Hakkın Hatırı ve Hüsn-ü Zan Sınavı

Hakkın Hatırı ve Hüsn-ü Zan Sınavı

“Evet hakkı tanıyan, hakkın hatırını hiçbir hatıra feda etmez. Zira, hakkın hâtırı âlîdir. Hiçbir hâtıra feda edilmemek gerektir. Fakat şu hüsn-ü zannınızı kabul etmem. Zira, bir müfside, bir dessasa hüsn-ü zan edebilirsiniz. Delil ve âkibete bakınız.”
Münâzarât

İnsanlık tarihi boyunca hak ile batılın mücadelesi, sadece meydanlarda değil, kalplerin ve niyetlerin derinliklerinde de yaşanmıştır. Bediüzzaman Said Nursî’nin Münâzarât eserindeki şu veciz ifadeler, bu mücadelenin nazik bir noktasına işaret eder:
“Evet hakkı tanıyan, hakkın hatırını hiçbir hatıra feda etmez. Zira, hakkın hâtırı âlîdir. Hiçbir hâtıra feda edilmemek gerektir. Fakat şu hüsn-ü zannınızı kabul etmem. Zira, bir müfside, bir dessasa hüsn-ü zan edebilirsiniz. Delil ve âkibete bakınız.”

Bu cümle, hakkı tanımanın ve onu her şeyin önünde tutmanın bir iman ve vicdan borcu olduğunu ortaya koyarken; aynı zamanda hak ile duygu, adalet ile merhamet, gerçek ile temenni arasındaki dengeyi kurmamız gerektiğini de ihtar eder.

Hakkın Hatırı ve İnsan İmtihanı

İnsan, dostuna karşı vefalı olmak ister. Yakın bildiğine, sevdiklerine, kendi safında gördüklerine hüsn-ü zan beslemek ister. Ancak bu duyguların, hakkı gölgelediği yerde adalet yara alır. Hakkın hatırı, kişisel dostluklardan, aidiyetlerden ve tarafgirlikten daha yüksek tutulmalıdır.

Hakkın hatırı âlîdir çünkü hak, Allah’ın bir ismidir. Hakk’ın rızası daima hak üzere olmakla mümkündür. Bu yüzden hak, kişiye göre eğilip bükülmez, zamana göre değişmez, güce göre şekillenmez. Eğer bir dost yanlış yapıyorsa, onu yanlışında desteklemek, ona kötülük etmektir. Çünkü hakta sebat, hem o kişinin selameti hem de toplumun huzuru için elzemdir.

Hüsn-ü Zan ile Gaflet Arasındaki İnce Çizgi

Bediüzzaman burada hüsn-ü zan tehlikesine dikkat çekerken, onu bütünüyle reddetmez; aksine, yerli yerinde bir hüsn-ü zan anlayışına davet eder. Hüsn-ü zan, İslam ahlâkının güzelliklerindendir; ancak bu meziyet, hakikatin üstünü örtmek için değil, gerçeği daha adil ve dikkatli anlamak içindir.

Eğer hüsn-ü zan, delile dayanmıyorsa; hele hele bir dessasaya (hilekâr, sinsi) yönelmişse, artık bu zan masum olmaktan çıkar, bir tür gaflet veya tarafgirliğe dönüşür. Bediüzzaman’ın şu ikazı bu noktada derindir:
“Delil ve âkibete bakınız.”
Yani, mesele kişilerin sözlerine veya görüntüsüne değil; davranışlarının deliline, neticesine ve izlerine bakılarak anlaşılır.

Tarafgirlikten Hakkaniyete

Bugünün dünyasında hak, çoğu zaman şahısların veya grupların çıkarlarına kurban ediliyor. Dostluklar, siyasî eğilimler, ideolojik bağlar ya da sosyal medyanın yönlendirmesiyle insanlar hakikatin değil, tarafların peşinden gidiyor. Bu ise hakikatin örselenmesine, zulmün makyajlanmasına, batılın parlatılmasına yol açıyor.

Bir mü’minin en temel vazifesi, hakkı tutmak ve kaldırmaktır. Bu uğurda en yakınını da karşısına alabilmeli, gerekirse kendi nefsine bile muhalefet edebilmelidir. Zira Allah’ın rızası, hakkın yanında olmaktadır.

Sonuç: Delil ve Âkibet Pusulası

Her insan bir hüküm verirken, önce delile sonra akıbete bakmalıdır. Sözlerin, davranışların ve kişiliklerin cazibesine kapılmak yerine, Allah’ın ölçüsünde sabit kalmak gerekir. Zira güzel zan, kalp yumuşaklığı getirir; ama zanla hak yer değiştirmemelidir. Hakikat, hüsn-ü zandan daha değerlidir. Çünkü hak Allah’ın ismidir; zannın ise beşerî zaaflardan doğan bir tabiatı vardır.

Özet:

Bu makalede Bediüzzaman’ın “Hakkın hatırı âlîdir, hiçbir hatıra feda edilmemek gerektir” sözünden hareketle hak, adalet, hüsn-ü zan ve delil merkezli düşünmenin gerekliliği anlatıldı. Hüsn-ü zan, güzel ahlâkın bir parçasıdır; ancak delilsiz bir hüsn-ü zan, özellikle müfsid ve dessas kişilere yönelirse, hakikatin üzerini örter. Bu sebeple tarafgirlik değil, hakkaniyet esastır. Delil ve âkibete bakarak hüküm vermek, hem bireysel feraset hem de toplumsal adalet için zorunludur.

 




Muhali Talep Etmek: Kusursuz Devlet Arayışı mı, Aklın Felci mi?

Muhali Talep Etmek: Kusursuz Devlet Arayışı mı, Aklın Felci mi?

“Muhali talep etmek, kendine fenalık etmektir….

   Zerrâtı günahkârlardan mürekkeb bir hükûmet, tamamıyla masum olamaz. Demek nokta-i nazar, hükûmetin hasenatı seyyiatına tereccuhudur. Yoksa seyyiesiz hükûmet muhal-i âdidir.”
Münâzarât

Tarih boyunca insanlar, adaletli, dürüst, erdemli bir yönetim arayışı içinde olmuşlardır. Bu arayış tabii ve değerlidir. Ancak bazen bu beklenti, ölçüsüzleşir. İnsanlar, meleklerden oluşan bir hükûmet, hiç hata yapmayan bir yönetim, hiç şaşırmayan bir sistem ister hâle gelirler. İşte Bediüzzaman bu noktada şu veciz cümleyle uyarır:

> “Muhali talep etmek, kendine fenalık etmektir.”

Yani imkânsız olanı istemek, insanın hem aklına hem toplumuna hem de kendi huzuruna eziyet etmesidir.

Zerrat-ı Günahkârlar: Hükûmetin İnsan Malzemesi

Bediüzzaman devam eder:

> “Zerrâtı günahkârlardan mürekkeb bir hükûmet, tamamıyla masum olamaz.”

Yani bir devlet dediğiniz yapı, insanlardan oluşur. Ve bu insanların hiçbiri günahsız, kusursuz, melek değildir. Öyleyse bu insanlardan kurulu bir yapının bütünüyle masum, hatasız olması mümkün değildir.

O hâlde ne yapılmalı? Cevap şu noktada saklı:

> “Demek nokta-i nazar, hükûmetin hasenâtı seyyiâtına tereccuhudur.”

Yani değerlendirme ölçümüz şu olmalı: Hükûmetin iyi yönleri mi ağır basıyor, yoksa kötü yönleri mi? Eğer iyilikleri kötülüklerinden fazlaysa, o hükûmete destek olunmalı ve kusurlar, ıslah niyetiyle düzeltilmeye çalışılmalıdır.

Kusursuzluk Beklentisi: Bir Fitne Kapısı

Tarih boyunca birçok toplum, “kusursuz devlet”, “pürüzsüz sistem”, “yanılmaz lider” beklentisiyle ya:

Mevcut nimetleri inkâr etmiş,

Aşırı muhalefetle kaosa sürüklenmiş,

Yeni gelen daha kötü bir sistemi kabul etmişlerdir.

Zira bir sistemi yıkmak kolaydır; daha iyisini kurmak ise hem zaman, hem akıl, hem hikmet ister. Ama muhali talep edenler, sabırsızdır, gerçekçi değildir, nihayetinde hem kendilerini hem milletlerini zarara uğratırlar.

Akılcı Bir Muhalefet ve Sorumlu Bir Vatandaşlık

Bu yaklaşım, bir hükûmete körü körüne destek anlamına gelmez. Aksine, Bediüzzaman burada akılcı bir denge kurar:

İyilikleri gör, teşvik et.

Kötülükleri gör, ama ıslah yoluyla düzelt.

Ama “hiç hatası olmayan bir sistem” arıyorsan, o meleklerin yurdu olan cennettedir; dünyada değil.

O hâlde yapılması gereken, akılcı, yapıcı, çözüm odaklı bir duruş sergilemektir. Aksi hâlde ne adalet, ne huzur, ne de birlik sağlanabilir.

Günümüz İçin Ne Söyler?

Bu ölçü, günümüz siyasi, sosyal ve kültürel karmaşaları için de geçerlidir:

Devletler, mükemmellik değil, sürdürülebilir iyilik hedeflemelidir.

Vatandaşlar ise, muhalefet ederken adil, destek verirken bilinçli olmalıdır.

Aksi takdirde, imkânsızı istemek, hem mevcut iyilikleri kaybettirir, hem de daha büyük şerlerin kapısını açar.

Özet:

Bediüzzaman’a göre, insanlar kusursuz hükûmet aramakla “muhali” talep ederler. Bu hem akla, hem ahlâka, hem topluma zarar verir. Çünkü devletler günahkâr insanlardan oluşur ve tamamen masum olamazlar. Bu durumda değerlendirme ölçüsü; hükûmetin iyi yönlerinin kötü yönlerine baskın olup olmadığıdır. Hasenat seyyiattan fazla ise, o hükûmet desteklenmeli; eksikler yapıcı biçimde düzeltilmelidir. Kusursuzluk beklentisi ise, kendi ellerimizle huzuru imha etmektir.

 




Yanlışı Düzelt, Hakikati Yıkma: Din, Hürriyet ve Kardeşlik Üzerine Düşünceler

Yanlışı Düzelt, Hakikati Yıkma: Din, Hürriyet ve Kardeşlik Üzerine Düşünceler

“Türkler ve Kürdler! İnsaf ediniz. Bir râfızî bir hadîse yanlış mana verse veya yanlış amel etse; acaba hadîsi inkâr etmek mi lâzımdır, yoksa o râfızîyi tahtie edip namus-u hadîsi muhafaza etmek mi lâzımdır? Belki hürriyet budur ki: Kanun-u adalet ve te’dibden başka, hiç kimse kimseye tahakküm etmesin. Herkesin hukuku mahfuz kalsın, herkes harekât-ı meşruasında şahâne serbest olsun.

لاَ يَجْعَلْ بَعْضُكُمْ بَعْضًا اَرْبَابًا مِنْ دُونِ اللّٰهِ

   nehyinin sırrına mazhar olsun.”
Münâzarât

Bazı insanlar vardır ki; birinin hatasını gördüğünde, o hatanın kaynağını değil, tüm sistemi, tüm yapıyı, hatta bazen tüm dini suçlar. Bu hem aklî, hem ahlâkî, hem de hukukî bir zulümdür.

Bediüzzaman Said Nursî, bu yanlış tutuma şöyle seslenir:

> “Bir râfızî bir hadîse yanlış mana verse veya yanlış amel etse; acaba hadîsi inkâr etmek mi lâzımdır, yoksa o râfızîyi tahtie edip namus-u hadîsi muhafaza etmek mi lâzımdır?”

Yani bir kişi bir hadis-i şerifi yanlış anladı diye, hadisi toptan reddetmek mi gerekir? Hayır. Doğru olan, kişinin yanlışını tashih etmek, ama hakikatin kendisine saldırmamaktır.

Kişisel Hatalar, Evrensel Doğruları Bozmaz

Bir doktor yanlış tedavi yaptı diye, tıbbı toptan inkâr edemeyiz.
Bir öğretmen hata etti diye, tüm eğitimi karalayamayız.
Bir müslüman yanlış yaptı diye, İslâmiyet’i suçlayamayız.

> Zira hakikat kişisel zaaflarla lekelenmez, fakat cehaletle inkar edilir.

Bu bakış, bireysel hatayla evrensel hakikati birbirinden ayırmayı gerektirir. Yoksa, hem adalet zedelenir, hem de ilim ve iman perişan olur.

Gerçek Hürriyet: Tahakkümsüzlük ve Hukukun Üstünlüğü

Bediüzzaman devam eder:

> “Belki hürriyet budur ki: Kanun-u adalet ve te’dibden başka, hiç kimse kimseye tahakküm etmesin.”

Gerçek hürriyet; bir başkasına hükmetmek, onu susturmak, bastırmak değildir.
Gerçek hürriyet; herkesin meşru sınırlar içinde özgür olması, kimsenin kimseye rablik (ilahî otorite) taslamamasıdır.

Bu anlayış, Kur’an’daki şu ayetin tecellisidir:

> “لَا يَجْعَلْ بَعْضُكُمْ بَعْضًا أَرْبَابًا مِنْ دُونِ اللّٰهِ”
“Birbirinizi Allah’tan başka rabler edinmeyin.” (Âl-i İmrân, 64)

Bu ayet, sadece şirkle ilgili değil; toplum içi tahakküm, zorbalık, despotluk gibi beşerî sapmaları da hedef alır.

Türkler ve Kürtler’e Ortak Bir Çağrı: Kardeşlik ve Adalet

Bu pasajda dikkat çekici bir husus da, doğrudan Türkler ve Kürtlere hitap edilmesidir. Zira o dönemin sosyo-politik şartlarında bu iki millet arasında:

Hatalar genelleniyor,

Bireysel suçlar topluma mal ediliyor,

Farklılıklar düşmanlığa dönüştürülmek isteniyordu.

Bediüzzaman bu fitneyi ilmen ve hikmetle şöyle durdurur:

> “Bir hata gördünüz mü, onu düzeltin; ama hakikati inkar etmeyin. Birinin hatasıyla milleti mahkum etmeyin. Herkes meşru dairede serbest olsun, kimse kimseye rablik etmesin.”

Ne Yapmalı?

  1. Hata ile hakikati ayırmayı öğrenmeliyiz. Kişinin yanlışını, ilmin ve dinin kusuru gibi göstermemeliyiz.
  2. Hürriyeti, başkasına tahakküm değil; adalet içinde yaşama serbestisi olarak anlamalıyız.
  3. Kürt-Türk, Arap-Acem, doğulu-batılı ayrımı değil; ümmet bilinci ve insanlık ortak paydasını esas almalıyız.
  4. Birbirimize rablik taslamaktan, yani tahakküm kurmaktan uzak durmalıyız. Herkesin fikir ve vicdan hürriyetini meşru dairede tanımalıyız.

Özet:

Bir kişinin hatası, hakikatin kendisini iptal etmez. Bediüzzaman, bir râfızînin hadisi yanlış anlamasını örnek vererek, hatalı yorumu reddetmekle yetinip, hadisi savunmamız gerektiğini vurgular. Gerçek hürriyet, kimsenin başkasına tahakküm etmediği, herkesin meşru dairede özgür olduğu düzendir. Türkler ve Kürtler’e çağrısı ise; adalet, kardeşlik ve hakikate sadakat üzerinedir. Çünkü hakikati yaşatmak, bireyin değil, tüm toplumun mesuliyetidir.

 




Büyüklüğün Hakikati: Mahviyettir, Gösteriş Değil

Büyüklüğün Hakikati: Mahviyettir, Gösteriş Değil

“Velayetin, şeyhliğin, büyüklüğün şe’ni tevazû ve mahviyettir. Tekebbür ve tahakküm değildir. Demek tekebbür eden, sabiyy-i müteşeyyihtir. Siz de büyük tanımayınız.”
Münâzarât

Tarihin her devrinde, toplumlar önder aramıştır. İnsanlar, kalabalıkların önünde yürüyenlere, rehberlik edenlere “büyük” demiştir. Fakat gerçek büyüklük nedir? Büyüklük sadece makam, şöhret, kalabalık peşine takmak mıdır? Yoksa bambaşka bir şey mi?

Bediüzzaman Said Nursî, bu meseleyi bir cümlede net bir şekilde ifade eder:

> “Velayetin, şeyhliğin, büyüklüğün şe’ni tevazu ve mahviyettir. Tekebbür ve tahakküm değildir.”

Yani gerçekten Allah dostu, kâmil bir mürşid, hakiki bir âlim, gerçek bir lider isen; bunun en bariz alameti tevazu ve mahviyettir. Kibir değil, edep; tahakküm değil, hizmettir.

Makam Sahibi Olmak Ayrı, Hakiki Büyüklük Ayrıdır

Bir insan, bir topluluğun önüne geçmiş olabilir. Makam, unvan, kalabalık onu “şeyh”, “önder”, “kanaat lideri” gibi sıfatlarla anabilir. Ama o kişi içinde tevazu yoksa, ne kadar büyük görünürse görünsün; hakikatte “sabiyy-i müteşeyyih”tir. Yani:

> “Şeyhlik taslayan bir çocuktur.”

Bu ifade çok derindir. Zira;

Çocuk gibi davranır, çünkü ciddi değildir.

Taklit eder, çünkü aslı yoktur.

Gösterişe düşer, çünkü hakikatten uzaktır.

Gerçek büyüklük; büyüklük taslamamakla başlar. Tevazu, insanı halkın kalbine yerleştirir; kibir ise sadece sırtlara binmeye çalışır.

Tevazu: Velayetin İlmi ve Ahlâkî Kıyafeti

Allah dostlarının en belirgin vasfı mahviyettir. Yani kendi varlığını silip, hakikatin önünde erimek… Bu yüzden Mevlânâ “Ben Hakk’ın kapısında bir hiçim” derken büyür; Firavun ise “Ben sizin en yüce rabbinizim” dediği için helâk olur.

Tasavvuf, velayet ve maneviyat; kişiyi büyütmek için değil, benliği eritmek için vardır. Fakat bazı istismarcılar, bu makamlara çıkarak kendilerine tapındırırlar. Bediüzzaman, bu tür zümrelere karşı halkı şöyle uyarır:

> “Siz de büyük tanımayınız.”

Yani hakikî olmayan, kibrine yalanı karıştıran, kendisini ilahlaştıran kimseleri “büyük” sanmayın, itibar etmeyin.

Velayetin Gerçek Sırrı: İnsan Olabilmektir

Kâmil insanlar, insanlara hükmetmek için değil; onlara hizmet etmek için büyürler. Efendimiz (s.a.v.) “Ben sultan peygamber değil, kul peygamber olmayı tercih ettim” buyurmuştur. O, insanların en büyüğüydü; ama en çok secde eden, en çok dua eden, en çok yetim başı okşayandı.

Bu, büyüklüğün hakiki tanımıdır:
Büyüklük, insanın kendisini değil; hizmetini yüceltmesidir.

Ne Yapmalı?

  1. Kibirli liderleri değil, mahviyetli rehberleri aramalıyız.
  2. Maneviyat kisvesi altında insanları sömüren, kendini kutsallaştıran, biat isteyen, eleştiriyi haram gören kimselerden uzak durmalıyız.
  3. Gerçek büyüklüğü, kişinin ahlâkında, edebinde, şefkatinde ve hizmetinde aramalıyız.
  4. Tevazuu bir meziyet, mahviyeti bir seviye, kibirden uzak durmayı ise bir iman meselesi olarak görmeliyiz.

Özet:

Bediüzzaman’a göre velayet, şeyhlik ve büyüklük; tevazu ve mahviyetle mümkündür. Kibirle, tahakkümle hakiki büyüklük olmaz. Gösterişle şeyhlik yapanlar, aslında çocukluk eden taklitçilerdir. Gerçek büyüklük, kendini silip hakikate hizmet etmektir. Halk, kibirli kişilere itibar etmemeli, onları büyük tanımamalıdır. Büyüklük taslayan küçüktür; küçüklüğünü bilen büyüktür.

 




İstibdat Yıkıldıkça, Hürriyet Tecelli Eder: İslâm Âleminin Zihinsel Uyanışı ve İstikbal Umudu

İstibdat Yıkıldıkça, Hürriyet Tecelli Eder: İslâm Âleminin Zihinsel Uyanışı ve İstikbal Umudu

“Bizde olan istibdad, Asya’nın hürriyetine zulmanî bir sed çekmişti. Ziya-yı hürriyet o muzlim perdeden geçemez idi ki, gözleri açsın, kemâlâtı göstersin. İşte bu seddin tahribiyle, fikr-i hürriyet Çin’e kadar yayıldı ve yayılacaktır. Fakat Çin ifrat edip komünist oldu. Âlemdeki terazinin hürriyet gözü ağır geldiğinden, birdenbire terazinin öteki gözünde olan vahşet ve istibdadı kaldırdı, gitgide kalkacak. Eğer siz sahife-i efkârı okusanız, tarîk-i siyaseti görseniz, huteba-i umumî olan –doğru konuşan– cerâidi dinleseniz anlayacaksınız ki: Arabistan, Hindistan, Cava, Mısır, Kafkas, Afrika ve emsallerinde o derece fikr-i hürriyetin galeyanıyla, âlem-i İslâm’ın efkârında öyle bir tahavvül-ü azîm ve inkılab-ı acib ve terakki-i fikrî ve teyakkuz-u tam intac etmiştir ki, bahasına yüz sene verse idik yine ucuzdu. Zira hürriyet, milliyeti gösterdi. Milliyet sadefinde olan İslâmiyet’in cevher-i nuranîsi tecelliye başladı.”
Münâzarât

Tarihin bazı dönemleri vardır ki, karanlık bir perde gibi milletlerin üzerinden geçer. İnsanların düşünce ufkunu daraltır, iradelerini felç eder, adeta toplumu kör eder. İşte bu perdelerden biri de istibdattır: Yani baskı, tahakküm, tek seslilik ve fikir hapsi…

Bediüzzaman Said Nursî, bu karanlık devri şöyle tasvir eder:

> “Bizde olan istibdad, Asya’nın hürriyetine zulmanî bir sed çekmişti.”

Yani bir millet sadece siyasal baskıya değil, aynı zamanda zihinsel bir tutsaklığa maruz kalmıştır. Bu öyle bir seddir ki, “ziya-yı hürriyet” yani hürriyetin ışığı bu karanlık perdeyi delip geçemez. Sonuç? Gözler kapanır, kalpler donar, fikirler susar.

Hürriyetin Uyanışı: Gözler Açılıyor, Kalpler Uyanıyor

Fakat bu zulmetli sed yıkıldığında, sadece bir millet değil, bütün bir coğrafya uyanır. Bediüzzaman’ın ifadesiyle:

> “Fikr-i hürriyet Çin’e kadar yayıldı ve yayılacaktır.”

Yani bir milletin istibdattan kurtulması, sadece o milleti değil, onunla kader ortaklığı olan tüm İslâm âlemini etkiler. Nitekim Arabistan’dan Hindistan’a, Cava’dan Afrika’ya kadar uzanan coğrafyada, fikir inkılabı, teyakkuz-u tam (tam bir uyanış) ve fikrî terakki yaşanmıştır.

Bu, bir milletin iç meselesi değil; ümmet çapında bir zihinsel diriliştir. Ve bu dirilişin bedeli ağır olsa da, neticesi paha biçilemezdir:

> “Bahasına yüz sene verse idik yine ucuzdu.”

Çünkü bu uyanış sadece siyasî değildir; İslâmiyet’in cevher-i nuranîsi, milliyet sadefi içinde parlamaya başlamıştır.

Milliyet mi, İslâmiyet mi?

Bazı anlayışlar milliyetçiliği dinin karşısına koyar. Fakat Bediüzzaman, burada son derece dengeli ve hikmetli bir izah sunar:

> “Hürriyet, milliyeti gösterdi. Milliyet sadefinde olan İslâmiyet’in cevher-i nuranîsi tecelliye başladı.”

Buradaki milliyetçilik, ırkçılığa dayalı bir taassup değil; medeniyetle ve imanla beslenen, ortak kaderi ve değerleri merkeze alan bir ümmet şuurudur. Yani milliyet, bir sedeftir; ama asıl cevher, İslâmiyet’tir.

Terazinin Diğer Gözünde Vahşet Var

Bediüzzaman, dünya sahnesine daha geniş bir pencereden bakar. Bir taraf yükselirken, diğer tarafın nasıl alçaldığını da izah eder:

> “Âlemdeki terazinin hürriyet gözü ağır geldiğinden, öteki gözdeki vahşet ve istibdad kalkmaya başladı.”

Bu, fıtrat kanunudur: Hürriyet artarsa, istibdat zayıflar. Fikir konuşursa, baskı susar. İnsanlar düşünebilirse, istibdatlar ayakta duramaz. Zira zulüm, cehalet ve korku ile yaşar. Hürriyet ise, ilim ve cesaret ile beslenir.

Bugüne ve Geleceğe Mesajlar

Bu ifadeler sadece Osmanlı’nın son dönemine değil, bugünün İslâm dünyasına da ışık tutar:

Zulümle ayakta duran rejimler, düşüncenin yükselişiyle yıkılır.

Fikir ve basın özgürlüğü, sadece bir hak değil, ümmetin dirilişi için bir zorunluluktur.

Gerçek hürriyet, anarşi değil; hukuk içinde serbestiyet ve sorumluluktur.

İslâmiyet, millî kimliğin ötesinde evrensel bir kimliktir ve doğru temsil edildiğinde hem fertleri hem toplumları yüceltir.

Özet:

Bediüzzaman’a göre, istibdat karanlığı Asya milletlerinin hürriyet ışığını engellemişti. Bu karanlık perde yıkıldığında sadece bir ülke değil, İslâm âleminin büyük bir kısmı uyanmaya başladı. Fikri hürriyet, milliyet şuuru doğurdu. Bu şuur içinde İslâmiyet’in nurlu cevheri tekrar görünmeye başladı. Hürriyet bir nimet, istibdat bir musibettir. Terakki ve diriliş, ancak fikir hürriyeti ve hakiki İslâmiyet’le mümkündür. Ümmetin istikbali, hürriyet, marifet ve vahdet üçlüsüne bağlıdır.

 




Geçim Yolunda Haysiyet ve Hamiyet: Rızkın Şerefi Nerede Gizli?

Geçim Yolunda Haysiyet ve Hamiyet: Rızkın Şerefi Nerede Gizli?

“Maişet için tarîk-i tabiî ve meşrû ve zîhayat; sanattır, ziraattır, ticarettir. Gayr-ı tabiî ise, memuriyet ve her nev’iyle imarettir. Bence imareti, ne nam ile olursa olsun, medar-ı maişet edenler bir nevi cerrar ve aceze ve seeledir. Fakat hilebaz kısmında… Bence memuriyete veya imarete giren, yalnız hamiyet ve hizmet için girmelidir. Yoksa, yalnız maişet ve menfaat için girse, bir nevi çingenelik eder.”
Münâzarât

İnsan, maişet yani geçim için yaratılmamıştır. Lakin geçim, insanın şerefli yaşaması için kaçınılmaz bir zarurettir. Bu zaruretin nasıl karşılanacağı, insanın şahsiyetini, toplumun ahlâkını ve milletin geleceğini doğrudan etkiler. İşte Bediüzzaman Said Nursî, tam bu noktaya dikkat çeker:

> “Maişet için tarîk-i tabiî ve meşrû ve zîhayat; sanattır, ziraattır, ticarettir.”

Sanat, ziraat ve ticaret… Bunlar hem insanın emeğini hem de kabiliyetini ortaya koyduğu helâl, üretken ve tabii geçim yollarıdır. Kişi çalışır, üretir, kazanır, infak eder. Hem kendi onurunu korur, hem topluma fayda sağlar.

Gayr-ı Tabii Yol: Menfaate Dayalı Memuriyetçilik

Bediüzzaman, memuriyet ve imaret dediği kamu görevlerine iki yönlü bakar:

  1. Eğer bu görevler hizmet niyetiyle yapılırsa, büyük bir fazilettir.
  2. Fakat sadece geçim kapısı olarak görülürse, bu bir zillete, bir asalaklığa dönüşür.

> “Memuriyete veya imarete giren, yalnız hamiyet ve hizmet için girmelidir. Yoksa, maişet için girerse, bir nevi çingenelik eder.”

Bu ifadede geçen “çingenelik”, rencide edici değil, asıl işi dolaşmak, başkalarına bağlı yaşamak olan zihniyeti temsil eder. Yani kamusal görev, hizmet makamı iken geçim makamına dönüştürülürse; hem o kurum çürür, hem toplumun saygısı zedelenir.

Emek ve Onur: Rızkın Helâl Yoluyla Güzelleşmesi

Bir insan sanatla, ziraatla, ticaretle meşgul olduğunda doğrudan üretir. Eliyle kazandığı rızkın hem maddi hem manevi bereketi olur. Onurludur, bağımsızdır, üretkendir. Kimseye yük olmaz. Bu, Kur’an’ın da tavsiye ettiği yoldur:

> “İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır.” (Necm, 39)

Oysa memuriyet, liyakat ve hizmet anlayışıyla değil de sadece maaş için yapılırsa:

Devlet yük altına girer.

Toplum “memur zihniyetine” teslim olur.

Bireyler gayret ve üretimden uzaklaşır.

Bediüzzaman böylelerinin bir kısmını açıkça şöyle tanımlar:

> “Bir nevi cerrar ve aceze ve seeledir.”
Yani sırtına yük yüklenen, çalışmayan ve sürekli isteyen kimseler…

Hizmet Ruhu: Memurlukta Asli Ölçü

Memurluk kötü değildir. Ama “niyet” bozulursa, makam kirlenir. Bediüzzaman’ın ortaya koyduğu kriter çok nettir:

Eğer bir kişi memuriyeti sırf hizmet için seçmişse; Allah katında ecir alır, halk katında itibar kazanır.

Ama sırf maaş ve menfaat için seçmişse; kendini ucuza satmış olur, kamusal yük olur, ahlâkî bir çözülmeye sebep olur.

Toplumu kurtaracak olan da, çürütecek olan da bu niyet farkıdır.

Peki Ne Yapmalı?

Eğitim sistemleri üretimi, mesleği ve kabiliyet temelli geçimi teşvik etmelidir.

Gençlik, kamuda memurluğu değil; müstağni bir geçimi, yani özgür kazancı hedeflemelidir.

Kamu görevlileri ise konumlarını bir emanet olarak görmeli, sadece “maaş” değil, millete hizmet hedefiyle çalışmalıdır.

Devlet, üretim yapanı yüceltmeli, asalaklığı değil istihdam ve istikrarı ödüllendirmelidir.

Özet:

Bediüzzaman’a göre helâl ve şerefli geçim yolları; sanat, ziraat ve ticarettir. Memuriyet ise, yalnızca hizmet niyetiyle yapılırsa kıymetlidir. Sadece geçim için memur olmak, kişiyi asalaklığa ve şahsiyet zafiyetine sürükler. Toplumun dirliği, bireyin kendi emeğiyle kazandığı rızka ve kamu görevlerinin liyakatli, hamiyetli kişilerce yürütülmesine bağlıdır. Asıl medar-ı maişet: Emek, üretim ve hizmettir.

 




Hakikat Karşısında Başka Dinin Direnci Yoktur: Yeter ki Biz Doğru İslam’ı Yaşayalım

Hakikat Karşısında Başka Dinin Direnci Yoktur: Yeter ki Biz Doğru İslam’ı Yaşayalım

“Hem zaman-ı saadetten şimdiye kadar hiç bir tarih bize bildirmiyor ki; bir müslüman muhakeme-i akliyesiyle başka bir dini, İslâmiyet’e tercih etmiş olsun ve delil ile başka bir dine dâhil olmuş olsun. Dinden çıkanlar var, o başka mes’ele.. taklid ise, ehemmiyetsizdir. Halbuki edyân-ı saire müntesibleri mutlaka fevc fevc, muhakeme-i akliye ile ve bürhân-ı kat’î ile daire-i İslâmiyet’e dâhil olmuşlar ve olmaktadırlar. Eğer biz, doğru İslâmiyet’i ve

   İslâmiyet’e lâyık doğruluğu ve istikameti göstersek, bundan sonra onlardan fevc fevc dâhil olacaklardır. ”
Münâzarât

Tarihin ve hakikatin ortak şahadeti şudur:
İslam dini, akla dayalı bir tercihle, kalbi ikna eden bir teslimiyetle kabul edilmiştir. Öyle ki Bediüzzaman Said Nursî, şu meydan okuyucu tesbiti yapar:

> “Zaman-ı saadetten şimdiye kadar hiçbir tarih bize bildirmiyor ki bir Müslüman, muhakeme-i akliyesiyle başka bir dini, İslamiyet’e tercih etmiş olsun.”

Bu söz sadece duygusal bir savunu değil; tarihî bir vaka ve mantıklı bir analizdir. Çünkü İslam:

Aklı küçümsemeyen,

Kalbi ikna eden,

Ruhu doyuran,

Hayatı kuşatan bir dindir.

İslam’ın diğer dinlere üstünlüğü, sadece bir inanç iddiası değil; delil, tecrübe ve fıtratla sabit bir hakikattir.

Dinden Çıkmak mı? Başka Bir Dine Girmek mi?

Evet, zaman zaman dinden çıkan Müslümanlar görülmektedir. Ama bu, başka bir dinin aklen ve kalben üstün bulunmasıyla değil, ya cehaletle, ya menfaatle, ya da taklitle olmaktadır. Yani kişi dininden çıkmakta; fakat başka bir dine bilinçli olarak, delil ve muhakemeyle dahil olmamaktadır.

Bu, çok önemli bir farktır.

Öte yandan, başka dinlere mensup insanlar arasında, aklî ve ilmî araştırmalarla, mantıklı sorgulamalarla İslam’a girenlerin sayısı fevkalade yüksektir. Tarihte de, günümüzde de bu böyle olmuştur.

> Bir Alman felsefecisi, bir Amerikalı akademisyen, bir Japon araştırmacı… İslam’a giriş sebeplerini anlattıklarında, daima delil, tutarlılık, ruh huzuru ve hayatla uyum gibi kavramları öne çıkarırlar.

Çünkü İslam, akla düşman değil; aklı hidayete götüren bir nurdur.

Peki Neden Daha Fazla Kişi Girmiyor?

Burada Bediüzzaman’ın soruya cevabı da oldukça net ve sarsıcıdır:

> “Eğer biz, doğru İslamiyet’i ve İslamiyet’e lâyık doğruluğu ve istikameti göstersek; bundan sonra onlardan fevc fevc dâhil olacaklardır.”

Demek ki asıl engel, İslam’ın kendisi değil; biz Müslümanların temsil zaafıdır.
Yani İslam’da kusur yok; ama Müslümanlıkta kusur var.

Biz dürüst değilsek, insanlar nasıl İslam’ın ahlâkına meyletsin?

Biz çalışkan değilsek, İslam’ın medeniyet çağrısı nasıl inandırıcı olsun?

Biz adaletli değilsek, Kur’an’ın adalet nizamı nasıl cazip görülsün?

İslam’ın güzelliği, onun hakikat oluşundadır. Ama o hakikatin güzellikle sunulması, temsil ile gösterilmesi, insanlığın gözleri önünde yaşanması gerekir. Biz, Müslümanlar olarak buna vesile olmadıkça; İslam’a girecek nice vicdanlar, kapıda bekler durur.

İslam’ın Cazibesi: Fıtrî, Ruhî ve Aklî Uyum

İslam:

Aklı doyurur: Çünkü çelişkisizdir, delillidir, sorgulamaya açıktır.

Kalbi doyurur: Çünkü merhametlidir, şefkatlidir, dua ve ibadetle ruhu yüceltir.

Toplumu doyurur: Çünkü adaletlidir, denge ve ölçü koyar.

Fıtrata uygundur: Çünkü insanı insan olarak kabul eder; ruhunu da, bedenini de tatmin eder.

Bu yüzden denilebilir ki:
İslam, temsil edildiği ölçüde evrensel olarak kabul edilecek bir hakikattir.
Ve temsil edilebildiği ölçüde, insanlık için yeniden bir umut olacaktır.

Özet:

Tarih boyunca hiçbir Müslüman, aklî muhakemeyle başka bir dini İslam’a tercih etmemiştir. Fakat başka dinlere mensup olanlar, delillerle ve aklen ikna olarak İslam’a girmişlerdir. Bu da İslam’ın fıtrî ve aklî üstünlüğünü gösterir. Ancak bugünkü en büyük eksiklik, Müslümanların İslam’ı gerektiği gibi temsil edememesidir. Eğer biz “doğru İslamiyet’i” ve “İslamiyet’e lâyık doğruluğu” gösterirsek, insanlık fevc fevc İslam’a yönelecektir.

 




Hakikat Karşısında Başka Dinin Direnci Yoktur: Yeter ki Biz Doğru İslam’ı Yaşayalım

Hakikat Karşısında Başka Dinin Direnci Yoktur: Yeter ki Biz Doğru İslam’ı Yaşayalım

“Hem zaman-ı saadetten şimdiye kadar hiç bir tarih bize bildirmiyor ki; bir müslüman muhakeme-i akliyesiyle başka bir dini, İslâmiyet’e tercih etmiş olsun ve delil ile başka bir dine dâhil olmuş olsun. Dinden çıkanlar var, o başka mes’ele.. taklid ise, ehemmiyetsizdir. Halbuki edyân-ı saire müntesibleri mutlaka fevc fevc, muhakeme-i akliye ile ve bürhân-ı kat’î ile daire-i İslâmiyet’e dâhil olmuşlar ve olmaktadırlar. Eğer biz, doğru İslâmiyet’i ve

   İslâmiyet’e lâyık doğruluğu ve istikameti göstersek, bundan sonra onlardan fevc fevc dâhil olacaklardır. ”
Münâzarât

Tarihin ve hakikatin ortak şahadeti şudur:
İslam dini, akla dayalı bir tercihle, kalbi ikna eden bir teslimiyetle kabul edilmiştir. Öyle ki Bediüzzaman Said Nursî, şu meydan okuyucu tesbiti yapar:

> “Zaman-ı saadetten şimdiye kadar hiçbir tarih bize bildirmiyor ki bir Müslüman, muhakeme-i akliyesiyle başka bir dini, İslamiyet’e tercih etmiş olsun.”

Bu söz sadece duygusal bir savunu değil; tarihî bir vaka ve mantıklı bir analizdir. Çünkü İslam:

Aklı küçümsemeyen,

Kalbi ikna eden,

Ruhu doyuran,

Hayatı kuşatan bir dindir.

İslam’ın diğer dinlere üstünlüğü, sadece bir inanç iddiası değil; delil, tecrübe ve fıtratla sabit bir hakikattir.

Dinden Çıkmak mı? Başka Bir Dine Girmek mi?

Evet, zaman zaman dinden çıkan Müslümanlar görülmektedir. Ama bu, başka bir dinin aklen ve kalben üstün bulunmasıyla değil, ya cehaletle, ya menfaatle, ya da taklitle olmaktadır. Yani kişi dininden çıkmakta; fakat başka bir dine bilinçli olarak, delil ve muhakemeyle dahil olmamaktadır.

Bu, çok önemli bir farktır.

Öte yandan, başka dinlere mensup insanlar arasında, aklî ve ilmî araştırmalarla, mantıklı sorgulamalarla İslam’a girenlerin sayısı fevkalade yüksektir. Tarihte de, günümüzde de bu böyle olmuştur.

> Bir Alman felsefecisi, bir Amerikalı akademisyen, bir Japon araştırmacı… İslam’a giriş sebeplerini anlattıklarında, daima delil, tutarlılık, ruh huzuru ve hayatla uyum gibi kavramları öne çıkarırlar.

Çünkü İslam, akla düşman değil; aklı hidayete götüren bir nurdur.

Peki Neden Daha Fazla Kişi Girmiyor?

Burada Bediüzzaman’ın soruya cevabı da oldukça net ve sarsıcıdır:

> “Eğer biz, doğru İslamiyet’i ve İslamiyet’e lâyık doğruluğu ve istikameti göstersek; bundan sonra onlardan fevc fevc dâhil olacaklardır.”

Demek ki asıl engel, İslam’ın kendisi değil; biz Müslümanların temsil zaafıdır.
Yani İslam’da kusur yok; ama Müslümanlıkta kusur var.

Biz dürüst değilsek, insanlar nasıl İslam’ın ahlâkına meyletsin?

Biz çalışkan değilsek, İslam’ın medeniyet çağrısı nasıl inandırıcı olsun?

Biz adaletli değilsek, Kur’an’ın adalet nizamı nasıl cazip görülsün?

İslam’ın güzelliği, onun hakikat oluşundadır. Ama o hakikatin güzellikle sunulması, temsil ile gösterilmesi, insanlığın gözleri önünde yaşanması gerekir. Biz, Müslümanlar olarak buna vesile olmadıkça; İslam’a girecek nice vicdanlar, kapıda bekler durur.

İslam’ın Cazibesi: Fıtrî, Ruhî ve Aklî Uyum

İslam:

Aklı doyurur: Çünkü çelişkisizdir, delillidir, sorgulamaya açıktır.

Kalbi doyurur: Çünkü merhametlidir, şefkatlidir, dua ve ibadetle ruhu yüceltir.

Toplumu doyurur: Çünkü adaletlidir, denge ve ölçü koyar.

Fıtrata uygundur: Çünkü insanı insan olarak kabul eder; ruhunu da, bedenini de tatmin eder.

Bu yüzden denilebilir ki:
İslam, temsil edildiği ölçüde evrensel olarak kabul edilecek bir hakikattir.
Ve temsil edilebildiği ölçüde, insanlık için yeniden bir umut olacaktır.

Özet:

Tarih boyunca hiçbir Müslüman, aklî muhakemeyle başka bir dini İslam’a tercih etmemiştir. Fakat başka dinlere mensup olanlar, delillerle ve aklen ikna olarak İslam’a girmişlerdir. Bu da İslam’ın fıtrî ve aklî üstünlüğünü gösterir. Ancak bugünkü en büyük eksiklik, Müslümanların İslam’ı gerektiği gibi temsil edememesidir. Eğer biz “doğru İslamiyet’i” ve “İslamiyet’e lâyık doğruluğu” gösterirsek, insanlık fevc fevc İslam’a yönelecektir.

 




Din, Medeniyet ve Gelecek: İnsanın İstikbali İslam’dadır

Din, Medeniyet ve Gelecek: İnsanın İstikbali İslam’dadır

“Hem de tarih bize bildiriyor ki: Ehl-i İslâm’ın temeddünü, hakikat-ı İslâmiyet’e ittibâları nisbetindedir. Başkaların temeddünü ise, dinleriyle makûsen mütenasibdir. Hem de hakikat bize bildiriyor ki: Mütenebbih olan beşer, dinsiz olamaz. Lâsiyyemâ uyanmış, insaniyeti tanımış, müstakbele ve ebede namzed olmuş adam dinsiz yaşayamaz. Zira uyanmış bir beşer, kâinatın tehacümüne karşı istinad edecek ve gayr-ı mahdud âmâline neşv ü nema verecek ve istimdadgâhı olacak noktayı –yani din-i hak olan dâne-i hakikatı– elde etmezse yaşamaz. Bu sırdandır ki; herkeste din-i hakkı bulmak için bir meyl-i taharri uyanmıştır. Demek istikbalde nev-i beşerin din-i fıtrîsi İslâmiyet olacağına beraatü’l-istihlal vardır. ”
Münâzarât

Tarih, sadece olmuş bitmiş olayların kaydı değildir. Aynı zamanda milletlerin neyle yükselip neyle düştüğünün açık delillerle yazıldığı bir ibret levhasıdır. Bediüzzaman Said Nursî, bu levhaya dikkatle bakar ve şöyle der:

> “Ehl-i İslâm’ın temeddünü, hakikat-ı İslâmiyet’e ittibâları nisbetindedir.”

Yani Müslümanlar, ne zaman İslam’ın ruhuna, esasına, adaletine, ilmine, ahlâkına sarılmışlarsa; o zaman terakki etmişlerdir. Ne zaman ki dinin şekliyle oyalanıp, ruhundan uzaklaşmışlarsa; geri kalmışlardır.

Buna karşılık Batı medeniyetine baktığımızda ise durum tersinedir:

> “Başkalarının temeddünü, dinleriyle makûsen mütenasiptir.”

Batı dünyasında ilerleme, kilisenin hükmünün zayıfladığı dönemlerde başlamıştır. Çünkü o dinler tahrife uğramış, akılla çatışan biçimlere bürünmüş, ilerlemeye engel olmuştur. Ama İslam, fıtrî bir din olduğu için ilerlemeye engel değil, rehberdir. Bilgiyle, akılla, hikmetle savaşmaz; aksine bunları teşvik eder.

Dinsiz Medeniyet: Kökü Olmayan Bir Ağaç Gibidir

Bugün birçok kişi, “medeniyet ilerledikçe din zayıflar” zannıyla, dini hayatın dışında bir mesele gibi görmektedir. Oysa uyanan, insaniyetini tanıyan, istikbale bakan bir insan; sonsuz arzularıyla baş edebilmek için, mutlaka bir dinî dayanağa muhtaçtır. Çünkü:

> “Uyanmış bir beşer, kâinatın tehacümüne karşı istinad edecek bir nokta bulmazsa yaşayamaz.”

İnsan, küçük bir mikroptan korkarken, yıldızlar kadar büyük dertlerle nasıl mücadele edecektir? Ebediyet arzusunu, ölüm korkusunu, adalet beklentisini, merhamet ihtiyacını neyle tatmin edecektir? Bilim ona nasıl yaşanacağını gösterir, ama neden yaşadığını, niçin yaratıldığını ve nereye gittiğini söylemez. Bu soruların cevabı sadece dinî hakikatlerde bulunur.

Din, İnsanın Fıtratıdır; İslam, Geleceğin Dinidir

Bediüzzaman’ın en sarsıcı tespiti şudur:

> “Her uyanmış insanda, din-i hakkı bulmak için bir meyl-i taharri (hakikati arama arzusu) uyanmıştır.”

Yani insan, ister doğuda ister batıda, ister zengin ister fakir olsun; hakikat peşindedir. Doğruyu, güzeli, sonsuzu arar. Ve bu arayış, fıtratın sesidir. Bu fıtrî arayış, eninde sonunda insanı İslamiyet’e götürür. Çünkü İslam, insana:

Yaratanını tanıtır,

Hayatın gayesini açıklar,

Aklı küçümsemez, kalbi ihmal etmez,

Hem dünyayı, hem ahireti imar eder.

Bu yüzden Said Nursî şöyle der:

> “Demek istikbalde nev’-i beşerin din-i fıtrîsi İslamiyet olacağına beraatü’l-istihlal vardır.”

Yani insanlık, aradığı huzuru sonunda İslam’da bulacaktır. Ve bu, sadece bir temenni değil; tarihî, aklî ve fıtrî bir gerçektir.

Sonuç ve Özet:

Bu zamanın en büyük hakikatlerinden biri şudur: İslam, insanlığın hem tarihi kökü hem de gelecekteki sığınağıdır. Müslümanlar, ne zaman Kur’an ve Sünnet’in özüne sarılmışlarsa yükselmişlerdir. Modern insan, gelişmiş gibi görünse de ruhen sarsılmış, metafizik yoksunluk içine düşmüştür. Çünkü insan, din olmadan yaşayamaz. Fıtrat, hakikati arar ve bu hakikat en son ve en selim şekliyle İslamiyet’tedir.

 




İki Asrın Arasında Sıkışan Nesil: Mirası Harcayanlar mı, Geleceği Kuracaklar mı?

İki Asrın Arasında Sıkışan Nesil: Mirası Harcayanlar mı, Geleceği Kuracaklar mı?

“Ey Türkler ve Kürdler, acaba şimdi bir miting yapsam; sizin bin sene evvelki ecdadınızı ve iki asır sonraki evlâdlarınızı şu gürültühane olan asr-ı hazır meclisine davet etsem… Acaba sağ tarafta saf tutan eski ecdadınız demiyecekler mi:

   “Hey mirasyedi yaramaz çocuklar! Netice-i hayatımız siz misiniz? Heyhat! Bizi akîm bir kıyas ettiniz, bizi kısır bıraktınız!” Hem de sol tarafında duran ve şehristân-ı istikbalden gelen evlâdlarınız, sağdaki ecdadlarınızı tasdik ederek demiyecekler mi ki:

   “Ey tenbel pederler! Siz misiniz hayatımızın suğra ve kübrası? Siz misiniz şu şanlı ecdadımızla bizi rabteden rabıtamızın hadd-i evsatı? Heyhat!.. Ne kadar hakikatsız ve karıştırıcı ve müşâgabeli bir kıyas oldunuz!”
Münâzarât

Her milletin boynunda iki büyük emanet vardır:
Biri mazisinden gelen şerefli miras,
Diğeri istikbale bırakacağı tertemiz bir itibar…

Bediüzzaman Said Nursî, Münâzarât’ta bu iki zaman dilimi arasında sıkışmış bir nesle seslenir. Geçmişin büyükleriyle geleceğin çocuklarını hayalî bir mitingte buluşturur. Ortada ise bugünün insanı vardır: Hem dedesinin mirasını harcayan, hem torununun umudunu boşa çıkaran bir halde…

> “Ey Türkler ve Kürdler! Bir miting yapsam, bin sene evvelki ecdadınızı ve iki asır sonraki evlâdlarınızı bu meclise davet etsem…”

Bu çağrıyla, zamanları bir araya getirir. Ve o mitingde, geçmişin ulu ecdadı bugünkü nesle haykırır:

> “Hey mirasyedi yaramaz çocuklar! Netice-i hayatımız siz misiniz?”

Ve gelecek nesiller, yüzünü bugünün insanına dönerek şöyle der:

> “Ey tenbel pederler! Siz misiniz şanlı ecdadımızla bizi bağlayan bağ? Heyhat! Ne kadar hakikatsiz bir kıyas oldunuz!”

Bu tabloda asıl mesele şudur:
Biz, hem geçmişle bağımızı kopardık, hem geleceğe bir istikamet sunamıyoruz. Ortada ne kök kaldı, ne yön.

Maziyi Anlamak: Tarih, Övünç Değil Sorumluluktur

Geçmiş, sadece bir hatıra değil, aynı zamanda bir mesuliyettir. Geçmişte yapılan fedakârlıklar, kazanılan değerler ve yaşanmış hikmetli mücadeleler; bugünün insanına bırakılmış emanetlerdir. Eğer bir nesil bu emaneti taşıyamazsa, geçmişi sadece sloganlarda yaşatır, hakikatte ise unutur.

Tarihimize baktığımızda bin yıl boyunca dünyaya adaletle hükmeden, ilim ve hikmeti yayan, kalpleri fetheden bir millet görüyoruz. Ama bu miras sadece “atamız şöyleydi, böyleydi” diye anılacak bir süs değildir. O miras, bugünün omzunda taşınması gereken ağır bir yük, büyük bir vazifedir.

İstikbali Kurmak: Gelecek, Hazıra Konarak Gelmez

Her nesil, kendisinden sonra gelen neslin mimarıdır. Biz, bugünkü halimizle sadece kendimizi yaşamıyoruz. Aynı zamanda gelecek nesilleri ya inşa ediyor, ya da ifsat ediyoruz. Torunlarımızın huzuru, bizim ahlâkımızda; onların selameti, bizim eğitim anlayışımızda; onların izzeti, bizim iman ve amelimizdedir.

Bediüzzaman’ın o kurguladığı mitingte, torunlarımız bize soracak:

> “Siz misiniz bizi ecdadımıza bağlayan halkasınız? Yoksa kopuk bir zincir misiniz?”

Bu sorgulama, her vicdan sahibini derinden sarsmalı. Çünkü biz, sadece geçmişi kaybetmiyoruz, aynı zamanda geleceği de tehlikeye atıyoruz. Kökü olmayan bir ağaç kurur; yönü olmayan bir millet savrulur.

Peki Ne Yapmalı?

Geçmişimizi doğru anlamalı, sadece duygusal bağlılık değil, fikrî devamlılık kurmalıyız.

Gelecek nesillere sadece teknoloji değil, terbiye, tefekkür, iman ve mesuliyet aktarmalıyız.

Eğitimimizi, ahlakımızı, medeniyet anlayışımızı, dilimizi ve idealimizi kendi köklerimizle yeniden buluşturmalıyız.

Aksi halde, hem ecdadımızdan utanacağız, hem evlatlarımızdan korkacağız.

Özet:

Bediüzzaman’ın Münâzarât’ta hayalî bir miting üzerinden kurduğu temsil, bugünün neslinin geçmişle geleceği bağlama sorumluluğunu hatırlatır. Ecdadın mirasını tüketen ve torunlarına yön veremeyen bir millet, tarih önünde sorumlu olur. Geçmiş, bir övünç değil mesuliyet; gelecek ise sadece umut değil, bir imtihandır. Bugünün insanı, bu iki zamanı birbirine bağlayacak şuur, emek ve iman ile hareket etmelidir.

 




Vicdanın Ziyası ile Aklın Nuru: İki Kanatla Yükselen İnsan

Vicdanın Ziyası ile Aklın Nuru: İki Kanatla Yükselen İnsan

“Vicdanın ziyası, ulûm-u diniyedir. Aklın nuru, fünûn-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecelli eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit; birincisinde taassub, ikincisinde hile, şüphe tevellüd eder.”
Münâzarât

İnsan hem akıl hem kalp taşıyan bir varlıktır. Yani sadece düşünen bir mahlûk değil, aynı zamanda hisseden, inanan ve yönelen bir ruhtur. Onun için yalnızca akılla ya da sadece kalple yol alınamaz. Bu ikisini birlikte çalıştırmak, hem dünya hem ahiret saadeti için elzemdir.

Bediüzzaman Said Nursî, bu hakikati şu cümleyle özlü bir şekilde ifade eder:

> “Vicdanın ziyası, ulûm-u diniyedir. Aklın nuru, fünûn-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecelli eder.”

Bu ifadede geçen her kelime; insana, topluma ve eğitim anlayışına ışık tutan bir anahtardır.

Vicdanın Ziyası: Din İlminin Ruh Aydınlığı

Vicdan, insanın iç sesidir. Hakla batılı ayırt etmesine yarayan, fıtrî bir pusuladır. Ancak bu pusula yönünü bulmak için ilahi bilgilerle aydınlanmaya muhtaçtır. Çünkü vicdan, kendi başına mutlak doğruyu her zaman bilemez. İşte bu noktada ulûm-u diniye, yani dinî ilimler devreye girer. Kur’an’ın rehberliği, peygamberin sünneti ve ilim ehlinin beyanı vicdanı aydınlatır. Böylece insan, sadece kendi hevasına değil, ilahi ölçülere göre hareket eder.

Aklın Nuru: Medenî Fenlerle Maddeyi Anlamak

Akıl ise madde âlemini, tabiat kanunlarını, teknik ilerlemeleri idrak eden bir güçtür. Fünûn-u medeniye, yani modern fen bilimleri; aklın eline maddî kudret verir. Coğrafya, fizik, biyoloji, astronomi gibi bilimler, Allah’ın kainattaki san’atını çözmekte birer vasıtadır. Ama eğer bu bilgiler vicdanın denetimi ve dinin rehberliği altında olmazsa; insan aklını gurura kaptırır, ilmi putlaştırır, hakkı değil menfaati arar.

İki Kanatla Yükselmek: Hakikatin Tecellisi

İşte insan, vicdanın ziyası ile aklın nurunu birleştirdiğinde, yani hem din ilimleriyle kalbini hem fen ilimleriyle zihnini beslediğinde hakikate ulaşır. Bu iki kanat, insana kemal verir. İnsanı, sadece bilen değil, aynı zamanda ahlaklı ve hikmetli yapan da bu sentezdir.

Bediüzzaman’ın ifadesiyle:

> “O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder.”

Yani hakiki bir öğrenci –ya da insan– hem dinî ilimleri hem fen bilimlerini birlikte öğrenirse, gerçek anlamda yükselir, ilimde derinleşir, ahlakta olgunlaşır ve medeniyette dengeli bir yol tutar.

Ayrıldıkları Vakit Ne Olur?

Bu iki alan birbirinden ayrıldığında ise ortaya felaket çıkar:

> “Birincisinde taassub, ikincisinde hile ve şüphe tevellüd eder.”

Dinî ilimler akıldan, bilimden ve gerçeklikten uzak tutulursa, zamanla taassuba, körü körüne bağnazlığa dönüşür. Vicdan karanlıklaşır, merhamet dahi şekilcilik altında ezilir.

Fen ilimleri ise inançtan ve ahlaktan soyutlandığında, hilekâr, şüpheci ve ahlaktan yoksun bir zihin üretir. Bu da zulmün, sömürünün ve ahlaksız teknolojilerin doğmasına neden olur.

Sonuç ve Özet:

Bediüzzaman’ın “Vicdanın ziyası, ulûm-u diniyedir; aklın nuru, fünûn-u medeniyedir” sözü; insanî kemalin ve toplumsal dengenin formülüdür. Dinî ilimler kalbi ve vicdanı, fen ilimleri ise aklı ve bedeni besler. Bu iki alan birleştiğinde insanlık yükselir, ayrıldığında ise biri bağnazlığa, diğeri ahlaksızlığa düşer. Gerçek terakki; kalple aklın, imanla ilmin birlikte yürümesidir.

 




Hikmetli Bakışlarla Kainat Kitabı ve İnsan

Hikmetli Bakışlarla Kainat Kitabı ve İnsan:
Musibetlerden Rahmete Uzanan Bir Yolculuk

Kainat, Yaratıcısının sonsuz kudretini, ilmini ve hikmetini sergileyen devasa bir kitaptır. Her bir zerresi, her bir canlısı, üzerinde tecelli eden ilahi isimlerin birer delili, birer şahididir. Günlük hayatımızda karşılaştığımız olaylar, tabiatın işleyişi, hatta kimi zaman bize musibet gibi görünen hadiseler bile, bu büyük kitabın derin manalarını kavramak için birer vesile olabilir.

***********

Yağmursuzluk ve Musibetlerin Hikmeti:

“Yağmursuzluk bir musibettir ve ceza-yı amel bir azabdır.” Bu ifade, tabiat olaylarının sadece fiziksel süreçlerden ibaret olmadığını, aynı zamanda insanın amelleriyle, yaşantısıyla bir bağlantısı olduğunu düşündürmektedir. Kur’an-ı Kerim’de birçok ayette, toplumların işledikleri günahlar sebebiyle farklı musibetlerle imtihan edildiği bildirilmektedir. Ancak burada önemli olan, bu musibetleri sadece bir ceza olarak görmek değil, aynı zamanda bir uyarı, bir silkiniş vesilesi olarak anlatılmıştır.
Devamında da belirtildiği gibi, “Hem böyle umumî musibetler, ekser nâsın hatasından geldiği cihetle, o insanların ekseri, -kısm-ı a’zamı- TÖVBE ve NEDAMET ve İSTİĞFAR etmekle def’olur.”
Bu cümle, musibetlerin kapısını tövbe, pişmanlık ve istiğfar ile kapatmanın yollarını göstermektedir. İnsan, acizliğini idrak ettiğinde, yanlışlarından döndüğünde, Allah’ın rahmet kapısı açılır ve O’nun inayetiyle musibetler hafifler veya kalkar. Bu, sadece bireysel değil, toplumsal bir değişim ve dönüşüm çağrısıdır.

*********

İncir Ağacındaki Sonsuz Kudret ve Rahmet Tezahürü:

İncir ağacı örneği, kainattaki İlahi sanatın ve rahmetin ne denli mucizevi olduğunu gözler önüne sermektedir. “İncir ağacı kendi çamur yiyerek yavrusu olan meyvelerine hâlis süt vermesi bi’l-bedahe nihayetsiz Rahîm, Kerîm, Şefîk bir zatın hesabıyla hareket ettiklerini kör olmayana gösteriyorlar.” Bu cümle, sıradan gibi görünen bir doğa olayının ardındaki muazzam hikmeti işaret etmektedir. Çamurdan beslenen bir ağacın, insan için şifa ve lezzet kaynağı olan incir gibi bir meyveyi vermesi, ancak nihayetsiz Rahîm (çok merhametli), Kerîm (çok cömert) ve Şefîk (çok şefkatli) bir Yaratıcının eseri olabilir. Bu örnek, tefekkür eden bir akıl için, yaratılışın her bir detayında saklı olan ilahi imza ve sanatın büyüklüğünü isbatlar niteliktedir.

********

İhtiyarların Duasının Bereketi ve İmanın Tatlılığı:

Hadis-i Şerif ve Bedîüzzaman’ın sözleri, toplumdaki yaşlıların, “beli bükülmüş ihtiyar”ların manevi değerine ve dualarının gücüne dikkat çekmektedir.
“BELİ BÜKÜLMÜŞ İHTİYARLARINIZ OLMASA İDİ, BELALAR SEL GİBİ ÜSTÜNÜZE DÖKÜLECEKTİ.”
Bu Hadis, yaşlıların sadece fiziki varlıklarıyla değil, manevi yaşantıları, ibadetleri ve dualarıyla topluma nasıl bir rahmet ve kalkan olduklarını anlatmaktadır. Onların imanlı duruşları, Allah katındaki makbuliyetleri, genç nesillerin dahi musibetlerden korunmasına vesile olmaktadır.
Bedîüzzaman da bu durumu “Elhamdülillah biz ehl-i imaniz ve madem imanda bu kadar nurlu, lezzetli, sevimli, şirin…” diyerek teyit etmekte, imanın yaşlılıkta dahi ne kadar büyük bir nimet ve huzur kaynağı olduğunu belirtmektedir. İnsan ömrünün son demlerinde dahi, Allah’a yönelerek ettiği duaların, İlahi dergahtan boş dönmediği Hadis-i Şerif’te müjdelenmektedir. Bu, imanın her yaşta bir dayanak, bir teselli ve bir güç kaynağı olduğunun en güzel delilidir.

********

Dutlardaki Kemâl-i Rahmet ve Kemâl-i San’at:

“Hadsiz acaib-i san’at içinde yeryüzünün Rahmanî sofrasında yalnız kudretin şekerlemeleri olan DUTLARIN NEVİLERİNE bak! Kemal-i rahmeti, kemal-i san’at içinde gör.”
Dutlar, farklı renkleri, tatları ve dokularıyla, yeryüzünün bizlere sunulan bir “Rahmanî sofra” olduğunu hatırlatmaktadır. Her bir meyve, her bir bitki, sonsuz bir ilim ve hikmetle, en ince detayına kadar tasarlanmış, en güzel şekilde yaratılmıştır. Bu çeşitlilik, bu estetik, bu lezzet, sadece birer “kudretin şekerlemesi” olarak değil, aynı zamanda İlahi rahmetin ve sanatın zirvesi olarak görülmelidir. Bu durum, bize Rabbimizin sonsuz cömertliğini ve yaratmadaki eşsizliğini tekrar idrak ettirmektedir.

Sonuç:
Bu metinler, bizlere kainatın sadece bir fiziksel gerçeklikten ibaret olmadığını, her bir zerresinin derin anlamlar taşıyan bir İlahi kitap olduğunu fısıldamaktadır.

Musibetler, tövbe ve istiğfar kapısını açarak bir arınma vesilesi olabilirken, incir, dut ve diğer mahlukatlardaki mükemmel sanat ve rahmet tecellileri, Yaratıcının sonsuz kudretini ve cömertliğini bizlere göstermektedir.

Ayrıca yaşlıların manevi değeri ve dualarının bereketi, toplumun temel taşlarından birini oluşturmaktadır.

Tüm bunlar, bizi tefekküre, şükre ve Rabbimize daha derinden yönelmeye davet eden hikmetli işaretlerdir. Her bir Hadis, her bir ayet ve her bir doğa örneği, “oku” emrinin sadece yazılı metinlerle sınırlı olmadığını, tüm kainatın okunmayı bekleyen bir ayetler kitabı olduğunu haykırmaktadır.

Makale Özeti:
Bu makale, Risale-i Nur iktibasları  ve Hadis-i Şerifler üzerinden, kainattaki İlahi rahmet, sanat ve hikmetin derinliklerini ele almaktadır.

Yağmursuzluk gibi musibetlerin, insan hatalarından kaynaklanabileceği ve tövbe ile giderilebileceği anlatılırken, incir ve dut gibi meyvelerin yaratılışındaki mükemmeliyetin Allah’ın sonsuz kudret ve cömertliğini gösterdiği belirtilmiştir.

Ayrıca, yaşlıların dualarının ve imanlarının toplum üzerindeki koruyucu etkisi ve imanın her yaşta bir huzur kaynağı olduğu hatırlatılmıştır.
Makale, tüm bu unsurların bizleri tefekküre, şükre ve İlahi sanatı daha derinden anlamaya davet eden ibretli işaretler olduğunu özetlemektedir.

 




İstişare, İstidad ve İnsaf: Her Kamete Uygun Elbise

İstişare, İstidad ve İnsaf: Her Kamete Uygun Elbise

“Ekrad’ın istidatları ile istişare etmek, onların sabâvet ve besâtetlerini nazara almaktır. Zira çok libas var; bir kamete güzel, başkasına çirkin gelir. Çocukların talimi; ya cebr ile, ya hevesatlarını okşamak ile olur.”
Münâzarât

Toplumu inşa eden temel taşlardan biri, farklılıkları tanımak, kabiliyetleri gözetmek ve insanları yerli yerince değerlendirmektir. Her bireyin aynı olmadığını kabul etmek; eğitim, yönetim ve iletişimde adaletin ve başarının temelidir. Bediüzzaman Said Nursî, bu meseleyi çok ince bir dille, şu ifadeyle özetler:

> “Ekrad’ın istidatları ile istişare etmek, onların sabâvet ve besâtetlerini nazara almaktır.”

Burada geçen “Ekrad”, yani Kürtler üzerinden yapılan bu tesbit, yalnız etnik bir meseleye değil, aynı zamanda genel bir sosyolojik ve pedagojik prensibe işaret eder: İnsanları, kendi istidat ve seviyelerine göre muhatap almak.

Her Kamete Uygun Elbise

Bediüzzaman şöyle devam eder:

> “Zira çok libas var; bir kamete güzel, başkasına çirkin gelir.”

Bu cümle, toplum mühendisliğinin en temel hatasını gözler önüne serer: Herkese aynı modeli, aynı yöntemi dayatmak. Oysa her insan bir “kamet”tir, yani ayrı bir ölçü, ayrı bir yaratılış, ayrı bir donanımdır. Birine yakışan fikir, diğerine dar gelebilir. Birinin kaldırabildiği mesuliyet, ötekine ağır gelebilir.

Bir çocuğa büyük bir ceket giydirilirse, içinde kaybolur; dar gelen elbise de onun gelişimini engeller. Aynen bunun gibi, toplumları ya da toplulukları eğitirken, yönlendirirken, temsil ederken, onların seviyesine göre yaklaşmak, hem adaletin hem de başarının yoludur.

Sabâvet ve Besâtet Ne Demek?

Sabâvet: Çocukluk hali, tecrübesizlik, toy oluş.

Besâtet: Saflık, sadelik, derinlikten uzaklık.

Bu ifadeler hakaret değil, bir durumu tesbit etme ifadesidir. Toplumların veya bireylerin eğitim, bilgi, kültür düzeyi farklı olabilir. Bu, onların insanlıkta eksik olduğu anlamına gelmez; ancak terbiye, eğitim ve yönetim şekli bu gerçekler dikkate alınarak yapılmalıdır.

Zorlamak mı, Gönüllendirmek mi?

Bediüzzaman devamla şöyle der:

> “Çocukların talimi; ya cebr ile, ya hevesatlarını okşamak ile olur.”

Bu cümle, pedagojik yaklaşımın iki ana kutbunu ortaya koyar:

  1. Cebir: Zorla, baskıyla, emir-komuta ile eğitmek.
  2. Hevesatını okşamak: Sevgiyle, ilgilerini dikkate alarak, motive ederek eğitmek.

Tarih ve tecrübe göstermiştir ki, zorlama ile gelen bilgi kalıcı olmaz; sevgi ile gelen eğitim ise ruh köklerine işler. Toplumun bir kesimi, çocuk gibi yeni yeni gelişmekteyse, ona cebir değil, gönül okşayıcı, teşvik edici, yapıcı bir tarz gerekir.

İstişarenin Hikmeti

İstidatları dikkate alarak yapılan istişare, toplumda hem katılım bilinci doğurur hem de güven tesis eder. İnsan, kendisiyle istişare edilmesini “değer görmek” olarak anlar. Bu da hem moral sağlar hem de sorumluluk duygusunu artırır.

Özet

Bediüzzaman Said Nursî, Münâzarât’ta birey ve toplum yönetiminde istidatlara uygun muamele edilmesi gerektiğini anlatır. Her topluluk, her birey farklı bir kabiliyete ve olgunluk seviyesine sahiptir. Bu nedenle herkese aynı elbiseyi giydirmek, yani aynı yöntemi dayatmak doğru değildir. Özellikle eğitimin ya da yönetimin cebirle değil, sevgi ve teşvikle yapılması daha kalıcı ve faydalı olur. İstişare ise hem kişiyi değerli hissettirir hem de toplumsal bağları güçlendirir. Neticede adalet, farklılıkları gözeterek hakkı yerli yerine koymaktır.

 




İslâmiyet’in Saflığı ve Taassubun Gölgesi

İslâmiyet’in Saflığı ve Taassubun Gölgesi

“İslâmiyet’i, onu paslandıran hikâyat ve İsrailiyat ve taassubât-ı bârideden kurtarmak. Evet İslâmiyet’in şe’ni metanet, sebat, iltizam-ı hak olan salâbet-i diniyedir. Yoksa cehilden, adem-i muhakemeden neş’et eden taassub değildir. Bence taassubun en dehşetlisi, bazı Avrupa mukallidlerinde ve dinsizlerinde bulunur ki; sathî şüphelerinde muannidane ısrar gösteriyorlar. Bürhan ile temessük eden ülemanın şanı değildir. ”
Münâzarât

Tarih boyunca hakikatlerin üzerine çokça gölgeler düşmüştür. Kimi zaman cehalet, kimi zaman menfaat, kimi zaman da geleneklerin taassubu, dinin saf aynasını buğulandırmıştır. Bediüzzaman Said Nursî’nin ifadesiyle, İslâmiyet’i paslandıran üç büyük tehlike vardır: hikâyat, İsrailiyat ve taassubât-ı bâridedir.

  1. Paslanan Zırh: İslâmiyet Üzerindeki Tortular

İslâm, bir nurdur, bir şifadır, bir hayat nizamıdır. Ancak bu ilahî hakikat zamanla:

Hikâyat (gerçeklikten uzak, uydurma menkıbeler),

İsrailiyat (Yahudi kültüründen gelen ve aslı olmayan rivayetler),

Taassubât-ı bâride (soğuk ve donuk taassuplar)
ile karıştırıldıkça, asli berraklığını yitirmiştir. Bunlar, İslâm’ın temsil ettiği akıl, adalet, istikamet ve ilim esaslarını gölgelemiş, yüzeysel ve şekilci bir anlayışı öne çıkarmıştır.

  1. Salâbet-i Dîniye ile Taassubu Ayırmak

Bediüzzaman bu noktada çok keskin bir çizgi çizer:

> “İslâmiyet’in şe’ni metanet, sebat, iltizam-ı hak olan salâbet-i diniyedir. Yoksa cehilden, adem-i muhakemeden neş’et eden taassub değildir.”

Salâbet-i diniye, dinin özünü sebatla, metanetle ve hakkı üstün tutarak savunmaktır. Taassup ise akılsız bir inat, muhakemesiz bir körlük ve dışlayıcı bir tutumdur. Gerçek mümin, hakikat aşkıyla, delil ve burhan ile konuşur. Bilgiyle hareket eder. Sorgular, öğrenir ve ikna eder. Taassup ehli ise konuşmaz, bağırır. Tartışmaz, dışlar. Delil aramaz, düşman arar.

  1. Taklit Taassubu: En Korkuncu

Bediüzzaman bir başka dikkat çekici noktaya parmak basar:

> “Bence taassubun en dehşetlisi, bazı Avrupa mukallidlerinde ve dinsizlerinde bulunur ki; sathî şüphelerinde muannidane ısrar gösteriyorlar.”

Modern çağda akılcılıktan, eleştiriden, özgürlükten bahseden bazı kesimler, aslında kendi fikirlerinde en katı bağnazlığı sergilemektedir. İslâm’a veya dine karşı yönelttikleri şüphelerde, ne derinlik ne de ilmi sorgulama vardır; sadece inat ve önyargı vardır. Bu da gösteriyor ki taassup yalnızca dindarlara ait bir hastalık değildir. Bilakis, hakikate kapalı olan her zihinde bu hastalık barınır.

  1. Gerçek Âlimin Şanı: Bürhan ile Temessük

Bediüzzaman şöyle der:

> “Bürhan ile temessük eden ülemanın şanı değildir.”

Gerçek âlimin silahı delildir, burhandır, hikmettir. O taassubun karanlığında değil, ilmin aydınlığında yürür. Muhatabını susturmak için değil, ikna etmek ve irşat etmek için konuşur. Onun gayesi hakikate ulaşmak ve ulaştırmaktır.

Bugün ihtiyaç duyduğumuz da budur: Tartışmak için değil, anlamak için konuşan; ayrıştırmak için değil, anlam köprüleri kurmak için gayret eden bir ilim ve hikmet toplumu…

Sonuç ve Özet

İslâmiyet’in hakikat güneşi, zamanla hikâyat, İsrailiyat ve taassubun gölgesiyle örtülmüştür. Bu gölgeler, dinin akıl, hikmet ve hakikat boyutunu zayıflatmış; şekilci ve yüzeysel bir anlayışı öne çıkarmıştır. Bediüzzaman, salâbet-i diniyeyi yani dinin sağlam duruşunu, kör taassuptan ayırır. Taassubun en tehlikelisinin, dine karşı şüphelerini sorgulamadan savunan Batı taklitçilerinde görüldüğünü belirtir. Gerçek alim ise ilimle, delille, hikmetle konuşur. Bugün, hakikate ve ilme dayanan bir din anlayışına, taassuptan arınmış bir İslâmî duruşa her zamankinden daha çok muhtacız.

 




Parlak İsimli Cehalet: Zulmet-i Münevvere ve Akıl Aldatmacası

Parlak İsimli Cehalet: Zulmet-i Münevvere ve Akıl Aldatmacası

“Zulmet-i münevvere 

   Efkâr-ı hâzırada cehl-i basiti cehl-i mürekkebe kalbeden en mühim sebep; meçhul bir şeye parlak bir isim takmakla anladım zannetmek ve meçhul şeyleri ona irca, ile, izah ettim zannetmektir. Halbuki tarif, ya hadd ya resim ile olur. Yoksa vâzıı cahil ve müsemmaya mümas olan vechi muzlim ve göze çarpan vechi şeffaf bir ism-i câmid ile olmaz. Manyetizma, telepati, kuvve-i mıknatısiye gibi…:
Sünuhat Tüluhat İşârat

Zamanımızın en büyük hastalıklarından biri, cehaletin isim değiştirerek zihinlerde “ilim” zannedilmesidir. Gerçekte bilinmeyen, mahiyeti kavranamayan nice varlık ve olay, süslü terimlerle adlandırıldığında; sanki anlaşılmış, açıklanmış gibi bir aldatmaca oluşur. İşte buna Bediüzzaman, “zulmet-i münevvere” der: Aydınlık görünen karanlık.

Bir şeyin ismini bilmek, onun hakikatini bilmek demek değildir. Ne yazık ki modern akıl, meçhulü sadece “isimlendirme” ile çözdüğünü zannediyor. Oysa bu, cehl-i basitten (saf cehalet), cehl-i mürekkebe (karmaşık cehalet) geçiştir. Yani kişi artık sadece bilmiyor değildir; bilmediğini de bilmemektedir. Ve bu, tedavisi zor bir aldanma halidir.

Parlak Etiketler, Karanlık Hakikatler

Bugün bir çocuk, elindeki telefonu düşürmeden kullanıyor, “telekomünikasyon” kelimesini ezberden söylüyor. Ama sorsanız, sesin nasıl olup da uzaya, sonra bir uydudan yeryüzüne, oradan başka bir kıtaya ulaştığını açıklayamaz. Yetişkinler “manyetizma”, “kuantum dalgalanması”, “çekim gücü”, “karadelik”, “yapay zekâ” gibi süslü kelimelerle her şeyi bildiklerini sanıyorlar. Oysa çoğu zaman bu kelimeler, sadece cehaleti cilalayarak göz boyamaktan ibarettir.

Bediüzzaman tam da bunu söyler:

> “Meçhul bir şeye parlak bir isim takmakla anladım zannetmek, ve meçhul şeyleri ona irca ile, izah ettim zannetmektir.”

Bu söz, insanı aklın gururundan ve sahte bilginin tuzağından kurtarır. Çünkü bir hakikat, ancak “hadd” (sınırları belirlenmiş tanım) ya da “resim” (mahiyetini tanıtacak vasıflar) ile tarif edilebilir. Sadece isim vermekle mesele çözülmez.

Hakikatin Kapısını Açan Anahtar: Tevazu ve Tefekkür

Bu çağın insanı “isimlerle kandırılmış bir akıl” taşıyor. Oysa gerçek ilim, o şeyin ne olduğunu ve nasıl işlediğini bilmeyi gerektirir. “Niçin var?” sorusu ise ancak tefekkürle anlaşılır.

Modern bilim çoğu zaman “nasıl oluyor?” sorusuna odaklanıp, “niçin oluyor?” sorusundan kaçar. Bu da insanı sebebe takılıp fail-i hakikiyi unutan bir zihin yapısına sürükler. Telepati, çekim gücü, manyetizma… Bunların her biri sadece birer perde, sadece bir vesile… Oysa bu perdelerin arkasında bir irade, bir kudret, bir fail-i muhtar vardır. Görünen kanunlar, ancak kudretin işleyiş tarzıdır, zatı değildir.

Bediüzzaman’ın bu ince tenkidi, aslında modern bilim putçuluğuna bir tokattır. Bilimin değil, bilim adı altında yapılan sahte tatminlerin karşısındadır. Gerçek alim; bildiğinin sınırını bilendir. Her ismin ardında bir hakikat olduğunu kabul edendir.

Özet:

Risale-i Nur’da geçen “zulmet-i münevvere” kavramı, bilinmeyen şeyleri parlak kelimelerle süsleyip biliniyor zannetmenin tehlikesini ifade eder. Bu, cehaletin daha tehlikeli bir türüdür. Çünkü kişi hem bilmiyor hem de bilmediğini fark etmiyor. Sadece isim vermek, bir şeyi anlamak değildir. Hakikat; derin tefekkürle, haddini bilmekle ve perde arkasındaki kudreti kabul etmekle kavranır. Gerçek marifet; isimlerin ötesine geçip, her şeyin arkasında Allah’ın fiilini ve hikmetini görebilmektir.