Kur’an’dan Doğan Velayet-i Kübra: Hakiki Mürşid ve Sonsuz Feyiz Kaynağı

Kur’an’dan Doğan Velayet-i Kübra: Hakiki Mürşid ve Sonsuz Feyiz Kaynağı

“Sahabelerden ve tabiîn ve tebe-i tabiînden en yüksek mertebeli velayet-i kübra sahibi olan zatlar, nefs-i Kur’an’dan bütün letaiflerinin hisselerini aldıklarından ve Kur’an onlar için hakiki ve kâfi bir mürşid olduğundan gösteriyor ki: Her vakit Kur’an-ı Hakîm, hakikatleri ifade ettiği gibi velayet-i kübra feyizlerini dahi ehil olanlara ifaza eder. ”
Mektubat

Kur’ân-ı Kerîm sadece bir kitap değildir; o, insanlığın maddî-manevî terakkisinde yegâne rehber, en yüksek hakikatlerin menbaı, en büyük mürşid-i hakikîdir. Nitekim sahabe-i kiramdan başlayarak, tâbiîn ve tebe-i tâbiîn silsilesine kadar gelen ve velayet-i kübraya ulaşan büyük zatların hayatlarına baktığımızda, bu yüce kitabın onların her bir latifesine nasıl sirayet ettiğini görürüz. Onlar Kur’an’ı yalnız akılla değil; kalp, ruh, sır, hafî, ahfâ gibi bütün letaifleriyle derinden derine hissederek yaşadılar. İşte bu yüzden Kur’an, onlar için yalnız bir ders kitabı değil, her haliyle yol gösterici bir mürşid ve tükenmez bir feyiz kaynağıydı.

Kur’an, muhatabını sadece bilgiyle donatmaz; onun kalbini temizler, ruhunu yüceltir, vicdanını diriltir. Velayet-i kübra dediğimiz yüksek derecedeki velâyet mertebesi de işte bu çok yönlü terbiye ve tefekkürden doğar. Çünkü bu velâyet, yalnız harici ibadet ve zahiri ilimle değil; deruni marifet, ihlas, teslimiyet ve Kur’an’la fıtratın bütünleşmesiyle oluşur. Onun içindir ki, sahabeler ve onları takip eden sâdıklar, Kur’an’ı hayatlarına nakşetmiş, her halini Kur’an’dan süzülmüş bir hikmetle yaşamışlardır.

Burada dikkat çeken bir başka nokta da şudur: Kur’an, kıyamete kadar her zaman ve zeminde aynı hakikatleri feyizli bir şekilde akıtmaya devam eder. Çünkü onun ilahî kaynağı zaman üstüdür. Her bir çağda, her bir muhataba; onun kalbine, aklına ve istidadına göre hitap eder. Tıpkı kevnî âyetlerin her devirde yeni keşiflere yol açması gibi, Kur’an’ın lafzî ve manevî âyetleri de her zaman ehil olanlara velayet ve hakikat kapılarını aralar. Yani Kur’an’ın mürşidliği, zamanla sınırlı değildir; bu mürşid-i ekber, ehil olan her kalbin iç dünyasına rehberlik eder.

Velayet-i kübra ise bu rehberliğe en ileri düzeyde açık olanların yürüdüğü yoldur. Sadece kerametle, olağanüstü hallerle değil; daha çok marifetullah, muhabbetullah ve teslimiyet-i tamme ile tanımlanır. Bu yolun yolcuları, Kur’an’dan gelen nur ile her şeyi okurlar, olayların iç yüzünü görürler, nefsin tuzaklarını bilir ve Rablerinin rızasını her şeyin önüne koyarlar. İşte sahabelerden Ebû Bekir, Ömer, Osman, Ali (r.anhüm) ve sonraki devirlerde gelen Hasan Basrî, İmam-ı Azam, İmam Rabbânî gibi zatlar, Kur’an’ın feyzinden doğan velayet-i kübranın en parlak temsilcileri olmuşlardır.

Bu hakikati görmezden gelmek, Kur’an’ı sadece lafızdan ibaret bir kitap sanmak olur. Oysa Kur’an, hakikati en hakiki şekilde ifade eden ve gönülleri ebedî saadete hazırlayan bir yüce hitaptır. İçinde her derde deva vardır ama o devayı bulmak için samimi bir kalp, teslim olmuş bir nefis ve halis bir niyet lazımdır. Bu şartlar yerine geldiğinde Kur’an, mürşid-i hakiki olarak devreye girer ve sahibini velayet mertebelerine taşır.

Özet:

Bu makalede, sahabe, tâbiîn ve tebe-i tâbiîn döneminde Kur’an’ın hakiki bir mürşid olarak nasıl hayatlara yön verdiği ve velayet-i kübraya ulaşan zatların Kur’an’dan tüm letaifleriyle nasıl istifade ettikleri ele alınmıştır. Kur’an’ın zamanla sınırlı olmayan bir rehber olduğu, her dönemde hakiki arayıcıya feyiz kapılarını açtığı, bu yüzden velayet-i kübranın da Kur’an merkezli bir hayatla mümkün olduğu anlatılmıştır.

 




Zâhirden Hakikate: Tarîkat Berzahı ve Doğrudan Lütuf Yolu

Zâhirden Hakikate: Tarîkat Berzahı ve Doğrudan Lütuf Yolu

“Evet, zâhirden hakikate geçmek iki suretledir:

   Biri: Tarîkat berzahına girip seyr ü sülûk ile kat’-ı meratib ederek hakikate geçmektir.

   İkinci Suret: Doğrudan doğruya, tarîkat berzahına uğramadan, lütf-u İlahî ile hakikate geçmektir ki sahabeye ve tabiîne has ve yüksek ve kısa tarîk şudur.”
Mektubat

İnsanın en büyük yolculuğu, içe doğru yaptığı seyirdir. Zahirden hakikate, sûretten manaya ulaşmak, kulluğun en yüce hedefidir. Bu ulvî yolculuğun iki temel güzergâhı vardır: Biri seyr ü sülûk ile tarîkat berzahını aşarak, diğeri ise doğrudan ilahî lütufla hakikate ulaşmaktır. Her iki yol da hakikate çıkar; ancak biri uzun, diğeri kısa ve azametli bir yoldur.

  1. Tarîkat Berzahından Geçerek Hakikate Ulaşmak:

Bu yol, asırlardır tasavvuf mekteplerinde öğretilen “seyr ü sülûk” yoludur. Kul, önce nefsini terbiye eder, ahlâkını güzelleştirir, kalbini temizler, letaifini işler ve mürşid-i kâmil rehberliğinde mertebeler kat eder. Bu yol meşakkatli, zahmetli ama aynı zamanda terbiye edici bir yoldur. İnsan, bu süreçte acziyetini, fakrını, mahlûkiyetini ve kulluğunu idrak eder. Her makamda ayrı bir perde kalkar, hakikat yavaş yavaş tecellî eder. Lakin bu yol, zaman ister, sabır ister ve ciddi bir iç disiplin gerektirir.

  1. Doğrudan Lütufla Hakikate Geçiş: Sahabe Yolu

İkinci yol ise çok daha kısa, fakat çok daha derin bir yoldur. Bu, doğrudan doğruya lütf-u İlahî ile hakikate erişmektir. Sahabe ve tabiînin yaşadığı bu yolda, kalpler öyle bir imanla dolar ki, zikir ve fikirle yıllarca kat edilecek yollar bir anda aşılır. Çünkü onların rehberi doğrudan Kur’an ve bizzat Hz. Peygamber’in (sav) sohbetiydi. Nefisleri, Kur’an’ın nurlarıyla birden bire eriyip teslim olmuştu. Onlar, kalplerinin merkezine yerleşen iman nuruyla hakikate doğrudan ulaştılar. Bu, “ashabiyet makamı” denilen üstün bir fıtrat halidir.

Bu ikinci yol, elbette ki herkes için sıradan bir nasip değildir. Ancak bu yolun özü, ihlâs, teslimiyet, sadakat ve tam imandır. Tarîkat yolunun yıllar süren terbiyesini, sahabe bir bakışta, bir sohbetle, bir hitabla elde etmişti. Bu yüzden onların velayeti, “velayet-i kübra”dır ve mahiyeti daha farklı, daha yücedir. Onlar ne kademelerden ne de vecd hallerinden geçtiler; doğrudan imanın nuruyla yandılar, aydınlandılar.

Günümüzde Ne Yapmalı?

Bugünün insanı için bu hakikatlerin en hikmetli neticesi şudur: Zaman, fitne zamanı, zihinler bulanık, nefisler kuvvetli. Böyle bir çağda kısa ve selametli yolu aramak elzemdir. Bu da Kur’an ve sünnet rehberliğinde doğrudan sahabe mesleği olan velayet-i kübraya yönelmekle olur. Bediüzzaman’ın Risale-i Nur’la bu yolu göstermesi, bu zamanın fıtrî ve ruhî ihtiyaçlarına en uygun çareyi sunmasıdır. Artık zaman, zikirle cezbeye değil, tefekkürle hakikate ulaşma zamanıdır.

Zira tarîkat yolunda cezb ve evradlar hâkimken, sahabe mesleğinde doğrudan iman-ı tahkikî ile hakikate ulaşma vardır. Kalbin ve aklın birlikte çalıştığı bu yolda, insan hem mantığını ikna eder, hem ruhunu tatmin eder. Bu yüzden, günümüzde en selametli ve kısa yol, Kur’an’dan doğan tefekkürî iman, sahabe mesleği olan velayet-i kübra yoludur.

Özet:

Bu makalede, zahirden hakikate ulaşmanın iki yolu anlatılmıştır: Biri, tarîkat berzahını aşarak seyr ü sülûk ile ulaşılan yol; diğeri ise sahabe ve tabiîn gibi zatların doğrudan ilahî lütufla ulaştıkları kısa ve yüksek yoldur. İlk yol meşakkatli ama tedricî, ikinci yol ise ani ve derin bir fıtrî kemâldir. Günümüzde bu kısa ve selametli yol, Kur’an ve sünnet ekseninde tefekkürle iman kazanmak ve sahabe mesleğini örnek almaktır.

 




Sanatta Kemal, Sebeplerde Şuur Olmaz: Tesir Gerçekten Kimindir?

Sanatta Kemal, Sebeplerde Şuur Olmaz: Tesir Gerçekten Kimindir?

“Eğer icaddaki vasıta hakikî olsaydı ve hakikî te’sir verilseydi; hem bir şuur-u küllî verilmek lâzım idi, hem de bizzarure eserde ittikan-ı kemâl-i san’at muhtelif olacaktı. Halbuki en âdiden en âlîye, en küçükten en büyüğe ittikan; derece-i kemâlde, mâhiyetin kameti nisbetindedir. Demek Müessir-i Hakikî’den bâzı karîb, bâzı baîd, kısmen vasıtasız, kısmen vasıta ile, kısmen vesait ile değildir. İnsanın ihtiyarî eserindeki adem-i kemâl; cebri nefy, ihtiyarı isbat eder.”
Hutbe-i Şamiye

Modern insanın en büyük vehimlerinden biri, sebeplere haddinden fazla kudret atfetmesidir. İlmi gelişmeler, teknolojik terakkiler ve insan aklının eserleri karşısında hayranlık duyan beşer, zamanla sebepleri “müsebbib” yani sonucu doğuran hakiki failler zannetme gafletine düşmüştür. Oysa sebeplerin iş gördüğü yerde, sanatın kemali ve hikmetin bütünlüğü vardır; bu ise şuur, irade ve ilim gerektirir. İşte burada Bediüzzaman’ın şu cümlesi bir kılavuz gibi önümüzde durur:

> “Eğer icaddaki vasıta hakikî olsaydı ve hakikî te’sir verilseydi; hem bir şuur-u küllî verilmek lâzım idi…”

Yani bir sebep, gerçekten bir şeyin yaratıcısı olsaydı, ona her şeyi görecek, bilecek ve planlayacak bir şuur-u küllî (kapsamlı bilinç) verilmesi gerekirdi. Fakat eşyanın yaratılışında görülen ince sanat, mükemmel ölçü ve kusursuz uyum, basit sebeplerin işi olamaz. Örneğin bir çekirdeğin içinden çıkan ağacın düzeni, dalların oranı, meyvenin tadı; her birinde sanatkârane bir tertip ve hikmet vardır. Bu ise tesadüf veya şuursuz sebeplerle izah edilemez. Çünkü sebepler şuursuzdur, iradesizdir, ilimsizdir.

Bediüzzaman devam eder:

> “Halbuki en âdiden en âlîye, en küçükten en büyüğe ittikan; derece-i kemâlde, mâhiyetin kameti nisbetindedir.”

Yani en küçük bir mahlûktan en büyüğüne kadar görülen ölçülü ve hikmetli sanat, hep aynı incelik ve düzen içindedir. Bu da gösteriyor ki tesir sebepte değil, sanat ve yaratılışın arkasındaki İlâhî kudrettedir. Şayet sebeplerin bizzat icat ettiği kabul edilseydi, basit sebeplerle bu harika sonuçlar arasında bir orantısızlık, bir dağınıklık, bir tutarsızlık olurdu. Halbuki yok. Demek ki Müessir-i Hakikî, yani yaratıcı olan ancak Allah’tır.

Ve en dikkat çekici cümlelerden biri de şudur:

> “İnsanın ihtiyarî eserindeki adem-i kemâl; cebri nefy, ihtiyarı isbat eder.”

Yani insanın kendi tercihiyle yaptığı işlerde görülen eksiklik ve kusur, onun mecbur olmadığını; aksine irade ve ihtiyarıyla hareket ettiğini gösterir. Çünkü zorlanan biri, hata yapmaz. Zorlamada sorumluluk da olmaz. Oysa biz insan olarak hata yapıyor, tercihlerimizle yöneliyor ve sonuçlarına da katlanıyoruz. Bu da irademizin delilidir.

Dolayısıyla, eşyanın yaratılışında görülen kusursuzluk Allah’ın ilim, irade ve kudretine delildir; insanın fiillerindeki kusur ise onun imtihanla baş başa bırakıldığını, tercih ettiğini ve bu tercihle mükellef olduğunu isbat eder.

Bu noktada hem kainatın yaratılışındaki İlâhî sanatın delilleri hem de insanın sorumluluğunu taşıyan bir varlık olduğu gerçeği bir araya gelir. Biri Allah’ın isimlerini gösterir, diğeri insanın imtihan alanını belirler.

Sonuç ve Özet

Bu makale üç temel noktaya dikkat çeker:

  1. Sebeplerin gerçek tesir sahibi olmadığı, çünkü sanattaki mükemmellik ve düzenin şuur gerektirdiği, bu şuurun ise sebeplerde bulunmadığı if6 edilir.
  2. Sanattaki tutarlılık ve inceliğin, Allah’ın yaratma sıfatının bir delili olduğu ifade edilir. Basit ve şuursuz sebepler böyle bir kemâli ortaya koyamaz.
  3. İnsanın fiillerindeki kusur, onun irade sahibi olduğunu gösterir. Cebir yoktur, yani insan mecbur değildir; seçer, karar verir ve neticelerine katlanır.

Özet:
Makale, sebeplerin icat edici değil, ancak İlâhî kudretin perdeleri olduğunu, çünkü bu sebeplerin sanatlı eserleri oluşturmak için yeterli şuura ve kudrete sahip olmadıklarını anlatır. Kâinattaki mükemmel tertip, Allah’ın ilim ve iradesine; insanın kusurlu tercihi ise onun özgür iradesine işaret eder. Bu hakikatler, hem tevhidi hem de insanın sorumluluğunu teyit eden derin manalardır.

 




Ribânın Kapıları, Hutbenin Kapısı: Modern Çöküş ve İlahi Hitap

Ribânın Kapıları, Hutbenin Kapısı: Modern Çöküş ve İlahi Hitap

“Ribânın kab ve kapıları olan bankaların nef’i; beşerin fenası olan gavurlara ve onların en zâlimlerine ve bunların en sefihlerinedir. Âlem-i İslâm’a zarar-ı mutlaktır; mutlak beşerin refahı nazara alınmaz. Zira; gavur harbî ve mütecâviz ise, hürmetsiz ve ismetsizdir. “

   “Cumâ’da hutbe, zaruriyat ve müsellematı tezkirdir; nazariyatı tâlim değildir. İbare-i Arabiye daha ulvî ihtar eder. Hadîs ile âyet muvâzene edilse, görünür ki; beşerin en beliği dahi, âyetin belâgatına yetişemez, ona benzemez.”
Hutbe-i Şamiye

İnsanlık tarihi boyunca ekonomik sistemler, insan onurunu ya yüceltmiş ya da yerle bir etmiştir. Bugün dünyanın dört bir yanında kurulu bankacılık sisteminin temel direklerinden biri olan faiz (riba), sadece mali değil, ahlaki ve sosyal bir tahribatın da merkezinde yer almaktadır. Bediüzzaman Said Nursî, bu meseleyi veciz şekilde şöyle özetler:
“Ribânın kab ve kapıları olan bankaların nef’i; beşerin fenası olan gâvurlara ve onların en zâlimlerine ve bunların en sefihlerinedir.”

Faiz, zahirde bir kar ve sistemli kazanç gibi görünse de, derin yapısında tüketen, sömüren ve çökerten bir mekanizmadır. Bu sistemin kazancı, insanlığın genel refahına değil, zalim ve sefih bir azınlığın ihtirasına hizmet eder. Bankacılığın temel taşı olan faiz, bireyi borç batağına, toplumu ise sınıf uçurumlarına mahkûm eder. Bu sistemde kazanç; alın terinden, üretimden değil, paradan para kazanmak üzerinden döner. Hâlbuki bu, Kur’an’ın açık hükümleriyle haram kılınmıştır; çünkü insanın emeğini, alın terini ve sosyal dengeyi ifsat eder.

Bediüzzaman’ın dikkat çektiği noktalardan biri de, bu faiz merkezli sistemlerin en çok İslam dünyasına zarar verdiğidir. Batı, bu sistemden istifade eden bir avuç sermaye sınıfıyla refah görünümü verse de, gerçekte zulüm ve sefihlik içinde bocalar. İslam coğrafyası ise hem inancına aykırı bir sistemle yaşamakta hem de bu sistemin asıl mağduru olarak her geçen gün daha da fakirleşmektedir. Faiz düzeni, zenginle fakiri uçuruma savurur, üretimi değil tüketimi besler, adaleti değil haksızlığı çoğaltır.

Bu ağır tahribatın karşısında İslam’ın bir başka müessesesi olan Cuma hutbesi sahneye çıkar. Zira cuma hutbesi, ümmetin topluca maruz kaldığı gafletleri hatırlatma ve diriltme görevini üstlenir. Nursî’nin ifadesiyle:
“Cumâ’da hutbe, zaruriyat ve müsellematı tezkirdir; nazariyatı tâlim değildir.”
Yani hutbe, hayatın pratik ve kesin hakikatlerini hatırlatmalıdır. Teorik ve akademik bilgiler değil, iman, ahlak, adalet ve sosyal denge gibi yaşamla ilgili esaslar merkezde olmalıdır.

Ancak günümüzde hutbeler, bu ruhu kaybetmiş gibidir. Oysa Kur’an’ın her ayeti, hayatın merkezine dokunur. Bediüzzaman’ın dediği gibi, ayetlerin belâgati insan sözüyle yarışmaz; çünkü ayet, sadece lafız değil, hakikattir; sadece hitap değil, kalbe nüfuz eden ilahi sestir. Bu yüzden hutbelerde Arapça ibare korunmalı; çünkü o ifadeler, mananın hem yüksekliğini hem ruhaniyetini taşır.

Bugünün hutbeleri, faize dayalı bir dünyada ayakta kalmaya çalışan Müslümana yol göstermek zorundadır. Aksi takdirde riba kapılarından geçip, hutbe kapılarından girmeyen bir Müslüman, ne kalbini koruyabilir ne de toplumunu.

Sonuç ve Özet

Bu makalede iki temel tema işlendi:

  1. Faiz sisteminin (ribanın) beşeri ve ahlaki çöküntüye sebep olduğu, özellikle de İslam toplumları üzerinde büyük bir tahribat meydana getirdiği ifade edildi. Bu sistemin kârı, insanlığın değil, sefih ve zalim bir azınlığın lehinedir.
  2. Cuma hutbesinin, zarurî hakikatleri hatırlatma misyonu taşıdığı, teorik değil yaşama dair mesajlar ihtiva etmesi gerektiği anlatıldı. Hutbelerde Kur’anî belagat ve Arapça lafızlar, mana derinliği açısından korunmalıdır.

Özet:
Makale, modern bankacılık sisteminin faiz temelli yapısının insanlık ve özellikle İslam dünyası üzerindeki tahribatını ele alır. Bediüzzaman’ın “ribanın kapıları” ifadesiyle bu sistemin zalim ve sefih güçlere hizmet ettiği belirtilir. Ardından cuma hutbesinin görevi ve Kur’an ayetlerinin belagatine dair değerlendirmelerle İslamî toplumsal bilincin nasıl diri tutulabileceği anlatılır. Hutbe, kalpleri faiz düzenine karşı uyaracak bir hitap olmalıdır.

 




Kıymetsiz Ellerde Kıymetsiz Olan Hakikatler ve Hayatın Büyük Manzarası

Kıymetsiz Ellerde Kıymetsiz Olan Hakikatler ve Hayatın Büyük Manzarası

“Bîçare hakikatlar, kıymetsiz ellerde kıymetsiz olur.”

   “Küremiz hayvana benziyor, âsâr-ı hayat gösteriyor. Acaba yumurta kadar küçülse, bir nevi hayvan olmayacak mıdır? Veya bir mikrop küremiz kadar büyüse, ona benzemeyecek midir? Hayatı varsa, ruhu da vardır. Âlem, insan kadar küçülse, yıldızları zerrât ve cevahir-i ferdiye hükmüne geçse; o da bir hayvan-ı zîşuur olmayacak mıdır? Allah’ın böyle çok hayvanları var.”

“En bedbaht, en muzdarib, en sıkıntılı; işsiz adamdır. Zira atalet, ademin birâderzadesidir; sa’y, vücudun hayatı ve hayatın yakazasıdır.”
Hutbe-i Şamiye

İnsanlık tarihi, hakikatin elden ele dolaşırken bazen nasıl tahrif edildiğine, nasıl kıymetten düşürüldüğüne dair ibretlik sahnelerle doludur. Her hakikat kendi sahibinde ya bir cevher olur ya da heba olur gider. Nitekim “Bîçare hakikatlar, kıymetsiz ellerde kıymetsiz olur” sözü, bu gerçeğin özlü bir ifadesidir. Hakikat, ehil olmayan ellerde ya unutulur ya da tahrif edilir. Bunu en iyi, dinin politikaya alet edilmesinde, ilmin menfaat uğruna saptırılmasında, sanatın heva ve heveslere peşkeş çekilmesinde görmekteyiz.

Bugün birçok insan hakikate ulaşmak yerine onu kendi menfaati, ideolojisi ya da arzuları doğrultusunda eğip büker hale gelmiştir. İlmin, ahlakın ve dinin özündeki saf hakikat, nefsin elinde kirlenmiştir. Oysa hakikat, ehil ellerde hikmete dönüşür; insanı yüceltir, toplumu ıslah eder ve kainatla barış içinde yaşamayı öğretir.

Bu noktada ikinci bir mana kapısı açılır: Hayat ve kainatın canlılığı. Bediüzzaman, küre-i arzı canlı bir hayvana benzetir. Zira dünya, üzerinde hareket eden, doğuran, ölen, dönüşen milyonlarca sistemle adeta hayat emareleri gösterir. Eğer bir mikrop büyütülse dünyaya benzer, dünya küçültülse bir mikrop gibi canlı bir varlık olurdu. Bu teşbih, aslında mikrodan makroya kadar bütün yaratılmışların birbirine benzeyen bir düzen, maksat ve sanat içinde yaratıldığını anlatır. Her şeyin bir ruhu, bir anlamı ve bir hikmeti vardır.

İşte insanın da bu canlı kainat içinde yeri, gayesi ve hareketi vardır. Bunu anlamayan, işsiz ve atıl kalan kişi ise sıkıntının ve buhranların girdabına düşer. “En bedbaht, en muzdarib, en sıkıntılı; işsiz adamdır.” Çünkü insanın yaratılışındaki en büyük hikmet, sa’y yani gayret ve üretimdir. Sa’y, sadece fiziki bir çalışma değil; fikrî, kalbî, içtimaî ve ruhî her alanda üretken olmak demektir. Boşluk ise ademe, yokluğa yakın bir haldir; insanın kendi kendini çürütmesidir.

Bugün nice insanlar vardır ki zamanını öldürmekle övünür, işsizliği bir özgürlük sanır, hayatı amaçsızca tüketir. Hâlbuki mevcudat içinde en çalışkan varlık, en yüksek gayeye sahip olan insandır. İş, gayret ve üretim; ruhun gıdasıdır, benliğin istikameti ve hayatın lezzetidir.

Sonuç ve Özet

Bediüzzaman’ın sözleri, üç temel mesajı ihtiva eder:

  1. Hakikat, ehil olmayan ellerde kıymetini kaybeder. Bu yüzden hakikatin muhafazası, ancak sadakatli ve hikmetli kalplerin işidir.
  2. Kainat canlıdır ve hayatın işaretlerini taşır. Her varlık, İlahi sanatın bir yansımasıdır. Mikrodan makroya, hepsi birbirine benzer şekilde ruh taşır.
  3. İşsizlik ve ataletsizlik, insan ruhunu çökerten en büyük musibettir. Gayret, hareket ve üretim ise insanı hayata bağlayan ana damardır.

Bu üç madde, sadece ferdî değil, içtimaî ve uhrevî bir hayat için de pusula gibidir. Hakikati sahiplenmek, kainatı okumak ve boşluktan kaçmak; hem dünya hem ahiret saadetinin kapılarını aralayacaktır.

Özet:
Makale, Bediüzzaman’ın Hutbe-i Şamiye’sinden alınan üç veciz sözü esas alarak; hakikatin kıymetsiz ellerde nasıl heba olduğunu, kainatın canlılığına dair hikmetli bir bakışı ve işsizliğin ruhsal çöküntüye nasıl sebep olduğunu ele alır. Neticede, hakikati korumak, kainatla irtibat kurmak ve sa’y ile hayatı mamur etmek gerektiği anlatılır.

 




Suretlerin Gölgesinde: Bozulan Ruhlar, Putlaşan Hevesler ve Sarsılan İstikamet

Suretlerin Gölgesinde: Bozulan Ruhlar, Putlaşan Hevesler ve Sarsılan İstikamet

“Beşerin şimdiki seyyiat-âlûd hırçın ruhunda, mütebessim küçük cenazeler olan suretlerin rolü ehemmiyetlidir. “

   “Memnu’ heykel; ya bir zulm-ü mütehaccir, ya bir heves-i mütecessim veya bir riyâ-yı mütecessiddir. “

   “İslâmiyet’in müsellematını tamamen imtisal ettiği cihetle bihakkın dâire-i dâhiline girmiş zâtta; meylü’t-tevsi’ meylü’t-tekemmüldür. Lâkaydlık ile hâricde sayılan zâtta meylü’t-tevsi’, meylü’t-tahripdir. Fırtına ve zelzele zamanında; değil içtihad kapısını açmak, belki pencerelerini de kapatmak maslahattır. Lâübaliler ruhsatlarla okşanılmaz; azimetlerle, şiddetle ikaz edilir.”
Hutbe-i Şamiye

Bu ifadeler, modern zamanların ruhsal çöküşlerini, şekilperestlik ve gösterişin felaketini, heykel ve suret gibi sembollerin manevî yozlaşmadaki etkisini ve İslâmî istikametin nasıl korunması gerektiğini ifade eder.

  1. Gülümseyen Cenazeler: Suretler ve Ruhsuzluk

Modern çağ, her şeyin “görüntüye” dönüştüğü bir devirdir. Ekranlar, afişler, sanal profiller; gülümseyen yüzlerle doludur. Ama bu suretlerin ardında hırçın, huzursuz, seyyiatla boğulmuş bir ruh vardır. Bediüzzaman’ın deyimiyle bu görüntüler:

> “Mütebessim küçük cenazeler”dir.
Yani gülümser gibi görünen ama ruhu ölü olan maskelerdir.

Bu benzetme; medya, reklam, magazin kültürü gibi “suretperestlik” üzerine kurulu modern anlayışın manevî tahribatını gösterir. Surete takılıp kalan insan, içini unutmuş, vicdanını susturmuştur. Bu, şeklin manayı öldürmesidir.

  1. Heykel: Taşlaşmış Zulüm ve Tezahürleşmiş Heves

> “Memnu’ heykel; ya bir zulm-ü mütehaccir, ya bir heves-i mütecessim, ya bir riyâ-yı mütecessiddir.”

Heykel burada sadece fiziksel bir taş yapıt değil, putlaşan her şeyin sembolüdür.

Zulm-ü mütehaccir: Güce tapınma, zorba liderleri abideleştirme, zulmü kutsallaştırma.

Heves-i mütecessim: Şehveti, malı, kariyeri, şöhreti temsil eden “arzuların cisimleşmesi”.

Riyâ-yı mütecessid: Gösterişin, sahte dindarlığın, yapmacık iyiliğin bir suret hâlinde kalıplaşması.

Bediüzzaman bu heykellerin, insanın içindeki boşluğu, şirk temayülünü ve görünüşe tapma eğilimini açığa vurduğunu söyler. Suret, suret olmaktan çıkıp sahte bir mânâya büründüğünde, birer “modern put” olur.

  1. Genişleme mi, Tahrip mi? Kimin İçin Ne Zaman?

> “İslâmiyet’in müsellematına uyan kişide meylü’t-tevsi’, meylü’t-tekemmüldür; uymayan kişide meylü’t-tevsi’, meylü’t-tahriptir.”

Bediüzzaman burada “gelişim” ve “yenilik” iddialarının kimde fayda, kimde zarar doğuracağını çok net ifade eder:

Eğer bir kişi İslam’ın sabit değerlerini kabul ediyorsa, onun genişleme arzusu bir tekâmül ve inkişaf anlamına gelir.

Ama bu sabiteleri reddeden, onlara lakayd kalan birinin genişleme ve yenilik arzusu, sadece yıkıma ve yozlaşmaya sebep olur.

Yani “ilerleme” herkes için aynı anlama gelmez. Manevî temeli olan için tekâmüldür; olmayan için istikametsizliğin genişlemesidir. Bu tesbit, özgürlük, reform, yenilik gibi kavramların boşlukta değil, değer zemininde anlam kazanması gerektiğini ortaya koyar.

  1. Fırtınada Pencere Kapatılır: Sarsıntılı Zamanların Tedbiri

> “Fırtına ve zelzele zamanında; değil içtihad kapısını açmak, belki pencerelerini de kapatmak maslahattır.”

Bu söz, özellikle dini ilimlerde herkesin içtihad yapma hevesiyle ortaya atılmaması gerektiğini bildirir. Her fikir özgürce konuşulmalı ama kargaşa, kaos ve fitne zamanlarında, sağlam olanı korumak önceliklidir.

İçtihad kapısı, ilmî derinlik, takva, ilahî denge ile açılır. Ama toplum zelzele altındaysa, daha temel meseleler vardır: istikrar, itidal, güven ve sükûnet. Bediüzzaman, bu dönemde azimetle, yani ciddi ve sağlam duruşla ikaz edilmesi gerektiğini belirtir.

Özet:

Bediüzzaman’ın bu bölümde işaret ettiği temel mesajlar şunlardır:

  1. Modern suret ve görsellik kültürü, insanın içini öldürmüş, ruhsuz bir tebessüm üretmiştir.
  2. Heykel sembolizmiyle anlatılan putlaşmalar; güç, heves ve riyanın taşlaşmış hâlidir.
  3. Müslüman şahsiyet için gelişme, değer temelli bir tekâmüldür; lakayt kişide ise yozlaşmadır.
  4. Kargaşa zamanlarında içtihad değil, istikrar gerekir; azim, sabır ve hikmetle hareket edilmelidir.

Bu makale, bize modern zamanların içi boşalmış kavramlarını yeniden düşünmeyi, şekil ile manayı ayırt etmeyi ve neyin gerçekten ilerleme, neyin sadece yıkıcı bir süs olduğunu fark etmeyi teklif eder.

 




Manevî İlaçlar ve Kur’an’ın Eczanesinden Gelen Şifa

Manevî İlaçlar ve Kur’an’ın Eczanesinden Gelen Şifa

“Ulûm-u imaniye, hususan doğrudan doğruya ihtiyaca binaen ve yaralarına devaen Kur’an-ı Hakîm’in esrarından manevî ilaçlar alınsa ve tecrübe edilse; elbette o ulûm-u imaniye ve o edviye-i ruhaniye, ihtiyacını hissedenlere ve ciddi ihlas ile istimal edenlere yeter, kâfi gelir.”
Mektubat

İnsan yalnız et ve kemikten ibaret değildir. Onun asıl varlığı, ruhu ve kalbidir. Maddî hastalıkların olduğu gibi, kalbî ve ruhî yaralar da vardır. Korku, ümitsizlik, boşluk, kibir, riya, inançsızlık ve gaflet gibi marazlar, insanın iç âlemini tahrip eder. Bu yaralara maddî tedavi yetmez. Bu gibi dertlerin şifası ancak manevî ilaçlarla mümkündür. İşte bu manevî reçetelerin en hakikisi ve en tesirlisi, Kur’ân-ı Hakîm’in esrarından süzülen ulûm-u imaniye, yani imanî ilimlerdir.

Kur’an, bir nurdur; karanlıkları dağıtır. Bir şifadır; kalp ve ruhun yaralarını iyileştirir. Bir rahmettir; sarsılan gönüllere teselli verir. Onun en büyük mucizesi de, her çağda her ihtiyaca cevap vermesidir. Özellikle, zamanın bozduğu kalbî dengeleri yeniden kurmakta, maddîleşen düşünceyi maneviyata yöneltmekte eşsiz bir rehberdir.

Bediüzzaman Said Nursî’nin ifade ettiği gibi, eğer imanî ilimler doğrudan ihtiyaç hissedilerek ve yaralara derman niyetiyle Kur’an’ın eczanesinden alınırsa, tesiri kesinleşmiş bir ilaç gibi fayda verir. Ancak bu istifadede iki temel şart vardır:

  1. İhtiyacı Hissederek Almak:

Bir hasta, hastalığını kabul edip çare aramadıkça iyileşemez. Aynen bunun gibi, insan da manevî eksikliğini, kalbindeki boşluğu, inanç zaafını fark etmedikçe Kur’an’dan gelen ilaçlara yönelmez. İhtiyacını bilen, eksikliğini gören kişi, Kur’an’a sığınır; ona “benim derdime çare sensin” dercesine yaklaşır. Bu yaklaşım ise hakikî bir yöneliştir, tesirli bir duadır.

  1. İhlas ile Kullanmak:

Kur’an’dan istifade ancak ihlâsla mümkündür. Samimiyetle okunan bir âyet, riya ile ezberlenen bin âyetten daha fazla tesir eder. Kalbin anahtarı ihlâstır. Eğer Kur’an, bir gösteriş aracı, bir gelenek parçası ya da kuru bir bilgi yığını olarak ele alınırsa, asıl şifasından mahrum kalınır. Ama bir kul, Yaradan’ına yönelip kalbinin diliyle “Ya Rabbi, derdime derman sensin” diyerek Kur’an’a başvurursa, o zaman Kur’an, onun ruhuna adeta bir merhem gibi iner.

Kur’an’ın İlaç Olarak Tesiri:

Kur’an’daki imanî hakikatler, insanın fıtratına doğrudan hitap eder. Mesela:

Tevhid: Dağ gibi endişeleri eritip kalbe huzur verir.

Haşir: Ölüm korkusunu ebedî hayat ümidiyle değiştirir.

Kader: Belalara karşı sabır ve tevekkül kazandırır.

Nübüvvet: Hayatı anlamlandırır ve peygamberlerle örneklik sunar.

Adalet ve ibadet: Hayatı düzene koyar, ruhu arındırır.

Bu ulûm-u imaniye, sadece öğrenmek için değil, yaşamak ve tedavi olmak için lazımdır. Bir âyet, bir hakikat, bir dua; içten ve ihlâsla tefekkür edilirse, karanlık kalpleri nurlandırabilir.

Sonuç ve Mesaj:

Kur’an, bir eczanedir. İçinde her derde derman, her yaraya merhem vardır. Fakat bu ilaçların tesiri, ihtiyaç hissetmeye ve samimiyetle uygulamaya bağlıdır. Ulûm-u imaniye; kuru bilgi değil, hayat veren, şifa sunan bir manevî iksirdir. O halde derdini bilen, gönül hastalıklarının farkında olan her kul, Kur’an’ın reçetelerine başvurmalı; ihlâs ile bu manevi ilaçları kullanmalıdır. Zira bu şifa, hakikîdir ve kâfidir.

Özet:

Bu makalede, Kur’an-ı Kerîm’in sunduğu ulûm-u imaniyenin kalp ve ruh yaralarına şifa olduğu vurgulanmıştır. Bu manevî ilaçlardan istifade edebilmenin iki temel şartı olduğu belirtilmiştir: İhtiyacını fark etmek ve ihlâs ile yönelmek. Kur’an’dan alınan bu hakikatler, imanî bir tefekkürle ele alındığında kişiye sarsılmaz bir huzur, derin bir anlam ve ebedî bir istikamet kazandırır.

 




Manevî İlaçlar ve Kur’an’ın Eczanesinden Gelen Şifa

Manevî İlaçlar ve Kur’an’ın Eczanesinden Gelen Şifa

“Ulûm-u imaniye, hususan doğrudan doğruya ihtiyaca binaen ve yaralarına devaen Kur’an-ı Hakîm’in esrarından manevî ilaçlar alınsa ve tecrübe edilse; elbette o ulûm-u imaniye ve o edviye-i ruhaniye, ihtiyacını hissedenlere ve ciddi ihlas ile istimal edenlere yeter, kâfi gelir.”
Mektubat

İnsan yalnız et ve kemikten ibaret değildir. Onun asıl varlığı, ruhu ve kalbidir. Maddî hastalıkların olduğu gibi, kalbî ve ruhî yaralar da vardır. Korku, ümitsizlik, boşluk, kibir, riya, inançsızlık ve gaflet gibi marazlar, insanın iç âlemini tahrip eder. Bu yaralara maddî tedavi yetmez. Bu gibi dertlerin şifası ancak manevî ilaçlarla mümkündür. İşte bu manevî reçetelerin en hakikisi ve en tesirlisi, Kur’ân-ı Hakîm’in esrarından süzülen ulûm-u imaniye, yani imanî ilimlerdir.

Kur’an, bir nurdur; karanlıkları dağıtır. Bir şifadır; kalp ve ruhun yaralarını iyileştirir. Bir rahmettir; sarsılan gönüllere teselli verir. Onun en büyük mucizesi de, her çağda her ihtiyaca cevap vermesidir. Özellikle, zamanın bozduğu kalbî dengeleri yeniden kurmakta, maddîleşen düşünceyi maneviyata yöneltmekte eşsiz bir rehberdir.

Bediüzzaman Said Nursî’nin ifade ettiği gibi, eğer imanî ilimler doğrudan ihtiyaç hissedilerek ve yaralara derman niyetiyle Kur’an’ın eczanesinden alınırsa, tesiri kesinleşmiş bir ilaç gibi fayda verir. Ancak bu istifadede iki temel şart vardır:

  1. İhtiyacı Hissederek Almak:

Bir hasta, hastalığını kabul edip çare aramadıkça iyileşemez. Aynen bunun gibi, insan da manevî eksikliğini, kalbindeki boşluğu, inanç zaafını fark etmedikçe Kur’an’dan gelen ilaçlara yönelmez. İhtiyacını bilen, eksikliğini gören kişi, Kur’an’a sığınır; ona “benim derdime çare sensin” dercesine yaklaşır. Bu yaklaşım ise hakikî bir yöneliştir, tesirli bir duadır.

  1. İhlas ile Kullanmak:

Kur’an’dan istifade ancak ihlâsla mümkündür. Samimiyetle okunan bir âyet, riya ile ezberlenen bin âyetten daha fazla tesir eder. Kalbin anahtarı ihlâstır. Eğer Kur’an, bir gösteriş aracı, bir gelenek parçası ya da kuru bir bilgi yığını olarak ele alınırsa, asıl şifasından mahrum kalınır. Ama bir kul, Yaradan’ına yönelip kalbinin diliyle “Ya Rabbi, derdime derman sensin” diyerek Kur’an’a başvurursa, o zaman Kur’an, onun ruhuna adeta bir merhem gibi iner.

Kur’an’ın İlaç Olarak Tesiri:

Kur’an’daki imanî hakikatler, insanın fıtratına doğrudan hitap eder. Mesela:

Tevhid: Dağ gibi endişeleri eritip kalbe huzur verir.

Haşir: Ölüm korkusunu ebedî hayat ümidiyle değiştirir.

Kader: Belalara karşı sabır ve tevekkül kazandırır.

Nübüvvet: Hayatı anlamlandırır ve peygamberlerle örneklik sunar.

Adalet ve ibadet: Hayatı düzene koyar, ruhu arındırır.

Bu ulûm-u imaniye, sadece öğrenmek için değil, yaşamak ve tedavi olmak için lazımdır. Bir âyet, bir hakikat, bir dua; içten ve ihlâsla tefekkür edilirse, karanlık kalpleri nurlandırabilir.

Sonuç ve Mesaj:

Kur’an, bir eczanedir. İçinde her derde derman, her yaraya merhem vardır. Fakat bu ilaçların tesiri, ihtiyaç hissetmeye ve samimiyetle uygulamaya bağlıdır. Ulûm-u imaniye; kuru bilgi değil, hayat veren, şifa sunan bir manevî iksirdir. O halde derdini bilen, gönül hastalıklarının farkında olan her kul, Kur’an’ın reçetelerine başvurmalı; ihlâs ile bu manevi ilaçları kullanmalıdır. Zira bu şifa, hakikîdir ve kâfidir.

Özet:

Bu makalede, Kur’an-ı Kerîm’in sunduğu ulûm-u imaniyenin kalp ve ruh yaralarına şifa olduğu vurgulanmıştır. Bu manevî ilaçlardan istifade edebilmenin iki temel şartı olduğu belirtilmiştir: İhtiyacını fark etmek ve ihlâs ile yönelmek. Kur’an’dan alınan bu hakikatler, imanî bir tefekkürle ele alındığında kişiye sarsılmaz bir huzur, derin bir anlam ve ebedî bir istikamet kazandırır.

 




Zihniyet Meselesi: Kimin Çocuğuyuz, Kimin Yolundayız?

Zihniyet Meselesi: Kimin Çocuğuyuz, Kimin Yolundayız?

İnsan zamanla değil, zihniyetle yaşar. Ve toplumlar da, fiziki düşmanlardan çok, zihinlerine yerleşmiş bozuk fikirlerin esaretiyle çöküşe gider. Bu çağda yaşadığımız tüm krizler —ahlaki, siyasi, ekonomik ya da inanç temelli olsun— aslında tek bir hastalığın farklı semptomlarıdır: Zihniyet çürümesi.

Bugün insanlar sadece ne yaptıklarıyla değil, neye sebep oldukları ve neye ortak olduklarıyla da sorgulanmalı. Bir oy, bir alkış, bir sessizlik, bir paylaşım… Zannettiğimiz kadar masum olmayabilir. Her biri bir zalimi meşrulaştırabilir, bir mazlumu susturabilir.

Hırsızlık Artık Sadece Malda Değil

Meral Akşener’in “Kocaman birer hırsız olduklarını anladığımızda çektiğimiz acılar…” sözleri, aslında sadece ekonomik yolsuzluklara değil, umutların, adaletin, güvenin çalınmasına da işaret ediyor. Hırsızlık artık sadece evlerden, kasalardan değil; insanların iradesinden, ahlakından, inancından yapılıyor.

27/06/2025 tarihli Hutbede anlatıldığı gibi, arsızlık ve yüzsüzlük, artık sıradanlaştı. Siyasiler halkı değil, kendi ikballerini düşünüyor. Halk ise bir kısmı menfaatine, bir kısmı kör taraftarlıkla bu gidişe alkış tutuyor. Peki sonra ne oluyor?

İzmir’de çöpler toplanmıyor, şehir kokuyor. Ama belediye hangi partiden, önemli olan bu! Çünkü artık temizlik değil, aidiyet önemli! Oysa çöp partili değildir, temizlik ahlâktır.

Körü Körüne Taraftarlık = Zulme Ortaklık

Bir partiye ya da lidere, hata yaptığında bile susmak, görmezden gelmek; zulme alkış, hırsızlığa ortaklıktır. Bu bağlamda, “Ellerimiz kırılsaydı da vermeseydik” diyecek hâle gelmek, geç kalmış bir pişmanlıktır. Asıl marifet, doğruyu zamanında fark edip, hatadan dönmektir. Aksi hâlde “ellerimize sağlık” diyerek zulmü onaylamış oluruz.

Dışarıdaki Düşmandan Evvel İçimizdeki Zihniyet

İran gibi bazı ülkeler bugün “İslam Hukuku dersi veriyor” diye övülürken, mazideki zulümleri unutuluyor. Suriye’deki mezhep temelli katliamlar, hâlâ hafızalarda taze. İran ABD üslerini önceden haber vererek vuruyor diye kahraman oluyor ama kendi halkına, mazlum Sünnilere reva gördüğü zulüm sorgulanmıyor. Peki hangi hukuk? Hangi adalet? Kime karşı geçerli bu hukuk?

Bu çifte standartlar, ümmetin parçalanmasının baş sebebidir. Çünkü biz adaleti, hukuk ile değil, kişiye göre değerlendirmeye başladık. “Bizdense haksız bile olsa savunalım” anlayışı, her coğrafyada zulme zemin hazırlıyor.

Türkiye’de Zihin Kirliliği

Laiklik kavramı, bireysel inanç hürriyetinden değil, dine düşmanlık üzerinden tanımlanıyor. Bugün “laik olmanın” şarta bağlandığı bir anlayış oluşmuş durumda:

Başörtüsüne düşman olacaksın,

Dine ve dindara karşı duracaksın,

Geçmişi inkâr edeceksin,

Heykellerle övünüp tarihten utanacaksın,

İçkiyi savunacaksın, üretmeye değil tüketime yöneleceksin.

Bu anlayış, ne özgürlük getirir ne de ilerleme. Çünkü imanını, ahlakını ve kimliğini kaybetmiş bir millet, ne üretir, ne korur, ne de büyür.

Sokaklar ve Siyonist Destekçiler

Siyonist soykırımcıların desteklendiği salonlarla, çıplaklıkla dolu sokaklar arasında belki birebir bağlantı yok gibi görünebilir. Ama ortak bir payda vardır: İffetsizlik ve şahsiyet yitimi. Bunlar sadece bedenin değil, ruhun da çıplak bırakıldığı hâllerdir.

Peki bu insanlar kimin çocukları?

Cevap: Bu milletin, bu toprağın çocukları… Ama kalbi başka kıblelere yönelmiş, zihni başka sistemlerle şekillenmiş çocukları. Yani mesele sadece dış düşman değil, zihniyetin işgalidir.

Özet:

Bu makalede, toplumsal çürümenin temelinde yatan zihniyet bozukluğu ele alınmıştır. Siyasi körlük, hırsızlığı meşrulaştıran sadakat, dine düşmanlık üzerinden tanımlanan laiklik anlayışı, ahlakî yozlaşma ve çifte standartlarla desteklenen zulümler; milletin maneviyatını ve geleceğini tehdit etmektedir. Çözüm, ne yeni sistemlerde ne de farklı kişilerde değil; zihinlerin ve kalplerin tevhîde, adalete ve ahlâka dönmesindedir. Çünkü insan, sadece yaptığıyla değil, neyi desteklediğiyle de sorumludur.

 




Tinet Değişmez: Hainliğin Maskesi Düşer, Mazlumun Gözyaşı Kalır

Tinet Değişmez: Hainliğin Maskesi Düşer, Mazlumun Gözyaşı Kalır

Bazı hakikatler vardır ki zaman geçse de, mekân değişse de değişmez. Tıpkı ateşin yakması, yılanın sokması, arının bal yapması gibi. Varlıklar özleriyle konuşur. Ve insan da bu varlıklar âleminde en karmaşık ama bir o kadar da fıtratı net bir mahluktur. Zira “tinet”, yani yaratılıştaki huy, eğilim ve öz, çoğu zaman ne makamla değişir ne de zamanla. İşte bu yüzden, “Hain her halükarda haindir.” sözü, sadece bir öfke cümlesi değil, tarih boyunca tekrar tekrar isbatlanmış bir hikmettir.

Gazze’de yaşananlar, insanlığın değil bir topluluğun değil, bir türün -insanoğlunun- vicdan testidir. Yeryüzünün en kuşatılmış yerinde, bir avuç toprakta, bir avuç yiyecek için hıçkırıklara boğulan bir kız çocuğunun gözyaşı, bir çok bombadan daha güçlü bir haykırıştır. Çünkü o gözyaşı masumiyetin ifadesidir, zulmün aynasıdır. Bu çocuk sadece açlıktan değil, dünyanın suskunluğundan, kirlenmiş vicdanlardan ve haince kurulan tuzaklardan ağlamaktadır.

İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırıları artık sadece fiziksel değil, psikolojik ve biyolojik bir savaş halini almıştır. Yardım kisvesi altında un çuvallarına saklanan uyuşturucu haplar, sadece bedenleri değil, nesilleri de çökertmeyi hedefleyen sinsi bir zehirdir. Bu durum bir kez daha gösteriyor ki; zalim, zulmünü bir kalıba sığdırmaz. Bazen bomba olur düşer, bazen silah olur patlar, bazen de yardım olur gelir ve içeriden çürütür. Oysa bu toprakların insanı, yıllardır süren abluka, yoksulluk ve yokluk içinde dahi vakarını ve direnişini muhafaza ediyor.

İsrail askerlerinin kendi ağızlarıyla itiraf ettikleri cinayetler, öldürmeyi “oyun” gibi görmeleri, vicdanî deformasyonun en acı örneğidir. Bu noktada insanlığın düştüğü çukurun derinliği, sadece İsrail’in zulmüyle değil, Batı dünyasının suskunluğuyla, İslam âleminin dağınıklığıyla ve tüm dünyanın ahlâkî çöküşüyle ölçülmelidir.

İran-İsrail gerilimi, küresel gündemi değiştirmek için kullanılan sinsi bir perde gibidir. Netanyahu’nun oğlunun düğününü bir dikkat dağıtma aracı olarak kullanması, şeytanın dahi aklına gelmeyecek bir savaşı propaganda unsuru hâline getirmenin delilidir. Tüm bunlar gösteriyor ki, “iyilik postuna bürünen kötülük”, er ya da geç postunu yırtar ve gerçek yüzünü gösterir.

Ama bu karanlık senaryoda bir umut da vardır. O da Gazze’nin sokaklarında yükselen “sabır”, “dua” ve “direniş”tir. Çadırları yerle bir eden bombaların altında bile toprağı tırnaklarıyla kazan insanlar, sadece yakınlarını değil, insanlığı da kurtarma çabasındadır. Her karış toprakta, her gözyaşında, her kurşun izinde Allah’a arz edilmiş bir şikâyet vardır. Ve o şikâyetlerin hiçbirisi cevapsız kalmayacaktır.

Çünkü zalimlerin unuttuğu bir hakikat var: Mazlumun duası arş-ı âlâyı titreten bir haykırıştır.

Özet:

Bu makalede, İsrail’in Gazze’ye yönelik fiziki ve psikolojik saldırıları bağlamında, bir toplumun ve küresel insanlığın nasıl bir vicdan krizine sürüklendiği ele alınmaktadır. Yardım görüntüsü altında yapılan ihanetler, çocukların açlıktan yere yığılmaları, sivillere karşı doğrudan ölüm emirleri ve uluslararası gündemi değiştirme maksatlı sinsi planlar, bir zulmün çeşitli veçhelerini ortaya koymaktadır. Ancak bütün bu zulme rağmen Gazzelilerin direnişi, insanlık onurunun en güçlü göstergesi olarak yükselmekte ve “tinetin” her iki kutbunu da gözler önüne sermektedir: Zalim ne yaparsa yapsın, mazlumun duası galip gelecektir.

 




Kıblemiz Ne, Dinimiz Ne Oldu?

Kıblemiz Ne, Dinimiz Ne Oldu?

Efendimiz Şöyle Buyurmuştur;
“İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecek ki,
Bütün endişe ve düşünceleri Mideleri,
Şerefleri Dünyalıkları,
Kıbleleri Kadınları,
Dinleri de Paraları olacaktır.
İşte bunlar mahlukatın en kötüleri’dir,
Ahirette onlara hiçbir pay yoktur.”
(Deylemi, Aclûni, Keşfi’l-Hafâ)

Bu ifadeler, sadece bir hadis metninin tekrarı değil; çağımızın kanayan bir yarasının, insanlık onurunun çöküşünün ve maneviyatın zayıflamasının keskin bir özeti gibidir. Efendimiz (s.a.v.)’in asırlar öncesinden haber verdiği bir hakikat bugün apaçık yaşanmakta: İnsanlık, varlık gayesinden uzaklaşmış, dünya hayatının geçici süsüne tapar hâle gelmiştir.

> “İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecek ki…”
Bu ifadeyle başlayan uyarı, sadece bir zaman tesbiti değil, aynı zamanda derin bir istikbal pusulasıdır. O zaman geldiğinde insanın:

Endişesi ve düşüncesi midesi olacak,

Şerefi yalnızca dünyevi mal ve makamla ölçülecek,

Kıblesi kadın, yani heva ve heves olacak,

Dini ise para olacak.

Bu sıralama, insanın yavaş yavaş ruhî melekelerini nasıl kaybettiğini, nasıl sadece bedenî arzularının esiri hâline geldiğini açıklar. İnsanın hayat gayesi, midesini doyurmakla, nefsini tatmin etmekle sınırlı olursa, o zaman onun ruhu aç kalır, kalbi taşlaşır, vicdanı körelir.

Bugün reklamların dili, dizilerin teması, siyasetin hesapları ve insanların hedefleri bu hadisin çizdiği tabloya ne kadar da benziyor… Mideler şatafatlı sofralarla, gözler şehvetle, zihinler alışverişle dolmuş. Artık kimse “Ne için yaratıldım?” sorusunu sormuyor. Çünkü “Nasıl daha fazla kazanırım?” sorusu her şeyin önüne geçmiş durumda.

Dikkat edin: Artık bir insanın değeri, karakteriyle değil, arabasıyla; saygınlığı, imanıyla değil, banka hesabıyla; yönü ise kıbleyle değil, ekranın yönüyle belirleniyor. Kadınlar, moda ve metalaştırmayla kutsal değerlerin önüne geçiriliyor; erkekler, iffetsizliğe cesaretli, sorumluluğa korkak hâle geliyor.

Dinler, birçokları için sadece ritüelden ibaret. Ama asıl ibadet paraya olan kulluk hâline gelmiş. Sabah ezanı değil, borsa açılışı uyandırıyor insanı. Namaz değil, kâr zarar cetveli belirliyor günün gidişatını.

Ve hadis açıkça diyor ki:

> “İşte bunlar mahlûkatın en kötüleridir.”
Çünkü diğer mahlûklar, fıtratları gereği ne yapıyorlarsa onu yapıyorlar. Fakat bu sınıfa giren insanlar, akıl ve irade nimetini kötüye kullanarak, kendilerini hayvanlardan daha aşağı bir dereceye indiriyorlar. Çünkü hayvanlar mideleri için yaratılmıştır ama insan kalbi için.

Ve işin en çetin tarafı şu ki:

> “Ahirette onlara hiçbir pay yoktur.”
Bu, sadece bir tehdit değil, bir hüküm cümlesidir. Zira kalbini paraya, yönünü kadına, şerefini mala teslim edenlerin hakiki saadet yurdu olan âhirette hisseleri yoktur.

Özet:

Bu makalede, yer alan hadis ışığında, çağımız insanının manevi çöküşü, dünya hayatına tapınması ve ahiret düşüncesinden uzaklaşması ele alınmıştır. Midelerin, paranın, kadın arzularının ve mal sevgisinin insanın merkezine yerleşmesi, onu mahlûkatın en kötüleri arasına sokar. Gerçek kulluk ve insanlık, bu dünyevî yönelimleri aşarak yeniden kalp merkezli bir hayata dönmekle mümkündür. Aksi hâlde, ne dünyada huzur bulunur ne de ahirette bir pay kalır.

 




Dalkavukluk Zafiyettir, İz’anı Olanın Zırhı İzzettir

Dalkavukluk Zafiyettir, İz’anı Olanın Zırhı İzzettir

Hayatın her sahasında, güçlü ile zayıf, zalim ile mazlum, şahsiyetli ile dalkavuk karşı karşıya gelir. Ancak bu karşılaşmalarda insanın tavrı, onun değerini, akıbetini ve izzetini tayin eder. Tarihin derinliklerinden günümüze kadar tekrar eden bir hakikat vardır: Zulüm, zaafla beslenir; tecavüz, teslimiyetle cesaret bulur. İşte bu yüzden, zalimin karşısında eğilmek; onu değil, zulmü güçlendirir. Onun insaniyet değil, canavar vicdanı taşıdığını unutanlar; dalkavuklukla kurtulacaklarını sanırken, saldırılara kapı açarlar.

Bediüzzaman Said Nursî’nin bu veciz tesbiti, sadece bir siyaset dersi değil, aynı zamanda bir insanlık uyarısıdır:

> “Canavar bir hayvana karşı kendini zayıf göstermek, onu hücuma teşci ettiği gibi; canavar vicdanı taşıyanlara karşı dahi dalkavukluk etmekle zaaf göstermek, onları tecavüze sevk eder.”

Bu cümle, hayata ve topluma dair derin bir sosyolojik ve psikolojik gözlem ihtiva eder. Zira kimi insanlar ve sistemler, karşılarında sağlam duruşlar bulduklarında frenlenir, ama zayıflık gördüklerinde taşkınlıklarını azgınlığa çevirirler.

  1. Zayıflık mı, Zillet mi?

İnsanın zayıf olması, fıtrîdir. Herkes bir yönüyle acizdir, muhtaçtır. Ama bu zayıflık iffetli bir sabır ve vakar içinde taşınırsa, insana değer kazandırır. Ne var ki, zayıflığı dalkavuklukla telafi etmeye kalkmak, zayıflığı zillete dönüştürür. Bu da insanın hem şahsiyetine hem de karşısındakine zarar verir.

Canavar vicdanlı kişiler; merhamet, adalet, empati gibi duygulardan mahrum oldukları için, zayıf gördükleri her fırsatı ganimet sayarlar. Onlara karşı gösterilen eğilim ya da yağcılık, onların şefkatini değil, açgözlülüğünü artırır. Nitekim Firavun’un kavmi ona “en yüce rab” diye boyun eğdikçe, Firavun azgınlaştı. Çünkü onun vicdanı, dalkavuklukla yumuşamazdı.

  1. Dalkavukluğun Bedeli: Onur ve Haysiyetin Kaybı

Dalkavukluk, dıştan bir koruyucu maske gibi görünse de, içten içe ruhu kemiren bir zehirdir. Önce izzeti öldürür, sonra haysiyeti çürütür. Dalkavuk olan kimse, sadece bir şahsı değil, kendi kimliğini de inkâr etmiş olur. Zira dalkavuk, ne sadıktır ne de özgürdür. Sürekli rüzgâra göre eğilen bir kamış gibidir. Kimi zaman bu tavırdan menfaat doğar gibi görünse de, uzun vadede en büyük zararı dalkavuk çeker. Çünkü zamanla kişiliği silinir, itibarını kaybeder ve güven duyulmayan biri haline gelir.

  1. İzzetli Duruş: Zulmün Panzehiri

Zalime karşı izzetli durmak, en büyük cesaret göstergesidir. Bu cesaretin kaynağı ise hakikate olan inanç, kalpteki iman ve vicdandaki adalettir. İnsan, Rabbine dayanırsa, hiçbir canavardan korkmaz. Zira bilir ki, kudret sahibi Allah’tır ve zalimler, sonsuz kudret karşısında acizdir.

İzzetli duruş, sadece düşmanı frenlemez; aynı zamanda mazlumlara da umut olur. İnsanlık tarihinde birçok devrimin, inkılabın ve direnişin temelinde böyle bir izzet vardır. Peygamberlerin, velilerin ve hak dostlarının en büyük silahı, ihlâs, sabır ve izzettir. Onlar hiç kimsenin önünde eğilmediler; çünkü yalnız Allah’ın huzurunda secde ettiler.

Sonuç: Dalkavukluk Değil, Dirayet

İnsan, her şartta izzetini korumalıdır. Zalimden menfaat ummak, dalkavuklukla merhamet aramak, tehlikeli bir yanılgıdır. Canavar ruhlulara karşı zaaf göstermek, onları cesaretlendirir. Halbuki dirayetli duruş, zulmü sınırlandırır, tecavüzü engeller. Günümüz dünyasında gerek ferdî hayatta gerek toplum düzeyinde bu hakikate sımsıkı sarılmak elzemdir:
Dalkavukluk zillet getirir, izzetli duruş ise hürriyet doğurur.

Özet:

Bu makalede, Bediüzzaman’ın “canavar vicdanlılara dalkavukluk zaaftır” tesbiti çerçevesinde, zalimlere karşı sergilenen zayıf tavırların nasıl tecavüzü artırdığı açıklanmıştır. Dalkavukluğun kişilik erozyonuna yol açtığı, izzetli duruşun ise hem ahlaki hem toplumsal koruyucu olduğu anlatılmıştır. Sonuç olarak, insanın her halükârda vakarını, onurunu ve dirayetini muhafaza etmesi gerektiği belirtilmiştir.

 




Zulme Meyil de Zulümdür – Sessiz Kalmak Suça Ortak Olmaktır

Zulme Meyil de Zulümdür – Sessiz Kalmak Suça Ortak Olmaktır

Kur’ân-ı Kerîm’in birçok ayetinde zulüm, en ağır şekilde yerilmiştir. Çünkü zulüm, sadece bir hak gaspı değil; aynı zamanda insanlık onuruna, adalete ve ilahî düzene karşı işlenmiş büyük bir cürümdür. Ancak dikkat çekici olan şudur ki, Kur’an zulmü sadece yapanı değil, ona meyil edeni dahi ağır bir dille tehdit eder. İşte, Tevbe Sûresi’nin şu ayeti bu hakikati tokat gibi yüzümüze çarpar:

> “وَلَا تَرْكَنُٓوا اِلَى الَّذٖينَ ظَلَمُوا فَتَمَسَّكُمُ النَّارُ”
“Zulmedenlere meyletmeyin, sonra size de ateş dokunur!” (Hud, 11/113)

Bediüzzaman Said Nursî, bu ayetin manasını açarken şöyle der:

> “Zulme değil yalnız âlet olanı ve taraftar olanı, belki edna bir meyledenleri dahi dehşetle ve şiddetle tehdit ediyor. Çünkü rıza-yı küfür, küfür olduğu gibi; zulme rıza da zulümdür.”

  1. Zulme Rıza: Sessiz Suç Ortaklığı

İslam adaleti ayakta tutan en büyük ilkedir. Bir mümin için zulüm, sadece kınanacak bir davranış değil; topyekûn karşı durulması gereken bir sapmadır. Zulmü sadece icra eden değil; onun yanında duran, sessiz kalan, mazlumu görmezden gelen de bu suçun bir parçası sayılır. Çünkü rıza, kalbin bir fiilidir ve fiillerin en sessiz ama en tehlikeli olanıdır. “Ben yapmadım” demek, masumiyet değildir. “Ben sadece izledim” diyen, zulmün sürdüğü sahnenin perde arkasındaki failidir.

  1. Kalben Meyil: Günahın En Sinsi Biçimi

Zulme kalben meyletmek, onu fiilen işlememiş bile olsak, zihnen ve duygusal olarak bir bağlılık kurmaktır. Bu ise zamanla insanın hak ile batıl arasındaki farkı bulanıklaştırmasına neden olur. Böyle biri, zalimin zulmünü mazur görmeye, hatta gizlice desteklemeye başlar. Bu da onu manen aynı karanlığın içine çeker.

Ayetin “فَتَمَسَّكُمُ النَّارُ – size de ateş dokunur” tehdidi, yalnızca ahiret azabını değil, bu dünyada da gönül yangınlarını, toplumdaki fitneyi ve adaletin çöküşünü haber verir. Çünkü bir toplumda zulüm meşrulaşırsa, bu yangın sadece zalimi değil, seyirci kalan herkesi yakar.

  1. Zulme Karşı Tavır: Hakikî İman Gereğidir

İmanın en büyük tezahürü, adaleti sevmek ve zulme buğz etmektir. Zira zulme karşı durmayan bir vicdan, zamanla zulmü normalleştirir. Bu yüzden sahabe efendilerimiz ve sonraki büyük müçtehitler, sadece zulme karşı değil, zulmü destekleyen düşüncelere karşı da kıyama durmuşlardır.

Bir mümin, zalimin yanında değil, mazlumun safında durmakla mükelleftir. Çünkü adalet ilahî bir emanettir ve bu emanete sahip çıkmak, yalnızca hâkimlerin değil, her bir vicdan sahibinin sorumluluğudur. Gerek dua ile, gerek kalben buğz ile, gerek sözle, gerekse imkân dâhilinde fiilî müdahale ile zulme karşı tavır almak, mümince bir duruşun ifadesidir.

  1. Günümüz İçin Dersler:

Zulüm, sadece diktatörlükle, işgal ile, baskı ile olmaz. Bir haksızlığı meşrulaştırmak, yalana susmak, harama alkış tutmak da zulme iştirak etmektir. Günümüzde sosyal medya ile, algılarla, manipülasyonlarla insanların zulme rıza göstermesi kolaylaştırılıyor. Ama gerçek şu ki: Zulme alkış tutan da zalimdir, alkış tutanı alkışlayan da…

Sonuç: Adalet Varsa İnsanlık Vardır

Zulme meyil etmek bile Kur’an’da bu kadar ağır bir tehdit ihtivavediyorsa, zulmü fiilen desteklemenin veya sessiz kalmanın vebali daha da büyüktür. Adalet, bir milletin ve bir ferdin haysiyetidir. Bu haysiyeti korumak da imanlı bir duruşla mümkündür. Zulme rıza göstermeyenler, tarihin ve vicdanların hür insanları olarak kalacaklardır.

Özet:

Bu makalede, “Zulmedenlere meyletmeyin” ayetinin derin anlamı ele alınmıştır. Zulmü sadece yapanın değil, ona kalben meyil edenin dahi azapla tehdit edildiği belirtilmiştir. Dalkavukluk, sessiz kalmak ve destek verir gibi görünmek de zulme ortaklık sayılır. Kur’an’ın bu kesin uyarısı, her Müslümanın adaletin yanında, zulmün ise karşısında yer alması gerektiğini hatırlatır. Zulme rıza zulümdür; adalete sadakat ise hakikî imanın şanındandır.

 




Şükür, İmanın Ruhudur – Nimetleri Tanımak, Hakkı Teslim Etmektir

Şükür, İmanın Ruhudur – Nimetleri Tanımak, Hakkı Teslim Etmektir

“Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan, tekrar ile

اَفَلَا يَشْكُرُونَ ۝ اَفَلَا يَشْكُرُونَ ۝ وَسَنَجْزِى الشَّاكِرٖينَ ۝ لَئِنْ شَكَرْتُمْ لَاَزٖيدَنَّكُمْ ۝ بَلِ اللّٰهَ فَاعْبُدْ وَ كُنْ مِنَ الشَّاكِرٖينَ

gibi âyetlerle gösteriyor ki Hâlık-ı Rahman’ın ibadından istediği en mühim iş, şükürdür. Furkan-ı Hakîm’de gayet ehemmiyetle şükre davet eder. Ve şükür etmemekliği, nimetleri tekzip ve inkâr suretinde gösterip

فَبِاَىِّ اٰلَٓاءِ رَبِّكُمَا تُكَذِّبَانِ

fermanıyla, Sure-i Rahman’da şiddetli ve dehşetli bir surette otuz bir defa şu âyetle tehdit ediyor. Şükürsüzlüğün, bir tekzip ve inkâr olduğunu gösteriyor. ”
Mektubat

İnsan, hayatını çevreleyen sayısız nimetin içinde yaşar ama çoğu zaman bunların farkına varmaz. Göz, akıl, nefes, sağlık, rızık, sevdiklerimiz, imkânlarımız ve bilhassa iman gibi paha biçilmez nimetler, her an elimizdedir. Ancak bu nimetlerin devamı, sıradanlıkla değil; şükürle mümkündür. Zira şükür, hem nimetin değerini artırır hem de nimeti vereni tanımanın bir ifadesidir.

Kur’ân-ı Hakîm, birçok ayette ısrarla ve defaatle şükre davet eder. Bu, sıradan bir öğüt değil; Allah Teâlâ’nın kullarından istediği en mühim kulluk görevidir. Nitekim ayetlerde tekrar tekrar şöyle buyrulmuştur:

> “أَفَلَا يَشْكُرُونَ – Hâlâ şükretmiyorlar mı?”
“وَسَنَجْزِى الشَّاكِرِينَ – Şükredenleri mutlaka mükâfatlandıracağız.”
“لَئِنْ شَكَرْتُمْ لَأَزِيدَنَّكُمْ – Eğer şükrederseniz, elbette size nimetimi artırırım.”
“فَبِأَيِّ آلَاءِ رَبِّكُمَا تُكَذِّبَانِ – Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?” (Rahman Suresi, 31 defa tekrar edilir.)

Bu ayetler, şükrün sadece bir fazilet değil; varoluşu ifade  eden bir sorumluluk, ilahî bir emanet olduğunu açıkça ortaya koyar.

  1. Şükür Nedir? Basit Teşekkür mü, Derin Bir İman mı?

Şükür; yalnızca “Elhamdülillah” demek değildir. O sadece sözlü ifadedir. Hakiki şükür, üç temel unsurdan oluşur:

Kalple tanımak: Nimeti Allah’tan bilmek, ona minnet duymak.

Dille ifade etmek: “Elhamdülillah”, “Şükürler olsun” gibi sözlerle hamdetmek.

Amelle göstermek: Nimetin gereğini yerine getirmek, onu yerli yerinde kullanmak.

Mesela, sağlığa şükür; onu haramda değil, ibadet ve hayırda kullanmakla olur. Malın şükrü; zekât ve infakla, aklın şükrü; tefekkür ve hikmetle, ilmin şükrü ise; insanlara fayda sunmakla yerine gelir.

  1. Şükürsüzlük: Sessiz Bir İnkâr ve Nankörlük

Kur’an, şükürsüzlüğü sadece bir ilgisizlik değil, aktif bir inkâr olarak tanımlar. Çünkü nimetleri görmemek, onları bir tesadüf veya kendi çabamızla elde ettiğimizi zannetmek; nimetin sahibini tanımamak ve tekzip etmektir. İşte bu yüzden Kur’an, “فَبِأَيِّ آلَاءِ رَبِّكُمَا تُكَذِّبَانِ – Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?” ayetini Sure-i Rahman’da 31 kez tekrar eder. Bu tekrar, insana verilen nimetlerin çokluğuna işaret ettiği kadar, insanın gafletine ve nankörlüğüne de sert bir ikazdır.

Nimeti gören ama şükretmeyen bir insan, sessiz bir şekilde nimetin arkasındaki hakikati inkâr etmiş olur. Tıpkı bir mektubu alıp okuyup da, onu yazanı hiç düşünmeyen kişi gibi…

  1. Şükür, Nimetin Artışına Sebeptir

“Eğer şükrederseniz, artırırım (لَئِنْ شَكَرْتُمْ لَأَزِيدَنَّكُمْ)” ayeti; şükrün bereket kaynağı olduğunu ilan eder. Çünkü şükür, nimetin kıymetini bilmektir. Kıymeti bilinen şey korunur, artırılır. Allah Teâlâ, kulun bu teveccühünü karşılıksız bırakmaz. Şükreden kuluna daha çok ihsan eder. Bu yalnızca maddî rızık değil; huzur, sekinet, hayır yollarının açılması ve kalbin tatmini şeklinde de tecelli eder.

  1. Şükür, Zamanın İlacı ve Ruhun Gıdasıdır

Bugün insanlık büyük bir tatminsizlik içindedir. Elindeki nimetlerin kıymetini bilmeden daha fazlasını isteyen doymaz bir nefis taşıyor. İşte bu doyumsuzluğun panzehiri şükürdür. Şükür, insanı kanaate ulaştırır, kanaat ise saadetin temelidir.

Şükür, aynı zamanda psikolojik bir dirençtir. Zorluklar içinde bile şükredecek bir şey bulan insan, sabır ve teslimiyetle Allah’a daha çok yaklaşır. Bu da imanı kuvvetlendirir, ruhu yüceltir.

Sonuç: Şükür, Allah’la Olan Bağın Dilidir

Şükürsüzlük, insanı nimetlerden mahrum eder. Şükür ise nimeti artırır, manayı derinleştirir, insanı Rabbine yaklaştırır. Kur’an’ın ısrarlı şükür çağrısı, bize hayatımızı bir teşekkür mektubuna çevirmemiz gerektiğini öğretir. O hâlde nimetleri tanımak, onları Allah’tan bilmek ve O’nun rızası doğrultusunda kullanmak, en hakiki şükürdür.

Özet:

Bu makalede Kur’an-ı Kerîm’in şükür konusuna verdiği önem açıklanmış, şükrün üç boyutlu bir kulluk ifadesi olduğu vurgulanmıştır: Kalben tanımak, dille ifade etmek ve amelle göstermek. Şükürsüzlük, nimetleri inkâr ve Rabbimizi tanımamak anlamına gelir. Şükür ise nimeti artırır, huzur getirir ve kulluğu kemale erdirir. Kur’an’ın şükre daveti, hayatımızı nimetin farkındalığıyla yaşama çağrısıdır.

 




Şükrün Ölçüsü, Kanaat ve Rızadır – İsraf ve Hırs, Şükürsüzlüğün Alametidir

Şükrün Ölçüsü, Kanaat ve Rızadır – İsraf ve Hırs, Şükürsüzlüğün Alametidir

Şükür, sadece dilde kalan bir teşekkür değil; hayatın tüm alanlarında tezahür eden bir kulluk tavrıdır. Şükür, nimeti tanımak ve ona karşı gösterilen kalbî ve fiilî saygıdır. Ancak bu saygının ölçüleri vardır. Nitekim Bediüzzaman Said Nursî, şükrün ve şükürsüzlüğün ölçülerini dört veciz kelimeyle izah eder:

> “Şükrün mikyası: kanaattir, iktisattır, rızadır ve memnuniyettir.
Şükürsüzlüğün mizanı: hırstır, israftır, hürmetsizliktir, haram helâl demeyip rast geleni yemektir.”

Bu tanımlar bize, şükrün sadece kalpte değil; insanın tutum ve davranışlarında da tezahür etmesi gerektiğini gösterir.

  1. Şükrün Dört Ölçüsü: Kanaat, İktisat, Rıza, Memnuniyet

Kanaat:

Kanaat, verilenle yetinmesini bilmektir. İnsan sahip olduklarının kıymetini bildikçe, onlara şükreder. Kanaatkâr insan, her zaman huzurludur çünkü gözünü başkasının malına dikmez, isyan etmez. Kanaat, nimeti az görmemektir; “Az çoktur” düsturunu yaşamak demektir.

İktisat:

İktisat, nimetleri ölçülü ve yerli yerinde kullanmaktır. İsraftan uzak durmak, nimete karşı saygının bir ifadesidir. Çünkü iktisat eden, nimeti hor görmez. İsraf ise, şükürsüzlüğün fiilî bir ilanıdır. Zira şükreden bir kimse, her lokmanın, her damlanın hesabını bilir.

Rıza:

Rıza, kaderin taksimine razı olmaktır. Şükür, sadece bollukta değil; darlıkta da olur. Allah’ın verdiğine razı olan, O’na karşı daima minnettardır. Rızasızlık ise şikâyet doğurur ve şükür kapısını kapatır.

Memnuniyet:

Memnuniyet, iç huzuru ve Allah’ın nimetlerinden hoşnut olma halidir. Nimeti küçümsememek, verilene değer vermek, memnuniyetin bir tezahürüdür. Bu da kalpte yer eden bir şükran duygusunun göstergesidir.

  1. Şükürsüzlüğün Dört Belirtisi: Hırs, İsraf, Hürmetsizlik, Helâl-Haram Tanımazlık

Hırs:

Hırs, doyumsuzluğun adıdır. Hırslı kişi, neye sahip olursa olsun, daha fazlasını ister. Bu hâl, nimete değil, eksikliğe odaklı bir bakış getirir. Hırs, insanı şükürden uzaklaştırır; hatta küfre yaklaştırır. Çünkü gözü doymayan kalp, şükrü terk eder.

İsraf:

İsraf, nimeti lüzumsuzca harcamaktır. Bu hem nimete hem de nimeti verene karşı bir saygısızlıktır. Allah’ın mülkünü savurganca tüketmek, şükrü unutmaktır. İsraf eden, farkında olmadan nankörlük eder.

Hürmetsizlik:

Nimeti küçük görmek, nimeti vereni unutmak demektir. Hürmetsizlik, kalpteki minnettarlığı öldürür. Bir nimeti hor gören, aslında onun arkasındaki ilahî ihsanı da inkâr edercesine davranmış olur.

Helâl-Haram Ayırmadan Tüketmek:

Şükür, helâl yoldan kazanmakla başlar. Helâl rızık, kalbi saflaştırır ve şükrü kolaylaştırır. Ancak haramla beslenen kalp, şükürden uzaklaşır. Her önüne geleni, kaynağını sorgulamadan tüketen insan, nimete değil, nefsine tapar hâle gelir.

  1. Günümüz İçin Dersler:

Modern çağ, şükrü sözde bırakıp, yaşam tarzında şükürsüzlüğü hâkim kılan bir sistem sunuyor. Tüketim çılgınlığı, gösteriş tutkusu, tatminsizlik kültürü; insanları kanaatten, iktisattan, rızadan ve memnuniyetten uzaklaştırıyor. Bu da kalplerde doyumsuzluk, sosyal hayatta israf, ruhlarda huzursuzluk doğuruyor.

Oysa şükreden insan, hem dünya hem ahiret saadetine erer. Şükürle yaşayan bir toplumda israf azalır, huzur artar, nimet kıymetlenir, bereket çoğalır. Bu yüzden Bediüzzaman, şükrü sadece bireysel değil, toplumsal bir kurtuluş reçetesi olarak sunar.

Sonuç: Şükür, Hayatın Ölçüsüdür

Şükür, bir tavırdır. Bu tavır; kanaatle yaşamak, nimetleri ölçülü kullanmak, kadere rıza göstermek ve memnuniyet içinde bir hayat sürmekle mümkün olur. Buna karşılık, şükürsüzlük; doymaz bir hırs, kontrolsüz israf, nimetlere karşı hürmetsizlik ve helâl-haram tanımayan bir savrulma ile kendini gösterir. O hâlde her mümin, kendini bu iki mizanla tartmalı ve hayatını şükür terazisinde dengelemelidir.

Özet:

Bu makalede, Bediüzzaman’ın şükrün ölçülerine dair veciz ifadesi çerçevesinde şükrün dört ana göstergesi (kanaat, iktisat, rıza, memnuniyet) ve şükürsüzlüğün dört alameti (hırs, israf, hürmetsizlik, helâl-haram ayırmamak) ele alınmıştır. Şükür, nimetin kıymetini bilmek ve o nimeti Allah’ın rızasına uygun bir şekilde kullanmakla gerçekleşir. İsraf ve hırs gibi tutumlar ise şükürsüzlüğün ve nankörlüğün açık göstergesidir. Sonuç olarak şükür, yalnızca bir söz değil; hayat tarzıdır.