sabit, dalları göğe ulaşan güzel bir ağaç gibidir. Her zaman meyvesini Rabb’inin izniyle verir…”
(İbrahim Sûresi, 24-25)

Bu temsilde hak, sağlam köklü bir ağaca benzetilir. Toprağa tutunmuş, göğe uzanmış ve sürekli meyve verir. Hakikat, zamana yenik düşmez, rüzgârla savrulmaz. Sabit, kalıcı ve faydalıdır. İnsanlığa hem güven hem gıda verir. Zaman değişse de hak, meyve vermeye devam eder.

  1. Bâtıl: Köpük Gibi Yok Olan Şey

Bâtılın mahiyeti ise şöyle anlatılır:

> “Allah gökten bir su indirdi. Dereler kendi miktarınca sel olup aktı. Sel, üste çıkan köpüğü beraberinde taşıdı. Ateşte eritilen madenlerin üzerinde de benzer köpükler oluşur. İşte Allah, hak ile bâtıl için böyle misaller verir: Köpük yok olup gider; insanların faydasına olan ise yeryüzünde kalır.”
(Ra’d Sûresi, 17)

Bu temsil dehşetli bir hakikati ortaya koyar: Bâtıl, köpük gibidir. Parlak ve dikkat çekici görünse de, hafif, boş, dayanıksız ve kalıcı değildir. Hakikat karşısında eriyip yok olmaya mahkûmdur. Köpük ne kadar kabarsa kabarsın, suyun hakikati üzerinde tutunamaz.

  1. Şeytanın Vaadi ve Bâtılın Aldatıcı Güzelliği

Kur’ân, bâtılın nasıl kandırıcı olduğunu ve şeytanın bu kandırmacadaki rolünü de şöyle anlatır:

> “Şeytan onlara emellerini süslü gösterdi ve dedi ki: Bugün insanlardan size galip gelecek yoktur!”
(Enfâl Sûresi, 48)

Bâtıl çoğu zaman süslüdür. Propaganda, medya, moda, ideoloji ve sahte özgürlük sloganlarıyla cilalanır. Şeytanın yaptığı tam da budur: Bâtılı altın gibi gösterip, hakikati geri ve basit göstermek. Ama zaman geçtikçe aldananlar anlar: Bu, süslenmiş bir boşlukmuş.

  1. Hak ile Bâtılın Zıtlığı: Gece ile Gündüz Gibi

Kur’ân, hak ile bâtılı asla eşitlemez. İkisinin de aynı değerde, aynı geçerlilikte olduğunu iddia edenler, karanlıkla aydınlığı bir tutmak gibidir. Nitekim buyurur:

> “De ki: Kör ile gören bir olur mu? Yahut karanlıklar ile nur bir olur mu?”
(Ra’d Sûresi, 16)

Bu ayetle Kur’ân, hak ile bâtıl arasındaki keskin farkı ortaya koyar. Hak göz açar, bâtıl göz kapatır. Hak nurdur; yol gösterir, huzur verir. Bâtıl ise karanlıktır; şaşırtır, yorar, boğar.

  1. Hakkın Sahibi ve Koruyucusu Allah’tır

Kur’ân’ın en büyük hakikati şudur: Hak Allah’tandır ve onu koruyacak olan da Allah’tır.

> “Hayır, biz hakkı bâtılın üstüne atarız da, onun beynini parçalar; bir de bakarsın ki bâtıl yok olup gitmiştir.”
(Enbiyâ Sûresi, 18)

Bu ayet, hak ile bâtıl savaşının nihai sonucunu açıklar. Bâtılın ne kadar güçlü görünse de, hak ona bir darbe indirdiğinde, hakikat onun beynini parçalar ve onu tarihin çöplüğüne gönderir.

Sonuç: Kalpte ve Toplumda Hakkı İhya Etmek

Bugün dünyada birçok bâtıl sistem, ideoloji ve düzen hâlâ hüküm sürmekte. Ancak Kur’ân’ın temsilleri, bize bu düzenlerin köpükten ibaret olduğunu gösteriyor. Hakla hareket edenler, zayıf görünseler de gerçek galibiyetin sahibi onlardır. Çünkü hakkın sahibi Allah’tır. O, kendi nurunu tamamlayacak, bâtılı yok edecektir.

Bizlere düşen, hakikati tanımak, bâtıldan sakınmak ve hakka sahip çıkmaktır. Kur’ân’ın temsilleri bu uğurda bize birer ışık, birer yol haritasıdır.

Özet:

Bu makalede Kur’ân-ı Kerîm’in hak ile bâtılı nasıl anlattığı ve hangi temsillerle gözler önüne serdiği ele alındı:

  1. Hak, kökü sağlam, dalları göğe uzanan, sürekli meyve veren ağaç gibidir.
  2. Bâtıl, köpük gibidir; parlak görünse de geçici ve faydasızdır.
  3. Şeytan, bâtılı süsleyerek aldatır ama sonunda bâtıl yok olur.
  4. Hak ile bâtıl, karanlık ile aydınlık gibi birbirine zıt ve uzlaşmazdır.
  5. Hak, Allah’tandır ve Allah, hakkı bâtılın üzerine atıp onu yok eder.

Sonuç: Kur’ân, her çağda hak-bâtıl mücadelesine ışık tutar. Bu temsiller, hakikati tanımak ve bâtıldan sakınmak isteyen her fert için birer nur kaynağıdır.

 




Mahremiyet Bir Emniyet Duvarıdır: Kur’ân’da Namus ve İffet Esasları

Mahremiyet Bir Emniyet Duvarıdır: Kur’ân’da Namus ve İffet Esasları

Zamanın çürüttüğü değerlerin başında gelen şeylerden biri mahremiyet ve namus anlayışıdır. Oysa bu iki kavram, sadece bireyleri değil, toplumun ruh sağlığını, ailenin bekasını ve insanlığın onurunu da ayakta tutar. Bugün mahremiyetin “geri kalmışlık”, namusun ise “baskı” olarak gösterildiği bir çağda, Kur’ân’ın bu meseleye getirdiği ölçüler, sadece Müslümanlar için değil, insanlık için de kurtarıcıdır.

Kur’ân-ı Kerîm, mahremiyetin hem bedenî hem de sosyal sınırlarını çizerken; iffet, haya ve saygı zemininde bir toplum inşa etmeyi hedefler. Çünkü iffetin kaybı, imanın zayıflamasıyla paralel yürür. Ve çünkü mahremiyet yoksa, aile çöker; aile çökerse toplum dağılır.

  1. Mahremiyet: Göz, Dil ve Kalp için Sınırlar

Kur’ân, ilk olarak gözün terbiyesini emreder. Çünkü göz iffetin bekçisidir, ilk ihlâl onunla başlar.

> “Mümin erkeklere söyle: Gözlerini haramdan sakınsınlar ve iffetlerini korusunlar. Bu, onlar için daha temizdir. Şüphesiz Allah, yaptıklarından haberdardır.”
(Nur Sûresi, 30)

Bu ayetin hemen ardından kadınlara da aynı emir verilir (Nur, 31). Kur’ân, sadece kadınları değil, erkekleri de gözünü sakınmaya çağırarak iffet meselesinin çift yönlü olduğunu ortaya koyar.

Gözden sonra dil gelir. Gıybet, iftira ve çirkin konuşma da mahremiyet ihlallerindendir. Kur’ân, özellikle namuslu kadınlara iftira atanları sert bir şekilde uyarır:

> “Namuslu kadınlara zina isnadında bulunup da sonra dört şahit getiremeyenleri seksen değnekle cezalandırın…”
(Nur Sûresi, 4)

Bu, namusun sadece bireysel değil, sosyal bir emanet olduğunu gösterir.

  1. Namus ve Aile: Allah’ın Koruma Altına Aldığı Bir Kale

Aile, İslam’da sadece bir birliktelik değil; bir emanet, bir ahd, bir misak-ı galîz (ağır sözleşme) olarak tarif edilir. Namus ise bu yapının duvarıdır, çatısıdır, anahtarıdır. Kur’ân, zinayı sadece haram kılmaz; ona yaklaşmayı bile yasaklar:

> “Zinaya yaklaşmayın. Çünkü o, son derece çirkin bir iş ve kötü bir yoldur.”
(İsrâ Sûresi, 32)

Buradaki “yaklaşmayın” ifadesi, sadece zina fiilini değil, zinaya götüren yolları da (açık saçıklık, yalnız kalma, uygunsuz bakış vb.) yasaklar. Zira İslam, sonucu değil, süreci de koruma altına alır.

  1. Mahremiyetin Toplumsal Boyutu: Hicab, Selam ve İzin Kültürü

Kur’ân, evlere girerken bile izin almayı emreder:

> “Ey iman edenler! Kendi evlerinizden başka evlere, izin almadan ve sahiplerine selam vermeden girmeyin…”
(Nur Sûresi, 27)

Mahremiyetin evdeki yansıması da vardır: Anne-babaya dahi belli saatlerde izinsiz girilemez (Nur Sûresi, 58). Bu, beden mahremiyetinin her yaşta ve herkes için geçerli olduğunu gösterir.

Aynı şekilde kadınların dışarıda örtünmeleri de bir korunma ve tanınma vasıtası olarak sunulur:

> “Ey Peygamber! Eşlerine, kızlarına ve müminlerin kadınlarına söyle: Dışarı çıkarken cilbablarını üzerlerine alsınlar. Bu, onların tanınıp eziyet görmemeleri için daha uygundur.”
(Ahzâb Sûresi, 59)

Bu emir, örtünmeyi bir onur, tanınma ve koruma şekli olarak tarif eder. İslam’da tesettür, sadece bir kıyafet değil, mahremiyetin ilanıdır.

  1. Bedenin Onuru, Ruhun Şerefiyle Beraberdir

Kur’ân, insan bedenine sadece biyolojik bir yapı olarak değil, emanet edilmiş bir hazine olarak bakar. Bedenin açılması, metalaştırılması veya fıtrata aykırı biçimde sergilenmesi, insanın onurunu zedeler. Bu sebeple mahremiyet, insanın kendine ve Rabbine karşı sorumluluğudur.

İffetli yaşamak, sadece kadınlardan değil, erkeklerden de istenir. Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurur:

> İffetli yaşa ki insanlar arasında en hayâlılardan olasın,hakikatin kulak vermeli.

Bir hadiste:

> “Kim iffetli yaşamaya çalışırsa Allah onu iffetli kılar.”
(Buhârî, Müslim)

Sonuç: Mahremiyet Kırılırsa, Toplum Dağılır

Bugün, dijital çağın bize sunduğu her ekran, her uygulama ve her platform, mahremiyetin sınırlarını ihlâl etmeye adaydır. Çıplaklık normalleşiyor, haya küçümseniyor, iffet “modası geçmiş” sayılıyor.

Oysa iffet, her çağda değerlidir. Çünkü insan, ancak kendi sınırlarını bilirse kıymet kazanır. Kur’ân ve sünnetin gösterdiği bu mahremiyet sınırları, insanı değersizleşmeden, toplumu dağılmadan koruyan bir rahmet kalkanıdır.

Özet:

Bu makalede Kur’ân ve İslamiyet’in mahremiyet ve namus anlayışı ele alındı:

  1. Mahremiyet, göz, dil, kalp ve beden için sınırlar getirir.
  2. Namus, sadece bireysel bir fazilet değil, sosyal bir emanettir.
  3. Zina fiili değil, ona götüren yollar da yasaktır.
  4. İzin ve selam kültürü, beden ve mekân mahremiyetini korur.
  5. Tesettür, sadece bir kıyafet değil, iffetin ilanıdır.
  6. Mahremiyetin çökmesi, toplumun çökmesi demektir.

Sonuç: Mahremiyet, insan onurunun ve toplumsal huzurun temelidir. Kur’ân’ın çizdiği bu sınırlar, bizi esir değil, hür ve değerli kılar. Ve her çağda, iffeti koruyanlar, kalpleriyle birlikte insanlığı da korumuş olurlar.

 




Sınırların Dili: Kur’ân’da ‘Yaklaşmayın’ Emri ve İlâhî Koruma Çemberi

Sınırların Dili: Kur’ân’da ‘Yaklaşmayın’ Emri ve İlâhî Koruma Çemberi

Kur’ân-ı Kerîm, sadece neyin haram olduğunu değil, o harama götüren yolları da yasaklayan bir kitaptır. İlginçtir ki, bazı günahlara doğrudan “yapmayın” denmez; bunun yerine “yaklaşmayın” denilir. Çünkü Kur’ân, insan fıtratını çok iyi bilir: Yasak sadece sona değil, başlangıca da engel olmazsa, insan sürüklenir, düşer, pişman olur ama geri dönemez hale gelir.

“Yaklaşmayın” demek, sadece haramdan kaçın demek değildir;
“onu düşündüren, hatırlatan, benzeştiren, ortam oluşturan, yol açan her şeyden uzak dur” demektir.
Bu, ilâhî rahmetin ve terbiyenin zirvesidir.

  1. Zina’ya Yaklaşmayın: Günahın Köküne İniş

> “Zinaya yaklaşmayın. Çünkü o, son derece çirkin bir iş ve kötü bir yoldur.”
(İsrâ Sûresi, 32)

Burada zina haramdır, evet. Ama Kur’ân sadece onu yasaklamaz. “Yaklaşmayın” diyerek, onu doğuran bütün yolları da keser:

Göz zinası (bakış),

Kulak zinası (dinlemek),

Mahremiyetsiz ortamlar,

Müzik, kıyafet, ortam vs.

Bunların hepsi zinaya çıkan yollardır. Kur’ân o yolları bile yasaklayarak bizi günahın eşiğine dahi getirmemek ister. Bu, önleyici takvadır.

  1. Yetim Malına Yaklaşmayın: Hakkın Güvencesi

> “Yetimin malına, erginlik çağına ulaşıncaya kadar, en güzel niyet dışında, yaklaşmayın.”
(En’âm Sûresi, 152; İsrâ Sûresi, 34)

Yetim malı yemeyin denmiyor. Yaklaşmayın! Çünkü kalp, nefis ve şeytan; zayıf ve korumasız olanların hakkına daha kolay yönelir. Kur’ân bu noktada merhameti hukuka dönüştürür.

Yetimin malına el uzatmak değil,

Yanına yaklaşmak bile sakıncalıdır,
çünkü gölge çalmanın da bir yolu olur.

  1. Çirkin Günahlara (Fuhşa) Yaklaşmayın: Açığı da Gizlisi de

> “Açık olsun, gizli olsun, bütün fuhşiyatlara yaklaşmayın.”
(En’âm Sûresi, 151)

Fuhşiyat; iffetsizlik, hayasızlık, çirkinlik demektir. Kur’ân, açık olanını da gizli olanını da yasaklar. Bugün ekranlarda, dizilerde, müzikte, reklamlarda gizli/açık her türlü iffet düşmanı unsur normalleştiriliyor. Kur’ân’ın “yaklaşmayın” dediği şey, bugün pazarlanıyor, giydiriliyor, övülüyor.

Ama Allah diyor ki:
“Yaklaşma! O çirkinliğin büyüsü seni sarar ve ruhunu çürütür.”

  1. Bozgunculuğa ve Haksızlığa Yaklaşmayın

> “Yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın.”
(Bakara, 60)

> “Ölçü ve tartıda hile yapmayın… insanların mallarını haksızlıkla eksiltmeyin.”
(Şuarâ, 181–183)

Kur’ân, sadece bombayla değil, terazide yapılan hileyle de “fesat” üretildiğini söyler. Hile, yalan, adaletsizlik, bozgunun sinsi şeklidir. Allah, dürüstlükle insan onurunu korumayı, adaletle yeryüzünü imar etmeyi emreder.

  1. Anne Babaya Öfke ile Yaklaşmayın

> “Rabbin, yalnızca Kendisine ibadet etmenizi ve anne-babanıza iyi davranmanızı emretti. Onlardan biri veya her ikisi senin yanında yaşlanırsa, onlara ‘öf!’ bile deme…”
(İsrâ Sûresi, 23)

Kur’ân burada sadece “hakaret etmeyin” demiyor. Öf! yani en küçük bir yüz buruşturmaya dahi yaklaşmayın. Çünkü merhamet, sadece el öpmek değil, gönül yormamaktır. Bu ifade, duygu terbiyesinin zirvesidir.

  1. Namazsızlığa Yaklaşmayın

> “Sarhoşken ne söylediğinizi bilinceye kadar namaza yaklaşmayın…”
(Nisâ Sûresi, 43)

Bu ayet, içkinin tedrici olarak haram kılınma sürecinde indirilmiştir. Ama buradaki ifade, namazın ne denli temiz ve şuurlu bir ortamda eda edilmesi gerektiğini gösterir. Namaz, hakikatle buluşmaktır. Sarhoşluk, gaflet, dünyevî sarhoşluk bile olsa, o bilinçle yaklaşılamaz.

“Yaklaşmayın” Emri: İlâhî Sigorta

Kur’ân’ın “yaklaşmayın” dediği her şeyin arkasında, koruma maksadı vardır.
Bu emirler yasaklayıcı değil; koruyucudur.
Allah, insanı bir şehvet patlamasında mahvolmaktan, bir gaflet anında yüz karası olmaktan, bir zaaf anında telafisi olmayan pişmanlıktan korumak ister.

Bu emirler insanı çevreleyen manevi çitlerdir. Çitin arkasında cehennem çukurları olabilir, ama çitin içi huzur, şeref ve emniyettir.

Sonuç: Sınır, Hürriyetin Düşmanı Değil, Teminatıdır

Modern çağ, “sınır tanımamak” ile övünüyor. Ama sınır tanımayan toplumlar, mahremiyetini, ailesini, gençliğini ve vicdanını kaybetti. Kur’ân’ın “yaklaşmayın” dediği şeyler, aslında insanın kendisine yaklaşmamasını emreden koruyucu uyarılardır.

Çünkü insanın düşmanı, çoğu zaman kendisi ve zaaflarıdır.
Ve Kur’ân, bizi kendimizden bile korur.

Özet:

Bu makalede Kur’ân-ı Kerîm’de geçen “yaklaşmayın” ifadeleri ele alındı:

  1. Zina, sadece yasaklanmaz; ona götüren yollar da kapatılır.
  2. Yetim malı, dokunulmazdır; yanına bile yaklaşılmaz.
  3. Fuhşiyat (iffetsizlik), açık-gizli her haliyle men edilir.
  4. Bozgunculuk, hile, adaletsizlik gibi sosyal günahlara giden yollar da yasaktır.
  5. Anne-babaya öf bile demek, duygusal incitmeyi bile yasaklar.
  6. Namaz, bilinç ve temizlikle eda edilmelidir; gafletle bile yaklaşılmaz.

Sonuç: “Yaklaşmayın” emri, sadece yasaktan değil; felaketten uzak tutan bir rahmet emridir. Kur’ân, sınırlarla insanı kısıtlamaz; ona yön, koruma ve izzet kazandırır.

 




Kur’ân Ahlâkı: Âdâbın İnşa Ettiği Medeniyet

Kur’ân Ahlâkı: Âdâbın İnşa Ettiği Medeniyet

Kur’ân-ı Kerîm sadece bir ibadet kitabı değildir; aynı zamanda bir hayat rehberi, bir medeniyet projesi, bir ahlâk ve âdâb kitabıdır. Zira İslâm, sadece camide değil, evde, sokakta, pazarda, mecliste, hatta kalpte bile yaşanmalıdır. İşte bu sebeple Kur’ân, insanın sadece inancını değil, tavrını, tarzını ve davranışlarını da terbiye eder.

Kur’ânî edep, sadece “kibar olmak” değildir. Hak karşısında saygılı olmak, insanlara karşı adil olmak, kalpte kibri boğmak, dili ve gözü korumak gibi çok yönlü bir ahlâkî bütünlük sunar. Çünkü insan, davranışlarında kemâle ermeden imanında da kemale ulaşamaz.

  1. Konuşma Âdâbı: Sesin Ahlâkı

Kur’ân, konuşmayı bile edep ile sınırlandırır:

> “Yürüyüşünde ölçülü ol, sesini de alçalt. Şüphesiz ki seslerin en çirkini, merkeplerin sesidir.”
(Lokman Sûresi, 19)

Burada bir davranış değil, bir dil terbiyesi öğretilmektedir. Bağırmak, böbürlenmek, hakaret etmek… Bunların hepsi sesin kötüye kullanılmasıdır. Kur’ân, kelâmın da nezaketle yoğrulmuş olması gerektiğini vurgular.

Yine bir başka ayette:

> “Onlara güzel söz söyleyin.”
(Bakara Sûresi, 83)

Söz sadece bilgi aktarmak değil; gönül yapmaktır. Kur’ân, gönül kıran değil, gönül yapan bir dili emreder.

  1. Selamlaşma ve İzin Âdâbı: Sosyal Huzurun Kapısı

> “Bir eve girdiğinizde, birbirinize Allah’tan bir bereket ve güzellik dileği olarak selâm verin.”
(Nur Sûresi, 61)

Selâm, sadece bir söz değil; barış, emniyet ve dua taşır. Kur’ân, selamlaşmayı toplumsal iletişimin başı yapar.

Ve izin âdabı:

> “Ey iman edenler! Kendi evlerinizden başka evlere, izin almadan ve ev halkına selam vermeden girmeyin.”
(Nur Sûresi, 27)

Bu ayet, mahremiyetin ve özel alanın korunmasını, kişisel sınırların gözetilmesini öğretir. Bir insanın huzuru, onun sınırlarına saygı göstermekle başlar.

  1. Oturma, Konuşma ve Toplantı Âdâbı

> “Size meclislerde yer açın denildiğinde yer açın; Allah da size genişlik versin.”
(Mücâdele Sûresi, 11)

Bu ayet, meclis âdâbını öğretir. Bir mecliste, bir toplulukta yer kapma, üstünlük taslama gibi tavırları Kur’ân reddeder. Yer açmak, kalp açmaktır; gönül genişliğidir.

  1. Gıybet ve Zan Yasağı: Duygu ve Dil Temizliği

> “Ey iman edenler! Zannın çoğundan sakının. Zira bazı zanlar günahtır. Birbirinizin gizli yönlerini araştırmayın. Birbirinizi gıybet etmeyin. Sizden biriniz, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı?”
(Hucurât Sûresi, 12)

Bu ayet, İslam ahlâkının temel direklerinden biridir.
Zan, tecessüs, gıybet… Bunların üçü de gönül kıran, toplumu ifsat eden davranışlardır. Kur’ân bunları sadece yasaklamaz, aynı zamanda kalplerde merhameti, dilde nezaketi, toplumda güveni inşa eder.

  1. Tebessüm, Hicab ve Haya: Görünmeyen Âdâb

Kur’ân, bakış ve davranışlara da edep çeker:

> “Mü’min erkeklere söyle: Gözlerini haramdan sakınsınlar ve iffetlerini korusunlar…”
(Nur Sûresi, 30)

Aynı emir kadınlara da verilir (31. ayet). Bu, sadece fiziksel bir bakış değil; kalbin niyetine de bir terbiyedir.
Edep sadece elbise ile değil; gözle, duruşla, kalple olur. Haya, görünmeyen bir ziynettir; Kur’ân bu ziyneti teşvik eder.

  1. Alay Etme, Lakap Takma ve İncitme Yasağı

> “Bir topluluk başka bir topluluğu alaya almasın. Belki de onlar kendilerinden daha hayırlıdır… Birbirinizi kötü lakaplarla çağırmayın.”
(Hucurât Sûresi, 11)

Bu âyet, psikolojik şiddetin, dil zorbalığının, kimlik aşağılamasının önüne geçer. Kur’ân’a göre insanı küçük görmek, kalben şirkle aynı menzildedir: Çünkü bir kulun değerini sadece Allah takdir eder.

  1. Yürüyüş ve Gurur Âdâbı

> “Yeryüzünde böbürlenerek yürüme! Çünkü sen ne yeri delebilir ne dağlara erişebilirsin.”
_(İsrâ Sûresi, 37)
(Lokman Sûresi, 18)

Yürüyüş bile kibirsiz, vakar içinde olmalıdır. Kur’ân’daki edep, ayak adımından kalp atımına kadar her şeyi kapsar.
Kibir, insanı Allah’tan uzaklaştırır; tevazu ise Allah’a yaklaştırır.

Kur’ân’da Âdâbın Gayesi: Ahlâklı Toplum, Mutmain Kalp

Kur’ân’da anlatılan tüm davranış kuralları, birer şekil değil, derinliktir. Edep, kalpten başlayıp davranışa yansır.
Kur’ân, hem bireyi inşa eder, hem toplumu ıslah eder.
O yüzden denmiştir ki:

> “Kur’ân’ın nazil olduğu toplum, cehaletin içindeydi; ama ahlâk ile medeniyet kurdu.”

Bugün yeniden o medeniyetin temelleri atılacaksa, bu edep ve davranış kurallarına dönülerek mümkündür.

Özet:

Bu makalede Kur’ân-ı Kerîm’deki edep ve davranış kuralları ele alındı. Başlıca esaslar şunlardır:

  1. Konuşma âdâbı: Sesin yükseltilmemesi, güzel sözle hitap edilmesi.
  2. Selam ve izin âdâbı: Gönül huzuru ve mahremiyet için.
  3. Topluluk içi davranışlar: Yer açmak, alay etmemek, incitmemek.
  4. Zan, gıybet, tecessüs yasağı: Kalp ve toplum temizliği için.
  5. Göz ve haya terbiyesi: İffet ve nezaketin muhafazası.
  6. Kibir yasağı: Tevazunun topluma ve bireye kattığı değer.

Sonuç: Kur’ân, davranışlarımızı inceltir; kalbimizi yüceltir. Edep, İslam’ın ruhudur. O ruhu diriltmek, hayatı diriltmektir.

 




Ehliyet ve Kriter Meselesi: Kur’ân’ın Ölçüleriyle Liyakat Arayışı

Ehliyet ve Kriter Meselesi: Kur’ân’ın Ölçüleriyle Liyakat Arayışı

İnsanlık tarihi, çoğu kez yanlış insanların doğru makamlara oturtulmasıyla felaketlere sahne olmuştur. Nice toplumlar ehil olmayanların elinde çürümüş, nice fırsatlar liyakatsiz yöneticiler yüzünden heba olmuştur. Bu büyük zaaf, sadece çağımızın değil; her dönemin hastalığıdır.

Oysa Kur’ân-ı Kerîm, hak ile bâtılı ayırmakta olduğu gibi, doğru kişiyle yanlış kişiyi ayırmakta da bir hidayet ölçüsüdür. Kur’ân, ehliyet ve liyakat konusunda hem ahlâkî hem de idarî kriterler koyar. Çünkü adalet, ancak ehil olanın elinde hakikate dönüşür.

  1. Emaneti Ehline Vermek: İlâhî Bir Emir

> “Allah size, emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder…”
(Nisâ Sûresi, 58)

Bu ayet, sadece maddi emaneti değil; görev, sorumluluk ve yetki gibi tüm yönetimsel emanetleri de kapsar. Ehil olmayana verilen görev, bir ihanet olur. Kur’ân burada iki temel ölçü sunar:

Ehliyet (yeterlilik),

Adalet (tarafsız ve dengeli hüküm).

İkisi birden yoksa, toplumda bozulma başlar, düzen zulme dönüşür.

  1. Yusuf (a.s.) Kıssasında Liyakat Vurgusu

Hz. Yusuf’un Mısır hazinelerinin başına geçme talebi, tam bir ehliyet dersidir:

> “Beni ülkenin hazinelerine memur et! Çünkü ben çok iyi koruyup gözetirim ve bilgi sahibiyim.”
(Yusuf Sûresi, 55)

Burada Hz. Yusuf, göreve kendi liyakatini göstererek talip olur. Hem emin (güvenilir), hem alim (bilgili) olduğunu ifade eder. Yani Kur’ân’ın yöneticilik ölçüsü sadece ahlâk değil, aynı zamanda uzmanlık da gerektirir.

  1. Talut’un Seçimi: Güç ve İlim Kriteri

İsrailoğulları bir kral istemişti. Allah, Talut’u seçti ama kavmi itiraz etti. Neden?

> “O bizden nasıl kral olur? Biz ondan daha layığız…”

Ancak cevaben şöyle buyuruldu:

> “Allah onu sizin üzerinize seçti ve onu bilgi ve beden gücü bakımından üstün kıldı.”
(Bakara Sûresi, 247)

Demek ki Allah katında kişisel hevesler değil, ilim ve kudret esas alınır. Bugün lider seçiminde ölçü olarak soy, zenginlik ya da propaganda değil; ilim, hikmet ve dirayet esas alınmalıdır.

  1. Adaletin Ölçüsü: Şahıslara Değil, Hakk’a Dayanmak

> “Ey iman edenler! Adaleti titizlikle ayakta tutan ve Allah için şahitlik eden kimseler olun. Bir topluluğa olan kininiz, sizi adaletsizliğe sevk etmesin.”
(Maide Sûresi, 8)

Adalet, ehliyetin temelidir. Eğer duygular, aşiretçilik, partizanlık veya şahsi çıkarlar ölçü haline gelirse, ehliyet kaybolur, adalet çürür. Kur’ân, kıymet ölçüsünü şahıslara değil; hakka ve takvaya dayandırır.

  1. Görev Dağılımında Sorumluluk Bilinci

Kur’ân, her işin ehline verilmesini emrederken bir diğer taraftan da uyarır:

> “Bir işi ehline vermediğiniz zaman kıyameti bekleyin.”
(Buhârî, Fiten, 10 – Hadis-i Şerif)

Bu uyarı, Resûlullah (s.a.v.)’in Kur’ân ahlâkını en açık biçimde ortaya koyduğu yerlerden biridir.
Kriterin kaybı, düzenin çöküşüyle sonuçlanır.

  1. Kur’ân’ın Kriterleri Nelerdir?

Kur’ân’da yönetim, sorumluluk ve söz sahibi olma hakkı için temel kriterler:

Emanet bilinci (Nisâ, 58)

Adalet (Maide, 8)

İlim ve güç (Bakara, 247)

Eminlik ve sadakat (Yusuf, 55)

Şura ve istişare (Şûrâ, 38)

Kendini değil, hakkı öncelemek (En’âm, 116)

Buna göre sadece popülerlik, soy, servet veya siyasi çevre ölçü olamaz. Bunlar Kur’ân terazisinde geçersizdir.

  1. Kriter Kaybı, Kıyamet Alametidir

Bugün toplumlar arasında en büyük krizlerden biri, ehliyet krizidir.
Kur’ân’ın ölçülerini bırakan toplumlar;

Cahil cesur,

Bilgili suskun,

Liyakatli köşede,

Torpilli zirvede olunca;

zulüm, israf, yozlaşma ve anarşi kaçınılmaz olur.

Kur’ân bu yüzden sadece fertleri değil, yönetim ve sistemleri de terbiye eder.

Sonuç: Liyakat, İzzetin Anahtarıdır

Kur’ân-ı Kerîm, ehliyet ve kriter meselesinde şahıs odaklı değil, ilke odaklıdır. Çünkü insanlar değişir, duygular aldanır; ama ilkeler sabittir.
İslâm’ın önerdiği toplum modeli, ilimle yöneten, adaletle hükmeden, istişareyle hareket eden bir modeldir.

Bugün bu ölçüler yeniden diriltilmedikçe, ne toplumsal barış, ne de adil düzen mümkündür.

Özet:

Bu makalede Kur’ân-ı Kerîm’in ehliyet, liyakat ve kriter ölçüleri ele alındı. Başlıca noktalar:

  1. Emanet ehline verilmelidir (Nisâ, 58).
  2. Hz. Yusuf, bilgi ve güvenilirlikle göreve talip oldu.
  3. Talut, ilim ve güçle lider seçildi.
  4. Adalet, kin ve duygulara değil, hakka dayanmalıdır.
  5. Ehliyetsizlik, kıyamet alameti olarak bildirildi.
  6. Kur’ân’ın kriterleri: Emanet, adalet, ilim, eminlik, şura ve hakkaniyet.

Sonuç: Kriter ve ehliyet, sadece bir yönetim meselesi değil; bir iman ve adalet meselesidir. Kur’ân’ın belirlediği bu ölçülerle toplumlar dirilir; ihmaliyle helak olur.

 




Yorgun Bir Milletin Hikâyesi: Kavgadan İnşaya Giden Yol

Yorgun Bir Milletin Hikâyesi: Kavgadan İnşaya Giden Yol

Zamanın yükü sırtımıza çöktü, kelimeler bile bitkin artık.
Yalnızca bedenlerimiz değil; kalplerimiz, ümitlerimiz ve hayallerimiz de yorgun.
Ve en acısı, artık çocuklarımız bile dünyaya yorgun geliyor.

Neden bu kadar yorgunuz? Çünkü çok iş yaptığımızdan değil…
Çünkü çok kavga ettik.

Kardeşi kardeşe düşüren fikir kılıçları, mezhep ve meşrep savaşları, ideolojik çekişmeler, siyasal kutuplaşmalar…
Her tarafı “ben” ile örülmüş duvarlar arasında “biz” unutuldu.

Milletçe yorgunuz, çünkü:

Geçmişin acılarını bugüne taşıdık,

Geleceğin korkusunu bugünden yaşadık,

Bugünü ise birbirimizi yargılamakla geçirdik.

  1. Kavganın Tükettiği Güç: Harcanan Zihin, Kaybolan İman

Zihin enerjimiz, kalem kudretimiz, dâvâ ahlâkımız savunma, karşı durma ve ifşa ile tükendi.
Birbirini dinlemeden konuşanlar, hakikatin değil; nefsin askerleri oldular.

Oysa Kur’ân bize ne diyordu?

> “Müminler ancak kardeştirler. O hâlde kardeşlerinizin arasını düzeltin.”
(Hucurât Sûresi, 10)

Biz ne yaptık?

Kardeşliği unuttuk,

Düşmanlıkta maharet aradık,

Haklı çıkmak için hakikati feda ettik.

Ve şimdi tükeniyoruz. Çünkü birbirimize karşı savaştığımız her saniye, aslında kendi kalemizi içten çökertiyoruz.

  1. Yorgunluğun Kalıcı Hâle Gelmesi: Çocuklar Neden Umutsuz?

Bugün doğan çocuklar, umut değil yük miras alıyor.
Babalarının başını kaldırmadan izlediği ekranlar, annelerinin içten içe yutkunduğu gözyaşları, toplumun üzerinde dolaşan karamsar atmosfer…

Çocuklar gülmeyi değil, susmayı öğreniyor.
Oyun değil, telaş miras kalıyor.
Söz değil, öfke duyuyorlar.

Bu yorgunluk sadece maddi değil, manevî bir çöküş.
Ve bu çöküşün asıl sebebi iş yapamamak değil; birlikte iş yapamamaktır.

  1. Enerjiyi İnşaya Çevirmek: Kavga Yerine Kardeşlik

Yorgunluk dağ gibi büyür. Ama yönü değişirse, bir dağın eteğinde yükselen medeniyetler de kurulabilir.
Bugün en büyük ihtiyacımız, kavga değil; inşa için seferberliktir.

Farklılıkları düşmanlık sebebi değil, zenginlik vesilesi görmek.

Aklı kinle değil, hikmetle kullanmak.

“Ben haklıyım” demekten önce “Ben ne yapabilirim?” sorusunu sormak.

Kur’ân’ın çağrısı bu değil midir?

> “İyilik ve takva üzere yardımlaşın, günah ve düşmanlıkta yardımlaşmayın.”
(Maide Sûresi, 2)

O hâlde artık kavga değil, kalem üretmeli; tartışma değil, terakki üretmeliyiz.

  1. Sessiz Kahramanlık: Kavga Etmeden İş Yapmak

İslâm tarihinde en büyük işleri yapanlar, en sessiz insanlardı.
Bediüzzaman, “ben cemiyetle değil, cehaletle savaşırım” dedi.
İmam Gazali, “mücadele kalp kırmaksa, ben susayım daha iyi” dedi.
Peygamberimiz (s.a.v) ise “en güçlü kişi, öfkesini yenen kişidir” buyurdu.

Bugün kahramanlık, bağırmak değil; sabırla taş üstüne taş koymaktır.
Çünkü milletin gerçek kalkınması, fikir ve ruh dünyasında başlar.
Ve ruh, kavgadan değil; hizmetten enerji alır.

  1. Geleceğe Miras: Yorulmuş Çocuklara Umut Borcumuz Var

Biz bu yorgunluğu kendimizle gömmemeliyiz.
Çocuklara mirasımız kavga değil, üretim; öfke değil, ilim; düşmanlık değil, şefkat olmalı.

Artık:

Birbirimizi değil, problemleri sorgulamalıyız.

Hakkı sahiplenip, hataya düşeni kazanmalıyız.

Eleştiriyi öfke ile değil, öğretme niyetiyle yapmalıyız.

Bu yorgunluğu iyileştirmek için önce dil değişmeli, sonra kalp değişmeli, en sonunda millet yeniden uyanmalıdır.

Sonuç: Kavgadan Vazgeçenler, Kalkınmanın Taşlarını Döşer

Yorgun bir milletin kalkınması, öfkeyi bırakıp birlikte yürümesiyle mümkündür.
Birbirini dinlemeyenler düşünemez,
Birbirine sırt çevirenler yol yürüyemez,
Ve birbirini düşman görenler düşmanın ta kendisi olur.

Millet olmak, aynı bayrağın gölgesinde değil; aynı hedefin izinde yürümekle mümkündür.

Ve bu yorgunluk, artık silkelenip ayağa kalkmamız gerektiğinin işaretidir.

Özet:

Bu makalede toplum olarak yaşadığımız genel yorgunluk, bu yorgunluğun sebebi olan iç çatışmalar, ve Kur’ân’ın birlik ve üretim esaslı çözüm önerileri ele alındı. Başlıca noktalar:

  1. Yorgunluğumuz, iş yapmaktan değil; sürekli birbirimizi tüketmekten kaynaklanıyor.
  2. Çocuklarımız bile bu kavgaların mirasını ruhsal yük olarak devralıyor.
  3. Kur’ân, kardeşliği, dayanışmayı ve hikmetli bir dil kullanmayı öneriyor.
  4. Gerçek kalkınma, sessiz hizmetle ve yapıcı çalışmalarla mümkün olur.
  5. Kavgayı bırakmak, yenilmek değil; millet olmak için ilk adımdır.

Sonuç: Bu yorgunluğu sona erdirecek tek şey, kavga değil; birlikte hayra yönelmiş bir irade ve sabırla örülmüş bir inşa hareketidir.

 




Allah kâfidir.

Allah kâfidir.

Allah’a tevekkül edene Allah kâfidir.
Allah, kâmil-i mutlak olduğundan lizâtihî mahbubdur.
Allah mûcid, vâcib-ül vücud olduğundan kurbiyetinde vücud nurları, bu’diyetinde adem zulmetleri vardır.
Allah melce ve mencedir. Kâinattan küsmüş, dünya zînetinden iğrenmiş, vücudundan bıkmış ruhlara melce ve mence odur.
Allah bâkidir, âlemin bekası ancak onun bekasıyladır.
Allah mâliktir, sendeki mülkünü senin için saklamak üzere alıyor.
Allah ganiyy-i mugnidir, her şeyin anahtarı ondadır. Bir insan Allah’a hâlis bir abd olursa, Allah’ın mülkü olan kâinat, onun mülkü gibi olur.
(Mesnevî-i Nuriye / 130)
BEDÎÜZZAMAN SAİD NURSÎ (Radıyallahu Anh)

Bu metin, Allah’ın isim ve sıfatları üzerinden bir kulun Rabb’iyle kurabileceği bağlantının en mükemmel tarifini yapar. Her bir cümle, tevekkülün sadece bir söz değil, aynı zamanda derin bir idrak ve yaşam biçimi olduğunu gösterir.

  1. Tevekkül: Yeterlilik ve Kâfilik
    Metin, ilk ve en çarpıcı cümlesiyle başlar: “Allah’a tevekkül edene Allah kâfidir.” Tevekkül, her şeyi Allah’a havale etmek, O’na dayanmak ve güvenmektir. “Kâfi” kelimesi, “yeterli” anlamına gelir. Bu ifade, tevekkül eden bir kulun, tüm ihtiyaçları için O’nun yeterli olduğuna dair sarsılmaz bir inanca sahip olduğunu belirtir. Bu inanç, insana büyük bir iç huzur ve güç verir. Zira her işin anahtarının O’nun elinde olduğunu bilen bir kalp, endişelerden ve korkulardan azade olur.
  2. Mahbubiyet (Sevimlilik) ve Kurbiyet (Yakınlık)
    Metin, Allah’ın zatıyla “kâmil-i mutlak” (mutlak mükemmel) olduğundan dolayı “lizâtihî mahbub” (zatı gereği sevilen) olduğunu söyler. Bu, Allah’ın sevilmesi için O’nun bize bir şey vermesine gerek olmadığı, sadece varlığının ve mükemmelliğinin bile sevilmek için yeterli olduğu anlamına gelir. İnsan, O’na yaklaştıkça (kurbiyet), varlığın (vücud) nurlarına kavuşur. Ondan uzaklaştıkça ise yokluğun (adem) karanlıklarına (zulmet) düşer. Bu, manevi bir yasadır: Allah’a yakınlık hayat verir, O’ndan uzaklık ise manevi bir ölüm gibidir.
  3. Melce ve Mence: Sığınak ve Kurtarıcı
    Hayatın zorlukları, dünyanın geçici süsleri (zînet) ve insanın kendi bedeninin sınırlamaları, bazen ruhu yorabilir, hatta ondan “bıkmış” hale getirebilir. İşte bu noktada, metin Allah’ı “melce” (sığınak) ve “mence” (kurtarıcı) olarak tanıtır. Dünya zinetinden iğrenmiş, bedeninin acizliğinden bunalmış ruhlar için tek sığınak O’nun dergâhıdır. Bu ibretli tesbiti, modern insanın yaşadığı tükenmişlik sendromu ve ruhsal boşlukla ilişkilendirebiliriz. İnsan, ne kadar maddiyata sahip olursa olsun, ruhunun boşluğunu dolduramaz. Tek çare, Rabb’ine sığınmak ve O’nunla manevi bir bağ kurmaktır.
  4. Bekâ: Sonsuzluk ve Kalıcılık
    Her şeyin fani olduğu bu dünyada, insan daima kalıcı olanı arar. Metin, bu arayışa da cevap verir: “Allah bakîdir, âlemin bekası ancak O’nun bekasıyladır.” Âlemdeki her şey, ancak varlığını Allah’ın varlığına dayandırmakla bir anlam ve kalıcılık kazanır. Bu, fani olan dünyaya aşırı bağlanmanın mantıksızlığını ortaya koyar. İnsan, fani olanı değil, Bâkî olanı sevmelidir. Aksi takdirde, sevdiği her şeyin yok oluşuyla birlikte kendi de büyük bir acı ve hayal kırıklığı yaşar.
  5. Mâlikiyet ve İhtiyaç: Mülkün Sahibine Teslim
    İnsan, elindeki her şeyi kendi malı sanmaya meyillidir. Oysa metin, bu yanılgıyı düzeltir: “Allah mâliktir, sendeki mülkünü senin için saklamak üzere alıyor.” Sahip olduğumuz her şey, emanettir. Mal, mülk, yetenekler, sağlık… Bunların gerçek sahibi Allah’tır. O’nun bir şeyi bizden alması, o şeyi bizden esirgemesi değil, tam tersine, onu daha kalıcı bir âlemde “bizim için saklamak” içindir. Bu idrak, bir kaybın bile bir kazanç olabileceğini gösterir ve insana kader karşısında tevekkül etmeyi öğretir.
  6. Ganiyy-i Muğni: Her Şeyin Anahtarı O’ndadır
    Son olarak metin, Allah’ın “ganiyy-i muğni” (her şeyden müstağni, kimseye ihtiyacı olmayan ve her şeyi zengin eden) olduğunu belirtir. “Her şeyin anahtarı O’ndadır.” Bu, insanı acizliğinden kurtaran en büyük hakikattir. Bir insan, Allah’a “hâlis bir kul” olursa, yani tüm benliğiyle O’na teslim olursa, “Allah’ın mülkü olan kâinat, onun mülkü gibi olur.” Bu ne demektir? Bu, insanın kendi gücünün yetmediği her şeyi, Allah’ın sonsuz gücüyle yapabilmesi demektir. Bir kul, O’na teslimiyetle bağlandığında, O’nun sonsuz kudretine ve hazinelerine dayanır. Bu durumda, kâinatın sırları ona açılır ve hiçbir şey ona zor gelmez.

Özet
Bu makale insanın Allah’a tevekkül etmesinin derin anlamını ve sonuçlarını beş ana başlıkta incelemektedir. Tevekkül, sadece bir güven beyanı değil, aynı zamanda Allah’ın kâfi (yeterli) olduğu, mahbub (sevilen), melce (sığınak), bakî (kalıcı) ve mâlik (sahip) olduğu hakikatlerini idrak etmektir. Bu idrak sayesinde insan, dünyevi korku ve endişelerden kurtulur, ruhsal huzura kavuşur ve kâinatla barışık bir ilişki kurar. Makale, Allah’a teslim olan bir kulun, O’nun sonsuz kudretiyle kâinatı kendine bir mülk gibi görebileceği fikrini anlatarak, tevekkülün insanı nasıl güçlendirdiğini özetlemektedir.

 




BEŞERİN HAYATININ TEMİNATI

BEŞERİN HAYATININ TEMİNATI

“Beşerin hayat-ı içtimaîsinde bütün ahlâksızlığın ve bütün ihtilalatın menşei iki kelimedir:

   Birisi: “Ben tok olduktan sonra, başkası açlıktan ölse bana ne?”

   İkincisi: “Sen çalış, ben yiyeyim.”

   Bu iki kelimeyi de idame eden, cereyan-ı riba ve terk-i zekâttır.

   Bu iki müthiş maraz-ı içtimaîyi tedavi edecek tek çare, zekâtın bir düstur-u umumî suretinde icrasıyla vücub-u zekât ve hurmet-i ribadır.”
Mektubat

Toplumsal Hastalığın Kökü: İki Zararlı Söz ve Tedavisi
Mektubat’ta geçen bu derin analiz, beşeriyetin yani insanlığın toplumsal yaşamındaki tüm ahlaki çöküşlerin ve kargaşaların (ihtilalatın) iki temel sebebe dayandığını çok net bir şekilde ortaya koyar. Bu iki kelime, aslında iki farklı zihniyetin ve bencilliğin ifadesidir.
Birinci Hastalık: “Bana Ne?” Zihniyeti
“Ben tok olduktan sonra, başkası açlıktan ölse bana ne?” cümlesi, bireysel bencilliğin ve duyarsızlığın en acımasız ifadesidir. Bu zihniyet, toplumu bir vücut gibi görmek yerine, her bireyi bağımsız ve birbiriyle ilgisiz adacıklar olarak görür. Bu anlayış, sosyal dayanışma duygusunu öldürür. Komşunun derdiyle dertlenmemeyi, yoksulun halini görmezden gelmeyi normalleştirir.
Bu duyarsızlık, toplumda derin bir uçurum oluşturur: Bir tarafta israf ve bolluk içinde yaşayanlar, diğer tarafta ise açlık ve yoksulluk çekenler. Bu durum, kaçınılmaz olarak biriken öfke ve kin tohumlarını filizlendirir. Toplumsal huzurun temel şartı olan empati ve merhamet duygusu yok olduğunda, o toplumda adalet ve eşitlik beklentisi de kalmaz.

İkinci Hastalık: “Sen Çalış, Ben Yiyeyim” Anlayışı
Bu söz, sömürünün ve tembelliğin zirvesidir. Bu anlayışa sahip olanlar, başkalarının emeği üzerinden geçinmeyi kendilerine hak görürler. Kapitalizmin bazı çarpık uygulamalarında veya feodal sistemlerde görülen bu sömürü düzeni, hakkaniyet ve liyakat prensiplerini ortadan kaldırır. Çalışanların emeklerinin karşılığını alamaması, onlara karşı bir adaletsizliktir. Bu durum, toplumsal bir huzursuzluk kaynağıdır.
Çalışan kesimin alın terinin sömürülmesi, toplumsal adaleti zedeler ve isyanlara zemin hazırlar. Üretimin ve emeğin değeri kaybolur, haksız kazanç meşru hale gelir. Bu durum, toplumda “ihtilal” yani büyük karışıklık ve ayaklanmalara yol açan en önemli sebeplerden biridir.

Hastalığın Kaynağı ve Tedavi Reçetesi
Metin, bu iki müthiş sosyal hastalığın temel kaynağını da belirtir: “Cereyan-ı riba (faiz) ve terk-i zekât (zekâtı terk etmek).”
* Cereyan-ı Riba (Faiz): Faiz, paranın emek harcanmadan para kazanmasıdır. Bu, “Sen çalış, ben yiyeyim” anlayışının finansal sistemdeki karşılığıdır. Faiz, zengini daha zengin, fakiri daha fakir yapar. Zenginler, paralarıyla kolayca para kazanırken, yoksullar borç batağına saplanır. Faiz, servetin toplum içinde adil dağılımını engeller ve serveti tek elde toplar. Bu durum, sınıflar arası nefreti körükler.
* Terk-i Zekât (Zekâtı Terk Etmek): Zekât, İslam’ın en temel sosyal güvenlik ve adalet mekanizmasıdır. Zenginlerin malının bir kısmını fakirlere vermesi, malı “dolaşıma” sokar. Bu, “Ben tok olduktan sonra bana ne” zihniyetini yıkar. Zekât, zengini fakirin halinden haberdar eder, aralarında bir bağ ve şefkat köprüsü kurar. Zekâtın terk edilmesi ise bu köprüyü yıkar, zenginle fakir arasına aşılmaz duvarlar örer.
Metnin sunduğu çözüm ise, bu iki hastalığı tedavi edecek tek çare olarak sunulur: “Vücub-u zekât ve hurmet-i riba” (Zekâtın farz kılınması ve faizin haram olması).
Bu, sadece dini bir hüküm değil, aynı zamanda toplum mühendisliği açısından da dâhiyane bir çözümdür. Zekât, parayı sürekli elden ele dolaştırarak bir ekonomik dönüş oluşturur ve sosyal adaleti sağlar. Faiz ise bu dönüşü keser ve parayı bir havuzda toplar. Zekât, toplumsal huzur ve barışı sağlarken, faiz, sınıfsal çatışma ve ihtilal tohumları eker.
Bu mantık, hem iktisadi hem de sosyolojik olarak geçerlidir. Zekât ve sadaka gibi mekanizmalar, paranın biriktiği yerlerde kilitlenmesini engeller ve ekonomik hayatın canlı kalmasını sağlar.

Özet
Bu makale, Mektubat’ta bahsedilen toplumsal hastalıkların iki temel kaynağını ve tedavi yöntemini ele almaktadır.
İlk hastalık, “Ben tok olduktan sonra başkası açlıktan ölse bana ne?” şeklindeki duyarsız ve bencil zihniyettir.
İkinci hastalık ise “Sen çalış, ben yiyeyim” anlayışıyla ifade edilen sömürüdür. Makale, bu iki hastalığın asıl kaynağının faiz (riba) ve zekâtın terk edilmesi olduğunu belirtir. Faiz, serveti adaletsiz bir şekilde toplarken, zekâtın verilmemesi zengin ve fakir arasındaki sosyal bağı koparır. Bu iki müthiş hastalığın tek çaresinin ise zekâtın yaygınlaştırılması ve faizin yasaklanması olduğu anlatılır. Bu çözüm, sadece dini bir emir değil, aynı zamanda toplumsal huzur ve adalet için vazgeçilmez bir reçetedir.

 




Allah yeter

Allah yeter

“Dost istersen Allah yeter. Evet, o dost ise her şey dosttur.

   Yârân istersen Kur’an yeter. Evet, ondaki enbiya ve melâike ile hayalen görüşür ve vukuatlarını seyredip ünsiyet eder.

   Mal istersen kanaat yeter. Evet kanaat eden, iktisat eder; iktisat eden, bereket bulur.

   Düşman istersen nefis yeter. Evet kendini beğenen, belayı bulur, zahmete düşer; kendini beğenmeyen, safayı bulur, rahmete gider.

   Nasihat istersen ölüm yeter. Evet ölümü düşünen, hubb-u dünyadan kurtulur ve âhiretine ciddi çalışır.
Mektubat

Hayatın Pusulası: İnsanın En Temel İhtiyaçları ve Cevapları
Mektubat’taki bu mübarek satırlar, insanın hayat yolculuğundaki en temel arayışlarını ve bu arayışların en kesin cevaplarını beş maddede özetliyor. Her biri, hem mantıkî hem de hikmetli birer düstur niteliğinde. Bu ifadeler, dış dünyada aranan tatmini insanın iç dünyasında ve manevi alemde bulabileceğini gösteriyor.

  1. Dost Arayışı: En büyük Dost Olan Allah
    İnsan sosyal bir varlıktır ve her zaman bir dost arayışı içindedir. Ancak bu arayış, bazen hayal kırıklıklarıyla sonuçlanabilir. Gerçek dostluğun tanımı, karşılıksız sevgi, sadakat ve güven üzerine kuruludur. Bu tanıma en uygun olan, her durumda yanınızda olan ve hiçbir zaman terk etmeyen Allah’tır. Metin, “o dost ise her şey dosttur” diyerek, bu gerçeği çarpıcı bir şekilde ifade eder. Allah’ı dost edinen kişi, kâinattaki tüm varlıklarla bir bağ kurar. Dağlar, denizler, kuşlar ve bitkiler ona yabancı gelmez, aksine Rabb’in sanatı olarak görülür ve dostluğa dönüşür. Bu, insanın yalnızlık hissini kökten çözen bir idraktir.
    2. Yâran (Sohbet Arkadaşı) Arayışı: Kur’an-ı Kerim Yeter
    Yâran, sadece sıradan bir arkadaş değil, sohbetiyle insana yol gösteren, onu aydınlatan bir arkadaştır. Kur’an-ı Kerim, sadece bir okuma kitabı değil, aynı zamanda canlı bir sohbettir. O, insanın hayal dünyasını genişletir, onu geçmiş peygamberlerin ve meleklerin dünyasına götürür. Onların yaşadığı olayları (vukuatları) seyrederek, tefekkür ederek onlarla bir nevi ünsiyet (yakınlık) kurarız. Bu, zaman ve mekânın ötesine geçen, ruhu besleyen ve yalnızlığı gideren bir yâranlıktır. Kitap okumak, insanı kalabalıkların gürültüsünden uzaklaştırır; Kur’an okumak ise insanı meleklerin ve peygamberlerin manevi atmosferine taşır.
    3. Mal Arayışı: Kanaat ve İktisat Yeter
    Modern dünyanın en büyük hastalığı, bitmek bilmeyen “mal hırsıdır.” İnsan, daha fazlasına sahip oldukça mutlu olacağına inanır. Ancak metin, bu yanılgıyı yıkar. Gerçek malın kanaat olduğunu söyler. Kanaat, tembellik değil, elindekinin kıymetini bilmek ve onunla yetinebilmektir. Kanaat eden, israf etmez, yani iktisat eder. İktisat eden ise elindeki imkanların bereketlenmesini sağlar. Bir avuç buğdayı israf etmeden kullanan kişi, bir depoyu israf ederek tüketen kişiden daha zengindir. Çünkü bereket, malın çokluğunda değil, faydasındadır. Bu, mantıkî bir denklem sunar: Kanaat → İktisat → Bereket → Zenginlik.
    4. Düşman Arayışı: Nefis Yeter
    İnsan genellikle dışarıda düşman arar. Ancak en büyük düşman, insanın kendi içindedir: Nefsi. Özellikle “kendini beğenmek” (ucub), nefsin en tehlikeli tuzağıdır. Kendini beğenen, kibir ve gurura kapılır, bu da onu “belaya ve zahmete” düşürür. Çünkü kibirli insan hata yapmaktan ders çıkarmaz, başkalarını dinlemez ve eninde sonunda yalnız kalır. Oysa “kendini beğenmeyen,” yani acizliğini ve kusurlarını idrak eden kişi, tevazu ile hareket eder. Bu tevazu onu “safaya” (huzur ve neşe) kavuşturur ve İlahi rahmete ulaştırır. Kendi kusurlarını görmek, insanın kendini düzeltmesi için en büyük motivasyondur.
    5. Nasihat Arayışı: Ölüm Yeter
    Hayatın koşuşturması içinde insan, en büyük gerçeği unutma eğilimindedir: Ölümü. Ölüm, en etkili nasihattir. Ölümü düşünen insan, dünyanın geçici zevklerine (hubb-u dünya) olan bağlılıktan kurtulur. Dünya hayatının kısa bir misafirlik olduğunu anlar ve asıl ebedi hayat olan ahiretine ciddi bir şekilde hazırlanmaya başlar. Ölüm düşüncesi, insana zamanın ve hayatın değerini öğretir, onu boş işlerden alıkoyar ve asıl gayeye yöneltir.

Özet
Bu makale, Mektubat’ta yer alan beş temel düsturu ele alarak, insanın hayatındaki en büyük arayışlarına cevaplar sunmaktadır. Buna göre; Dost arayan kişiye Allah’ın yeterli olduğu, O’nu dost edinince her şeyin dost olacağı belirtilir. Sohbet arkadaşı isteyen için Kur’an’ın kâfi geldiği, onunla peygamberler ve meleklerle manen ünsiyet edilebileceği anlatılır. Mal arayan için kanaatin yeterli olduğu, çünkü kanaatin iktisada ve bereketin anahtarı olduğu ifade edilir. Düşman isteyen için nefsin en büyük düşman olduğu, kendini beğenmenin belaya, alçakgönüllülüğün ise huzura götürdüğü anlatılır. Son olarak, nasihat arayan için ölümün en büyük vaiz olduğu, onu düşünmenin dünya sevgisinden kurtardığı ve ahirete yönelttiği belirtilir.

 




Ey nankör!

Ey nankör!

“Ey insan-ı müşteki! Sen ma’dum kalmadın, vücud nimetini giydin, hayatı tattın, camid kalmadın, hayvan olmadın, İslâmiyet nimetini buldun, dalalette kalmadın, sıhhat ve selâmet nimetini gördün ve hâkeza…

   Ey nankör! Daha sen nerede hak kazanıyorsun ki Cenab-ı Hakk’ın sana verdiği mahz-ı nimet olan vücud mertebelerine mukabil şükretmeyerek, imkânat ve ademiyat nevinde ve senin eline geçmediği ve sen lâyık olmadığın yüksek nimetlerin sana verilmediğinden bâtıl bir hırsla Cenab-ı Hak’tan şekva ediyorsun ve küfran-ı nimet ediyorsun?”
Mektubat

Nankörlüğün Perdesi: Sahip Olduklarımızı Görememe Hâli
Mektubat’taki bu sarsıcı hitap, modern insanın en büyük hastalığının teşhisidir: Nankörlük. Metin, “Ey insan-ı müşteki!” (şikâyet eden insan) diyerek, sürekli şikâyet eden, elindekine değil, elinde olmayana odaklanan insanı hedef alır. Bu, sadece bir şahsı değil, aynı zamanda toplumun genel bir eğilimini de tasvir eder.
Metin, insanın varoluşundan başlayarak kazandığı nimetleri kademe kademe sayar:
* Vücud nimeti: Hiçlikten var olma.
* Hayat nimeti: Cansız bir madde (camid) olmaktan çıkıp hayat bulma.
* İnsan olma nimeti: Hayvanlar âleminden ayrılıp akıl ve bilinç sahibi bir insan olma.
* İslâmiyet nimeti: Doğru yolu (dalalette kalmama) bulma.
* Sıhhat ve selamet nimeti: Sağlıklı ve huzurlu bir yaşam sürme.
Bu basamaklar, insanın hayatındaki her aşamanın bir “nimet” olduğunu ve her birinin bir öncekinden daha kıymetli olduğunu gösterir. Bu mantık silsilesi, bize aslında hayatın her anının bir armağan olduğunu hatırlatır. Var olmamız, nefes almamız, düşünmemiz ve doğruyu seçebilmemiz, her biri şükür gerektiren birer lütuftur.
Hikmetli ve İbretli Bir Duruş
Bu pasaj, insanın psikolojik yapısına dair çok derin bir tahlil yapar. İnsan, elindekilere kolayca alışır ve onları “hak edilmiş” bir şey gibi görmeye başlar. Bir süre sonra, sahip olduğu nimetler onun için görünmez hale gelir. Gözü hep “imkânat ve ademiyat nevinde” olanlardadır. Yani, var olma ihtimali olan ama eline geçmeyen veya hiç olmayan şeyler için hırs eder.
Bu durum, modern toplumda çok yaygındır. Birçok insan, iyi bir işi, sağlıklı bir ailesi ve sıcak bir evi varken, komşusunun lüks arabası veya sosyal medyadaki birinin gösterişli tatili yüzünden mutsuz olabilir. Eldekiler bir anda değersizleşir, elde olmayanlar ise birer “hak” ve “verilmeyen” bir lütufmuş gibi görünür. Bu, metindeki ifadeyle, **”bâtıl bir hırs”**tır. Bu hırs, insanın kalbini huzursuzlukla doldurur ve onu “Cenab-ı Hak’tan şekva” (Allah’tan şikâyet etme) noktasına getirir.

Mantıklı Bir Çözümleme
Metin, bu durumu “küfran-ı nimet” (nimete karşı nankörlük) olarak tanımlar. Nankörlük, sadece ahlaki bir kusur değil, aynı zamanda mantıksız bir davranış biçimidir.
Düşünelim: Bir insan, kendisine sunulan bir sofrada her türlü yemeği yiyip doyduktan sonra, sofrada olmayan bir yemeği kendisine vermedi diye ev sahibine kızıp sofra sahibini suçlayabilir mi? Bu, hem ahlaki hem de mantıksal olarak saçmadır.
Aynı şekilde, insan da en temel ve en büyük nimet olan “var olma” ve “insan olma” nimetine zaten nail olmuştur. Bu nimetler karşısında şükretmek yerine, henüz “layık olmadığı” veya “eline geçmeyen” yüksek nimetler (mesela zenginlik, makam, şöhret) için isyan etmek, büyük bir mantık hatasıdır.
Bu makalede bahsettiğimiz konular, Risale-i Nur’da yer alan tefsir ve bilimsel yaklaşımlarla da desteklenebilir. Risale-i Nur, kâinattaki her varlığın Allah’ın isimlerinin birer tecellisi olduğunu ve her bir nimette ilahi bir hikmet bulunduğunu öğretir. Bu bakış açısı, insana etrafındaki her şeyin tesadüf eseri olmadığını, her nimetin bilinçli bir ihsan olduğunu gösterir. Bu idrak, şükür duygusunu artırır ve insanı nankörlükten kurtarır.

Sonuç olarak: Şikâyet etmeyi bırakıp şükretmeye başlamak, insanın ruhsal huzura kavuşmasının en kısa yoludur. Elindeki bir kaşık balı görmeyip, elinde olmayan bir teneke bal için isyan eden birinin mutluluğu bulması imkânsızdır.

Özet
Bu makale, Mektubat’ta geçen “şikâyet eden insan” tasvirini ele alarak, nankörlük hastalığını analiz eder. Metin, insanın hiçlikten varlığa, cansızlıktan hayata ve hayvandan insana yükselmesinin her bir aşamasının büyük birer nimet olduğunu anlatır. İnsan, bu temel nimetlere karşı şükretmek yerine, sahip olamadığı veya “layık olmadığı” yüksek mertebeler için şikâyet ederek nankörlük eder. Makale, bu durumun mantıksal bir hata ve ruhsal bir hastalık olduğunu belirtir. Çözümün, elindeki nimetlere odaklanarak şükretmek ve böylece huzuru bulmak olduğu vurgulanmaktadır.

 




Fikr-i milliyet – Menfi Milliyet

Fikr-i milliyet – Menfi Milliyet

“Fikr-i milliyet, şu asırda çok ileri gitmiş. Hususan dessas Avrupa zalimleri, bunu İslâmlar içinde menfî bir surette uyandırıyorlar; tâ ki parçalayıp onları yutsunlar.”
Mektubat

Menfi Milliyet
Bir Zehir Olarak Milliyetçilik: Parçalamak ve Yutmak İçin Bir Hile
Mektubat’ta yer alan bu cümle, yirminci yüzyılın başlarında, yani dünya savaşlarının ve imparatorlukların yıkılışının arifesinde yapılmış, tarihi bir tesbittir. “Fikr-i milliyet, şu asırda çok ileri gitmiş” tesbiti, milliyetçiliğin bir ideoloji olarak yükselişine işaret eder. Bu yükseliş, milletleri birleştirici bir unsur olmanın ötesine geçerek, emperyalist güçlerin elinde bir yıkım aracına dönüşmüştür.
Bu cümlede anlatılan en kritik nokta, **”dessas Avrupa zalimleri”**nin bu fikri “menfî bir surette” (olumsuz bir biçimde) uyandırmasıdır. Bu durum, milliyetçiliğin doğal bir duygu olmaktan çıkıp, sömürgeci politikaların bir aracı haline gelmesidir. Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde ve İslam coğrafyasının genelinde yaşananlar, bu tesbitin ne kadar doğru olduğunu acı bir şekilde isbatlamıştır.

Uygulama ve Sonuçlar: Tarihten İbretler
* yüzyılın sonları ve 20. yüzyılın başlarında, Avrupa’nın büyük güçleri (İngiltere, Fransa, Rusya vb.), Osmanlı ve diğer İslam devletlerini parçalamak için milliyetçilik kartını oynamaya başladılar. Osmanlı tebaası içindeki farklı etnik grupları (Araplar, Arnavutlar, Ermeniler, Rumlar, Türkler…) birbirine karşı kışkırttılar. Bunun için aşağıdaki gibi sinsi yöntemler kullandılar:

* Tarih ve Kültürün Çarpıtılması: Her etnik grubun kendi “şanlı” geçmişi ve diğerlerinden üstünlüğü olduğu fikrini yaydılar. Böylece, asırlardır bir arada yaşayan halklar arasına nifak tohumları ekildi. Ortak İslam kimliğinin birleştirici gücü zayıflatıldı.
* Eğitim ve Propaganda: Misyoner okulları ve Avrupa destekli gazeteler aracılığıyla, farklı etnik kimlikleri yücelten ve ortak dini kimliği küçümseyen bir propaganda yapıldı. Bu, özellikle genç nesillerin zihnine işlendi.

* Maddi Destek ve Silahlandırma: Ayaklanmaları teşvik etmek ve isyanları desteklemek için isyancılara para, silah ve siyasi destek sağlandı. Bu sayede, merkezi otorite zayıflatıldı ve iç savaşlar körüklendi.
Bu sinsi planın sonucunda, “parçalayıp onları yutsunlar” hedefi büyük ölçüde gerçekleşti. İslam coğrafyası, yüzlerce yıllık birlikteliğin ardından paramparça oldu. Osmanlı İmparatorluğu’ndan bağımsızlığını kazanan yeni devletler, hem kendi içlerinde etnik gerilimler yaşadılar hem de Avrupa devletlerinin nüfuz alanlarına girdiler. Batı, bu parçalanmış coğrafyayı kolayca sömürebileceği bir pazara ve hammadde kaynağına dönüştürdü.

Düşündürücü ve Mantıklı Bir Analiz
Metin, “fikr-i milliyetin” kendi başına kötü olmadığını ima eder. Milliyetçilik, bir milleti bir arada tutan, ortak bir hedef etrafında birleştiren sağlıklı bir duygu olabilir. Ancak bu metin, bu fikrin **”menfî surette uyandırılması”**nın tehlikesine dikkat çeker.
Peki, milliyetçiliği menfi kılan nedir?
Cevap, bu fikrin İslâmiyet’ten tefrik edilmesi (ayrılması) ve bir üstünlük taslama aracı olarak kullanılmasıdır. İslamiyet, tüm Müslümanları ortak bir ümmetin parçası olarak kabul eder. Bir Arap Müslümanı ile bir Türk Müslümanı arasında etnik bir fark gözetmez. Ancak milliyetçilik, bu manevi bağı zayıflatarak, “benim ırkım senden üstündür” fikrini aşılar. İşte bu nokta, parçalanmanın başladığı yerdir.
Bu durum, tıpkı bir binanın temelini oluşturan harcı söküp almak gibidir. Harcı sökülen duvar, en ufak bir sarsıntıda bile kolayca yıkılır. İslam milletleri de, asırlardır onları bir arada tutan manevi harcı (İslam kardeşliğini) zayıflattığında, Avrupa’nın “desiseleri” karşısında kolayca yıkılmıştır.
Günümüzde bile bu taktikler hala kullanılmaktadır. Etnik ve mezhepsel farklılıklar, çıkar çatışmalarına dönüştürülerek İslam coğrafyasında istikrarsızlık ve savaşlar körüklenmektedir. Bu nedenle, Mektubat’ın bu uyarısı, sadece geçmişi anlamak için değil, günümüzdeki tehlikeleri de görebilmek için hayati bir önem taşır.

Özet
Bu makale, Mektubat’ta belirtilen “fikr-i milliyetin” (milliyetçiliğin) Avrupa güçleri tarafından İslam coğrafyasını parçalamak için nasıl bir araç olarak kullanıldığını incelemektedir. 19. yüzyılın sonları ve 20. yüzyılın başlarında, Avrupalı devletler, Osmanlı İmparatorluğu gibi İslam devletleri içindeki farklı etnik grupları kışkırtarak, ortak İslam kimliğini zayıflatmış ve iç isyanları teşvik etmiştir. Bu sinsi siyasetin sonucunda, İslam coğrafyası parçalanmış, sömürüye açık hale gelmiş ve büyük felaketler yaşamıştır. Makale, milliyetçiliğin kendi başına bir tehlike olmaktan ziyade, İslam’dan ayrılarak bir üstünlük aracı olarak kullanıldığında yıkıcı bir zehire dönüştüğünü anlatmaktadır. Bu tarihi ders, günümüzde de etnik ve mezhepsel fitnelerin hala nasıl kullanıldığını anlamak için bir ibret niteliğindedir.

 




EMEVİ MİLLİYETÇİLİĞİ

EMEVİ MİLLİYETÇİLİĞİ

“Emevîler bir parça fikr-i milliyeti siyasetlerine karıştırdıkları için hem âlem-i İslâm’ı küstürdüler hem kendileri de çok felaketler çektiler.”
Mektubat

Siyasetin Zehri: Emevî İktidarında Fikr-i Milliyetin Yıkıcı Etkisi

Mektubat’ta geçen bu kısa ama çok manidar cümle, İslam tarihinin en tartışmalı dönemlerinden biri olan Emevîler dönemindeki temel bir siyasi hatayı ve bunun sonuçlarını özetlemektedir. Emevîler’in “bir parça fikr-i milliyeti siyasetlerine karıştırmaları,” sadece bir idari tercih değil, aynı zamanda İslam ümmetinin birliğini sarsan ve derin yaralar açan stratejik bir hataydı.

Uygulanan Politika ve Verdiği Zarar
Emevîler, özellikle Muaviye’den sonra saltanat sistemine geçişle birlikte, iktidarlarını Arap kimliği üzerine kurma eğilimi gösterdiler. Bu, “fikr-i milliyet” yani ırkçılığın veya milliyetçiliğin siyasete karışmasıydı. İslam, tüm ırkları, renkleri ve dilleri eşit kabul eden evrensel bir din iken, Emevîler, yönetimi ve toplumdaki statüyü Araplar lehine şekillendirmeye başladılar.
Bu durumun en somut uygulamaları şunlardı:
* Arap Olmayan Müslümanlara (Mevalî) Yönelik Ayrımcılık: Farslar, Türkler, Berberîler ve diğer milletlerden olan yeni Müslümanlara “Mevalî” denirdi. Emevîler, Mevalîleri ikinci sınıf vatandaş gibi gördüler. Onlardan, cizye ve zekât gibi vergileri almaya devam ettiler, ki bu İslam’ın temel prensiplerine aykırıydı. Bir insan Müslüman olduğunda, cizye vergisinden muaf olurdu. Ancak Emevîler, gelirlerini korumak amacıyla bu kuralı çiğnediler. Ayrıca, Mevalîlerin ordu ve yönetimde yükselmelerine pek fırsat tanınmadı.

* Yönetimin Arapların Tekelinde Olması: Önemli valilikler, komutanlıklar ve devlet makamları genellikle Arap kabilelerine ve Emevî hanedanına mensup kişilere verildi. Bu durum, İslam coğrafyasının dört bir yanındaki yetenekli ve liyakatli insanları dışladı ve onları devlete karşı küstürdü.
* Arapça Diline Aşırı Vurgu: Arapçanın resmi dil olarak benimsenmesi doğal olsa da, diğer milletlerin dillerini ve kültürlerini hor gören bir tutum sergilendi. Bu durum, İslam’ın evrensel dilini bir ırkın dili haline getirme hatasıydı.
Bu uygulamalar, “âlem-i İslâm’ı küstürdü.” İslam ümmeti içinde derin bir ayrılık ve kin tohumu ekildi. Emevîler’e karşı isyanların, özellikle de Mevalîlerin yaşadığı bölgelerde yoğunlaşması tesadüf değildi. Ehl-i Beyt’in yaşadığı haksızlıklar, bu Mevalîler için Emevî iktidarına karşı çıkmanın manevi bir gerekçesi haline geldi.

Ortaya Çıkan Sonuçlar ve Felaketler
Emevîlerin fikr-i milliyeti siyasete karıştırmalarının sonuçları oldukça ağır oldu:
* İç İsyanlar ve Bölünmeler: Horasan’da, Irak’ta ve diğer bölgelerde sürekli isyanlar patlak verdi. Bu isyanların en büyüğü, Emevî Devleti’ni yıkan Abbâsî İhtilali oldu. Abbâsîler, Emevîler’e karşı, Arap olmayan Müslümanların, özellikle de Farsların desteğini alarak başarıya ulaştılar. Bu, Emevîlerin kendi elleriyle oluşturdukları düşmanların onlara karşı birleşmesinin sonucuydu.

* Güven Kaybı ve Meşruiyet Krizi: Emevî iktidarı, saltanat ve ırkçılık politikaları nedeniyle İslam ümmetinin gözünde meşruiyetini yitirdi. İnsanlar, devleti İslam’ın temel prensiplerinden uzaklaşmış, dünyevi bir krallık olarak görmeye başladı.
* Manevi Zayıflama: İktidar hırsı ve dünyevi çekişmeler, İslam’ın manevi ruhunu zedeledi. Yönetim kademesindeki ahlaki çöküş, halkın dine olan bağlılığını zayıflatmadıysa da, devlet otoritesine olan güveni sarstı.
Bu durum, metinde belirtildiği gibi, “kendileri de çok felaketler çektiler.” Emevîler, içerideki bitmek bilmeyen isyanlarla mücadele etmek zorunda kaldılar ve sonunda içten gelen bu güçlü muhalefet dalgasına dayanamayarak yıkıldılar. Bir milletin veya bir grubun kendi üstünlüğünü iddia etmesi, o milletin içine nifak sokar ve zayıflatır. Emevîler’in hikâyesi, bu hakikatin tarihi bir dersidir.
Bu ibretli olay, günümüz siyasetçileri ve toplumları için de çok önemli bir derstir. Bir milletin bekası, ancak tüm unsurlarının adaletle, sevgiyle ve eşitlikle bir arada tutulmasıyla sağlanabilir. Fikr-i milliyet, birleştirici bir unsur olarak değil, ayrıştırıcı bir zehir olarak siyasete karıştığında, sadece başkalarına değil, o zehri yayanlara da zarar verir.

Özet
Bu makale, Mektubat’ta geçen Emevîlerin “fikr-i milliyeti” siyasete karıştırmasının sonuçlarını ele almaktadır. Emevîler, Arap olmayan Müslümanlara (Mevalî) karşı uyguladıkları ayrımcı politikalarla, onları ikinci sınıf vatandaş muamelesi yaparak ve yönetimde dışlayarak İslam ümmetini küstürmüşlerdir. Bu durum, İslam’ın evrensel ve eşitlikçi prensiplerinden sapmaya neden olmuştur. Bu hatalı siyasetin bir sonucu olarak, Emevîler içeride sürekli isyanlarla yüzleşmek zorunda kalmış, meşruiyetlerini kaybetmiş ve nihayetinde Abbâsî İhtilali gibi güçlü bir halk hareketinin de desteğiyle yıkılmışlardır. Makale, bu tarihi olayın, milliyetçiliğin siyasetteki yıkıcı etkileri ve adalet ile eşitliğin bir devletin bekası için ne kadar hayati olduğu konusunda günümüz için de önemli bir ders teşkil ettiğini anlatmaktadır.

 




EY VATAN EVLATLARI

EY VATAN EVLATLARI

“Ey ehl-i Kur’an olan şu vatanın evlatları! Altı yüz sene değil belki Abbasîler zamanından beri bin senedir Kur’an-ı Hakîm’in bayraktarı olarak, bütün cihana karşı meydan okuyup Kur’an’ı ilan etmişsiniz. Milliyetinizi, Kur’an’a ve İslâmiyet’e kale yaptınız. Bütün dünyayı susturdunuz, müthiş tehacümatı def’ettiniz, tâ

يَاْتِى اللّٰهُ بِقَوْمٍ يُحِبُّهُمْ وَيُحِبُّونَهُٓ اَذِلَّةٍ عَلَى الْمُؤْمِنٖينَ اَعِزَّةٍ عَلَى الْكَافِرٖينَ يُجَاهِدُونَ فٖى سَبٖيلِ اللّٰهِ

âyetine güzel bir mâsadak oldunuz. Şimdi Avrupa’nın ve Frenk-meşrep münafıkların desiselerine uyup şu âyetin evvelindeki hitaba mâsadak olmaktan çekinmelisiniz ve korkmalısınız!”
Mektubat

Bin Yıllık Mirasın Sancaktarları: Kur’an’a Kale Olan Bir Millet

Mektubat’tan alıntıladığınız bu derin ifadeler, bir milletin tarihi misyonunu ve kimlik şuurunu çarpıcı bir şekilde gözler önüne seriyor. Bu metin, sadece geçmişe bir övgü değil, aynı zamanda geleceğe yönelik sert bir uyarıdır. “Kur’an-ı Hakîm’in bayraktarı” olmak, basit bir unvan değil, bin yıllık bir sorumluluğun, bir adanmışlığın ifadesidir.
Bu sözlerin işaret ettiği gibi, Türkler Abbasi döneminden bu yana, yaklaşık bin yıldır İslam medeniyetinin öncülüğünü üstlenmişlerdir. Bilimden sanata, siyasetten hukuka kadar İslam medeniyetinin en parlak dönemleri, Türklerin bu bayraktarlığı üstlenmesiyle yaşanmıştır. Bu durum, bir milletin kendi varlığını, inandığı değerler uğruna adaması ve bu uğurda cihanla mücadele etmesidir. “Milliyetinizi, Kur’an’a ve İslâmiyet’e kale yaptınız,” ifadesi, bu ilişkinin en güzel özetidir. Milliyet, kuru bir ırkçılık veya coğrafi aidiyet olmaktan çıkmış, bir inancın, bir medeniyetin koruyucu kalesi haline gelmiştir. Bu kale, hem içeriden hem de dışarıdan gelen tehacümatı (saldırıları) def’edebilen sağlam bir yapı olmuştur.

İbretli Bir Ayet ve Mâsadak Olma Vasıfları
Metinde vurgulanan en önemli nokta, Mücadele Suresi’nin 54. ayetidir:
يَاْتِى اللّٰهُ بِقَوْمٍ يُحِبُّهُمْ وَيُحِبُّونَهُٓ اَذِلَّةٍ عَلَى الْمُؤْمِنٖينَ اَعِزَّةٍ عَلَى الْكَافِرٖينَ يُجَاهِدُونَ فٖى سَبٖيلِ اللّٰهِ
“Allah, yakında bir kavim getirecek ki, O onları sever, onlar da O’nu severler; mü’minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı onurlu ve şiddetlidirler. Allah yolunda cihat ederler…”
Bu ayet, bir topluluğun vasıflarını sayar: Allah’ı seven ve O’nun tarafından sevilen, Müslümanlara karşı mütevazı ve şefkatli, inkârcılara karşı ise izzetli ve vakur olan bir topluluk.
Metin, Türk milletinin bin yıllık tarihinde bu ayetin “güzel bir mâsadakı” (uygun bir örneği) olduğunu belirtir. Bu, tarihi bir başarı belgesidir. Türkler, İslam coğrafyasında Müslümanlara kol kanat germiş, birliği sağlamış ve aynı zamanda İslam’a düşmanlık eden güçlere karşı da duruş sergilemişlerdir.

Düşündürücü Bir Uyarı
Ancak metin, geçmişe övgüyle yetinmez, aynı zamanda keskin bir uyarıda bulunur: “Şimdi Avrupa’nın ve Frenk-meşrep münafıkların desiselerine uyup şu âyetin evvelindeki hitaba mâsadak olmaktan çekinmelisiniz ve korkmalısınız!”
Bu uyarı, modernleşme adı altında kendi öz değerlerinden, inancından ve tarihinden uzaklaşma tehlikesine işaret eder. “Frenk-meşrep münafıklar,” Batı’nın değerlerini sorgulamadan benimseyen, kendi medeniyetine yabancılaşmış, ikiyüzlü bir zihniyeti temsil eder. Onların “desiseleri” (hileleri), bir milleti Kur’an’a kale olmaktan çıkarmayı, onu kimliksiz, güçsüz ve rotasız bırakmayı hedefler.
Bu desiselerin en tehlikelisi, belki de İslam’ı gericilikle, Türk kimliğini ise bir asırdan fazla süren bir başarısızlık tarihiyle eşleştirmeye çalışmaktır. Bu algı operasyonları, insanları kendi “mefahirinden” (gurur duyduğu başarılarından) utandırmaya, manevi bağlarını koparmaya ve böylece onlara yeni bir kimlik dayatmaya çalışır.

Mantıkî ve Hikmetli Bir Sonuç
Bu metnin mantığı oldukça basittir: Bir milletin gücü, sadece ordusundan, ekonomisinden veya teknolojisinden gelmez. Asıl gücü, onu bir arada tutan ortak idealinden ve manevi bağlarından gelir. Türk milleti için bu ideal, bin yıldır İslam sancağını taşımak olmuştur. Bu sancağın indirilmesi, Türk milletinin kendi tarihinden, kültüründen ve ruhundan vazgeçmesi anlamına gelir ki, bu da bir nevi intihardır.
Günümüz dünyasında, bu mesajın önemi daha da artmıştır. Küreselleşmenin getirdiği kültürel erozyon ve kimlik bunalımları karşısında, bir milletin ayakta kalabilmesi için köklerine sıkı sıkı sarılması gerekir. Bu kökler, sadece toprak değil, aynı zamanda maneviyat, tarih ve inançtır. Kur’an’a kale olmak, teknolojiye, bilime veya kalkınmaya karşı olmak değil, aksine bütün bu ilerlemeleri manevi değerlerle birleştirerek daha anlamlı ve insanlık için faydalı hale getirmektir.

Özet
Bu makale, Mektubat’tan alınan bir iktibas ışığında, Türk milletinin bin yıllık tarihi misyonunu ve İslamiyet’le olan ayrılmaz bağını ele almaktadır. Türklerin, Abbasi döneminden beri Kur’an’ın bayraktarlığını yaparak, milliyetlerini İslam’a bir kale haline getirdikleri anlatılmıştır. Bu birleşme sayesinde, milletin zorlu saldırıları bertaraf ettiği ve Kur’an’da bahsedilen, “Allah’ın sevdiği ve O’nu seven” vasıflarına sahip bir topluluk (mâsadak) olduğu belirtilmiştir. Makale, günümüzdeki “Frenk-meşrep münafıkların” desiseleriyle (hileleriyle) bu bağın koparılmaya çalışıldığına dikkat çeker ve bu tehlikeye karşı uyanık olma çağrısı yapar. Sonuç olarak, bir milletin gücünün ve varlığının, maddi kalkınmanın yanı sıra manevi ve tarihi köklerini korumasına bağlı olduğu anlatılır.