Yanılsama ve Hakikat Arasında: Medeniyetin Maskesi, Dinlerin Gerçek Yüzü

Yanılsama ve Hakikat Arasında: Medeniyetin Maskesi, Dinlerin Gerçek Yüzü

> “Hıristiyanlığın malı olmayan mehâsin-i medeniyeti ona mal etmek; ve İslâmiyet’in düşmanı olan tedenniyi ona dost göstermek, feleğin ters dönmesine delildir.”
— Bediüzzaman Said Nursî, Hutbe-i Şamiye

  1. Medeniyetin Sahibi Kim?

Tarih boyunca insanlığın bilgi, sanat, ahlak, hukuk ve teknik alandaki birikimi “medeniyet” olarak adlandırılmıştır. Ancak modern dünyada bu medeniyetin tüm kazanımları neredeyse sadece Batı’ya —ve dolayısıyla Hıristiyanlığa— atfedilir hâle gelmiştir. Demokrasi, bilim, insan hakları, özgürlük, sanat ve teknoloji gibi güzelliklerin hepsi, sanki Hıristiyanlığın bir neticesiymiş gibi sunulur.

Oysa Bediüzzaman bu yanılmayı ifşa eder:

> “Hıristiyanlığın malı olmayan mehâsin-i medeniyeti ona mal etmek…”

Yani Batı’da doğan her güzel şeyin kaynağı din değil, insanlığın ortak aklı, gayreti ve çoğu zaman da seküler değerlerdir. Hıristiyanlık, Orta Çağ boyunca bilim karşıtı, özgürlük düşmanı, baskıcı bir dinî sistem olarak kendini göstermiştir. Bu nedenle modern Batı medeniyeti, kiliseye rağmen gelişmiş, dinin katkısıyla değil, dinin etkisinin azalmasıyla serpilmiştir.

  1. İslâmiyet ve Tedenni: Şerefli Bir Dinin Gölgeye Mahkûm Edilişi

Öte yandan İslâm, tarih boyunca insanlığı karanlıktan aydınlığa çıkaran bir nur olmuştur. İlim, adalet, ibadet, merhamet ve sosyal dengeyi esas alan bir inanç sistemi olarak Kur’ân, sadece bir ibadet rehberi değil, aynı zamanda bir medeniyet inşacısıdır.

Ancak modern zamanlarda, İslâm dünyasının içine düştüğü gerilik ve çözülüş, sanki İslâm’ın doğal sonucuymuş gibi lanse edilmiştir. Geri kalmışlığın, fakirliğin, cehaletin sebebi olarak İslâmiyet gösterilmiştir. İşte bu da ikinci büyük ters yüz oluşun göstergesidir:

> “İslâmiyet’in düşmanı olan tedenniyi ona dost göstermek…”

Gerçekte ise İslâm’ın emirleriyle değil, İslâm’ın terk edilmesiyle bu düşüş yaşanmıştır. Cehalet, taassup, bid’at ve ayrılıkçılık İslâm’ın değil, ondan uzaklaşmanın ürünüdür.

  1. Feleğin Ters Dönmesi: Hakikatlerin Alt Üst Edilmesi

Bediüzzaman’ın “feleğin ters dönmesi” ifadesi, toplumsal ve tarihsel ölçülerin alt üst oluşunu anlatır. Artık insanlar:

Güzeli çirkin, çirkini güzel görür olmuş,

Gelişmişi geri, geriyi gelişmiş zannetmiş,

Batı’yı kurtarıcı, Doğu’yu yük görmeye başlamıştır.

Bu büyük algı çarpıklığı, ümmetin kendine güvenini zedelemiş, medeniyet üretme azmini törpülemiş, kimlik krizlerini derinleştirmiştir. Bugün Müslümanlar Batı’ya bakarken kendilerinden utanmakta, İslâm’ı savunmak yerine meşrulaştırmaya çalışmakta, hâlbuki asıl zenginlik kendi özlerinde mevcuttur.

  1. Medeniyetin Gerçek Sahibi Kimdir?

Medeniyetin temel taşları —adalet, ilim, fazilet, nezaket, hürriyet, hakikat— esas itibarıyla İslâm’ın özünde mevcuttur. Kur’ân, ilmi teşvik etmiş, adaleti esas almış, merhameti yüceltmiş, zulmü lanetlemiştir. Asıl medeniyet budur. Hz. Ömer’in adaleti, Endülüs’ün ilmi, Selçuklu’nun mimarisi, Osmanlı’nın hukuk ve hoşgörüsü bu medeniyetin canlı şahitleridir.

Modern Batı, bu değerleri sonradan keşfederken, İslâm dünyası bunları daha önce yaşamış ama maalesef koruyamamıştır.

  1. Doğru Okuma ve Sahih Bir Yeniden Diriliş İçin

Bediüzzaman’ın bu tesbiti bugün hâlâ geçerlidir. Zihinlerin bulanıklığı, kendilik bilincini zayıflatmıştır. Oysa:

Batı’yı körü körüne taklit değil, hakikati ayırt etme basireti gerekir.

Geri kalmışlığı dine mal etmek yerine, asıl sebepleri görmek gerekir.

Müslümanlar, değerlerini kompleksle değil, izzetle sahiplenmelidir.

Bu bağlamda yapılması gereken, İslâm’ın özündeki medeniyet tohumlarını yeniden keşfetmek, bunları çağın diliyle ifade ederek medeniyet yarışında yeniden söz sahibi olmaktır.

Özet:

Bediüzzaman’ın işaret ettiği gibi, Batı’nın sahip olduğu modern medeniyet unsurları Hıristiyanlık’tan değil, insanlığın ortak mirasından kaynaklanır. Buna rağmen bu değerler Batı dininin bir ürünü gibi sunulmakta; öte yandan İslâm dünyasındaki gerilik, İslâm’a mâl edilmektedir. Bu iki büyük yanılgı, feleğin ters dönmesi gibi bir algı sapmasıdır. Gerçekte İslâm, medeniyetin özünü taşımaktadır; geri kalmışlık ise İslâm’dan uzaklaşmanın sonucudur. Hakikate ulaşmak için Müslümanların, öz değerlerini sahih şekilde okuyup, çağdaş dünyada yeniden diriltmeleri gerekmektedir.

 




İnsanın Dört Kapısı: Takva ile Açılan Sonsuzluğa Yolculuk”

İnsanın Dört Kapısı: Takva ile Açılan Sonsuzluğa Yolculuk”

> “Vicdanın anâsır-ı erbaası ve ruhun dört havassı olan irâde, zihin, his, latîfe-i Rabbâniye, her birinin bir gâyetü’l-gâyatı var: irâdenin, ibâdetullahtır; zihnin, mârifetullahtır; hissin, muhabbetullahtır; latîfenin, müşâhedetullahtır. Takva denilen ibâdet-i kâmile, dördünü tazammun eder. Şeriat şunları hem tenmiye, hem tehzib, hem bu gâyetü’l-gâyata sevk eder.”
— Bediüzzaman Said Nursî, Hutbe-i Şamiye

  1. İnsanın İçindeki Kutsal Sevk: Bir Kalbin Haritası

İnsan yalnızca etten kemikten değil, irade, zihin, his ve latîfe-i Rabbâniye denilen dört derin mânevî kuvvetten dokunmuştur. Bunlar, birer mekanizma değil, aynı zamanda emanettir. Her biri, kendi istikametine yönelirse insan kemale erer; aksi hâlde bu kuvvetler insanı uçuruma da götürebilir.

İrade, insanın yöneliş pusulasıdır. Onun hedefi, ibâdetullahtır; yani Allah’a yönelen bilinçli kulluk.

Zihin, anlam arayışının sahasıdır. Gerçek meyvesi, mârifetullahtır; yani Allah’ı bilmek, tanımak ve tanıttığı ölçüde aklı derinleştirmektir.

His, insanın sevme ve sevilmeye duyduğu iştiyaktır. Onun en yüksek yönelimi, muhabbetullahtır; yani yaratılmışların üstünde, yaratana duyulan aşk.

Latîfe-i Rabbâniye, ruhun en ince ve derin katmanıdır. O da ancak müşâhedetullah ile yani kalbin Allah’ı müşahede eder gibi derinden hissetmesiyle huzura erer.

Bu dört unsur birlikte çalıştığında ortaya çıkan hal, insanın fıtrî kemali ve hakiki insanlığıdır.

  1. Takva: Dört Pusulanın Ortak İstikameti

Bediüzzaman, “takva”yı yalnızca günahlardan sakınmak değil, bütün bu dört kuvvetin ilahî istikamette kullanılmasının adı olarak tanımlar:

> “Takva denilen ibadet-i kâmile, dördünü tazammun eder.”

Yani takva, sadece nefsi frenlemek değil, aynı zamanda iradeyi ibadete, zihni marifete, hissi muhabbete, latifeyi müşâhedeye yönlendirmektir. Takva, bir pasif korunma değil; aktif bir yöneliş, bilinçli bir kulluk hâlidir. Bu açıdan bakıldığında takva, sadece “günah işlememek” değil, “en yüceye ulaşmak için tüm donanımı seferber etmek”tir.

  1. Şeriat: Ruhun Mimarı, Ahlâkın İnşacısı

Bediüzzaman burada şeriatı yalnızca hüküm koyan değil, aynı zamanda bir ruhu eğiten, bir latifeyi terbiye eden, bir iradeyi yücelten sistem olarak tarif eder:

Tenmiye (besleme): Şeriat insanın manevî cihazlarını besler, büyütür. İrade ibadetle kuvvetlenir. Zihin tefekkürle zenginleşir.

Tehzib (arınma): Şeriat, kötü duyguları arındırır. Hırsı şükre, kibri tevazuya, nefreti muhabbete dönüştürür.

Gâyetü’l-gâyata sevk: Yani her şeyi en yüce gayeye, Allah’a ulaşma yoluna sevk eder. Hayatı bir kulluk yolculuğu kılar.

Burada şeriat, bir zorlama değil; insanı kemale taşıyan bir sistem, fıtratla barışık bir rehber olarak sunulmuştur.

  1. Modern Dünyada Dört Kuvvetin Felaketi

Bugün insanlık, bu dört manevî cevherin hepsini ya yanlış kullanmakta ya da köreltmektedir:

İrade, hazlara esir, bağımlılıklara teslim.

Zihin, bilgi çöplüğüyle dolu, marifetten uzak.

His, şehvetin esiri, muhabbete yabancı.

Latîfe, materyalizmle körelmiş, müşâhedeye kapalı.

İşte bu yüzden bugün modern insan, güçlü ama huzursuz; zeki ama şaşkın; hissiyatlı ama yalnız; bilgili ama manevî olarak susuzdur. Bu hâlden kurtulmanın yolu, Bediüzzaman’ın işaret ettiği gibi bu dört unsuru asli mecralarına döndürmek ve hepsini takva merkezli bir hayat anlayışıyla inşa etmektir.

Özet:

Bediüzzaman Said Nursî, insanın ruh dünyasını oluşturan dört temel cevheri —irade, zihin, his ve latîfe— ayrı ayrı tanımlar ve bunların en yüksek hedeflerinin sırasıyla ibadet, marifet, muhabbet ve müşâhede olduğunu bildirir. Bu dört unsur birlikte takvayı oluşturur. Takva ise sadece korunma değil; insanın kemale yürüyüşüdür. Şeriat, bu dört cevheri besler, arındırır ve ilahî gayeye yönlendirir. Modern dünyada bu dört cevher istikametini kaybetmişken, yeniden ruhî inşa için takva merkezli bir hayat şarttır. Bu anlayış, sadece bireysel kurtuluş değil, toplumsal dirilişin de anahtarıdır.

 




Felâketten Dirilişe: Uhuvvetin Mayasında Bir Devletin Kaderi”

Felâketten Dirilişe: Uhuvvetin Mayasında Bir Devletin Kaderi”

> “Eskiden beri i’lâ-yı kelimetullah ve beka-yı istiklaliyet-i İslâm için farz-ı kifâye-i cihadı deruhde ile kendini, yekvücud olan âlem-i İslâm’a fedaya vazifedar ve hilâfete bayrakdar görmüş olan bu devlet-i İslâmiye’nin felâketi; Âlem-i İslâm’ın saadet ve hürriyet-i müstakbelesiyle telâfi edilecektir. Zira şu musibet, maye-i hayatımız olan uhuvvet-i İslâmiye’nin inkişafını hârikulâde ta’cil etti.”
— Bediüzzaman Said Nursî, Hutbe-i Şamiye

  1. Bayraktarlık Vazifesi: Bir Tarihî Sorumluluğun Muhasebesi

Bediüzzaman’ın bu cümlesi, Osmanlı Devleti’nin tarihsel misyonunu tarif ederken aynı zamanda kaderî bir süreci de tahlil etmektedir. Osmanlı, yalnızca bir siyasi yapı değil, İslâm’ın izzeti ve birliği uğruna “kendini feda etmeyi” şiar edinmiş bir medeniyetin temsilcisiydi.

Bu feda oluş, sıradan bir imparatorluk refleksi değil; ümmetin mukadderatıyla birleşmiş bir teklif-i İlâhî idi. Hilâfet sadece bir unvan değil, bütün İslâm coğrafyasının ruhunu bir arada tutan bir emanetti.

  1. Felâket Görünen, Aslında Bir Uyanış Fitilidir

Osmanlı’nın yıkılışı, sadece bir devletin çöküşü değil; ümmetin moral çöküşü, manevî çözülüşü gibi algılandı. Ancak Bediüzzaman burada farklı bir pencere açar:

> “Bu felâket, Âlem-i İslâm’ın saadet ve hürriyet-i müstakbelesiyle telâfi edilecektir.”

Yani bu yıkım, İslâm dünyasının yeniden silkinişi, ferdiyetçilikten uhuvvete geçişi için bir ilâhî hazırlık hükmündedir. Her şok, bir şuura gebedir. Her yıkım, bir yeniden yapının öncesidir. Osmanlı’nın çöküşü, milliyetçilik akımlarıyla paramparça olan İslâm beldelerini uhuvvet fikrine daha derinden muhtaç hâle getirmiştir.

  1. Uhuvvet-i İslâmiye: Çaresizliğin Değil, Şuurun Doğurduğu Bir Bağ

Bediüzzaman, İslâm kardeşliğini “mayemiz”, yani hayatiyetimizin özü olarak görür. Musibetler, bu uhuvvetin yeniden hatırlanmasına vesile olur. Batının sömürgeciliği karşısında dağınık kalan ümmet, sadece aynı dine değil, aynı kader ağına sahip olduğunu tekrar fark eder.

Bugün hâlâ bu birlik ihtiyacı canlıdır. Filistin’den Doğu Türkistan’a, Arakan’dan Yemen’e kadar her zulüm, Müslümanların ayrı ayrı değil; bir vücut gibi hareket etmesini zarurî kılmaktadır. Bu ise, mezhep, meşrep, ırk ve dil farklılıklarının üstünde bir uhuvvet bilinci ister.

  1. Cihad: Savaş Değil, Fedakârlık Ruhudur

“Farz-ı kifâye-i cihadı deruhde etmek” ifadesi, yalnızca kılıçla yapılan bir mücadeleyi değil; ilimle, fikirle, sabırla, medeniyetle yapılan bir fedakârlığı da kapsar. Osmanlı bu cihadı asırlarca omuzlamış; şimdi ise bu vazife, tüm Müslüman milletlerin ortak sorumluluğu hâline gelmiştir.

Bugün bu cihad, kimi zaman kalemle, kimi zaman ekranla, kimi zaman yardımla, kimi zaman duayla yapılmak zorundadır. Çünkü artık cihadın en zoru, hakikati ayakta tutma cihadıdır.

  1. Yeni Bir Diriliş: Küllerinden Doğan Bir Ümmet

Bediüzzaman’ın tesbiti, yalnızca bir geçmişi yorumlamak değil, geleceğe yön çizmektir. Osmanlı’nın felâketi, eğer doğru okunursa, İslâm ümmeti için bir yeniden doğuşun hazırlığıdır. Uhuvvetin inkişafı, yeni bir medeniyet inşasına gebedir.

Ancak bu inkişaf:

Sadece siyasetle değil, ahlâkla olur.

Sadece güçlü devletle değil, uyanmış fertlerle mümkündür.

Sadece maddî kalkınmayla değil, ruhi dirilişle gerçekleşir.

Özet:

Bediüzzaman Said Nursî’nin bu veciz ifadeleri, Osmanlı’nın tarihî misyonunu, yaşadığı felâketin kaderî hikmetini ve bu felâketin ümmet için nasıl bir uyanış fırsatına dönüştüğünü açıklamaktadır. İ’lâ-yı kelimetullah uğruna kendini ümmete vakfetmiş bir devletin yıkımı, İslâm dünyasının kardeşlik ruhunu (uhuvvet-i İslâmiye) keşfetmesini hızlandırmıştır. Bu musibet, bir çözülüş değil, manevî bir toparlanışın işaretidir. Ümmet, uhuvvet bilinciyle yeniden dirilecek, küresel zillete karşı izzetli bir duruş sergileyebilecektir. Yeter ki fertler, bu çağrıyı kalplerinde duysun ve adım atsın.

 




Cennetten Dünyaya: Nikâhın Hikmeti ve Tenasülün Sırrı

Cennetten Dünyaya: Nikâhın Hikmeti ve Tenasülün Sırrı

İnsanoğlunun serüveni cennetle başlar. Hz. Âdem ve Hz. Havva, insanlığın ilk babası ve annesi olarak cennette yaratılmış; orada huzur, nimet ve ilâhî yakınlık içinde yaşamışlardır. Ancak ilâhî bir plan gereği, yasak ağaca yaklaşmaları ve şeytanın iğvasına uymaları sonucu dünyaya gönderilmişlerdir. Bu zahiren bir düşüş gibi görünse de, hakikatte hikmetlerle dolu bir yükselişin ve imtihanın başlangıcıdır.

  1. Cennetten Dünyaya: İlâhî Bir İmtihan ve İradenin Tecellisi

Hz. Âdem’in cennetten çıkarılması bir ceza değil, bir kader ve rahmet cilvesidir. Çünkü insanlığın dünya sahnesine çıkarılması, imtihanın ve tekâmülün şartıydı. İnsan, ancak dünyada özgür iradesiyle iyilikle kötülük arasında tercihte bulunabilir ve böylece ahireti kazanabilir.

Bu noktada nikâh ve tenasül devreye girer. Çünkü cennetteki hal, beşeriyetin çoğalmasına elverişli değildi. Dünya, bir terbiyegâh ve insanlığın çoğalıp tekâmül edeceği bir zemin olarak hazırlandı.

  1. Nikâh: İmtihanın Başlangıcında İlâhî Bir Sözleşme

Hz. Âdem ile Hz. Havva’nın bir aile olarak yeryüzüne gönderilmesi, nikâhın ilâhî bir kurum olarak insanlık tarihinin merkezinde yer aldığını gösterir. Onlar, sadece bir erkekle bir kadının bir araya gelişi değil, aynı zamanda insanlık neslinin meşru temeller üzerine bina edileceğinin ilk örneğidirler.

Nikâh; sorumluluk, sadakat ve emanet duygularını yüklenen bir akittir. Yeryüzünde yaşamanın ilk adımı, eşler arasında bu mukaddes bağın kurulmasıyla gerçekleşmiştir. Bu bağ, insanlık tarihinin temel taşı olmuş, aile kavramının doğmasına ve toplumun inşasına vesile olmuştur.

  1. Tenasül: Tek Bir Cüz’den Sonsuz Bir Manaya

Cennetten çıkarılma olmasaydı, Hz. Âdem ve Hz. Havva’nın hayatları sınırlı olur, insanlık nesli çoğalmazdı. Oysa yeryüzü, Rabbin “Halife” olarak yarattığı insanın çoğalması ve yeryüzünde O’nun isim ve sıfatlarını temsil etmesi için yaratılmıştır.

Tenasül, yani neslin devamı, bu ulvî görevin bir parçasıdır. Her doğan çocuk, insanlığın kaderine yeni bir satır, imtihanına yeni bir sahne ve kulluğuna yeni bir fırsattır. Rabbimiz buyurur:

> “Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan, ondan da eşini yaratan ve ikisinden birçok erkek ve kadın türetip yayan Rabbinizden sakının…” (Nisâ, 1)

Bu âyet, hem yaratılışın birliğini hem de tenasülün hikmetini özetler: İnsanlık bir özden çoğalmış, nikâh ile birleşmiş, aile ile köklenmiş, çocuklarla yeryüzüne dağılmıştır.

  1. Şeytanın Vesvesesi ve Nesil İmtihanı

Hz. Âdem ve Havva’nın cennetten çıkarılmasına sebep olan şeytan, aslında insanlığın karşısındaki ilk büyük imtihanı temsil eder. Şeytanın ilk hedefi aile müessesesidir. Çünkü şeytan bilir ki sağlam aile, sağlam toplum demektir.

Bu nedenle tenasül, sadece biyolojik bir çoğalma değil, aynı zamanda manevî bir inşa sürecidir. Her çocuk bir emanettir; onun terbiyesi, kulluk şuuruyla donatılması ebeveynin vazifesidir. Bu da nikâhı sadece cinsel bir birliktelik değil, bir nesli inşa etme ahdi kılar.

  1. Âhiret İçin Dünya: Zamanın Tarlasında Nesil Yeşertmek

Cennetten dünyaya gönderilen ilk çift, bu âlemin misafirleri olarak yaşamış ve dünyayı bir imtihan yurdu olarak tecrübe etmişlerdir. Onların bu yolculuğu, aslında tüm insanlığın kaderidir. Dünya, ebedi saadet için bir bekleme salonu değil, çalışılacak bir tarla; her bir evlat da bu tarlada açan bir filizdir.

Tenasül bu yönüyle de ilahî bir sır taşır: Her yeni hayat, yeni bir dua, yeni bir secde ve yeni bir imkândır. Ve her aile, cennet yurduna doğru yürüyen bir kafilenin ilk halkasıdır.

Sonuç ve Hikmetli Özeti:

Hz. Âdem ve Hz. Havva’nın cennetten çıkarılışı, görünürde bir düşüş, hakikatte insanlığın inşasına yönelik ilâhî bir yükseliştir. Bu çıkışla birlikte nikâh ve tenasül devreye girmiş, insanlık yeryüzünde çoğalmaya, aile kurmaya, medeniyetler inşa etmeye başlamıştır. Nikâh, ilâhî bir ahit; tenasül ise bu ahdin bereketidir. Her doğan çocuk, bu kaderin yeni bir meyvesi, her aile ise bu hikmetli planın yeni bir sahifesidir. Cennetten kovuluş, aslında cenneti kazanmak için bir fırsata dönüşmüştür.

 




İt Ürür, Kervan Yürür: Hakikatin Yolculuğu ve Zamanın Firavunları

İt Ürür, Kervan Yürür: Hakikatin Yolculuğu ve Zamanın Firavunları

Bazı sesler vardır ki, ne kadar yüksek çıksa da hakikati sarsamaz. Bazı tehditler vardır ki, ihtiva  ettiği hezeyanla kendini tüketir. Bu seslerin sahipleri, bin yıldır aynı dili konuşur, aynı kini taşır ve aynı oyunu sahneler. Bu oyunlara verilen cevap ise kadimdir, vakurdur ve derindir:
“İza elkamte külle haven, ma vecedet fil ardı hacaren.”
(Her ürene bir taş atsan, yeryüzünde taş kalmaz.)

Bu söz, bir hikmettir. Her iftiranın, her saldırının, her düşmanca naranın peşine düşmek, büyük davaların ve büyük milletlerin şanına yakışmaz. Çünkü hakikat kervanı, itlerin sesiyle yön değiştirmez. Kervan yürür, it ürür.

Tohum Aynı Tohum: Gladstone’dan Menachem’e

Bugün İsrail’in içinden veya batılı merkezlerden Türkiye’yi ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı hedef alan açıklamalar yeni değildir. Bundan bir asır önce, İngiltere parlamentosunda Kur’ân’ı kaldırarak “Bu kitap Müslümanların elinde kaldıkça biz onlara hâkim olamayız” diyen Gladstone, hangi kini taşıyorsa; bugün onun izinden giden Yoni Ben Menachem de aynı kinle konuşmaktadır.

Tohum aynı tohumdur.
Damar aynı damardır.
Oyun aynı oyundur.
Hedef aynı hedeftir: Müslümanların birliğini bozmak, millet ile idarecinin arasına fitne sokmak, İslâm coğrafyasını dizayn etmektir.

İçimizdeki Eller, Dışımızdaki Kuklacılar

İsrail’in ve Batı’nın doğrudan veya dolaylı saldırıları, her zaman içerideki taşeronlar eliyle başlamıştır.

Darbeler,

Kaos planları,

İnanç ve kimlik düşmanı medya,

15 Temmuz gibi işgal denemeleri hep aynı gayenin uzantılarıdır.

Ne zaman içimizdeki taşeronlar tükenmeye başlamışsa, asıl merkez sahaya çıkmak zorunda kalmıştır. Bu, bir yönüyle düşmanın çaresizliğini; bir diğer yönüyle ise zaafımızı değil, mukavemetimizin büyüklüğünü göstermektedir.

İrandan sonra sıranın Türkiye’ye geldiği zırvasında bulunanlar belli ki hala bu milleti uyuşturdukları millet düşünüp, ecdatlarını ve attığı Osmanlı tokadını da unutmuş gibiler.

Garkad Ağacı ve Tarihin Mukadderat Planı

Peygamber Efendimiz’in (sav) Garkad ağacı hadisi, bu hesaplaşmanın sıradan bir siyasi mücadele olmadığını gösterir.
Hadiste buyurulur ki:

> “Ağaçlar ve taşlar, ‘Ey Müslüman, işte arkamda bir Yahudi var, gel onu öldür’ diyecekler. Ancak Garkad ağacı konuşmayacak; çünkü o Yahudilerin ağacıdır.”
(Tirmizî, Fiten, 57; Müslim, Fiten, 82)

Bu, bir kin söylemi değildir; bir ilâhî senaryonun bildirisi, bir ilâhî vaadin işaretidir. İstanbul’un fethi nasıl bir hakikat olarak tahakkuk ettiyse; bu hadisin işaret ettiği hakikat de zamanı geldiğinde tahakkuk edecektir.

Bu yüzden Müslüman, sadece siyasi gelişmeleri değil; vaad-i ilâhîyi de okumalıdır.

Tepki Değil, Tavır Zamanı

Bugün düşmanın her sözüne cevap yetiştirmek değil; istikamet üzere olmak, birliğimizi korumak ve kararlılığımızı sürdürmek esastır. Onlar iftira atar, tehdit eder, kaosu büyütmeye çalışır. Lakin biz şu gerçeği biliriz:

> “Onlar tuzak kurar, Allah da tuzak kurar. Allah, tuzak kuranların en hayırlısıdır.”
(Âl-i İmrân, 54)

İslâm milleti, bu asrın son büyük cihadına hazırlanırken; düşman cephesinde sesler yükselecektir. Çünkü hak doğdukça, bâtıl daha çok bağırır. Zira tükenmekte olan bir yalancının en çok konuştuğu zamandır.

Özet:

İsrail ve Batı’dan gelen tehdit ve saldırılar, tarihin tekrarından ibarettir. Bir zamanlar Gladstone’un Kur’ân düşmanlığı neyse; bugün onun izinden gidenlerin hezeyanları da aynıdır.
İrandan sonra sıranın Türkiye’ye geldiği zırvasında bulunanlara bir cevaptır.
Gerçek sahadaki cevaptan önceki cevap.
Ancak her iftiraya, her saldırıya cevap vermek değil; istikamet üzere durmak, hikmetle hareket etmek ve birliğimizi korumak esastır. “İt ürür, kervan yürür” sözü, bu duruşun özüdür. Garkad ağacı hadisi gibi ilâhî işaretler de, bu büyük hesaplaşmanın sonunda hakikatin galip geleceğini haber vermektedir. Bugün Müslümanlara düşen; davalarını, düşmanın sesiyle değil, imanın sesiyle büyütmektir.

 




İt Ürür, Kervan Yürür: Hakikatin Yolculuğu ve Zamanın Firavunları

İt Ürür, Kervan Yürür: Hakikatin Yolculuğu ve Zamanın Firavunları

Bazı sesler vardır ki, ne kadar yüksek çıksa da hakikati sarsamaz. Bazı tehditler vardır ki, ihtiva  ettiği hezeyanla kendini tüketir. Bu seslerin sahipleri, bin yıldır aynı dili konuşur, aynı kini taşır ve aynı oyunu sahneler. Bu oyunlara verilen cevap ise kadimdir, vakurdur ve derindir:
“İza elkamte külle haven, ma vecedet fil ardı hacaren.”
(Her ürene bir taş atsan, yeryüzünde taş kalmaz.)

Bu söz, bir hikmettir. Her iftiranın, her saldırının, her düşmanca naranın peşine düşmek, büyük davaların ve büyük milletlerin şanına yakışmaz. Çünkü hakikat kervanı, itlerin sesiyle yön değiştirmez. Kervan yürür, it ürür.

Tohum Aynı Tohum: Gladstone’dan Menachem’e

Bugün İsrail’in içinden veya batılı merkezlerden Türkiye’yi ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı hedef alan açıklamalar yeni değildir. Bundan bir asır önce, İngiltere parlamentosunda Kur’ân’ı kaldırarak “Bu kitap Müslümanların elinde kaldıkça biz onlara hâkim olamayız” diyen Gladstone, hangi kini taşıyorsa; bugün onun izinden giden Yoni Ben Menachem de aynı kinle konuşmaktadır.

Tohum aynı tohumdur.
Damar aynı damardır.
Oyun aynı oyundur.
Hedef aynı hedeftir: Müslümanların birliğini bozmak, millet ile idarecinin arasına fitne sokmak, İslâm coğrafyasını dizayn etmektir.

İçimizdeki Eller, Dışımızdaki Kuklacılar

İsrail’in ve Batı’nın doğrudan veya dolaylı saldırıları, her zaman içerideki taşeronlar eliyle başlamıştır.

Darbeler,

Kaos planları,

İnanç ve kimlik düşmanı medya,

15 Temmuz gibi işgal denemeleri hep aynı gayenin uzantılarıdır.

Ne zaman içimizdeki taşeronlar tükenmeye başlamışsa, asıl merkez sahaya çıkmak zorunda kalmıştır. Bu, bir yönüyle düşmanın çaresizliğini; bir diğer yönüyle ise zaafımızı değil, mukavemetimizin büyüklüğünü göstermektedir.

İrandan sonra sıranın Türkiye’ye geldiği zırvasında bulunanlar belli ki hala bu milleti uyuşturdukları millet düşünüp, ecdatlarını ve attığı Osmanlı tokadını da unutmuş gibiler.

Garkad Ağacı ve Tarihin Mukadderat Planı

Peygamber Efendimiz’in (sav) Garkad ağacı hadisi, bu hesaplaşmanın sıradan bir siyasi mücadele olmadığını gösterir.
Hadiste buyurulur ki:

> “Ağaçlar ve taşlar, ‘Ey Müslüman, işte arkamda bir Yahudi var, gel onu öldür’ diyecekler. Ancak Garkad ağacı konuşmayacak; çünkü o Yahudilerin ağacıdır.”
(Tirmizî, Fiten, 57; Müslim, Fiten, 82)

Bu, bir kin söylemi değildir; bir ilâhî senaryonun bildirisi, bir ilâhî vaadin işaretidir. İstanbul’un fethi nasıl bir hakikat olarak tahakkuk ettiyse; bu hadisin işaret ettiği hakikat de zamanı geldiğinde tahakkuk edecektir.

Bu yüzden Müslüman, sadece siyasi gelişmeleri değil; vaad-i ilâhîyi de okumalıdır.

Tepki Değil, Tavır Zamanı

Bugün düşmanın her sözüne cevap yetiştirmek değil; istikamet üzere olmak, birliğimizi korumak ve kararlılığımızı sürdürmek esastır. Onlar iftira atar, tehdit eder, kaosu büyütmeye çalışır. Lakin biz şu gerçeği biliriz:

> “Onlar tuzak kurar, Allah da tuzak kurar. Allah, tuzak kuranların en hayırlısıdır.”
(Âl-i İmrân, 54)

İslâm milleti, bu asrın son büyük cihadına hazırlanırken; düşman cephesinde sesler yükselecektir. Çünkü hak doğdukça, bâtıl daha çok bağırır. Zira tükenmekte olan bir yalancının en çok konuştuğu zamandır.

Özet:

İsrail ve Batı’dan gelen tehdit ve saldırılar, tarihin tekrarından ibarettir. Bir zamanlar Gladstone’un Kur’ân düşmanlığı neyse; bugün onun izinden gidenlerin hezeyanları da aynıdır.
İrandan sonra sıranın Türkiye’ye geldiği zırvasında bulunanlara bir cevaptır.
Gerçek sahadaki cevaptan önceki cevap.
Ancak her iftiraya, her saldırıya cevap vermek değil; istikamet üzere durmak, hikmetle hareket etmek ve birliğimizi korumak esastır. “İt ürür, kervan yürür” sözü, bu duruşun özüdür. Garkad ağacı hadisi gibi ilâhî işaretler de, bu büyük hesaplaşmanın sonunda hakikatin galip geleceğini haber vermektedir. Bugün Müslümanlara düşen; davalarını, düşmanın sesiyle değil, imanın sesiyle büyütmektir.

 




Duha Işığı: Karanlıktan Aydınlığa Bir Reçete

Duha Işığı: Karanlıktan Aydınlığa Bir Reçete

> “Andolsun kuşluk vaktine, ve sakinleştiğinde geceye…”
— Duha Suresi, 1-2. Ayetler

  1. Karanlık Bir Sessizlikte Gelen İlahi Teselli

Duha Suresi, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) nübüvvetin başlarında yaşadığı kısa bir vahiy kesintisinden sonra nazil olmuştur. Bu süreçte müşrikler alay etmiş, Efendimiz (s.a.v.) hüzne boğulmuştur. İşte tam bu karanlık duygular içinde, Cenâb-ı Hak “duha” yani kuşluk vakti ile başlayan bu sureyi inzal ederek Resûlünü teselli etmiş ve onun şahsında tüm insanlığa mesaj vermiştir.

Bu yönüyle Duha Suresi, yalnızlığa düşen, kalbi kararan, yolu şaşıran ve kendini değersiz hisseden herkese ilahi bir şifa ve moral kaynağıdır.

  1. İlahi Mesaj: Rabbin Ne Seni Unuttu Ne de Terk Etti

> “Rabbin seni terk etmedi ve sana darılmadı.”
— Duha, 3

Bu ayet, insanın en zayıf anında duyabileceği en teselli edici sözdür. Hepimiz hayatımızın bir döneminde Rabbin bizi unuttuğunu zannederiz. Dualarımız karşılıksız kalıyor gibi hissederiz. İşte bu ayet, tüm o zannı ve karanlığı yırtan bir güneş ışığı gibidir. Rabbimiz bizi terk etmemiştir, bazen sadece sınamaktadır.

Bu ilahi güven, insanın içine bir iman morali, bir sabır reçetesi ve bir beklenti edebi yerleştirir. Çünkü ilahi plan daima daha hayırlıdır.

  1. Gelecek, Geçmişten Daha İyi Olacaktır

> “Elbette senin için ahiret (veya gelecek) daha hayırlıdır.”
— Duha, 4

Bu ayet hem ahiret hayatının dünya hayatından daha üstün olduğunu bildirir hem de dünyevi anlamda “bugünün sıkıntılarının, yarının huzuruna gebedir” mesajını verir.

Bir mümin için bu ayet, hayatın geçici sıkıntıları karşısında yılmama, sabırla yürüme, umutla bekleme ve Allah’a tevekkülle dayanma reçetesidir. Her karanlık gecenin bir sabahı vardır. Bu ayet, karamsarlığa karşı bir ruhi kalkandır.

  1. İnsanın Hatırlaması Gereken Geçmişi: O Seni Buldu ve Yetiştirdi

> “Seni yetim bulup barındırmadı mı? Seni yolunu kaybetmiş bulup hidayet vermedi mi? Seni fakir bulup zenginleştirmedi mi?”
— Duha, 6-8

Bu ayetler, insanın geçmişini hatırlayarak bugünkü nimetlere şükretmesini ve geleceğe umutla bakmasını telkin eder. Zorluklar gelip geçicidir. Yeter ki kişi geçmişte yaşadığı ilahi yardımları unutmasın. Bu yönüyle Duha Suresi, tefekkür ve tevekkül terbiyesi verir.

  1. İlahi Yardım Görülmeden Bile Yardım Etmek

> “Öyleyse yetimi sakın ezme. El açanı da azarlama.”
— Duha, 9-10

Burada verilen iki emir, sosyal sorumluluğun temelini oluşturur. İnsan, kendi sıkıntılarına gömülüp bencilleşmemeli. Duha Suresi bize şunu der: Sen de zamanında yardıma muhtaçtın. Şimdi başkalarının yardımına koş!

İnsan ancak kendinden daha zor durumda olanlara yardım ettikçe kendi ruhunu da iyileştirir. Bu, manevi terapidir.

  1. Ve Nimeti Anlat: Şükürle Onurlan

> “Ve Rabbinin nimetini anlat.”
— Duha, 11

Allah’ın lütfuna mazhar olan insan, bunu kendine saklamamalı. Minnetsiz bir toplum yerine, nimetleri hatırlayan ve hatırlatan, Allah’ın lütfunu dillendiren bir kul olmak gerekir. Bu şükür, insanın hem Allah katındaki değerini artırır hem de topluma moral olur.

Özet:

Duha Suresi, karanlık ruh hallerine, geçici zorluklara ve yalnızlık duygularına karşı bir ilahi teselli mektubudur. Rabbimizin bizi asla terk etmediğini bildirir. Geçmişteki yardımlarını hatırlatır, gelecekteki güzelliklere umut bağlatır. Hayata anlam, sabra kuvvet, kalbe huzur kazandırır. Ve insanı hem kendine hem de topluma karşı sorumlu bir birey haline getirir. Kısacası Duha Suresi, hayatın fırtınalı anlarında sığınılacak bir manevi liman, karanlıkta kalanlar için bir hakikat ışığıdır.

 




İnsanlığın Yükselen Sesi: Esaretten Hürriyete, Hürriyetten Hakikate

İnsanlığın Yükselen Sesi: Esaretten Hürriyete, Hürriyetten Hakikate

> “Devletler, milletler muharebesi; tabakât-ı beşer muharebesine terk-i mevki ediyor. Zira beşer esir olmak istemediği gibi, ecîr olmak da istemez.”
— Bediüzzaman Said Nursî, Hutbe-i Şamiye

  1. Yeni Bir Harbin Eşiğinde: Devletler Değil, Sınıflar Çarpışıyor

Tarih boyunca savaşlar genellikle devletler ve milletler arasında cereyan etti. Toprak paylaşımı, kaynak rekabeti, dinî veya ideolojik üstünlük iddiaları uğruna nice milletler birbirine girdi. Fakat zamanla savaş alanı değişti. Artık silahlar yalnızca ordulara doğrultulmuyor; fikirler, sınıflar, sosyal statüler arasında da amansız bir mücadele var.

Bediüzzaman’ın “tabakât-ı beşer” yani insan sınıfları arasındaki muharebe vurgusu, bugünün dünyasında derin bir hakikati gözler önüne seriyor. Çünkü artık zengin ile fakir, işveren ile işçi, sermayedar ile emekçi, medya elitleriyle halk kitleleri arasında görünmez ama hissedilir bir çatışma söz konusu. Bu çatışma bazen ekonomik krizle, bazen sosyal adaletsizlikle, bazen kültürel yabancılaşmayla kendini dışa vuruyor.

  1. Beşerin Derin İsyanı: Esarete ve Ücrete Karşı

İnsanoğlu yaratılışı gereği hürriyet sever. Ruhundaki ilahî nefes, onu esirliğe ve zillete karşı koymaya mecbur eder. Beşer artık sadece köle olmaya değil, ecîr yani ücretli çalışmaya bile razı değil. Çünkü ücretli çalışmanın bile çoğu zaman bir nevi modern kölelik olduğu, emeğin değersizleştirildiği ve insanın sadece “kazandığı kadar” insan sayıldığı bir dünyada yaşanıyor.

Bugünün gençleri neden sistemden kopuyor? Neden “sessiz istifa” gibi kavramlar yayılıyor? Neden bireyler çalışsa da tatmin olmuyor? Çünkü insanlık derin bir vicdanî sorgulama içerisinde: Ben kimim? Neden yalnızca üretici bir makine gibi görülüyorum? Hayatımın anlamı sadece geçim mi olmalı?

  1. Hürriyetin Peşinde, Hakikatin Eşiğinde

Said Nursî’nin bu ifadeleri yalnızca ekonomik ya da sosyal bir tahlil değil, aynı zamanda derin bir insanlık gözlemidir. İnsanlığın bugünkü sancıları, yalnızca maddî düzenlerin bozukluğu değil, hakikatsizliğin getirdiği bunalımdır. Beşer, artık sadece özgürlük değil, anlam da arıyor. Maddî zincirlerinden sıyrılan insan, manevî zincirlerle boğulmuş durumda. Ne doğuya ne batıya ait hissediyor. Ne bir İlaha yöneliyor, ne de dünyaya razı oluyor.

Modern zamanın krizleri, insanın kendi içindeki esaretiyle yüzleşmesini mecbur kılıyor. Çünkü beşer, yalnızca dış zincirlerden değil, nefsin, şehvetin, hırsın zincirlerinden de kurtulmak istiyor. Gerçek özgürlük, yalnızca zincirleri kırmak değil, doğru istikameti bulmaktır.

  1. Hutbe-i Şamiye’nin Bugüne Işığı

Bediüzzaman’ın bu tesbiti bir asır önce yapılmış olsa da, bugün her zamankinden daha aktüel. Devletler arası savaşlar yerini ekonomik yaptırımlara, medya savaşlarına ve siber saldırılara bırakırken; toplumlar içinde görünmez sınıf çatışmaları, güven bunalımı ve sosyal çözülmeler baş gösteriyor.

Beşer artık tahakküm değil, adalet istiyor. Sömürülmek değil, değer görmek istiyor. “Çalıştırılmak” değil, anlamlı bir varoluş içinde yer almak istiyor. İşte bu taleplerin cevabı yalnızca politik sistemlerde değil, ahlâkî ve manevî dönüşümde yatıyor.

Özet:

Bediüzzaman’ın “Devletler arası savaşlar, artık insan sınıfları arasına kayıyor” tesbiti; günümüz dünyasında yaşanan sosyal, ekonomik ve kültürel çatışmaların temelini gözler önüne seriyor. İnsanlık, yalnızca esarete değil, ücretli mahkûmiyete de başkaldırıyor. Modern insanın huzursuzluğu sadece geçim değil, anlam arayışıdır. Gerçek hürriyet, sadece zincirleri kırmak değil; insanın iç dünyasında hakikatle buluşmasıdır. Bu sebeple bugünün dünyası, ahlâkî bir inkılaba ve adaletli bir sisteme şiddetle muhtaçtır. Hutbe-i Şamiye, bu ihtiyacın asırlık ama sönmeyen bir çağrısıdır.

 




لَهُ الْمُلْكُ: Mülkün Sahibi Kim?”

لَهُ الْمُلْكُ: Mülkün Sahibi Kim?”

“لَهُ الْمُلْكُ

   “Yani ferşten arşa, serâdan süreyyaya, zerrattan seyyarata, ezelden ebede kadar her bir mevcud, semavat ve arz, dünya ve âhiret, her şey onun mülküdür. Mâlikiyet mertebe-i uzması, tevhid-i a’zam suretinde onundur.”
Mektubat

Kur’ân-ı Kerîm’in bir kelimesi bile, bir kâinatı içine alır. İşte bu kelimelerden biri de:

> “لَهُ الْمُلْكُ” — “Mülk O’nundur.”

Bu kısa ama derin mana yüklü cümle, sadece bir mülkiyet bildirmekle kalmaz; aynı zamanda Allah’ın her şeye hâkimiyetini, her şeydeki otoritesini, her şey üzerindeki tasarruf hakkını ve tek malik oluşunu ilan eder. Bediüzzaman Said Nursî bu kelimeyi şöyle açar:

> “Ferşten Arşa, serâdan süreyyaya, zerrattan seyyarata, ezelden ebede kadar her bir mevcud, semavat ve arz, dünya ve ahiret, her şey O’nun mülküdür.”

  1. Mülkün Gerçek Sahibi Kimdir?

İnsan, mülk edinir; ev, araba, arsa sahibi olur. Devletler topraklara sahip çıkar. Şirketler fabrikaları, insanlar akıllarını, mallarını sahiplenir. Ama hepsi geçicidir, hepsi sınırlıdır.
Gerçek mülkiyet, devamlılık ve mutlak tasarruf ister.

Bir şeyin sahibiysen onun üzerinde tam söz sahibi olman gerekir.

Ama insan, sahip olduğunu sandığı hiçbir şeyi yanında tutamaz.
Ne mal, ne mülk, ne evlat, ne beden…

Oysa Allah’ın mülkü, ezelden ebede kadar sürer.
Zerreden galaksilere kadar her şey, O’nun ilmiyle yaratılır, kudretiyle yaşar, iradesiyle yönlenir.
İşte bu yüzden mutlak malik, yalnızca “لَهُ الْمُلْكُ” diyebileceğimiz Allah’tır.

  1. Ferşten Arşa, Zerreden Yıldıza

Bediüzzaman, mülkün kapsamını genişletirken şu ifadeleri kullanır:

“Ferşten Arşa”: Yani en aşağıdan en yüce makamlara kadar.

“Serâdan Süreyyaya”: Yani yerin altından gökyüzünün yıldızlarına kadar.

“Zerrattan Seyyarata”: Atomlardan yıldızlara, yani mikroskobikten makroskobik âleme kadar.

Bu ifade tarzı, Allah’ın sadece göklerin değil, en küçük parça ve en büyük sistemin de sahibi olduğunu ilan eder.
Bir damla sudaki molekül ile uzaydaki galaksi arasında, O’nun mülkü açısından hiçbir fark yoktur. Hepsi O’nun elindedir.

  1. Mülk O’nunsa, İnsan Kimdir?

Peki bu durumda insanın konumu nedir?

İnsan malik değil, emânetçidir.
Mülkün sahibi değil, mülkte misafirdir.
Bu dünyada geçici bir konaklama hakkı olan kul, kendi benliği üzerinde bile sahip değilken, nasıl olur da Rabbine karşı kibirlenebilir?

> “Malikiyet mertebe-i uzması, tevhid-i a’zam suretinde onundur.”
Yani Allah’ın en yüce malikiyeti, en büyük tevhid delilidir.
Her şeyi sahiplenmek, her şeyin tek bir kudretle yaratıldığını gösterir.

  1. Dünya ve Âhiret: Mülk Sahibi Değişmez

Birçok kişi, dünya hayatını kontrol edebileceğini düşünür; kariyerini, servetini, hatta ömrünü kendi planladığını sanır. Ama ölüm gelir ve her şey sona erer.

Peki sonra?

Ahiret de O’nun mülküdür.
Cennet O’nun rahmetiyle, cehennem O’nun adaletiyle işler.
Orada da kimse sahip değil, herkes “kuluçtur”.

Mülk, yalnızca bu dünyaya ait değil; ölüm ötesine, ebediyete uzanır.

  1. Mülkü Tanımak, Tevhidi Anlamaktır

Tevhid; yalnızca “Allah birdir” demek değildir.
Tevhid, “Her şey O’nundur” diyebilmek, “O’ndan başka kimse malik değildir” idrakine varmaktır.
Bu da insanı şirke, gurura, israfa, haksızlığa karşı uyarır.

> Eğer her şey O’nunsa:

Malınla övünemezsin.

Başkasının hakkını gasp edemezsin.

Dünyaya tapamazsın.

Ölüme isyan edemezsin.

Sonuç ve Özet

“لَهُ الْمُلْكُ” – Mülk O’nundur.
Bu cümle, kâinatın sahibini, hâkimini ve yöneticisini tek bir kelimeyle özetler.
Her şey, her yönüyle Allah’a aittir:
Zerreler, yıldızlar, yer, gök, dünya, ahiret, zaman, mekân…
Bu sahiplik sadece yaratmaya değil, yönetmeye, yaşatmaya ve hükmetmeye de şâmildir.
İnsan ise bu mülk içinde sadece bir misafirdir. Görevi, sahibini tanımak ve O’na kulluk etmektir.

Özetle:

“لَهُ الْمُلْكُ”, kâinatın tamamının tek sahibi olan Allah’a ait olduğunu bildirir.

Her şey Allah’ın mülküdür: en küçük zerreden en büyük galaksiye kadar.

Malikiyet, en büyük tevhid delilidir. Allah’tan başka malik yoktur.

İnsan sahip değil, misafirdir. Emanetçi olduğunu bilmeli, sorumlulukla yaşamalıdır.

Ahiret de Allah’ın mülküdür; oradaki hesap ve mükâfat da O’nun tasarrufundadır.

Ey insan! Senin olmayan bir dünyada, neye dayanarak kibirleniyorsun?
Unutma: Mülk O’nundur. Sen sadece emaneti taşıyorsun.

 




Vâhidiyet ve Ehadiyet: Varlıkta Birlik, Her Şeyde Teklik

Vâhidiyet ve Ehadiyet: Varlıkta Birlik, Her Şeyde Teklik

Varlığın anlamını, düzenini ve sahibini anlamak isteyen bir akıl için “vâhidiyet” ve “ehadiyet” kavramları, adeta kainat kitabının çözüm anahtarı gibidir. Bediüzzaman Said Nursî bu iki kudsî kavramı, kâinattaki ilahi hakikatin iki yüzü olarak anlatır:

> “Vâhidiyet ise bütün o mevcudat birinindir ve birine bakar ve birinin icadıdır demektir.
Ehadiyet ise her bir şeyde, Hâlık-ı külli şey’in ekser esması tecelli ediyor demektir.”

Bu ifadeyle sadece metafizik bir tefekkür değil, aynı zamanda kainatın ilahi kodları çözülmektedir.

  1. Vâhidiyet: Bütünün Sahibi Bir Tek Zât

Vâhidiyet, Allah’ın birliğini kâinat çapında, toptan bakışla anlamamıza imkân verir.

Yani:

Güneş sisteminden galaksilere,

Okyanuslardan dağlara,

Nebatattan hayvanlara kadar…

Her şey bir Zât’a aittir.
Her şeyin arkasında tek bir kudret eli, tek bir ilim, tek bir irade vardır.
Her şey O’na dayanır ve O’na işaret eder.

Bu noktada Vâhidiyet, tevhit akidesinin kâinat boyutunda tecellisidir.
Mesela, her baharda milyarlarca çiçek aynı tarzda yaratılıyor; bu benzerlik ve birlik, hepsinin aynı Sanatkâr tarafından yapıldığını gösterir.
“Sanki bir fabrikanın üretim bandından çıkmış gibi…” işte bu, Vâhidiyet’tir.

  1. Ehadiyet: Her Şeyde Zât-ı Ehad’in Mührü

Ehadiyet ise daha derin, daha özel bir tecellidir.
Bu defa bütüne değil, tek bir varlığa bakıyoruz.

Bir yaprağa,

Bir kar tanesine,

Bir insan yüzüne…

Ve görüyoruz ki bu küçücük şeyde bile Allah’ın onlarca ismi parıldıyor:

Kudret: Ona hayat vermiş,

İlim: İnce sistemle yaratmış,

Basar: Görüyor ve yönetiyor,

Rezzak: Rızkını veriyor,

Musavvir: Ona şekil vermiş,

Muid: Öldürüp diriltecek…

Yani koca kâinatın sahibi olan Zât, küçücük bir zerrede bile Zât-ı Akdes’ine has mühürler koymuş.

> “Bir ağaçta güneşi göstermek vâhidiyet, bir yaprakta güneşi göstermek ehadiyettir.”
Bu mecazı iyi anlayan biri, kâinatı bir cam gibi aydınlatabilir.

  1. İman Gözüyle Bakmanın Farkı

İman nazarıyla bakıldığında:

Vâhidiyet, bize Allah’ın her şeyin sahibi olduğunu bildirir.

Ehadiyet, bize Allah’ın bizim Rabbimiz olduğunu gösterir.

Vâhidiyet Allah’ı kâinat çapında tanıtır; Ehadiyet ise şahsi olarak tanıştırır.

Bu da iman ile marifet, marifet ile muhabbet arasındaki geçişi sağlar.
Yani sadece “O vardır” değil, “O beni de bilir, yaratır, sever ve yönetir” şuurudur.

  1. Ehadiyetin Teselli Veren Yönü

Bir mümin için Ehadiyet, aynı zamanda büyük bir huzur ve emniyet kaynağıdır.

Düşün:
Sen bir sinek kadar küçüksün belki, ama Allah seni ihmal etmiyor.
Bir yaprağı rüzgarsız kıpırdatmayan Kudret, senin her hâlinden haberdar.
Kalbinin atışı, gözünün görmesi, rızkının gelmesi tesadüf değil.

Bu bilinç insana şu duyguyu verir:

> “Ben yalnız değilim. Beni Yaratan beni unutmuyor. Kâinat kadar büyük ama bana bir kalp kadar yakın bir Rabbim var.”

Sonuç ve Özet

Bediüzzaman’ın Vâhidiyet ve Ehadiyet tanımları, İslam akidesinin en derin tevhid boyutunu yansıtır.
Vâhidiyet, her şeyin tek bir Allah’a ait olduğunu gösterirken;
Ehadiyet, her bir şeyde, her bir bireyde Allah’ın özel ilgisini ve isimlerini gösterir.

Bu iki hakikat birleştirilince:

Hem evrensel bakış hem de şahsi bir bağ kurulmuş olur.

Hem kainatın düzeni hem kalbin huzuru sağlanır.

Hem Allah’ın büyüklüğü hem yakınlığı birlikte hissedilir.

Özetle:

Vâhidiyet, bütün varlıkların bir tek Allah’a ait olduğunu ifade eder.

Ehadiyet, her bir varlıkta Allah’ın birliğinin ve birçok isminin özel olarak tecelli ettiğini anlatır.

Vâhidiyet genel bir tevhit delili; Ehadiyet ise şahsi ve derin bir iman boyutudur.

Vâhidiyetle “Allah vardır”, Ehadiyetle “Allah benimle beraberdir” denilir.

Bu anlayış insanın hem aklını ikna eder, hem kalbini teselli eder.

Unutma:
Kâinat O’nun olduğunu bilmek seni O’na bağlar, ama senin O’nun olduğunu bilmek seni O’na yaklaştırır.

 




Zaman Nehrinde Yüzen Kâinat: İlahi Emirle Akan Bir Varlık Düzeni

Zaman Nehrinde Yüzen Kâinat: İlahi Emirle Akan Bir Varlık Düzeni

“Şu mevcudat, irade-i İlahiye ile seyyaledir. Şu kâinat, emr-i Rabbanî ile seyyaredir. Şu mahlukat, izn-i İlahî ile zaman nehrinde mütemadiyen akıyor; âlem-i gaybdan gönderiliyor, âlem-i şehadette vücud-u zâhirî giydiriliyor, sonra âlem-i gayba muntazaman yağıyor, iniyor. Ve emr-i Rabbanî ile mütemadiyen istikbalden gelip hale uğrayarak teneffüs eder, maziye dökülür.”
Mektubat

Evren, çoğu insanın zannettiği gibi kendi kendine işleyen rastgele bir mekanizma değildir. Her hareketiyle, her dönüşüyle, her doğumu ve ölümüyle, her an değişen halleriyle mutlak bir iradeye tâbidir. Bediüzzaman Said Nursî’nin bu veciz ifadesi, kâinatın derin hakikatine bir pencere açar:

> “Şu mevcudat, irade-i İlahiye ile seyyaledir. Şu kâinat, emr-i Rabbanî ile seyyaredir.”

Bu cümle, sadece bir fiziksel akışı değil, aynı zamanda varlığın içindeki ilahi kudretin, hikmetin ve düzenin kesintisiz işleyişini anlatır.

  1. Kâinat Bir Akış Halindedir Ama Başsız ve Sahipsiz Değil

Her şey akıyor. Zaman, mekân, varlık, insan, hayvan, ağaç, yıldız, hücre ve atom…
Bu akış başıboş değildir. Her bir hareket, “irade-i İlahiye”nin neticesidir.
Yani Allah’ın iradesi olmadan bir yaprak bile kıpırdamaz.

> “O’nun izni olmadan hiçbir şey vuku bulmaz.” (Bak.Hadîd, 22)

Kâinat bir nehir gibidir ama bu nehir kendi başına bir yatakta akmaz. O, “emr-i Rabbanî” ile yön bulan bir seyyaredir – yani Allah’ın emriyle döner, akar, hareket eder.

  1. Zaman Nehrinde Varlığın Serüveni

Bediüzzaman burada çok derin bir zaman ve varlık metafiziği kurar:

> “Şu mahlukat… zaman nehrinde mütemadiyen akıyor; âlem-i gaybdan gönderiliyor, âlem-i şehadette vücud-u zâhirî giydiriliyor, sonra âlem-i gayba muntazaman yağıyor, iniyor.”

Bu ne demek?

Her varlık önce âlem-i gaybda, yani görünmeyen âlemde takdir edilir.

Sonra âlem-i şehadete, yani görünen dünyaya gönderilir.

Belirli bir süre görünürlük kazanır, vazifesini yapar ve yeniden gayba çekilir.

Bir yağmur damlası gibi…
Buluttan (gayb) iner, yeryüzünde görünür (şehadet), toprağa düşer, iz bırakır ve buhar olur tekrar çıkar. Her şey bu devinim içindedir: İnsan, hayvan, çiçek, ses, kelime, fikir…

  1. Her Şey İlahi Emirle Nefes Alır

> “Ve emr-i Rabbanî ile mütemadiyen istikbalden gelip hale uğrayarak teneffüs eder, maziye dökülür.”

Her an, bir “istikbal” yani gelecekten gelir; “hal”de yani şimdi de soluk alır, görünürlük kazanır; ardından geçmişe yani “mazi”ye dökülür.

Bu ifade bize şunu hatırlatır: Zaman, durağan bir hat değil; canlı, akışkan ve ilahi emirle yönlenen bir sel gibidir. Her nefes, Allah’ın izniyle alınır. Her ân, Allah’ın kudretiyle oluşur.

Bu anlayış, insana iki büyük sorumluluk yükler:

Anda kalmak ama ilahi bir farkındalıkla yaşamak.

Her şeyin geçici ama hesaplı ve hikmetli olduğunu bilmek.

  1. İnsanın Bu Akıştaki Yeri ve Sorumluluğu

İnsan da bu sistemin içindedir.
Sen de “âlem-i gaybdan” dünyaya gönderildin. Ruh olarak takdir edildin, sonra beden elbisesini giydin. Şimdi şehadettesin. Yani görünüyorsun. Ama bu geçici. Yakında sen de geçmişe akacaksın. Tıpkı senden önce gelip giden milyarlar gibi…

O zaman şunu sormalısın:
Bu geçici görünürlüğü nasıl değerlendiriyorum? Bu akışta ben ne iz bırakıyorum?

Sonuç ve Özet

Bediüzzaman’ın bu ifadesi, varlık, zaman ve ilahi kudret üzerine derin bir tefekkür davetidir.
Kâinat başıboş değil, Allah’ın irade ve emriyle akmaktadır. Her şey, görünmeyen bir âlemden gelip belirli bir zaman içinde görünür olur, sonra tekrar gayba döner. Bu akış, bir kader çizgisi değil; bir kudret nakışıdır. İnsan, bu akışın farkında olarak yaşamalı, her anı bir ibadet ve hikmet zemini haline getirmelidir.

Özetle:

Kâinat ve içindeki her şey, Allah’ın iradesiyle akar ve döner.

Her varlık gayb âleminden gelip görünür hâle gelir, sonra tekrar gayba çekilir.

Zaman, istikbalden gelip hale uğrayan ve maziye dökülen bir nehir gibidir.

İnsan da bu akışın içindedir ve bu farkındalıkla yaşamalıdır.

Her şey, ilahi bir düzen ve emirle meydana gelir; başıboş hiçbir şey yoktur.

Ya sen ey insan! Zaman nehrinde hangi izleri bırakıyorsun? Akan hayat seni nereye taşıyor, neye hizmet ediyor? Farkında mısın?

 




Görülen ve Bilinen Bir İnsan: İlahi Nazarın Farkında Olmak

Görülen ve Bilinen Bir İnsan: İlahi Nazarın Farkında Olmak

“Madem şu kâinat sahibinin böyle bir ilmi vardır; elbette insanları ve insanların amellerini görür ve insanlar neye lâyık ve müstahak olduklarını bilir, hikmet ve rahmetin muktezasına göre onlarla muamele eder ve edecek. 

   Ey insan! Aklını başına al, dikkat et! Nasıl bir zat seni bilir ve bakar, bil ve ayıl!..  ”
Mektubat

İnsanın en büyük gafleti, kendisini göreni unutmasıdır. Oysa Bediüzzaman Hazretleri’nin yukarıdaki veciz ifadesi, bu gaflet perdesini yırtacak bir uyarıdır:
“Madem şu kâinat sahibinin böyle bir ilmi vardır; elbette insanları ve insanların amellerini görür ve insanlar neye lâyık ve müstahak olduklarını bilir…”

Bu cümle, insanı hem titreten hem de şuurunu uyandıran bir hakikati ihtiva eder: Görülüyorsun! Biliniyorsun! Değerlendiriliyorsun!
Bu gerçek, sadece ilmi bir mesele değil, aynı zamanda bir hayat disiplini, bir ahlaki duruş ve bir iman şuurudur.

  1. İlmi Muhit ve Nazar-ı İlahi

Kâinat öylesine muntazam, hikmetli ve muhteşem bir yapıdır ki; bu düzen ancak sonsuz bir ilme sahip bir Zât’ın eseri olabilir. Ve böyle bir ilim, elbette hiçbir şeyi gizli bırakmaz.
Gözle görünen yıldızlar kadar, kalpte geçen niyetler de bu ilmin kapsamındadır.

> “Ve Allah, her şeyi hakkıyla bilendir.” (Nisâ, 176)

Demek ki bizi yaratan Zât, yalnız dışımızı değil, içimizi de bilmekte, yalnız sözümüzü değil, niyetimizi de işitmektedir.
O halde, O’nun ilmi karşısında “görülmüyormuş gibi yaşamak” ne büyük bir körlüktür!

  1. İnsanın Ameli ve Layıklık Dengesi

İlahi ilim, sadece bilmekle kalmaz; o bilgiyle adaletli ve hikmetli bir muamelede de bulunur. İnsan, ne yaparsa karşılığını görecektir. Zira bu âlem, sebeplerin sonuçlara bağlandığı bir imtihan meydanıdır.
İyilik karşılıksız kalmaz. Zulüm de cezasız bırakılmaz.

Fakat her şeyin zamanı, ilahi hikmetin takvimine göre belirlenmiştir.

> “Sen zannetme ki zulmedenler kazandı; biz onların sürelerini sadece erteliyoruz.” (İbrahim, 42)

İşte bu bakışla, insan ne yaparsa yapsın görülmekte, kayda alınmakta ve mukaddes adalet terazisinde tartılmaktadır. Kimin neye lâyık olduğunu, elbette en iyi bilen Allah’tır. İnsanların zanları değil, O’nun bilgisi ve hükmü esastır.

  1. Ey İnsan, Aklını Başına Al!

Bediüzzaman, metnin sonunda adeta bir tokat gibi hatırlatıyor:
“Ey insan! Aklını başına al, dikkat et! Nasıl bir Zât seni bilir ve bakar, bil ve ayıl!”
Bu, sadece entelektüel bir uyarı değil, ruhu sarsan bir çağrıdır.
“Sen sıradan biri değilsin; seni bilen, seni gören ve senden razı olmak isteyen bir Rabbin var!” demektedir.

Bu hitap, hem bir uyarıdır hem de bir şeref beyanıdır.
Bir kamera tarafından izlendiğinde insan nasıl davranışlarına dikkat ederse, Mevla tarafından izlendiğini bilmek de insanı takva, ihlâs, tevazu ve edep içinde yaşamaya yöneltmelidir.

  1. Nazarın Farkında Olanların Ahlakı

İlahi nazarın farkında olan bir kul:

Gizlide açıkta aynı davranır.

İnsanlar görmese de Allah görüyor diye doğruyu yapar.

İyiliği karşılık beklemeden yapar; çünkü mükâfatı Allah’tandır.

Kötülükten kaçınır; çünkü Allah’ın ilmi her şeyi kuşatmıştır.

Sonuç ve Özet

Bediüzzaman Said Nursî’nin bu veciz sözü, insana hem sorumluluğunu hem de değerini hatırlatmaktadır.
Kâinatı ilmiyle kuşatan Rabbimiz, insanları da her yönüyle bilmekte, görmektedir. Amelleri, niyetleri, layık oldukları halleri en iyi şekilde değerlendirmektedir.
İnsana düşen ise bu ilahi nazarın farkında olarak yaşamaktır.
Yani görünmediğini sanmak yerine, görüldüğünü bilerek yaşamak…

Özetle:

Allah’ın ilmi kâinatı kuşattığı gibi insanı da kuşatır.

İnsan, yaptıklarından ve niyetlerinden sorumludur; çünkü görülmekte ve bilinmektedir.

İlahi ilim ve rahmet, herkese layık olduğu şekilde muamele eder.

Bu gerçeğin farkında olan insan, hayatına dikkat eder; ihlâs, takva ve edep içinde yaşar.

“Ey insan! Aklını başına al!” hitabı, hem uyanış hem de kulluğa davettir.

Unutma: Görülüyorsun. Biliniyorsun. Ve seviliyorsan, buna lâyık olmalısın.

 




Salih Olmadan Alınan İhsan: Niyetin ve Ehliyetin Mizanı

Salih Olmadan Alınan İhsan: Niyetin ve Ehliyetin Mizanı
Kaynak: İbn-i Hacer – Mektubat

“İbn-i Hacer diyor ki: “Salahat niyetiyle sana verilen bir şeyi, salih olmazsan kabul etmek haramdır.”
Mektubat

İbn-i Hacer’in “Salahat niyetiyle sana verilen bir şeyi, salih olmazsan kabul etmek haramdır” sözü; yalnızca bir ahlaki uyarı değil, aynı zamanda ilahi adaletin ve kul sorumluluğunun en veciz ifadelerinden biridir. Bu kısa cümlede insanın niyeti, liyakati ve aldığı sorumluluk arasındaki dengeye dair derin bir hikmet vardır.

  1. Niyetle Liyakat Arasındaki İlahi Mizan

İnsanlara verilen nimetler, makamlar, emanetler ve imkânlar; çoğu zaman onları daha hayırlı işler yapmaları için bir vesile olarak sunulur. Bir kimseye “salih bir niyetle” verilen bir bağış, makam, görev veya mevki; eğer o kişi gerçekten salih değilse ya da o salaha yürümeye niyetli değilse, bu nimet onun için bir vebale dönüşür. Çünkü nimet, niyetin gereğini taşımazsa, emanete hıyanet başlar.

İbn-i Hacer burada bir ölçü koyar: Sana verilen bir şey, “salahat” (salih biri olman, iyilik yolunda yürümen) niyetiyle verilmişse, sen salih değilsen –ya da o yönde bir gayretin yoksa– bu nimeti almak haramdır. Zira bu durumda, o ihsan ya da görev senin özünle örtüşmemekte, verilme gerekçesine zıt bir şekilde kullanılmaktadır.

  1. Dinin İnce Tartısı: Haram Olmanın Sebebi

Buradaki “haram” vurgusu, sıradan bir yasaktan öte; kişinin kendi iç dünyasıyla ve Allah’la olan ilişkisini doğrudan ilgilendiren ağır bir sorumluluğu gösterir. Dışarıdan bakıldığında meşru ve helal görünen bir mal, görev ya da yardım; eğer verilme gerekçesiyle kullanılış biçimi örtüşmüyorsa, o zaman Allah katında meşruiyetini yitirir. İşte bu, İslam’ın kalbe dayalı adalet terazisidir.

Bir makama, bir ilme, bir zenginliğe ya da bir göreve “hizmet etsin, salih amel işlesin” diye getirilen kişi; eğer nefsine uyar, tembelliğe sapar, dünyaya meylederse o zaman o ihsan ona ceza olur. Ve bu ceza dünyada gafletle, ahirette ise hesapla kendini gösterir.

  1. Günümüz İçin Derin Bir İbret

Bugün nice insanlar makam, mevki, unvan, burs, yardım ya da şöhret sahibi oluyorlar. Ancak bu imkânlar kendilerine salih amel işlesinler, Allah’a kullukta daha ileri gitsinler diye verildi mi? Ve onlar bu nimetleri gerçekten bu niyetle mi kullanıyorlar? Eğer kullanmıyorlarsa, İbn-i Hacer’in ifadesiyle bu nimetler harama dönüşmüştür.

Yani, bir cami yaptıran, ama niyeti gösteriş olan kişi… Bir kamu görevini sadece kendi menfaati için kullanan memur… İlmi, dini ya da sosyal bir mevkii halkı aydınlatmak için değil, gururunu tatmin etmek için kullanan kişi… Bunların hepsi, kendilerine salih niyetlerle verilen imkanları israf etmiş ve onları harama çevirmiş olur.

  1. Nimetin Vebale Dönüştüğü Yer

Kur’an’da da benzer bir uyarı vardır:

> “Ey iman edenler! Allah’a ve peygambere hainlik etmeyin. Bile bile kendinize verilen emanetlere de hainlik etmeyin.” (Enfâl, 27)

Emanet, sadece eşya değil; aynı zamanda görev, bilgi, makam ve itibar da olabilir. Ve bu emanet, niyetle beraber değerlendirilmelidir.

Sonuç ve Özet

İbn-i Hacer’in ifadesi, İslam ahlakında niyetin ne denli belirleyici olduğunu ve kişiye verilen nimetlerin sadece dış görünüşle değil, verilme maksadı ve kişinin deruni haliyle de değerlendirilmesi gerektiğini hatırlatır. Salahat niyetiyle verilmiş bir şeyi salih olmayan birinin alması, o nimeti harama dönüştürür. Çünkü İslam’da sadece niyet değil, niyete uygun hareket de sorumluluğun bir parçasıdır.

Özetle:

Salahat niyetiyle verilen nimetler, ancak salih kimseler için helaldir.

Niyet ile eylem arasında bir tezat varsa, o nimet vebale dönüşür.

Kişi kendisine verilen imkânları niyetine uygun şekilde kullanmalı, aksi halde harama bulaşmış olur.

Bu ölçü, dünyevi başarıların değil, ilahi rızanın esas alındığı hakiki adalet sistemidir.

 




İstemenin Sırrı: Duanın Kendisi Verilişin Müjdesidir

İstemenin Sırrı: Duanın Kendisi Verilişin Müjdesidir


اَگَرْ نَه خٰواهٖى دَادْ ، نَه دَادٖى خٰواهْ

denildiği gibi: Eğer vermek istemeseydi, istemek vermezdi.”
Mektubat

İnsan, fıtratı gereği hep ister. Rızık ister, sağlık ister, huzur ister, afiyet ister, cennet ister. Fakat çoğu zaman da isterken, “Acaba kabul olur mu?”, “İstediğim şey verilecek mi?” gibi bir tereddütle karşı karşıya kalır. İşte tam da bu noktada, ehl-i marifet bir hikmetle cevap verir:

> “Eğer vermek istemeseydi, istemek vermezdi.”
(Mektubat, Bediüzzaman Said Nursî)

Bu söz, insanın içindeki en derin endişeleri söndüren, kudretle yoğrulmuş bir müjdedir. Çünkü istemek bile, aslında verilişin bir işaretidir. Yani senin kalbine düşen o arzu, senin değil; Allah’ın sana bir lütfudur.

  1. İstemek, İlahi İradenin Tohumudur

Her istek bir sebepsiz doğmaz. Bir şeyi istemek, o şeyin yaratılmaya ve verilme ihtimaline dair gizli bir irade tecellisidir.
Tıpkı toprağa atılan tohumun, filizlenecek bir yağmuru çağırması gibi…

Bir çocuk su isterse, annesi onun susadığını zaten bilir. Ama onun istemesi, annenin merhametini harekete geçirir.
İşte kulun duası da böyledir: Allah, ihtiyacı bilir ama istemeyi de ister. Çünkü dua etmek, kulun rahmet kapısına yönelmesidir.

> “Senin içindeki o isteği veren O’dur.
Demek ki sana vermek istediği için seni istemeye teşvik etmiştir.”

  1. Kalpteki Meşru İstekler, Cevap Bekleyen Davetiyelerdir

İnsanın kalbine düşen temiz, fıtrî, meşru arzular; kaderin bir yönlendirmesidir.
Bir gençte ilim isteği varsa; bu, ilme layık kılınma ihtimalidir.
Bir anne, evladının hidayetini istiyorsa; bu, rahmetin bir kapı aralamasıdır.
Bir mazlum, adalet isterse; bu, kudretin harekete geçmesidir.

Çünkü Allah, boşuna arzu vermez. Eğer bir şeyi sana istemeyi verdiyse, bil ki onun verilmesi de mümkündür.

  1. Dua, Verilmemişin Değil, Verileceğin Delilidir

Dua sadece verilmemiş şeyler için yapılan bir çağrı değildir.
Dua, verilmek istenenin şuurla talep edilmesidir.
Yani dua bir ihtiyaç değil; bir hazırlıktır.

> Senin ağzındaki dua, rahmetin dilinden çıkan bir yankıdır.
Kalbindeki istek, rahmetin kapısını çalan görünmez bir eldir.

İşte bu yüzden, dua eden bir insan aslında şunu demektedir:

> “Ey Rabbim! Sen bana bu isteği verdin. Ben de senin kapına geldim. Senin merhametini biliyorum. Boş çevirmeyeceğini umuyorum.”

  1. Ya İstediğim Verilmezse?

Bu sorunun ardında çoğu zaman kısa vadeli ve dar bakış açısı yatar. İnsan, istediği şeyi istediği şekilde hemen olsun ister. Ama unutur ki, duanın kabulü ya istediği şeyle, ya daha hayırlısıyla, ya da ahirette sevapla olur.

> Bir çocuk kibrit ister ama annesi vermez, çünkü onun canını yakabilir.
Oysa çocuk verilmeyince üzülür, ama bilmez ki korunmuştur.

Senin istediğin verilmeyince üzülme; ya daha iyisi hazırlanıyordur ya da sen daha hayırlısına layık kılınıyorsundur.

  1. Allah Vermek İçin Bahane Arar, Yeter Ki Sen Yönel

Bediüzzaman, Allah’ın rahmetinin önceliğini şöyle tarif eder:

> “Duanın kendisi bir ibadettir; cevabı verilse de verilmezse de ecir kazandırır.”
Yani dua etmek başlı başına bir rahmet kapısıdır.
Yeter ki sen iste.
Yeter ki sen yönel.
Yeter ki sen el aç.

> Çünkü O, senin istemeni vermek için ister.
İstemek, alınacak bir nimetin önceden gönderilen habercisidir.

Sonuç ve Özet

“Eğer vermek istemeseydi, istemek vermezdi.” sözü, Allah’ın rahmet ve hikmet merkezli muamelesini anlatır.

Kalbe düşen her fıtrî ve meşru istek, verilme ihtimali olan bir nimetin habercisidir.

Dua etmek, sadece istemek değil; verilecek olana hazırlanmak demektir.

Allah, kuluna istemeyi vererek ona rahmet kapısını aralamıştır.

Her dua bir sonuç doğurur; ya dünya nimeti, ya ahiret mükâfatı ya da şerden korunma olarak…

> Unutma:
İçindeki temiz isteğin kaynağı Allah’tır. O istemese, sen de isteyemezdin.
O hâlde iste! Çünkü vermek için seni kendine yöneltti.

 




Tarîk-i Ubudiyetin Zirvesi: Mutlak Şükür – Kulluğun Şeref Yolu

Tarîk-i Ubudiyetin Zirvesi: Mutlak Şükür – Kulluğun Şeref Yolu

“En a’lâ ve en yüksek tarîk olan tarîk-i ubudiyet ve mahbubiyetin dört esasından en büyük esası şükürdür ki o dört esas şöyle tabir edilmiş:

    “Der tarîk-i acz-mendî lâzım âmed çâr çîz: 

    Acz-i mutlak, fakr-ı mutlak, şevk-i mutlak, şükr-ü mutlak ey aziz.”
Mektubat

İnsan, acizdir ve fakirdir; her şeyde muhtaç, her an yardıma muhtaç bir varlıktır. Bu fıtrî hakikatin farkına varan kişi için en yüce yol, ubudiyet yani kulluk yoludur. Bu yol ise sıradan bir ritüel değil; kalbi, aklı ve ameli kuşatan derin bir manevî seyahattir. Bediüzzaman Said Nursî bu yüksek yolun dört temel esas üzerine kurulu olduğunu ifade eder:

> “Der tarîk-i acz-mendî lâzım âmed çâr çîz:
Acz-i mutlak, fakr-ı mutlak, şevk-i mutlak, şükr-ü mutlak ey aziz.”

Yani bu yolda yürüyen kişi için dört şey zarurîdir:

  1. Mutlak acz,
  2. Mutlak fakr,
  3. Mutlak şevk,
  4. Ve nihayetinde mutlak şükür.

Bunlar insanın hem Rabbi ile olan bağında hem de kulluk şuurunda olmazsa olmaz hallerdir. Ancak bunlar arasında şükür, bu dört esasın taçlandığı en yüce makamdır. Çünkü şükür, acziyetin ve fakrın idrakine karşı bir cevaptır; aynı zamanda şevkin bir neticesidir.

  1. Acz-i Mutlak: Kudretin Anahtarı Olan Zayıflık

İnsan kendi varlığı üzerinde bile tam tasarruf sahibi değildir. Ne gözünü yaratmıştır ne kalbini yönetebilir. Bu mutlak aczini fark eden kul, gücünü başkasından değil, Allah’tan bekler. Bu acizlik, onu zelil değil, Allah’a karşı mütevazı ve dua eden bir kul yapar. Çünkü kul, aczini itiraf ettikçe, Rahmet-i İlahi’ye daha çok yaklaşır.

  1. Fakr-ı Mutlak: İhtiyaçtan Doğan Yakınlık

Fakr, yalnızca maddi yoksulluk değildir. Asıl fakr, manevî yoksunluk bilincidir. Yani kul bilir ki, ilme, hidayete, imana, huzura ve sevgiye dahi muhtaçtır. Bu da onu Allah’a yöneltir, “Ya Rabbi, ben muhtacım, Sen ise Gani’sin” demeye sevk eder. Fakr, tevekkülün, teslimiyetin ve duanın temelidir.

  1. Şevk-i Mutlak: Aşk ile Yol Alma

Acz ve fakr, şevki doğurur. Çünkü aczini bilen kul, kudret sahibine muhabbetle bağlanır. Fakrını hisseden, Allah’ın rahmetine şevkle yönelir. Şevk, Allah’a kavuşma arzusudur. Bu da ibadeti lezzetli, kulluğu sevinçli, zikri doyumsuz hâle getirir.

  1. Şükr-ü Mutlak: Kulluğun Zirvesi

Ve bütün bu hallerin neticesinde mutlak şükür doğar. Kul, aczini, fakrını ve şevkini anladıkça; kendisine verilen her nimeti, her lütfu ve her imkânı, Allah’tan bilerek şükreder. Şükür, hem bir takdirdir hem de bir kulluk beyanıdır. En büyük ibadetlerden biri olan şükür, insanı Allah’a en çok yaklaştıran haldir. Çünkü:

Şükür, nimeti artırır.

Şükür, imanı besler.

Şükür, kulluğu güzelleştirir.

Şükür, kalbi temizler.

Bediüzzaman, mutlak şükrü sadece sözle değil, tüm hayat tarzıyla yaşamayı öğütler. Bu da gösterir ki şükür, sadece bir sonuç değil; aynı zamanda başlı başına bir manevî terakki vesilesidir.

  1. Mutlak Şükrün Zıddı: Nankörlük ve İnkâr

Şükürsüzlük, yalnızca kibirli bir tutum değil; aynı zamanda nimeti vereni tanımamak, yani inkâra giden bir yol olabilir. Nankörlük, acziyetini ve fakrını inkâr eden nefsin karanlığıdır. Oysa hakiki mümin, her nimetin arkasında Allah’ın ihsanını görür ve buna karşı teşekkür, secde, ibadet, iktisat, kanaat gibi yollarla mukabele eder.

Sonuç: Kulluğun Kemali Şükürde Gizlidir

Tarîk-i ubudiyet yani kulluk yolu, aczle başlar, fakrla derinleşir, şevkle ilerler ve şükürle taçlanır. Şükür; yalnızca nimete teşekkür değil, kulluğun idrakidir. İnsan Allah’a muhtaç olduğunu bildikçe, O’na yakınlaşır. Ve bu yakınlık şükürle şekillenir. O hâlde en yüce yol, en yüksek tarîk, Allah’a mahbub kul olmanın yolu şükr-ü mutlak ile yürünür.

Özet:

Bu makalede, “Tarîk-i ubudiyet”in dört temel esası (acz-i mutlak, fakr-ı mutlak, şevk-i mutlak ve şükr-ü mutlak) detaylı şekilde açıklanmıştır. Bu esaslar, kulun Rabbine yakınlaşma yolunda geçmesi gereken manevi duraklardır. Şükür ise bu sürecin zirvesi ve neticesidir. Şükür, kulluğun özü ve Allah’a yönelişin en samimi ifadesidir. Kul, aczini ve fakrını bilip, aşk ile Allah’a yöneldikçe, şükürle yücelir ve hakiki ubudiyetin mertebesine ulaşır.