DECCAL

DECCAL

“Ne Kendi Etti Rahat Ne Âlem Buldu Huzur, Yıkılıp Gitti Cihandan Dayansın Ehli Kubur”


Diğer bir rivayette, “İslam Deccalı Horasan taraflarından zuhur edecek.” denilmiş.
Bunun bir te’vili şudur ki: Şarkın en cesur ve kuvvetli ve kesretli kavmi ve İslamiyetin en kahraman ordusu olan Türk milleti, o rivayet zamanında Horasan taraflarında bulunup daha Anadolu’yu vatan yapmadığından, o zamanki meskenini zikretmekle Süfyanî Deccal onların içinde zuhur edeceğine işaret eder.

Garibdir hem çok garibdir.

Yedi yüz sene müddetinde İslamiyetin ve Kur’an’ın elinde şeref-şiar, barika-asa bir elmas kılınç olan Türk milletini ve Türkçülüğü, muvakkaten İslamiyetin bir kısım şeairine karşı istimal etmeğe çalışır. Fakat muvaffak olmaz, geri çekilir. “Kahraman ordu, dizginini onun elinden kurtarıyor” diye rivayetlerden anlaşılıyor.” (bk. age)

“Hem büyük Deccalın, hem İslam Deccalının üç devre-i istibdadları manasında üç eyyam var. Bir günü; bir devre-i hükümetinden öyle büyük icraat yapar ki, üç yüz sene yapılmaz. İkinci günü, yani ikinci devresi, bir senede otuz senede yapılmayan işleri yaptırır. Üçüncü günü ve devresi, bir senede yaptığı tebdiller on senede yapılmaz. Dördüncü günü ve devresi adileşir, bir şey yapmaz, yalnız vaziyeti muhafazaya çalışır.” diye, gayet yüksek bir belagatla ümmetine haber vermiş.” (bk. ge., On İkinci Mesele)

“Rivayette var ki: Süfyan büyük bir âlim olacak, ilim ile dalalete düşer. Ve çok âlimler ona tabi olacaklar.”
“Vel’ilmu indallah, bunun bir te’vili şudur ki: Başka padişahlar gibi ya kuvvet ve kudret veya kabile ve aşiret veya cesaret ve servet gibi vasıta-i saltanat olmadığı halde, zekavetiyle ve fenniyle ve siyasi ilmiyle o mevkii kazanır ve aklıyla çok âlimlerin akıllarını teshir eder, etrafında fetvacı yapar. Ve çok muallimleri kendine tarafdar eder ve din derslerinden tecerrüd eden maarifi rehber edip tamimine şiddetle çalışır.” demektir.” (bk. age., Yedinci Mesele)

@@@@@###

Bediüzzaman RİSALE-İ NUR KÜLLİYATINDa Deccal ve Deccaliyet ile ilgili ne gibi bilgi ve yorumlarda bulunmuştur?

Bediüzzaman Said Nursî, Risale-i Nur Külliyatı’nda Deccal ve Deccaliyet konusuna geniş bir şekilde yer vermiş ve bu kavramları hem bireysel hem de toplumsal açıdan açıklamıştır. Deccaliyet, Bediüzzaman’a göre, İslam dünyasına ve insanlığa zarar veren, ahlâki ve manevi değerleri zayıflatan bir sistemi ifade eder. Risale-i Nur’da bu konu, özellikle ahir zaman alametleri çerçevesinde ele alınmıştır. İşte Bediüzzaman’ın Deccal ve Deccaliyet ile ilgili başlıca görüşleri:

1. Deccal, Maddi ve Manevi Bir Tehlikedir

Bediüzzaman, Deccal’i sadece bir şahıs olarak değil, aynı zamanda materyalist ve dinsizlik esaslarına dayanan bir zihniyetin temsilcisi olarak açıklar. Ona göre Deccaliyet, dine ve manevi değerlere karşı olan bir sistemdir. Deccaliyet, dünya çapında manevi ve ahlaki dejenerasyonun bir sembolü olarak görülür.

2. Siyasi ve Sosyal Deccaliyet

Bediüzzaman, Deccal’in sadece dinsizlikle sınırlı olmadığını, aynı zamanda zulüm, baskı ve despotizm ile ilgili olduğunu belirtir. Deccal’in temsil ettiği düzenin, insan haklarını hiçe sayan ve baskıcı rejimler kuran bir yapıya sahip olduğunu söyler. Bu açıdan, Deccal’in ortaya çıkışı, siyasi ve sosyal bozulmayı da beraberinde getirir.

3. Büyük Deccal ve Küçük Deccal

Bediüzzaman, Deccal’i ikiye ayırır: Büyük Deccal (Dinsizlik cereyanlarının lideri) ve Küçük Deccal (Daha yerel veya bölgesel etkili). Büyük Deccal, daha çok Batı dünyasındaki materyalist ve dinsiz akımları temsil ederken, Küçük Deccal ise İslam dünyasında dine karşı mücadele eden bazı yerel rejimlerin liderlerini sembolize eder.

4. Deccaliyet, Ahir Zaman Alametidir

Bediüzzaman, Deccaliyet’in ahir zamanın önemli bir alameti olduğuna inanır. Deccal’in ve Deccaliyet’in ortaya çıkışı, İslam’ın zayıfladığı, manevi değerlerin geri planda kaldığı, dünyaya aşırı bağlılığın arttığı bir dönemi simgeler. Ancak bu dönem geçici olacaktır ve nihayetinde iman ve hakikat galip gelecektir.

5. Deccal’in Yıkıcı Gücü

Bediüzzaman, Deccal’in büyük bir yıkıcı güce sahip olduğunu, teknolojiyi ve bilimi kötüye kullanarak insanlığı manevi bir felakete sürüklediğini belirtir. Deccal’in etkisinin özellikle iman zayıflığı, ahlaki çöküntü ve toplumlarda kaosla kendini gösterdiğini ifade eder.

6. Mehdi ve Deccaliyet’in Sonu

Bediüzzaman, Deccal’in zulmünün ve Deccaliyet’in yayılmasının geçici olduğunu, sonunda Mehdi’nin gelişinin bu fitneye son vereceğini belirtir. Mehdi, İslam’ın ve imanın yeniden canlanması, dini değerlerin tekrar hakim olması için mücadele edecektir. Ona göre Mehdi, Deccaliyet’in etkilerini ortadan kaldırarak adalet ve hakkaniyeti yeniden tesis edecektir.

7. Deccaliyet’e Karşı Manevi Cihad

Bediüzzaman, Deccal ve Deccaliyet’e karşı mücadelenin ancak iman, ilim ve ahlâki eğitimle yapılabileceğini savunur. Manevi cihadın önemini vurgulayan Said Nursî, Risale-i Nur’un bu mücadelenin önemli bir aracı olduğunu belirtir. Risale-i Nur, iman hakikatlerini anlatarak Deccal’in manevi tahribatına karşı bir set görevi görür.

8. Materyalizm ve Sekülerizmin Deccaliyetle Bağı

Bediüzzaman, materyalizmi ve sekülerizmi Deccaliyet’in bir parçası olarak görür. Özellikle ahir zamanda, dini ve manevi değerlere karşı savaş açan bu fikirlerin, insanları yalnızca maddi değerlere yönlendirdiğini ve maneviyattan uzaklaştırdığını ifade eder. Bu, toplumların manevi çöküşüne neden olan en büyük unsurlardan biridir.

9. İnsanların Aldanışı

Bediüzzaman, Deccaliyet döneminde insanların birçok sahte kurtarıcıya ve dünyevi ideallere aldanacağını belirtir. Deccal’in ve Deccaliyet’in sunduğu dünyevi refah, insanlar tarafından cazip görülür ve bu nedenle birçok insan bu sisteme tabi olur. Ancak bu refahın manevi açıdan insanları felakete sürükleyeceğini vurgular.

Sonuç olarak, Bediüzzaman, Deccal ve Deccaliyet’i geniş çaplı bir ahlaki ve manevi yozlaşma hareketi olarak tanımlar. Bu süreçte, imana sarılmak, ilim ve ahlakla mücadele etmek gerektiğini öğütler ve nihayetinde Mehdi’nin ortaya çıkışı ile bu fitnenin sona ereceğini müjdeler.

@@@@@@@@

Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur’da Deccal ve Deccaliyet Hakkındaki Görüşleri
Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı’nda, özellikle son zamanlarda sıkça gündeme gelen Deccal ve Deccaliyet kavramlarına geniş yer vermiştir. Üstad, Kur’an ve hadislerden hareketle bu konuyu derinlemesine incelemiş ve çağımız insanının anlayabileceği bir dilde açıklamıştır.
Risale-i Nur’a Göre Deccal ve Deccaliyet
* Deccal’ın Kimliği: Bediüzzaman’a göre Deccal, sadece tek bir kişi değil, aynı zamanda bir zihniyet ve bir sistemdir. O, insanları Allah’tan uzaklaştırmak, imanlarını zayıflatmak ve onları kötüye yöneltmek isteyen bir şahs-ı manevidir.
* Deccaliyetin Özellikleri: Risale-i Nur’da Deccaliyetin en önemli özellikleri şunlardır:
* İlimle dalalet: Deccal, ilim ve teknolojiyi kullanarak insanları saptırmaya çalışır.
* Nefsin büyütülmesi: Deccal, insanlarda nefsani arzuları körükler ve onları dünya hayatına bağlar.
* Dinsizliğin yayılması: Deccal, dinsizliği ve materyalizmi yayarak insanları ahlaksızlığa sürükler.
* Hile ve desise: Deccal, insanları aldatmak için her türlü hile ve desiseye başvurur.
* Deccalin Zamanımızdaki Tezahürleri: Bediüzzaman, Deccaliyetin günümüzde siyasi ideolojiler, materyalizm, milliyetçilik gibi çeşitli şekillerde tezahür ettiğini belirtir.
* İmanın Korunması: Üstad, Deccalin fitnelerine karşı imanımızı kuvvetlendirmenin önemini vurgular. İman, insanı her türlü şerden koruyan en büyük zırhtır.
* Risale-i Nur’un Çözümü: Bediüzzaman, Risale-i Nur’un Deccaliyetin fitnelerine karşı en etkili çözüm olduğunu ifade eder. Risale-i Nur, iman hakikatlerini akla ve kalbe hitap eden bir şekilde izah ederek insanları doğru yola yönlendirir.
Özetle, Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur’da Deccal ve Deccaliyet kavramlarını İslam’ın temel kaynaklarına dayanarak açıklamış ve çağımız insanının karşılaştığı en büyük tehlikelerden biri olarak göstermiştir. Üstad, imanımızı kuvvetlendirerek ve Risale-i Nur’un hakikatlerine sımsıkı sarılarak Deccalin fitnelerinden korunabileceğimizi belirtmiştir.

Bakınız.
https://kulliyat.risaleinurenstitusu.org/arama/Deccal

 




DECCAL

DECCAL

“Ne Kendi Etti Rahat Ne Âlem Buldu Huzur, Yıkılıp Gitti Cihandan Dayansın Ehli Kubur”


Diğer bir rivayette, “İslam Deccalı Horasan taraflarından zuhur edecek.” denilmiş.
Bunun bir te’vili şudur ki: Şarkın en cesur ve kuvvetli ve kesretli kavmi ve İslamiyetin en kahraman ordusu olan Türk milleti, o rivayet zamanında Horasan taraflarında bulunup daha Anadolu’yu vatan yapmadığından, o zamanki meskenini zikretmekle Süfyanî Deccal onların içinde zuhur edeceğine işaret eder.

Garibdir hem çok garibdir.

Yedi yüz sene müddetinde İslamiyetin ve Kur’an’ın elinde şeref-şiar, barika-asa bir elmas kılınç olan Türk milletini ve Türkçülüğü, muvakkaten İslamiyetin bir kısım şeairine karşı istimal etmeğe çalışır. Fakat muvaffak olmaz, geri çekilir. “Kahraman ordu, dizginini onun elinden kurtarıyor” diye rivayetlerden anlaşılıyor.” (bk. age)

“Hem büyük Deccalın, hem İslam Deccalının üç devre-i istibdadları manasında üç eyyam var. Bir günü; bir devre-i hükümetinden öyle büyük icraat yapar ki, üç yüz sene yapılmaz. İkinci günü, yani ikinci devresi, bir senede otuz senede yapılmayan işleri yaptırır. Üçüncü günü ve devresi, bir senede yaptığı tebdiller on senede yapılmaz. Dördüncü günü ve devresi adileşir, bir şey yapmaz, yalnız vaziyeti muhafazaya çalışır.” diye, gayet yüksek bir belagatla ümmetine haber vermiş.” (bk. ge., On İkinci Mesele)

“Rivayette var ki: Süfyan büyük bir âlim olacak, ilim ile dalalete düşer. Ve çok âlimler ona tabi olacaklar.”
“Vel’ilmu indallah, bunun bir te’vili şudur ki: Başka padişahlar gibi ya kuvvet ve kudret veya kabile ve aşiret veya cesaret ve servet gibi vasıta-i saltanat olmadığı halde, zekavetiyle ve fenniyle ve siyasi ilmiyle o mevkii kazanır ve aklıyla çok âlimlerin akıllarını teshir eder, etrafında fetvacı yapar. Ve çok muallimleri kendine tarafdar eder ve din derslerinden tecerrüd eden maarifi rehber edip tamimine şiddetle çalışır.” demektir.” (bk. age., Yedinci Mesele)

@@@@@###

Bediüzzaman RİSALE-İ NUR KÜLLİYATINDa Deccal ve Deccaliyet ile ilgili ne gibi bilgi ve yorumlarda bulunmuştur?

Bediüzzaman Said Nursî, Risale-i Nur Külliyatı’nda Deccal ve Deccaliyet konusuna geniş bir şekilde yer vermiş ve bu kavramları hem bireysel hem de toplumsal açıdan açıklamıştır. Deccaliyet, Bediüzzaman’a göre, İslam dünyasına ve insanlığa zarar veren, ahlâki ve manevi değerleri zayıflatan bir sistemi ifade eder. Risale-i Nur’da bu konu, özellikle ahir zaman alametleri çerçevesinde ele alınmıştır. İşte Bediüzzaman’ın Deccal ve Deccaliyet ile ilgili başlıca görüşleri:

1. Deccal, Maddi ve Manevi Bir Tehlikedir

Bediüzzaman, Deccal’i sadece bir şahıs olarak değil, aynı zamanda materyalist ve dinsizlik esaslarına dayanan bir zihniyetin temsilcisi olarak açıklar. Ona göre Deccaliyet, dine ve manevi değerlere karşı olan bir sistemdir. Deccaliyet, dünya çapında manevi ve ahlaki dejenerasyonun bir sembolü olarak görülür.

2. Siyasi ve Sosyal Deccaliyet

Bediüzzaman, Deccal’in sadece dinsizlikle sınırlı olmadığını, aynı zamanda zulüm, baskı ve despotizm ile ilgili olduğunu belirtir. Deccal’in temsil ettiği düzenin, insan haklarını hiçe sayan ve baskıcı rejimler kuran bir yapıya sahip olduğunu söyler. Bu açıdan, Deccal’in ortaya çıkışı, siyasi ve sosyal bozulmayı da beraberinde getirir.

3. Büyük Deccal ve Küçük Deccal

Bediüzzaman, Deccal’i ikiye ayırır: Büyük Deccal (Dinsizlik cereyanlarının lideri) ve Küçük Deccal (Daha yerel veya bölgesel etkili). Büyük Deccal, daha çok Batı dünyasındaki materyalist ve dinsiz akımları temsil ederken, Küçük Deccal ise İslam dünyasında dine karşı mücadele eden bazı yerel rejimlerin liderlerini sembolize eder.

4. Deccaliyet, Ahir Zaman Alametidir

Bediüzzaman, Deccaliyet’in ahir zamanın önemli bir alameti olduğuna inanır. Deccal’in ve Deccaliyet’in ortaya çıkışı, İslam’ın zayıfladığı, manevi değerlerin geri planda kaldığı, dünyaya aşırı bağlılığın arttığı bir dönemi simgeler. Ancak bu dönem geçici olacaktır ve nihayetinde iman ve hakikat galip gelecektir.

5. Deccal’in Yıkıcı Gücü

Bediüzzaman, Deccal’in büyük bir yıkıcı güce sahip olduğunu, teknolojiyi ve bilimi kötüye kullanarak insanlığı manevi bir felakete sürüklediğini belirtir. Deccal’in etkisinin özellikle iman zayıflığı, ahlaki çöküntü ve toplumlarda kaosla kendini gösterdiğini ifade eder.

6. Mehdi ve Deccaliyet’in Sonu

Bediüzzaman, Deccal’in zulmünün ve Deccaliyet’in yayılmasının geçici olduğunu, sonunda Mehdi’nin gelişinin bu fitneye son vereceğini belirtir. Mehdi, İslam’ın ve imanın yeniden canlanması, dini değerlerin tekrar hakim olması için mücadele edecektir. Ona göre Mehdi, Deccaliyet’in etkilerini ortadan kaldırarak adalet ve hakkaniyeti yeniden tesis edecektir.

7. Deccaliyet’e Karşı Manevi Cihad

Bediüzzaman, Deccal ve Deccaliyet’e karşı mücadelenin ancak iman, ilim ve ahlâki eğitimle yapılabileceğini savunur. Manevi cihadın önemini vurgulayan Said Nursî, Risale-i Nur’un bu mücadelenin önemli bir aracı olduğunu belirtir. Risale-i Nur, iman hakikatlerini anlatarak Deccal’in manevi tahribatına karşı bir set görevi görür.

8. Materyalizm ve Sekülerizmin Deccaliyetle Bağı

Bediüzzaman, materyalizmi ve sekülerizmi Deccaliyet’in bir parçası olarak görür. Özellikle ahir zamanda, dini ve manevi değerlere karşı savaş açan bu fikirlerin, insanları yalnızca maddi değerlere yönlendirdiğini ve maneviyattan uzaklaştırdığını ifade eder. Bu, toplumların manevi çöküşüne neden olan en büyük unsurlardan biridir.

9. İnsanların Aldanışı

Bediüzzaman, Deccaliyet döneminde insanların birçok sahte kurtarıcıya ve dünyevi ideallere aldanacağını belirtir. Deccal’in ve Deccaliyet’in sunduğu dünyevi refah, insanlar tarafından cazip görülür ve bu nedenle birçok insan bu sisteme tabi olur. Ancak bu refahın manevi açıdan insanları felakete sürükleyeceğini vurgular.

Sonuç olarak, Bediüzzaman, Deccal ve Deccaliyet’i geniş çaplı bir ahlaki ve manevi yozlaşma hareketi olarak tanımlar. Bu süreçte, imana sarılmak, ilim ve ahlakla mücadele etmek gerektiğini öğütler ve nihayetinde Mehdi’nin ortaya çıkışı ile bu fitnenin sona ereceğini müjdeler.

@@@@@@@@

Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur’da Deccal ve Deccaliyet Hakkındaki Görüşleri
Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı’nda, özellikle son zamanlarda sıkça gündeme gelen Deccal ve Deccaliyet kavramlarına geniş yer vermiştir. Üstad, Kur’an ve hadislerden hareketle bu konuyu derinlemesine incelemiş ve çağımız insanının anlayabileceği bir dilde açıklamıştır.
Risale-i Nur’a Göre Deccal ve Deccaliyet
* Deccal’ın Kimliği: Bediüzzaman’a göre Deccal, sadece tek bir kişi değil, aynı zamanda bir zihniyet ve bir sistemdir. O, insanları Allah’tan uzaklaştırmak, imanlarını zayıflatmak ve onları kötüye yöneltmek isteyen bir şahs-ı manevidir.
* Deccaliyetin Özellikleri: Risale-i Nur’da Deccaliyetin en önemli özellikleri şunlardır:
* İlimle dalalet: Deccal, ilim ve teknolojiyi kullanarak insanları saptırmaya çalışır.
* Nefsin büyütülmesi: Deccal, insanlarda nefsani arzuları körükler ve onları dünya hayatına bağlar.
* Dinsizliğin yayılması: Deccal, dinsizliği ve materyalizmi yayarak insanları ahlaksızlığa sürükler.
* Hile ve desise: Deccal, insanları aldatmak için her türlü hile ve desiseye başvurur.
* Deccalin Zamanımızdaki Tezahürleri: Bediüzzaman, Deccaliyetin günümüzde siyasi ideolojiler, materyalizm, milliyetçilik gibi çeşitli şekillerde tezahür ettiğini belirtir.
* İmanın Korunması: Üstad, Deccalin fitnelerine karşı imanımızı kuvvetlendirmenin önemini vurgular. İman, insanı her türlü şerden koruyan en büyük zırhtır.
* Risale-i Nur’un Çözümü: Bediüzzaman, Risale-i Nur’un Deccaliyetin fitnelerine karşı en etkili çözüm olduğunu ifade eder. Risale-i Nur, iman hakikatlerini akla ve kalbe hitap eden bir şekilde izah ederek insanları doğru yola yönlendirir.
Özetle, Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur’da Deccal ve Deccaliyet kavramlarını İslam’ın temel kaynaklarına dayanarak açıklamış ve çağımız insanının karşılaştığı en büyük tehlikelerden biri olarak göstermiştir. Üstad, imanımızı kuvvetlendirerek ve Risale-i Nur’un hakikatlerine sımsıkı sarılarak Deccalin fitnelerinden korunabileceğimizi belirtmiştir.

Bakınız.
https://kulliyat.risaleinurenstitusu.org/arama/Deccal

 




Behlül Dana

Behlül Dana

ÖLÜM EN BÜYÜK NASİHATTİR

Halife Harun Reşitin annesi Behlül-Dânâ Hazretlerine gelerek, Ya Behlül,Haruna biraz nasihat et de adaletten ayrılmasın.
Yoksa ahirette işi çok zor olacak der.

Bunun üzerine Behlül Dana Hazretleri, bir gün
Harun Reşit’e, Uygun görürseniz biraz dolaşalım der ve onu mezarlığa götürür. Tek tek mezarları göstererek,Bak şu filanca idi,zamanının en zengini idi, şu kadar malı vardı,
şu kadar yıl yaşadı ve o da bir gün öldü. Şurada yatan da filanca idi, zamanının hükümdarı idi, şu kadar askeri, şu kadar da hazinesinde malı vardı. Ama oda bir gün öldü.Şurada yatan kadın da zamanının en güzeli idi. Herkes ona sahip olmak için can atıyordu şu kadar yıl yaşadı, Sonunda bir gün o da öldü der.
Bu ve benzeri yer gösterme ve değerlendirmenin ardından eve dönerler. Harun Reşit’in annesi, Behlül ile sohbet ettin mi, sana neler anlattı? diye sorar.
Harun Reşit, bu sohbetten o kadar etkilenmiştir
ki cevap veremez. Daha sonra annesi tekrar Behlül’e gelerek, Oğluma ne zaman nasihat edeceksin?diye sorar.Behlül Dana Hazretleri de, şöyle cevap verir:
Ben ona nasihat ettim. Birlikte mezarlığa gittik.
Ona bazı geçmiş kimseleri hatırlattım. Ölüm en
büyük nasihattir. Eğer bunu anlamadıysa diğer
söyleyeceklerimin de bir faydası olmaz.

@@@@@@

MEZARTAŞI YAZISI

Behlül Dana’ya biri sorar:

“Oğlum öldü. Mezar taşına ne yazdırayım?”
Behlül Dânâ şu cevabı verir:

“Şunu yazdır: Dün altında olan çimenler bugün üstünde yeşerdi.
Ey yolcu! Anla ki, şu toprak günahtan gayrı her şeyi örter.”

@@@@@@@

Herkes Kendi Ateşini Getirir

Abbasi’lerin ünlü halifesi Harun Reşid zamanında yaşamış olan Behlül Dana (VIII. yüzyıl) dönemin evliyasındandı. Zaman zaman aklından zoru olan kimselere has tavırlar takınır, herkes de bundan dolayı kendisini deli sanırdı. Ama bunu maksatlı yapardı. Behlül Dana hazretleri daima Harun Rediş’in yakınında bulunur, çeşitli sebepler hasıl ederek onu uyarırdı.

Bir gün Behlül Dana hazretleri, üstü başı toz toprak içinde uzun bir yolculuktan gelmiş olmanın belirtileri ile Harun Reşid’in huzuruna çıktı.

Harun Reşid sordu:

– Bu ne hal Behlül, nereden geliyorsun?

– Cehennemden geliyorum ey hükümdar.

– Ne işin vardı cehennemde?

– Ateş lazım oldu da ateş almaya gittim.

– Peki, getirdin mi bari?

– Hayır efendim getiremedim. Cehennemin bekçileriyle görüştüm, onlar “Sanıldığı gibi burada ateş bulunmaz, ateşi herkes dünyadan kendisi getirir” dediler.

@@@@@@

Bir gün Halife, Behlül Dana Hazretlerine sorar:
*
Hırsızlık etmenin cezası nedir?
*
Behlül Dana Hazretleri yapıştırır cevabı:
*
Eğer hırsız, hırsızlık etmeyi kendine iş edinmişse eli kesilmelidir.
Yok eğer aç kaldığı için yapıyorsa, halifenin eli kesilmelidir…

@@@@@@@

Bir gün Harun Reşid koca Abbasi sultanı. Yanındaki
Behlül Dana’ya diyor ki:
-Git, akşam namazını kılanları saraya getir. Ben sarayda ziyafet
vereceğim.
Behlül Dana’da gidiyor namaz bitince caminin kapısında
duruyor. Her çıkana soruyor:
-İmam zammı sure ne okudu?
Koca cami dolusu cemaatten üç kişi biliyor. Onları alıyor ve
saraya getiriyor. Padişahta cami dolusu cemaat bekliyor. Bir
bakıyor üç kişi geliyor. Behlül ile dört kişi.
Padişah:
-Neredeler? Camide bu kadar insan mı vardı?Behlül Dana:
-Yok cami doluydu. Ama siz bana camide olanları getir
demediniz ki namaz kılanları getir dediniz. Bu üçü namaz kıldı.
Diğerleri kılmadı ki.

@@@@@@@@

Behlül Dana, İslam dünyasında özellikle tasavvuf geleneğinde hikmetli sözleri ve kıssalarıyla tanınan, nüktedan bir halk bilgesidir. Genellikle Harun Reşid döneminde yaşadığı ve onun akrabası veya vezirlerinden biri olduğu rivayet edilir. Akıllı olduğu hâlde delilik numarası yaparak halk arasında dolaştığı ve insanlara ders veren hikmetli hikâyeler anlattığı söylenir.

İşte bazı meşhur Behlül Dana kıssaları:

1. “Hani Bu Dünya Malı?”

Harun Reşid bir gün Behlül Dana’ya:

“Behlül, herkes seni deli sanıyor ama sen gerçekten deli misin?” diye sorar.
Behlül:

“Deli değilim ama bazen akıllılar arasında deliliği oynamak en iyisidir,” der.
Harun Reşid:

“Peki bana, bu dünya malını neden bırakmamız gerektiğini anlat!” der.
Behlül onu bir mezarlığa götürür ve oradaki kabirlere işaret ederek:

“Bunların hepsi dünyayı severdi ve mal mülk biriktirirdi. Şimdi bak, ne götürdüler?” diye sorar.
Harun Reşid düşünür ve hüzünlenir. Behlül:

“Dünya malı seni de terk edecek. Sen onu bırakmadan önce o seni bırakacak,” diyerek nasihat eder.

2. “Köprüyü Geçerken”

Bir gün Harun Reşid, Behlül Dana’yı köprüde yalınayak ve üstü başı eski hâlde görünce:

“Behlül, bu ne hâl?” diye sorar.
Behlül:

“Ben köprüyü geçiyorum, bu yüzden yükümü hafiflettim. Bu dünya da bir köprüdür; onu geçerken yükü bırakmak gerekir,” der.
Harun Reşid, bu sözün hikmetini uzun süre düşünür.

3. “Kime Ait?”

Harun Reşid bir gün Behlül Dana’yı mezarlıkta otururken görür ve sorar:

“Ne yapıyorsun burada?”
Behlül:

“Buradakilerle oturuyorum; ne yalan söylüyorlar ne de gıybet ediyorlar. Onlarla huzur buluyorum,” der.

4. “Kimin Akıllı Olduğunu Bilemem”

Bir gün Harun Reşid, Behlül Dana’ya şaka yaparak:

“Behlül, neden herkes senin deli olduğunu söylüyor?” diye sorar.
Behlül şöyle cevap verir:

“Kim deli, kim akıllı; bunu ancak Allah bilir. Ama beni deli zannedenlerin peşinden koştuğu dünya malı benim peşimden koşmaz.”

Behlül Dana’nın bu tür kıssaları, insanları dünya malına, gösterişe ve kibire kapılmaktan alıkoymayı hedefler. O, halkın gönlüne dokunan basit ama derin hikayeleriyle anılmaya devam eder.

@@@@@@

https://cahidesultan.com/2009/12/16/behlul-i-dana-hikayeleri/

https://www.nasihatler.com/behlul-dana-dan-ibretli-hikayeler/

 

 




Bir Makam ki Peygamber Yetişemez: Şia İmamet Anlayışının Derin Sırları

Bir Makam ki Peygamber Yetişemez: Şia İmamet Anlayışının Derin Sırları

“İmamların makamı öylesine yücedir ki, ona ne bir Melek-i Mukarreb ne de bir Nebiyy-i Mürsel ulaşabilir.”
Ruhullah Humeynî, Velayet-i Fakih (İslami Hükümet)

  1. Giriş: Yeryüzünde İlahi Bir Gölge

Tarih boyunca hakikatin temsilcileri hep ilahi elçiler olmuştur. Fakat Şia inancında, bu hakikat elçiliği Hz. Peygamber’den sonra, onun tertemiz soyundan gelen on iki imamla devam eder. Onlar, sıradan rehberler değil; Allah’ın nurlarını taşıyan, günahsız ve ilimle donatılmış ilahi gölgelerdir. Humeynî’nin de belirttiği üzere, bu makam sadece insani değil, aynı zamanda semavi bir yüceliğe sahiptir.

  1. Şia İmamlarının Makamının Temel Boyutları
  2. Masumiyet (İsmet)

Şia imamları, her türlü günahtan ve hatadan korunmuş kabul edilir. Onlar ne unutur, ne yanlış yapar, ne de ilahi sınırları aşar. Bu, onları hem dini hem de ahlaki anlamda mutlak bir güvenilirlik merkezine dönüştürür.

  1. İlahi İlim (İlm-i Ledünnî)

İmamların sahip olduğu ilim, sıradan beşeri birikim değil, Allah’ın doğrudan onlara aktardığı bir manevi bilgi mirasıdır. Bu bilgi, Kur’an’ın batınını, şeriatın sırlarını ve insanlığın kaderini kuşatır.

  1. Velayet (İlahi Temsil ve Koruyuculuk)

İmam, yalnızca dinî değil; siyasi, toplumsal ve ruhani liderdir. O, ümmetin hem iç dünyasına hem de dış düzenine hükmeden bir velidir. Velayet-i mutlakayı, yani sınırsız otoriteyi haizdir. Bu velayet, Allah’tan peygambere, peygamberden ise imamlara geçmiştir.

  1. Ümmetle Olan Bağ

İmam, halkla Allah arasındaki aracıdır. Bir mürşit gibi yönlendirir, bir baba gibi korur, bir hükümdar gibi adalet dağıtır. Onunla kurulan bağ, sadece bilgi değil, aynı zamanda sevgi ve bağlılık temellidir.

  1. Neden Melek veya Peygamber Değil de İmam?
  2. Melek Ruhani Ama Uzak

Melekler Allah’a tam teslim olmuş varlıklardır. Fakat insani deneyimlerden uzaktırlar. Ne açlık hissederler ne zulüm görürler. Oysa imam, ümmetin çilesini çeker, acısını yaşar, toprağın tozunu solur. Bu yönüyle ümmete daha yakın bir mercidir.

  1. Peygamberin Misyonu ve İmamın Devamı

Peygamberler vahiy getirir, şeriat kurar. Fakat peygamberlik sona ermiştir. Bu noktada Şia inancı, dini yaşatmak ve açıklamak üzere imameti devreye sokar. İmam, artık vahiy almaz ama vahyin yaşayan sesi olur.

  1. Tarihî Zemin: Peygamberlik Biter, İmamet Başlar

Peygamberliğin sona ermesiyle oluşan boşluk, sıradan halifelerle doldurulamazdı. Bu boşluk, ancak ilahi tayinle seçilmiş, ismet ve ilimle donatılmış imamlarla doldurulabilir.

  1. Tarihten Sahne: Kerbela ve İmam Hüseyin

İmam Hüseyin’in Kerbela’daki kıyamı, imametin yalnızca sözle değil, bedel ödenerek yaşandığının simgesidir. Bu olay, sadece bir şehadet değil; ilahi otoritenin dünyevi zulme karşı direnişidir. Bu yönüyle, Şia’da imamlar sadece teorik değil, fiilî adaletin timsali olarak görülür.

  1. Edebi ve Hikmetli Bir Yaklaşım:

“İmam, susmuş vahyin kalbidir;
konuştuğunda, dağlar secde eder.
O, hem ışıktır hem yoldur,
ne melek ona erişir, ne peygamberin ayak izleri…”

Bu dizelerle anlatılmak istenen şudur: İmam, gökteki yıldız değil, yeryüzüne inmiş bir nurdur. Hem ilahîdir hem de halktan biridir. Melek gibi arı-duru; peygamber gibi hakikatle yüklüdür. Ama her ikisinden de farklıdır: yaşayan bir hakikat mirasıdır.

  1. İbretli Yön: İmamı Tanımadan Ölen…

Şia hadis literatüründe sıkça geçen şu rivayet dikkat çekicidir:

“Kim zamanının imamını tanımadan ölürse, cahiliye ölümüyle ölmüştür.”
(Usûl-u Kâfî, Şeyh Kuleynî)

Bu, imamı tanımanın bir inanç meselesi olduğunu, onunla bağ kurmadan hakikate ulaşmanın mümkün olmadığını ifade eder. Bu açıdan imam sadece rehber değil, imanın tamamlayıcısıdır.

  1. Şii ve Sünni Anlayış Farkı
Konu Şii Anlayışı Sünni Anlayışı
İmam/halife seçimi İlahi tayin ile Seçim, şura ile
Masumiyet İmam masumdur Halife masum değildir
İlim İlahi kaynaktan gelen özel bilgi İçtihat ve birikimle oluşan bilgi
Rol Dini, siyasi, sosyal rehber Genelde siyasi lider
  1. Konuyla İlgili Kur’an Ayetleri
  1. Bakara 124 – “Ben seni insanlara imam kılacağım.”
    → İmamet, ilahi bir atamadır.
  2. Nisâ 59 – “Allah’a, Peygamber’e ve sizden olan ulü’l-emre itaat edin.”
    → Şia’ya göre bu ayetteki “ulü’l-emr”, masum imamları kapsar.
  3. Enbiya 73 – “Onları önderler kıldık, emrimizle doğru yolu gösterirlerdi.”
    → İlahi önderlik imamlarla devam eder.
  4. Ra’d 7 – “Her kavmin bir hidayet önderi vardır.”
    → Her dönemin bir imamı olduğuna delil kabul edilir.
  1. Sonuç ve Düşündürücü Yorum

İmamet, Şia inancında bir doktrin değil, bir iman merkezidir. İmamlar, Allah’ın yeryüzündeki temsilcileri; halkın yüreğine nur indiren manevî güneşlerdir. Onlar, sadece geçmişte yaşamış kişiler değil; her zaman ve mekânda, hakkı temsil eden varlıklardır.

Peygamberlik sona ermiş olsa da, imamet hakikati taşımaya devam eder. Ve bu nedenle Şia der ki:

“İmamların makamına ne bir Melek-i Mukarreb, ne de bir Nebiyy-i Mürsel yetişemez.”
Çünkü imamlar vahyin ardından gelen yegâne sır taşıyıcılardır.

Özet:

Bu makalede, Şia’nın imamet anlayışı detaylı şekilde incelendi. İmamların ilahi masumiyet, özel ilim, velayet ve ümmetle olan bağlarıyla neden yüceltildiği açıklandı. Peygamberlik makamından sonraki ilahi rehberlik zincirinin imamlarla devam ettiği vurgulandı. İmamların, meleklerden daha üstün, peygamberlerden farklı ve yüksek bir ilahi fonksiyona sahip olduğu görüşü tarihî, edebî ve aklî yönleriyle ele alındı. Şia inancında imamı tanımak, Allah’ı tanımanın yollarından biridir.




“Devlet Güven Veriyor mu?” Sorusunun Gölgesinde: Korkunun Zihinsel Kalıtımı ve Toplumsal Hafızadaki Derin İzler

“Devlet Güven Veriyor mu?” Sorusunun Gölgesinde: Korkunun Zihinsel Kalıtımı ve Toplumsal Hafızadaki Derin İzler

Güven mi, Gölge mi?

Modern bir vatandaşın zihninde dönüp duran sorulardan biri:
“Devlet bana güven veriyor mu?”
Bu soru, sadece hukuki bir sorgulama değil; aynı zamanda tarihsel, psikolojik, sosyolojik ve hatta manevî bir arayıştır.

Kurban Bayramı’nda bir günde beş ayrı trafik cezası yiyen bir vatandaşın içinden geçen öfke, endişe ve belirsizlik duygusu, sadece bir bireyin değil, toplumsal bilinçaltının bir tezahürüdür.
Çünkü bu millet, sadece bugünün devletiyle değil; dünün zulümleriyle, yarının belirsizlikleriyle, geçmişin Firavunlarıyla, bugünün radarlarıyla baş etmeye çalışıyor.
Bunu bende yaşadım.
Mesela, geçen kurban bayramında insanların bir yerden bir yere giderken ceza korkusu
Bunu bende yaşadım.
Ve yazdım.[1]

Ve dün yoldan gelirken genel olarak devlet güven veriyor mu sorusuna odaklandım.
Acaba bu güvensizlik veya korkuyu kendimiz mi oluşturuyoruz, yoksa geçmişten gelen korkular ve o korkunun yara ve kalıntıları mı ve de devlet o güveni yeterli derece de vermiyor mu?
Herkes kendi dünyasında bu cevabı verebilir ve bulabilir.
Evvela yüz yıllık maddi ve manevi hatta firavunlara taş çıkartacak ve onları gölgede bıraktırma zulümlerini bu millet yaşadı ve bu millete yaşatıldı.

  1. Tarihsel Hafıza: Tih Çölünden Türkiye’ye

Yahudiler, Firavun’un zulmünden kaçtıktan sonra Tih çölünde 40 yıl boyunca yaşadılar.
Ama dikkat çekici olan şudur:
Zulüm sona ermişti ama korku devam ediyordu.
Oturan bir adam bir anda irkilip “Firavun geliyor mu?” diye etrafına bakıyordu.
Çünkü Firavun zihinden çıkmamıştı.
Bugün Türk halkı da 28 Şubat’la, 12 Eylül’le, 27 Mayıs’la, 15 Temmuz’la, yaşanan sistematik inkılaplarla, darbelerle, fişlemelerle büyümüş bir halktır.

Bu yüzden radar cezası bile bir trafik kuralı değil, bir baskı ve kontrol sembolü olarak hissedilebiliyor.

  1. Sosyolojik Bir Gerçek: Güvensizlik Bir Duygu Değil, Bir Alışkanlık

Toplumların hafızası vardır.
Ve bazı duygular nesiller arası aktarılır.
Tıpkı genetik hastalıklar gibi, korkular da aktarılır.
Baba askerde fişlenmişse, oğlu öğretmen olduğunda temkinli olur.
Anne başörtüsüyle üniversiteye alınmamışsa, kız torun bile sistemden şüphe eder.

Bu toplumsal refleks, “tecrübe”nin çocuğudur.

  1. Edebi ve Hikmetli Bakış: Devlet Baba mı, Bekçi mi?

Halk arasında “Devlet baba” denir.
Ama bazı dönemlerde bu baba, çocuklarını koruyan değil; onları gözetleyen, şüpheyle izleyen bir figüre dönüşmüştür.
Devletin şefkati yerine sopası görünmüşse, vatandaş itaat eder ama güvenmez.
Güven, hukuki değil, hissî bir bağdır.
Bir baba, çocuğuna ceza kesebilir ama bunu güvenle yapmazsa, o çocuk korkar ama sevmez.

  1. Bilimsel Açıdan: Devlete Güven Nedir, Nasıl Oluşur?

Siyasi psikolojiye göre, devlete güven üç temel unsurla inşa edilir:

  1. Adaletin Tesisi: Herkese eşit davranmak, ayrıcalığı ortadan kaldırmak.
  2. Şeffaflık ve Hesap Verebilirlik: Gücün sınırlandığına dair halka güvence vermek.
  3. İnsan Onuruna Saygı: Vatandaşı potansiyel suçlu gibi değil, özne gibi görmek.

Radar cezası teknik olarak bir uygulamadır; ama ardında eşitsiz, adaletsiz ve keyfî bir ceza düşüncesi varsa, vatandaş bunu zulüm gibi hisseder.

  1. Akıl ve Mantık Çerçevesi: Güvensizlik Kimin Sorumluluğunda?

Akıl şunu sorar:
Devletin güven vermemesi mi asıl mesele, yoksa bireylerin zihninde güvene yer olmaması mı?
Cevap karmaşıktır.
Evet, birey zamanla paranoyaklaşabilir.
Ama çoğu zaman bu paranoyanın temeli, gerçek tecrübelerle doludur.

Bugün radar korkusu taşıyan bir vatandaş, belki de geçmişte bir başörtüsü cezası, bir mülakat haksızlığı, bir karakol baskısı, bir gece ansızın gelen fişleme ile büyümüştür.

Bu nedenle, vatandaşın korkusu irrasyonel değil; hatırlatıcıdır.

  1. İbretli Bir Tezat: Zamanda Kaybolan Millet

Dakyanus’un zulmünden kaçan Ashab-ı Kehf, 309 yıl sonra uyandıklarında bam başka bir toplumla karşılaştı.
Onların korkuları, halkın zihninde artık yok olmuştu.
Ama kendi içlerinde hâlâ taşıyorlardı o korkuyu.

Demek ki korkunun silinmesi için, sadece zamanın geçmesi değil,
aynı zamanda zihnin ve kalbin yenilenmesi gerekir.

Geçmişin zulmünü gören bu millet ister istemez zihnindeki mazinin karanlıkların silemiyor, o korkularla beraber yaşıyor.
Acaba?, diyerek.
Belliki bu güven için güvenli yöneticilerle beraber geçmişin korku,leke ve kirlerini görmemiş,sadece baba ve dedelerinden duyacak bir kaç neslin gitmesi gerekecek.

Babalarımız ve bizler Firavunları ve Dakyanusları görmüş yaralı bir milletiz.
O korkuları yaşıyor ve hissediyoruz.
Zaman,zemin geçse ve şahıslar ve yöneticiler değişse de…

Sonuç: Devletin Gölgesinden Devletin Gönlüne

Bugün Türkiye’de birçok kişi devlete güvenmek istiyor ama içten içe çekiniyor.
Çünkü güven, sadece hukuki garantilerle değil; psikolojik ve manevi izlerle inşa edilir.

Güvensizlik bir duygu değil, birikmiş tecrübelerin sonucu olan bir zihinsel reflekstir.

Devletin güven vermesi için sadece yeni yollar, yeni projeler değil;
aynı zamanda eski korkuları tedavi edecek adalet, şeffaflık ve insanlık gerekir.

Ve bu güven, ancak “radar” yerine “rehber” olan bir devlette filizlenebilir.

Özet:

Bu makale, “Devlet güven veriyor mu?” sorusu üzerinden toplumun tarihsel, psikolojik ve sosyolojik hafızasını analiz etmektedir.
Kurban Bayramı’nda yaşanan ceza örneğiyle somutlaşan devlet-korku ilişkisi, sadece bugünün değil, geçmiş darbeler, zulümler ve inkılaplarla dolu karanlık hafızaların yansımasıdır.
Devletin güven vermesi, sadece yasal düzenlemelerle değil; halkın kalbinde bıraktığı izlerle, geçmişin karanlıklarını temizlemesiyle mümkündür.

 

[1] https://tesbitler.com/2025/06/10/ikinci-bir-kurban-radar-cezalariyla-golgelenen-bayram/

 




Açlığın Gölgesinde Büyüyen Çocuk: Gazze’de Bir Sessiz Feryadın Hikmeti

Açlığın Gölgesinde Büyüyen Çocuk: Gazze’de Bir Sessiz Feryadın Hikmeti

Modern çağın tam ortasında, insan hakları nutuklarının göğe yükseldiği, dijital dünyanın gözleriyle her an her şeyin izlendiği bir çağda…
Gazze’de bir çocuk, henüz yaşını doldurmadan açlığın ne demek olduğunu öğrendi.
Bu çocuk, sadece bir lokma ekmeğe değil; merhamete, adalete, insanlığa ve en çok da “unutulmamak” duygusuna aç.

İşte o çocuğun annesiyle fısıldadığı kısa ama derin diyalog, vicdanı olan her kalbi sızlattı:

> — Anne, yemek neden hep rüyada var?
— Çünkü orada bomba sesi yok yavrum…

Bu diyalog, bir çağın ayıbını ve insanlığın utancını taşır. Görünenin ardında çok daha derin, çok daha geniş anlamlar gizlidir. Bu makale, o anlamları hikmet, tarih, bilim ve vicdan ışığında anlamaya çalışacaktır.

  1. Hikmet Penceresinden: Acı, Arınma ve İkazdır

Gazze’deki her aç çocuk, bize Nuh tufanındaki uyarıyı hatırlatır:
“İnsan, zulmünde ileri giderse, başına gelen musibet sadece onu değil, susanları da yutar.”

Kur’an’da açlık, bazen ilahi bir ikaz olarak zikredilir (Bakara 155).
Gazze’deki açlık ise insan eliyle hazırlanmış bir cehennemdir.
Bu, küresel çıkarların, emperyalist hesapların ve İslami dayanışmazsızlığın sonucudur.

  1. Edebi Bir Derinlik: Sessiz Çığlıkların Dili

“Bir lokma ekmek kadar sade ve bir kurşun kadar ağır” cümleler Gazze’de yazılıyor.

Bir çocuğun açlıkla kurduğu ilişki, sadece bedenin açlığı değildir.
Bu, kalbin merhamete, gözün aydınlığa, ruhun umuda duyduğu açlıktır.
Gazze’de çocuklar, ekmek beklerken, dünya hikâyeler yazıyor.
Ama o hikâyelerde onların adı, sadece “sayı” olarak geçiyor:
“Bugün 8 çocuk daha hayatını kaybetti…”

Edebiyat burada sessizleşiyor. Çünkü gerçek, kelimelerin boyunu aşıyor.

  1. Tarihi Perspektif: Kuşatma ve Kıyametin Eşiği

Ambargo, tarihte bir cezalandırma yöntemiydi.
Roma’nın düşmanlarına uyguladığı bir kuşatma taktiğiydi.
Ancak modern dünyada, 21. yüzyılda, ambargo bir soykırım silahına dönüştü.
Gazze, 17 yıldır ablukada.
Tarihte hiçbir halk bu kadar uzun süre sistematik olarak aç bırakılmadı.
Ve buna sessiz kalan dünya, gelecekte kendi tarihinden utanacaktır.

  1. İbretlik Bir Tablo: “Kendi Çocuğuna Yediremediğini, Başkasının Çocuğuna Reva Görme”

Bir baba, çocuğu açken sofraya oturabilir mi?
Bir insan, kendi çocuğu gülümsüyorken, başka bir çocuğun cesedi üzerine inşa edilen bir refaha göz yumabilir mi?

Gazze’de bir çocuğun ağlaması, insanlığın sustuğu noktadır.
İbret budur:
“Zalim olmak değil, zalime susmak da insanı sorumlu yapar.”

  1. İlmi ve Bilimsel Açıdan: Gıdaya Erişim Hakkı Bir Temel Haktır

Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü (FAO), “gıdaya erişim”i temel insan hakkı olarak tanımlar.
Ancak Gazze’de bu hak, bombalarla yok ediliyor.
Tıbbi veriler, Gazze’de çocukların %80’inin yetersiz beslendiğini ve kalıcı gelişim bozukluğu yaşadığını ortaya koyuyor.

Bilimsel olarak, erken çocukluk dönemindeki açlık; zihinsel gerilik, öğrenme güçlüğü ve ruhsal bozukluklara neden olur.
Yani, Gazze sadece bugünü değil, yarınları da kaybediyor.

  1. Aklî ve Mantıkî Tahlil: Bu Zulüm Kime Ne Kazandırır?

Sormak gerekir:
Gazze’deki çocukların aç bırakılması, İsrail’e ne kazandırdı?
Bir halkı yok etmeye çalışmak, hangi hukukta, hangi akılda meşru olabilir?

Mantık şunu der:
Bir halkı aç bırakmak, onu zayıflatmaz; aksine direnişini haklılaştırır.
Çünkü adalet duygusu en çok açken keskinleşir.
Gazze, açlığıyla bile dünyaya adalet dersi vermektedir.

  1. Düşündürücü Gerçek: Bugün Gazze, Yarın Neresi?

Bugün Gazze’deki çocuk açsa, yarın İstanbul’da bir çocuk hayâsızca tüketimin içinde kaybolabilir.
Bugün Gazze’de bir annenin duası göklere çıkıyorsa, yarın o duanın hedefinde biz de olabiliriz.

Gazze, sadece bir coğrafya değil; bir aynadır.
O aynada insanlık, kendini görmek istemiyor.

Sonuç: Gazze’deki Çocuk, Vicdanın Testidir

Gazze’de açlık, bir çocuk sorusu kadar masum; bir annenin cevabı kadar ağırdır.
O diyalogda sadece bir karın değil, bütün bir dünyanın vicdanı açtır.

Gazze’deki çocuk, sadece ekmek istemiyor.
O, bir gelecek, bir umut, bir merhamet istiyor.
Ve aslında hepimize diyor ki:

> “Beni değil, kendinizi kurtarın. Çünkü ben mazlumum. Siz ise hâlâ susanlarsınız.”

Özet:

Bu makalede, Gazze’deki açlıkla erken yaşta yüzleşen çocukların dramı hikmet, tarih, bilim, ahlak ve mantık yönleriyle ele alındı.
Gazze’nin aç çocukları, sadece insani bir trajediyi değil, çağımızın ahlaki çöküşünü ve küresel vicdansızlığını gözler önüne seriyor.
Bir annenin, çocuğuna “yemek sadece rüyalarda olur” cevabı; insanlığın vicdan sınavıdır.
Bu sınavı geçmek, sadece yardım göndermekle değil; zulme karşı susmamakla mümkündür.

 




Yükün Sahibi ve Misafirlik Bilinci

Yükün Sahibi ve Misafirlik Bilinci

İnsanoğlunun varoluşundan bu yana süregelen en temel sorgulamalarından biri, içinde yaşadığı bu büyük sahnenin, yani dünyanın mahiyeti ve kendi rolüdür. Tarih boyunca nice medeniyetler, filozoflar, düşünürler bu sorunun peşine düşmüş, farklı cevaplar üretmişlerdir. Kimi dünyayı tamamen kendi çabalarıyla şekillendirebilecekleri bir arena olarak görmüş, kimi ise kaderin mutlakiyetine teslim olmuştur. Ancak Bediüzzaman Said Nursi’nin “Dünya sahipsiz değil ki sen kendi kafana dünya yükünü yüklettirerek ahvalini düşünüp merak etme; çünkü onun sahibi Hakîm’dir, Alîm’dir. Sen de misafirsin; fuzulî olarak karışma, karıştırma.” sözü, bu kadim sorgulamaya derin bir teslimiyet ve idrak penceresi açmaktadır.
Bu veciz söz, öncelikle kainatın tesadüf eseri değil, mutlak bir irade ve ilimle yaratıldığını haykırır. Dünya, başıboş bırakılmış, kaderine terk edilmiş bir gezegen değildir. Bilakis, her zerrede hikmetin ve her hadisede ilmin tecelli ettiği, kusursuz bir düzenin parçasıdır. Göklerin yedi katmanıyla, yıldızların ve gezegenlerin ahenkli hareketiyle, topraktan fışkıran her bir bitkinin mucizevi yaşamıyla, denizlerin derinliklerindeki sırlarla, insan bedeninin karmaşık yapısıyla, tüm bunlar “Hakîm” ve “Alîm” olan bir Yaratıcı’nın varlığını ve faal müdahalesini gözler önüne sermektedir. İnsan, bu muazzam sistemin içinde, acziyetini ve fakirliğini idrak ettiğinde, omuzlarına yüklediği “dünya yükü”nün ağırlığı hafifler. Zira asıl yükün ve sorumluluğun Sahibi’nde olduğunu anlar.

Tarihi dönüm noktalarına baktığımızda, büyük yıkımların ve felaketlerin çoğunun, insanın kendi sınırlı aklıyla dünyayı tamamen kontrol edebileceği vehmine kapıldığı anlarda yaşandığını görürüz. Kibir ve hırs, insanı “fuzulî karışma”ya itmiş, haddini aşmasına sebep olmuştur. Nükleer savaş tehditleri, çevresel felaketler, toplumsal buhranlar, hep bu “dünya benimdir, istediğimi yaparım” anlayışının bir tezahürü değil midir? Oysa sözde belirtildiği gibi, bizler bu dünyada birer “misafiriz”. Misafir, evin sahibi değildir. Evin kurallarına uymak, eşyasına zarar vermemek, haddini bilmekle yükümlüdür. Bu misafirlik bilinci, insana tevazu, şükür ve kanaat gibi erdemleri kazandırır.
İbret nazarıyla bakıldığında, hayatın gelip geçiciliği, tüm varlıkların faniliği bu misafirlik halini pekiştirir. Dün tahtında oturan hükümdarların, bugün isimlerinin bile unutulduğu; çağlar ötesinden gelen seslerin, zamanın tozlu sayfalarında kaybolduğu bir dünyada, insana düşen, kalıcı olana yönelmek ve fani olanın peşinden boş yere koşmamaktır. Bu, dünyadan el etek çekmek değil, dünyaya dünya kadar değer vermek demektir. Yani dünya işlerini hakkıyla yapmak, ancak kalbi ve gayreti ahiretine yöneltmek.

Düşündürücü olan ise, bu kadar açık delillere rağmen, insanın hala neden kendini dünyanın yegane sorumlusu gibi hissedip, haddinden fazla endişe ve merak içinde savrulduğudur. Belki de bu, nefsin benlik ve egemenlik arayışıdır. Ancak gerçek huzur ve sükunet, bu yükü Hakiki Sahibi’ne teslim etmekle mümkündür. O’na tevekkül etmek, O’nun hikmetine güvenmek, O’nun ilmine teslim olmak… İşte o zaman, insanın kalbi ferahlar, zihni berraklaşır ve fuzulî karışmaların getirdiği karmaşadan kurtulur. Kendi üzerine düşeni en iyi şekilde yapmak, ama sonucunu ve genel gidişatı Kayyum olan Allah’a bırakmak, hem ruhsal hem de bedeni sağlık için bir reçetedir.

Özet:
Makale, Bediüzzaman Said Nursi’nin “Dünya sahipsiz değil ki sen kendi kafana dünya yükünü yüklettirerek ahvalini düşünüp merak etme; çünkü onun sahibi Hakîm’dir, Alîm’dir. Sen de misafirsin; fuzulî olarak karışma, karıştırma.” sözü etrafında şekillenmektedir. Temel olarak, dünyanın başıboş olmadığını, her şeyin mutlak bir hikmet ve ilim sahibi olan Yaratıcı tarafından düzenlendiğini anlatır. İnsanın bu dünyada bir “misafir” olduğu, bu bilincin insana tevazu, şükür ve kanaat gibi erdemleri kazandırdığı belirtilir. Tarihi örneklerle, insanın haddini aşan müdahalelerinin ve “benlik” anlayışının felaketlere yol açtığına dikkat çekilir. Gerçek huzurun, dünya yükünü Hakiki Sahibi’ne bırakmakla, yani tevekkülle mümkün olduğu ifade edilerek, fuzulî endişe ve müdahalelerden kaçınılması gerektiği mesajı verilir.

 




Sıkıntı Perdesinin Ardındaki Güzellikler: Hikmet ve Teslimiyet

Sıkıntı Perdesinin Ardındaki Güzellikler: Hikmet ve Teslimiyet

İnsanlık tarihi, baştan sona, “zahiren çirkin perdeler altında, gayet güzel neticeler”in saklı olduğu bir ibretler dizisidir. Hz. Yusuf’un kuyuya atılmasından Mısır’a sultan olmasına, Hz. Musa’nın Firavun’un sarayında büyümesinden kavmini kurtarmasına kadar, Kur’an-ı Kerim’de anlatılan kıssalar; ya da tarihin dönemeçlerinde yaşanan büyük buhranların, sonunda daha büyük ilerlemelere ve aydınlanmalara kapı aralaması… Tüm bunlar, Bediüzzaman Said Nursi’nin bu derin hakikati ifade eden sözünün canlı şahitleridir.
Her bir bireyin hayatında da durum farklı değildir. Karşılaştığımız hastalıklar, musibetler, maddi kayıplar, beşeri ilişkilerdeki kırgınlıklar… İlk bakışta ıstırap verici, yıkıcı ve çirkin görünen bu hadiseler, çoğu zaman kalbimizi inceltir, ruhumuzu arındırır, sabrımızı ve metanetimizi güçlendirir. Bir zarar gibi görünen durum, aslında belki de bizi daha büyük bir beladan koruyan, yeni kapılar açan, dahili bir olgunlaşma sürecini tetikleyen bir lütuf perdesidir. Tıpkı bir cerrahın acı veren neşteri gibi; keser, yaralar, ama sonunda şifa verir. Bu perspektiften bakıldığında, “bir zararımıza bedel, yüz menfaat bizlere ihsan ediliyor” sözünün derin anlamı tezahür eder.
Bu hikmetli bakış açısı, insana geçici ve muvakkat sıkıntılara karşı farklı bir duruş sergileme yeteneği kazandırır.
Hayatın gelgitlerinde savrulmak yerine, her hadisede ilahi bir maksat ve hayır arayışına girilir. Zira iman ehli bilir ki, kâinatta abes (boş ve anlamsız) bir şey yoktur. Her şey, mutlak bir irade ve hikmetle tanzim edilmektedir. Yaşanan her sıkıntı, bir imtihan, bir ders, bir terfi vesilesidir. Bu bilinçle hareket eden kişi, fani dünyanın gelip geçici sarsıntılarına aşırı ehemmiyet vermekten kurtulur, kalbi ve zihni daha ulvi hedeflere odaklanır.
Geçmişten günümüze nice bilge şahsiyet, bu hakikati idrak etmiş ve sıkıntıları birer basamak olarak kullanmıştır. Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî, “Hamdım, piştim, yandım” derken, çektiği çilelerin kendisini nasıl olgunlaştırdığını ifade etmiştir. Yunus Emre, aşkın ateşinde yanarak nasıl kemale erdiğini dile getirmiştir. Bu büyükler, zahiri perdelerin ardındaki güzellikleri görebildikleri için, zorluklar karşısında yılmamış, bilakis onlardan feyz alarak daha da yücelmişlerdir.

Günümüz insanı, konfor arayışı içinde en küçük bir sıkıntıya dahi tahammül edememektedir. Maddiyatın ve anlık hazların peşinden koşan modern dünya, insanı “geçici, muvakkat sıkıntılara ve sarsıntılara ehemmiyet vermemek” ilkesinden uzaklaştırmıştır. Oysa asıl huzur, bu ilahi hikmeti kavramak ve kadere teslim olmakla mümkündür. Her düşüşün bir yükselişin habercisi, her karanlığın bir şafağın müjdecisi olduğunu bilmek, ruhi dinginliğin anahtarıdır. Sıkıntılar, bir nevi ruhi detoks gibidir; fazlalıkları atar, özü berraklaştırır ve bizi hakiki benliğimize yaklaştırır.

Netice itibarıyla, hayatın akışında karşımıza çıkan her tür olumsuzluğa, sadece anlık ve zahiri yüzüyle bakmak yerine, onun derinindeki hikmeti ve taşıdığı potansiyel hayrı görmeye çalışmak elzemdir. Bu, bizi teslimiyete, şükre ve olgunluğa götürecek, aynı zamanda iç huzurumuzu artıracak yegane yaklaşımdır.

Özet:
Makale, Bediüzzaman Said Nursi’nin “Zahiren çirkin perdeler altında, gayet güzel neticeler var. Bir zararımıza bedel, yüz menfaat bizlere ihsan ediliyor. Onun için, geçici, muvakkat sıkıntılara ve sarsıntılara ehemmiyet vermemek lâzımdır.” sözünü merkezine almaktadır.
Makalede, hayatımızdaki ve tarihteki olumsuz görünen olayların (sıkıntı, musibet, zarar gibi) aslında daha büyük hayırlar, faydalar ve olgunlaşma süreçleri barındırdığı anlatılmaktadır. Hz. Yusuf ve Hz. Musa gibi peygamber kıssaları ile Mevlânâ ve Yunus Emre gibi bilge şahsiyetlerin hayatlarından örnekler verilerek bu hikmetli bakış açısı desteklenmiştir. Modern insanın konfor arayışının bu derin anlayıştan uzaklaştığına değinilerek, asıl huzurun ilahi hikmeti kavramak ve sıkıntılara aşırı ehemmiyet vermemekle mümkün olduğu anlatılmıştır.

 




Kalbin Dirilişi ve İman Nurunun Tezahürü

Kalbin Dirilişi ve İman Nurunun Tezahürü

Kainatın her bir zerresi, Hakk’ın varlığına ve birliğine dair sayısız deliller sunarken, insan denilen bu küçük alemin kalbi, tüm bu delillerin en parlak tecelligahıdır. Gözümüzün önüne serilen muazzam kudret ve azamet karşısında, akıl ve kalp sahibi bir varlık olarak, “Bismillâhirrahmânirrahîm” diyerek bu evrensel destanı anlamaya çalışırız. Şairlerin kalemiyle, âlimlerin idrakiyle, peygamberlerin rehberliğiyle kuşaktan kuşağa aktarılan bu hikmetli miras, bizi kendimize ve hakikate çağırır.
Kudret kalemiyle yazılan bu varlık kitabında, her bir mevcudat, kendi özel diliyle Yaradan’ının vahdaniyetine ve rububiyetine dair manevi sözler fısıldar.
Bir kuşun cıvıltısı, bir çiçeğin açılışı, dağların heybeti, denizin enginliği… Hepsi, bir Yaratıcı’nın eseri olduğunu ilan eder. İşte bu evrensel dil, kalplerimizi uyandırır, ruhlarımıza hikmet pınarlarından su serper.

********

“İnsanların diriltileceği gün ve Allah’a temiz bir kalple gelenler dışında malın da çocukların da fayda vermeyeceği gün beni mahcup etme!” (Şuara Sûresi, 87-89) ayeti, bizlere asıl kurtuluşun ve saadetin sırrını fısıldar.
Dünya malı, evlat sevgisi, makam ve mevki… Bunların hepsi fani ve geçicidir. Asıl sermaye, Allah’a yönelmiş, şirkten arınmış, samimi ve ihlaslı bir kalptir. Bu ayet, insanın ahiret endişesini, mahşer gününün dehşetini ve o günkü tek kurtuluş reçetesini ne de güzel dile getiriyor. Kalbin dirilişi, ancak bu temizlik ve teslimiyetle mümkündür.

********

Mesnevi-i Nuriye’den süzülen hikmet damlaları, bize kalbin tabiatını ve dirilişini anlatır: “Tohum olacak bir habbenin kalbi, yani içi delindiği zaman, elbette sünbüllenip neşv ü nema bulamaz; ölür gider. Kezalik ene ile tabir edilen enaniyetin kalbi, Allah Allah zikrinin şua ve hararetiyle yanıp delinirse, büyüyüp firavunlaşamaz. Ve Hâlık-ı Semavat ve Arz’a isyan edemez. O zikr-i ilâhî sayesinde, ene mahvolur.”
Bu satırlar, nefsin terbiye edilmesi, enaniyetin (benlik davasının) kırılması gerektiğini anlatır. Enaniyet, kalbi bir tohum gibi işlemez kılan, onu büyümeden alıkoyan bir hastalıktır. Ancak Allah’ı anmak, O’nun adını zikretmek, kalbi bu hastalıktan arındırır, onu yeşertir ve semavî hakikatlere doğru yükseltir.

*********

Yine Mesnevi-i Nuriye’de geçen “Şu esasata dikkat lâzımdır:
Allah’a abd olana her şey müsahhardır. Olmayana her şey düşmandır.” ilkesi, kulluğun yüceliğini ve önemini çarpıcı bir şekilde ifade eder.
Kâinat, Allah’ın emrine amade olanlara boyun eğer, onlara hizmet eder. Bu, sadece maddi değil, manevi bir boyun eğmedir. Allah’a kul olan, kainatın efendisi olur. Aksine, Allah’a kulluktan yüz çeviren ise, her şeyin ona düşman kesildiğini görür, çünkü kâinatın düzenine aykırı hareket etmiştir.

**********

İmam Gazâlî’nin “Çocuktaki utanma hali ondaki akıl nurunun alametidir” sözü, fıtratın güzelliğine ve insanın içindeki safiyete dikkat çeker.
Utanma, bir insanda var olan ilahi bir ışıktır. Bu nur, kişiyi kötülüklerden alıkoyar, iyiliğe sevk eder. Akıl ve irade ile birleştiğinde, insanı kemale erdirir.

**********

Risale-i Nur’un Sözler kısmından iktibas edilen bir başka hikmet ise adalet mekanizmasını ve ilahi takdiri açıklar: “Büyük hatalar ve cinayetler tehir ile büyük merkezlerde ve küçücük cinayetler tacil ile küçük merkezlerde verildiği gibi; mühim bir hikmete binaen ehl-i küfrün cinayetlerinin kısm-ı a’zamı, mahkeme-i kübra-yı haşre tehir edilerek ehl-i imanın hataları, kısmen bu dünyada cezası verilir.”
Bu ifade, dünyadaki adaletsizliklerin görünürdeki çelişkisini çözüme kavuşturur. Ahiret inancı olmayanlar, büyük günahlarının cezasını bu dünyada görmezken, iman ehli, günahlarından arınmak ve derecelerini yükseltmek için bu dünyada küçük çaplı musibetlerle karşılaşır. Bu, ilahi adaletin tecelli şekillerinden biridir ve bir müminin günahlarından arınması için bir fırsattır.

***********

Son olarak, Risale-i Nur’un Asâr-ı Bediiyye’sinden yankılanan “İttihad-ı İslâmın tam zamanı gelmeye başlıyor. Birbirinin şahsî kusurlarına bakmamak gerektir” çağrısı, günümüz dünyasında Müslümanlar arasındaki birliğin ve beraberliğin önemini anlatır. Kişisel kusurlar üzerinde durmak yerine, ümmetin ortak paydası olan iman ve İslâm kardeşliği etrafında kenetlenmek, hem dünya hem de ahiret saadetimiz için elzemdir. Bu birlik, ancak karşılıklı anlayış, hoşgörü ve samimiyetle tesis edilebilir.

***********

Öyleyse, “Allah’ım bize hayır kapılarını aç.
Allah’ım bize geçim kapılarını aç. Allah’ım bize bereket kapılarını aç. Allah’ım bize mutluluk kapılarını aç.
Allah’ım bize kurtuluş kapılarını aç. Allah’ım bize rahmetinin kapılarını aç.
Allah’ım bize cennetin kapılarını aç.” dualarıyla Rabbimize yönelmeli, kalplerimizi temizlemeli, enaniyetimizi kırmalı ve hakikate sarılmalıyız. Zira kurtuluşumuz, ancak O’na tam bir teslimiyetle mümkündür.

Özet:
Bu makale, Risale-i Nur’dan ve Kur’an ayetlerinden ilham alarak kalbin dirilişi, imanın önemi ve ilahi adaletin tecellileri üzerine odaklanmaktadır.
İnsanın dünyaya geliş gayesi ve ahiret yolculuğundaki sermayesinin temiz bir kalp olduğu anlatılırken, nefsin terbiye edilmesinin ve enaniyetin kırılmasının gerekliliği Mesnevi-i Nuriye’den örneklerle açıklanmıştır.
Makale, Allah’a kul olmanın kainatla olan ilişkimizi nasıl şekillendirdiğini ve Müslümanlar arasındaki birliğin önemini de ele almaktadır.
Sonuç olarak, ilahi rahmete ve cennet kapılarına ulaşmanın yolu, kalbin temizliği ve Allah’a tam teslimiyetten geçtiği belirtilmiştir.

 




SAHTE ÖZGÜRLÜK

SAHTE ÖZGÜRLÜK

Sayın Cumhurbaşkanı Erdoğan lozan ile ilgili verdiği isabetli olmayan veya resmi klişeli mesajlardan bir mesajı tekrar etti.

“Recep Tayyip Erdoğan
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Lozan Barış Antlaşması’nın 102. yıl dönümü dolayısıyla yayımladığı mesajda, antlaşmanın Türk milletinin bağımsızlık mücadelesini uluslararası alanda tescillediğini vurguladı. Erdoğan “Bölgemizde ve dünyada müessir bir güç olma yolunda emin adımlarla yürüyoruz” dedi.”

Aynı manada da; Devlet Bahçeli’nin Lozanı öven beyanı da tutarlı değildir.

Acaba kendisi kendisinin gevşettiği lozanın bazı bağlarını ve bağımsızlığın önündeki kaldırdığı bağlardan mı bahsediyor?
Dilerim öyledir.

Oysa kendisi yıllar öncesindeki bir beyanatında;
“Maalesef biz resmi tarihimizi yıllarca tam da İngilizlerin istediği gibi düzenledik.” demişti.
Belli ki kendisi de İngilizlerin yazdığı tarihi anlatmaktadır.

Bugünkü kendisinin iktidarda olduğu durumu görüpte, 90 yıllık lozanın hezimetini görmeden verilen beyanat, cılız ve Hakikatin üzerini örtmektir.

Hiç bilmeyen biri bile rahmetli Kadir Mısıroğlu’nun bu alandaki gerek kitap gerekse sohbetlerine kulak vermesi yeterlidir.

Bende bu konuda bir çok makale kaleme aldım.[1]

Lozanda verilen sahte irade ile bin yıllık gerçekler yok edildi.
Nitekim Necip Fazıl’ın çıkardığı Büyük Doğu mecmuasındaki belgede;

“Nihaî Vesika
Lozan Muahedesinden sonra, İngiltere Avam Kamarasında, “Türklerin istiklâlini niçin tanıdınız?” diye yükselen itirazlara, Lord Gürzon’un verdiği cevap:
“İşte asıl bundan sonraki Türkler bir daha eski satvet ve şevketlerine kavuşamayacaklardır. Zira biz onları, mâneviyat ve ruh cephelerinden öldürmüş bulunuyoruz.

Yani Mustafa Kemal ve İsmet’in verdikleri karar, Türk milletini İslâmiyet ve din cihetinden öldürmek kararıdır.”
Artık bunun üzerine herşey ap açık anlaşılıyor, değil mi?

Gizli anlaşmanın entrikası
Türklere dinlerini ve din temsilciliğini feda ettirmek şartıyla, sun’î istiklâl işinde gizli anlaşmanın müessiri, tek kelime ile, Yahudiliktir. Buna memur-u müşahhas kimse de, şimdi Mısır Hahambaşısı bulunan Hayim Naum’dur. Bu Hayim Naum, bu korkunç teşebbüse evvelâ Amerika’da Türkler lehinde bir seri konferans vermek ve emperyalizma şeflerine, Türkün maddesini serbest bırakmaları, buna mukabil ruhunu, tâ içinden ve kendi öz adamlarına yıktırmaları fikrini telkin etmek suretiyle başlamıştır. Yani, masonluk hasebiyle Kur’ân’ın ahkâmını kaldırmak, milleti dinsiz yapmak. Hayim Naum müthiş plânının zeminini Amerika’da hazırladıktan sonra İngiltere’ye geçmiş ve hâlis Yahudi olan Lord Gürzon ile temas ederek şu teklifte bulunmuştur:
“Siz Türkiye’nin mülkî tamamiyetini kabul ediniz. Onlara ben İslâmiyeti ve İslâmî temsilciliklerini ayaklar altında çiğnetmeyi taahhüt ediyorum.”[2]

 

[1] https://tesbitler.com/index.php?s=Lozan

[2] https://kulliyat.risaleinurenstitusu.org/emirdag-lahikasi/nihai-vesika/277

 




Yasak Ağaç ve Açılan Avret: Cennet’ten Dünyaya Düşüşün Hikmeti

Yasak Ağaç ve Açılan Avret: Cennet’ten Dünyaya Düşüşün Hikmeti

  1. Kur’an’da “Bu Ağaca Yaklaşmayın” Emri Nerede Geçer?

Kur’ân-ı Kerim’de Hz. Âdem ve Havvâ’ya “Bu ağaca yaklaşmayın” şeklinde verilen ilahi emir birkaç yerde geçmektedir:

Bakara Suresi 35. ayet:

> “Dedik ki: ‘Ey Âdem! Sen ve eşin cennete yerleşin, dilediğiniz yerden bol bol yiyin. Ancak şu ağaca yaklaşmayın; yoksa zalimlerden olursunuz.’”

A’râf Suresi 19. ayet:

> “Ey Âdem! Sen ve eşin cennette kalın; dilediğiniz yerden yiyin, sadece şu ağaca yaklaşmayın; yoksa zalimlerden olursunuz.”

Tâhâ Suresi 117-121:

> “… Ey Âdem! Bu (şeytan) senin ve eşinin düşmanıdır. Sakın sizi cennetten çıkarmasın, sonra perişan olursun… Ama şeytan onları aldattı ve ayakları kaydı. Böylece çıplaklıkları açığa çıktı…”

  1. O Ağaç Nedir?

Kur’ân, ağacın cinsini bildirmez. Sadece “bu ağaç” diye geçer. Zikredilen şekliyle mühim olan, ağacın ne olduğu değil, ilahi emre riayet meselesidir. Ancak bazı İslam âlimleri yorum yapmıştır:

Taberî: İncir ağacı olduğunu söyleyenler olmuştur.

Fahreddin Râzî: O ağacın belirli bir tür olmasından ziyade, imtihan vesilesi olduğuna dikkat çeker.

İbn Abbas’tan rivayetle: Buğday, hurma, üzüm gibi farklı görüşler vardır.

Aslında bu belirsizlik, dikkatlerin “ağacın türüne” değil, emre itaate çevrilmesini sağlar.

  1. Ağaca Yaklaşmanın Hikmeti ve Önemi Nedir?

Ağaç, “yasak” ile sınır arasında sembol bir sınavdır.

Cennet her nimetiyle serbest kılınmışken, tek bir sınır vardır: “Şu ağaca yaklaşmayın.”

Bu sınır, insanın irade serüveninin başladığı noktadır. İlk emir, ilk imtihan, ilk irade karşılaşmasıdır.

İlahi emir ve nehiylerin insan üzerindeki terbiye edici etkisini sembolize eder.

  1. Avret Yerlerinin Açılması ve Kur’ân’daki Yeri

A’râf Suresi 22. ayet:

> “Böylece onları aldatarak yoldan çıkardı. Ağaçtan tadar tatmaz, avret yerleri kendilerine göründü…”

Tâhâ Suresi 121:

> “Böylece ondan yediler, hemen ayıpları açığa çıktı ve cennet yapraklarıyla örtünmeye başladılar…”

Avret Açılması Ne Anlama Geliyor?

Bu bir ceza değil, bir hal değişimidir.

Günah ile birlikte masumiyet elbisesi sıyrılmış, insan “örtüsüzlüğü” tatmıştır.

İnsanın nefsanî çıplaklığı ve manevî savunmasızlığı başlamıştır.

  1. Ağaçla Avretin Bağlantısı Nedir?

Ağaç, sınırı temsil eder. İtaatsizlikle birlikte örtü (setr) kalkar.

İtaat, örtüdür; isyan, çıplaklıktır.

Bu mecazi çıplaklık daha sonra fıtrî hayâ ile örtünme ihtiyacını doğurmuştur.

>  “Günah, insanı soyundurur, iffeti örter.”

  1. Cennet’ten Dünyaya Gönderilmenin Hikmeti

Bu düşüş bir ceza değil, terfi-i derecât içeren bir hikmettir:

Cennet’te verilen emir ile irade devreye girmiştir.

İrade ile işlenen ilk hata, tövbe ve mağfiret kapısını açmıştır.

Dünya, insanın imtihan sahnesi, emanet taşıyıcılığı görev alanı olmuştur.

> “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım…” (Bakara, 2/30)

Bu, düşüş değil; misyonun başlamasıdır.

  1. Bu Günah Ne Kadar Büyüktü?

Günahın büyüklüğünden ziyade, sonuçları büyüktür.

Bu, “sıradan bir hata” gibi görünse de; neticesi açısından insanlık tarihini şekillendirmiştir.

Cennet ortamında bile nefsin kandırılabileceği gösterilmiş, şeytanın hileleri açığa çıkmıştır.

  1. Şeytan Bunu Nasıl Başardı?

A’râf 20: “Rabbiniz size bu ağacı yasak etti; çünkü melek olmayasınız, ebedi kalmayasınız diye…”

Tâhâ 120: “Size sonsuzluk ağacını ve yok olmayan bir mülkü göstereyim mi?”

> Şeytan, yasak olanı “cazip” göstererek kandırdı. Bu hâl, bugünkü reklam ve tüketim psikolojisinin temelidir.

  1. Günümüzde Benzeri Nasıl İşleniyor?

Şeytan hâlâ aynı taktiği kullanıyor: İffet, hayâ, edep sınırlarını kaldırmak.

“Avretin açılması” bugün moda, özgürlük, bireysel haklar ambalajlarıyla sunuluyor.

Tıpkı ilk günah gibi: Süslenen bir haram, arzuyla sunulan bir isyan.

Yahudilerin Rolü:

Tarih boyunca “fuhuş, çıplaklık, iffetsizlik” gibi fitnelerin yayılmasında organize roller üstlenmişlerdir.

Medya, moda, sinema, müzik gibi alanlarda iffetsizliğin sistemleştirilmesinde başat aktör olmuşlardır.

Talmud ve Kabalistik öğretilerde “çıplaklıkla yükselme” gibi sapkın yorumlara rastlanır.

  1. Bugünkü Fuhuş, Açıklık ve Kıyametle İlgisi

Kur’ân ve hadislerde fuhşun yayılması, kıyamet alâmetlerinden sayılmıştır:

> “İnsanlar açık açık zina yapmadıkça, bulaşıcı hastalıklar ve ölümler artmaz.” (İbn Mâce, Fiten 22)

İffetin ortadan kalkması, toplumun manevî dokusunun çözülmesidir.

Bir toplumun hayâsı öldüğünde, medeniyeti de ölmeye mahkûmdur.

SONUÇ VE ÖZET

Kur’an’daki “ağaca yaklaşmayın” emri, sadece geçmişte Hz. Âdem’e değil, bugün tüm insanlığa verilen ilahi bir uyarıdır. Yasak ağaç, sınırdır; avretin açılması ise sınırın çiğnenmesiyle gelen fıtrî bozulmadır.

Şeytan, insanoğlunu ilk andan itibaren iffetsizliğe ve günaha süs vererek kandırmıştır. Bugün de aynısını yapmaktadır. Yahudi kültürü ve modernite, bu sapmayı sistematik hâle getirerek dünya çapında bir çıplaklık medeniyeti kurmuştur.

Bu durum sadece bireysel değil, küresel bir kıyamet tehlikesine gebedir. Zira hayânın kalkması, insaniyetin kalkması demektir.

> Cennette başlayan sınav, dünyada devam etmektedir. Yasak ağaç hâlâ ortadadır. Yaklaşmak, düşüşü getirir; uzak durmak ise yükselişin başlangıcıdır.

*********

  1. Yasak Ağaç ile Epstein Ağı Arasındaki Sembolik ve Ahlakî Bağlantı
  2. A) Yasak Ağaç = Haram Cazibe

Cennetteki yasak ağaç “haram cazibenin” sembolüdür. Meşru birçok nimet içinde bir tek yasak cazip gösterilir.

Epstein’in ağı da “gizli, güçlü, cazibeli, zevkli” görünen ama aslında tamamen haram, sapkın ve sömürücü bir yapıdır.

  1. B) Avretin Açılması = İnsanlığın İffetsizleştirilmesi

Ağaçtan yeme sonucu avret yerlerinin açılması, insanın fıtrî hayâsının soyulmasını sembolize eder.

Epstein ağı ve benzeri küresel fuhuş ağları da bireysel günahın ötesinde, bir medeniyetin örtüsünü soymaya çalışmaktadır.

  1. Epstein Skandalı: Modern Zamanların Şeytanî Ağacı

Epstein sadece bir şahıs değil, şeytanî bir sistemin vitriniydi.

Arkasında ABD elitleri, İngiliz kraliyet ailesi, İsrail istihbaratı (Mossad), büyük medya, Hollywood ve finans çevreleri gibi aktörler vardı.

Bu yapı, fuhuşu ve çocuk istismarını, siyasi baskı, şantaj ve ideolojik dönüşüm için kullanıyordu.

> Tıpkı şeytanın “sonsuzluk ağacı” yalanıyla Hz. Âdem’i kandırması gibi, bu yapı da zevk, güç, özgürlük yalanlarıyla insanları ifsada sürüklüyordu.

  1. Epstein’in Fuhuş Ağı: Tüm Dünyaya Yayılmış Bir “Yasak Ağaç” Tuzağı

ABD ve Avrupa’da:

Elitlerin katıldığı “partiler” aslında kontrollü günah merkezleriydi.

CIA, Mossad gibi servisler bu alanlarda çekilen görüntülerle insanları kontrol altına alıyordu.

İslam Ülkeleri ve Türkiye’de:

Hollywood, Netflix, TikTok gibi kültür ihracatıyla, iffet duygusu aşındırıldı.

Bazı zengin Araplar bu sisteme dahil edildi. Lüks, şehvet ve yozlaşma pompalandı.

Mekke ve Medine’ye Bile Etkisi:

Suudi Arabistan’da “modernleşme” adı altında konserler, karma etkinlikler yapıldı. Bu, manevî Cennet mekânına “yasak ağacın” taşınmasıdır.

  1. Yahudî Kültürü ve Şeytanî Şebekelerdeki Rolü

Epstein’in yakın ilişkili olduğu kişi: Ghislaine Maxwell (İngiliz-İsrail bağlantılı).

İsrail istihbaratına çalıştığına dair birçok delil ve şahitlik var.

Bu olay sadece bir fuhuş ağı değil, sapkın ideolojilerin nüfuz operasyonudur.

> Nitekim Tevrat dışı kabalistik öğretilerde günah üzerinden “yükselme” ve “tanrısallaşma” gibi şeytanî inançlar yer alır. Bu, İslam’a zıttır ve insanı hayvanlaştırır.

  1. Kur’ânî Bağlantı ve Kıyamet Alameti

Kur’an’da fuhuşun yayılması, çıplaklık, iffetsizlik ve hayasızlık ile beraber gelen azaplar açıkça anlatılır:

> “Fuhşiyat (çirkin işler) yaygınlaşınca, geçmiş ümmetlerde görülmeyen hastalıklar çıkar.” (İbn Mâce)

Epstein gibi şebekeler sadece bireyleri değil, toplumların manevî bağışıklığını çökertir.

Bu, kıyametin psikolojik ve sosyolojik altyapısını oluşturan bir süreci hızlandırır.

  1. Düşünce ve Ahlaki Sonuçlar

Yasak ağaç hikâyesi ile Epstein dosyası, insanlık tarihinde aynı şeytanın farklı kıyafetlerle çalıştığını gösterir.

Cennet’teki ilk günah, bugün lüks odalarda, özel adalarda, süslenmiş medyada yeniden üretiliyor.

Günahın örtüsü kalkınca, insanın onuru, mahremiyeti ve maneviyatı da soyuluyor.

SONUÇ: Şeytanın Yeni Sofrası, Aynı Ağaç

Epstein fuhuş ağı, “ağaca yaklaşmayın” ilahi emrine karşı küresel bir başkaldırının organizasyonudur. Bu örgütlü sapkınlık, sadece bireysel bir ahlaksızlık değil; insanlığın iradesini ipotek altına alma çabasıdır. Aynı şeytan, bu sefer ağaç değil ada, meyve değil beden sunuyor.

İslam ülkeleri de bu ifsad dalgasından kaçamaz; ancak Kur’ân ve Sünnet ile kendini koruyan toplumlar, bu “iblisî kıyamet”ten kurtulabilir.

> “Şeytan sizin düşmanınızdır; onu düşman tanıyın.” (Fâtır, 35/6)

*********

Epstein ve Yasak Ağaç: Şeytanın Modern Tuzakları

Yasak Meyveden Cinsel Şantaja, Cennetten Manhattan Adasına: Tarih Boyunca İffetin Kuşatılması

Giriş: Yasak Ağaç Cennette Kaldı Sananlar Aldanır

İlk insan ve ilk günah… Kur’ân-ı Kerim’in anlattığı Hz. Âdem ve Havvâ kıssası, sadece tarihî bir olay değil; tüm insanlığın kaderini şekillendiren evrensel bir semboldür. Cennette her şey serbest iken yalnızca bir ağaç yasaklanmıştır. Fakat şeytan, bu yasağı cazip göstererek insanın iradesini tuzağa düşürür. Sonuç? Avret yerlerinin açılması, mahremiyetin kaybı, cennetten kopuş ve dünyaya iniş…

Bugün, modern dünyanın başkentlerinde, bu kıssa yeniden yaşanmakta, fakat bu defa “ağaç” yerine “adalar”, “yasak meyve” yerine ise küresel fuhuş ağları ve şantaj videoları vardır. Bu açıdan, ifşa olan Jeffrey Epstein vakası, sadece bir ahlâk skandalı değil, insanlık tarihinin ilk günahının postmodern versiyonudur.

  1. Yasak Ağaç Nedir, Neyi Temsil Ederdi?

Kur’an’da geçen “bu ağaca yaklaşmayın” (Bakara 35, A’râf 19, Tâhâ 120) emri, ağacın türü ne olursa olsun, insanın karşısına çıkan haramla ilk sınavı temsil eder. Bu sınav:

Cazip görünen bir şeyin arkasındaki tehlikeyi kavrayabilme imtihanı,

Fıtrat ile heva arasındaki ilk çatışmadır.

İşte bu kıssa, şeytanın insanı ayartmak için kullandığı temel stratejiyi ortaya koyar:

> “Size sonsuzluk ağacını ve yok olmayan bir mülkü göstereyim mi?” (Tâhâ 120)

Bugün de aynı sözler, medya aracılığıyla fısıldanmaktadır:

> “Özgürlük, sınırsız haz, mahremiyetsiz mutluluk, bedenin pazarlanması…”

  1. Epstein Dosyası: Modern Şeytanın Tuzak Mekanizması

Kimdir Epstein?

Jeffrey Epstein; görünüşte zengin bir yatırımcı, perde arkasında ise uluslararası fuhuş, şantaj ve istismar ağı kurucusudur.

Kurbanları: Çoğu 13-17 yaş arası genç kızlar.

Müşterileri: Prensler, başkanlar, milyarderler, akademisyenler, medya patronları.

Mekânlar: Manhattan’da gökdelenler, Karayipler’de “özel ada”, jetler, malikaneler.

Epstein olayı bir kişiden ibaret değildir. O, şeytanî düzenin bir taşeronudur. Kurduğu ağ, küresel güç elitlerinin zafiyetlerini kayda alarak onları denetim altına alan, organize bir ahlaksızlık tuzağıdır.

  1. Cennette Avretin Açılması – Manhattan’da Kameraların Açılması

Kur’an’a göre, ilk günahın sonucu:

> “Böylece ağaçtan yediler, avret yerleri açıldı.” (A’râf 22, Tâhâ 121)

Epstein vakasında da aynı ilke çalışır. Ancak bu sefer:

Fiziksel soyunma bir ifşa unsuruna dönüşmüştür.

Kayıt altına alınan çıplaklık, şantaj, kontrol ve yönlendirme için kullanılır.

Mahremiyetin kaybı, sadece bireysel değil, sistematik ve küresel bir esaret halini almıştır.

Bu, cennette açılan avretin, dünyada kamusal çıplaklığa, kültürel teşhire dönüşmesidir.

  1. Epstein’in Şeytanî Ağı: Bugünkü “Yasak Ağaç”

Semboller Aynı, Biçimler Farklı:

Cennet’te – Günümüzde Epstein Sisteminde

Yasak Ağaç – Fuhuş ve istismar ağı
Şeytan – Medya, ideoloji, istihbarat
Avretin açılması – Mahremiyetin istismarı
Cennetten iniş – Toplumun ahlaken çöküşü

Kültürel Dönüşüm:

Bu fuhuş ağı, yalnızca günah pazarlamaz. Bir yaşam tarzı, bir ideolojik normalleştirme projesidir:

Mahremiyet küçümsenir.

Cinsel sınırlar “baskı” diye gösterilir.

Aile kurumu “eski kafalı” sayılır.

Her türlü sapkınlık “özgürlük” kılığına sokulur.

  1. Yahudi Kültürünün ve Mossad’ın Rolü

Jeffrey Epstein’in hem kişisel geçmişi hem bağlantıları:

İsrail Mossad ajanı olduğu yönünde ciddi iddialar ve tanıklar vardır.
Mossad ajanı olduğu kesindir.

Ghislaine Maxwell (ortağı) İngiliz-İsrail bağlantılıdır.

Epstein’in evi, kameralarla dolu bir kontrol merkezidir. Misafirler, gizlice kayda alınır.

Bu, sadece ahlak dışı bir faaliyet değil, şeytanî bir istihbarat operasyonudur. Günah ve çıplaklık üzerinden insanlara hükmetmenin modern versiyonudur.

  1. İslam Ülkeleri ve Gençlik Üzerindeki Tehdit

Bu sistem sadece Batı elitlerini hedef almaz. Hollywood, TikTok, Netflix gibi küresel araçlarla:

İslam ülkelerindeki gençler,

Moda ile örtüsünü atan kızlar,

YouTube, sosyal medya ile zihinleri bulandırılan erkekler,

aynı “yasak ağaç” propagandasıyla karşı karşıyadır. Cazibe, süsleme, yasağın meşrulaştırılması…

  1. Bugünün Yasak Ağacı: Açık Saçıklık, Sefahat, Fuhuş

Efendimiz (sav) buyurur:

> “Zina yaygınlaşmadıkça insanlar helâk olmaz. Zina açık yapılırsa, daha önce bilinmeyen hastalıklar zuhur eder.” (İbn Mâce)

Bugün de:

Fuhşun normalleşmesiyle toplumlar çökmekte,

Aile kurumu çözülmekte,

Cinsiyet ve kimlik karmaşası her yerde yayılmaktadır.

Epstein olayı bunun vitrini, asıl ağ ise sistematik bir din-dışı medeniyet inşasıdır.

Sonuç: Yasak Ağaç Kıssası, Bugünün Gerçeğidir

Kur’an’daki “ağaca yaklaşmayın” emri, sadece Hz. Âdem’e değil; her çağın insanına hitaptır. Epstein vakası bu kıssanın günümüzdeki yeniden tezahürüdür.

İblis hâlâ aynı yalanı fısıldıyor:

> “Bunu yaparsan ebedîleşirsin… Daha özgür, daha güçlü olursun…”

Ama sonuç değişmiyor:

Mahremiyet kaybı, iffet zedelenmesi,

Cennetten uzaklaşma ve dünyevî felaket,

Sonunda kıyametin psikolojik ve sosyolojik hazırlığı.

Makale Özeti:

> Jeffrey Epstein olayı, Kur’ân’daki “yasak ağaç” kıssasının postmodern bir yansımasıdır. Şeytan, tıpkı Hz. Âdem’e olduğu gibi, günümüzde de insanları fuhuş, açık saçıklık, şehvet ve günah üzerinden kandırmakta, kameralarla mahremiyetlerini soyup esir almaktadır. Bu süreç sadece ahlâkî bir çöküş değil, aynı zamanda küresel kıyametin manevî öncüsüdür. Yasak ağaç hâlâ var, yaklaşan yine düşer.

***********

🌐 1. Küresel Şantaj Ağı: “Günah Üzerinden Hükmetmek”

Epstein Modeli nedir?

Genç kızlar ve çocuklar kullanılarak kurulan fuhuş ve şantaj tuzağı, dünya çapında birçok devlet adamını, iş insanını, akademisyeni ve kanaat önderini hedef almıştır.

Epstein bu sistemi yalnızca cinsel sömürü için değil, siyasi denetim ve yönlendirme için inşa etmiştir.

Bu sistemin arkasında istihbarat örgütleri (özellikle Mossad ve CIA) olduğuna dair çok sayıda belge, şahitlik ve analiz vardır.

> Bu sistemde şeytan “yasak meyveyi” göstermez sadece; onu yedirip sonra suç deliliyle esir alır.

🧿 2. Kur’ânî Temsil: “İlk Günahla Açılan Avret, Günümüzün İstismar Ağına Dönüştü”

Âdem ve Havvâ’nın avret yerlerinin açılması, modern dünyada devletlerin, kurumların ve liderlerin mahrem bilgilerinin ortaya saçılması şeklinde tekrar etmektedir.

Mahremiyetin kaybı → Kontrol edilebilirlik,

Günahın belgelenmesi → Rehineye dönüştürme,

Suçun sisteme entegrasyonu → Köleleştirme düzeni.

🌍 3. Şantaj ve Fuhuşla Denetlenen Dünya Liderleri:

Avrupa ve ABD’den Örnekler:

Bill Clinton: Epstein ile onlarca defa uçağına binmiş, “Lolita Express” listelerinde adı geçmiştir.

Prens Andrew: İngiliz kraliyetinden, bizzat genç kızlarla ilişkisi ortaya çıkmış, itibar ve görev kaybına uğramıştır.

Fransa, Almanya, Belçika gibi ülkelerde de yüksek bürokratlar, özellikle freemasonik otellerde çekilen kasetlerle yönlendirilmiştir.

> Bu sistem, liderleri günaha sürükleyip ardından onları utanç ve korkuyla diz çöktürmektedir.

🇹🇷 4. Türkiye’de de Benzeri Kaset Operasyonları:

  1. A) Deniz Baykal Olayı (2010):

CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın özel görüntüleri internete sızdırıldı.

Kemal Kılıçdaroğlu o dönem “Ben asla genel başkan olmam” derken kısa sürede görevi devraldı.

Bu olay CHP’nin ideolojik kimliğinde ciddi bir dönüşüm başlattı.

  1. B) Adnan Oktar Olayı:

Kurduğu yapı, fuhuş, şantaj, tehdit ve beyin yıkama mekanizmaları barındırıyordu.

Genç kadınlar hem “manevî eğitim” kisvesiyle hem cinsel istismar ile kullanıldı.

Bu yapı üzerinden iş insanları, medya mensupları ve siyasetçilerle bağlantılar kuruldu.

> Tüm bu olaylar, şeytanın çağdaş versiyonu olan modern ağların, iffetsizliği silah olarak nasıl kullandığını gösteriyor.

🧠 5. Neden Bu Kadar Etkili?

Çünkü fuhuş ve şantaj:

İnsanın en zayıf yönü olan şehveti hedef alır,

Vicdanını susturur, pişmanlık duygusuyla kişiyi çaresiz bırakır,

Açığa çıkma korkusu ile kişiyi kullanılabilir bir kuklaya dönüştürür,

Bu sayede seçimler, politikalar, medya içerikleri, hatta savaş kararları bu tür kişilerin eliyle yönlendirilir.

🔥 6. Şeytanın Stratejisi Aynı: İlk Günah = Modern Şantaj

Şeytan, Cennette şöyle dememiş miydi?

> “Derken şeytan, kapalı olan avret yerlerini birbirine göstermek için onlara fısıldayıp kafalarını karıştırdı ve
“Rabbiniz size bu ağacı sırf melek olursunuz veya ebedî yaşayanlardan olursunuz diye yasakladı” dedi.
Onlara, “Ben gerçekten sizin iyiliğinizi isteyenlerdenim” diye de yemin etti.…” (A’râf 20-21)

Bugün de aynı yalanı başka bir versiyonla fısıldıyor:

> “Bu günahı işke, kimse bilmez… Bu partide kameralar kapalı… Bu dosya seni zirveye taşır…”

Sonra o görüntüyle tehdit ediyor, hükmediyor ve yönlendiriyor. Tıpkı Âdem’e “ağaç”la kandırıp, sonra avretini açtırdığı gibi.

📜 7. Sonuç: Günah Üzerinden Dünya Yönetimi

> “Şeytan sizin düşmanınızdır; onu düşman tanıyın.” (Fâtır, 6)

Fuhuş ve kaset operasyonları sadece “Ahlâk dışı olaylar” değil, sistemli küresel dizayn mekanizmalarıdır.

Epistemolojik olarak Kur’an, bu olaylara zamanlar üstü bir uyarı ihtiva etmektedir.

Kim bu ağaçtan yerse, mahremiyeti açılır, iradesi çalınır, hatta cenneti (yani özgürlüğünü) kaybeder.

Özet:

Bugün Epstein gibi fuhuş baronları, şeytanın cennette kurduğu “yasak ağaç” tuzağını modern şehirlerde kurmakta; devlet liderleri, bürokratlar, akademisyenler, medya figürleri bu tuzaklarla ya kandırılmakta ya da susturulmaktadır.

Deniz Baykal’dan Prens Andrew’e, Clinton’dan Oktar’a kadar uzanan bu zincir, Kur’an’da ilk günah olarak işaret edilen “yasak meyveye yaklaşmanın” nasıl modern bir politik ve psikolojik silaha dönüştüğünün ibret verici bir isbatıdır.

www.tesbitler.com

 




Cennetten Sürgüne: Yasak Ağacın Sırrı ve İnsanlığın İmtihanı

Cennetten Sürgüne: Yasak Ağacın Sırrı ve İnsanlığın İmtihanı

Kur’an-ı Kerim’de, Hz. Adem (a.s) ve Hz. Havva’nın (a.s) cennette iken kendilerine hitaben “Şu ağaca yaklaşmayın, yoksa zalimlerden olursunuz” buyrulduğu yerler, genel olarak Bakara Suresi 35. ayet ve Araf Suresi 19. ayettir. Bu ilahi emir, sadece basit bir yasağı değil, insanlığın varoluşsal serüvenindeki en önemli dönüm noktalarından birini işaret eder.

Peki, bu ağacın hikmeti nedir, neden bu kadar önemlidir ve İslam alimleri bu konuda neler beyan etmiştir?

Yasak Ağacın Hikmeti ve Mahiyeti
Kur’an’da bahsedilen **“ağaç”**ın mahiyeti hakkında İslam alimleri farklı görüşler öne sürmüşlerdir. Kimi alimler, bunun gerçek bir meyve ağacı olduğunu belirtirken, kimileri ise mecazi bir anlam taşıdığını, bir nevi “bilgi ağacı” ya da “sonsuzluk ağacı” gibi sembolik bir anlatım olduğunu ifade etmişlerdir. Yaygın kabul gören görüşlerden biri, bu ağacın aslında bir imtihan aracı olduğudur. Cennet, sınırsız nimetlerle dolu bir yer olmasına rağmen, Allah Teâlâ’nın iradesine mutlak itaati sınayan küçük bir yasak konulmuştur. Bu, insan iradesinin özgürlüğünü ve aynı zamanda sorumluluğunu anlatır.
Bu ağacın neden bu kadar önemli olduğu sorusunun cevabı, insanın kulluk bilinci ve itaat kavramı ile yakından ilişkilidir. Allah’a mutlak teslimiyet, cennetteki varlığın temel şartıdır. Küçük bir yasağa uymamak, bu teslimiyetten sapmanın ve ilahi iradeye karşı gelmenin ilk adımı olmuştur. Bu olay, insanlığa irade-i cüziyye ile irade-i külliye arasındaki dengeyi, hürriyetin sınırlarını ve sorumluluğun ağırlığını öğretmiştir.

Avret Yerlerinin Açılması ve Bağlantısı

Kur’an-ı Kerim’de Hz. Adem ve Hz. Havva’nın yasak ağaçtan yemeleri sonucunda avret yerlerinin açıldığı Bakara Suresi 35. ayet ve Araf Suresi 22. ayetlerde açıkça belirtilir. Bu durum, sadece fiziksel bir açıklık değil, aynı zamanda manevi bir arınmanın ve masumiyetin yitirilmesinin bir göstergesidir. Cennetteki yaşam, arınmışlık ve örtülülükle karakterizedir. Günah işlendiğinde, bu masumiyet perdesi kalkmış ve insan, kendi aciziyetinin ve eksikliğinin farkına varmıştır.

Ağaçla avret yerinin bağlantısı, günahın sonuçlarıyla ilgilidir. Cennette her şey mükemmel ve kusursuzdur. Avret yerlerinin açılması, bu mükemmel düzenin bozulduğunun ve bir kusurun ortaya çıktığının sembolüdür.

İnsan, Allah’ın emrine karşı gelmekle, hem ruhsal hem de bedensel bir zaafiyet içine düşmüş, cennetin doğal örtüsünden mahrum kalmıştır. Bu durum, günahın insan üzerindeki olumsuz etkilerini ve manevi kirliliğini açıkça gözler önüne serer.

Cennetten Dünyaya Gönderiliş: Büyük Bir Suç mu?

Bu konuda Bediuzzaman bu meseleyi veciz ve küllî mana ifade edecek şekilde izah ve tesirini yapmıştır.
https://kulliyat.
risaleinurenstitusu.org/mektubat/on-ikinci-mektub/46
https://youtu.be/U5LhEFO9yq0
https://youtu.be/rU_a6Ljpmls
https://youtu.be/ggbXsKRGzZU )

Hz. Adem ve Hz. Havva’nın cennetten dünyaya gönderilmesi, genellikle “büyük bir suç” olarak anlaşılır. Ancak İslami talimde bu olay, bir cezadan ziyade, insanlığın yeryüzündeki halifelik misyonunun başlangıcı ve bir imtihanın devamı olarak kabul edilir. Allah Teâlâ, Adem’i yeryüzünde bir halife olarak yaratacağını meleklere daha başlangıçta bildirmiştir (Bakara Suresi 30. ayet). Dolayısıyla, cennetten dünyaya gönderiliş, ilahi planın bir parçasıdır ve insanın kendi iradesiyle kemale ermesi için bir fırsattır.
Bu, insanlığın Allah’a yönelme, tövbe etme, iyilik yapma ve yeryüzünü imar etme potansiyelini barındıran bir süreçtir. Suçun büyüklüğünden ziyade, insanın tövbe etme ve affedilme kapasitesi anlatılır.
Hz. Adem ve Hz. Havva’nın hemen tövbe etmeleri ve Allah’ın da bu tövbelerini kabul etmesi, ilahi rahmetin sonsuzluğunu ve insanın hata yapma potansiyeline rağmen doğru yolu bulabileceğini gösterir.

Şeytanın Rolü ve Günahın Dünyadaki Yansımaları

Şeytan, yasak ağaç olayında aktif bir rol oynamış, Hz. Adem ve Hz. Havva’yı kandırarak Allah’ın emrine karşı gelmeye teşvik etmiştir. Kur’an-ı Kerim’de bu durum, Şeytan’ın “vesvese” vermesi ve “aldatması” şeklinde ifade edilir (Araf Suresi 20-22. ayetler).

Şeytan, insana “sonsuzluk” ve “mülk” vaadiyle yaklaşmış, onları cennette ebedi kılma ve meleklere dönüştürme gibi yalan vaatlerle aldatmıştır. Bu, Şeytan’ın temel taktiğini, yani insanı nefsani arzularına ve hırslarına yönlendirerek doğru yoldan saptırmasını açıkça ortaya koyar.
Günahın bu benzeri, dünyada sürekli olarak işlenmektedir. İnsanlık, sürekli olarak Şeytan’ın vesveseleri ile karşı karşıyadır.

Günümüzde işlenen fuhuş, fahişelik, sefahet ve açık saçıklık, yasak ağaçla başlayan o ilk günahın farklı tezahürleridir. Nasıl ki yasak ağaçtan yiyerek avret yerleri açıldı ve masumiyet perdesi kalktıysa, günümüzde de bu tür davranışlar insanın manevi örtüsünü kaldırmakta, ruhsal kirliliğe yol açmakta ve toplumsal ahlakı yozlaştırmaktadır.

Yahudilerin bu günahın işlenmesindeki rolü, özellikle Tevrat’taki ve bazı Yahudi metinlerindeki “ilk günah” anlatımlarının yorumlanmasıyla ilgilidir. Bazı yorumlar, Şeytan’ın (Satan) rolünü ve yılanın (nahash) Hz. Havva’yı kandırmasını farklı boyutlarda ele alır. Ancak Kur’an perspektifinden bakıldığında, esas vurgu, insanın kendi iradesiyle yaptığı tercihler ve Şeytan’ın süregelen saptırıcı faaliyetleridir.

Bu günahın işlenişi, her insanın bireysel sorumluluğuna ve Şeytan’ın genel insanlık üzerindeki etkisine odaklanmak ifade eder.

Dünyanın Kapanması ve Kıyametle İlişkisi

Dünyada işlenen fuhuş, fahişelik, sefahet ve açık saçıklık gibi günahlar, kesinlikle yasak ağaçla başlayan günah zincirinin bir uzantısıdır. Bu tür davranışlar, insanlığın yaratılış gayesinden uzaklaşmasına, ahlaki değerlerin yozlaşmasına ve Allah’ın sınırlarının ihlal edilmesine yol açar. Toplumsal olarak bu tür günahların yaygınlaşması, ilahi gazabın tecellisine ve kıyametin kopmasına sebep olabilir mi?

Evet, Kur’an ve Sünnet’e göre, Allah Teâlâ’nın emirlerine isyanın, ahlaki yozlaşmanın ve haddi aşmanın yaygınlaşması, kıyamet alametlerinden biri olarak kabul edilir. Yeryüzünde fesat ve zulüm arttığında, Allah’ın belirlediği denge bozulur. “Fısk u fücurun” yani günahkarlığın ve aşırılığın artması, dünyanın sonunun gelmesine ve kıyametin kopmasına sebep olan önemli faktörlerdendir. Her ne kadar kıyametin kesin zamanını sadece Allah bilse de, insanoğlunun günahlarındaki ısrarı ve aşırılıkları, ilahi takdirin tecellisine zemin hazırlayabilir. Bu durum, insanlığa sürekli bir uyarı niteliğindedir: Hayatın anlamı ve amacı, Allah’ın rızasını kazanmak ve ilahi sınırlara riayet etmektir. Aksi takdirde, hem bireysel hem de toplumsal olarak felaketlere yol açılabilir.

Makalenin Özeti
Kur’an’da Hz. Adem ve Hz. Havva’ya cennette yasaklanan ağaç, Bakara 35 ve Araf 19’da geçer.
Bu ağaç, insanın itaatini ve iradesini sınayan bir imtihan aracıdır. Ondan yemeleriyle avret yerlerinin açılması, masumiyetin ve manevi örtünün kaybını sembolize eder. Cennetten dünyaya gönderilmeleri, bir ceza değil, yeryüzünde halifelik misyonunun başlangıcı ve bir tekâmül süreci olarak görülür. Şeytan’ın aldatmasıyla gerçekleşen bu ilk günah, dünyadaki fuhuş ve ahlaki yozlaşma gibi günahların bir benzeridir. Bu tür günahların yaygınlaşması, toplumsal çöküşe ve kıyametin gelmesine sebep olabilecek önemli alametlerden sayılır. Tüm bu süreç, insanlığa sürekli bir imtihan ve tövbe çağrısı niteliğindedir.

 




Kudretin Sessiz İmtihanı: Gazze ve İnsanlığın Kırılma Noktası

Kudretin Sessiz İmtihanı: Gazze ve İnsanlığın Kırılma Noktası

Bir Kutunun Ardında Yıkılan Vicdan

Bugün, bir bebek mamasının ulaştırılamamasıyla can veren Yusuf Muhammed es-Safedi, sadece Gazze’nin değil, insanlığın da açlıktan öldüğünün ilanıdır. UNRWA’nın 6 bin tır yardımının kapıda bekletilmesi, sadece Gazze halkının değil, aynı zamanda uluslararası hukukun, vicdanın ve aklın da kuşatma altına alındığını gösteriyor.

Gazze; açlıkla, bombayla, susuzlukla yok edilmeye çalışılan bir halkın değil, susturulmuş, seyirci kalmış bir dünyanın vicdan tablosudur. İsrail’in zulmü artık sadece bir ulusu hedef almıyor; insanlık kavramının içini boşaltıyor.

  1. Tarih Tekerrür mü Ediyor, Yoksa Takrir mi?

Tarih, Firavunların, Nemrutların ve Ebu Cehillerin zulümleriyle doludur. Ancak bu tiranlar, daima zulümlerine meşruiyet sağlayacak bir “sessiz çoğunluğa” ihtiyaç duymuşlardır. Bugün bu sessiz çoğunluk, İsrail’in Gazze’de yürüttüğü soykırıma göz yuman devletler, suskun medya organları ve korkudan ya da çıkar kaygısıyla susan akademi dünyasıdır.

Almanya gibi İsrail’in arka bahçesi hâline gelen ülkeler bile artık bu vahşetin ağırlığını taşıyamıyor. Başbakan Friedrich Merz’in “kirli işleri bizim adımıza yapıyor” itirafı, aslında Batı’nın kendi günahlarının vekâleten işletildiğini kabul etmesidir. Bu cümle, modern çağın en büyük diplomatik öz eleştirilerinden biridir.

  1. Akıl, Ahlâk ve Bilim Nerede Duruyor?

Modern dünya, insan hakları, demokrasi ve özgürlük adına sözde değerler inşa etti. Peki bu değerler, açlıktan ölen çocuklara neden uğramıyor? Yapay zekâyla kanser çözümleri üreten bir dünya, neden bir kutu mamasını ulaştıramıyor?

Bu durum, bize şunu gösteriyor: Bilim ve teknoloji ahlâkî temele dayanmazsa zulmü büyütür. Gazze’de yıkım, sadece füzeyle değil, yalanla, manipülasyonla ve sessizlikle inşa edilmektedir.

III. Gazze: Bir Laboratuvar mı, Bir Mahşer mi?

Gazze’de yaşananlar birer istatistik değil; ilahî bir imtihanın sahnesidir. İnsanlık, burada sınanıyor. Vicdanlar, inançlar, akıllar ve ideolojiler Gazze’de tartılıyor.

Kur’an’da Hz. Nûh’un duası (Nûh Sûresi 26–28), çağlar üstü bir hakikati dile getirir: Zalim nesiller, kendileri gibi zalimleri doğurur. Onları yeryüzünde bırakmak, sadece zulmü çoğaltır. Bugün de Gazze’de İsrail’in yaptığı sadece mevcut halkı yok etmek değil; yeryüzüne yeni Firavunlar doğurmaktır.

  1. İbretlik Bir Sessizlik: Kimin Duvarı Daha Kalın?

Gazze halkı “Duvarlara mı konuşuyoruz?” diye haykırıyor. Bu, sadece çaresiz bir halkın değil, hakikatin sesini duyuramayan bir dünyanın da çığlığıdır. Belki de en kalın duvarlar, Beyaz Saray’ın, Avrupa Parlamentosu’nun veya Birleşmiş Milletler’in içindedir.

  1. Kaderin Sırrı: Sessizlik, Zulmü Değil, Sonu Hazırlar

Tarih, zalimlerin saltanatının sonsuz olmadığını defalarca gösterdi. Ancak bu defa farklı olan şey, zulmün kameralar önünde, canlı yayınla yapılmasıdır. Belki bu, ahir zamanın alâmetidir. Belki bu, dünyanın kıyamete en yakın aynasıdır.

Ama Allah’ın vaadi haktır: “Zalimler için asla kurtuluş yoktur.” (Kasas, 37)

Sonuç: Zamanın Şahitliği ve Duanın Gücü

Zaman, hem zalimi hem mazlumu yazar. Ancak Allah’ın defterine, yalnızca niyet ve dua geçer. Bugün bizler, Yusuf es-Safedi bebek için ağlamıyorsak, kendimiz için ağlamalıyız. Zira vicdanını kaybetmiş bir toplumun geleceği, bombadan daha tehlikelidir.

Ey Rabbimiz! Hz. Nûh’un duasıyla dua ediyoruz: Zalimlerin kökünü kurut! Onlara mühlet verme. Onlar senin kullarını yoldan çıkarıyorlar. Bizi ve tüm mazlumları bağışla. Gazze’yi sabırla, bizi dirayetle donat. Âmin.

Özet:

İsrail’in Gazze’ye yönelik zulmü, sadece bir savaş değil, insanlığın utancıdır.

Almanya bile bu zulme destek vermekten yorulmuş, diplomatik çağrılar yapmıştır.

Bilim ve teknoloji ahlâk temelli olmadığında zulme aracılık eder.

Gazze halkı açlıktan ölürken dünya sessiz ve etkisiz kalmakta.

Kur’an’da Hz. Nûh’un duası, zalimlerin kökünün kazınması için bir kıyam çağrısıdır.

İnsanlığın vicdanı ve duası hâlâ Gazze’den sorumludur.

Sonuç: Zulüm devam edebilir; ama ebedi değildir. Zulmün sonu, kaderin hakemliğinde yazılır.

********

“Nûh dedi ki: “Rabbim! Yeryüzünde dolaşan bir tek kâfir bile bırakma!
Bırakacak olursan, onlar senin kullarını yoldan çıkarırlar ve ancak kendileri gibi ahlâksız, günahkâr ve azılı kâfir nesiller yetiştirirler.
Rabbim! Beni, anne-babamı, mü’min olarak evime girenleri, bütün mü’min erkeklerle mü’min kadınları bağışla! Zâlimlerin ise ancak helâkini artır! Köklerini kurut!” Nuh Sûresi 26-28. Ayet.

Allahım aynı bedduayı İsrail ve destekçileri için de uygula.

www.tesbitler.com

 




İnsanın Yolculuğu: Hakikat, Şükür ve İman Ekseni

İnsanın Yolculuğu: Hakikat, Şükür ve İman Ekseni

Kâinatın engin sahnesinde, insan denilen mucizevi varlık, varoluş gayesini arayan bir yolcudur. Bedîüzzaman Said Nursî’nin veciz ifadeleriyle derinleşen bu yolculukta, hakikatin elmasları ile dünya heveslerinin cam kırıkları arasındaki tercih, insanın kaderini belirler. Nefsin ve şeytanın fısıltılarına kulak verenler “esfel-i safilîn”e düşerken, Hak ve Kur’an’ın sesine uyanlar “a’lâ-yı illiyyîn”e yükselir ve kâinatın güzel bir takvimi haline gelirler.
Bu, sadece bir iman meselesi değil, aynı zamanda varoluşun en temel bilimsel ve felsefi sorgulamalarını da içinde barındıran bir hakikattir.

Hakikatin Elmasları ve Dünya Heveslerinin Cam Kırıkları

***********

Bedîüzzaman, vicdanını dünyaya satan, hakikat elmaslarını pis, muzır şişe parçalarına mübadele edenleri “insan suretindeki yılanlar” olarak nitelendirir. Bu ifadeler, basit bir ahlaki eleştirinin ötesinde, insan fıtratının en derin çelişkisine işaret eder. Modern bilim ve teknoloji, insana sayısız imkân sunarken, aynı zamanda maddeye ve geçici lezzetlere olan düşkünlüğü körükleyebilir.
Sanal gerçeklik dünyaları, hızlı tüketim kültürü ve anlık hazlar peşinde koşma eğilimi, “hakikat elmasları” olan manevi değerleri göz ardı etmeye itebilir. Oysa gerçek bilimsel çalışmalar, kâinatın işleyişindeki mükemmeliyeti ve her zerresindeki ilahi sanatı keşfederken, insanı acizliğinden ve cehaletinden arındırarak daha yüce hakikatlere kapı aralar. Risale-i Nur, bu noktada bir tefsir ve rehber olarak devreye girer; kâinat kitabının ayetlerini okuyarak, maddenin ötesindeki manevi âlemleri, Allah’ın isim ve sıfatlarının tecellilerini gözler önüne serer. Bu, sadece kalbe hitap eden bir talim değil, aynı zamanda aklı da ikna eden bir programdır.

*********

Şükür: Manevi Lezzetlerin Anahtarı
“Hevesli akılsız çocuklar gibi, muvakkat, ehemmiyetsiz lezzetlerin peşinde koşma!” uyarısı, modern insanın en büyük handikaplarından birini dile getirir. Fani zevkler, ardında manevi elemler ve teessüfler bırakırken, sıkıntılar ve elemler bilakis manevi lezzetler ve uhrevi sevaplar verir. Bu paradoks, şükür kavramıyla çözülür. Yenilen lezzetli bir nimetin şükür vasıtasıyla bir nur ve uhrevi bir meyve-i Cennet olması, şükrün sadece bir ibadet değil, aynı zamanda varoluşu dönüştüren bir anahtar olduğunu gösterir.

Nankörlüğün mizanı hırs ve israf, hürmetsizlik ve haram helal demeyip rastgele yemek iken, şükür, bereketi ve huzuru beraberinde getirir. Teknoloji çağında, her şeye kolayca ulaşabilme yanılması, şükür duygusunu köreltebilir. Ancak, bir programın algoritması bile bir amaca hizmet ederken, kâinatın her zerresi bir hikmetle yaratılmış ve sayısız nimetle donatılmıştır. Bilimsel bir keşif dahi, o keşfin altında yatan ilahi yasalara ve düzenlemelere karşı bir hayranlık ve şükür hissiyatı uyandırmalıdır.

***********

İnsanın Yükümlülüğü ve Yaratıcısıyla İlişkisi
İnsan, sema, arz ve cibalin kaldırmasından çekindikleri “emanet-i kübra”yı omuzlanan, iki acayip yolun (hayır ve şer) önünde duran, geniş bir ubudiyetle mükellef bir varlıktır. Kâinatın sultanının ism-i a’zamına mazhar, bütün esmasına bir cami’ ayine ve hitabat-ı Sübhaniyesine en anlayışlı muhataptır. Bu yüce makam, insana büyük bir sorumluluk yükler. Allah’ın rahmetinin cemalini, şefkatinin güzelliğini ve rububiyetinin kemalini göstermek için bu kâinatın bir ziyafetgâh, bir teşhirgâh ve bir seyrangâh olarak yaratıldığı gerçeği karşısında, insanın vazifesi şükür ve hamd etmektir. Akıl, her şeyin arkasındaki Sanî-i Rahîm ve Kerîm’i görmezden gelemez.

************

“Ey insan! Aklını başına al. Hiç mümkün müdür ki; bütün enva’-ı mahlukatı sana müteveccihen muavenet ellerini uzattıran ve senin hacetlerine ‘Lebbeyk!’ dedirten Zât-ı Zülcelâl; seni bilmesin, tanımasın, görmesin?” Bu çarpıcı soru, imanın sadece hissi bir durum değil, aynı zamanda akli bir zorunluluk olduğunu anlatır. Kâinatın sürekli olarak canlılarla doldurulup boşaltılması, kendini tanıttırmak ve ibadet ve tesbihat ettirmek içindir. Allah, bu dünyayı zîşuurlarla şenlendirirken, semavatı ve yıldızları boş ve hâlî bırakmaz, onlara münasip ahali yaratır. Saltanat-ı rububiyetini en büyük memleketinde hademesiz, haşmetsiz, memursuz, elçisiz, yaversiz, nazırsız, seyircisiz, âbidsiz, raiyetsiz bırakması düşünülemez. Her mevcut, kendine mahsus bir dille Hâlık’ının vahdaniyetine ve Sanî’inin rububiyetine dair manevi sözlerini ifade eder.

Sonuç:
İnsanın yolculuğu, dünya lezzetlerinin geçici cazibesi ile hakikatin kalıcı elmasları arasındaki seçime dayanır. Risale-i Nur, bu yolculukta ışık tutarak, şükrün anahtarını, imanın akli temelini ve insanın kâinattaki yüce makamını hatırlatır. Bilim ve teknolojinin sunduğu imkanlar, bu derin hakikatleri daha iyi anlamamıza ve Yaratıcı ile olan bağımızı güçlendirmemize vesile olabilir. Önemli olan, aklı, kalbi ve ruhu birleştirerek, geçici olanın değil, ebedi olanın peşinden gitmek ve her anımızı şükürle, hamd ile doldurmaktır.

Makale Özeti:
Bu makale, Bedîüzzaman Said Nursî’nin Risale-i Nur’daki sözleri ışığında, insanın varoluşsal ilgili yolculuğunu ve hakikat arayışını ele almaktadır.
Makale, insanın geçici dünya hevesleri ile ebedi hakikat elmasları arasındaki tercihine odaklanarak, vicdanını dünyaya satanların düştüğü durumu ve Hak yolunda ilerleyenlerin kazanımlarını anlatır.
Şükür kavramının manevi lezzetlerin ve uhrevi sevapların anahtarı olduğu belirtilirken, nankörlüğün olumsuz sonuçlarına dikkat çekilir.
Ayrıca, insanın kâinattaki özel konumu, Allah’ın isim ve sıfatlarının tecellileri karşısındaki sorumluluğu ve Yaratıcı ile olan ilişkisi üzerinde durulur. Makale, bilim ve teknolojinin bu hakikatleri anlama yolunda bir araç olabileceğini ima ederek, insanın aklını, kalbini ve ruhunu birleştirerek hakikate ulaşması gerektiğini anlatır.
Sonuç olarak, insanın şükür, hamd ve iman ekseninde bir yaşam sürerek ebedi mutluluğa erişebileceği mesajı verilir.

 




MÜNAFIKLIK ÇAĞI: NİFAKIN KÜRESEL YÜZÜ VE MASKELİ DÜNYA

MÜNAFIKLIK ÇAĞI: NİFAKIN KÜRESEL YÜZÜ VE MASKELİ DÜNYA

İnsanlık tarihi boyunca hak-batıl mücadelesinin en sinsi cephesi olan nifak, çağımızda küresel bir kimlik, hatta bir yaşam tarzı hâline gelmiştir. Artık bir hakikati yalanla, bir zulmü adaletle, bir işgali yardım maskesiyle süsleyen sistematik bir münafıklık dönemi yaşıyoruz. Gerek Doğu, gerek Batı; gerek Müslüman, gerek gayrimüslim; gerek devletler, gerek fertler bazında, en çok rağbet gören yüz, “maskeli yüz”dür.

  1. Tarihin Aynasında Nifak: Medine’den Moderniteye

Nifakın ilk kurumsallaştığı dönem, Medine’de Müslümanların güç kazandığı döneme rastlar. Bedir sonrası, düşmanlık açık yüzle değil, içten içe ihanetle yapılmaya başlandı. Abdullah bin Übey bin Selûl ve benzerleri, İslam toplumunun içinde, Müslüman görünüp İslam’a ihanet ederek en büyük tahribatı yaptılar.

Bugün ise modern çağın Abdullah bin Übeyleri sadece dinî yapılar içinde değil; siyasal, diplomatik, sosyal ve ekonomik sahalarda da kol gezmektedir. Artık yalanlar, medyatik kılıflarla; işgaller, insan hakları maskesiyle; çıkarlar ise insaniyet perdesiyle gizleniyor. Nifak, teknolojik hale bürünerek dijital platformlarda bile algoritmalarla hükmediyor.

  1. Nifakın Anatomisi: Akıl ve Bilimle Okunan Bir Yüz

Nifak sadece dini değil, ahlaki, sosyolojik ve psikolojik bir vakadır. Psikolojide buna “ikiyüzlülük sendromu”, sosyolojide “çifte standartlı birey” veya “rol çatışması” denilir. Bir kişi ya da toplum, farklı ortamlarda farklı yüzler takınıyorsa bu bir kimlik bozulmasıdır.

Bilimsel olarak, münafıklığın ardında korku, çıkar ve statü kaygısı vardır. Münafık, hakikatten korkar ama hakkı da kullanır. Tıpkı laboratuvar ortamında görünmez ama öldürücü gazlar gibi, münafık da ortamı zehirler ama yüzünde gülümseme vardır.

  1. Küresel Münafıklık: Bir Medeniyetin Maskesi

Bugün insan hakları söylemleriyle dünyayı kana bulayan ülkeler, nifakın diplomatik modelidir. Bir yandan demokrasi ihraç ettiklerini söylerler, öte yandan milyonları açlığa ve savaşa mahkûm ederler. “Teröre karşı savaş” bahanesiyle mazlum ülkeleri işgal eder, sonra barış elçisi pozuna bürünürler.

Birleşmiş Milletler, NATO, uluslararası yardım kuruluşları… Hepsi bir yönüyle “nifakın sistematik yüzleri”dir. Yardım ulaştırmak için bile menfaat isterler, destek verirken sadakat değil, itaat beklerler. İsrail’in Gazze’de yaptığı soykırım karşısında sessiz kalan Batı, işte tam da bu maskeli yüzün en bariz halidir.

  1. İslam Dünyasında Nifak: Bir İç Çöküş

İslam dünyası, düşmandan değil, dost görünen nifak odaklarından yara alıyor. Müslüman ülkelerin bir kısmı işgalcilerle işbirliği yapıyor; diğer kısmı ise zulme karşı sessiz kalıyor. Mazlumların çığlıkları karşısında dudaklarını kıpırdatmayan liderler, ümmetin kalbine saplanmış nifak hançeridir.

Kur’an, münafıkları en çok anlatan ve en çok uyaran kitaptır. Münafıkun Suresi, Tevbe Suresi, Nisa Suresi gibi onlarca ayette Allah, münafıkların iç yüzünü deşifre eder. Bu yüz, bugün ekranlarda, kürsülerde, diplomasi masalarında hâlâ konuşmaktadır.

  1. Aklî ve Mantıkî Bir Değerlendirme

Bugün dürüstlük değil, imaj satıyor. Gerçek değil, algı yönlendiriyor. Samimiyet değil, strateji kazandırıyor. Bu da gösteriyor ki çağımız gerçeklikten çok, imaj çağının nifakını yaşıyor. İnsanlar “doğru” olmak yerine “doğru görünmek” istiyor.

Bu ise ahlakı öldüren, merhameti pasifize eden, vicdanı susturan ve insanlığı robotlaştıran bir zihinsel çöküştür. Münafıklık, sadece bir inanç sapması değil, bir akıl felcidir. Zira iki yüzlü insan, kendi içindeki çelişkinin farkında bile değildir.

  1. Çözüm: Maskeleri Düşürmek

Çare, öncelikle bireysel dürüstlükle başlar. Her Müslüman Kur’an’daki şu ayeti kendine sormalıdır:

> “Ey iman edenler! Niçin yapmadığınız şeyi söylüyorsunuz?”
(Saf, 2)

Toplumsal düzelme ise ancak doğruluğu ödüllendiren, yalanı teşhir eden bir bilinçle mümkündür. Kur’an, münafıklarla dostluğu yasaklarken, Peygamberimiz onları ifşa etmemiş ama tanımış ve tanıtmıştır. Bugün de bu ferasete ihtiyaç var.

MAKALE ÖZETİ

Bu makale, 20. ve 21. yüzyılın en yaygın hastalığı olan münafıklığı, tarihî, ahlâkî, ilmî ve aklî yönleriyle ele almaktadır. Tarihte Medine’de başlayan nifak hareketinin bugün nasıl küreselleştiği ve Batı’nın diplomatik nifak maskeleriyle nasıl hareket ettiği örneklerle açıklanmıştır. İslam dünyasında ise içten gelen ihanetin ümmeti nasıl zayıflattığına dikkat çekilmiştir. Münafıklığın bilimsel boyutu analiz edilmiş, psikolojik ve sosyolojik açılımlar sunulmuştur. Sonuç olarak, bireysel ve toplumsal olarak dürüstlükle bu hastalıktan arınmanın yolları vurgulanmıştır.