YÜKÜNÜ TAŞIYAMAYAN KAMYON

YÜKÜNÜ TAŞIYAMAYAN KAMYON

Yükünü taşıyamayan bir kamyonun, lastik yüklü olmasına rağmen yolda kalması, derin bir ironi taşıyor.
Bu durum, sadece bir görselden ibaret değil; hayatın birçok alanında karşılaştığımız acı gerçeklerin bir yansıması.
Gelin, boyle üzeri tekerle dolubiken tekeri patlayan ve yolda kalan kamyonet ve dile getirilen çarpıcı örnekleri esas alarak, tarihi, ibretlik ve düşündürücü bir ekseninde bulunalım:
Yükünü Taşıyamayanlar: Bolluğun Ortasında Yoksunluk Paradoksu,
sırtına tonlarca lastik yüklenmiş bir kamyonun, patlamış bir tekerleği yüzünden yolda kalmış halini acı bir ironiyle gözler önüne seriyor. Birde buna ek olarak yanında çaresizce oturan adamın yüzündeki ifadeyi dusunelim, bu durumun trajikomikliğini adeta özetler: Sahip olduğu bolluk, onu içinde bulunduğu çıkmazdan kurtarmaya yetmiyor. Böyle bir tablo, sadece basit bir yol hikayesi değil; tarihin derinliklerinden günümüze uzanan, ibret dolu ve düşündürücü bir paradoksun sembolüdür: Bolluğun ortasında yoksunluk.
Düşünün ki, bir millet yer altı madenleri açısından paha biçilmez zenginliklere sahip, ancak halkı açlık ve sefaletle boğuşuyor. Afrika kıtası, elmasları, altınları, kobaltı ve daha nicesiyle dünyanın en zengin yeraltı kaynaklarına sahipken, ne yazık ki en fakir coğrafyalardan biri olmaya devam ediyor. Bu topraklardan çıkarılan değerler, yerel halkın refahına dönüşmek yerine, küresel güçlerin kasalarını dolduruyor. Bu durum, lastik yüklü kamyonun hikayesinden farksızdır: Kaynaklar mevcut, hatta fazlasıyla mevcut, ancak sahipleri bu zenginliğin faydasını göremiyor.
Benzer bir dram, İslam dünyasının petrol ve doğal gaz rezervleriyle olan ilişkisinde de kendini gösteriyor. Dünya ekonomisinin can damarı olan bu enerji kaynaklarının büyük bir kısmı İslam coğrafyasında bulunmasına rağmen, bu zenginliğin “kaymağını” başka coğrafyaların yediği bir gerçektir. Yıllardır süregelen istikrarsızlıklar, dış müdahaleler ve iç çatışmalar, bu topraklardaki potansiyeli bir türlü gerçek refaha dönüştüremiyor. Tıpkı patlak lastikli kamyon gibi, tüm potansiyele rağmen hareket edemeyen, kendi içinde kısır döngülere sıkışıp kalmış bir durumla karşı karşıyayız.
Hatta daha da acı olanı, dünya üzerindeki açlığı ve yoksulluğu giderebilecek devasa paraların, belirli merkezlerde, özellikle Batı bankalarında birikmesidir. Bu paraların sahipleri, genellikle bu kaynakları üreten değil, yöneten veya yönlendiren ellerdir. Bu durum, finansal adaletsizliğin ve küresel kaynak dağıtımındaki dengesizliğin en somut göstergelerinden biridir. Yeryüzünde yoksullukla mücadele eden milyarlarca insan varken, devasa servetlerin atıl veya spekülatif yatırımlarda kalması, insanlığın vicdanını sızlatan bir çelişkidir.
Bu paradoks, sadece ekonomik alanda değil, hayatın her alanında karşımıza çıkabilir. Bilim ve teknoloji çağında yaşıyor olmamıza rağmen, bilgiye erişimde veya bilgi üretmede geri kalmak; ruhsal ve manevi zenginliklere sahipken, gündelik hayatın koşuşturmacasında manasızlaşmak; güçlü bir inanç sistemine sahip olup, bu inancı günlük hayata yansıtmakta zorlanmak da bu ibretlik durumun farklı tezahürleridir.
Gerçek zenginlik, sadece bir şeye sahip olmak değil, o şeyi doğru ve etkin bir şekilde kullanabilmektir. Kaynakların, imkanların veya potansiyellerin bolluğu, eğer doğru stratejilerle yönetilmez, adaletle dağıtılmaz ve yerinde kullanılmazsa, bir hiçten farksızdır. Hatta bazen, o bolluk, çaresizliğin ve yoksunluğun daha da keskin hissedilmesine neden olan bir ironiye dönüşebilir.
Bu durum, insanlık olarak kendimize sormamız gereken derin soruları beraberinde getiriyor: Gerçekten neye değer veriyoruz? Sahip olduğumuz nimetleri nasıl yönetiyoruz? Ve en önemlisi, bolluğun ortasında yoksulluk çekenlerin durumunu değiştirmek için bireysel ve toplumsal olarak ne yapıyoruz?
Bu soruların cevapları, sadece patlak lastikli bir kamyonun veya petrol kuyularının ötesinde, insanlığın geleceğini şekillendirecek temel taşlardır. Belki de lastiklerin dolu kamyonun, lastikleriyle birlikte yolda kalışı, bize kendi içimizdeki ve dünyadaki bu paradoksları görmemiz, anlamamız ve çözmek için harekete geçmemiz gerektiğini hatırlatan acı ama gerekli bir ibrettir.

 




Arzu Maskesiyle Dolaşan Fikirler ve Gizli Hislerin Labirenti

Arzu Maskesiyle Dolaşan Fikirler ve Gizli Hislerin Labirenti

“İnsanın meşhur havassından başka havassı vardır. Zâika gibi bir hiss-i sâika, hem bir hiss-i şâika vardır. Hem insanda gayr-ı meş’ur hisler çoktur.

* * * 

   Bâzen arzu, fikir suretini giyer. Şahs-ı muhteris, arzu-yu nefsaniyesini fikir zanneder.

* * * 

   Garibdir ki, bâzı adam pis bir çamura düşer, kendini aldatmak için misk ü anber diye yüzüne gözüne bulaştırır.”
Hutbe-i Şamiye

İnsan, kendini sadece beş duyuyla sınırlı sanır: Görmek, duymak, koklamak, tatmak ve dokunmak… Oysa Bediüzzaman’ın ifadesiyle, “İnsanın meşhur havassından (duyularından) başka havassı vardır.” Bu demektir ki insan, varlığını hissederken sadece maddî değil, mânevî boyutta da duyuşlara, sezişlere ve idraklere sahiptir. Öyle ki:

> “Zâika gibi bir hiss-i sâika, hem bir hiss-i şâika vardır.”

“Zâika” tad alma duyusu olduğu gibi; “hiss-i sâika”, insanı yönlendiren dahili bir sevk hissi; “hiss-i şâika” ise bir özlem, arzu ve yöneliş hissidir. Bunlar görünmez, elle tutulmaz; ama insanın düşünce ve davranışlarını derinden etkiler. Bu hisler, çoğu zaman farkına varılmadan işler. İşte bu noktada tehlike başlar:

> “Bazı arzu, fikir suretini giyer. Şahs-ı muhteris, arzu-yu nefsaniyesini fikir zanneder.”

Ne kadar ince ve derin bir tesbit! İnsan, nefsânî arzularını aklî fikir sanarak kendini kandırabilir. Bir makam tutkusu, fikir özgürlüğü adıyla süslenir. Bir şehvet arzusu, sanat estetiği kılıfına sokulur. Bir intikam hissi, adalet mücadelesi olarak pazarlanır. Bu hâl, kalbin ve zihnin bulanması, hakikatle heva arasındaki çizginin silinmesidir.

Bu, sadece bir bireysel yanılma değil, çağımızın toplumsal hastalığıdır. Nice kişi vardır ki arzusunu “fikir” olarak pazarlarken, fikre değil heva ve hevese hizmet eder. Hırsı hikmet zanneder, tutkuyu idrak sanır. Bu tür bir nefsî sahtekârlık, sadece insanı yanıltmaz; çevresini de ifsat eder.

Bediüzzaman bu noktada son derece çarpıcı bir temsille devam eder:

> “Garibdir ki, bâzı adam pis bir çamura düşer, kendini aldatmak için misk ü anber diye yüzüne gözüne bulaştırır.”

İşte bu; günahın, gafletin ve nefsin en aşağı halinin, güzellikmiş gibi sunulması, pisliğin kokusuna rağmen onu güzel koku gibi göstermeye çalışılmasıdır. Bu kişi hem çamura batmış hem de bu batışı savunulacak bir hâl gibi sunmaya kalkmıştır. Yani sadece günaha düşmemiş, günahı meşrulaştırmakla ikinci bir günah daha işlemiştir.

Bu hâl; nefsi kutsamak, kusuru savunmak, hatayı fikirle makyajlamak demektir. En tehlikelisi de budur. Çünkü kişi kendini düzeltmeye yönelmez, zira ortada bir hata olduğunu bile kabul etmez. Oysa en büyük gelişim, kusuru görmekle başlar. Hataları güzelleştirmekle değil, kabul edip istiğfar etmekle arınma olur.

Sonuç ve Özet

Bu makalede Bediüzzaman’ın veciz ifadeleriyle üç temel hakikat açığa çıkıyor:

  1. İnsan, sadece beş duyudan ibaret değildir. Gayr-ı meş’ur, yani fark edilmeyen birçok deruni hissiyat ve yöneliş, onun düşünce ve davranışlarını şekillendirir.
  2. Arzu, çoğu zaman fikir kılığına girer. İnsan, nefsânî bir isteğini rasyonel bir düşünce gibi sunabilir. Bu, dahili bir aldatmadır.
  3. Kimi insanlar, bataklığa saplandıkları halde çamuru misk gibi gösterir. Bu ise nefsin en büyük hilesi, insanın kendini kandırmasının en tehlikeli biçimidir.

Özet:
İnsan sadece görünen duyularla değil, sezgi ve yönelişlerle de yaşar. Bu dahili hisler bazen arzu şeklinde fikir kılığına girerek kişiyi yanıltabilir. Nefsânî istekler aklî fikir gibi pazarlanır. Bazı insanlar ise günahı ve çirkinliği güzellik gibi göstermeye çalışır. En büyük tehlike, hatanın hata olarak kabul edilmemesi ve süslenerek savunulmasıdır. Kurtuluş, samimi bir yüzleşme ve içten bir istiğfarla mümkündür.

 




Tenkidin Zehri, İmanın Zırhı: Cerbezeye Karşı Hikmetli Sükûnet

Tenkidin Zehri, İmanın Zırhı: Cerbezeye Karşı Hikmetli Sükûnet

“En müthiş maraz ve musibetimiz, cerbeze ve gurura istinat eden tenkiddir. Tenkidi eğer insaf işletirse, hakikatı rendeçler. Eğer gurur istihdam etse tahrip eder, parçalar. O müthişin en müthişidir ki, akaid-i îmâniyeye ve mesâil-i diniyeye girse. Zira îman hem tasdik, hem iz’an, hem iltizam, hem teslim, hem mânevî imtisaldir. Şu tenkid; imtisali, iltizamı, iz’anı kırar. Tasdikte de bîtaraf kalır.

   Şu zaman-ı tereddüt ve evhamda, iz’an ve iltizamı tenmiye ve takviye eden nurânî sıcak kalblerden çıkan müsbet efkârı ve müşevvik beyanatı, hüsn-ü zan ile temâşâ etmek gerektir. “Bîtarafane muhakeme” dedikleri şey, muvakkat bir dinsizliktir. Yeniden mühtedi ve müşteri olan yapar.”
Hutbe-i Şamiye

İnsanoğlu düşünür, değerlendirir, sorar, eleştirir. Bu yönüyle akıl, hakikate ulaşmak için bir pusuladır. Lakin her pusula doğruyu göstermez; hele içine cerbeze (aklı eğip bükme) ve gurur (benlik ve kibir) karıştıysa, akıl hakikate değil, felakete rehberlik eder. Bediüzzaman bu noktada çok önemli bir tesbitte bulunur:

> “En müthiş maraz ve musibetimiz, cerbeze ve gurura istinat eden tenkiddir.”

Yani bizim en büyük felaketimiz, eleştirinin insaf ve hikmetten kopup gurur ve cerbezenin hizmetine girmesidir. Çünkü böyle bir tenkit, yapıcı değil, yıkıcıdır; arayı bulmaz, bağı koparır; hakikati cilalamaz, parçalar.

Eğer tenkidi insaf yönetirse, yani adaletli bir vicdan ve objektif bir kalple yapılırsa, bu eleştiri hakikati rendeçler. Yani hakikat daha da parlayarak ortaya çıkar. Fakat eğer bu eleştiri gurur ile, yani nefsin üstünlük iddiası ve başkalarını küçümseme sevkiyle yapılırsa, yıkıcı bir baltaya dönüşür. Özellikle bu hal, iman esaslarına ve dinî meselelere bulaşırsa, zararı kat kat artar.

Çünkü iman; sadece “doğrudur” demek değil, aynı zamanda:

Tasdik: Onaylamak,

İz’an: Derin bir anlayışla kavramak,

İltizam: Bütün varlığıyla sahiplenmek,

Teslim: Allah’a tam bir boyun eğişle kabul etmek,

İmtisal: O hakikate göre yaşamak demektir.

İşte cerbezeli tenkit, bu kalbî ve ruhî bağları koparır. “Tasdikte de bîtaraf kalır” ifadesi, aslında bu tür bir eleştirinin kişiyi imanla küfür arasında askıda bıraktığını gösterir. İmanı ne tam reddeder ne de tam kabul eder; bulanık bir zihin ve kararsız bir kalp hâlinde bırakır.

Bîtaraflık Görünümlü Şüphecilik

Zamanımızın modası olan “tarafsızlık” ve “eleştirel düşünce” adı altında birçok zihin, aslında muvakkat (geçici) bir dinsizlik sürecine sürüklenmektedir. Bediüzzaman bu hâli şu cümleyle özetler:

> “‘Bîtarafane muhakeme’ dedikleri şey, muvakkat bir dinsizliktir.”

Çünkü gerçek iman, sadece fikirle değil, kalp, ruh ve vicdanın da dâhil olduğu bütüncül bir teslimiyetle mümkündür. Tarafsızlık kisvesi altında yapılan ölçüsüz sorgulamalar, bu bütünlüğü parçalar. Neticede insan ya şüpheye düşer ya da duyarsızlaşır. Ancak bazıları bu sürecin sonunda yeniden mühtedi olur; yani iman eder, bağlanır, sahiplenir. Lakin bu her zaman böyle olmaz; çoğu zaman geriye soğuk, şüpheci ve yorgun bir zihin kalır.

Bu sebeple Bediüzzaman, imanı kuvvetlendiren müsbet ve müşevvik beyanları, özellikle buhrana düşen zamanlarda hüsn-ü zanla dinlememizi tavsiye eder. Çünkü bu beyanlar, nurânî ve sıcak kalplerden çıkar. İmanın köküne, ruhun özüne hitap eder. Tenkid değil teşvik eder, karartmaz aydınlatır, uzaklaştırmaz yaklaştırır.

Sonuç ve Özet

Bu makalede üç temel mesaj öne çıkmaktadır:

  1. Tenkid, eğer cerbeze ve gurura dayanırsa, yıkıcı olur; insafla yapılırsa hakikati parlatır. Bu, özellikle dinî meselelerde büyük bir tehlike arz eder.
  2. İman sadece aklî bir onay değil; kalbî, ruhî ve fiilî bir bağlanmadır. Cerbezeli eleştiri, bu bağları koparır; kişiyi kararsız, soğuk ve imansız hâle getirir.
  3. Bu zaman, şüphe ve evham zamanı olduğu için, imanı kuvvetlendiren, kalpten çıkan müşevvik (teşvik edici) sözleri hüsn-ü zan ile dinlemek gerekir. “Tarafsız muhakeme” iddiası çoğu zaman, geçici de olsa, bir nevi inançsızlık hâlidir.

Özet:
Makale, eleştirinin cerbeze ve gururla birleştiğinde yıkıcı bir hastalığa dönüştüğünü, özellikle imanî hakikatler karşısında bu tavrın insanı şüpheye ve kalbî kuruluğa sürüklediğini anlatır. İmanın sadece akılla değil, kalp ve teslimiyetle birlikte bir bütün olduğunu; bu bütünlüğü korumanın ise insaf, hüsn-ü zan ve müşevvik sözlerle mümkün olduğunu anlatır. “Tarafsızlık” adı altında yapılan tenkitlerin çoğu zaman geçici bir dinsizlik hâli olduğunu da ihtar eder.

 




Hırs, Kalbin Delicisidir: Fıtrata Zıt Gidenin Akıbeti

Hırs, Kalbin Delicisidir: Fıtrata Zıt Gidenin Akıbeti

“Hırs ile aculiyet, sebeb-i haybettir. Zira müretteb basamaklar gibi fıtrattaki tertibe, teselsüle tatbik-i hareket etmediğinden harîs, muvaffak olamaz. Olsa da tertib-i ca’lîsi bir basamak kadar seyr-i fıtrîden kısa olduğundan ye’se düşüp gaflet bastıktan sonra kapı açılır. Allah kalbin bâtınını îman ve mârifet ve muhabbeti için yaratmıştır. Kalbin zâhirini, sâir şeylere müheyyâ etmiştir. Cinayetkâr hırs kalbi deler, sanemleri içine idhal eder. Allah darılır, maksudunun aksiyle mücâzat eder. ”
Hutbe-i Şamiye

İnsan, yaratılışı itibariyle arayış ve ilerleyiş halindedir. Fakat bu yolculuk sabır, sükûnet ve hikmetle yürünmesi gereken bir yoldur. Her şeyin bir vakti, bir basamağı, bir terbiye süreci vardır. Bu süreci bozmak, yani tabiatın tertip ve tanzimine karşı hırsla, aceleyle yürümek; neticede hem başarısızlık hem de manevî çöküntü getirir. Nitekim Bediüzzaman ne güzel buyurur:

> “Hırs ile aculiyet, sebeb-i haybettir.”

İnsan acelecidir; hemen olsun, hemen gelsin ister. Hırs, bu acul tabiatın ateşidir. Fakat bu ateş, sadece elde etmeyi değil; aynı zamanda fıtratı delip geçmeyi, hakikatin düzenini bozmayı da beraberinde getirir. Hırs, fıtratın merdivenlerini iki üçer atlamaya çalışan sabırsız bir tırmanıcı gibidir. Halbuki:

> “Fıtrattaki tertibe, teselsüle tatbik-i hareket etmediğinden harîs, muvaffak olamaz.”

Tabiatta her şey bir sırayla işler: Tohum filizlenir, sonra fidan olur, sonra ağaç. Yağmur damlası toprağa düşer, sonra nebat biter. Kalp, önce imanla dolar, sonra marifetle genişler, sonra muhabbetle nurlanır. Bu ilahî tertibe uymadan, bir adım atlayarak hedefe koşmak isteyen hırslı insan, ya yolda kalır ya da düşer. Ve ne zaman ki sabırsızlıkla ilerleyemeyince umudunu kaybeder:

> “Ye’se düşüp gaflet bastıktan sonra kapı açılır.”

Bu cümlede büyük bir sır saklıdır: Hırsla, aceleyle açılmayan kapılar; sabırla, tevekkülle, aczini fark eden bir kalple açılır. Çünkü insan nefsine güvenip saldırdıkça değil, Rabbine yönelip bekledikçe rahmete kavuşur.

Kalbin İçini Ne İle Dolduruyorsun?

İkinci ve daha derin bir noktaya geçer Bediüzzaman:

> “Allah kalbin bâtınını îman ve mârifet ve muhabbeti için yaratmıştır.”
Kalp, sadece bir et parçası değil, ilahî nazarın konduğu yerdir. Onun iç âlemi, imanla, Allah’ı tanımakla (marifetullah) ve O’nu sevmekle (muhabbetullah) doldurulmalıdır. Fakat hırs, bu mukaddes mekâna hançer gibi saplanır:

> “Cinayetkâr hırs kalbi deler, sanemleri içine idhal eder.”

Yani hırs, kalpte Allah’a mahsus olması gereken yere putlar sokar: Mal hırsı, makam sevgisi, şöhret arzusu, nefsin tutkuları… Bu sanemler yerleştiğinde, kalp artık Allah’a değil, o sahte ilahlara kulluk eder. Bu da Allah’ın gazabını çeker:

> “Allah darılır, maksudunun aksiyle mücâzat eder.”

Yani kişi ne için hırsla koşturduysa, tam tersine mahkûm olur. Mal için hırslandıysa bereketsizlikle cezalandırılır; makam için saldırdıysa zelil olur; şöhret için yırtındıysa unutulmaya mahkûm kalır. Çünkü hırs, insanın elindeki nimeti de, kalbindeki huzuru da çalar.

Sonuç ve Özet

Bediüzzaman bu ifadeleriyle insana üç önemli hayat dersini verir:

  1. Fıtrata aykırı hırs ve acelecilik, başarı değil hezimet getirir. Yaratılışın düzenine uymadan netice beklemek, hem hayal kırıklığı hem de gaflet üretir.
  2. Kalbin iç âlemi Allah için yaratılmıştır. İman, marifet ve muhabbetle dolmalıdır. Dünyevî hırslar, bu mukaddes yapıyı bozar.
  3. Hırs, insanı maksadına ulaştırmaz; aksine tersine çevirip cezalandırır. Çünkü kul, Allah’ın koyduğu düzene karşı geldiğinde netice hayır olmaz.

Özet:
Bu makale, hırsın ve aceleciliğin insan hayatında nasıl hayal kırıklıklarına, gafletlere ve manevî bozulmalara yol açtığını açıklamaktadır. Kalbin bâtını Allah’a mahsustur; onu hırsla delmek, içeri sanemleri sokmaktır. Bu da ilahî gazabı ve başarısızlığı doğurur. İnsan, sabırla, tevekkülle ve hikmetle hareket ettiğinde, hem kalbini korur hem de fıtratla barış içinde yürür.

 




Sanatta Kemal, Sebeplerde Şuur Olmaz: Tesir Gerçekten Kimindir?

Sanatta Kemal, Sebeplerde Şuur Olmaz: Tesir Gerçekten Kimindir?

“Eğer icaddaki vasıta hakikî olsaydı ve hakikî te’sir verilseydi; hem bir şuur-u küllî verilmek lâzım idi, hem de bizzarure eserde ittikan-ı kemâl-i san’at muhtelif olacaktı. Halbuki en âdiden en âlîye, en küçükten en büyüğe ittikan; derece-i kemâlde, mâhiyetin kameti nisbetindedir. Demek Müessir-i Hakikî’den bâzı karîb, bâzı baîd, kısmen vasıtasız, kısmen vasıta ile, kısmen vesait ile değildir. İnsanın ihtiyarî eserindeki adem-i kemâl; cebri nefy, ihtiyarı isbat eder.”
Hutbe-i Şamiye

Modern insanın en büyük vehimlerinden biri, sebeplere haddinden fazla kudret atfetmesidir. İlmi gelişmeler, teknolojik terakkiler ve insan aklının eserleri karşısında hayranlık duyan beşer, zamanla sebepleri “müsebbib” yani sonucu doğuran hakiki failler zannetme gafletine düşmüştür. Oysa sebeplerin iş gördüğü yerde, sanatın kemali ve hikmetin bütünlüğü vardır; bu ise şuur, irade ve ilim gerektirir. İşte burada Bediüzzaman’ın şu cümlesi bir kılavuz gibi önümüzde durur:

> “Eğer icaddaki vasıta hakikî olsaydı ve hakikî te’sir verilseydi; hem bir şuur-u küllî verilmek lâzım idi…”

Yani bir sebep, gerçekten bir şeyin yaratıcısı olsaydı, ona her şeyi görecek, bilecek ve planlayacak bir şuur-u küllî (kapsamlı bilinç) verilmesi gerekirdi. Fakat eşyanın yaratılışında görülen ince sanat, mükemmel ölçü ve kusursuz uyum, basit sebeplerin işi olamaz. Örneğin bir çekirdeğin içinden çıkan ağacın düzeni, dalların oranı, meyvenin tadı; her birinde sanatkârane bir tertip ve hikmet vardır. Bu ise tesadüf veya şuursuz sebeplerle izah edilemez. Çünkü sebepler şuursuzdur, iradesizdir, ilimsizdir.

Bediüzzaman devam eder:

> “Halbuki en âdiden en âlîye, en küçükten en büyüğe ittikan; derece-i kemâlde, mâhiyetin kameti nisbetindedir.”

Yani en küçük bir mahlûktan en büyüğüne kadar görülen ölçülü ve hikmetli sanat, hep aynı incelik ve düzen içindedir. Bu da gösteriyor ki tesir sebepte değil, sanat ve yaratılışın arkasındaki İlâhî kudrettedir. Şayet sebeplerin bizzat icat ettiği kabul edilseydi, basit sebeplerle bu harika sonuçlar arasında bir orantısızlık, bir dağınıklık, bir tutarsızlık olurdu. Halbuki yok. Demek ki Müessir-i Hakikî, yani yaratıcı olan ancak Allah’tır.

Ve en dikkat çekici cümlelerden biri de şudur:

> “İnsanın ihtiyarî eserindeki adem-i kemâl; cebri nefy, ihtiyarı isbat eder.”

Yani insanın kendi tercihiyle yaptığı işlerde görülen eksiklik ve kusur, onun mecbur olmadığını; aksine irade ve ihtiyarıyla hareket ettiğini gösterir. Çünkü zorlanan biri, hata yapmaz. Zorlamada sorumluluk da olmaz. Oysa biz insan olarak hata yapıyor, tercihlerimizle yöneliyor ve sonuçlarına da katlanıyoruz. Bu da irademizin delilidir.

Dolayısıyla, eşyanın yaratılışında görülen kusursuzluk Allah’ın ilim, irade ve kudretine delildir; insanın fiillerindeki kusur ise onun imtihanla baş başa bırakıldığını, tercih ettiğini ve bu tercihle mükellef olduğunu isbat eder.

Bu noktada hem kainatın yaratılışındaki İlâhî sanatın delilleri hem de insanın sorumluluğunu taşıyan bir varlık olduğu gerçeği bir araya gelir. Biri Allah’ın isimlerini gösterir, diğeri insanın imtihan alanını belirler.

Sonuç ve Özet

Bu makale üç temel noktaya dikkat çeker:

  1. Sebeplerin gerçek tesir sahibi olmadığı, çünkü sanattaki mükemmellik ve düzenin şuur gerektirdiği, bu şuurun ise sebeplerde bulunmadığı if6 edilir.
  2. Sanattaki tutarlılık ve inceliğin, Allah’ın yaratma sıfatının bir delili olduğu ifade edilir. Basit ve şuursuz sebepler böyle bir kemâli ortaya koyamaz.
  3. İnsanın fiillerindeki kusur, onun irade sahibi olduğunu gösterir. Cebir yoktur, yani insan mecbur değildir; seçer, karar verir ve neticelerine katlanır.

Özet:
Makale, sebeplerin icat edici değil, ancak İlâhî kudretin perdeleri olduğunu, çünkü bu sebeplerin sanatlı eserleri oluşturmak için yeterli şuura ve kudrete sahip olmadıklarını anlatır. Kâinattaki mükemmel tertip, Allah’ın ilim ve iradesine; insanın kusurlu tercihi ise onun özgür iradesine işaret eder. Bu hakikatler, hem tevhidi hem de insanın sorumluluğunu teyit eden derin manalardır.

 




Hayatın Kanunları: Sabır, İhtiyaç ve Merakın Terakki Yolculuğu

Hayatın Kanunları: Sabır, İhtiyaç ve Merakın Terakki Yolculuğu

“Evâmir-i şer’iyeye karşı itaat ve isyan olduğu gibi, evâmir-i tekviniyeye karşı da itaat ve isyan vardır. Birincisinde mükâfat ve mücâzatın ekseri âhirette; ikincisinde, ağlebi dünyada olur. Meselâ: Sabrın mükâfatı zaferdir; ataletin mücâzatı sefalettir; sa’yin sevabı, servettir; sebatın mükâfatı, galebedir. Müsavatsız adalet, adalet değildir.”

   “Temasül, tezadın sebebidir; tenasüb, tesânüdün esasıdır; sıgar-ı nefs, tekebbürün menba’ıdır; zaaf, gururun madenidir; acz, muhalefetin menşeidir; merak, ilmin hocasıdır. “

   “Kudret-i Fâtıra ihtiyaç ile, hususan açlık ihtiyacıyla; başta insan, bütün hayvanatı gemlendirip, nizama sokmuş. Hem âlemi herc ü mercden halâs edip, hem ihtiyacı medeniyete üstad ederek, terakkiyatı temin etmiştir.”

   “Sıkıntı, sefâhetin muallimidir. Ye’s, dalâlet-i fikrin; zulmet-i kalb, ruh sıkıntısının menba’ıdır. ”
Hutbe-i Şamiye

> “Evâmir-i şer’iyeye karşı itaat ve isyan olduğu gibi, evâmir-i tekvîniyeye karşı da itaat ve isyan vardır.”
— Bediüzzaman Said Nursî, Hutbe-i Şamiye

  1. Şeriatın İki Kanadı: Emir ve Kanunlara Teslimiyet

Hayat, yalnızca ibadetlerden ve ahlâkî kurallardan ibaret değildir. Bediüzzaman, insanın iki farklı emre muhatap olduğunu söyler:

Evâmir-i şer’iye (dinî emirler): İbadet, ahlâk, kulluk.

Evâmir-i tekvîniye (kâinat kanunları): Sebep-sonuç ilişkileri, fiziki yasalar, toplumsal gerçeklikler.

Bunlara karşı yapılan itaat veya isyanın da farklı sonuçları vardır:

Şer’î emirlere itaatin mükâfatı çoğunlukla ahirettedir.

Tekvînî emirlere uymanın mükâfatı ise genelde dünyada görülür.

Mesela sabır ve sebat eden bir millet zafer kazanır; çalışan zenginleşir; yerinde duran geride kalır. Yani, kim dünyadaki sünnetullah kanunlarına uyarsa, müslüman olmasa dahi, netice alır. Bu, Allah’ın rahmet ve adaletinin bir gereğidir.

  1. Sosyal Dengenin Esası: Adalet ve Ahenk

> “Müsavatsız adalet, adalet değildir.”

Eşitlik ile adalet her zaman aynı şey değildir. Eşit davranmak, herkese aynı davranmak değil, herkese hak ettiği ölçüde davranmak demektir. İşte adaletin özü budur: Liyakat, denge, hakkaniyet.

Bediüzzaman burada çok önemli bir ölçü koyar:

Güçlü olanın haksızlığı mazur görülmemeli,

Zayıf olanın haklılığı ihmal edilmemelidir.

Bu ölçü hem toplumlar arası ilişkilerde, hem ailede, hem yönetimde geçerlidir. Gerçek adalet, müsavatsız adalettir; yani her farklılığı dikkate alan ve dengeleyen bir ahlâktır.

  1. Fıtrî Dinamikler: Nefs, Acz ve Terakki

> “Sıgâr-ı nefs tekebbürün menbaıdır; zaaf, gururun madenidir; acz, muhalefetin menşeidir.”

İnsan psikolojisinin derin katmanlarına inen bu ifadeler, kişiliğin zayıf yönlerinin hangi büyük yıkımlara sebep olabileceğini gösterir. Küçülen nefs, yani aşağılık kompleksi taşıyan insan; bunu bastırmak için kibire sarılır. Zayıflık duygusu, gururla telafi edilmeye çalışılır. Acz duygusu ise asi bir direnişe dönüşebilir.

Bu satırlar bize şu mesajı verir:

> İnsanın zaafları, maneviyatla eğitilmezse, yıkıcı tepkilere dönüşür.

Ama bu zaaflar eğitilirse, tam tersine merhamet, tevazu ve sabrın kaynakları haline gelir.

  1. İhtiyaç ve Merak: Yaratılışın Terakki Motorları

> “Kudret-i Fâtıra ihtiyaç ile… ihtiyacı medeniyete üstad ederek, terakkiyatı temin etmiştir.”

İnsan, ihtiyaç duyduğu için düşünür, üretir ve ilerler. Açlık, onu ekip biçmeye sevk eder; barınma ihtiyacı mimariyi doğurur; merak ise ilmin ve keşfin temelidir. Bediüzzaman, bu noktada “ihtiyacın medeniyete üstad” olduğunu söyler.

Bu, Kur’anî bir bakış açısıdır. İhtiyaç bir zafiyet değil, bir gelişim vesilesidir. Eğer insan açlıkla, eksiklikle, sorularla yaratılmasaydı; hareket etmez, keşfetmez, tekâmül etmezdi.

Bu yüzden hayatın zorlukları, insanı kemale götüren ilâhî eğitim araçlarıdır.

  1. Sefahat ve Sıkıntı: Zevklerin Sınırı, Ruhun Azığı

> “Sıkıntı, sefâhetin muallimidir.”

Rahat içinde boğulan ruhlar, kendilerini kaybeder. Zevkler artınca, huzur eksilir. Sıkıntı ise insanı düşündürür, arındırır, anlam arayışına sevk eder. Sefahat yani ölçüsüz zevkçilik, ruha yorgunluk verir. Bu yorgunluk, ruhun çöküşüyle, yani zulmet-i kalb ile neticelenir.

Bediüzzaman bu durumu çok zarif bir çizgiyle resmeder:

Sıkıntı → Düşündürür.

Ye’s (ümitsizlik) → Fikri bozar.

Zulmet-i kalb (kalp karanlığı) → Ruhsal çöküntüyü tetikler.

Yani kurtuluş; sabırda, çalışmada, itaatte, düşüncede ve manevî temizliktedir.

Özet:

Bediüzzaman’ın bu sözleri, hayatı maddî ve manevî yönleriyle anlamak için eşsiz bir bakış açısı sunar. Özetle:

Dinî emirler kadar yaratılış yasalarına da itaat gerekir; sabır, sebat, gayret dünyada karşılık bulur.

Adaletin özü, denge ve hakkaniyettir; şekilsel eşitlik yeterli değildir.

İnsanın zayıflıkları eğitilmezse gurur ve isyana dönüşür; ama eğitilirse ahlâkî kemale yol açar.

İhtiyaç ve merak, insanı yücelten ilâhî öğretmenlerdir.

Sıkıntı, hakikate kapı aralar; sefahat ve ümitsizlik ise ruhu körleştirir.

Bu makale, insanın hem ferdî hem sosyal yönüne ayna tutmakta, hayatın iniş çıkışlarını ilâhî bir terbiye süreci olarak anlamamızı sağlamaktadır.

 




Hakikatin Işığında: İman, Cemaat ve Mezhep Ahlâkı

Hakikatin Işığında: İman, Cemaat ve Mezhep Ahlâkı

“Îmânî mes’elelerde şüphe, bir delili, hattâ yüz delili atsa da; medlûle îras-ı zarar edemez. Çünkü binler delil var. “

   “Sevad-ı âzama ittiba edilmeli. Ekseriyete ve sevad-ı âzama dayandığı zaman, lâkayd Emevîlik, en nihâyet Ehl-i Sünnet cemaatine girdi. Adetçe ekalliyette kalan salâbetli Alevîlik, en nihâyet az bir kısmı Râfızîliğe dayandı.”

   “Hakta ittifak, ehakta ihtilâf olduğundan; bâzen hak, ehaktan ehaktır; hasen, ahsenden ahsendir. Herkes kendi mesleğine “Hüve hak” demeli, “Hüve-l hak” dememeli. Veyahut “Hüve hasen” demeli, “Hüve-l hasen” dememeli…”
Hutbe-i Şamiye

Özetle:

> “Îmânî mes’elelerde şüphe, bir delili, hattâ yüz delili atsa da; medlûle îras-ı zarar edemez. Çünkü binler delil var.”
“Sevâd-ı âzama ittibâ edilmeli…”
“Hakta ittifak, ehakta ihtilaf olduğundan… herkes kendi mesleğine ‘Hüve hak’ demeli, ‘Hüve’l-hak’ dememeli.”
— Bediüzzaman Said Nursî, Hutbe-i Şamiye

  1. İman Davasında Şüpheler Yıkıcı Değil, Geçicidir

İmanın temelinde binlerce delil varken, bir-iki şüpheye saplanıp hakikati inkâr etmek, güneşin ışığına gözlerini kapatan birinin “Güneş yok” demesine benzer. Bediüzzaman bu hakikati şöyle ifade eder:

> “Bir delili, hattâ yüz delili atsa da; medlûle îras-ı zarar edemez. Çünkü binler delil var.”

İmanî meselelerde gelen vesveseler ve şüpheler, kalıcı karanlıklar değil, geçici bulutlardır. Aslolan, bu şüpheleri büyütüp hakikate perde yapmak değil, sağlam bilgi ve aklî delillerle onları aşmaktır.

Bu cümle aynı zamanda, aklî ve kalbî istikametin nasıl korunacağına dair de temel bir prensiptir: Bir kuşku, binler hakikati yok sayamaz.

  1. Sevad-ı Âzam: Cemaatin Rahmet Yolu

> “Sevâd-ı âzama ittiba edilmeli.”

Bediüzzaman burada “ümmetin ekseriyeti” anlamına gelen sevâd-ı âzam kavramını esas alarak, ferdî düşüncenin değil, ümmetin omurgasını teşkil eden büyük topluluğun takip edilmesi gerektiğini vurgular. Çünkü bu büyük çizgi; zaman, mekân ve maslahat süzgecinden geçmiştir.

Bunun tarihsel bir örneğini de şöyle verir:

Lâkayt Emevîlik, zamanla Ehl-i Sünnet çizgisine evrilmiştir.

Salâbetli (katı ama samimi) Alevîlik ise, içinden çıkan bazı unsurların Râfızîliğe (aşırı uçlara) kaymasıyla zedelenmiştir.

Bu durum bize şunu gösterir: Cemaatle yürümek sarsılmaktan korur. Bireysel yorumlar ve uç düşünceler, zamanla asıl yoldan sapabilir. Oysa ümmetin büyük çizgisi, hataları eleyerek hakikate yakınlaşma istidadına sahiptir.

  1. Mezhep Adabı: Kendi Yolunu Sevmek, Başkasını Yermemek

> “Hakta ittifak, ehakta ihtilâf olduğundan; herkes kendi mesleğine ‘Hüve hak’ demeli, ‘Hüve’l hak’ dememeli.”

Bediüzzaman burada mezhep taassubunu kıran çok zarif bir denge kurar. Hak birden fazladır; herkesin kendi mezhebi veya meşrebi hak olabilir, ama tek hak budur demek, başkasını inkâr anlamına gelir. Bu da ümmet içinde bölünmelere yol açar.

“Hüve hak” demek: Benim mesleğim doğrudur.
“Hüve’l-hak” demek: Yalnız benim mesleğim doğrudur, başka yollar batıldır.

Bu fark, fıkhî farklılıklara tahammül, mezhebî birlik içinde zenginlik, İslâmî kardeşliğe saygı gibi birçok hikmetin kapısını açar. Bediüzzaman, burada hak anlayışına ahlâkî bir terbiye de getirir.

  1. İhtilaf Rahmettir, İnatlaşma Zahmettir

İslâm tarihinde farklı mezheplerin, ekollerin ve görüşlerin olması bir rahmettir. Ancak bu farklılıklar:

Birbirini yargılama aracına dönüşürse,

Ümmetin ortak düşmanlarına karşı kullanılmazsa,

Ortak noktalarda birleşme bilinci zayıflarsa,

o zaman rahmet olan ihtilaf, zahmet ve zillete dönüşür.

Bediüzzaman’ın “Hakta ittifak, ehakta ihtilâf” sözü, bu dengeyi kurmamız gerektiğini söyler. Birçok farklı yol olabilir, ama asıl mesele o yolların hepsini tevazu, saygı ve birlik şuuruyla yürüyebilmektir.

Özet:

Bu metin, iman, mezhep ve cemaat gibi temel İslâmî konulara dair dört önemli mesaj sunar:

  1. İmanî meselelerde gelen şüpheler, binler delil karşısında zararsız kalır; geçici fırtınalardır.
  2. Sevâd-ı âzam, yani ümmetin ekseriyeti ile yürümek, sapmaları ve aşırılıkları önler.
  3. Her mezhep ve meşrep hak olabilir, ama tek hak budur demek, ümmetin birliğini bozar.
  4. Mezhep adabı ve ihtilaf terbiyesi, farklılıklar içinde kardeşlik ve hakka saygı bilincini gerektirir.

Bediüzzaman’ın bu ifadeleri, bugünün fırtınalı zihin ikliminde istikamet pusulası olabilecek derinliktedir. Farklılıklar düşmanlık değil; rahmet, zenginlik ve karşılıklı sabırla kemale ulaşma vesilesi olarak görülmelidir.

 




Bir Masumun Kanı, Bir Cihanın Bedelidir: Musibet, Şehadet ve Adaletin Mizanı

Bir Masumun Kanı, Bir Cihanın Bedelidir: Musibet, Şehadet ve Adaletin Mizanı

“Musibet-i âmme, ekseriyetin hatasından terettüb eder. Musibet; cinayetin neticesi, mükâfatın mukaddimesidir.”

   “Şehid kendini hayy bilir. Feda ettiği hayatı, sekeratı tatmadığından, gayr-ı münkatı’ ve bâki görüyor. Yalnız daha nezih olarak buluyor.”

   “Adalet-i mahzâ-i Kur’âniye bir mâsumun hayatını ve kanını, hattâ umum beşer için de olsa, heder etmez. İkisi nazar-ı kudrette bir olduğu gibi, nazar-ı adalette de birdir. Hodgamlık ile, öyle insan olur ki; ihtirasına mâni herşeyi, hattâ elinden gelirse dünyayı harab ve nev’-i beşeri mahvetmek ister.”
Hutbe-i Şamiye

  1. Musibet: Toplumsal Sorumluluk ve İlâhî İkazın Aynası

“Musibet-i âmme”, yani toplumu topluca etkileyen büyük felaketler, Bediüzzaman’a göre ekseriyetin hatasından doğar. Bu, ferdî günahların toplumsal birer neticeye dönüşebileceğini gösterir. Yani sadece zalimler değil, seyirciler de mesuldür.

Toplumu çürüten sadece kötülük yapanlar değil; susanlar, görmezden gelenler, nemelâzımcılardır. Bu yüzden musibetler, sadece birer ceza değil; uyanış çağrısı, bir iç muhasebe vesilesidir. Musibet, cinayetin neticesi, ama aynı zamanda arınmanın ve yükselişin de mukaddimesidir.

Bugün Gazze’de, Suriye’de, Doğu Türkistan’da yaşanan acılar, sadece o bölgelere ait değildir. Ümmetin genel ihmali, dağınıklığı, menfaatçiliği bu acıları tetikleyen zemindir. Demek ki bu musibetler, kolektif bir tefekkür, tevbe ve toparlanma çağrısıdır.

  1. Şehadet: Ölümün Sonu Değil, Ebediyetin Kapısıdır

> “Şehid kendini hayy bilir… daha nezih olarak bulur.”

Bu ifade, şehitlik makamının İslâm nazarındaki ruhî derinliğini yansıtır. Şehit, ölüm anını bir yok oluş olarak değil, yeni bir hayatın doğuşu olarak yaşar. Kur’an’da geçen “Onlara ölü demeyin, bilakis onlar diridirler” ayetiyle de bu mana teyit edilir.

Şehit, dünya hayatını feda eder ama ölüm acısını bile tatmadan, ruhen bir sıçrayış yaşar. Bu nedenle şehadet; iman, cesaret ve fedakârlığın zirvesidir. Ve aynı zamanda bir toplumun izzetini taşıyan kıymetli bir ruhtur.

Şehitlik, sadece kişisel bir rütbe değil; ümmetin haysiyetini ayakta tutan ilâhî bir nişandır.

  1. Adalet-i Mahza: Bir Masumun Hakkı, Cihana Bedeldir

> “Adalet-i mahzâ-i Kur’âniye bir mâsumun hayatını ve kanını, hattâ umum beşer için de olsa heder etmez.”

Bu, insanlık tarihinin gördüğü en ileri adalet anlayışıdır. Kur’an’ın temel adalet ölçüsü; bir masumun hakkı, tüm insanlık için dahi feda edilemez demektir. Çünkü İslâm’da adalet, maslahatla değil hakikatle ölçülür. Bir kişinin hakkı, milyonların selameti bahanesiyle çiğnenemez.

Oysa modern dünya sistemleri tam tersini yapmaktadır: Güçlü olan haklıdır; bir ülkenin menfaati için diğer milletlerin kanı dökülebilir; azınlıklar, çoğunluğun refahı uğruna ezilebilir. Bu ise zulmün sistematikleşmiş hâlidir.

Bediüzzaman bu anlayışı yerle bir eder: Allah katında bir can, bir evren kadar kıymetlidir. İşte gerçek adalet budur.

  1. Hodgâmlık ve İhtiras: Felaketlerin Sivil Mimarı

> “Hodgamlık ile, öyle insan olur ki; ihtirasına mâni her şeyi… hatta nev’-i beşeri mahvetmek ister.”

Bu cümle, günümüzün psikolojik ve siyasal felaketlerinin özetidir. Kendi menfaati için insanlığı ateşe atmaktan çekinmeyen kişilikler, bugün sadece birey değil, küresel sistemler düzeyinde hüküm sürmektedir.

İşte emperyalist rejimlerin, savaş tacirlerinin, sermaye imparatorluklarının motivasyonu budur: Hodgâmlık ve ihtiras. Bu iki hastalık, sadece kişiyi değil, toplumları da çökertir. Bu yüzden en büyük cihad, bazen nefsin aç gözlülüğüne karşı yapılan savaştır.

Özet:

Bediüzzaman’ın bu derin ifadeleri bize şunları öğretiyor:

Toplumsal musibetler, sadece zalimlerin değil, umursamazların da eseridir. Bu acılar, uyanış vesilesidir.

Şehitler, ölümü değil, ebedî hayatı bulur. Onlar izzetin ve iman fedakârlığının sembolleridir.

Gerçek adalet, bir masumun hakkını hiçbir şekilde feda etmeyen adalettir. Bu, Kur’an’ın en yüce hukuk anlayışıdır.

İhtiras ve bencillik, bireysel felaketleri değil, tüm insanlığı yıkacak kadar güçlü zehirlerdir.

Bu hakikatler, bize hem bireysel vicdan temizliği hem de toplumsal sorumluluk, hem şehadete hürmet hem de adalete sadakat telkin etmektedir.

 




Parlayan Camlar, Paslı Elmaslar ve Kör Gözlerin Hakikati: Zihinlerdeki Perdeler ve Kalplerdeki Nurlar

Parlayan Camlar, Paslı Elmaslar ve Kör Gözlerin Hakikati: Zihinlerdeki Perdeler ve Kalplerdeki Nurlar

“Paslanmış bîhemta bir elmas, dâima mücellâ cama müreccahtır.”

   “Her şeyi maddede arayanların akılları gözlerindedir; göz ise mâneviyatta kördür.”

   “Mecaz, ilmin elinden cehlin eline düşse, hakikata inkılab eder; hurâfata kapı açar. “

   “İhsân-ı İlâhî’den fazla ihsan, ihsan değildir. Her şeyi, olduğu gibi tavsif etmek gerektir.”
Hutbe-i Şamiye

  1. Paslı Elmas ile Parlak Cam: Şekle Aldanmak Hakikati Kaybettirir

Bediüzzaman’ın “Paslanmış elmas, mücellâ camdan üstündür” sözü, çok katmanlı bir hakikat taşır. Bugünün dünyasında parlak camlar yani şekilsel güzellikler, geçici başarılar, gösterişli yaşamlar övülürken, içerideki hakikatler ve kıymetli mânâlar göz ardı edilmektedir. Oysa bir hakikat, zamanla perdelenmiş, hatta örselenmiş olsa bile, özü itibariyle sahte ve parlatılmış bir görüntüden kat kat daha değerlidir.

Bu anlayış, kişinin iç dünyasına da topluma da bakışını değiştirir. Zira:

Bir insan, ne kadar hata yaparsa yapsın, içinde bir iman cevheri varsa hâlâ umuttur.

Bir medeniyet, ne kadar yıpranmış olursa olsun, köklerinde adalet, ahlak, hakikat varsa onarıma layıktır.

  1. Maddede Boğulan Akıl, Gözde Körleşir

> “Her şeyi maddede arayanların akılları gözlerindedir; göz ise mâneviyatta kördür.”

Bediüzzaman, materyalist düşüncenin en temel zaafına işaret eder: Sadece görüleni gerçek kabul etmek. Oysa gerçeklik yalnızca maddeyle sınırlı değildir; sevgi görünmezdir, merhamet tartılmaz, ahlak laboratuvara sığmaz, ruh mikroskopla bulunmaz.

Gözle değil, kalple ve vicdanla bakmayı unutan bir çağda, maneviyat körlüğü almış yürümüştür. Bugün teknoloji ilerlese de kalpler çökmüş, konfor artsa da huzur kaybolmuştur. Çünkü asıl gerçeklik, görünmeyen ama hissedilen, maddede değil, mânâda saklıdır.

  1. Mecazdan Hurafeye: Cehlin Elinde Kaybolan Hakikat

> “Mecaz, ilmin elinden cehlin eline düşse, hakikata inkılab eder; hurâfata kapı açar.”

Bediüzzaman burada çok zarif ama önemli bir farkı dile getirir: Mecaz, eğitilmiş akıl için bir anahtardır; eğitilmemiş zihin içinse bir uçuruma dönüşebilir.

Kur’ân’da, hadislerde, hatta tasavvufta yer alan sembolik anlatımlar, mecazî ifadeler; bir ilim ehlinin elinde derinlemesine tefekküre açılan kapılar olurken; cehlin elinde gerçekmiş gibi anlaşılıp hurafeye dönüşebilir. Bu yüzden bilgi, rehbersiz bırakılmamalı; mecaz, hakkıyla anlaşılmadığı takdirde, mânâyı karartır.

  1. İhsan Sınırında Denge: Fazla Lütuf da Zarardır

> “İhsân-ı İlâhî’den fazla ihsan, ihsan değildir.”

Bu cümle, hem ilâhî adalete güveni hem de had bilmenin hikmetini öğretir. Allah’ın verdiğinden fazlasını istemek ya da göstermeye çalışmak, insanı suni beklentilere ve nankörlüğe sürükler. Aynı zamanda bu ifade, hem bireyin hem toplumun sınır bilmesini tavsiye  eder:

Allah bir kuluna fakirlik vermişse, onda bir hikmet vardır.

Bir kavme sabır yüklemişse, bir cevher saklıdır.

Bazen eksiklik gibi görünen hâl, aslında bir ihsanın iç yüzüdür.

İşte bu yüzden her şeyi olduğu gibi görmek, Allah’ın takdirini olduğu gibi kabul etmek, hakikate giden yoldur.

Özet:

Bu pasajlar, insanı hem bireysel hem zihinsel hem de toplumsal anlamda sarsan derin hakikatler sunar. Gerçek kıymet, parıltıda değil özde saklıdır. Maddede boğulan göz, mânâya kör olur. İlmin derinlik gerektiren mecazlarını cahilce okumak, hakikati hurafeye çevirir. Ve ilâhî dengeyi zorlamak, ihsanı israfa dönüştürür. Bu nedenle insan, zihin ve kalp arasında denge kurarak, hakikati şekilden ayırmalı, görünene değil, özü fark etmeye çalışmalıdır. Zira Allah katında değer, gösterişte değil, hakkı tanıyıp ona teslimiyette saklıdır.

 




İHTİLAFIN KÖKÜ: ŞİA’NIN EHL-İ SÜNNET’E BAKIŞI ve TENKİTLERİN ARDINDAKİ ZİHNİYET

İHTİLAFIN KÖKÜ: ŞİA’NIN EHL-İ SÜNNET’E BAKIŞI ve TENKİTLERİN ARDINDAKİ ZİHNİYET

İslam dünyası içinde asırlardır süren mezhebî ihtilafların başında, Ehl-i Sünnet ile Şiîlik arasındaki ayrılıklar gelir. Bu ihtilaf, basit bir mezhep farklılığından öte, tarih, siyaset, imamet anlayışı ve sahâbe tasavvurunda derin ayrışmalara dayanır. Bu ayrışmalar, zamanla karşılıklı ithamlara, hatta tekfir seviyesine kadar varan çatışmalara dönüşmüştür. Şia’nın Ehl-i Sünnet’e yönelik tenkitleri de işte bu zeminden doğmuştur.

  1. İmamet ve Hilafet Anlayışı: Kopuşun Temel Sebebi

Şiîliğin Ehl-i Sünnet’ten en belirgin ayrıldığı nokta imametin mahiyeti ve kim tarafından hak edildiğidir. Şia’ya göre, Peygamber Efendimiz (s.a.v.), hilafeti açıkça Hz. Ali’ye bırakmıştır. Bu mesele onlarca rivayetle desteklenmeye çalışılır. Bu konuda Şiî kaynaklarda en sık başvurulan delil: Gadir-i Hum Hadisidir.

> 🔹 “Ben kimin mevlası isem, Ali de onun mevlasıdır.” (Gadir-i Hum, Şiî kaynaklarda: el-Meclisî, Bihârü’l-Envâr, c. 37)

Şiî bakış açısına göre, Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman’ın hilafeti gasp ettikleri, hak sahibinin Hz. Ali olduğu savunulur. Bu sebeple bu üç halifeye karşı ciddi bir eleştiri ve reddiye geliştirilmiştir.

  1. Sahabe Tasavvuru: Saygı mı, Suçlama mı?

Ehl-i Sünnet, sahabenin büyük çoğunluğunu adil ve muteber kabul ederken; Şia, birçok sahabeyi açıkça eleştirir, hatta “fasık”, “münafık” ve “hâin” olarak nitelendirir.

Özellikle şu isimler Şiî tenkitlerinin hedefindedir:

Hz. Ebû Bekir: Hilafeti gasp etmekle suçlanır.

Hz. Ömer: Hz. Fatıma’ya karşı sert ve kaba olduğu iddiasıyla yerilir.

Hz. Osman: Emevîlerle yakınlığı nedeniyle eleştirilir.

Hz. Âişe: Cemel Vakası nedeniyle ağır şekilde tenkit edilir.

Şiî literatürde yer alan ağır ithamlardan bazıları:

> 🔹 “Eğer Allah’ın hükmüyle amel eden bir imamımız olsaydı, Ebû Bekir ve Ömer’in kabrini çıkarır, yakar, küllerini rüzgârla savururduk.”
(el-Mufîd, Evailu’l-Makâlât, s. 30)

Bu tür ifadeler, sadece tarihî değil, itikadî bir kopuşun da göstergesidir.

  1. Takiyye, Masumiyet ve Mehdi İnancı:

Taqiyye (takıyye): Şia, inançlarını gizlemeyi caiz hatta gerekli görür. Bu, Ehl-i Sünnet’e göre samimiyeti zedeleyici bir unsurdur.

İmamların masumiyeti: Şia, imamları sadece rehber değil, masum (günahsız) kabul eder. Onlara hata isnadı küfür sayılır. Bu anlayış, Ehl-i Sünnet’in “beşer olan imam” anlayışıyla çakışır.

Gaybî Mehdi: Şia’nın On İki İmam anlayışına göre, son imam Muhammed Mehdi gayba girmiştir ve kıyamete yakın ortaya çıkacaktır. Bu da ciddi bir itikadî ayrışmadır.

  1. Sünnî Ulemâya Yönelik Tavır:

Şiî kaynaklarda, Ehl-i Sünnet âlimlerine karşı da alaycı ve dışlayıcı ifadeler yer alır. Ehl-i Sünnet’in hadis kitapları, fıkıh anlayışı, içtihat usulü sıkça eleştirilir. Buhari ve Müslim gibi muhaddisler Şia nazarında güvenilir değildir. Hatta şu tür ibarelere rastlanır:

> 🔹 “Onların dinleri, sahabenin uydurduğu hadisler üzerine kuruludur.”
(Kuleynî, el-Kâfî, c.1, s. 52)

Bu ithamlar, mezhepler arası bir yorum farkının ötesine geçmekte; köklü bir reddediş ve tekfir anlayışı sergilemektedir.

  1. Siyasi ve Tarihî Rövanşçılık:

Şia’nın Ehl-i Sünnet’e yönelik tenkitlerinin büyük bölümü, Kerbelâ olayı, Hz. Hüseyin’in şehadeti, Emevî baskısı gibi tarihî olaylara dayalı duygusal ve tepkisel bir yön taşır. Bu tarihî kırılmalar, teolojik tezlerin beslendiği birer kaynak hâline gelmiştir.
Temeli siyasete dayalıdır.

Ehl-i Sünnet Ne Yapmalı?

Ehl-i Sünnet, bu ithamlar karşısında hamasetle değil, hikmetle yaklaşmalı; sahabe sevgisini bilgiyle savunmalı; ayrılığı körüklemeden ama kendi inanç çizgisini de koruyarak hareket etmelidir. Mezhepler arası saygı, inançların tahkir edilmesiyle değil, ilmin ve edebin diliyle tesis edilebilir. Aksi hâlde, ihtilaflar birlik değil, fitne doğurur.

Özet:

Şia’nın Ehl-i Sünnet’e yönelik eleştirileri, esasen imametin kimde olduğu, sahabenin değeri, imamların masumiyeti, gaybî Mehdi inancı ve tarihî hesaplaşmalar gibi konulara dayanır. Şia, bazı sahabeyi ve sünnî ulemâyı ağır ithamlarla suçlamakta, hatta tekfir etmektedir. Bu görüşler, Şiî temel kaynaklardan beslenmekte ve tarihsel kırgınlıklarla derinleşmektedir. Ehl-i Sünnet ise bu ithamlar karşısında vakarla, bilgiyle ve hikmetle durmalı; itikadını sarsmadan, edebi elden bırakmadan hakikat mücadelesini sürdürmelidir.

 




Bir Gün “Haydi Dışarı” Denilecek: Dünya Misafirhanesinden Ebedî Yola

Bir Gün “Haydi Dışarı” Denilecek: Dünya Misafirhanesinden Ebedî Yola

İnsan bu dünyada kalıcı değildir. Ne kadar uzun yaşarsa yaşasın, ne kadar çok şeye sahip olursa olsun, gün gelecek; bu misafirhaneden ayrılması istenecek. Lem’alar’da geçen “Dünya bize bir gün ‘Haydi dışarı!’ diyecek, feryadımızdan kulağını kapayacak” ifadesi, bu gerçeği çarpıcı ve sarsıcı bir şekilde hatırlatıyor.

Tıpkı bir misafirin, davetli olduğu bir evde sınırlı süre kalması gibi, biz de dünya denilen hanede misafiriz. Buraya gelmeden bize sorulmadığı gibi, buradan ayrılırken de görüşümüz alınmaz. Zaman dolduğunda kapı gösterilir. İşte o an, dünyaya feryat edip yalvarsak da, dünya bizi artık dinlemez. Çünkü vazifemiz bitmiştir.

Bu hakikat, Mesnevî-i Nuriye’de geçen “Sen burada misafirsin ve buradan da diğer bir yere gideceksin” cümlesiyle de teyit edilir. Misafirlik, kalıcılığı değil geçiciliği ifade eder. İnsana verilen beden, mal, makam, unvan, çevre ve tüm dünya nimetleri aslında emanettir. Ve her emanet gibi, zamanı geldiğinde sahibine iade edilir.

Peki, bu yolculuğun hikmeti nedir?

İnsanın dünya hayatında yapması gereken şey; bu geçici misafirhanede ebedî saadetin yol azığını toplamaktır. Ahiret yurduna hazırlıksız gitmek, asıl yurda eli boş varmak demektir. Bu dünyada kalıcı olmadığını bilen bir insan, sahip olduğu şeylere dört elle sarılmaz. Onları bir imtihan, bir fırsat ve bir vesile olarak görür. Nefsi için değil, hakikat için yaşar.

Bir gün ölüm gelip de dünyadan çıkmak zorunda kaldığımızda, geride bıraktığımız şeyler değil, götürdüğümüz manalar kıymetli olacak. O gün “Haydi dışarı!” denildiğinde, kimimiz bir düğün daveti gibi karşılayacak bu sesi; kimimiz ise karanlık bir uçuruma düşer gibi korkuyla…

İşte bu yüzden dünya hayatı, insanın kendi ebediyetini kazanabileceği tek mekân ve tek zaman dilimidir. Gaflet içinde geçirilen bir ömür, ebedî pişmanlığa sebep olabilir. Fakat bilinçli, imanlı ve hikmetli bir ömür; ölüm kapısını ebedî saadetin eşiğine çevirir.

Sonuç ve Özet

Bu dünya, bir konaklama yeridir; varılacak nihai menzil değildir. İnsan burada misafirdir ve bir gün mutlaka ayrılacaktır. Lem’alar ve Mesnevî-i Nuriye gibi eserler bize bu hakikati hatırlatarak, geçici olanla kalıcı olanı ayırt etmemizi ister. Öyleyse yolcuyuz; kalıcı sanıp oyalanmamalı, yol azığımızı hazırlamalıyız. Zira dünya bir gün “Haydi dışarı!” dediğinde, pişmanlıkla değil, teslimiyetle çıkabilmek en büyük bahtiyarlıktır.

 




Zerre ile Yıldız Arasında Rahmetin Eli: Kudretin Sonsuzluğu ve Birliğin Delili

Zerre ile Yıldız Arasında Rahmetin Eli: Kudretin Sonsuzluğu ve Birliğin Delili

İnsanoğlu, kainatı gözlemledikçe büyüklük karşısında hayrete düşer. Yıldızlar, gezegenler, galaksiler; milyarlarca ışık yılı genişliğindeki boşlukta muazzam bir düzen içinde hareket eder. Ve yine aynı insan, bir atomun, bir hücrenin, bir damla suyun içindeki hikmeti düşündüğünde; küçüklükteki büyüklüğü fark eder.

Bediüzzaman Said Nursî bu derin tefekkürü veciz bir hakikatle ifade eder:

> “Bütün yıldızları elinde tutmayan, bir tek zerreye rab olamaz.”

Bu cümle hem aklı, hem kalbi derinden sarsacak bir gerçeği dile getirir: Bir zerrenin idaresi ile bir yıldızın idaresi aynı elden çıkmadıkça, evrende düzen bozulur. Çünkü her şey birbirine bağlıdır. Güneş’in ışığı olmasa dünya karanlıkta kalır. Atmosferin dengesinde bir değişiklik olsa canlı hayat yok olur. Bir hücredeki enzimin eksikliği, bir canlının ölümüne sebep olur. Bu kadar ince bir düzen, ancak sonsuz bir kudretle mümkündür.

İşte bu düzenin arkasında, Bediüzzaman’ın ifadesiyle “bilbedahe rahmet” vardır.

Şu hadsiz kainatı şenlendiren rahmettir.

Karanlık varlıkları ışıklandıran rahmettir.

İhtiyaç içinde yuvarlanan mahlukatı terbiye eden yine rahmettir.

Bu Rahmet; her şeyin yerli yerinde, tam vaktinde, mükemmel ölçüyle yaratılmasında görünür. Güneşin yakıcı ama yaşatıcı ışığı, suyun tatlılığı, toprağın verimi, annenin şefkati, kalbin atışı, gözün görmesi… Hepsi Rahmet’in imzasını taşır.

Eğer kainatın her bir zerresi başka ellere verilseydi, bu kusursuz uyum mümkün olmazdı. Çünkü çoklukta birlik olmaz, birlik ise birliğin sahibini gösterir. İşte tevhid hakikati buradan doğar. Allah bir olduğu için, kainat bir nizam içinde işler. Kudret bir olduğu için, karınca ile galaksi aynı adalet ve hikmetle yönetilir.

Bu düşünce insana büyük bir ders verir:

> Eğer Rabbimiz yıldızları elinde tutuyorsa, senin de kalbini bilir.
Eğer O, galaksileri yönlendiriyorsa, gözyaşını da görür.
Eğer O, zerrat ordularını sevk ve idare ediyorsa, senin yolunu da çizer.

İnsan, bu Rahmet ve Kudret’e dayanırsa küçüklüğü içinde sonsuz bir huzur bulur. Yoksa, yıldızlara hükmeden bir Rabbin olmadığını düşünen kişi, bir zerrenin tehdidiyle bile perişan olur.

Özet:

Kainattaki en büyük yıldızlardan en küçük zerrelere kadar her şey, tek bir Rabbin kudretiyle ve rahmetiyle idare edilir. Zerre ile yıldız arasındaki düzen aynı elin eseri olduğu için, hem birlik (tevhid) hem rahmet (şefkat ve hikmet) açıkça görünür. Bediüzzaman’ın ifadesiyle, her şey Rahmet’tir ve Rahmet’i gösterir. İnsan, bu Rahmet’e dayanarak ebedî huzura kavuşabilir.

 




Bir Elmaya Bakarak Allah’ı Tanımak: Şükürden Tevhide Açılan Yol

Bir Elmaya Bakarak Allah’ı Tanımak: Şükürden Tevhide Açılan Yol

“Hem ŞÜKÜR içinde, safi bir İMAN var, hâlis bir TEVHİD bulunur.
Çünkü;
Bir elmayı yiyen ve “ELHAMDÜLİLLAH” diyen adam, o şükür ile ilân eder ki:
“O elma doğrudan doğruya dest-i kudretin yadigârı ve doğrudan doğruya hazine-i rahmetin hediyesidir”
Kur’an Tefsiri Risale-i Nur’dan

Kâinat, baştan sona bir kitap gibidir. Her satırı, her kelimesi, hatta her harfi, Allah’ın varlığını ve birliğini anlatır. Bu büyük kitabın en sade ve tatlı kelimelerinden biri de elmadır. Evet, bir elma… Yerdeki bir ağaç dalında biten, renkli kabuğu, tatlı lezzeti ve mis kokusuyla soframıza gelen o meyve… Sadece basit bir meyve midir?

Hayır.
Risale-i Nur’un o veciz ifadesiyle:

> “O elma doğrudan doğruya dest-i kudretin yadigârı, ve doğrudan doğruya hazine-i rahmetin hediyesidir.”

Bir mümin, eline bir elma aldığında; onun rengini, kokusunu, lezzetini ve şeklini düşünüp “Elhamdülillah” dediğinde aslında ne demektedir?

“Bu elma, ne toprağın kendi kendine yaptığı bir şeydir, ne ağacın tesadüfen oluşturduğu bir meyvedir, ne de doğanın başıboş bir ürünü. Bu elma, doğrudan Allah’ın kudret eliyle hazırlanmış, rahmet hazinesinden çıkarılıp bana gönderilmiş bir hediyedir.”

İşte bu farkındalık, sadece bir teşekkür değil, imanın ilanı, tevhidin ifadesi, şuurun dirilişidir.

Şükür: Sade Bir Söz Değil, Derin Bir İman İlanıdır

Risale-i Nur’un tefekkürî üslubunda şükür, sadece dilin bir hareketi değildir. “Şükür içinde safi bir iman, hâlis bir tevhid bulunur.” Çünkü bir nimete şükreden insan, onu yaratanı ve ikram edeni tanımış ve kabul etmiş olur. Bu da kişiyi şirkten, gafletten ve küfürden uzaklaştırarak saf bir tevhide ulaştırır.

Bir insan düşünün: Elmaya bakıyor, lezzetini tadıyor ama arkasındaki kudreti, rahmeti, hikmeti görmüyor. Bu insan, hem nimetin kaynağını inkâr eder, hem de o nimetten faydalanma hakkını vicdanen kaybeder. Fakat elmayı yediğinde “Elhamdülillah” diyen bir kalp, sadece elmaya değil; onun ardındaki sonsuz kudrete de kapı açar.

Elma: Tevhidin Sessiz Şahidi

Her elma, bir mucizedir. Çünkü toprağın içinde ne kırmızı vardır, ne tatlılık, ne koku, ne de şekil. Ağaç bir fabrikaysa, toprak onun deposu ama planı, bilgiyi ve hikmeti kim yerleştirmiştir? İşte o sorunun cevabı, Allah’tır.

Bir elmayı yiyip şükreden kişi, sadece bir meyveye değil; kainat çapında işleyen bir sisteme iman etmiş olur. Çünkü o elmanın oluşabilmesi için güneşin yerinde olması, suyun toprağa ulaşması, ağacın mevsiminde uyanması, çekirdeğin açılması ve sayısız sistemin uyum içinde işlemesi gerekir. Yani bir elma, tüm kainatla bağlantılıdır. Onun için bir elmaya sahip çıkamayan, hiçbir şeyi hakiki anlamda yaratamaz.

İşte bu noktada şu gerçek belirir:

> “Bir elmanın Allah’tan olduğunu kabul etmeyen, koca kainatın sahibini tanımıyor demektir.”

Bu yüzden, bir elmaya “Elhamdülillah” demek; küçük gibi görünse de, büyük bir tefekkürün ve imanî derinliğin ifadesidir.

Özet:

Elma gibi sade bir nimet, şükreden bir kalp için iman ve tevhid dersine dönüşür. Çünkü şükür, nimetin sahibini tanımak ve onu ilan etmektir. Risale-i Nur’a göre bir elmayı yiyip “Elhamdülillah” diyen bir mümin, o elmanın doğrudan Allah’ın kudret eliyle geldiğini, rahmet hazinesinin bir hediyesi olduğunu kabul etmiş olur. Bu da onu saf bir imana ve hâlis bir tevhide ulaştırır.

 




DOKU UYUŞMAZLIĞI: CHP’NİN MİLLETLE İMTİHANI

DOKU UYUŞMAZLIĞI: CHP’NİN MİLLETLE İMTİHANI

Her milletin bir ruhu, bir kalbi, bir tarihi ve o tarihe sinmiş derin bir hafızası vardır. Türkiye halkının ruhunu şekillendiren temel unsurlar, İslam inancı, Kur’an ahlakı, ezan sedası, asırlardır süregelen bir medeniyet tasavvuru ve bu tasavvurun taşıyıcısı olan tarihi şahsiyetlerdir. İşte bu milletin özü, cevheri, ayarı budur. Bu ayara aykırı her ses, bu milletin bünyesinde alerji yapar. Nitekim yüz yıldır CHP’nin milletle yaşadığı temel problem de buradan kaynaklanmaktadır: Doku uyuşmazlığı.

Milletin Fabrika Ayarlarıyla Oynamak

Cumhuriyet’in ilk yıllarından itibaren CHP, bu milletin öz değerlerine karşı yürüttüğü kültürel mühendislik politikalarıyla hafızada onulmaz yaralar açmıştır. Kur’an yasaklanmış, ezan susturulmuş, medreseler kapatılmış, din adamları horlanmış, tesettür ayaklar altına alınmıştır. Bu milletin bin yıllık ayarlarıyla hoyratça oynanmış, halk “gerici” ve “mürteci” damgalarıyla aşağılanmıştır. Bütün bu uygulamalar, halkın zihninde derin bir travma oluşturmuş ve bir mesafe meydana getirmiştir.

Bu mesafe bugün hâlâ kapanmamıştır. CHP her ne kadar zaman zaman vitrinini yenilese de, zihniyet kodlarını dönüştürememiştir. Hâlâ cami ve ezan karşıtlığıyla alaycı bir ilişki içinde olan sesler partinin içinden yükselmektedir. Namaza, tesettüre, Kur’an’a yönelik ima bile halkta itici bir refleks doğurmakta; “yine mi aynı CHP?” sorusu gündeme gelmektedir.

Milletin Ayarına Göre Ayarlanmak

Bir siyaset partisi, eğer millet nezdinde meşru ve kalıcı olmak istiyorsa, milletin ruhunu anlamalı, onun değerleriyle barışmalı, inancı ve tarihiyle çatışmayı bırakmalıdır. CHP’nin bu milletle arasını düzeltebilmesinin yolu da budur. Sürekli olarak Erdoğan karşıtlığına yaslanan, heykel açılışlarını marifet sayan, dini değerlere mesafeli durmayı bir kimlik meselesi hâline getiren bir anlayışla bu milletin gönlüne girilemez.

Bu milletin “fabrika ayarları” İslam’dır, Kur’an’dır, ezandır, maneviyattır. Bu değerlerle kavga ederek değil, bu değerleri özümseyerek milletin kalbine yürünebilir. Aksi hâlde, seçim dönemlerinde vitrine konan imam hatip mezunları, başörtülü gençler, cami ziyaretleri samimi değil, suni birer figür olarak algılanmaya devam eder.

Muhalefet mi, Mugalata mı?

Muhalefet, sadece karşıtlık üretmek değildir. Hele ki kuru kuruya Erdoğan düşmanlığı üzerinden siyaset yapmak, sadece kısır bir kutuplaşmayı besler. Halk, artık “kime karşısın?” değil, “ne yapacaksın?” sorusuna cevap bekliyor. Belediyeler aracılığıyla yolsuzluk, kayırmacılık, beceriksizlik ve ideolojik kadrolaşmalar ayyuka çıkarken; millete ne sunulabiliyor?

CHP, her seçimde “halk değişti” diyerek övünmekte ama kendini değiştirmemektedir. Hâlbuki esas olan, milletin değil, milletle doku uyuşmazlığı yaşayan anlayışların değişmesidir.

Marifet Proje Üretmekte, Heykel Dikmekte Değil

Siyaset, hizmettir. Siyaset, millete dokunmaktır. Siyaset, topluma değer katmak, adalet üretmek, yoksulluğa çözüm bulmak ve nesli, geleceğe umutla hazırlamaktır. Heykel dikmekle, ideolojik gösterilerle, dini değerleri tahkir etmekle siyaset olmaz. Bu millet artık somut çözüm istiyor: ulaşım, barınma, adalet, eğitim, özgürlük ve ekonomi. Eğer CHP, elindeki belediyelerde bunların örneklerini sergileyemezse, halkın teveccühünü asla kalıcı hâle getiremez.

Yüz Yıllık Kavgaya Son Vermek

Artık yeni bir sayfa açmanın zamanı gelmiştir. Yüz yıldır süren ve milleti yoran bu inatlaşma, bu değer kavgası sona ermelidir. CHP, sadece isim olarak değil; anlayış, ruh ve değer olarak da değişmedikçe, milletle arasında hep bir perde kalacaktır. Bu milletin dokusunu anlamayan, bu milletin duasını da alamaz.

Özet:

CHP’nin milletle yaşadığı temel sorun bir ideoloji ya da parti meselesinden öte, bir doku uyuşmazlığı meselesidir. Bu milletin inancı, kültürü, tarihi ve ruhuyla kavgalı bir anlayış, siyaset üretmez, sadece kutuplaşma doğurur. Eğer CHP gerçekten siyaset yapmak istiyorsa, önce milletin değerlerini tanımalı, geçmişte bozduğu ayarları fabrika ayarlarına döndürmeli, kuru sloganlar ve geçmiş komplekslerinden kurtulmalıdır. Yapması gereken şey kavga değil, marifet göstermektir; heykel değil, hizmet üretmektir; düşmanlık değil, dava adamlığıdır.

 




Mutlak Sâlihât: Zaman, Zemin ve Zekâya Göre Değişen Faziletler

Mutlak Sâlihât: Zaman, Zemin ve Zekâya Göre Değişen Faziletler

اَلَّذٖينَ اٰمَنُوا وَ عَمِلُوا الصَّالِحَاتِ

   Yalnız ıtlakın nüktesini beyan eder.}

   Kur’ân “sâlihât”ı mutlak, mübhem bırakıyor. Çünkü ahlâk ve faziletler, hüsn ve hayr, çoğu nisbîdirler. Nev’den nev’e geçtikçe değişir. Sınıftan sınıfa nâzil oldukça ayrılır. Mahalden mahalle tebdil-i mekân ettikçe başkalaşır. Cihet muhtelif olsa, muhtelif olur. Ferdden cemaate, şahıstan millete çıktıkça mâhiyeti değişir.

   Meselâ: Cesâret, sehâvet erkekte gayret, hamiyet, muavenete sebeptir. Karıda nüşûza, vakahata, zevc hakkına tecâvüze sebep olabilir. ”
Sünuhat Tüluhat İşârat

Kur’ân-ı Hakîm’in tekrar tekrar zikrettiği ve birçok ayetin merkezine koyduğu o eşsiz tamlama:

> “الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ”
yani “İman eden ve sâlih amel işleyenler”…

İman kalbin nurudur; sâlih amel ise o nurun hayat bulmuş hâlidir. Ancak burada Kur’ân’ın ince bir belâgat sırrı dikkat çekicidir: Kur’ân, “sâlihât”ı hep mutlak bırakır. Yani tanım yapmaz, sınır çizmez, detaylandırmaz. Peki neden?

Bediüzzaman’ın veciz ifadesiyle:

> “Kur’ân, ‘sâlihât’ı mutlak, mübhem bırakıyor. Çünkü ahlâk ve faziletler, hüsn ve hayr, çoğu nisbîdirler.”

Bu ifade, çağlar ve toplumlar üstü bir hakikati dile getirir. Sâlih amel; yani hayırlı, güzel, doğru davranış; sabit bir listeyle değil, şartlara, şahıslara ve zamana göre şekillenen bir yapıyla anlaşılır. Zira ahlâkî faziletler, mutlak ve donmuş kalıplar değildir. Bazen bir fazilet, farklı bir ortamda, farklı bir netice doğurabilir.

  1. Ahlâkın Nisbi Tabiatı

> “Cesaret erkekte gayret ve hamiyet olur; kadınlarda vakâha ve nüşûza (başkaldırıya) sebep olabilir.”

Bu tespit, ahlakın uygulama alanındaki göreceliliğini anlatır. Cesaret, erkek için koruyucu bir özelliktir; ama kadın için sınır tanımazlık ve isyana dönüşebilir. Demek ki ahlâkî bir meziyet, mahiyetini taşıdığı bedenin sorumluluk alanına göre değişebilir. Fazilet, bağlam ister.

İşte bu yüzden Kur’ân, “sâlihât”ı mutlak bırakır. Böylece her zamanın ve her toplumun kendi içtimaî, kültürel, toplumsal ve bireysel gerçeklerine göre iyiliği yeniden tanımasına fırsat tanır.

  1. Benzer Anlamda Ayetler

Bu manayı destekleyen birçok ayet mevcuttur. İşte bazı örnekler:

Hud Suresi 11. ayet:

> “Ancak sabredenler ve salih ameller işleyenler başka. İşte onlar için bir mağfiret ve büyük bir mükâfat vardır.”
– Burada da “salih amel” mutlak gelmiştir. Tanım yapılmaz, çünkü her bireyin imtihanı ayrıdır.

Asr Suresi 3. ayet:

> “Ancak iman edenler, sâlih ameller işleyenler, birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler müstesnâ…”
– Toplumsal düzlemde sâlihât, yalnız bireysel değil, dayanışmacı ve ahlâkî destekle anlam kazanır.

Nisa Suresi 124. ayet:

> “Erkek olsun kadın olsun, kim iman etmiş olarak sâlih amel işlerse, onlar cennete girerler.”
– Cinsiyet farkı yoktur ama sâlih amel her iki cinsin ayrı sorumluluk alanlarında farklı şekillerde tezahür eder.

Bu ayetler, Kur’ân’ın sâlih amel kavramını zemin, zaman, cinsiyet ve toplumsal konum farklarına göre açık uçlu bırakmasının hikmetini tasdik eder. Fazilet donuk değil, diridir; çağlara göre şekil alır ama ruhunu kaybetmez.

  1. Günümüz İçin Uygulama: Mutlak Olanı Nasıl Okumalıyız?

Zamanımızda en çok karıştırılan şeylerden biri de şudur: Bir davranışın geçmişte fazilet sayılması, bugün de mutlaka fazilet olacağı zannedilir. Hâlbuki her davranışın ahlâkî değeri niyete, nihaî sonuca ve topluma olan etkisine göre değerlendirilir.

Mesela;

Sükût, bazı zamanlarda hikmettir, ama zulme karşı sessizlikse büyük bir vebal olabilir.

Cömertlik, bazen fazilettir; ama israf ve gösterişle yapılırsa hasaret olur.

Cesaret, kahramanlıktır; ama ölçüsüzce kullanılırsa hezimet olur.

Kur’ân bu yüzden sâlihâtı mutlak bırakır: İnsan aklını, kalbini ve şuurunu devreye sokarak, kendi çağındaki iyiliği arayıp bulsun diye.

Sonuç ve Özet

Bu makalede şu üç temel mesaj anlatıldı:

  1. Kur’ân “sâlihât”ı mutlak bırakır, çünkü iyilik ve fazilet çoğu zaman bağlamsaldır, her zaman ve toplumda aynı biçimde görünmez.
  2. Aynı ahlâkî özellik, farklı şartlarda ve kişilerde zıt neticeler doğurabilir. Cesaret, erkekte koruyucu olurken, kadında yıkıcı olabilir.
  3. Salih amellerin sınırlarını Kur’ân bilinçli olarak belirlemez, çünkü insanın aklı ve vicdanı her çağda bunu keşfetmeye memurdur.

Özet:

Kur’ân, “sâlihât” kavramını mutlak ve mübhem bırakmakla, ahlâk ve faziletin bağlamına dikkat çeker. Aynı davranış farklı şartlarda zıt sonuçlara sebep olabilir. Cesaret, erkek için hayır; kadın için şer olabilir. Bu yüzden Kur’ân’ın bu esnek dili, insanı kendi zaman ve toplumunda iyiliği aramaya sevk eder. Fazilet donuk değil, diridir. İmanla birleşen her eylem, bağlamına göre sâlih olabilir; Kur’ân da bunu bilerek mutlak bırakmıştır.