BAZI SESLER VARDIR Kİ HAKİKATİ SÖNDÜREMEZ: ZEHİRİN MASKESİ DÜŞÜNCE

BAZI SESLER VARDIR Kİ HAKİKATİ SÖNDÜREMEZ: ZEHİRİN MASKESİ DÜŞÜNCE

Zaman bazen bir hakemdir; hak ile batılı ayırır. Bazen de bir röntgenci gibidir; niyetleri deşifre eder, maskeleri düşürür. Ve işte o zaman, kim neyin tarafında, hangi safta ve hangi cephedeyse, aşikâr olur.

Bugünlerde siyasetin tozlu kulislerinden sokakların fısıltılarına kadar yayılan bir gerçek var: Maskeler düşüyor, niyetler açığa çıkıyor, oyunlar açık oynanıyor. Münafıklık perdesi kalkıyor, sahne artık aleni. Daha düne kadar “laiklik” perdesi arkasında dinî değerleri yok sayan zihniyet, şimdi doğrudan İslamî hassasiyetleri hedef alarak kimliğini kusuyor.

Bir partinin kurultay kavgasında yaşanan şaibeler, sadece bir koltuk mücadelesi değil, bir zihniyetin karakter analizidir. Kendi içinde meşruiyet tartışmaları yaşayan bir yapının, topluma ahlâk, adalet, özgürlük ve eşitlik vadetmesi ne derece inandırıcı olabilir? Bu vaatlerin başında gelen “cemevlerinin ibadethane olarak tanınması” meselesi veya “zorunlu din derslerinin kaldırılması” önerileri, toplumun inanç yapısına bir hizmet mi, yoksa mezhebi bir kışkırtmanın yeni versiyonu mudur?

Elbette her inanç ve değer, adalet temelinde yaşama hakkına sahiptir. Lakin bu tür sözlerle, toplumun temel dinî değerleriyle oynanması, birleştirici değil ayrıştırıcı bir dilin tercih edildiğini gösterir. Hele ki, bu sözlerin, Peygamber Efendimize hakaret ihtiva eden yayınlarla eş zamanlı gelişmesi tesadüf olamayacak kadar manidardır.

LEMAN dergisinin kapağında yapılan rezil yayın, ifade özgürlüğü maskesiyle din düşmanlığının sahne aldığı bir başka örnektir. Asıl mesele karikatür değil, zihniyettir. Ve bu zihniyet, ne yazık ki dışarıdan ithal değil; içeride, aynı sofrada oturup aynı suyu içtiğimiz bazılarının içinden filizlenmektedir. Bu da gösteriyor ki, mesele sadece fikrî değil, aynı zamanda genetik bir tahribattır.

Neyzen Tevfik’in sözü bu durumu ne güzel izah eder:
“Geldikleri gibi gitmediler; kimi itini bıraktı, kimi bitini, kimi de piçini. Yoksa bu kadar soysuzun bizden olması mümkün değil.”

Bugün Peygamber Efendimize hakaret edenler, dün de Kur’an’ı küçümseyenlerin, Ezan’a savaş açanların, başörtüsünü yasaklayanların, medreseleri kapatanların torunlarıdır. Aynı kin, aynı nefret ve aynı oyun yeniden sahnede.

Ama unuttukları bir şey var:
Hz. Peygamber’i aşağılamak isteyen her nefret dalgası, zamanla kendi içinde boğulmuştur.
Ona yapılan saldırılar, yıldızlara taş atan çocukların cehaletinden öteye geçmemiştir.
Çünkü O, Allah’ın koruması altındadır. Ve bir güneşe tükürmek, ancak kendi yüzünü kirletmektir.

Bu milletin mayasında iman vardır. Bu milletin kodlarında Peygamber sevgisi vardır.
Kim ne yaparsa yapsın, bu hakikat sarsılmaz.

Çünkü:
“İza elkamte külle haven, ma vecedet fil ardı hacaren.”
Yani: “Her üren köpeğe bir taş atsan, yeryüzünde taş kalmaz.”
Biz biliriz ki bu sesler, sadece boş gürültüdür.
İt ürür, kervan yürür.

ÖZET:

Bu makalede CHP’nin şaibeli kurultay süreciyle başlayan tartışmaların dinî değerler, mezhep kışkırtmaları ve Peygamber Efendimize yönelik hakaretlerle nasıl iç içe geçtiği ele alınmaktadır. Toplumu ayrıştıran söylemlerin, geçmişte gizlice yürütülen planların bugün aleni şekilde icra edildiği gösterilmiştir. Leman dergisi örneğiyle de dine yönelik saldırıların perde arkasındaki zihniyet tahlil edilmiştir. Sonuç olarak, bu tür provokasyonların milletin inanç değerlerini zedeleyemeyeceği, ancak kendi batılları içinde boğulacağı anlatılmıştır.

Hakikat sabittir; gürültü geçicidir. Kervan yürür.

 




Toplum Mühendisliğinin Dar Gömleği ve Terzilik Hikmeti

Toplum Mühendisliğinin Dar Gömleği ve Terzilik Hikmeti

Toplum mühendisliği, insanları belli kalıplara sokma arzusunun ideolojik bir biçimidir. Tarih boyunca kimi rejimler, bireyleri aynı düşünceye, aynı yaşam tarzına, aynı davranış şablonlarına mahkûm etmeye çalışmıştır. Bu yaklaşım, çokluk içindeki hikmeti ve çeşitlilikteki rahmeti görmeyen dar bir zihniyetin ürünüdür. Her insana aynı gömleği giydirmeye çalışmak, neticede o gömleği “deli gömleği”ne çevirir. Çünkü insanlık, tek tip kalıplara sığmayacak kadar zengin, derin ve farklıdır.

Bir beden için dikilmiş bir gömlek, diğer bedene ya dar gelir ya da bol. Ama zihniyet o kadar katı ve sabittir ki, o gömleği çıkarıp yeni bir elbise denemeyi teklif edenleri dahi tehdit olarak görür. İşte bu zihniyet yüz yıldır süren bir kısırlığın ve çoraklaşmanın baş sorumlusudur. Hâlâ aynı model, hâlâ aynı söylem, hâlâ aynı anlayış… Gelişmeden, değişmeden, kabuk bile değiştirmeden.

Bu dayatmacı anlayışa karşı, gerçek bilgelik, bir terzi hassasiyetiyle hareket etmektir. Nitekim bir bilgeye “En çok kimi seversiniz?” diye sorulduğunda, “Terzimi” diye cevap verir. Çünkü terzi, her gelişimde ölçüyü yeniden alır. Ama insanlar böyledir: Bir kere karar verir, bir daha değişmeyeceğine hükmederler. İşte bu hüküm, insanın tekâmülüne vurulmuş bir kelepçedir.

Toplum mühendisliği, bir ölçüde insan mühendisliğidir. Ruhların sesini bastırmak, istidadları susturmak, iradeleri tek bir merkeze bağlamaktır. Oysa her insan, ayrı bir iklimdir. Biri bozkırda yeşerir, biri dağda serpilir, biri vadide gürleşir. Herkesi ovada yetiştirmeye çalışırsanız; ne zirve görürsünüz, ne özgünlükle karşılaşırsınız. Neticede, tek tip insan yetiştirme hevesi, tek tip düşünen, tek tip korkan, tek tip susan bir toplum meydana getirir.

İnsan, ölçü ister. Ruh ölçü ister. Aklın da, hissin de, hayatın da ölçüsü olmalıdır. Ama bu ölçü, kişiden kişiye farklılık gösterebilir. Adalet, herkese aynı gömleği giydirmek değil; herkese kendi ölçüsünde ve istidadında bir alan açabilmektir. Bu sebeple adaletin zıddı sadece zulüm değil, aynı zamanda taassup ve tek tipleştirmedir.

Bugün hâlâ yüz yıl öncesinin gömleğini çıkaramayanlar, o gömleği topluma da zorla giydirmek istiyor. Gömlek dar, millet nefes alamıyor. Bu daralmışlık; sanatın fakirleşmesinde, düşüncenin cılızlaşmasında, siyasetin kısırlaşmasında kendini gösteriyor. Çünkü gömlek daraldıkça, kalp de sıkışıyor, fikir de.

Terzi gibi olmak gerek. Herkesi yeniden ölçmek, yeni bir bakışla görmek, insanı ve toplumu her seferinde yeniden anlamaya çalışmak gerek. Eski kalıpları, eski etiketleri, eski zanları yırtıp atmak gerek. Ancak o zaman insanı insan yapan hakikate yaklaşabiliriz.

Özet: Toplum mühendisliği, insanları tek tipleştirmeye çalışan dar bir anlayışın adıdır. Herkese aynı modeli dayatmak, bireysel farklılıkları yok saymak demektir. Oysa her insanın ölçüsü farklıdır. Bir bilgenin terzisini sevme hikâyesi, bu gerçeği veciz biçimde anlatır: Gerçek adalet ve hikmet, herkese kendi ölçüsünü vermekle mümkündür. Tek tipleştirme yerine, terzi gibi her insana özel ölçü alarak yaklaşmak, toplumun gelişmesi için en doğru yoldur.

 




Zamanımızın Ebu Lehebleri ve Modern Cehennem Oduncuları

Zamanımızın Ebu Lehebleri ve Modern Cehennem Oduncuları

Tarih değişiyor, zaman ilerliyor; fakat hak ile batılın mücadelesi aynı şiddetle devam ediyor. Mekke sokaklarında taş yağdıran ellerin yerini, bugün mürekkep kirleten kalemler aldı. Ebu Leheb’in eli kurudu, bedduası Kur’ân’da mühürlendi. Ama onun zihniyeti, bugün dahi zihinleri ve kalpleri karartmaya devam ediyor. Zamanımızda da Ebu Lehebler var, hem de daha sofistike, daha sistemli, daha organize bir şekilde. Cehennem odunlarını taşımaktan geri durmayan bu oduncular, yeni yüzyılın karikatürleriyle, ekranlarıyla, köşe yazılarıyla iman nuruna saldırıyor.

Leman gibi yayın organlarının Hz. Peygamber Efendimize karşı yaptığı alçakça karikatürler, aslında bir fikir özgürlüğü meselesi değil, iman düşmanlığının çirkin suretidir. Bunu “mizah” ya da “eleştiri” kisvesiyle meşrulaştırmaya çalışmak, bizzat o çirkinliğe ortak olmaktır. Bir hakikatin, en mukaddes ve en mahrem noktasına uzanan bu eller, yedi okyanusun suyu ile dahi temizlenemeyecek bir pisliğe bulaşmıştır. Çünkü bu nefret, kuru bir inkâr değil, bilinçli bir düşmanlık, tarihsel bir kin ve cehennemlik bir kibirdir.

Bu karanlıkta dikkat çeken bir başka nokta ise, Türkiye’deki solun inançla kurduğu yapay ve ikiyüzlü ilişkilerdir. Batı’daki sol, laiklik ile dini belli bir düzlemde uzlaştırma çabası göstermiştir; en azından bazıları dini bir fenomen olarak anlamaya çalışmıştır. Ama Türkiye’deki sol; dine mesafeli değil, düşmanca yaklaşmıştır. Komünist Rusya’dan esinlenen materyalist ideoloji, Türk solunun köklerine işlemiş, dinî değerlere tahammülsüzlüğü beslemiştir. Her fırsatta dinî olana düşmanca bir tutumla saldırmak, bu zihniyetin genetik kodlarına kazınmıştır. Bugün Rusya’da komünizm yerini yeni arayışlara bırakmışken, Türkiye’deki bazı kesimler hâlâ Ebu Leheb’in kurumuş ellerini diriltmeye çalışmaktadır.

Ebu Leheb sadece bir kişi değildi; bir tavırdı, bir kibirdi, bir inkârdı. Peygamberin çağrısına kulak tıkayan, Hakk’a düşmanlıkta ısrar eden bir kibir timsaliydi. Bugün de onun torunları, kalemle taş atıyor, ekranlarla mızrak fırlatıyor. Modern çağın Ebu Cehilleri, farklı maskeler taksalar da ruhen aynılar: hakikate düşman, imana kinli, vicdana uzak…

Arif Nihat Asya’nın şuuru ve çığlığı hâlâ yankılanıyor:

> “Ebu Leheb ölmedi ya Muhammed, Ebu Cehil kıtalar dolaşıyor…”

Bu sadece bir edebi söylem değil, bir hakikatin haykırışıdır. Bu çağda da, adaletin sesi kısıldığında, Resûlullah’ın rahmet çağrısı boğulmak istendiğinde; karanlık tekrar öne çıkar. Ama tarih şahitlik eder ki; karanlık ne kadar büyürse büyüsün, bir tek nur onu deler geçer.

Bugün, her mü’minin vazifesi sadece üzülmek değil, aynı zamanda uyanmak, uyarılmak ve uyarıcı olmaktır. Çünkü suskunluk, batılın güç kazanmasına vesile olur. İman ehli, Ebu Leheblerin iftirasına karşı hakikatin nurunu taşımakla mükelleftir.

Ve bu çağrının, bu feryadın, bu direnişin en ön safında yine Peygamber ahlâkı, merhameti ve adaleti olmalıdır. Çünkü biz, intikam değil izzet; kin değil hikmet taşıyan bir ümmetiz.

Özet: Bu makalede, Hz. Peygamber’e yapılan hakaretlerin sadece bir yayın ya da karikatür meselesi değil, köklü bir iman düşmanlığının tezahürü olduğu anlatılmıştır. Türkiye’deki solun dine yönelik mesafeli değil, düşmanca bir tavır içinde olduğu vurgulanmış, bu tavrın geçmişteki Ebu Leheb ve Ebu Cehil zihniyetiyle benzerlik taşıdığı ifade edilmiştir. Arif Nihat Asya’nın veciz dizeleriyle hatırlatılan bu hakikat, bizleri suskunluk yerine hakikati savunmaya çağırmaktadır. Çünkü Ebu Lehebler bitmedi; ama onların karşısında dimdik duran bir ümmet hâlâ var.

 




Gazze’de Zalim Haritalar, Sağır Dünyalar

Gazze’de Zalim Haritalar, Sağır Dünyalar

Gazze’de toprak, haritadan silinmek; halkı ise hayattan koparılmak isteniyor. İsrailli bir bakanın açıkladığı “sürgün haritası”, bir askeri plan değil; açık bir soykırım manifestosudur. Bu harita; taş üstünde taş bırakmamaya, bir halkı yerinden etmeye, yaşanmışlıkları, hatıraları ve bir milleti haritadan kazımaya yönelik kirli bir projenin parçasıdır.

Dünyanın gözü önünde, BM’nin sessiz çığlıklarıyla belgelenen bir gerçek var: 580 masum insan, yalnızca bir parça yardıma ulaşmak isterken öldürüldü. Üstelik bu rakam sadece birkaç haftalık bir dönemi kapsıyor. 20 ayda ölenlerin sayısı 100 bini geçti. Bu, yalnızca bir savaşın bilançosu değil; vicdanların iflasıdır.

Amerika Birleşik Devletleri’nin İsrail’e gönderdiği milyar dolarlardan sonra şimdi de 510 milyon dolarlık cephane paketi, sadece silah değil; aynı zamanda bu soykırıma verilen diplomatik ve stratejik destektir. Gazze’de parçalanan bedenlerin, kopan başların, yerle bir edilen evlerin arkasında sadece İsrail yok. O tetiği çeken parmak tek değil; onu tutan, temizleyen, besleyen nice güçler var.

Üstelik İsrail artık sadece konvansiyonel silahlarla değil, nükleer tehdit üzerinden de bölgede terör estiriyor. 90’a yakın nükleer başlığa sahip olduğu tahmin edilen İsrail, “tehdit altında hissedersem kullanırım” deme küstahlığını gösterecek kadar gözü dönmüş durumda. Bu, yalnızca Gazze için değil, tüm insanlık için bir tehdittir.

İşte böyle bir ortamda; Gazze’de bir baba, parçalanmış evladının başını kucağında tutarken ağlıyor. Bu feryat, yeryüzünden gökyüzüne yükseliyor. Arş’ı titretiyor ama ne yazık ki yeryüzündeki sağır kulaklara ulaşmıyor. Bu sahne sadece bir dram değil, insanlığın tükenişidir.

Evet, bu çağda bir kavim yalnızca bedenleriyle değil, hatıraları, kültürleri, toprakları, isimleri ve inançlarıyla yok edilmek isteniyor. Ve bu, uluslararası hukuk, insan hakları, vicdan ve ahlak gibi bütün evrensel değerlerin yüzüne atılmış kanlı bir tokattır.

Ancak unutmamalıyız:
Firavunlar vardı, ama Musa da vardı.
Nemrutlar hükmetti, ama İbrahim ateşin ortasından yürüdü.
Ebu Leheb’ler azıttı, ama Muhammed (sav) nurlarıyla karanlıkları yardı.

Bugünün zalimlerini güçlü kılan, sadece silahları değil; mazlumların dağınıklığı, ümmetin suskunluğudur. Ancak tarih bize hep şunu gösterdi: Mazlumun ahı arşa çıkar, arştan inerken kâinatı titreten bir hesap olur.

Şimdi sıra bizde.
Kimin yanında duracağız?
Sessiz kalanlardan mı olacağız, yoksa o sağır dünyalara gerçekleri haykıranlardan mı?

İşte bu sorunun cevabı, yalnız Gazze’nin değil, bizim de ahiretimizi belirleyecek.

Özet:
Bu makalede, İsrail’in Gazze’yi haritadan silmeye yönelik sürgün planı, ABD’nin verdiği mühimmat desteği ve nükleer tehdit boyutu üzerinden modern zamanların soykırımı gözler önüne serilmektedir. 580 Filistinlinin yardım konvoylarına ulaşmak isterken öldürülmesi, insanlığın ve uluslararası vicdanın çöküşüdür. Makale, zalimlerin cesaretini mazlumların suskunluğundan aldığını, ama hakikatin sonunda mutlaka galip geleceğini vurgular. Mazlumun duası, zalimin gücünden daha büyüktür.

 




Gazze’de Zalim Haritalar, Sağır Dünyalar

Gazze’de Zalim Haritalar, Sağır Dünyalar

Gazze’de toprak, haritadan silinmek; halkı ise hayattan koparılmak isteniyor. İsrailli bir bakanın açıkladığı “sürgün haritası”, bir askeri plan değil; açık bir soykırım manifestosudur. Bu harita; taş üstünde taş bırakmamaya, bir halkı yerinden etmeye, yaşanmışlıkları, hatıraları ve bir milleti haritadan kazımaya yönelik kirli bir projenin parçasıdır.

Dünyanın gözü önünde, BM’nin sessiz çığlıklarıyla belgelenen bir gerçek var: 580 masum insan, yalnızca bir parça yardıma ulaşmak isterken öldürüldü. Üstelik bu rakam sadece birkaç haftalık bir dönemi kapsıyor. 20 ayda ölenlerin sayısı 100 bini geçti. Bu, yalnızca bir savaşın bilançosu değil; vicdanların iflasıdır.

Amerika Birleşik Devletleri’nin İsrail’e gönderdiği milyar dolarlardan sonra şimdi de 510 milyon dolarlık cephane paketi, sadece silah değil; aynı zamanda bu soykırıma verilen diplomatik ve stratejik destektir. Gazze’de parçalanan bedenlerin, kopan başların, yerle bir edilen evlerin arkasında sadece İsrail yok. O tetiği çeken parmak tek değil; onu tutan, temizleyen, besleyen nice güçler var.

Üstelik İsrail artık sadece konvansiyonel silahlarla değil, nükleer tehdit üzerinden de bölgede terör estiriyor. 90’a yakın nükleer başlığa sahip olduğu tahmin edilen İsrail, “tehdit altında hissedersem kullanırım” deme küstahlığını gösterecek kadar gözü dönmüş durumda. Bu, yalnızca Gazze için değil, tüm insanlık için bir tehdittir.

İşte böyle bir ortamda; Gazze’de bir baba, parçalanmış evladının başını kucağında tutarken ağlıyor. Bu feryat, yeryüzünden gökyüzüne yükseliyor. Arş’ı titretiyor ama ne yazık ki yeryüzündeki sağır kulaklara ulaşmıyor. Bu sahne sadece bir dram değil, insanlığın tükenişidir.

Evet, bu çağda bir kavim yalnızca bedenleriyle değil, hatıraları, kültürleri, toprakları, isimleri ve inançlarıyla yok edilmek isteniyor. Ve bu, uluslararası hukuk, insan hakları, vicdan ve ahlak gibi bütün evrensel değerlerin yüzüne atılmış kanlı bir tokattır.

Ancak unutmamalıyız:
Firavunlar vardı, ama Musa da vardı.
Nemrutlar hükmetti, ama İbrahim ateşin ortasından yürüdü.
Ebu Leheb’ler azıttı, ama Muhammed (sav) nurlarıyla karanlıkları yardı.

Bugünün zalimlerini güçlü kılan, sadece silahları değil; mazlumların dağınıklığı, ümmetin suskunluğudur. Ancak tarih bize hep şunu gösterdi: Mazlumun ahı arşa çıkar, arştan inerken kâinatı titreten bir hesap olur.

Şimdi sıra bizde.
Kimin yanında duracağız?
Sessiz kalanlardan mı olacağız, yoksa o sağır dünyalara gerçekleri haykıranlardan mı?

İşte bu sorunun cevabı, yalnız Gazze’nin değil, bizim de ahiretimizi belirleyecek.

Özet:
Bu makalede, İsrail’in Gazze’yi haritadan silmeye yönelik sürgün planı, ABD’nin verdiği mühimmat desteği ve nükleer tehdit boyutu üzerinden modern zamanların soykırımı gözler önüne serilmektedir. 580 Filistinlinin yardım konvoylarına ulaşmak isterken öldürülmesi, insanlığın ve uluslararası vicdanın çöküşüdür. Makale, zalimlerin cesaretini mazlumların suskunluğundan aldığını, ama hakikatin sonunda mutlaka galip geleceğini vurgular. Mazlumun duası, zalimin gücünden daha büyüktür.

 




Kabrin Ötesine Yatırım: Gerçek Lezzet ve Saadet Nerede?

Kabrin Ötesine Yatırım: Gerçek Lezzet ve Saadet Nerede?

İnsan, yaratılış itibarıyla ebediyet arayışında olan bir varlıktır. Fıtratında sonsuzluk özlemi vardır. Fakat çoğu zaman bu özlemi, geçici dünyalıklarla tatmin etmeye çalışır. Oysa insanın kalbini doyuracak olan ne servet, ne şöhret, ne de makamdır. Kalbin asıl huzuru ve ruhun gerçek saadeti, kabrin ötesine hazırlık yapmakla elde edilir.

> “Kabrin arkası için çalışınız. Hakiki saadet ve lezzet ondadır.”
(Mektubat, Said Nursî)

Bu söz, hayatın yönünü ve gayesini bize açıkça hatırlatıyor: Gerçek mutluluk, ölümden sonrasına hazırlıktadır.

  1. Kabir: Hakikatin Başlangıcı

Kabir, birçok insan için sadece bir son gibi görünse de, hakikatte bir başlangıçtır. Dünya, bir misafirhane; kabir ise ebediyet diyarına açılan ilk kapıdır. Tıpkı doğan bir bebeğin annesinin rahminden bu hayata geçmesi gibi, insan da kabirden ebedî âleme intikal eder.

Kabre imanla giren için orası Cennet bahçelerinden bir bahçedir. Dünyada sadece Allah için yaşayıp amel eden için orası bir rahmet menzili olur. Ama gafletle geçen bir ömrün ardından kabir, karanlık bir yalnızlık ve pişmanlık diyarı olabilir.

  1. Saadet Nerede?

Dünya hayatı, fani bir gölgeden ibarettir. Bu dünyadaki nimetler, lezzetler sınırlıdır. Yedikçe tükenir, sevindikçe solar, kazandıkça yoruluruz. Çünkü dünya, asıl değil; bir imtihan sahnesidir.

İnsan bu dünyada ne kadar lezzet ve huzur ararsa arasın, onu tam manasıyla bulamaz. Zira insan, ebed için yaratılmıştır. Geçici lezzetlerle ebedî saadet elde edilemez.

> “İnsanın saadeti, saadet-i ebediyededir.”
Çünkü kalbin huzuru, ruhun lezzeti; ancak ebedî bir mükâfatla tatmin olur.

  1. Nereye Yatırım Yapıyoruz?

Dünyada herkes çalışır, kazanır, biriktirir. Ama akıllı insan, faniye değil, bakiye yatırım yapar. Bir tüccar, zarar edeceği kesin olan bir mala yatırım yapmaz. Fakat insan, çoğu zaman dünya için çalışırken, kabir ötesini unutup zarara düşer.

Kabrin arkasına çalışmak demek:

İhlâsla ibadet etmek,

Kul hakkından kaçınmak,

Salih amel işlemek,

Allah için yaşamak,

Hayır hasenatta bulunmak,

Geride güzel bir iz bırakmaktır.

Dünyada bu amellerle yatırım yapanlar, kabirde sermayesini bozduran hakiki kazananlardır.

  1. Kabir Kapısını Gülümseyerek Açanlar

Tarih boyunca nice insanlar vardı ki, kabrin arkasına çalıştıkları için ölümü bir terhis, kabri ise bir ziyafet kapısı olarak karşıladılar. Peygamberler, sahabeler, evliyalar ve sadık müminler için ölüm bir korku değil, vuslattı. Çünkü hayatlarını ebed için yaşamışlardı.

Bugün de, bir insan Allah’a kavuşmayı seven bir hayat yaşarsa; Allah da onu kavuşulacak bir dost gibi karşılayacaktır.

  1. Düşündürücü Bir Soru:

> “Bir yolculuğa çıkacak olsanız, gideceğiniz yere göre hazırlık yaparsınız.
O halde en uzun ve sonsuz yolculuğumuz olan ölüm yolculuğu için ne kadar hazırlık yapıyoruz?”

Kabrin arkası boş bırakılırsa, dünya ne kadar dolu olursa olsun, insan içten içe boş kalır. Çünkü saadetin kaynağı kabrin arkasındadır, dışı değil içi süslemek gerekir.

Sonuç ve Özet

Kabir, son değil; ebedî hayatın kapısıdır.

Gerçek saadet ve lezzet, geçici dünyada değil; kabir arkasındaki ebedî hayatta gizlidir.

Kabrin arkasına çalışmak; iman, ibadet, ahlâk ve salih amel ile mümkün olur.

Dünya için yaşayan, dünyada kalır. Ahiret için çalışan, ebedî saadete kavuşur.

Akıllı insan, faniyi değil bâki olanı kazanmak için çalışır.

> Unutma:
Kabir sana doğru geliyor. Ona eli boş gitmek mi, dolu dolu gitmek mi istersin?

 




Tevhid İnancından Toplumsal Birliğe: İman Birliği Kalpleri de Birleştirir

Tevhid İnancından Toplumsal Birliğe: İman Birliği Kalpleri de Birleştirir

> “Evet, tevhid-i imanî elbette tevhid-i kulûbü ister. Ve vahdet-i itikad dahi vahdet-i içtimaiyeyi iktiza eder.”
(Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat)

İman, sadece bir düşünce biçimi değil; insanın kalbini, aklını, ruhunu ve toplumsal davranışlarını şekillendiren köklü bir hakikattir. Tevhid inancı, yani Allah’ın birliğine kesin iman; beraberinde sadece kişisel bir teslimiyeti değil, aynı zamanda kalplerin, duyguların ve hedeflerin birleşmesini de gerektirir. Bu yönüyle tevhid, sadece inanç değil, ahlakî, siyasî ve içtimaî bir birliğin de temelidir.

  1. Tevhid-i İmanî: İnançta Birlik

Tevhid, İslam’ın özüdür. Allah’a tek ilah olarak iman etmek; O’ndan başka ilah olmadığını kabul etmektir. Bu iman kalpte yer ettiğinde, insana tevazu, teslimiyet, adalet, kardeşlik ve sorumluluk bilinci kazandırır. Çünkü her şeyi yaratan bir Rabbe inanan insan, mahlukata karşı kibirlenemez, zulmedemez ve bencilleşemez.

Tevhid inancı, her bireyin aynı merkeze yönelmesini sağlar. Tıpkı pusulası kıbleye dönen yüz binlerce insanın bir safta birleşmesi gibi, tevhid de insanları manevî olarak hizaya getirir.

  1. Tevhid-i Kulûb: Kalplerde Birlik

Tevhid inancı sadece akıl işidir sanılmamalıdır; o, aynı zamanda kalbin birlik arzusudur. İmanı ortak olanların kalbi de ortak hedeflerde buluşur. Kalplerin birleşmesi, kardeşliğin, merhametin ve dayanışmanın doğmasına vesile olur.

Kalplerin birleşmesi, toplumsal huzurun mayasıdır. Farklılıklar düşmanlık değil, zenginlik olur. Çünkü aynı Rabbe, aynı Peygambere, aynı Kitaba ve aynı kıbleye inananlar, ayrılıktan değil; beraberlikten beslenir.

> “Müminler ancak kardeştir.”
(Hucurat, 10)

  1. Vahdet-i İtikad: İnançta Ortaklık

Bir toplumda insanların inanç temelleri ne kadar ortak ve sahihse, o toplumun huzuru da o kadar kuvvetlidir. Vahdet-i itikad (inanç birliği), farklı kesimlerin birbirine güvenle bakmasını, düşmanlık yerine dayanışmayı tercih etmesini sağlar.

Bu yüzden Kur’an, Müslümanları inançta bölünmemeye çağırır:

> “Hepiniz Allah’ın ipine sımsıkı sarılın, tefrikaya düşmeyin.”
(Âl-i İmrân, 103)

İtikad birliği; siyasî birlik, ekonomik adalet, toplumsal huzur ve ortak gelecek inşası gibi birçok alana sirayet eder. Bu birlik yoksa toplum, bireyci, çıkarcı ve dağınık hale gelir.

  1. Vahdet-i İçtimaiye: Toplumsal Birlik

Bir milletin güçlü olması sadece ordusuyla, teknolojisiyle, ekonomik gücüyle değil; kalplerin ve inançların birliğine bağlıdır. Eğer insanlar farklı ilahlar edinmiş gibi farklı yönlere savrulursa, o toplum bir vücut olmaktan çıkar, bir enkaza dönüşür.

İman birliği varsa; toplumda adalet, merhamet, yardımlaşma ve güven olur. Çünkü iman eden bilir ki, yaptığı her iş Allah’ın gözetimindedir. Hesapsız hareket edemez, zulmedemez.

  1. Hikmetli Bir Misal:

Bir millet düşünün, hepsi bir çadırın içinde ama çadırın direği kırılmış. Her biri başka tarafa çekiyor, çatışıyor, birbirine düşman oluyor. Çünkü onları bir arada tutan tevhid direği ya eğilmiş ya da unutulmuş.

Oysa tevhid, kalplerin tek bir hakikatte birleştiği köklü bir mihverdir. Bu mihver etrafında dönen toplum, iç çatışmadan, kargaşadan ve dağılmaktan korunur.

Sonuç ve Özet

Tevhid-i imanî (inanç birliği), sadece kişisel bir hakikat değil; toplumsal birliğin de temelidir.

Kalplerin birleşmesi (tevhid-i kulûb), inanç birliğinin doğal sonucudur.

İtikad birliği, toplumsal düzenin ve huzurun ruhudur.

Bu birlik yoksa, toplumda fitne, çatışma ve kargaşa hüküm sürer.

Bu sebeple Müslümanlar, iman birliğiyle kalplerini, kalp birliğiyle toplumlarını birleştirmelidir.

> Unutma!
Aynı Allah’a inananlar, aynı kalpte birleşmeli; aynı kalpte birleşenler, aynı ümmet olmalı.

 




Uyku ile Rüya, Ölüm ile Hayal: Gerçek ile Gayb Arasındaki İnce Hat

Uyku ile Rüya, Ölüm ile Hayal: Gerçek ile Gayb Arasındaki İnce Hat

İnsan hayatı, iki dünya arasında kurulmuş hassas bir köprü gibidir. Bu köprünün üzerinde yürürken kimi zaman uyanığız, kimi zaman ise uykudayız. Zaman olur ölümün eşiğinde dururuz, zaman olur bir hayalin içinde kayboluruz. Peki, uyku ile rüya, ölüm ile hayal arasında nasıl bir ilişki vardır? Bunlar birbirine benzer mi, yoksa sadece görünüşte mi ortaklık taşırlar?

  1. Uyku: Ölümün Kardeşi

Kur’ân-ı Kerîm, uykuyu ölümün bir nevi provası olarak tanımlar:

> “Allah, ölümleri anında nefisleri ve ölmeyenleri de uykularında alır…”
(Zümer Suresi, 42. Ayet)

Bu ayet, uykunun bir tür nefsî ayrılık olduğunu, yani ruhun bedenden kısmen ayrıldığını bildirir. Uyku sırasında ruh, sınırlı bir özgürlüğe kavuşur; bu da rüyaların doğmasına imkân tanır. Ölüm ise bu ayrılığın kalıcı ve mutlak olanıdır. Yani uyku, ölümün gölgesi gibidir; her gece yaşanır ama sabah uyanmak nasip olursa tekrar diriliş yaşanır.

  1. Rüya: Gaybın Penceresi mi, Beynin Oyunu mu?

Bilimsel açıdan, rüya; beynin REM (hızlı göz hareketi) evresinde ortaya çıkan, geçmiş yaşantılar, bilinçaltı ve dış uyaranların harmanlanmasıyla oluşan elektriksel görüntüler dizisidir. Ancak bu açıklama, her rüyanın kaynağını tam olarak izah edemez. Zira bazı rüyalar gaybî bilgi ihtiva eder, bazıları ise ilham mahiyetindedir.

Dini açıdan, rüya üçe ayrılır:

  1. Rahmanî Rüyalar – Allah’tan bir müjde veya ikaz ihtiva eder. (Örnek: Hz. Yusuf’un rüyaları)
  2. Nefsî Rüyalar – Kişinin zihinsel ve psikolojik durumundan kaynaklanır.
  3. Şeytanî Rüyalar – Vesvese, korku veya karışıklık veren rüyalardır.

Rüya, ruhun özgürlük alanıdır. Bedeni engellerin kalktığı, zaman ve mekân kayıtlarının silindiği bu âlem, aynı zamanda ölüm sonrası hayatın küçük bir örneğidir. Rüya âlemiyle ahiret âlemi arasında benzerlikler olması, uyku hâlini ölümün kardeşi yapan bir diğer işarettir.

  1. Hayal: İdrakin Ötesi mi, Ruhun Sesi mi?

Hayal, çoğu zaman gerçek olmayanla ilişkilendirilir. Oysa hayal, sadece olmayanı değil; henüz gerçekleşmemiş olanı da kapsar. Hz. Peygamber’in (sav) ifadesiyle:

> “Rüya, nübüvvetin kırk altı cüzünden bir cüzdür.”
(Buhârî, Ta’bîr, 5)

Burada “rüya”nın, vahyin bir cüzü olarak değerlendirilmesi, onun basit bir hayal ürünü olmadığını gösterir. Hayal, kimi zaman ilhamdır, kimi zaman kalbin penceresidir. Ölüm de tıpkı hayal gibi bilinmeyen bir âleme açılan bir kapıdır. Bu açıdan bakıldığında:

Hayal: Ruhun zaman ve mekânı aşan tasavvuru,

Ölüm: Ruhun beden engelinden kurtulup sonsuz âleme geçişi,

Rüya: Bu iki hâlin kesişim noktasıdır.

  1. Hikmetli Bir Denge: Uyuyup Rüya Gören, Ölüp Dirileceğine de İman Eder

Geceleri uyuyup sabah uyanan insan, her gece küçük bir ölümü yaşar. Her sabah bir dirilişe uyanır. Bu tekrar eden dönüş, insana ahireti, kıyameti, berzahı ve yeniden dirilişi hatırlatır.

> “Gece ölü gibi yatan insan, sabah dirildiğini görünce bilmelidir ki; toprağa girip tekrar kalkacağı gün de gelecektir.”
(Hikmetli bir söz)

Rüya gören insan, görmediği âlemleri kabul etmeye daha yakın olur. Hayal kuran insan, bu dünya ile sınırlı olmadığını hisseder. Ölüm, tüm bu hazırlıkların gerçek bir sonuca dönüşmesidir.

Sonuç ve Özet

Uyku, geçici bir ölüm;

Rüya, ruhun zaman dışı yolculuğu;

Hayal, ruhun sonsuzluğu sezme kapasitesi;

Ölüm ise bu geçici hallerin sonsuza açılan kapısıdır.

Dini açıdan, bu bağlantılar insanın hem dünyaya hem ahirete dair derin tefekkür etmesini sağlar.
Bilimsel açıdan ise her bir unsur beynin ve ruhun işleyişine dair ipuçları sunar.

> Unutulmamalıdır ki:
Rüya görüp uyanan, hayal kurup düşünen, her gece ölüp sabah dirilen insan; elbette ebedî bir dirilişe de hazırlanmalıdır.

 




Sahipsiz Sanan Sergerdan: İnsan, Rabbini Tanımazsa Ne Olur?

Sahipsiz Sanan Sergerdan: İnsan, Rabbini Tanımazsa Ne Olur?

“Bu âvâre nev-i beşer içinde, bu perişan fâni dünyada; insan, sahibini tanımazsa mâlikini bulmazsa ne kadar bîçare sergerdan olduğunu herkes anlar.

   Eğer sahibini bulsa mâlikini tanısa o vakit rahmetine iltica eder, kudretine istinad eder. O vahşetgâh dünya, bir tenezzühgâha döner ve bir ticaretgâh olur.”
Mektubat

Giriş: Avârelikten İstikrara

Zamanın girdabında savrulan insan, nereden gelip nereye gittiğini sorgulamadıkça; ne için yaşadığını bilmedikçe, kendini bir çölde yönsüz yürüyen bir yolcu gibi hisseder. Dünya, o zaman neşesiz bir perişanlık yurdu, hayat da manasız bir koşuşturma haline gelir. Bediüzzaman, bu hakikati derin bir veciz ifadeyle şöyle dile getirir:

> “Bu âvâre nev-i beşer içinde, bu perişan fâni dünyada; insan, sahibini tanımazsa, mâlikini bulmazsa, ne kadar bîçare sergerdan olduğunu herkes anlar.”

Sahipsizlik: Kalbin En Büyük Yalnızlığı

İnsan sahip arar; çünkü fıtratında bağlılık vardır. Sahipsizlik, en büyük boşluktur. Kendi kendine yetemeyen, ihtiyaçlarının hiçbirini bizzat karşılayamayan insan, gerçek sahibini tanımadıkça iç huzura ulaşamaz.

İnsan, yalnızca bir biyolojik varlık değildir. O, ruhuyla, kalbiyle, duygularıyla sonsuzluk isteyen, her şeyin farkında olan bir misafirdir. Bu sonsuzluk ihtiyacını ve emniyet arayışını, sadece gerçek sahibi olan Allah’ı tanımakla karşılayabilir. Aksi takdirde ruh, boşlukta sallanan bir dal gibi çırpınır durur.

Mantık: Sahibini Tanımayan, Yolunu Kaybeder

Bir köyde bile sahipsiz bir hayvanın perişanlığı görülürken, kâinat kadar büyük bir şehir olan dünyada, sahipsiz olduğunu sanan bir insanın ne kadar şaşkın ve çaresiz kalacağı açıktır.

Düşünün ki;

Kime dayanacağını bilmeyen,

Kimin merhametine sığınacağını tanımayan,

Kime hesap vereceğini unutan bir insan;
neye göre yaşar, neye göre karar verir?

İşte bu belirsizlik, insanı ya bencilliğe, ya anlamsızlığa, ya da dalalete sürükler. Oysa sahibini tanıyan insan; rotasını kaybetmez, istikameti bellidir, hedefi ebedîdir.

İltica ve İstinad: Kurtuluşun Yolu

> “Eğer sahibini bulsa, mâlikini tanısa; o vakit rahmetine iltica eder, kudretine istinad eder.”

Bu cümle, insanın iki temel ihtiyacını karşılayan iki kudsî dayanağı işaret eder:

İltica: Merhamete sığınma

İstinad: Güce dayanma

İnsan zayıftır, korkar; belalara karşı dayanaksızdır. İşte bu acziyetin ilacı, Allah’ın rahmetine sığınmak ve kudretine dayanmakla bulunur. İşte o zaman, dünya bir “vahşetgâh” (korku yurdu) olmaktan çıkar; bir tennezzühgâha (dolaşma ve ibret alma yerine) ve ticaretgâha (kazanç yeri) dönüşür.

İbret: Dünya ya Vahşetgâh ya Ticaretgâh

Allah’ı tanımayan için dünya;

Vahşet yurdudur: Her şey korkutucudur, belirsizdir.

Fâni pazardır: Hiçbir şey kalıcı değildir, elden çıkar.

Sergerdan bir sahnedir: Ne nereden geldiği, ne nereye gittiği bellidir.

Ama Allah’ı tanıyan için dünya;

Tenezzühgâhtır: İbretle dolaşılacak bir sanat sergisidir.

Ticaretgâhtır: Ebedî âleme yatırım yapılan bir pazardır.

Misafirhane-i Rahmân’dır: Her şey Rahmân’ın izniyle hizmet eden nimetlerdir.

Sonuç: Sahibini Tanıyan Hürdür, Tanımayan Sürgündedir

Sahibini tanıyan insan;

Kalbinde emniyet duyar.

Hayatına istikamet bulur.

Korkuların yerini tevekkül alır.

Sahipsizlikten doğan yalnızlıktan kurtulur.

Dünya onun için sadece bir durak olur, menzil ebediyete döner.

Ama sahibini tanımayan insan, görünüşte özgür gibi olsa da; nefsin esiri, şeytanın oyuncağı ve dünyanın sürgünü haline gelir.

Özet:

İnsan, sahibini tanımazsa, dünyada şaşkın ve sahipsiz bir yolcu gibi olur.

Allah’ı tanımak, insana hem sığınacak bir rahmet, hem dayanacak bir kudret verir.

Bu tanıma ile dünya, vahşet yurdu olmaktan çıkar, tenezzüh ve ticaret yurduna dönüşür.

Sahibini tanıyan insan, hem dünyasını hem ahiretini mamur eder; tanımayan ise sergerdan kalır.

> Son söz:
“Sahibini bulan, kendini bulur. Sahibini unutan, hem kendini kaybeder, hem hayatını.”

 




Sultan-ı Kâinat: Her Şeyin Sahibine Dayanan Kurtulur

Sultan-ı Kâinat: Her Şeyin Sahibine Dayanan Kurtulur

Giriş: Çoklukta Boğulmak mı, Bir’e Dayanmak mı?

Dünya hayatı, karmaşık ihtiyaçlarla ve bitmek bilmeyen korkularla örülü bir yolculuktur. İnsanoğlu her an bir şey ister, her an bir şeyden korkar. Kimi zaman rızık derdine düşer, kimi zaman hastalıktan endişelenir. Kimi zaman insanlardan medet umar, kimi zaman da olayların altında ezilir. Bu dağınıklık ve çaresizlik içinde hakiki bir dayanak, sarsılmaz bir dayı arar durur. İşte Bediüzzaman, bu noktada bize kainatın en temel gerçeğini fısıldar:

> “Sultan-ı kâinat birdir. Her şeyin anahtarı onun yanında, her şeyin dizgini onun elindedir. Her şey onun emriyle halledilir. Onu bulsan her matlubunu buldun; hadsiz minnetlerden, korkulardan kurtuldun.”

Tevhid: Dağınıklıktan Birliğe

Bu cümlelerin özü “tevhid”dir; yani Allah’ın birliği ve her şeyin doğrudan O’nun tasarrufunda olduğu hakikati. İnsan, eğer kainattaki her şeyi sebeplere bağlarsa, sayısız güç merkezinin, tesadüflerin, kuvvetlerin esiri olur. Halbuki gerçek şudur: Her şeyin hakiki sahibi ve hâkimi Allah’tır.

Bir çiçek açarken Allah’ın emriyle açar. Güneş O’nun izniyle doğar. Kalbin atışı, rızkın gelişi, ölümün gelişi hep O’nun takdiriyle olur. Sebepler sadece birer perdedir; işin aslı “Sultan-ı Kâinat”ın iradesindedir.

Mantık: Anahtarı Elinde Olanı Bulmak Yeterlidir

Düşünün: Koca bir saraya girmek için bin kapıyı tek tek zorlamaktansa, anahtarı elinde tutan tek kişiyi bulmak daha kolay ve mantıklıdır. İşte hayat da böyledir. Her kapının anahtarı ayrı kişideymiş gibi dağınık bir zihinle yaşamak insana ağır gelir. Fakat her şeyin anahtarının bir elde olduğunu bilmek ve o Zât’a yönelmek; insanı derin bir huzura ve güvene taşır.

İnsan, Allah’ı bulduğunda;

Korkularına siper bulur.

Minnetlere karşı izzet kazanır.

Kaygılara karşı tevekkül silahını kuşanır.

Belirsizliklere karşı ebedî bir rehber edinir.

İbret: Minnetlerin Köleliğinden Kurtulmak

İnsan, ihtiyaçlarını gidermek için bazen insanların kapısında eğilir, izzetini zedeler. Çoğu zaman karşılık bile göremez. Hâlbuki Bediüzzaman der ki:

> “Onu bulsan her matlubunu buldun; hadsiz minnetlerden kurtuldun.”

Allah’a yönelen, insanların rızasına değil, Allah’ın rızasına talip olur. Kalbinin kıblesi değişince, kimseye boyun eğmeye, kimsenin gönlünü hoş etmeye çalışmaya muhtaç kalmaz. Böylece izzetli bir kulluk, hür bir hayat başlar.

Hikmet: Korkuların Yerini Güven Alır

Hayat, bilinmezliklerle dolu olduğu için insan korkularla yaşar. Geleceğin meçhullüğü, hastalıklar, afetler, fakirlik ve ölüm korkusu… Bu korkulara karşı hangi kapıdan medet umacağız?

> “Her şey onun emriyle halledilir.”
Bu cümle, kalbi Allah’a dayayan bir mü’minin hiçbir şeyden korkmaması gerektiğini öğretir. Çünkü bir Zât var ki, kainattaki her şey O’nun emriyle işler. O dilemeden yaprak bile kıpırdamaz.

Sonuç: Bir’i Bulan, Her Şeyi Bulur

İnsan ne zaman Allah’ı tanırsa, dünya da ahiret de ona hizmetkâr olur. Çünkü artık karanlık içinde yolunu el yordamıyla bulan biri değil, ilahi bir Nur’a sarılan biridir. Allah’ı bilen, her şeyin sahibini bilmiştir. Her kapıyı açacak anahtarı bulmuştur. Ve o anahtarla bütün korkuların, sıkıntıların, kaygıların kilidi çözülecektir.

Özet:

Tevhid, insanı dağınıklıktan ve karmaşadan kurtarıp huzura eriştirir.

Allah, her şeyin anahtarı ve dizginine sahip olandır.

Allah’ı bulan, başka kapı çalmaya muhtaç olmaz.

İnsanları razı etmeye çalışmanın yerine, sadece Allah’ı razı etmeye yönelir.

Böylece minnetten, korkudan, zillet ve endişeden kurtulur.

“Sultan-ı Kâinat birdir.” Hakikati, hem bir tevhid dersi, hem de bir özgürlük manifestosudur.

> Son söz:
Bir’e dayanan, her şeyle baş eder. Çoklara bel bağlayan ise, hiçbir zaman huzur bulamaz.

 




Ölüm: Bir Son Değil, Sonsuzluğa Açılan Kapı

Ölüm: Bir Son Değil, Sonsuzluğa Açılan Kapı

“Sizlere müjde! Mevt idam değil, hiçlik değil, fena değil, inkıraz değil, sönmek değil, firak-ı ebedî değil, adem değil, tesadüf değil, fâilsiz bir in’idam değil. Belki bir Fâil-i Hakîm-i Rahîm tarafından bir terhistir, bir tebdil-i mekândır. Saadet-i ebediye tarafına, vatan-ı aslîlerine bir sevkiyattır. Yüzde doksan dokuz ahbabın mecmaı olan âlem-i berzaha bir visal kapısıdır.”
Mektubat

Giriş: Korkulan Hakikat mi, Unutulan Rahmet mi?

İnsan, doğumla dünyaya gözünü açar ve her gün biraz daha yaklaşır meçhul sandığı bir kapıya: ölüm. Lakin bu kapıdan içeri girmek istemez. Çünkü ölüm, zihinlerde çoğu zaman hiçlik, ayrılık, karanlık, korku ve yok oluş olarak kodlanmıştır. Bu sebeple insanlar ölümü konuşmaktan kaçar, ölümle yüzleşmemek için her yolu dener. Hâlbuki ölüm, sanıldığı gibi bir sona eriş değil; asıl yurda dönüş ve ebedî saadetin başlangıcıdır.

Hakikat: Ölüm İdam Değil, Terhistir

Bediüzzaman Said Nursî’nin Mektubat adlı eserinde yer alan şu ifadeler, mevtin hakikatini gözler önüne serer:

> “Mevt idam değil, hiçlik değil, fena değil, inkıraz değil, sönmek değil, firak-ı ebedî değil, adem değil, tesadüf değil, fâilsiz bir in’idam değil. Belki bir Fâil-i Hakîm-i Rahîm tarafından bir terhistir, bir tebdil-i mekândır.”

Bu sözlerde derin bir kelamî, mantıkî ve vicdanî izah vardır. Mevt, bir ceza değil, rahmettir. Askerin kışladan terhis edilip memleketine dönmesi gibi, insan da bu dünya kışlasından, hizmet süresini tamamladıktan sonra ebedî yurduna sevk edilir. Ölüm bir kopuş değil; rahmetle dolu bir kavuşma vesilesidir.

Mantık: Ölüm Olmasaydı Hayat Çekilmezdi

Düşünün ki ölüm olmasaydı, yaşlılık bitmeyen bir azap, hastalık sonsuz bir çile olurdu. Ölüm, rahmetin bir cilvesi olarak imdadımıza yetişiyor. Dünya dar bir misafirhane; ebedî kalmaya müsait değil. Sevdiğimiz ne varsa bizden kopup gitmekte… Fakat ölümle beraber bu kopan bağlar, ahirette daha sarsılmaz bir vuslata dönüşüyor.

Ayrıca ölüm, insanı tevazuya, sorumluluğa ve anlamlı bir hayata davet eder. Ölümü inkâr eden ya da yok sayan toplumlar; nefsanî hazlara, bencilliğe ve anlamsızlığa düşerler. Ölümü tanımak ise insanı erdemli bir hayatın yolcusu yapar.

İbret: Ahbapların %99’u Orada

Bediüzzaman aynı pasajda der ki:

> “Yüzde doksan dokuz ahbabın mecmaı olan âlem-i berzaha bir visal kapısıdır.”

Her insan, bu dünyada sevdiği nice dostunu, akrabasını, büyüklerini toprağa vermiştir. Geriye kalanlar da sırasını beklemektedir. O hâlde ölüm, firak değil vuslattır. Asıl ayrılık, dünya hayatının kendisindedir. Asıl hasret buradadır. Ölüm ise ayrılıklara son veren, ebedî dostlukları başlatan bir kavuşmadır.

Hikmet: Ölüm Olmadan Ebediyet Olmazdı

Eğer ölüm olmasaydı, sonsuzluk arzumuz, ebedî güzellik ihtiyacımız nasıl karşılanırdı? Ölüm, bu ihtiyacın kapısını açar. Dünya bir sınav salonudur; ölüm de sınavın bittiğini ilan eden zil gibidir. Bu zil çaldığında, insan ya mükâfatla ya da pişmanlıkla karşılaşır. Bu yüzden ölüm, yalnız bir sonuç değil; aynı zamanda hazırlık ve sorumluluk çağrısıdır.

Sonuç: Ölüm Korkulacak Değil, Anlaşılacak Bir Gerçektir

Ölümle ilgili asıl sorun, onun bizzat kendisinden değil, yanlış anlaşılmasından kaynaklanır. Onu hiçlik ve inkıraz olarak görmek; insanı karanlığa mahkûm eder. Oysa Kur’ânî perspektif ve Risale-i Nur’un bakışı, ölümü aydınlatır, iç yüzünü gösterir ve onu rahmet kapısı haline getirir.

Özet:

Ölüm, yokluk değil; asıl vatan olan âhirete geçiştir.

İdam değil, terhis; firak değil, visaldir.

Mantıken ve ruhen bakıldığında, ölüm hayatı anlamlandırır.

Ölümle kaybettiklerimizle ebedî buluşma vardır.

Ölüm, hazırlık ve farkındalık çağrısıdır; korkulacak değil, anlaşılacak bir gerçektir.

> Son söz:
Ölümü tanıyan, hayatı da doğru tanır. Çünkü hayatı anlamlı kılan, onun ebediyetle bağlanmasıdır. Bu bağ ise ölümün ardındaki rahmetle kurulur.

 




Kabir Bir Ayrılık Değil, Davetiyedir

Kabir Bir Ayrılık Değil, Davetiyedir

“Ey bîçareler! Mezaristana göçtüğünüz zaman, “Eyvah! Malımız harap olup sa’yimiz heba oldu, şu güzel ve geniş dünyadan gidip dar bir toprağa girdik.” demeyiniz, feryat edip meyus olmayınız. Çünkü sizin her şeyiniz muhafaza ediliyor. Her ameliniz yazılmıştır. Her hizmetiniz kaydedilmiştir. Hizmetinizin mükâfatını verecek ve her hayır elinde ve her hayrı yapabilecek bir Zat-ı Zülcelal, sizi celbedip yer altında muvakkaten durdurur. Sonra huzuruna aldırır. Ne mutlu sizlere ki hizmetinizi ve vazifenizi bitirdiniz. Zahmetiniz bitti, rahata ve rahmete gidiyorsunuz. Hizmet, meşakkat bitti; ücret almaya gidiyorsunuz. ”
Mektubat

Zahmetten Rahmete Yolculuk

Ölüm… Nice insana göre sonun adıdır. Malın bitişi, makamın yitimi, sevdiklerden ayrılış…
Birçok insan, mezarı yalnızlık, toprağı yok oluş olarak görür. Fakat bu yanlış bir bakıştır. Çünkü hayatın arkasında bir hikmet, ölümün ardında bir rahmet, kabirde ise bir sır vardır.

Bediüzzaman Said Nursî, ölüm anında yaşanabilecek bu gafleti ve hayreti şöyle dile getirir:

> “Eyvah! Malımız harap olup sa’yimiz heba oldu, şu güzel ve geniş dünyadan gidip dar bir toprağa girdik.” demeyiniz…

İşte bu feryat, ölümün sadece zahirine bakanların haykırışıdır. Oysa hakikate gözünü çevirenler için kabir, sadece bir “son” değil; bir çağrıdır, bir başlangıçtır, bir müjdeye açılan kapıdır.

  1. Kabir Bir Depo Değil, Bir Bekleme Salonu

İnsan kabre girdiğinde yok olmaz. Çünkü o artık “yokluk” denilen dipsiz karanlığa değil, “bekleyiş” denilen ilahi nizamın istirahatgâhına alınmıştır.

> “Çünkü sizin her şeyiniz muhafaza ediliyor. Her ameliniz yazılmıştır.”

Toprak, insanı unutur gibi görünse de, aslında onun dosyası göklerde çoktan açılmıştır.
Bir damla gözyaşı, bir gizli dua, bir gece uykusuzluğu, bir alın teri… Hepsi kayıtlıdır.

Bediüzzaman burada büyük bir hakikati haykırır:
Kabir, yok edici değil; bekletici bir duraktır.

  1. Ameller Kaybolmaz, Hizmet Zayi Olmaz

İnsan ölür; fakat yaptığı hizmetler kalır.

Yazdığı bir kitap,

Yetiştirdiği bir evlat,

Söylediği bir hakikat,

Verdiği bir sadaka…

Hepsi, amel defterine işlenmiş; silinmeyen bir sermayeye dönüşmüştür.
Ve hepsi bir gün, sahibine ücret olarak geri dönecektir.

> “Her hizmetiniz kaydedilmiştir. Hizmetinizin mükâfatını verecek bir Zat-ı Zülcelal…”

Bu söz, hem bir teselli hem bir ilandır:
Kimsenin emeği boşa gitmeyecek!
Dünyada görünmese de, öbür tarafta hepsi sahibini bekliyor olacak.

  1. Zahmetten Rahmete, Hizmetten Ücrete

Hayat, bir görev alanıdır. Ölümse, bu görevin sona erdiğini gösteren bir işarettir.

> “Ne mutlu sizlere ki hizmetinizi ve vazifenizi bitirdiniz. Zahmetiniz bitti, rahata ve rahmete gidiyorsunuz.”

Tıpkı bir askerin görevden terhis edilmesi gibi…
Artık nöbet yok, silah yok, soğuk yok… Sadece istirahat, huzur ve terfi var.

Ölüm, bu yönüyle sadece bir ayrılık değil; bir kabule çağrı, bir bayram sabahına uyanıştır.

  1. İman Gözlüğüyle Ölüm: Feryat Değil, Tebessüm

İnanan insan için ölüm bir düşman değil, bir habercidir.
Eğer bu dünyada bir imtihanı yaşadıysa, sabretti, ihlâs gösterdi, hizmet ettiyse; artık o kişiye “Ey mücahit kulum, sen artık kazandın!” denilecektir.

> “Hizmet, meşakkat bitti; ücret almaya gidiyorsunuz.”

Düşün ki bir işçi sabah işe başlar, gün boyu çalışır. Akşam olduğunda yorgun ama huzurludur. Çünkü bilir ki mesai bitti, maaş verilecek.
İşte kabir de bu “akşamın kapısıdır.”
O yüzden feryat değil, ferahlık hissedilmelidir.

Sonuç ve Özet

Ölüm, dünya gözlüğüyle bakıldığında bir ayrılıktır. Ama iman gözlüğüyle bakıldığında bir vuslattır, bir buluşmadır, bir terhistir.
Bediüzzaman’ın bu ifadeleri, bizlere ölümü korkulacak değil, hazırlanılacak bir hakikat olarak tanıtır.
Kabir, bir yok oluş değil; beklenilen bir istirahatgah, kazanılmış ücretin alınacağı bir kapıdır.

Özetle:

Ölümle her şey bitmez; her amel korunur ve yazılır.

Kabir, yokluğa açılan bir kapı değil, ilahi huzura çıkan bir geçittir.

Zahmet bitmiş, rahmet başlamıştır; hizmet sona ermiş, ücret vakti gelmiştir.

İnanan kişi için ölüm, korku değil; mükâfat yolculuğudur.

Kabre giren pişman değil, müjdelenmiş biri olmalıdır.

Ey insanoğlu!
Toprağın üstü kadar altı da sana ait.
Ama müjdeli olan, üstte yaşayıp altta ebedi huzuru bulanlardır.

 




MERHAMETİN ZAFERİ: MÜSLÜMANIN GÜCÜ KANLA DEĞİL, AFFLA ÖLÇÜLÜR

MERHAMETİN ZAFERİ: MÜSLÜMANIN GÜCÜ KANLA DEĞİL, AFFLA ÖLÇÜLÜR

Tarihin tozlu sayfalarında nice kahramanlıklar, fetihler ve zaferler yazılıdır. Fakat çok azı vardır ki ardında intikam değil, affı; kılıç değil, merhameti; hükmetmek değil, hidayeti bırakmıştır. İşte bu nadir örneklerden biri, Hz. Muhammed’in (s.a.v.) Mekke’nin fethindeki duruşudur.

O, çocukluğunun geçtiği şehirden kovulmuş, en yakın dostları şehit edilmiş, malları yağmalanmış, ailesi işkencelere maruz kalmıştı. Eğer bir insanın kalbinde kin tutmak için sebepler aranacaksa, onun hayatı bunlarla dolu olması gerekti. Fakat O, intikam duygularını değil, Allah’ın rızasını önceledi. Mekke’yi fethettiğinde ordusunun kan dökmesini yasakladı. Ne bir taş atıldı, ne bir kılıç çekildi. Düşman ilan edilenler bile affedildi.

Bu tavır, sadece bir liderin siyasi zekâsı değil; bir peygamberin ilahi terbiyesi, kalp merhameti ve kulluk bilinciydi. Zafer, düşmanı yok etmekle değil, kalplerini kazanmakla mümkündü. Zira İslâm, fetihleri kılıçla değil, hikmetle yapar.

Oysa Batı tarihinde farklı bir tablo çıkar karşımıza. Arthur Gilman’ın da ifade ettiği gibi, Haçlılar Kudüs’ü aldıklarında kadın, erkek, çocuk ayırt etmeksizin yetmiş bin Müslümanı kılıçtan geçirdiler. Kutsal saydıkları şehri kana bulayarak “zafer” ilan ettiler. Ama aslında kaybeden onlar oldu. Çünkü tarih, sadece kılıçla değil, ahlakla da yazılır. Ve zalimlerin adı kanla, merhametlilerin adı dua ile anılır.

Hz. Peygamber (s.a.v.) hiçbir zaman şahsi sadakate ya da otoriter bir hükümdarlığa yönelmedi. O, Allah’a sadakati öğretti. İnsanlara kulluğu değil, kullara Hakk’a kulluğu gösterdi. Bu yüzden zaferi dinden doğdu, siyasetten değil.

********((

> “Ey hüzünlerimizi hayra çeviren Allah’ım! Dilimizi duasız, gönlümüzü sensiz bırakma.”

Çünkü asıl zafer; bir kalbi Allah’tan ayırmadan yaşamak, hüzünleri dua ile hayra çevirebilmektir. Hz. Muhammed’in zaferi de tam olarak buydu: İnsanlığa en büyük örnekliği göstererek, zalimliğin değil, rahmetin peygamberi olduğunu isbatladı.

Bugün dünyada akan kan, dökülen gözyaşı ve işgal edilen topraklar gösteriyor ki gerçek çözüm tankla, topla, stratejiyle değil; ancak “rahmetle” mümkün olabilir. Adaletin ve barışın gerçek temsilcisi, ancak Hz. Muhammed gibi affedebilen ve Allah’a tam tevekkül edebilen bir kalptir.

Özet:

Hz. Muhammed (s.a.v.), Mekke’yi fethederken hiçbir intikam duygusu taşımamış, affetmeyi tercih etmiştir.

Bu tavır, onun zaferinin dini bir temel üzerine kurulu olduğunu, siyasi hesaplarla hareket etmediğini gösterir.

Arthur Gilman’ın anlattığı gibi, Hz. Peygamber şahsi iktidarı değil, ilahi adaleti esas almıştır.

Haçlıların Kudüs’te yaptığı katliamlar ile Hz. Muhammed’in affı arasındaki fark, iki farklı dünya görüşünü gözler önüne serer.

Kalıcı zafer, kanla değil; dua, merhamet ve affetme ile elde edilir.

Duayla Allah’a yönelen kalpler, gerçek fetihlere ulaşabilir.

 




Kâinatın Tacı: Ferd-i Ferîd Olarak Hazret-i Muhammed (asm)

Kâinatın Tacı: Ferd-i Ferîd Olarak Hazret-i Muhammed (asm)

“Madem şu kâinatın Hâlık’ı, her nevide bir ferd-i mümtaz ve mükemmel ve câmi’ halk edip o nev’in medar-ı fahri ve kemali yapar. Elbette esmasındaki ism-i a’zam tecellisiyle, bütün kâinata nisbeten mümtaz ve mükemmel bir ferdi halk edecek. Esmasında bir ism-i a’zam olduğu gibi masnuatında da bir ferd-i ekmel bulunacak ve kâinata münteşir kemalâtı o fertte cem’edip kendine medar-ı nazar edecek.

   O fert herhalde zîhayattan olacaktır. Çünkü enva-ı kâinatın en mükemmeli zîhayattır. Ve herhalde zîhayat içinde o fert, zîşuurdan olacaktır. Çünkü zîhayatın envaı içinde en mükemmeli zîşuurdur. Ve herhalde o ferd-i ferîd, insandan olacaktır. Çünkü zîşuur içinde hadsiz terakkiyata müstaid, insandır. Ve insanlar içinde herhalde o fert Muhammed aleyhissalâtü vesselâm olacaktır. Çünkü zaman-ı Âdem’den şimdiye kadar hiçbir tarih, onun gibi bir ferdi gösteremiyor ve gösteremez.”
Mektubat

> “Madem şu kâinatın Hâlık’ı, her nevide bir ferd-i mümtaz ve mükemmel ve câmi’ halk eder… Elbette bütün kâinata nispetle mümtaz ve mükemmel bir fert yaratacaktır. Bu fert, insanlık içinde Hazret-i Muhammed aleyhissalâtü vesselâm olacaktır.”
(Mektubat, Bediüzzaman Said Nursî)

Varlık âlemi, başıboş değil; kasdî, hikmetli ve sistemli bir yaratılışın eseridir. Bu büyük sistemde Allah (celle celâluhu), her türde en mükemmel bir örnek yaratır. Bir nev’in kemâlini gösterecek, diğerlerini temsil edecek, adeta o türün özetini ve zirvesini taşıyacak bir “seçkin fert” yaratılır.

Bu ilahi kanun, kâinat ölçeğinde düşünüldüğünde, bizi kaçınılmaz olarak bir şahsa götürür: Hazret-i Muhammed Mustafa (asm).
Çünkü O, sadece bir birey değil; kâinatın özü, insanlığın meyvesi, hayatın hedefidir.

  1. Her Türde Bir Seçkin Örnek

Cenab-ı Hak, mahlûkatı yaratırken sıradanlık içinde bile bir mükemmellik ve nümunelik yaratır:

Dağların içinde bir Everest,

Ağaçların içinde bir sedir,

Cevherlerin içinde bir elmas,

Kuşların içinde bir bülbül vardır.

Bu örnekler, Allah’ın her sınıfta bir ferd-i mükemmel yarattığını gösterir. Bu, ilahî bir adettir.
O hâlde bu kural, en kıymetli varlık olan insan için de geçerli olacaktır.

  1. Hayatın En Yüksek Noktası: Şuur

Kâinatta hayat, en parlak tecellidir.
Ama hayatın içinde en seçkin olan zümre şuur sahipleri, yani akıllı varlıklardır.
Çünkü şuur, anlamayı, farkındalığı, Allah’ı tanımayı mümkün kılar.
Yani hayat Allah’ın bir sanatıysa, şuur o sanatın gözüdür.

Bu açıdan bakıldığında kâinattaki en mükemmel fert, zîşuurdan, yani insanlardan olacaktır.
Ve insanlar içinde de en büyük şuur, en yüksek ahlâk, en geniş rahmet, en derin marifet kimdedir?

Tarih şahittir: Hz. Muhammed (asm).

  1. Tarihin Gösteremediği Emsalsiz Şahsiyet

Bediüzzaman’ın şu tesbiti çok güçlüdür:

> “Zaman-ı Âdem’den şimdiye kadar hiçbir tarih onun gibi bir ferdi gösteremiyor, gösteremez.”

Çünkü:

O’nun getirdiği din evrenseldir.

O’nun ahlâkı Kur’an’dır.

O’nun rehberliği ebedîdir.

O’nun hayatı, bütün beşeriyete örnektir.

O, sadece bir ümmetin değil; insanlığın manevi güneşidir.

Her zaman, her zeminde, her milletten insanlar O’na hayran olur, gönülleri O’na döner. Çünkü O, insanlığın içinden çıkan ama insanlığın fevkine yükselen bir hakikat önderidir.

  1. Esma-i Hüsnâ’nın En Yüksek Aynası

Allah’ın isimleri (esma-i hüsnâ), mahlûkatta tecelli eder.
Bir kısmı yıldızlarda, bir kısmı denizlerde, bir kısmı bitkilerde görünür.
Ama bütün isimlerin en câmi’ ve en parlak tecellisi, insanın mahiyetindedir.
Ve insan içinde de bu isimlerin en güzel tezahürü, Hz. Muhammed (asm)’da görülür.

Rahmet: O, “rahmeten lil-âlemîn”dir.

Hâdi: O, en büyük mürşid ve yol göstericidir.

Hakîm: Hikmetle konuşur, hikmetle yaşar.

Sabûr: En ağır belalara sabretmiştir.

Kâinatın her tarafına dağılmış ilahî güzellikleri, bir tek zat üzerinde toplamak:
İşte bu, Allah’ın en mükemmel sanatıdır.

  1. O, Sadece Bir Peygamber Değil; Kâinatın Gözbebeğidir

Hz. Muhammed (asm), sadece din getiren bir elçi değil; aynı zamanda yaratılışın sebebi, varoluşun merkezidir.
O’nun varlığıyla kâinat anlam kazanmış, hayat kemal bulmuş, insanlık yolunu bulmuştur.

> “Levlâke levlâke lemâ halaktül-eflâk” yani
“Sen olmasaydın, Sen olmasaydın, Ben kâinatı yaratmazdım.”
hadîs-i kudsîsi bu hakikatin özüdür.

Sonuç ve Özet

Allah her nevide bir ferd-i mükemmel yaratır; bu, kâinatta da geçerlidir.

Kâinatın en seçkin ve şerefli varlığı Hz. Muhammed (asm)’dır.

O, hayatın zirvesi olan şuurun, insanlık içinde en yüksek temsilcisidir.

Allah’ın esma-i hüsnâsının en parlak tecellileri, onun şahsında toplanmıştır.

O’nun varlığı, kâinatın varlığına anlam ve gaye kazandırmıştır.

> Unutma:
Hz. Muhammed (asm), sadece bir tarihsel şahsiyet değil; kâinatın kalbinde atan bir nur,
zamanın ötesinde çağıran bir hakikat ve Allah’ın en güzel sanatıdır.

 




Dua, ubudiyetin ruhudur ve hâlis bir imanın neticesidir.

Dua, ubudiyetin ruhudur ve hâlis bir imanın neticesidir.

“Dua, ubudiyetin ruhudur ve hâlis bir imanın neticesidir. Çünkü dua eden adam, duası ile gösteriyor ki: Bütün kâinata hükmeden birisi var ki en küçük işlerime ıttılaı var ve bilir, en uzak maksatlarımı yapabilir, benim her halimi görür, sesimi işitir. Öyle ise bütün mevcudatın bütün seslerini işitiyor ki benim sesimi de işitiyor. Bütün o şeyleri o yapıyor ki en küçük işlerimi de ondan bekliyorum, ondan istiyorum.”
Mektubat

Duanın Sırrı: Ubudiyetin Ruhuyla Âlemlere Açılan Kapı

İnsan, acizliğini fark ettiğinde en içten sesiyle dua eder. Zira dua, sadece istemek değildir. Dua; bilmek, tanımak, güvenmek, yönelmek, sığınmak ve teslim olmaktır.
En önemlisi bir ibadettir.
Bediüzzaman Said Nursî, bu cümlesiyle duanın mahiyetini sadece bir istek değil; bir imanın hayata yansıması, bir kulluğun özü, bir tefekkürün sesi olarak ortaya koyar.

  1. Dua: Ubudiyetin (Kulluğun) En Saf İfadesidir

Kulluk (ubudiyet), sadece emirleri yerine getirmekten ibaret değildir. Asıl kulluk, Rabbiyle ilişki içinde olma hâlidir.
Namazda, secdede, oruçta, tesbihte olduğu gibi dua da kalbin doğrudan Allah’a yönelmesidir.
Ve işte bu yönelişin ruhu, özeti ve zirvesi duadır.

> Çünkü dua eden kişi der ki:
“Ben acizim ama Sen kadirsin.
Ben fakirim ama Sen zenginsin.
Ben bilemem ama Sen bilirsin.
Ben yapamam ama Sen yaparsın.”

Bu hâl, sadece bir ihtiyaç bildirimi değil; aynı zamanda imanın canlı bir ilanıdır.

  1. Dua: Hâlis İmanın Gözle Görülen Hâlidir

Bir insan dua ettiğinde, şu inancı zımnen ortaya koyar:

Allah vardır. Çünkü olmayan birine dua edilmez.

Allah işitir. Çünkü duymayacak biri çağırılmaz.

Allah görür. Çünkü görmeyene el açılmaz.

Allah güç sahibidir. Çünkü acize yönelinmez.

Allah merhametlidir. Çünkü sert kalpliden yardım beklenmez.

Yani dua, hâlis bir tevhidin sesi, imanın fiilî bir göstergesi, marifetin dile gelişidir.

  1. Dua: Kâinatla İlişki Kurmanın İlahi Yolu

Bediüzzaman, duayı sadece bireysel bir ibadet değil; kâinatla irtibat kuran bir hakikat olarak tanımlar.
Dua eden kişi der ki:

> “Benim halimi gören, sesimi işiten biri var.
O, sadece benimle değil; bütün varlıklarla ilgileniyor.
Beni duyan, her şeyi duyar. Beni bilen, her şeyi bilir.
Benim küçük işlerimle meşgul olan, elbette yıldızlara da hükmeder.”

İşte bu bakış açısı, dua edenin nasıl derin bir marifet ve tefekkür içinde olduğunu gösterir.
Dua sayesinde insan, Allah’ın rububiyetini, yani tüm âlemler üzerindeki hâkimiyetini kendi iç dünyasında hisseder.

  1. En Küçük İş İçin En Büyük Kudrete Yönelmek

Bir insan, başı ağrıdığında ilaç içmekle yetinebilir. Ama bir mü’min, ilacı içtikten sonra kalpten der ki:

> “Ey Şâfi olan Allah’ım! Sen dilediğini şifaya kavuşturursun. İlacın tesirini de veren Sensin. Şifayı da, sabrı da Sen verirsin.”

Bu yaklaşım, hayatın her anında Allah’la beraber olma şuuru kazandırır. Ve bu şuur, insanı büyük belalardan da, küçük vesveselerden de korur.

  1. Duanın Tesir Alanı: Kalpten Kâinata

Dua sadece kalpten çıkan bir fısıltı değildir; aynı zamanda kâinatın dengesine dahil olan bir yakarıştır.
Çünkü Allah, kullarının duasını yaratmasının bir sebebi kılmıştır.

> Yağmur duası ile semadan su iner.
Hastalık duası ile şifa iner.
Hidayet duası ile kalpler döner.
Affedilme duası ile kader değişir.

Dolayısıyla dua, hem ubudiyettir hem sebeptir hem kudretin davetidir.

Sonuç ve Özet

Dua, sadece bir isteme değil; imanın, teslimiyetin ve kulluğun özüdür.

Dua eden kişi, Allah’ın varlığını, ilmini, kudretini, işitmesini ve merhametini kabul etmiş olur.

Dua sayesinde insan, sadece Rabbiyle değil, kâinatın tamamıyla uyumlu bir bağ kurar.

Allah’a yönelen dua, kulun aczini ilan ettiği gibi, Allah’ın azametini de haykırır.

Bu yüzden dua, sadece bir söz değil; kâinat çapında bir iman ilanıdır.

> Unutma:
Dua etmek, Allah’a yaklaştığını bilmektir.
Ve bil ki, O seni işitiyor, biliyor, görüyor…
Çünkü senin en küçük hâlini bile önemsiyor.