İsm-i A’zam: Esmâ-i Hüsnâ’da Gizlenen En Büyük Sır

İsm-i A’zam: Esmâ-i Hüsnâ’da Gizlenen En Büyük Sır

“Mektubunda ism-i a’zamı sual ediyorsun. İsm-i a’zam gizlidir. Ömürde ecel, ramazanda Leyle-i Kadir gibi esmada ism-i a’zamın istitarı mühim hikmeti var. Kendi nokta-i nazarımda hakiki ism-i a’zam gizlidir, havassa bildirilir. Fakat her ismin de a’zamî bir mertebesi var ki o mertebe ism-i a’zam hükmüne geçiyor. Evliyaların ism-i a’zamı ayrı ayrı bulması bu sırdandır. Hazret-i Ali’nin (ra) Ercuze namında bir kasidesi Mecmuatü’l-Ahzab’da var. İsm-i a’zamı altı isimde zikrediyor. İmam-ı Gazalî onu Cünnetü’l-Esma namındaki risalesinde, Hazret-i Ali’nin zikrettiği ve ism-i a’zamın muhiti olan o esma-i sitteyi şerh ve hâssalarını beyan etmiştir. O altı isim de

فَرْدٌ ۝ حَىٌّ ۝ قَيُّومٌ ۝ حَكَمٌ ۝ عَدْلٌ ۝ قُدُّوسٌ

dür.”
Barla Lâhikası

İnsanın en yüce gayesi, Yaratıcısını tanımak, O’na kul olmak ve rızasını kazanmaktır. Bu yolculukta Allah’ın güzel isimleri –Esmâ-i Hüsnâ– birer rehber, birer nur, birer tecelli kapısıdır. Fakat bu güzel isimler arasında bazıları vardır ki, mazhar oldukları hakikat itibarıyla daha geniş, daha derin ve daha kapsayıcıdır. Bunlardan biri de “İsm-i A‘zam” yani Allah’ın en büyük ismi olarak bilinen, fakat mahiyeti gizli tutulan yüce sırdır.

İsm-i A‘zam: Saklı Bir Kudret Anahtarı

Bediüzzaman Said Nursî, bu konuda şöyle der:

> “İsm-i a‘zam gizlidir. Ömürde ecel, Ramazanda Leyle-i Kadir gibi esmada ism-i a‘zamın istitarı mühim hikmeti var.”

Tıpkı ecelin gizlenmesiyle insanın her an uyanık kalması, Leyle-i Kadir’in gizlenmesiyle Ramazan’ın tamamının kıymet kazanması gibi; İsm-i A‘zam da gizlenmiştir ki kul, Allah’ın her bir ismine derin bir hürmetle ve dikkatle yönelsin. Bu sır, kulluğun ihlasını artıran, dua ve niyazı derinleştiren bir terbiyedir.

Her İsmin A‘zamî Bir Mertebesi Vardır

Bediüzzaman’ın veciz ifadesiyle:

> “Her ismin de a‘zamî bir mertebesi var ki o mertebe ism-i a‘zam hükmüne geçiyor. Evliyaların ism-i a‘zamı ayrı ayrı bulması bu sırdandır.”

Bu ifade, Allah’ın her bir isminin farklı kullarda, farklı zamanlarda, farklı hal ve ihtiyaçlarda tecelli ettiğini gösterir. Kimisi “Rahmân” ismine derin bir mazhar olur, kimisi “Hakem”e, kimisi “Kuddûs”a. Hâliyle, kalbi hangi isme daha çok muhtaçsa o ismi “en büyük” olarak hisseder. Dolayısıyla ism-i a‘zam, hem hakikatte gizlidir hem de kalplerin farklı yönelişleriyle zuhur eder.

Altı İsimlik Bir Nûr Çemberi

Bediüzzaman Hazretleri, Hazret-i Ali’nin (ra) Ercüze isimli kasidesine ve İmam-ı Gazâlî’nin şerhine atıfla, İsm-i A‘zam’ın altı isimde toplandığını belirtir:

> فَرْدٌ، حَىٌّ، قَيُّومٌ، حَكَمٌ، عَدْلٌ، قُدُّوسٌ
(Ferd, Hayy, Kayyum, Hakem, Adl, Kuddûs)

Bu altı isim, Allah’ın hem zatî hem sıfatî hem de fiilî yönlerini kuşatan bir külliyet taşır:

Ferd: Allah’ın tekliği, benzersizliği ve hiçbir şeye muhtaç olmayışı.

Hayy: Allah’ın hayat sıfatı; ölmeyen, diri ve canlı olması.

Kayyum: Her şeyin varlığını devam ettiren, ayakta tutan yegâne kudret.

Hakem: Hikmetle hükmeden, adaleti ve ölçüyü bozmayan.

Adl: Mutlak adaletin sahibi; zulmün asla bulunmadığı hak dağıtıcısı.

Kuddûs: Her türlü noksanlıktan uzak, mutlak temiz ve yüce olan.

Bu isimler birlikte düşünüldüğünde, Allah’ın yaratma, yönetme, koruma ve yüceltme sıfatları mükemmel bir şekilde yansır. İnsanın aczini ve fakrını hissedip, bu isimlerle dua etmesi, manevî yükselişi beraberinde getirir.

İsm-i A‘zam’a Ulaşmak: Bilmekten Çok Hissederek

İsm-i A‘zam, yalnızca ilmi bir bilgi değildir; kalbî bir haldir. Akıl bilse de, onu ancak kalp hissedebilir. Zira o isim, duanın can damarı, tefekkürün kutbu, teslimiyetin zirvesidir. Onu aramak; Allah’ı daha çok tanımak, sevmek ve O’na sığınmak içindir. Onu bilmek değil, onunla yaşamak önemlidir.

Özet:

Bu makalede Bediüzzaman’ın Barla Lahikası’ndan yola çıkarak, “İsm-i A‘zam” kavramı ele alınmıştır. İsm-i A‘zam, Allah’ın en büyük ismi olup, tıpkı ecel ve Kadir Gecesi gibi gizlenmiştir. Her ismin a‘zamî bir mertebesi bulunduğundan, evliyaullahın farklı isimleri İsm-i A‘zam olarak bulması bu sırdandır. Hazret-i Ali’nin bildirdiği altı isim (Ferd, Hayy, Kayyum, Hakem, Adl, Kuddûs) bu sırrı kuşatmaktadır. Bu isimlerle derin tefekkür ve dua, insanı hakikate ve Allah’a daha da yaklaştırır.

 




İsm-i A’zam: Esmâ-i Hüsnâ’da Gizlenen En Büyük Sır

İsm-i A’zam: Esmâ-i Hüsnâ’da Gizlenen En Büyük Sır

“Mektubunda ism-i a’zamı sual ediyorsun. İsm-i a’zam gizlidir. Ömürde ecel, ramazanda Leyle-i Kadir gibi esmada ism-i a’zamın istitarı mühim hikmeti var. Kendi nokta-i nazarımda hakiki ism-i a’zam gizlidir, havassa bildirilir. Fakat her ismin de a’zamî bir mertebesi var ki o mertebe ism-i a’zam hükmüne geçiyor. Evliyaların ism-i a’zamı ayrı ayrı bulması bu sırdandır. Hazret-i Ali’nin (ra) Ercuze namında bir kasidesi Mecmuatü’l-Ahzab’da var. İsm-i a’zamı altı isimde zikrediyor. İmam-ı Gazalî onu Cünnetü’l-Esma namındaki risalesinde, Hazret-i Ali’nin zikrettiği ve ism-i a’zamın muhiti olan o esma-i sitteyi şerh ve hâssalarını beyan etmiştir. O altı isim de

فَرْدٌ ۝ حَىٌّ ۝ قَيُّومٌ ۝ حَكَمٌ ۝ عَدْلٌ ۝ قُدُّوسٌ

dür.”
Barla Lâhikası

İnsanın en yüce gayesi, Yaratıcısını tanımak, O’na kul olmak ve rızasını kazanmaktır. Bu yolculukta Allah’ın güzel isimleri –Esmâ-i Hüsnâ– birer rehber, birer nur, birer tecelli kapısıdır. Fakat bu güzel isimler arasında bazıları vardır ki, mazhar oldukları hakikat itibarıyla daha geniş, daha derin ve daha kapsayıcıdır. Bunlardan biri de “İsm-i A‘zam” yani Allah’ın en büyük ismi olarak bilinen, fakat mahiyeti gizli tutulan yüce sırdır.

İsm-i A‘zam: Saklı Bir Kudret Anahtarı

Bediüzzaman Said Nursî, bu konuda şöyle der:

> “İsm-i a‘zam gizlidir. Ömürde ecel, Ramazanda Leyle-i Kadir gibi esmada ism-i a‘zamın istitarı mühim hikmeti var.”

Tıpkı ecelin gizlenmesiyle insanın her an uyanık kalması, Leyle-i Kadir’in gizlenmesiyle Ramazan’ın tamamının kıymet kazanması gibi; İsm-i A‘zam da gizlenmiştir ki kul, Allah’ın her bir ismine derin bir hürmetle ve dikkatle yönelsin. Bu sır, kulluğun ihlasını artıran, dua ve niyazı derinleştiren bir terbiyedir.

Her İsmin A‘zamî Bir Mertebesi Vardır

Bediüzzaman’ın veciz ifadesiyle:

> “Her ismin de a‘zamî bir mertebesi var ki o mertebe ism-i a‘zam hükmüne geçiyor. Evliyaların ism-i a‘zamı ayrı ayrı bulması bu sırdandır.”

Bu ifade, Allah’ın her bir isminin farklı kullarda, farklı zamanlarda, farklı hal ve ihtiyaçlarda tecelli ettiğini gösterir. Kimisi “Rahmân” ismine derin bir mazhar olur, kimisi “Hakem”e, kimisi “Kuddûs”a. Hâliyle, kalbi hangi isme daha çok muhtaçsa o ismi “en büyük” olarak hisseder. Dolayısıyla ism-i a‘zam, hem hakikatte gizlidir hem de kalplerin farklı yönelişleriyle zuhur eder.

Altı İsimlik Bir Nûr Çemberi

Bediüzzaman Hazretleri, Hazret-i Ali’nin (ra) Ercüze isimli kasidesine ve İmam-ı Gazâlî’nin şerhine atıfla, İsm-i A‘zam’ın altı isimde toplandığını belirtir:

> فَرْدٌ، حَىٌّ، قَيُّومٌ، حَكَمٌ، عَدْلٌ، قُدُّوسٌ
(Ferd, Hayy, Kayyum, Hakem, Adl, Kuddûs)

Bu altı isim, Allah’ın hem zatî hem sıfatî hem de fiilî yönlerini kuşatan bir külliyet taşır:

Ferd: Allah’ın tekliği, benzersizliği ve hiçbir şeye muhtaç olmayışı.

Hayy: Allah’ın hayat sıfatı; ölmeyen, diri ve canlı olması.

Kayyum: Her şeyin varlığını devam ettiren, ayakta tutan yegâne kudret.

Hakem: Hikmetle hükmeden, adaleti ve ölçüyü bozmayan.

Adl: Mutlak adaletin sahibi; zulmün asla bulunmadığı hak dağıtıcısı.

Kuddûs: Her türlü noksanlıktan uzak, mutlak temiz ve yüce olan.

Bu isimler birlikte düşünüldüğünde, Allah’ın yaratma, yönetme, koruma ve yüceltme sıfatları mükemmel bir şekilde yansır. İnsanın aczini ve fakrını hissedip, bu isimlerle dua etmesi, manevî yükselişi beraberinde getirir.

İsm-i A‘zam’a Ulaşmak: Bilmekten Çok Hissederek

İsm-i A‘zam, yalnızca ilmi bir bilgi değildir; kalbî bir haldir. Akıl bilse de, onu ancak kalp hissedebilir. Zira o isim, duanın can damarı, tefekkürün kutbu, teslimiyetin zirvesidir. Onu aramak; Allah’ı daha çok tanımak, sevmek ve O’na sığınmak içindir. Onu bilmek değil, onunla yaşamak önemlidir.

Özet:

Bu makalede Bediüzzaman’ın Barla Lahikası’ndan yola çıkarak, “İsm-i A‘zam” kavramı ele alınmıştır. İsm-i A‘zam, Allah’ın en büyük ismi olup, tıpkı ecel ve Kadir Gecesi gibi gizlenmiştir. Her ismin a‘zamî bir mertebesi bulunduğundan, evliyaullahın farklı isimleri İsm-i A‘zam olarak bulması bu sırdandır. Hazret-i Ali’nin bildirdiği altı isim (Ferd, Hayy, Kayyum, Hakem, Adl, Kuddûs) bu sırrı kuşatmaktadır. Bu isimlerle derin tefekkür ve dua, insanı hakikate ve Allah’a daha da yaklaştırır.

 




Yapay Zeka Naat-ı…

Yapay Zeka Naat-ı…

– 1 –

RÛHUM SANA ÂŞIK

Rûhum sana âşık, sana hayrandır Efendim,
Bir ben değil, âlem sana kurbandır Efendim.

Ecrâm ü felek, Levh u kalem, mest-i nigâhım,
Dîdârına âşık Ulu Yezdân dır Efendim.

Mahşerde nebîler bile senden medet ister,
Rahmet, diyen âlemlere, Rahman dır Efendim.

Tâ Arşa çıkar her gece âşıkların âhı,
Medheyleyen ahlâkını Kur an dır Efendim.

Aşkınla buhurdan gibi tütmekte bu kalbim,
Sensiz bana cennet bile hicrândır Efendim.

Doğ kalbime bir lahzacık ey Nûr-i dilârâ
Nûrun ki gönül derdime dermândır Efendim.

Ulvî de senin bağrı yanık âşık-ı zârın
Feryâdı bütün âteş-i sûzândır Efendim.

Kıtmîriniz ey Şâh-ı rüsûl, kovma kapından,
Âsîlere lûtfun yüce fermândır Efendim.

**********

– 2 –

Gönül Hun Oldu Şevkinden
Naat-ı şerifi sözleri

Gönül hun oldu şevkinden boyandım Ya Rasulallah
Nasıl bilmem bu nirana dayandım Ya Rasulallah
Ezel bezminde bir dinmez figandım Ya Rasulallah
Cemalinle ferahnak et ki yandım Ya Rasulallah.

Yanan kalbe devasın sen, bulunmaz bir şifasın sen
Muazzam bir sehasın sen, dilersen rehnümasın sen
Habib-i Kibriyasın sen, Muhammed Mustafa-sın sen
Cemalinle ferahnak et ki yandım Ya Rasulallah.

Gül açmaz çağlayan akmaz, İlahi nurun olmazsa
Söner alem, nefes kalmaz, felek manzurun olmazsa
Firak ağlar, visal ağlar, ezel mesturun olmazsa
Cemalinle ferahnak et ki yandım Ya Rasulallah.

Erir canlar o gül buy-i revan bahşın hevasından
Güneş titrer, yanar didarının bak ihtirasından
Perişan bir niyaz inler hayatın müntehasından
Cemalinle ferahnak et ki yandım Ya Rasulallah.

Susuz kalsam, yanan çöllerde can versem elem duymam
Yanardağlar yanar bağrımda, ummanlardan nem duymam
Alevler yağsa göklerden ve ben messeylesem duymam
Cemalinle ferahnak et ki yandım Ya Rasulallah.

Ne devlettir yumup aşkınla göz, rahında can vermek
Nasip olmaz mı sultanım haremgahında can vermek
Sönerken gözlerim asan olur âhında can vermek
Cemalinle ferahnak et ki yandım Ya Rasulallah.

Boyun büktüm, perişanım, bu derdin sende tedbiri
Lebim kavruldu ateşten döner pâyinde tezkiri
Ne dem gönlün murad eylerse taltif eyle kıtmiri
Cemalinle ferahnak et ki yandım Ya Rasulallah (s.a.v).
Yaman Dede

*********

– 3 –

Gubârına Cihan Fedâ: Aşkın ve İmanın En Yüce Tezahürü

> Gubâr-ı pâyine almam cihânı yâ Rasûlallah
Değişmem mûyine heft âsumânı yâ Rasûlallah
Duyunca makdem-i teşrîfin Âdem sulb-i pâkinden
Değişdi habbeye bağ-ı cinânı yâ Rasûlallah

********

Yukarıda geçen 3 Na’tın birleşiminden oluşan hülasa bir Yapay Zeka Naat-ı…

Gönlüm Sana Âşık Yâ Resûlallah

Rûhum sana âşık, sana hayrândır yâ Resûlallah,
Bir ben değil, bu âlem hep kurbândır yâ Resûlallah.
Cihan feda gubârına, mübarek pâ-yine,
Değişmem yedi kat semâ müyine yâ Resûlallah.

Gönül hun oldu aşkınla, yanar her an, her ânım,
Nasıl bilmem bu nîrâna dayandım yâ Resûlallah.
Sensiz bana cennet bile hicrandır, hicrandır,
Cemâlinle ferahnak et ki yandım yâ Resûlallah.

Ecrâm u felek, levh u kalem mest-i cemâlin,
Dîdârına âşık olan Yezdân’dır yâ Resûlallah.
Tâ Arş’a çıkar her gece âşıkların âhı,
O feryâdın cevâbıdır Kur’ân’dır yâ Resûlallah.

Ne devlettir senin aşkınla göz yumup gitmek,
Ne bahtiyârlık, cânı rahında şehîd etmek.
Âsîyim, ama lütfunla gelir affa ümîdim,
Kıtmîrinim, kovma beni dergâhından yâ Resûlallah.

Gül açmaz, çağlayan akmaz, nurun olmazsa,
Söner âlem, kurur hayat, felek solarsa.
Ey Habîb-i Kibriyâ, sen Rahmete’l-lil-âlemînsin,
Sana ümmet olmak bile en büyük pâydır yâ Resûlallah.

Makdem-i teşrîfini duydu Âdem sulb-i pâkinde,
Değişti habbeye bağ-ı cinân o andan içinde.
O nur ki, ezelden ebede her şeyin sebebidir,
Cemâlin şifâ, aşkınsa ebedî sermâyedir yâ Resûlallah.

Boyun büktüm, perîşanım, bu derdin tek devâsı sensin,
Bu ömrün yegâne mânâsı, canın mâhı sensin.
Ne dil murad eylerse, senin yüce takdirindir,
Taltif eyle kıtmîrini, senin dergâhındadır derdim yâ Resûlallah.

 




RÛHUM SANA ÂŞIK

RÛHUM SANA ÂŞIK

Rûhum sana âşık, sana hayrandır Efendim,
Bir ben değil, âlem sana kurbandır Efendim.

Ecrâm ü felek, Levh u kalem, mest-i nigâhım,
Dîdârına âşık Ulu Yezdân dır Efendim.

Mahşerde nebîler bile senden medet ister,
Rahmet, diyen âlemlere, Rahman dır Efendim.

Tâ Arşa çıkar her gece âşıkların âhı,
Medheyleyen ahlâkını Kur an dır Efendim.

Aşkınla buhurdan gibi tütmekte bu kalbim,
Sensiz bana cennet bile hicrândır Efendim.

Doğ kalbime bir lahzacık ey Nûr-i dilârâ
Nûrun ki gönül derdime dermândır Efendim.

Ulvî de senin bağrı yanık âşık-ı zârın
Feryâdı bütün âteş-i sûzândır Efendim.

Kıtmîriniz ey Şâh-ı rüsûl, kovma kapından,
Âsîlere lûtfun yüce fermândır Efendim.

**********

“Rûhum Sana Âşık”: Aşkın En Yüce Menzili

> “Rûhum sana âşık, sana hayrandır Efendim”

Bir insanın kalbinden dökülen en kıymetli söz, en derin his, en büyük bağlılık; Allah Resûlü’ne (s.a.v.) karşı duyduğu aşktır. Çünkü o aşk sıradan bir sevgi değil; varlığın anlamını kavramış bir yüreğin, hakikatin sahibine yönelişidir. Ve bu yöneliş, hem insanın özünü hem de ebedî akıbetini belirler.

“Rûhum Sana Âşık” isimli bu naat, sırf duygusal bir ezgi değil; imanla yoğrulmuş, irfanla yanmış, aşk ile taşmış bir kalbin tercümanıdır. O kalp, yalnızca sevmiyor; bütün varlığıyla bağlanıyor, yanıyor, yalvarıyor ve niyaz ediyor. Çünkü Efendimiz (s.a.v.), sadece bir peygamber değil, aynı zamanda aşkın da mihrâkıdır.

Aşkın Kaynağı: O’nu Yaratan Allah’tır

> “Dîdârına âşık Ulu Yezdân dır Efendim”

Bu mısra, aşkın kaynağının sadece kul olmadığını, bizzat Cenab-ı Hakk’ın Resûl’ünü sevmeyi yaratılışın merkezine yerleştirdiğini bildirir. O’nun yüce zatını sevmek, Yaratıcı’nın mahlûkata verdiği bir özelliktir. Göklerdeki yıldızlar, yerdeki taşlar, melekler, peygamberler ve mahlûkat; her biri kendi hâlince Resûlullah’a muhabbetle bağlıdır.

İnsan bu muhabbeti taşımazsa eksiktir. Çünkü:

Peygamber sevgisi, imanın kemalidir.

O’nu sevmek, Allah’ı sevmekle bütünleşir.

O’na itaat, Allah’a itaattir. (Nisâ, 80)

O Olmadan Cennet Bile Hicrandır

> “Sensiz bana cennet bile hicrândır Efendim”

Bu mısra, gerçek aşkın cennet arzusunu bile gölgede bırakacak derecede kuvvetli olduğunu anlatır. Çünkü âşık için mühim olan nimet değil, nimetlerin sultanı ile beraber olmaktır.

Peygamberimiz olmadan bir cennet tasavvuru, aşk ehli için eksik ve tatsızdır. Bu mısra bize şunu öğretir:

Cennet, O’nunla güzeldir.

Vuslat, sadece mekânda değil, muhabbettedir.

Gerçek saadet, O’nun civarında olmaktır.

Âsîlere de Umut Var: Kapıdan Kovma Ya Resûlallah!

> “Kıtmîriniz ey Şâh-ı rusûl, kovma kapından / Âsîlere lûtfun yüce fermândır Efendim”

Naatın en umut yüklü kısmı burasıdır. Çünkü burada yalnızca aşk değil, aynı zamanda bir günahkârın affa olan umudu dile gelir. Kul günahkâr olabilir, ama ümitvar olmakla vazifelidir. Çünkü Allah Resûlü:

Merhamet peygamberidir,

Günahkârlara rahmettir,

Tevbeye kapıyı açık tutandır.

O hâlde ne kadar günah işlenirse işlensin, Resûlullah’ın kapısı her daim açıktır. Bir kıtmîr bile olsak, onun kapısında durmak, affın anahtarıdır.

Her Gece Arşa Yükselen Aşkın Âhı

> “Tâ Arşa çıkar her gece âşıkların âhı”

Bu mısra, aşkın sadece kalpte kalmadığını, göğe kadar ulaştığını haber verir. Gerçekten de Allah Resûlü’nün âşıkları, geceleri gözyaşıyla dua eder, vuslat için niyaz ederler. Onların duaları ve feryatları, yalnızca lisanla değil; kalbin yanışıyla Arş’a doğru yükselir.

İşte bu, aşkın en yüksek hâlidir:

Gökyüzünü sarsan dua,

Geceleri titreten zikir,

Kalbi hararetle yakan niyaz.

Ve o âhlar, cevapsız bırakılmaz. Çünkü Allah, Resûlü’nü sevenin duasını reddetmez.

Özet

“Rûhum Sana Âşık” naatı, Allah Resûlü’ne (s.a.v.) duyulan en derin, en samimi, en aşk dolu muhabbeti dile getiren eşsiz bir feryattır. Bu feryat, ruhun teslimiyetidir, gönlün vuslat arzusudur. Mısralarda hem ümitle dolu bir aşk, hem yakıcı bir hicran, hem de affa sığınan bir kulun yakarışı vardır. Cennet bile onun sevgisinden mahrumsa hicrandır. Günahkârlar bile onun kapısında affa erişebilir. Gerçekten seven, geceleri âh çeker, kalbiyle niyaz eder ve o niyaz Arş’a kadar ulaşır.
Çünkü o aşk, sadece bir his değil; bir imanın ve bir ebediyetin özüdür.

 




Gönül Hun Oldu Şevkinden

Gönül Hun Oldu Şevkinden
Naat-ı şerifi sözleri

Gönül hun oldu şevkinden boyandım Ya Rasulallah
Nasıl bilmem bu nirana dayandım Ya Rasulallah
Ezel bezminde bir dinmez figandım Ya Rasulallah
Cemalinle ferahnak et ki yandım Ya Rasulallah.

Yanan kalbe devasın sen, bulunmaz bir şifasın sen
Muazzam bir sehasın sen, dilersen rehnümasın sen
Habib-i Kibriyasın sen, Muhammed Mustafa-sın sen
Cemalinle ferahnak et ki yandım Ya Rasulallah.

Gül açmaz çağlayan akmaz, İlahi nurun olmazsa
Söner alem, nefes kalmaz, felek manzurun olmazsa
Firak ağlar, visal ağlar, ezel mesturun olmazsa
Cemalinle ferahnak et ki yandım Ya Rasulallah.

Erir canlar o gül buy-i revan bahşın hevasından
Güneş titrer, yanar didarının bak ihtirasından
Perişan bir niyaz inler hayatın müntehasından
Cemalinle ferahnak et ki yandım Ya Rasulallah.

Susuz kalsam, yanan çöllerde can versem elem duymam
Yanardağlar yanar bağrımda, ummanlardan nem duymam
Alevler yağsa göklerden ve ben messeylesem duymam
Cemalinle ferahnak et ki yandım Ya Rasulallah.

Ne devlettir yumup aşkınla göz, rahında can vermek
Nasip olmaz mı sultanım haremgahında can vermek
Sönerken gözlerim asan olur âhında can vermek
Cemalinle ferahnak et ki yandım Ya Rasulallah.

Boyun büktüm, perişanım, bu derdin sende tedbiri
Lebim kavruldu ateşten döner pâyinde tezkiri
Ne dem gönlün murad eylerse taltif eyle kıtmiri
Cemalinle ferahnak et ki yandım Ya Rasulallah (s.a.v).
Yaman Dede

*********

Yanmak Bir Aşk İse, Ferah Bulmak Ancak Cemalindedir: Naat-ı Şerifte Muhabbetin Feryadı

> “Gönül hun oldu şevkinden boyandım Ya Rasûlallah”

Bir naat bazen bir duadır, bazen bir yakarış; bazen de aşkın vecd içinde feryadıdır. “Gönül Hun Oldu Şevkinden” adlı naat-ı şerif, işte böylesine derin bir aşkın, kavuşmaya susamış bir kalbin ve vuslat hasretiyle tutuşan bir ruhun mânâ yüklü feryadıdır. Bu feryat, ne kuru bir özlem, ne de sıradan bir beşerî sevgi; ilâhî aşkın Resûlullah’ta (s.a.v.) kemale ermiş hâlidir.

Bu naatta dile gelen duygular, sadece bir şiirsel ifade değil; imanın en latif meyvesi olan “muhabbet-i Rasûlullah”ın kalpten taşmasıdır.

Gönlün Hun Olması: Aşkın En Yakıcı Hâli

> “Gönül hun oldu şevkinden boyandım Ya Rasulallah”
Gönlün kanla dolması mecazı, aşkın yakıcılığını, sabırsızlığını ve Resûlullah’a olan derin özlemi anlatır. Bu, ne mecazi bir kan, ne de maddî bir yanış; bu, imanın gözyaşıyla yoğrulmuş, hasretin ateşiyle közlenmiş bir kalbin haykırışıdır.

Seven, sevdiğine ulaşmak ister. Ama sevgili, alemlere rahmet olarak gönderilmiş, beşeriyetin en güzeli, mahlûkatın fahridir. Onun vuslatı hem şereftir hem mesuliyet. Bu yüzden mü’min şöyle yalvarır:

> “Cemalinle ferahnak et ki yandım Ya Rasûlallah”

Yanmak sevdalıyı eritir; ama vuslat, ferah verir. Kalbin tek arzusu, O’nun cemaline erişmektir.

Resûlullah: Şifa, Rehber ve Rahmet

> “Yanan kalbe devâsın sen, bulunmaz bir şifâsın sen… Dilersen rehnumâsın sen”

Bu mısralar, Resûlullah’ın ümmeti üzerindeki manevî rehberliğine ve şifâ kaynağı oluşuna dikkat çeker. Kalpleri ancak onun getirdiği nur, onun yaşadığı sünnet, onun taşıdığı rahmet iyileştirebilir. Çünkü O:

“Şifâdır”: Gafletin yarasına, günahın karasına, kalbin yarılmasına.

“Sehadır”: Cömertlik, fedakârlık ve ihsanda zirvedir.

“Rehnumadır”: Yolu gösterir, karanlıkta yön tayin eder, ahirete giden istikameti çizer.

Bugün binbir buhranla kıvranan insanlık, asıl rehberin sesini işitmemektedir. Oysa onun sünneti, karanlık çağların ışığı; onun duası, susuz gönüllerin ırmağıdır.

Onun Nuruyla Alem Vardır

> “Gül açmaz çağlayan akmaz, İlahi nurun olmazsa”

Kâinat, onun nuru için yaratılmıştır. Bu yüzden onun nuru çekilse:

Bahar bahar olmaktan çıkar.

Su akmaz, çiçek açmaz.

Hayat, manasını yitirir.

Resûlullah (s.a.v.), yaratılışın sebebi, varoluşun ruhudur. Onun gelişiyle gece aydınlık oldu, taşlar dile geldi, kalpler secdeye yöneldi. Bugün dünya onun izinden uzaklaştıkça; gül solmakta, sular durmakta, kalpler kuruyup taşlaşmaktadır.

Aşkın Zirvesi: O’nun Uğruna Her Şeyi Göze Almak

> “Susuz kalsam, yanan çöllerde can versem elem duymam
Alevler yağsa göklerden ve ben messeylesem duymam”

Gerçek sevgi, yalnızca güzellikte değil, cefa ve belada da sadakat göstermeyi gerektirir. Bu mısralarda, Resûlullah’a olan sevgi öyle bir dereceye ulaşmıştır ki, en büyük acılar bile hafif gelir. Bu bir aşktır ki:

Yanmaktan şikâyet etmez.

Gözyaşını ganimet bilir.

Ölümü vuslat sayar.

O halde sevenin hâli budur: Canı pahasına da olsa, Resûlullah’tan vazgeçmez.

Aşkın En Yüce Arzusu: Canını O’nun Huzurunda Teslim Etmek

> “Ne devlettir yumup aşkınla göz, rahında can vermek
Nasip olmaz mı sultanım haremgâhında can vermek”

Bir mü’minin en büyük duası, hayatını Resûlullah’ın izinde yaşayıp, onun huzurunda ya da onun sevgisiyle vefat etmektir. Bu mısralarda dile gelen özlem, sadece ölüm değil; şerefli bir vuslat arzusudur.

Bu arzunun kaynağı ise hadistir:

> “Kişi sevdiğiyle beraberdir.” (Buhârî, Edeb 96)

O’nu sevmek, O’nunla haşrolunmayı doğurur. Ve bu, imandan gelen bir devlet, aşkın en kutlu meyvesidir.

Özet

“Gönül Hun Oldu Şevkinden” naatı, Resûlullah’a (s.a.v.) duyulan aşkı, özlemi ve sadakati derin mânâlarla dile getiren eşsiz bir yakarıştır. Kalbin kanla dolması, vuslat özlemiyle yanmak, Resûlullah’ın nuru olmadan hayatın sönmesi gibi imgeler, mü’minin en samimi duygularını yansıtır. Resûlullah; şifa, rehber ve rahmettir. O’nun nuru âlemin varlık sebebidir. Bu naat, sadece bir şiir değil, ümmetin yanan kalbinin haykırışıdır. En büyük devlet, onun aşkıyla yaşayıp onun izinde can verebilmektir.

Çünkü gerçek vuslat, onunla başlayan bir yoldur; ve bu yol, cennete çıkar.

 




Gubârına Cihan Fedâ: Aşkın ve İmanın En Yüce Tezahürü

Gubârına Cihan Fedâ: Aşkın ve İmanın En Yüce Tezahürü

> Gubâr-ı pâyine almam cihânı yâ Rasûlallah
Değişmem mûyine heft âsumânı yâ Rasûlallah
Duyunca makdem-i teşrîfin Âdem sulb-i pâkinden
Değişdi habbeye bağ-ı cinânı yâ Rasûlallah

Bu beyitler, yalnızca bir şiirin inceliği değil; aynı zamanda bir ümmetin, bir âşığın kalbinden fışkıran sonsuz bir sevdanın tercümesidir. Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’e (s.a.v.) duyulan muhabbetin derinliği, samimiyeti ve feda ruhu, kelimelere sığmayacak kadar ulvîdir. Fakat bu dizeler, kelimelerle ulaşılamayacak o manevî zirvelere bir köprü gibidir.

Tozuna Cihan Değmeyen Aşk

> “Gubâr-ı pâyine almam cihânı yâ Rasûlallah”
Yani: “Ey Allah’ın Resûlü! Senin mübarek ayağının tozuna karşılık bütün dünyayı bile almam.”

Bu sözdeki aşk, kuru bir duygusallık değil; bir imanın ve teslimiyetin zirvesidir. Dünyanın bütün ihtişamı, serveti ve süsü, O’nun mübarek ayaklarının altında biriken toz kadar bile kıymetli değildir. Bu, müminin değer merkezinin ifadesidir:

> Dünya değil, Resûlullah’ın izidir asıl izlenecek olan.

Bugün insanlık, neyin değerli olduğunu karıştırmış, hakikati gösteren teraziyi kaybetmiştir. Birçok insan kariyer, makam, şöhret, mal uğruna her şeyi göze alırken; mümin bilir ki, Peygamberin sünnetine uygun bir adım atmak, dünyaları kazanmaktan daha evladır.

Yedi Kat Gökleri Bir Saç Telinle Değişmem

> “Değişmem mûyine heft âsumânı yâ Rasûlallah”

Bu mısra ise, dünyanın değil, yedi kat göklerin bile Resûlullah’ın bir tek saç teline denk düşmeyeceğini ilan eder. Çünkü onun bir saç teli, bir sünneti, bir tebessümü, bir bakışı; kâinatı anlamlı kılan ilâhî rahmetin yansımasıdır. Bu sözde şekle değil, ruha; dışa değil, mânâya kıymet verme vardır. O’na duyulan sevgi, Allah’a bağlılığın işaretidir. Çünkü:

> “Men yutıi’r-Resûle fekad eta’a Allah” – Kim Peygamber’e itaat ederse, Allah’a itaat etmiş olur.”
(Nisâ, 80)

Âdem Aleyhisselâm’ın Sevinci: Nurun Haberiyle Cennet Gölge Oldu

> “Duyunca makdem-i teşrîfin Âdem sulb-i pâkinden / Değişdi habbeye bağ-ı cinânı yâ Rasûlallah”

Burada anlatılan sahne, mecazî değil; derin bir manevî gerçeğin ifadesidir. Hz. Âdem (a.s.), kendi zürriyetinden bir gün gelecek olan Peygamber’in gelişini duyduğu anda, cennetin tamamını bir tek habbeye (tane, nimet) değişir. Yani Cennet bile o anda kıymetten düşer. Çünkü Cennet, onun getirdiği hakikatle asıl değerini kazanır. Peygamber gelmeden evvel bile âlem onunla anlam bulur, beklenen odur, sevilen odur, özlenen odur.

Bu ifade, bize şu gerçeği öğretir:

> Resûlullah (s.a.v.)’ın risâleti, varlık sebebimizdir. Onun gelişi, cenneti bile gölgede bırakacak kadar büyük bir lütuftur.

Peygamber Sevgisi: İmanın Kıvamıdır

Bu dizelerde dile gelen sevgi, bir duygusal bağlılık değil, imandan gelen bir feyizdir. Nitekim Efendimiz (s.a.v.) buyurmuştur:

> “Sizden biri beni, kendi nefsinden, malından, evladından ve bütün insanlardan daha çok sevmedikçe (kâmil) iman etmiş olamaz.”
(Buhârî, Îmân 8)

Yani sevgi, sadece bir gönül işi değil; imanın nişanesidir. Mümin, onun ayağının tozunu, bir sünnetini, bir sözünü dünya ve içindekilerden daha üstün görür. Çünkü onun nuru, sadece geçmişi değil; geleceği de aydınlatan bir kandildir. Bugün onun sünnetiyle yaşayan, yarın onun livâü’l-hamd sancağı altında dirilecektir.

Özet

Bu makalede, Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’e (s.a.v.) duyulan derin aşk ve sadakati ifade eden beyitler üzerine düşünce inşa edilmiştir. Onun mübarek ayağının tozuna karşılık bütün dünya değmez, bir saç teline karşılık yedi kat gökler kıymetsizdir. Çünkü o, rahmetin, nurun ve hakikatin temsilcisidir. Hz. Âdem bile onun gelişini duyduğunda cenneti gölge kabul etmiştir. Bu sevgi, imanın gereğidir. Müslüman, dünyayı değil, Resûlullah’ın izini takip eder. Zira o iz, cennete çıkan yolun ta kendisidir.

 




Ravza-i Mutahhara: Cennetin Dünyadaki Eşiği

Ravza-i Mutahhara: Cennetin Dünyadaki Eşiği

Ol Resûl-i müctebâ hem rahmete’l-lil-‘âlemîn
Bende medfûndur deyû eflâke fahr eyler zemîn
Ravzasın idüp ziyâret dedi Cibrîl-i emîn
Hâzihî cennâtü ‘adnin fedhulûhâ hâlidîn

Manası:
“O seçkin resûl, hem alemlere rahmet olan zat bende gömülüdür” diye yeryüzü, göklere iftihar eder.

Onun Ravza-i mutahharasını ziyaret eden Hz. Cebrail
“هٰذِهِ جَنَّاتُ عَدْنٍ فَادْخُلُوهَا خَالِدِينَ”
“Burası Adn Cennetidir. Ebedî kalmak üzere girin ona” der.

Bu beyit, bir hakikatin hem edebî hem manevî bir ifadesidir: Yeryüzü, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) mübarek bedenine ev sahipliği yapmakla göklere iftihar eder. Zira bu yeryüzü, hiçbir mahlûka nasip olmayan bir şerefe mazhar olmuştur: “Rahmeten li’l-âlemîn”in bağrına gömüldüğü yer olmak.

Yeryüzünün İftiharı: O’nu Taşımak

İnsanlık tarihinin en kutlu misafiri, Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.), dünya semasına teşrif ettiği andan itibaren bu gezegenin kaderi değişmiştir. O, sadece bir peygamber değil; yaratılışın maksadı, varlıkların nuru ve bütün âlemlerin rahmetidir.
Ve ne gariptir ki, bu yüce peygamber, başka hiçbir mekâna değil, bu dünyanın sinesine tevdi edilmiştir. Dolayısıyla yeryüzü, bu büyük misafirle iftihar eder. Göklere karşı şöyle der adeta:
“Sizde yıldızlar var, melekler var. Ama bende Ahmed-i Mahmud-u Muhammed (s.a.v.) medfûndur.”

Bu, sadece fizikî bir gömülme değil; bir sırra, bir hikmete, bir feyze mazhar oluşun ifadesidir. Ravza-i Mutahhara bu yüzden sıradan bir mezar değil, cennetin eşiğidir.

Ravza: Cennet Kapısının Yeryüzündeki Nişanesi

Hz. Cebrail’in, Resûlullah’ın kabrini ziyaret ederken “هٰذِهِ جَنَّاتُ عَدْنٍ فَادْخُلُوهَا خَالِدِينَ” ayetini okuduğu rivayeti, onun mübarek kabriyle Cennet arasında nasıl bir bağ bulunduğunu gösterir. Burası, hem nurun başladığı hem de nurun döndüğü yerdir. Orası sadece bir mezar değil; bir vuslat menzili, bir secde durağı, bir dua eşiğidir.

Oraya her gelen mü’min, oradan hem selam verir hem selam alır. Çünkü Resûlullah (s.a.v.) buyurmuştur:

> “Kim bana selam verirse Allah onu ruhuma ulaştırır, ben de o kişiye cevap veririm.”
(Ebû Dâvûd, Menâsik 96)

İşte bu yüzden, Ravza’nın toprağı, sıradan bir toprak değil; manevî cennet toprağıdır. Ve bu toprağı gören Cebrail’in, cennetin ayetini hatırlatması boşuna değildir.

Zemîn ve Eflâk Arasında Bir Şeref Mukayesesi

Yeryüzü ve gökyüzü, kainatın iki büyük sahnesidir. Gökler, meleklerin, yıldızların ve arş-ı a’lânın mekânıdır. Yeryüzü ise imtihanların, çamurun ve geçiciliğin. Fakat Peygamber Efendimiz’in yeryüzünde medfun olması, bu dengeyi değiştirir. Artık yeryüzü sadece çamur değil, rahmetin merkezi ve nurun menbaıdır.

Bu yüzden şair şöyle seslenir:

> “Ne güneşler batmış da, böyle doğmamış bir daha
Toprak altında Muhammed, yeryüzü iftiharda!”

Bu da bize bir ibret verir: Bir mekânı yücelten, içindeki manadır. Kâbe’yi Kâbe yapan, taşları değil; içinde tecelli eden sırdır. Medine’yi Medine yapan, çöl değil; içindeki Resûl’dür. İnsan da böyledir: Onu aziz kılan dışı değil, taşıdığı hakikattir.

Bizim İçin Ne Mana Taşır?

Peygamberimiz’in Ravza-i Mutahhara’sı, sadece ziyaret edilen bir türbe değildir. O, imanımızın yönü, kalbimizin merkezi ve dualarımızın menzilidir. Ona selam göndermek, onun sünnetini yaşamak, onun mesajını anlamak, ona ümmet olmanın gereklerini taşımaktır.

Ravza’ya ulaşamayan için bile yeryüzü onun izleriyle doludur. Onun bir hadisinde geçen şu müjdeyi unutmayalım:

> “Benim kabrimi ziyaret eden, sanki beni hayattayken ziyaret etmiş gibidir.”
(Taberânî, el-Mu’cemü’l-Kebîr, 12410)

Bu ne büyük lütuf, ne büyük rahmettir! Kabrinin bile ümmetine rahmet olan bir Peygamberin ümmeti olmak, en büyük iftihar sebebimizdir.

Özet

Bu makalede, Hz. Peygamber’in (s.a.v.) Ravza-i Mutahhara’sının taşıdığı manevî derinlik ve şerefi ele aldık. Şairin beyitleriyle yeryüzü, göklere karşı övünür; çünkü Rahmeten li’l-Âlemîn orada medfundur. Hz. Cebrail’in, Resûlullah’ın kabrine hitaben “Burası Adn Cennetidir” demesi, Ravza’nın cennetle bağlantısını ve onun manevî kıymetini ortaya koyar. Hakikat şudur ki, bir mekânı yücelten içindeki sırdır. Ravza, ümmetin yönü ve duasının merkezidir. O’nun izinden yürümek, cennetin kapısına en kısa yoldur.

 




Ekberü’l-Kebair: Ruhun Felaketi Olan Yedi Büyük Günah

Ekberü’l-Kebair: Ruhun Felaketi Olan Yedi Büyük Günah

“Hem mektubunuzda “yedi kebair”i soruyorsunuz. Kebair çoktur fakat ekberü’l-kebair ve mubikat-ı seb’a tabir edilen günahlar yedidir: “Katl, zina, şarap, ukuk-u valideyn yani kat’-ı sıla-yı rahim, kumar, yalancı şehadetlik, dine zarar verecek bid’alara taraftar olmak”tır. ”
Barla Lâhikası

İnsan, yaratılışı itibarıyla hem iyiliklere hem kötülüklere meyilli bir varlıktır. İyiliği sevip güzelliğe yöneldiği gibi, gafletle, hevesle ve nefsiyle kötülüklere de düşebilir. Ancak bazı günahlar vardır ki, sadece bireyi değil, aileyi, toplumu ve hatta imanı dahi zedeler. Bunlara dinî literatürde “kebair”, yani “büyük günahlar” denir. Bu büyük günahların en yıkıcı ve tehlikelileri ise “mübikât-ı seb’a” yani “helâk edici yedi büyük günah”tır.

Bediüzzaman Said Nursî, Barla Lahikası’nda bu yedi büyük günahı şöyle sıralar:

> “Katl, zina, şarap, ‘ukūk-u valideyn yani kat’-ı sıla-yı rahim, kumar, yalancı şehadetlik, dine zarar verecek bid’alara taraftar olmak.”

Bu liste, sadece bireyin manevî hayatını değil, bir toplumun ahlakî temelini de tehdit eden unsurları gösterir. Her biri, hakikatiyle değerlendirildiğinde insanın hem dünya hem ahiret saadetini sarsacak birer felaket kapısıdır.

  1. Katl (Adam öldürmek)

Hayat, Allah’ın insana verdiği en büyük emanettir. Haksız yere bir cana kıymak, sadece bir bedeni değil; bir âlemi yıkmaktır. Kur’an, “Kim bir canı haksız yere öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur” buyurur (Maide, 32). Çünkü hayat hakkı, kul hakkının zirvesidir.

  1. Zina

Aileyi ifsad eden, nesli tehdit eden ve toplumu çürüten en büyük afetlerden biridir. Zinada hem iffetin kirlenmesi, hem güvenin yıkılması, hem de ahlâkî temelin bozulması söz konusudur. İslâm bu suça ağır cezalar koyarak toplumu koruma altına almıştır.

  1. Şarap (İçki ve sarhoş edici maddeler)

Aklı örten, iradeyi çürüten ve bütün kötülüklerin kapısını açan bir zehirdir. İçki şeytanın “kudretli bir ilacı” gibi görülür; çünkü içkiyle şeytan birçok kötülüğü tek adımda insanın içine sokar. İçki, ferdi alçaltır, aileyi yıkar, toplumu bozar.

  1. ‘Ukūk-u valideyn (Anne-babaya isyan ve sıla-i rahmin kopması)

Anne-babaya asi olmak, insanın fıtratına yabancı en büyük kötülüklerden biridir. Onlara karşı saygı, vefa ve şefkat; sadece ahlakî değil, ilahî bir borçtur. Bu bağı koparmak, sadece aileyi değil, toplumun da köklerini kurutur. Sıla-i rahmi kesmek; toplumsal şefkati ve dayanışmayı zayıflatır.

  1. Kumar

Emeksiz kazanç, kolay yoldan zengin olma arzusu insanı ahlâkî ve mânevî felâkete sürükler. Kumar, çalışmayı, sabrı, helâl kazancı değersizleştirir. Aile içi huzursuzluklar, borç batağı, iflaslar, cinnetler çoğu zaman kumarın izini taşır. Oysa insanın izzeti, alın terindedir.

  1. Yalancı Şahitlik

Hakikatin üstünü örten her söz, sadece bir kişiye değil, adalete ihanettir. Mahkemelerde verilen sahte şahitlik; masumların mahkûmiyetine, zalimlerin kurtulmasına yol açar. Bu da, toplumun temel direği olan adaletin çökmesi demektir.

  1. Bid’alara taraftarlık (Dine zarar verecek sapmaları desteklemek)

Bid’at; dinde sonradan çıkarılmış, Kur’an ve Sünnet’e aykırı düşen uygulamalardır. Bid’alara destek olmak; hak dinin safiyetine zarar vermek, insanları yanlış yola sevk etmek ve ilâhî ölçüleri tahrif etmektir. Bediüzzaman bu günahı, kalbî ve aklî sapmanın en tehlikeli şekli olarak görür.

Bu Günahların Ortak Özelliği: Helâk Edicilik

Bu yedi günah, bireyin kalbini karartır, toplumun temelini çürütür, manevî hayatı ifsad eder. Her biri, şeytanın insana açtığı bir yol, nefisle yapılan bir işbirliği ve hidayetten uzaklaşmanın bir emaresidir. Ve en acısı, bunlar alışkanlık hâline gelirse, tevbe edilmeden ölüme yakalananlar için uhrevî bir felaketin habercisi olabilir.

Ancak her günahın bir tevbesi, her karanlığın bir aydınlığı vardır. Bu kebair, fark edildiği anda pişmanlık ve samimi bir dönüş ile temizlenebilir. Çünkü Allah’ın rahmeti, gazabını geçmiştir. Lakin bu rahmeti elde etmek için günahın büyüklüğünü bilmek ve ciddiyetle yüzleşmek gerekir.

Özet:

Bu makalede Barla Lahikası’nda zikredilen “yedi büyük günah” (mübikât-ı seb’a) üzerinde durulmuştur. Bunlar: adam öldürmek, zina, içki, anne-babaya isyan, kumar, yalancı şahitlik ve dine zararlı bid’atlara destek vermek gibi birey ve toplumun ruhunu sarsan, helâk edici günahlardır. Bu günahlar, insanı manevî felakete sürüklerken; tevbe ve ıslah ile ebedî kurtuluşa dönüşebilir. Her bir günah, bir uyanış vesilesi ve Allah’a dönüş için bir fırsat olabilir.

 




İnsandaki Gizli Hazineler: Letaif-i Aşere ve Manevî Terakki

İnsandaki Gizli Hazineler: Letaif-i Aşere ve Manevî Terakki

“Letaif-i aşere; İmam-ı Rabbanî kalp, ruh, sır, hafî, ahfâ, insanda anâsır-ı erbaanın her bir unsurdan o unsura münasip bir latîfe-i insaniye tabir ederek, seyr ü sülûkta her mertebede bir latîfenin terakkiyatı ve ahvalinden icmalen bahsetmiştir.

   Ben kendimce görüyorum ki insanın mahiyet-i câmiasında ve istidad-ı hayatiyesinde çok letaif var. Onlardan on tanesi iştihar etmiş. Hattâ hükema ve ulema-i zâhirî dahi o letaif-i aşerenin pencereleri veyahut numuneleri olan havass-ı hamse-i zâhirî, havass-ı hamse-i bâtına diye o letaif-i aşereyi başka bir surette hikmetlerine esas tutmuşlar.”
Barla Lâhikası

İnsan, sadece etten kemikten ibaret bir varlık değildir. Onun derûnunda, görünenin çok ötesinde, derin ve gizemli âlemlere açılan latîfeler, hisler ve sırlar vardır. Bu latîfelerin bir kısmı “Letaif-i Aşere” olarak isimlendirilmiştir. Bu terim, hem tasavvuf erbabı hem de hakikat yolcuları için mânevî seyr ü sülûkta birer durak, pencere ve anahtar gibidir.

Bediüzzaman Said Nursî’nin Barla Lahikası’ndaki şu ifadesi, bu hakikati veciz bir şekilde özetler:

> “İmam-ı Rabbanî kalp, ruh, sır, hafî, ahfâ, insanda anâsır-ı erbaanın her bir unsurdan o unsura münasip bir latîfe-i insaniye tabir ederek, seyr ü sülûkta her mertebede bir latîfenin terakkiyatı ve ahvalinden icmalen bahsetmiştir.”

Letaif Nedir?

“Letaif”, çoğulu “latîfe” olan Arapça bir kelimedir; incelikler, zarif duyular ve maddeden arınmış deruni idrak yolları anlamına gelir. İnsan sadece beş duyudan ibaret değildir. Dış alemi kavrayan havass-ı zâhirînin (beş zahirî duyu) yanı sıra, iç alemi temaşa eden havass-ı bâtına (iç duyu organları) da vardır. Kalp, ruh, sır, hafî ve ahfâ gibi letâif; bu bâtınî hislerin merkezidir.

Letaif-i Aşere: On Kapı, On Anahtar

Tasavvuf geleneğinde özellikle Nakşîlikte öne çıkan bu on latîfe, insandaki ruhi mertebeleri temsil eder:

  1. Nefs
    2. Kalp
    3. Ruh
    4. Sır
    5. Hafî (gizli latîfe)
    6. Ahfâ (en gizli latîfe)
    7. Latîfe-i hayaliyye
    8. Latîfe-i rabbâniyye
    9. Latîfe-i akliyye
    10. Latîfe-i külliyye

Bu on latîfe, hakikate doğru yapılan dahili yolculukta birer kapı gibidir. Her biri açıldıkça insan, kendi hakikatine, Rabbine ve varlık âlemindeki derin hikmetlere yaklaşır.

Her Letâife Bir İstidat, Bir Nurlanma Alanı

İnsanın cami (her şeyi toplayıcı) mahiyeti, onu bütün varlık âleminin özeti kılar. Nasıl ki elementlerden oluşan maddî bedenimiz hava, su, toprak ve ateşe dayanıyorsa; bu dört unsur, ruhî alanda da karşılık bulur ve her bir unsurla ilgili birer “latîfe” yaratılmıştır.

Bu latîfelerin her biri, Allah’ı farklı bir isim ve sıfat yönüyle tanımaya açılan pencerelerdir. Kalp, sevgi ve teslimiyetle; ruh, mânevî letafet ve şuurla; sır, ilâhî sırlara vukufla; hafî ve ahfâ ise sırların sırlarına yaklaşma kabiliyetiyle gelişir.

Zâhirî ve Bâtınî Denge: Akıl ve Kalbin Muvazenesi

Bediüzzaman, bu latîfeleri sadece tasavvufî bir gelenek olarak değil, hikmete dayalı bir insan tasavvurunun temeli olarak görür. Çünkü zâhirî ilimler ve duyular bile aslında bu letâifin zahirdeki uzantılarıdır:

> “Hattâ hükema ve ulema-i zâhirî dahi o letaif-i aşerenin pencereleri veyahut numuneleri olan havass-ı hamse-i zâhirî, havass-ı hamse-i bâtına diye o letaif-i aşereyi başka bir surette hikmetlerine esas tutmuşlar.”

Demek ki bu latîfeler sadece mistik birer kavram değil; aynı zamanda akıl, hikmet ve insan psikolojisinin derin yapısına işaret eden unsurlardır. Hem akıl hem kalp, hem dış hem iç duyular; insana verilmiş büyük emanetlerdir.

Letâifin Terbiyesi: İnsan-ı Kâmil’e Yolculuk

Bu latîfelerin her biri, terbiyeye ve nurlanmaya muhtaçtır. Tıpkı cevherlerin işlenmeden mücevher olamayacağı gibi, letâif de zikir, tefekkür, ibadet ve nefis terbiyesi ile inkişaf eder. Her biri geliştiğinde, insanın mahiyeti tam anlamıyla “insan-ı kâmil”e dönüşür. Bu, yaratılış gayesinin tamamlanmasıdır.

Özet:

Bu makalede, insanın derin yapısında yer alan “Letaif-i Aşere” kavramı ele alınmıştır. Kalp, ruh, sır, hafî, ahfâ gibi latîfeler; insanın manevi gelişimi için birer durak ve idrak mertebesidir. Bu letâifler, tasavvufî terbiyede olduğu kadar, zâhirî ilimlerde de hikmetin esaslarıdır. İnsan, bu dahili kapıları aralayarak hem kendini hem de Rabbini daha derinden tanıyabilir. Letâifin terbiyesi ise insanı fânîlikten ebediyete, gafletten hakikate, karanlıktan nura taşır.

 




Hayatın Kıymeti: Fâniden Bâkiye Uzanan Bir Yolculuk

Hayatın Kıymeti: Fâniden Bâkiye Uzanan Bir Yolculuk

“Biliniz ki mevcudat içinde en kıymettar, hayattır. Ve vazifeler içinde en kıymettar, hayata hizmettir. Ve hidemat-ı hayatiye içinde en kıymettarı, hayat-ı fâniyenin hayat-ı bâkiyeye inkılab etmesi için sa’y etmektir. Şu hayatın bütün kıymeti ve ehemmiyeti ise hayat-ı bâkiyeye çekirdek ve mebde ve menşe olması cihetindedir. Yoksa hayat-ı ebediyeyi zehirleyecek ve bozacak bir tarzda şu hayat-ı fâniyeye hasr-ı nazar etmek; âni bir şimşeği, sermedî bir güneşe tercih etmek gibi bir divaneliktir.”
Barla Lâhikası

İnsanın en temel sorularından biri şudur: “Niçin yaşıyorum?” Bu soru, sadece biyolojik bir varlığın işleyişini değil, ruhun, aklın ve kalbin anlam arayışını da içinde barındırır. İşte bu derin soruya Bediüzzaman Said Nursî, Barla Lahikası’nda yer alan şu cümlelerle veciz bir cevap verir:

> “Biliniz ki mevcudat içinde en kıymettar, hayattır. Ve vazifeler içinde en kıymettar, hayata hizmettir. Ve hidemat-ı hayatiye içinde en kıymettarı, hayat-ı fâniyenin hayat-ı bâkiyeye inkılab etmesi için sa’y etmektir.”

Bu cümle, hayatın anlamına dair üç ana hakikati önümüze koyar:

  1. Hayat: Kâinatın En Kıymetli Cevheri

Kâinatta her şey bir maksada hizmet eder. Fakat hayat, sadece bir netice değil; aynı zamanda birçok hikmetin merkezi ve taşıyıcısıdır. Cansız varlıklar, hayat sahipleri için bir zemin ve araçtır. Bitkiler, hayvanlar, insanlar… Hepsi hayat nimetiyle kıymet kazanır. Çünkü hayat, eşyanın idrakini, maksadını ve Rabbini tanımasını mümkün kılar.

Hayatın bu yüksek kıymeti, onun geçici oluşuna değil, ebedî âleme açılan bir kapı oluşuna dayanır. Hayat, yalnızca dünya ile sınırlı kalırsa bir gün sönmeye mahkûmdur. Ama ebedî âleme yönlendirilirse, o zaman gerçek anlamına ulaşır.

  1. Hayata Hizmet: En Büyük Vazife

Hayata hizmet, sadece insanların geçimini sağlamak değildir. Asıl hizmet; insanın kendisine, ailesine, toplumuna ve en önemlisi Rabbine karşı sorumluluklarını hakkıyla yerine getirmesidir. Yani hayatı boşa geçirmemek, onu ebedî yurdu kazanmak için bir sermaye olarak kullanmaktır.

Bu açıdan bakıldığında, bir hastaya bakmak, bir yetimi doyurmak, bir cahile ilim öğretmek ya da bir kalbi Allah’a yönlendirmek gibi her hizmet, kıymet kazanır. Çünkü bunlar hayata değil, hayatın ebedî istikbaline hizmettir.

  1. Fâniden Bâkiye: Hayatın Asıl Yönü

En büyük hizmet ise “hayat-ı fâniyenin hayat-ı bâkiyeye inkılab etmesi için sa’y etmektir.” Yani geçici dünya hayatını, ebedî ahiret hayatı için bir tarlaya çevirmektir. Bu, insana düşen en büyük sorumluluktur. Çünkü sadece ahiret hesabına yaşanmış bir dünya hayatı, anlamlı ve kalıcı olabilir.

Hayatı yalnız dünya için yaşamak, Nursî’nin ifadesiyle “âni bir şimşeği, sermedî bir güneşe tercih etmek” gibidir. Geçici ve aldatıcı bir zevki, sonsuz ve gerçek bir saadete değişmek; akla, vicdana ve fıtrata zıttır.

Sonuç: Hayatı Yaşamak mı, Hayatı Yaşatmak mı?

İnsana verilen bu ömür sermayesi, bir oyun ve eğlence için değil; ebedî bir saadetin kazanılması içindir. Bu yüzden hayatı ebediyetle anlamlandırmak gerekir. Bir anlık heveslere dalarak bu kıymetli sermayeyi ziyan etmek, telafisi mümkün olmayan bir ziyandır.

Her bir nefes, ebediyet için atılan bir adım olabilir. Yeter ki insan, hayatını gafletle değil hikmetle yaşasın. Çünkü hayatı sadece yaşamak değil; onu ebediyet için yaşatmak marifettir.

Özet:

Bu makalede Bediüzzaman’ın “hayat” hakkındaki veciz beyanı esas alınarak hayatın kıymeti, ona hizmetin önemi ve en yüce gayenin fânî hayatı bâkî hayata inkılap ettirmek olduğu anlatılmıştır. Hayat; kâinatın en kıymetli cevheri, insanın en büyük sermayesi ve ahiret için bir vesiledir. Onu sadece dünya lezzetlerine hasretmek, geçici bir parıltıya aldanmak gibidir. Gerçek saadet, hayatı ebedî hayata yönlendirmekte gizlidir.

 




Peygamber Sevgisi Kırmızı Çizgimizdir: Hakaretin Masumlaştırılmasına Geçit Yok

Peygamber Sevgisi Kırmızı Çizgimizdir: Hakaretin Masumlaştırılmasına Geçit Yok

Zırva tevil götürmez.

Herhangi bir milletin en hassas değerleri, o milletin ortak vicdanının merkezidir. Türkiye gibi Müslüman bir memlekette ise bu değerlerin başında Kur’ân-ı Kerîm’e saygı ve Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’e (s.a.v.) sevgi gelir. Bu iki sütun, bin yıldır bu milleti ayakta tutmuş; onun medeniyet, feraset ve sabırla yoğrulmuş manevî bünyesini korumuştur.

Bugün bu değerlere karşı yapılan her saldırı, yalnızca bir inanç grubunu hedef almamakta; bilakis milletin bütünlüğüne, tarihine ve istikbaline kast etmektedir. Leman dergisinin yayınladığı ve Hz. Muhammed (s.a.v.) ile Hz. Musa’nın (a.s.) isimlerini açıkça kullanarak yaptığı karikatür, sıradan bir “çizim” değildir. Bu, bir hakaretin, alaycılığın ve sinsice provoke etmenin görüntüsüdür. Peygamberlerin isimlerini taşıyan çocukları resmettiğini iddia ederek yapılan “masumlaştırma” ise sadece zehri bal ile sunmaktır. Çünkü:

Zehiri bal ile sunmak, daha tehlikeli bir suikasttır.

CHP Genel Başkanı Özgür Özel’in yaptığı açıklama ise milletin aklıyla alay etmekten başka bir şey değildir. “Gökyüzünde tanışan çocuk melekler” ifadesiyle bir yandan duygusallık katmaya çalışırken, diğer yandan Peygamberimizin isminin karikatürize edilmesini meşrulaştırmaya çalışmak, aslında açık bir provokasyona çanak tutmaktır.

İnsanımız bu çelişkiyi gayet iyi görmektedir. Çünkü bu topraklarda her çocuk, daha küçük yaşta Mevlânâ’nın şu beyitini öğrenerek büyür:

> “Men bende-i Kur’anem eger cân dârem,
Men hâk-i reh-i Muhammed muhtârem.”

“Ben Kur’an’ın kölesiyim, Hz. Muhammed Mustafâ’nın (sav) ayağının tozu toprağıyım.”

Bu topraklarda, Peygamber Efendimiz’in ismi saygıyla anılır, onun sözüyle tartılır, onun izinden yürünür. Bu milletin mayasında “Muhammed” ismi vardır. Ona uzanan her dil, aslında bu milletin ta kalbine saplanan bir hançerdir. Kimse bunu “ifade özgürlüğü” ya da “sanat” maskesiyle örtbas edemez.

İçimizdeki Kriptolar ve Provokatörler

Bu tür hakaret içerikli saldırılar, çoğunlukla yalnız yapılmaz. Arkasında iyi örgütlenmiş bir sosyal ve ideolojik zemin vardır. İsrail’in Gazze’deki zulmüne karşı dünya kamuoyunda yükselen tepkiler, bir şekilde iç tartışmalarla gölgelenmek istenmektedir. Kripto yapılar, içimizdeki piyonlarını harekete geçirerek, milletin dikkatini dış düşmandan iç kargaşaya çevirmeye çalışmaktadır.

Tarih tekerrür etmektedir. Bir asır önce, dinin toplumsal hayattaki tesirini kırmak isteyen zihniyet, şimdi bu milletin peygamber sevgisini hedef almaktadır. PKK gibi silahlı terör örgütleriyle mücadele edilirken, aynı ölçüde fikir ve inanç terörüne karşı da mücadele edilmelidir.

Müslüman mahallesinde salyangoz satmak ne demekse, İslam’ın kutsallarına dil uzatmak da o kadar aşağılık ve kışkırtıcıdır. Üstüne üstlük bunu alenen yapmak ve ardından “ama”larla başlayan açıklamalarla suçu masumlaştırmak, halkın aklıyla, sabrıyla ve vicdanıyla oynamaktır.

Devlet Sessiz Kalmamalıdır

Bu noktada görev yalnızca halkın değil, devleti yönetenlerin de omuzlarındadır. Müslüman bir milletin hakkını korumakla yükümlü devlet erkanı; “bu kabul edilemez” gibi süslü ama etkisiz ifadeler yerine, kararlı bir duruş sergilemeli, gereken yaptırımları derhal uygulamalıdır.

Bu tür hakaretlerin cezasız kalması, yeni provokasyonlara davetiye çıkarmaktır. Hukuki düzenlemeler bu alanı açık bırakmamalıdır. Toplumun sinir uçlarıyla oynamak, basit bir “ifade özgürlüğü” meselesi değildir. Bu, milletin birliğini bozmaya yönelik bir kalkışmadır.

Sonuç: Peygamberimiz Bizim Onurumuzdur

Bu millet, tarih boyunca imanıyla yükseldi. Onun en kıymetli hazinesi, Peygamberine duyduğu sevgidir. Bu sevgi; şiirlere, destanlara, gözyaşlarına sığmayacak kadar derindir. Ona uzanan dil, bir milletin onuruna uzanmış demektir.

Sözümüz nettir:

> Hz. Muhammed (s.a.v.)’e dil uzatmak, milletin kalbine hançer saplamaktır.
Bu millet o hançeri çıkarır ve sahibini asla affetmez.

Zehirli dillerin susması için artık gerekli hukuki, sosyal ve siyasal adımlar atılmalı; bu milletin değerleri siyasi hesaplarla kurban edilmemelidir. Çünkü bu millet, peygamber sevgisiyle var olmuştur, onun davasını yaşatmakla diridir.

Özet

Leman dergisinin Hz. Muhammed (s.a.v.) ve Hz. Musa’yı (a.s.) isimleriyle resmettiği karikatür, açık bir hakarettir. CHP lideri Özgür Özel’in bu hakareti meşrulaştıran yorumu ise halkın aklıyla alay etmektir. Bu olay, milletin iki kutsal değeri olan Kur’an’a saygı ve Peygamber sevgisine yönelik sinsi bir saldırıdır.
İsrail’in içimizdeki piyonları bu tür provokasyonlarla toplumu bölmek istemektedir. Devlet bu saldırılara karşı etkili yaptırımlar uygulamalı, milletin değerlerini korumalıdır. Çünkü bu millet, peygamber sevgisiyle yaşayan bir millettir. O sevgiye uzanan her dil, karşılığını mutlaka bulacaktır.

 




İlim, İrfan ve Hikmet Üçgeninde Üç Yolun Barışı

İlim, İrfan ve Hikmet Üçgeninde Üç Yolun Barışı

“Ehl-i medrese, ehl-i mekteb, ehl-i tekkenin musâlahalarıdır. Tâ, temâyül ve tebâdül-ü efkâriyle lâakall maksadda ittihad eylesinler. Teessüf ile görülüyor ki: Onların tebâyün-ü efkârı, ittihadı tefrik ettiği gibi; tehâlüf-ü meşâribi de, terakkiyi tevkif etmiştir. Zira herbiri mesleğine taassub, başkasının mesleğine sathiyeti itibariyle tefrit ve ifrat ederek; biri diğerini tadlil, öteki de berikini techil eyliyor.”
Münâzarât

İslâm toplumunun ilim, düşünce ve maneviyat zemininde yükselmesi; yalnızca teknik gelişmelerle değil, fikir, kalp ve ruh dünyasının ahenkli bir uyum içinde işlemesiyle mümkündür. Ne var ki, tarihin birçok döneminde; ehl-i medrese, ehl-i mektep ve ehl-i tekke arasında olması gereken barış ve iş birliği, yerini anlaşmazlık, dışlama ve ayrışmaya bırakmıştır.

Üç Zihniyet, Üç Kanat

Ehl-i Medrese: Dini ilimlerle meşgul olup şer’î ve aklî ilimleri müzakere eden, ümmetin fıkhî ve akaidî ihtiyaçlarını karşılayan bir ilim sınıfıdır.

Ehl-i Mektep: Daha ziyade fen, felsefe, pozitif bilimler ve modern düşünce ile meşgul olan, akıl ve deney alanında ilerlemeyi esas alan zümredir.

Ehl-i Tekke: Kalp ve ruh eğitimini ön plana çıkaran, tasavvuf yoluyla insanın iç âlemini arındırmayı hedefleyen gönül ehli topluluktur.

Bu üç grup, temelde farklılık gösterse de hakikatin ayrı ayrı pencerelerinden bakarak aynı güneşe işaret ederler. Ne var ki, taassup, ön yargı, ben merkezlilik ve cehaletle yoğrulmuş bir sathilik, bu üç grubun arasında olması gereken yardımlaşma ve temayülün yerini, düşmanlığa ve küçümsemeye bırakmıştır.

Birlik Yerine Dağınıklık: Terakki Yerine Tevkif

Bediüzzaman’ın ifadesiyle:

> “Teessüf ile görülüyor ki: Onların tebâyün-ü efkârı, ittihadı tefrik ettiği gibi; tehâlüf-ü meşâribi de, terakkiyi tevkif etmiştir.”

Yani fikir ayrılıkları, ittifakı dağıtmış; meşrep farklılıkları da ilerlemeyi durdurmuştur. Bu durum, hem içtimâî yapının zaafa uğramasına, hem de dinin güzelliklerinin toplumda yeterince yansıyamamasına sebep olmuştur. Halbuki bu farklı yollar birbirini tamamlayıcıdır, çelişen değil.

Her Meslek Kendi Penceresinden Bakınca…

Ehl-i medrese, ehl-i mektebi dine uzak görerek tadlil (dalalette görme) etmiş;
Ehl-i mektep, ehl-i tekkeyi ilimsizlikle, ehl-i medreseyi çağdışılıkla suçlamıştır;
Ehl-i tekke ise bazen mektep ehline dünyevîlik, medrese ehline de kalpsizlik isnadında bulunmuştur.

Bu tavırların ardında sathî bakış, derinlikten yoksunluk ve hakikatın sadece kendi mesleğinde olduğunu zannetmek yatmaktadır. Bu da ifrat ve tefriti doğurmuş, itidali yok etmiştir.

Ne Yapmalı?

Bediüzzaman’ın çözüm önerisi nettir:

> “Tâ, temâyül ve tebâdül-ü efkâriyle lâakall maksadda ittihad eylesinler.”

Yani fikir alışverişiyle, karşılıklı temayül ve anlayış geliştirerek, hiç değilse hedefte birlik sağlansın. Zira maksat birdir: Allah’ın rızasını kazanmak, toplumun maddî ve manevî yükselmesini temin etmektir.

Ehl-i medrese, şeriatın muhafızı,
Ehl-i mektep, toplumun ilerleyişine vesile,
Ehl-i tekke, kalplerin terbiyecisi ve iç huzurun mimarıdır.

Bu üçü birlikte çalıştığında, milletin manevî vücudu tamam olur. Aksi halde, vücudun bir organı diğerini inkâr eder, bedende denge kalmaz.

Özet

Münâzarât’ta geçen bu pasaj, ümmetin farklı ilim ve meşrep sahiplerinin ayrışmasının, gelişmeyi durdurduğunu ifade eder. Ehl-i medrese (din ilimleri), ehl-i mektep (modern ilimler) ve ehl-i tekke (tasavvuf ve kalbî marifet) aslında birbirine muhtaç üç ana kaynaktır. Bunların düşmanlık değil dayanışma içinde olması gerekir. Bediüzzaman bu birlikteliği, farklılıkları zenginliğe çevirme davası olarak görür ve bizi maksatta ittihada davet eder.

 




Hakkın Senfonisi ve Tantana Gürültüsüne Sabır

Hakkın Senfonisi ve Tantana Gürültüsüne Sabır

Bediüzzaman Said Nursî’nin Münâzarât eserinde geçen şu veciz ifadeler, hakikatin sükûnetle işleyen kudsî yürüyüşü ile, batılın gürültücü ve geçici tantanası arasındaki derin farkı gözler önüne serer:

> “Evet, evet… neam, neam… Sivrisinek tantanasını kesse, bal arısı demdemesini bozsa; sizin şevkiniz hiç bozulmasın, hiç teessüf etmeyiniz. Zira, kâinatı nağamatıyla raksa getiren hakaikın esrarını ihtizaza veren mûsika-i İlâhiye hiç durmuyor. Mütemadiyen güm güm eder.”

Bu söz, hak yolunda gidenlerin karşılaştıkları engellere, boş gürültülere, yersiz itirazlara ve karartma çabalarına karşı gösterilmesi gereken tavrı tarif eder: sükûnet, sabır ve istikamet. Çünkü hakikatin sesi, kâinat çapında bir ilahî senfoni gibidir. Batılın tantanası ise sivrisineğin vızıltısı kadar bile değer taşımaz.

  1. Tantana Gürültüsü ve Hakikat Sessizliği

Sivrisinek ile bal arısı karşılaştırması, ne kadar da yerinde bir temsil. Sivrisinek, sesiyle rahatsız eder ama özü boştur. Bal arısı ise sessizce çalışır, ürün üretir, şifa taşır. Lakin sivrisinek çok ses çıkarır; bal arısı sessizce iş görür.

Bu da gösteriyor ki, hakikat çoğu zaman sessizdir, sakin ve derinden yürür. Batıl ise sesle var olmaya çalışır. Çünkü sesi kesilse, varlığı da kaybolur. Bu yüzden hak yolunda olanlar, etrafı saran tantana, dedikodu, iftira ve küçümsemeler karşısında yolundan şaşmamalıdır.

  1. İlâhî Mûsika: Kâinatta Devam Eden Hakikat Melodisi

Bediüzzaman’ın “mûsika-i İlâhiye” ifadesi, kâinattaki düzenin, ahengin ve sürekli devam eden hikmetli işleyişin şiirsel bir tasviridir. Yıldızların hareketi, gezegenlerin ahengi, mevsimlerin dönüşü, tohumların çatlayışı ve kalplerin atışı… Hepsi bu mûsika-i İlâhiye’nin birer notasını temsil eder.

Bu melodi, hakikatin ve ilahî kudretin asla durmayan, şaşmayan, bitmeyen varlığıdır. Her şey Allah’ın emriyle işler, her şey O’nun ismiyle hikmet kazanır. İşte bu yüzden, hak yolda olanlar bilmelidir ki: onlar bu İlâhî senfoninin bir parçasıdır. Ve bu senfoni asla susmaz.

  1. Şevki Kıran Gürültüye Karşı Manevî Direnç

Bediüzzaman’ın şu tesellisi çok manidardır:
“Sizin şevkiniz hiç bozulmasın, hiç teessüf etmeyiniz.”

Yani küçük bir itiraz, bir küçümseme, bir sosyal medya karalaması ya da bir siyasi söylem, hakikat yolcusunun kalbindeki heyecanı söndürmemelidir. Çünkü bu yolculuk, sivrisinek sesine değil, arş-ı âlâdan gelen kudsî çağrıya kulak verir. O çağrı, hakikatin sesidir ve hiçbir engel onu susturamaz.

Bugün de böyledir: Hak için çalışan bir insan, ne kadar güzel işler yaparsa yapsın, mutlaka karşısına boş ve zararlı sesler çıkar. Lakin unutulmamalıdır ki hakikat sabır ister. Zira hakikat gürültüyle değil, tevazu ile taşınır.

  1. Arının Sessizliği, Balın Lisanıdır

Bal arısı çok konuşmaz. Lakin yaptığı bal, insanlığın şifasıdır. İşte hak yolda olan da çokça konuşmak yerine, hikmetli ve faydalı işler üretmelidir. Onun en güçlü dili, yaptığı hizmettir. İnsanların kalbine hakikat balını taşıyabilmek, sivrisineklerle uğraşmakla değil, arının kararlılığı ve sabrıyla olur.

Her tantana geçer; fakat bal kalır. Her yalan söner; fakat hakikat parlar. Her iftira unutulur; fakat sâlih amel göğe yükselir.

Sonuç: Güm Güm Eden Hakikat, Asla Susmaz

Bediüzzaman’ın tabiriyle, “mûsika-i İlâhiye hiç durmuyor, mütemadiyen güm güm eder.” Bu, Allah’ın kudretinin, hikmetinin ve hakikatinin daima iş başında olduğunu ifade eder. Batılın tantanası geçicidir. Gölge gibidir; hakikatin arkasında yürür. Hak ise özüyle parlar.

Bu nedenle, hak yolda olanlar; seslerin, tepkilerin, karalamaların, engellerin şevklerini kırmasına izin vermemelidir. Çünkü onlar Allah’ın kudret melodisinin bir parçasıdır. O senfoni, hiçbir zaman susmaz. O ses, her an “Hakk geldi, bâtıl zail oldu” der.

Özet:

Bu makalede, Bediüzzaman’ın “Sivrisinek tantanasını kesse, bal arısı demdemesini bozsa…” ifadeleri çerçevesinde, hak ile batılın temsili karşılaştırması yapıldı. Hakikatin sessiz fakat derin etkisi, batılın ise çok sesli ama yüzeysel yapısı anlatıldı. Müslümanların, İlâhî düzenin sürekli işleyişinden güç alarak, tantanalara aldırmadan yollarına devam etmeleri gerektiği belirtildi. Hakikat, İlâhî mûsika gibi asla durmaz; bâtıl sesini kesse de, o güm güm etmeye devam eder.

 




Siyasî Değişim Karşısında Din Korkusu ve Taklidin Zayıf İnancı

Siyasî Değişim Karşısında Din Korkusu ve Taklidin Zayıf İnancı

Bediüzzaman Said Nursî’nin Münâzarât adlı eserindeki şu keskin tahlil, siyasî ve toplumsal dönüşümler karşısında gösterilen dinî reflekslerin mahiyetini derin bir şekilde sorgular:

> “İnkılâb-ı siyasî cihetiyle dininden havf eden adamın dinde hissesi; beytü’l-ankebût gibi zayıf düşmüş cehalettir, onu korkutur.. takliddir, onu telaşa düşürttürür. Zira itimad-ı nefsin fıkdanı ve aczin vücudu cihetiyle, saadetini yalnız hükûmetin cebinden zannettiğinden; kalbini, aklını da hükûmetin kesesinden tahayyül eder, korkar.”

Bu ifade, hakiki din ile şekilci taklit din anlayışı arasındaki farkı gösterdiği gibi, kişisel inanç olgunluğunun siyasî gelişmeler karşısındaki sabır ve metanet üzerindeki etkisine de işaret eder. Bu yazıda bu hikmetli cümleleri merkeze alarak birkaç önemli meseleyi ele alacağız: Taklit imanı, siyasetten kaynaklı din korkusu, devlet-din ilişkisi, ve kişilik inşasında iman-şuur bağı.

  1. Dinî Endişenin Gerçek Kaynağı: Taklit ve Cehalet

İnsanı inkılaplardan korkutan şey çoğu zaman değişimin kendisi değil, zihnindeki belirsizliklerdir. Eğer bir insan, dinini hakkıyla tanımamışsa, yani taklitten öteye geçememişse; dinin kökleri onun benliğine inmeyip sadece geleneksel bir kalıba sıkışmışsa, en ufak siyasî değişimde paniğe kapılır. Zira onun din anlayışı, kendi iç muhkemliğine değil, dış yapılarla ayakta durmaktadır.

Bediüzzaman bu durumu beytü’l-ankebût yani “örümcek ağına benzeyen zayıf bir inanç” olarak tasvir eder. Kur’ân-ı Kerim de aynı benzetmeyi kullanır:
“Evlerin en zayıfı şüphesiz ki örümcek evidir.” (Ankebut, 41)

Taklit, akıl yürütmeden, sorgulamadan, derinlemesine anlamadan inanma halidir. Bu tür bir iman, dış desteğe bağımlıdır; içten bir dayanıklılık üretmez. Bu yüzden taklit imanı, dış koşullarla sarsılır; iktidar değişse din de zarar görecek zanneder.

  1. Din Hükümetten Gelmez, Hükümetle Gitmez

Bediüzzaman burada çok kritik bir yanlış anlayışı teşhir eder: “Saadetini yalnız hükûmetin cebinden zannetmek.” Yani dinî yaşantının, ahlâkın, hatta hidayetin kaynağını devlet zanneden bir zihin yapısı.

Bu anlayış, dinin kaynağını Allah yerine devlette görmek gibi bir sapmadır. Hâlbuki Kur’an ve Sünnet, dinin kaynağının ilahi vahiy olduğunu açıkça bildirir. Devlet dine hizmet eder, dinin kaynağı olmaz.

Eğer bir toplumda dinin muhafazası, sadece mevcut sistemin ayakta kalmasına bağlı görülüyorsa, bu dine değil sisteme tapınma tehlikesidir. Oysa hakiki iman; iktidarlar yıkılsa da, rejimler değişse de ayakta kalır. Sahabe, zorluk ve işkence içinde yaşadığı hâlde imanından taviz vermedi. Çünkü onların imanı, kalbin derinliğinde kökleşmişti; bir makamdan, bir düzenin varlığından değil.

  1. Acz, Korku ve İman Güvenliği

Bediüzzaman bu korkunun kaynağını “itimat-ı nefsin fıkdanı ve aczin vücudu” şeklinde açıklar. Yani kişi, kendine güvenmediği için dış yapıları destek olarak görür. Bu da acziyetin bir tezahürüdür.

Oysa iman, sahibine özgüven kazandırır. “Benim Rabbim var” diyen bir kalp, fırtınalar karşısında bile sarsılmaz. Nitekim Hz. İbrahim, Nemrut’un ateşi önünde; Hz. Musa, Firavun’un ordusu karşısında sarsılmadı. Çünkü iman, onları devletten ya da dış yardım değil, Allah’a dayanarak ayakta tuttu.

  1. Fikir Özgürlüğü ve Şuurla Dindarlık

Siyasî dönüşümler, inanç sahipleri için bir turnusol görevi görür. Kimisinin inancının derinliğini ortaya çıkarır; kimisinin de inancının yüzeyselliğini. Dini hakikaten bilen ve yaşayan, siyasî türbülanslarda sabitkadem olur. Taklit ehli ise ya paniğe kapılır ya da saf değiştirir.

Gerçek dindarlık, siyasî atmosferin sıcaklığına göre şekil alan bir kılık değil, her şartta sabit kalan bir duruştur. Bunun için bireyin inancını derinleştirmesi, cehaletten kurtulması ve dinî hakikatleri bizzat araştırarak, düşünerek, kalbine sindirerek öğrenmesi gerekir.

Sonuç: Hakiki İman Değişimlerden Korkmaz

Siyasî inkılaplar, rejim değişiklikleri veya iktidar devirleri, hakiki imanı etkilemez. Ancak taklit ehli için her değişim bir tehdit gibi görünür. Çünkü onlar dinin gücünü değil, sistemin himayesini din zanneder. Oysa din, Allah’ın koruması altındadır. Onun sahibi Allah’tır. İman, devletten değil, Kur’an’dan ve Resûlullah’tan alınır.

Bu yüzden hakiki mü’min; imanını siyasî sistemlerden değil, ilahî kelamdan alır. Bu iman neyle beslendiğini bilir. Böylece kalbi hükûmetin kesesinde değil, Rabbin rahmetinde bulur.

Özet:

Bu makalede, Bediüzzaman’ın “İnkılâb-ı siyasî cihetiyle dininden havf eden adamın dinde hissesi beytü’l-ankebût gibidir” sözünden hareketle; siyasî değişimlere karşı duyulan dinî korkuların temelinde taklit, cehalet ve özgüven eksikliğinin yattığı anlatıldı. Gerçek imanın dış desteklere değil, iç şuur ve hakikate dayandığı belirtildi. İmanın gücü, iktidarlardan değil, Rabbin yardımından gelir. Bu nedenle dinin dayanağı hükümet değil, Kur’an ve sünnettir. Hakiki iman değişimlerden korkmaz, aksine değişen şartlarda bile hakikate sımsıkı sarılır.

 




Hakikat Mihengi ve Fikrin Sorumluluğu

Hakikat Mihengi ve Fikrin Sorumluluğu

“Hiçbir müfsid ben müfsidim demez. Daima suret-i haktan görünür. Yahut bâtılı hak görür. Evet kimse demez ayranım ekşidir.

   Fakat siz mihenge vurmadan almayınız. Zira çok silik söz ticarette geziyor. Hattâ benim sözümü de, ben söylediğim için hüsn-ü zan edip tamamını kabul etmeyiniz. Belki ben de müfsidim veya bilmediğim halde ifsad ediyorum. Öyle ise her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz. İşte size söylediğim sözler hayalin elinde kalsın, mehenge vurunuz. Eğer altın çıktı ise kalbde saklayınız. Bakır çıktı ise çok gıybeti üstüne ve bedduayı arkasına takınız, bana reddediniz gönderiniz.”
Münâzarât

İnsanoğlu her daim sözlerle, fikirlerle, davetlerle muhataptır. Tarih boyunca hak da batıl da dille yayılmış, kalplere sözle girmiştir. Ne var ki her söz hakikat değildir. Her konuşan hak söylemez. Ve her güzel söz, sahibinin güzel niyetli olduğunun delili değildir. İşte bu noktada Bediüzzaman Said Nursî’nin Münâzarât’ta söylediği şu cümleler, sadece bir nasihat değil, adeta bir çağlar üstü uyarıdır:

> “Hiçbir müfsid ben müfsidim demez. Daima suret-i haktan görünür. Yahut bâtılı hak görür… Mihenge vurmadan almayınız… Hattâ benim sözümü de… mihenge vurunuz.”

Bu sözler, fikirdeki istikameti, hakikatteki sadakati ve şahısta değil sözde aranması gereken ölçüyü gösterir. Şimdi bu hikmetli beyanların penceresinden ibretli bir yolculuğa çıkalım.

  1. Suret-i Hak: Batılın En Tehlikeli Kıyafeti

Bir müfsidin “Ben fesatçıyım” demesi mümkün değildir. Çünkü zarar vermek isteyenler çoğu zaman maske kullanır. Ya suret-i haktan görünerek aldatırlar, ya da gerçekten bâtılı hak zannedecek kadar gafildirler. Her iki durumda da sonuç ifsattır. Bu da gösterir ki bir sözün doğru olup olmadığı, onu kimin söylediğine bakılarak değil; hakka uygunluğuna göre değerlendirilmelidir.

Söze değil, delile; şahsa değil, hakka bakmak gerekir. Bu yüzden dinimizde “adalet-i mahza”, “delil”, “şahitlik” gibi kavramlar, şahsi görüşlerin ve zanların önüne geçmiştir. Aksi halde, toplumlar şahıslar üzerinden hüküm vermeye başlarsa, hakikat değil itibar kazanır.

  1. Miheng: Fikrî Altın Testi

Bediüzzaman’ın kullandığı “miheng” benzetmesi, son derece derindir. Miheng taşı, altının saflığını test eden bir araçtır. Aynı şekilde insan da her duyduğu sözü doğrudan kalbine almamalı, önce aklın ve hikmetin mihengine vurmalıdır. Söz hak mıdır? Delili var mıdır? Neticesi hayır mıdır? Bu sorular mihengin ölçüleridir.

Sadece kötü niyetli kişilerin sözleri değil, iyi niyetli fakat bilgisiz veya yanılmış kişilerin sözleri de ifsada yol açabilir. Bu da gösteriyor ki iyi niyet, yanlışın mazereti olamaz. Bilmeden yapılan bir hata da zarardır; farkla ki, bu zararın bir bahanesi olabilir ama sonucu değişmez.

  1. Eleştirel Akıl: Sadakatten Doğan Şüphe

Modern çağda her fikir, bir kanaat pazarı gibi dolaşıyor. Sosyal medyada, meydanlarda, kürsülerde pek çok söz ve iddia havada uçuşuyor. Bunların bir kısmı suret-i haktan görünür; hatta kimi zaman dindarlık, vatanperverlik, insan hakları gibi yüce değerlerin ardına gizlenir.

Bediüzzaman’ın kendi sözü için bile “Benim sözümü de mihenge vurun” demesi, bu çağın müslümanına bir ders niteliğindedir. Bu söz, kendi nefsini bile sorgulayan bir adalet anlayışının tezahürüdür. Gerçek sadakat, sorgusuz kabullenmek değil, samimi ve yapıcı şekilde test etmektir.

  1. Kalbi Muhafaza: Söz Kalbe Girmeden Önce Aklın Eşiği

Her sözün doğrudan kalbe girmesi, duyguların rehin alınmasına yol açar. Hâlbuki İslam, aklı bir mihenk taşı olarak görür. Kur’ân defalarca “Aklınızı kullanmaz mısınız?” diye sorar. Aklı bypass edip doğrudan kalbe seslenen, duygusal coşkunlukla sahte davalar üreten her çağrı, potansiyel bir fitnedir.

Bu yüzden Bediüzzaman, sözün “hayalin elinde kalmasını”, yani hemen hazmedilmemesini ister. Söz, duygulara değil önce zihne misafir olmalı; orada test edilmeli, sonra kalbe geçmelidir. Altın çıkarsa saklanmalı, bakır çıkarsa iade edilmelidir.

Sonuç: Hakkaniyetli Şüphe, Emniyetli Akıl

Bediüzzaman’ın bu hikmetli beyanı, sadece siyasi ya da sosyal meseleler için değil; bireyin hayatındaki her karar, her fikir, her söz için geçerlidir. Günümüzde bilgi kirliliği, fikir anarşisi, sosyal medya yönlendirmeleri altında birey, “söz”le imtihan edilmektedir.

Bu yüzden kalbin kapısını herkese açmamak gerekir. Çünkü kalp, iman evidir. Ona ancak altın sözler girebilir. Ve altın söz, sadece güzel söylenen değil; hakikate uygun olan sözdür.

Özet:

Bu makalede “Hiçbir müfsid ben müfsidim demez” sözünden hareketle, fikirlerde sahte hak görünümünün nasıl ifsada yol açtığı anlatıldı. Bediüzzaman’ın “miheng” tavsiyesiyle, her sözün kalbe girmeden önce akıl terazisinde tartılması gerektiği anlatıldı. İyi niyetli bile olsa delilsiz sözlerin tehlikesine dikkat çekildi. Hakikatin kişiye değil delile ve neticeye göre anlaşılacağı belirtildi. Kalbi, sadece hakikatle süslemek gerektiği fikri öne çıkarıldı.