İman Nöbeti: Asrın İnkâr Karanlığına Karşı Risale-i Nur’un Lüzumu

İman Nöbeti: Asrın İnkâr Karanlığına Karşı Risale-i Nur’un Lüzumu

“Asrımızda kâinat fenleri ve maddî ilimler revaçta olup yeni yetişen nesiller bu ilim ve fenleri okudukları hem tabiiyyun ve maddiyyunun din ve maneviyat aleyhindeki neşriyatı hem küfr-ü mutlak cereyanı ki hiçbir din ve maneviyatı tanımayan ve Allah’a iman hakikatine karşı muaraza ederek dinsizliği neşreden, İslâmî fikri zedeleyen ve bütün beşeriyeti tehdit eden, yeni nesillere ve gençliğe imansızlık fikr-i küfrîsini aşılamak isteyen kitap, broşür, gazete gibi neşir vasıtalarının İslâm ve iman düşmanlarınca ön plana alındığı böyle acib ve dehşetli bir zamanda elbette Risale-i Nur’a, okunmasına, neşredilmesine şiddetle ihtiyaç ve zaruret var.”
Kastamonu Lâhikası

Asrın Hastalığı: Bilgi Var, İman Yok

Zamanımızda ilim çok, bilgi çok, teknoloji baş döndürücü bir hızla gelişiyor. Fakat aynı ölçüde ahlâk düşüyor, kalpler boşalıyor, ruhlar çöküyor. İnsanlık, manevî öksüzlük yaşıyor. Çünkü:

İlim, kalbi değil yalnız aklı doyuruyor.

Fen, ruha değil sadece maddeye hükmediyor.

Teknoloji, huzuru değil sadece konforu getiriyor.

Bediüzzaman bu tabloyu daha geçen yüzyılın ortalarında okumuştu. Ve uyarıyordu:

> “Fen ve felsefe silahıyla saldıran küfr-ü mutlak, gençliği, halkı, hatta âlimleri zehirliyor!”

Bu küfr-ü mutlak, yani hiçbir din ve maneviyatı tanımayan inkâr cereyanı, artık yalnızca inançsızlık değil; aktif, organize, sistematik bir ifsad hareketine dönüşmüştür. Gazeteler, kitaplar, sinema, sosyal medya, okullar, “inançsızlığı normalleştirme” yarışında adeta seferberlik hâlindedir.

Risale-i Nur: Akla Hitap Eden İman İlmi

Böylesine akılcı görünmeye çalışan bir inkâr dalgasına karşı ancak akla hitap eden bir iman dersi cevap verebilir. Risale-i Nur tam da bu noktada devreye girer:

Akıl ile kalbi barıştırır.

Fen ile dini çatıştırmaz, uzlaştırır.

İman hakikatlerini kâinat kitabı üzerinden isbat eder.

Bugün gençliğe “inan” demek yetmiyor. “Neden inanayım?” sorusuna ilmî, mantıklı, tatmin edici cevaplar sunulmalı. İşte Risale-i Nur bu çağın diline göre hazırlanmış, Kur’an’ın asrımıza bakan bir tefsiri, iman hakikatlerinin rasyonel isbatıdır.

Düşman Cephesinde Yayın, Bizde Neden Suskunluk?

Bediüzzaman’ın ifadesiyle, iman ve İslâm düşmanları kitap, broşür, gazete ile küfrü yayıyorsa, mü’minlerin eli kolu bağlı durması, “zamanı değil” demesi, susması; bu büyük vebalin bir parçası olmak demektir.

Bugün:

İnançsızlığı savunanlar 7/24 yayın yaparken,

İnananlar haftada bir hutbeyle yetinemez.

Deistlik, ateistlik, nihilizm sistemli şekilde pazarlanırken,

Risale-i Nur gibi bir iman müdafaası kitaplığının tozlu raflara terk edilmesi affedilmez bir gaflettir.

Risale-i Nur yalnızca bir okuma metni değil; bir imân hareketidir, bir manevî cihad cephesidir. Onu neşretmek, okumak, okutmak; bu zamanın en hayati hizmetidir.

Her Evin Her Gencin İman Reçetesi

Risale-i Nur, özellikle gençler için zihin aydınlatıcı, kalp yumuşatıcı ve şüphe kırıcı bir manevî ilaçtır. Çünkü:

Allah’ı isbat eder.

Ahireti aklen ve mantıken açıklar.

Kur’an’ın mucizeliğini ilimle gösterir.

Şeytanın desiselerini mantıklı delillerle çürütür.

Bu yönüyle ateizm, deizm, materyalizm gibi virüslere karşı manevî bir bağışıklık sistemi kurar. Bir gencin Risale-i Nur’a muhatap olması, sadece onu değil; bir aileyi, bir nesli kurtarabilir.

Sonuç: İman Davası Susmaz, Ertelenmez

Bediüzzaman’ın “şiddetle ihtiyaç ve zaruret var” diyerek dikkat çektiği tehlike bugün daha da şiddetlidir. Artık mesele sadece bir tercih değil, bir zorunluluktur. Çünkü:

İman cephesinde sessizlik, küfür cephesine hizmettir.

Bugün küfr-ü mutlak organize ise, iman cephesi de organize olmalıdır.

Risale-i Nur, bu asrın ilmî, mantıkî, sosyal ve fikrî meydan okumalarına en kuvvetli cevaptır.

Özet

Bediüzzaman Said Nursî, Kastamonu Lâhikası’nda bu asırda fen ve felsefenin rehberliğinde yaygınlaşan inkârcı cereyanlara karşı Risale-i Nur’un iman kurtarıcı bir rehber olarak zaruri olduğunu ifade eder. Küfr-ü mutlak, gençliğe organize şekilde dayatılırken; Risale-i Nur, Kur’an’ın akla hitap eden bir tefsiri olarak bu ifsada karşı panzehirdir. Bu eserler sadece okunmak için değil; imanı kurtarmak, nesli muhafaza etmek ve hakikati yaymak için bir vazife metni olarak ele alınmalıdır.
Zaman, iman cephesini diri tutma ve Risale-i Nur’u her eve, her kalbe ulaştırma zamanıdır.

 




“Bismillah”: Kudret-i Ezeliyeye Açılan Kapı

“Bismillah”: Kudret-i Ezeliyeye Açılan Kapı


‎ اِسْمِ :‎  Cenab-ı Hakk’ın zatî isimleri olduğu gibi fiilî isimleri de vardır. Bu fiilî isimlerin, Gaffar ve Rezzak, Muhyî ve Mümît gibi pek çok nevileri vardır.

   Sual: Bu fiilî isimlerinin kesretle tenevvüü neden meydana geliyor?

   Cevap: Kudret-i ezeliyenin kâinattaki mevcudatın nevilerine, fertlerine olan nisbet ve taallukundan husule gelir. Bu itibarla ‎ بِسْمِ اللّٰهِ‎  kudret-i ezeliyenin taalluk ve tesirini celbeder. Ve o taalluk, abdin kesbine ve işine yardım edici bir ruh gibi olur. Öyle ise hiç kimse hiçbir işini Besmele’siz bırakmasın! ”
İşârât-ül İ’caz

Kur’ân-ı Hakîm’in kalbi olan Fâtiha Suresi’nin başında yer alan “Bismillahirrahmanirrahim”, sadece bir söz, bir alışkanlık, bir açılış ibaresi değildir. O, bütün âlemlerin yaratıcısının kudretine açılan bir kapı, rahmetine uzanan bir köprü, varlıkla Varlık Sahibinin irtibatını kuran bir sır kapısıdır.

Bediüzzaman Hazretleri, İşârâtü’l-İ’caz’da bu derin mânâyı şu şekilde çözümler: Cenab-ı Hakk’ın isimleri iki nev’idir:

Zatî isimler: Allah’ın zâtına mahsustur (Hayy, Alîm, Kadîr gibi).

Fiilî isimler: Allah’ın mahlûkat üzerindeki tasarruflarını ifade eder (Rezzâk: rızık verici, Gaffâr: bağışlayıcı, Muhyî: diriltici, Mümît: öldürücü gibi).

Ve bu fiilî isimlerin sayısız tecellileri, kudret-i ezeliyenin mahlûkat üzerindeki taallukunun (ilişki, yönelme ve işleyişinin) çeşitliliğinden doğar.

Fiilî İsimlerin Kesretindeki Sır: Her An Bir İş Başında

Allah, her an ve her yerde sayısız mahlûk üzerinde sayısız tecellilerle tasarrufta bulunur. Bu da O’nun “fiilî isimlerinin kesreti”yle açıklanır. Biri doğar, biri ölür. Biri açtır, rızık bulur. Biri günahkârdır, af bulur. İşte bunların her biri, Allah’ın bir fiilî isminin o mahlûk üzerindeki görünmesidir.

Bir yaprağın yeşermesi Muhyî ismidir.

Bir canlının ölmesi Mümît ismidir.

Aç bir kuşun doyması Rezzâk ismidir.

Tövbe edenin affedilmesi Gaffâr ismidir.

Bu çeşitlilikteki tasarruflar bize şunu öğretir:
Allah, sadece var etmez; her an yeniden yaratır, şekillendirir, yönetir ve hükmeder. İşte bu yüzden “Bismillah” demek, yalnızca bir hatırlatma değil, bu kudrete sığınma, bu isimleri harekete geçirme, o fiilî kudretle irtibat kurma anlamına gelir.

“Bismillah”: Kudret-i Ezeliyeyi Davet Etmektir

> “…‘Bismillah’ kudret-i ezeliyenin taalluk ve tesirini celbeder. Ve o taalluk, abdin kesbine ve işine yardım edici bir ruh gibi olur.”

Bir insan “Bismillah” dediğinde, sadece bir kelime söylemiş olmaz.
O anda, Rabbin fiilî isimlerinin tecellisini kendine celbeder.
Yani:

Rızk arıyorsa, Rezzâk ismini çağırır.

Bağışlanmak istiyorsa, Gaffâr ismini.

Çözüm bekliyorsa, Fettâh ismini.

Yardım istiyorsa, Nasîr ismini.

“Bismillah” demekle, o işin içine ilahî yardımın, kudretin, rahmetin ruh gibi girmesi sağlanır. Böylece, kulun işi yalnız onun gücüne dayanmaz; Allah’ın kudreti de o işe refakat eder. Bu yüzden:

> “Hiç kimse hiçbir işini Bismillah’sız bırakmasın!”

Bu cümle, sadece tavsiye değil; bir hayat düsturudur. Çünkü Bismillah’sız yapılan işler, kendi sınırlı gücüne mahkûmdur. Ama Bismillah’la yapılan işler, sonsuz kudretin desteğini kazanır.

Modern Hayatın Unuttuğu Şifre: Bismillah

Bugünün insanı teknolojiyi, planlamayı, sistem kurmayı bilir ama unutmuştur:
“Başlarken Allah’ı hatırlamak; işin bereketini, gücün sınırını, başarının kaynağını unutmamaktır.”

Bismillah, aslında insanın haddini bilmesi; her şeyin Allah’tan olduğunu idrak etmesidir. Ama bugünün aklı, Bismillah’sız bir hayatla kibri büyütmüş, acziyetini unutarak kendi gölgesine secde etmeye başlamıştır.

Oysa gerçek özgürlük ve güç, “Bismillah” diyerek teslim olmakta, Allah’ın isimlerini çağırmakta gizlidir. İşte bu teslimiyet, insana korkusuzluk, bereket ve huzur getirir.

Özet

Bediüzzaman’ın açıklamalarına göre, Allah’ın fiilî isimleri (Rezzâk, Gaffâr, Muhyî, Mümît…) mahlûkat üzerindeki ilahî tasarrufların çeşitliliğini ifade eder. Bu çeşitlilik, kudret-i ezeliyenin mevcudata yönelmesinden kaynaklanır. “Bismillah” demek ise bu kudreti, rahmeti ve yardımı kendi işine davet etmek demektir. Bu yüzden her iş “Bismillah” ile başlamalıdır; çünkü Besmele, hem Allah’ın isimlerini harekete geçirir hem de kulun işine manevî bir ruh gibi kuvvet verir. Modern insanın unuttuğu bu şifre, aslında hayatın özüdür: Bismillah demek, Allah’ı işe ortak etmek demektir.

 




Tesettürü Yasaklamak, Aklı ve Vicdanı Susturmaktır

Tesettürü Yasaklamak, Aklı ve Vicdanı Susturmaktır

İnsanlık tarihi boyunca iffet, haya ve mahremiyet duygusu; toplumların ahlaki istikametini belirleyen temel değerlerden biri olmuştur. Bu değerlerin taşıyıcısı ve sembolü ise daima tesettür olmuştur. Ne zaman ki bu değerler yıkıma uğramış, tesettür hor görülmüş, hayasızlık teşvik edilmiş; orada aile dağılmış, toplum çürümüş, nesil ifsat olmuştur. Bugün Kazakistan’da yaşanan peçe yasağı da bu gidişatın yeni ve acı bir halkasıdır.

Başörtüsünden Peçeye: Yasak Zinciri

Kazakistan daha önce okullarda ve kamu dairelerinde başörtüsünü yasaklamıştı. Bu yasak, toplumun inanç değerleriyle devletin seküler dayatması arasında derin bir yarık açmıştı. Şimdi ise bu yarık daha da genişletildi: Peçe, yani yüzü örten tesettür biçimi de doğrudan yasaklandı. Görünürde bir güvenlik bahanesi öne sürülse de, meselenin derininde dine, geleneğe ve kadının vakarına karşı bir rahatsızlık yatmaktadır.

Tıpkı Türkiye’de 28 Şubat döneminde olduğu gibi… Başörtüsü yasaklandığında hedef sadece bir kumaş parçası değildi. Hedef; inançlı kadının görünürlüğü, iffetin kamusal temsili ve tesettürün uyarıcı rolüydü. Çünkü tesettür, sadece kişisel bir tercih değil, aynı zamanda bir vicdan sesi, bir davet, bir itirazdır. Açık saçıklığın normalleştirildiği bir ortamda, örtülü bir kadın bile tek başına bir duruştur. İşte rahatsızlık da buradadır.

Tesettür: Ahlaksızlığa Karşı Bir Seddir

Toplumda iffetin kaybolmasının ilk adımı tesettürün kaldırılmasıdır. Çünkü tesettür:

Bakışları disipline eder, arzuları terbiye eder.

Kadını metalaşmaktan, erkeği de hayvanîleşmekten korur.

Ailenin temeline haya ve güven yerleştirir.

Sapkın arzuların toplumda rahatça gezinmesini engeller.

LGBT ve benzeri sapkın akımların zemin bulmasının önüne geçer.

Bu yüzden tesettür, yalnızca bir kıyafet değil; ahlakın, imanının ve medeniyetin bayrağıdır. O bayrağın indirilmesi, yerine şehvetin, reklamın ve hedonizmin bayrağının dikilmesidir.

Kazakistan Nereye Gidiyor?

Kazakistan yönetiminin peçeyi yasaklaması, sadece bir kılık-kıyafet düzenlemesi değil; bir ahlak ve medeniyet tercihidir. Bu tercihle devlet;

Dini değerleri bastırmayı,

Kadının mahremiyetini yok saymayı,

Batı tipi çıplaklığı teşvik etmeyi,

Ailenin manevi zırhını parçalamayı seçmiştir.

Bu tutum, görünüşte modernlik, özgürlük ve laiklik ambalajıyla sunulsa da; gerçekte bataklığa uzanan bir yolun taşlarıdır.
Türkiye örneği ortadadır: Başörtüsüne yapılan baskılar, LGBT propagandasının meşrulaşmasına kadar uzanmıştır. Ezandan rahatsız olan zihinle tesettürden rahatsız olan zihnin kaynağı birdir: Allah’tan değil, nefisten beslenen bir bakış açısı.

Tesettürü Yasaklamak, Aileyi Yakmaktır

Unutulmamalıdır ki tesettür, sadece bireyin değil, toplumun da namusudur. Tesettür, kadınla erkek arasında helal sınırlarını koruyan bir bariyerdir. O bariyer kalktığında:

Kadın metalaşır,

Erkek sapkınlaşır,

Nesil savrulur,

Aile çözülür.

Bugün tesettürü yasaklayan Kazakistan, yarın zinayı ve eşcinselliği serbest bırakmaya adım atmış olur. Bugün peçeye “karanlık” diyen zihniyet, yarın anneyi, eş olmayı ve mahremiyeti de karanlık olarak damgalar. Aileyi saran bu ateş, sadece tesettürü değil, toplumun istikbalini de yakar.

Bir Davet: Akla ve Vicdana Kulak Verin

Kazakistan yönetimine ve benzeri kararları destekleyenlere çağrımız şudur:
Aklınıza, vicdanınıza ve tarih tecrübenize kulak verin.
Batı’nın yolunu izleyen her toplum; iffetini, huzurunu ve ahiretini yitirmiştir. Eğer gerçekten halkın refahını istiyorsanız; inançlarına, değerlerine ve dinî kimliğine savaş açmak yerine, onların yaşamasına destek olun.

Yoksa bir toplumun çöküşü; ordusuzlukla değil, ahlaksızlıkla başlar.

Özet:

Kazakistan’da peçe yasağı, görünüşte güvenlik gerekçesiyle alınmış gibi görünse de esasen tesettüre, yani dinî, ahlaki ve toplumsal değerlere karşı bir duruştur. Tesettür; sadece bir örtü değil, bir ahlak manifestosudur. Onu yasaklamak; açık saçıklığı, sapıklığı ve aile çözülmesini serbest bırakmak anlamına gelir. Türkiye örneği gibi, tesettürün bastırılması LGBT, fuhuş ve ahlaksızlığın artmasıyla sonuçlanmıştır. Kazakistan bu yasakla aile yapısını, toplumsal huzurunu ve ahiret istikametini tehlikeye atmaktadır. Bu karar, dine ve vicdana karşı bir savaştır. Sonuçları ise ağır olacaktır.

 




Efendimsin Cihanda İtibarım Varsa Sendendir

Efendimsin Cihanda İtibarım Varsa Sendendir
Şeyh Galip (Mehmed Esad Dede Efendi K.s.)

 

Efendimsin, cihânda itibârım varsa, sendendir
Miyân-ı âşıkânda iştihârım varsa, sendendir

Benim feyz-i hayâtım, hâsıl-ı rûh-ı revânımsın
Eğer sermâye-i ömrümde kârım varsa, sendendir

Veren bu sûret-i mevhûme revnâk reng-i hüsnündür
Gülistân-ı hayâlim, nevbâharım varsa, sendendir

Felekden zerre mikdâr olmadım devrinde rencîde
Ger ey mihr-i münîr âh u zârım varsa, sendendir

Senin pervâne-i hicrânınam, sen şem’-i vuslatsın
Be-her şeb hâhiş-i bûs u kenârım varsa, sendendir

Şehîd-i aşkın oldum, lâle-zâr-ı dâğdır sînem
Çerâğ-ı türbetim, şem’-i mezârım varsa, sendendir

Gören sergeştelikde gird-bâd-ı dest zann eyler
Fenâ-ender-fenâyım, her ne varım varsa, sendendir

Niçün âvâre kıldın gevher-i galtânın olmışken
Gönül âyînesinde bir gubârım varsa sendendir

Şafak-tâb eyledin peymânemi hûnâb ile sâkî
Sabâh-ı sohbet-i meyde humarım varsa sendendir

Sanadır ilticâsı Gâlib’in yâ Hazret-i Monlâ,
Başımda bir külâh-ı iftihârım varsa, sendendir

**********

İtibarın Kaynağı: Aşkın ve Nisbetin Hikmeti Üzerine Bir Duruş

“Efendimsin, cihânda itibârım varsa, sendendir…”
İnsanın hayattaki en temel arayışlarından biri, kıymet ve itibar arayışıdır. Ancak bu kıymetin nereden doğduğu, kimden kaynaklandığı ve neyle anlam kazandığı meselesi, çok az kişinin derinlemesine tefekkür ettiği bir sahadır. Şeyh Gâlib’in bu Natında dile gelen hakikat, insanın varlık kıymetini, mahviyetin ve aşkın nazarında izhar eder. İtibar; ne makamla ne mal ile ne de insanların övgüsüyle kaimdir. Asıl itibâr, insanın Rabbine, hakikate ve aşk-ı hakikîye olan nisbetiyle meydana gelir.

Aşkın Kaynağında Fânîliğe Gülümsemek

Şeyh Gâlib’in bu Natında zikrettiği her beyitte, bir “nisbet” ilmi yatar. Kendisindeki güzelliklerin, hayallerin, hayatın feyzinin, hatta itibarın bile bizzat kendisine ait olmadığını itiraf eden bir âşık vardır karşımızda. Bu bir zillet değil; bilakis şereflerin en büyüğüdür. Çünkü kendi varlığını mahveden değil, hakiki kaynağa bağlayan bir fânîliğin şuurudur bu:

> “Benim feyz-i hayâtım, hâsıl-ı rûh-ı revânımsın
Eğer sermâye-i ömrümde kârım varsa, sendendir.”

Yani eğer bu ömür denen sermayede bir kazanç, bir iz bırakabildiyse, o da aşkın, yönelişin ve mensubiyetin bereketidir.

Aynaya Baktığında Görünen Kimdir?

İnsan zaman zaman kendisini büyük görme, kendinden bilme yanılgısına düşer. Lakin Şeyh Gâlib’in, “Gönül âyînesinde bir gubârım varsa, sendendir” beyti, bu gaflet perdesini yırtar niteliktedir. O kadar güzel bir mecaz kurar ki: İnsan kalbi, gönül aynasıdır. Ve bu aynada parlayan her hakikat ışığı, aslında ona yansıyan bir güneşin eseridir. Bu yansıma, aynanın değil, ışığın kıymetidir.

İtibarın En Gerçek Biçimi: Nisbet İle Şeref Bulmak

İnsan kendi başına değerli değildir; değer kazandığı yegâne unsur, neye nisbetli olduğudur. Bir taş, Kâbe duvarında ise mübarek olur. Bir kumaş, sultan kaftanına dikişlenmişse kıymet bulur. Aynı şekilde insan da, eğer bir aşkın, bir yüce hakikatin, bir manevî üstadın, bir ilahî yolun yolcusuysa, işte o zaman itibarlıdır. Aksi hâlde rüzgârda savrulan bir yaprak gibi sahipsiz kalır.

> “Fenâ-ender-fenâyım, her ne varım varsa, sendendir.”
Bu beytiyle Gâlib, tasavvufî bir zirveye ulaşır: Kendi varlığını fânîlik içinde fânî etmiş, mutlak Varlık olan Hakk’a teslim olmuştur. “Varlığım, yokluğum, her şeyim ancak Seninle anlamlıdır.” demektedir.

Şehadet ve Menzil: Aşkın Neticesi

Aşkın sonu şehadettir; ama bu, kanlı bir savaşta değil, kalbin içinde kopan fırtınalarda kazanılan bir şehadettir.

> “Şehîd-i aşkın oldum, lâle-zâr-ı dâğdır sînem
Çerâğ-ı türbetim, şem’-i mezârım varsa, sendendir.”

Sîne bir lâle bahçesi değil, bir dağ olmuşsa, o dağda açan lâlelerin kan kırmızı renkleri, aşk şehadetinin delilidir. Eğer mezarında bir nur yanacaksa, o da aşkın kandilidir.

Son Beyit: Bütün Hamd ve Şeref Ona Aittir

> “Sanadır ilticâsı Gâlib’in yâ Hazret-i Monlâ,
Başımda bir külâh-ı iftihârım varsa, sendendir.”

Nutkun son beyti, tüm bu aşk serencamının zirvesidir. Şair artık nefsini değil, efendisini (manevî mürşidini veya doğrudan Hz. Peygamber’i) iltica makamı yapmış, ona yönelmiş ve iftihar edeceği her şeyi ona bağlamıştır. İnsanın kendi başına gurur duyacak hiçbir şeyi yoktur. Ancak doğru nisbetler, kişiyi şereflendirir. Gerisi aldanıştır.

Özet:

Şeyh Gâlib’in bu derinlikli Natı, insanın hayatındaki tüm kıymetlerin ve itibarın, kendisinden değil, ona nisbetli olduğu hakikatten kaynaklandığını ortaya koyar. Aşk yolculuğunda şair, kendi varlığını fânî kılarak, hakiki varlığın ışığında anlam kazanır. Her başarısını, güzelliğini, itibârını aşkın kaynağına bağlar. Bu, hakikî tevazu ve marifetin en yüksek derecesidir. Zira kıymet, sadece doğru nisbetle meydana gelir. Kendi varlığını değil, ona yöneldiği nuru yüceltenler, hakiki itibara erişir.

 




İman Esasları Etrafında Birleşmek: Tarafgirlikten Hakikate Kaçış

İman Esasları Etrafında Birleşmek: Tarafgirlikten Hakikate Kaçış

“Dâhilde tarafgirane adâvet ve münakaşalara vesile olan füruatı değil belki bütün nev-i beşerin en ehemmiyetli meselesi olan erkân-ı imaniyeyi ve beşerin medar-ı saadeti ve umum İslâm’ın esas ve rabıta-i uhuvveti bulunan Kur’an’ın hakaik-i imaniyesini bulmak ve muhtaçlara buldurmaya hayatımı vakfettim.”
Kastamonu Lâhikası

Bu cümle, sadece bir şahsın yönelişini değil; aynı zamanda İslâm ümmetinin geçirdiği en kritik bir dönemde, yolunu şaşıran ümmete gösterilmiş bir rota, bir irade ve bir şuur pusulasıdır. Bediüzzaman, zamanın fitnesine karşı neyle ve nasıl mücadele edilmesi gerektiğini büyük bir basiretle ortaya koymuş, dağınık, parçalanmış ve ideolojik uçlara savrulmuş zihinlere şu dersi vermiştir:
“Ey insanlar, hakikati arayın, teferruatta boğulmayın!”

  1. Tarafgirliğin Zehri: İman Yerine Kimlik Savaşları

Tarafgirlik; aklı örter, kalbi karartır, hakkı perde eder. Müslümanların en büyük zaaflarından biri, hakikati değil kendi hizbini, cemaatini, meşrebini veya siyasi tarafını savunur hâle gelmeleridir. İşte bu yüzden, asıl düşman dışarıda değil içeride; kalplerdeki tarafgirlik, nefisperestlik ve taassuptur.

Bediüzzaman bu noktada mühim bir ayrım yapar:

> “Ben füruatla (detay meselelerle) değil, imanla meşgulüm.”

Çünkü füruat üzerinden yürüyen her tartışma, bir süre sonra hakikatin değil aidiyetin savaşı hâline gelir. Mezhebî, fıkhî veya siyasî farklılıklar, eğer iman esaslarının üstüne çıkarılırsa, uhuvveti bozar, ittihadı parçalar, marifeti karartır.

  1. Hedef: Bütün İnsanlığı Kuşatacak Bir Kurtuluş Mesajı

Bediüzzaman, yalnız İslâm âlemini değil, bütün beşeriyeti “iman hakikatleri” ekseninde kurtuluşa çağırır. Bu, herhangi bir cemaate, mezhebe veya ideolojiye değil; tevhide ve ahirete dair evrensel hakikatlere çağrıdır. Çünkü iman esasları olmadan hiçbir inşa, hiçbir birlik, hiçbir fazilet ayakta duramaz.

Kur’ân’ın da metodu budur. Mekke döneminde Müslümanlara; fıkıh, siyaset veya savaş değil, Allah’a iman, ahiret, nübüvvet gibi temel hakikatler tebliğ edilmiştir. Bediüzzaman da bu silsilenin bir devamıdır.

> “Erkan-ı imaniye; yani Allah’a, ahirete, meleklere, kitaba, peygamberlere ve kadere iman…”

Bu esaslar, fıtratı uyarır, vicdanı diriltir, aklı terbiye eder. İman varsa ahlâk olur, hukuk olur, huzur olur. İman yoksa en mükemmel sistem bile çürür.

  1. Uhuvvetin Mayası: Hakikatte Birleşmek

> “Umum İslâm’ın esas ve rabıta-i uhuvveti bulunan Kur’ân’ın hakaik-i imaniyesi…”

Ümmetin birliğinin temeli; dil, ırk, coğrafya ya da şekilsel birlik değil; imanın özündeki ortak hakikatlerdir. Bediüzzaman bu yüzden, şekle değil ruha, siyasete değil akideye, taraflara değil tevhide yönelmiştir.

Çünkü hakikatte birleşenler, teferruatta ayrıldığında birbirini kırmaz. Ama hakikatten uzak olanlar, detayda bile kavga eder. Bugün ümmetin yaşadığı parçalanmışlık, farklı görüşlerin olmasıyla değil, ortak iman esaslarında derinleşememesiyle ilgilidir.

  1. Hayatını Vakfetmek: Sözle Değil Hâl ile Mücadele

Bu çağrının arkasında, sadece bir nasihat yoktur. Hayatını imana adayan, sürgünlerde, zehirlenmelerde, hapislerde yılmadan hakikati anlatan bir mücahid vardır. Bediüzzaman, Müslümanları birbirine düşüren siyasî hiziplerin içine girmemiş, kavga yerine hizmet, öfke yerine şefkat, ayrılık yerine uhuvvet tesis etmeye çalışmıştır.

Bu tavır, basit bir “kenara çekilmek” değil; zamanın en büyük cihadı olan imanı kurtarmak ve diriltmek için bir cehd-i mutlaktır.

  1. Zamanın Diliyle Konuşmak: İman Hakikatlerinin Yeni Bir Tezâhürü

Bediüzzaman’ın en büyük hizmetlerinden biri, asırlardır bilinen iman esaslarını, aklî ve ilmî bir muhakemeyle yeniden ifade etmiş olmasıdır. Artık körü körüne inancın değil; hikmetli, delilli ve kalbi tatmin eden bir iman dersine ihtiyaç vardır. Bu nedenle o, “marifet-i ilâhiyeye” dayalı, fen ve felsefeyle yüzleşen bir tebliğ yöntemi geliştirmiştir.

Özet:

Bediüzzaman’ın “füruat değil, iman esasları” vurgusu; ümmeti parçalayan tarafgirliklere karşı, iman merkezli bir birlik ve kurtuluş çağrısıdır. Bu yaklaşım, dinin özüne dönmeyi, kardeşliği iman ortak paydasında inşa etmeyi ve iman hakikatlerini zamanın diliyle insanlığa sunmayı hedefler. Tartışma değil tebliğ, ayrışma değil vahdet, şekil değil öz esastır. Çünkü asıl mesele; beşeri kurtaracak olan imanın nurlu hakikatleridir.

 




Adavetin Yerine Muhabbet: Zamanın Emrini Okuyan Bir Basiret

Adavetin Yerine Muhabbet: Zamanın Emrini Okuyan Bir Basiret

“Hattâ değil Müslümanlarla belki dindar Hristiyanlarla dahi dost olup adâveti bırakmaya çalışıyorum. Harb-i Umumî ve komünizm altındaki anarşistlik tehlike ve tahribatlarının lisan-ı haliyle dünya fânidir, firaklarla doludur.”
Kastamonu Lâhikası

“Bediüzzaman Said Nursî’nin Kastamonu Lâhikası’nda geçen bu cümle, sadece Müslümanlara değil, din duygusunu kaybetmemiş tüm insanlara hitap eden yüksek bir basiret ve feraset örneğidir. Bu ifadede, zamanın en büyük düşmanının artık “din farkı” değil, dinsizlik, yani anlam boşluğu, ahlaksızlık, anarşi ve kaosa dayalı bir varlık tasavvuru olduğu beyan edilmektedir.

  1. Dinî ve İtikadî Açıdan Yaklaşım: Temel Ayrımları Korumakla Birlikte Muhabbete Alan Açmak

Bu çağrı, itikadî anlamda bir taviz ya da dînî sınırların silikleştirilmesi anlamına gelmez. Bediüzzaman, Kur’ân’ın “Sizin dininiz size, benim dinim bana” (Kâfirûn, 6) ayetinden hareketle her dinin kendine ait bir hakikat tasavvuru olduğunu ve İslâm’ın bu noktada tavizsiz olduğunu vurgular. Ancak bu, sosyal ilişki düzeyinde adaveti farz görmek anlamına da gelmez.

Kur’ân’da ahlakî münasebetler, inanç farklılığına rağmen mümkündür:

> “Allah, din hususunda sizinle savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayan kimselere iyilik yapmanızı ve onlara adil davranmanızı yasaklamaz.” (Mümtehine, 8)

Bu ayet, din farkı ile düşmanlık arasında bir zorunluluk ilişkisi olmadığını açıkça ortaya koyar. Dolayısıyla, Bediüzzaman’ın bu çağrısı, Kur’ân’ın bu ruhuna uygun şekilde itikadî çizgiyi muhafaza eden ama sosyal çatışmaya düşmeyen bir muhabbet politikasıdır.

  1. Ulemâ Nezdindeki Yorumlar: Zamanın Fitnesine Göre İçtihat

İslam uleması, “fitne zamanlarında” alınacak tavırları makâsıd-ı şer’iyye (din, can, akıl, mal ve nesil emniyeti) ölçüleriyle değerlendirmiştir. Bediüzzaman, tam da bu noktada, zamanın anarşist-komünist tehdidini İslâmî değerleri topyekûn yok etmeye çalışan bir yıkım hareketi olarak tahlil etmiş ve bu tehlike karşısında, “ortak manevî paydası olan herkesle barış ve işbirliği” prensibini geliştirmiştir.

Bu tavır, klasik ulema içinde İmam Gazâlî, Fahreddin Râzî, Şâtibî gibi makasıd eksenli düşünen âlimlerin yaklaşımıyla örtüşmektedir. Bu anlayışta “en az zararla dinin muhafazası” esastır.

  1. Getiri ve Götürüler:

Getiriler:

İç barışı temin eder. Dinlerarası savaşlar yerine ortak ahlâkî zeminde uzlaşı arar.

İslâm’ın evrensel rahmet yönünü gösterir. Dinleri inkâr etmeyen ama onların müntesiplerine şefkatle yaklaşan bir İslâm anlayışı öne çıkar.

Anarşiye karşı birlik sağlar. Komünizm gibi dinsiz ideolojilere karşı ortak bir direniş hattı oluşturur.

Müslümanların meşrû müdafaa zeminini güçlendirir. Zulmü önlemek için adalet cephesinde genişleme imkânı tanır.

Götürüler (Muhtemel Riskler):

Yanlış anlaşılma riski taşır. Yüzeysel bakan bazı kişiler bu yaklaşımı “tevhidi sulandırmak” olarak değerlendirebilir.

İtikadî sınırlar unutulursa tehlikeli sonuçlar doğurabilir. Sınırlar belirsizleşirse muhabbet politikası bir zaafa dönüşebilir.

Siyasal araçsallaştırma riski vardır. Bazı çevreler bu yaklaşımı “hoşgörü propagandası” gibi kullanıp İslâm’ın cihad ve şeair boyutunu törpülemeye çalışabilir.

Ancak Bediüzzaman’ın vurgusu, ne sevgide körlük, ne de nefreti kutsamak üzerinedir. O, çağını tanıyan, düşmanını bilen ve buna göre stratejik ahlâk geliştiren bir duruşun temsilcisidir.

Hikmetli ve Düşündürücü Bir Gerçek:

Eğer dünya, “inançsızlık” üzerinden kıyamete sürükleniyorsa, inananların birbiriyle didişmek yerine aynı gemide olduklarını fark etmeleri gerekir. Bediüzzaman’ın bu çağrısı, zamanın ihtiyacını okuyan bir basiret manifestosudur.

Bu çağrı:

Barışa çağırır, teslimiyete değil.

Muhabbete davet eder, inancı değiştirmeye değil.

Birlik arar, benzeşme değil.

Özet:

Bediüzzaman’ın “dindar Hristiyanlarla dahi dost olmaya çalışıyorum” şeklindeki yaklaşımı, itikadî çizgiyi bozmadan, düşmanlığa değil muhabbete dayalı bir sosyal duruş teklif eder. Bu yaklaşım, Kur’ân’ın rahmet ve adalet ilkeleriyle uyumlu, zamanın anarşist ve dinsiz tehditlerine karşı stratejik bir ittifak fikridir. Ulema nezdinde de bu tür dönemsel içtihatlar makbul görülmüş, maslahat ve zaruret dengesiyle şekillendirilmiştir. Getirisi yüksek, götürüsü ise basiret ve dikkatle minimize edilebilecek niteliktedir. Bu çağrı, bir hoşgörü söylemi değil, bir varoluş savunmasıdır.

 




Hakikat Bizim Sırtımızı Yasladığımız Dağdır: Müslümanın Yalanda Yeri Yoktur

Hakikat Bizim Sırtımızı Yasladığımız Dağdır: Müslümanın Yalanda Yeri Yoktur

> “Biz ki hakikî Müslümanız. Aldanırız; fakat aldatmayız. Bir hayat için yalana tenezzül etmeyiz. Zira biliyoruz ki: اِنَّمَا الْحِيلَةُ فٖى تَرْكِ الْحِيَلِ – Hileden kurtulmanın hilesi, hileyi terk etmektir. Tebeddül-ü esmâ ile hakâik tebeddül etmez.”
– Bediüzzaman Said Nursî, Divan-ı Harb-i Örfî

Hakikî Müslüman: Aldanabilir, Ama Aldatamaz

Bu cümle, sadece bir şahsî duruşu değil, aynı zamanda İslâm ahlâkının omurgasını ilan eder: Doğruluk.
Bir Müslüman, düşebilir, yanılabilir, hatta kandırılabilir. Fakat yalanı meslek edinemez. Aldatma onun mizacında yer bulamaz. Çünkü onun kalbinde “Sıdk” yerleşmiştir. Bediüzzaman’ın bu ifadeleri, İslam ahlâkının temelini oluşturan “emanet, sadakat, sıdk ve ihlas” kavramlarını adeta tek cümlede özetlemektedir.

Dünyada bugün her şeyin pazarlanabilir hâle geldiği, kelimelerin mânâsızlaştığı, yalanın meşrulaştığı bir çağda yaşıyoruz. Hatta “hakikat ötesi” denilen bir dönemden bahsediliyor: Gerçekler değil, algılar hâkim kılınıyor. İşte bu çağda Müslüman’a düşen en büyük sorumluluk; hakikati olduğu gibi söylemek ve yaşamaktır. Çünkü Müslüman, hakikatin temsilcisidir.

> “Doğru sözlü olun. Zira doğruluk hayra, hayır da cennete götürür…”
(Buhârî, Edeb 69)

Bir Hayat İçin Yalana Tenezzül Edilmez

Birçok insan, menfaat uğruna gerçeği eğip büker. Hayatını korumak, malını kazanmak, mevki elde etmek için yalana başvurur. Oysa Bediüzzaman diyor ki:
“Bir hayat için yalana tenezzül etmeyiz.”
Bu söz, imanın izzetini, ahlâkın vakarını temsil eder. Çünkü Müslüman bilir ki; yalanla kurtulunan bir hayat, aslında helakın başlangıcıdır.

Bugün pek çok siyasi, ekonomik ve toplumsal yapı; hile, sahtekârlık ve manipülasyon üzerine kurulmuştur. Hatta bazı çevrelerde “başarının yolu yalandan geçer” zannedilmektedir. Fakat Müslüman, bu bataklığa bulaşmaz. O bilir ki:

> اِنَّمَا الْحِيلَةُ فٖى تَرْكِ الْحِيَلِ
(Hileden kurtulmanın hilesi, hileyi terk etmektir.)

Bu ne büyük bir veciz sözdür! Yani akıllılık hileyle değil, doğrulukla olur. Gerçek maharet, yalanla kıvırmakta değil, dosdoğru olmaktadır.

İsimler Değişse de Hakikat Değişmez

Zamanın değişmesi, isimlerin süslenmesi, etiketlerin çoğalması hakikatin özünü değiştirmez.
“Tebeddül-ü esmâ ile hakâik tebeddül etmez.”
Yani bir nesneye başka bir isim takmak, onun özünü değiştirmez.

Bugün “özgürlük” diyerek ahlâksızlığı, “sanat” diyerek hakareti, “özgür basın” diyerek yalanı, “modernlik” diyerek köksüzlüğü meşrulaştırmaya çalışan bir zihniyet var. Fakat isimler ne kadar değişirse değişsin, yalan yine yalandır, haram yine haramdır, hakikat yine hakikattir.

Bir topluma “faiz”i “finansal özgürlük”, “zina”yı “bireysel tercih”, “yalan haber”i “görüş beyanı” olarak sunmak; yalnızca isim oyunudur. Ama isim değişince hakikat değişmez.
İslâm ahlâkı, şekil değil; özdür. Görüntü değil; gerçektir.

Müslüman’ın Ahlâkı Devletin Temelidir

Bediüzzaman’ın bu ifadeleri, sadece ferdî ahlâk için değil, toplumun tüm yapısı için de geçerlidir. Bir ülke; hakikati eğip büken yalanla, hileyle, sahte hukukla yönetiliyorsa orada sadece adalet değil, huzur da çöker.
Müslüman bir idarecinin veya toplumun her bir ferdi şunu bilmelidir:
Yalancının düzeni olmaz. Hilenin sonu hüsrandır. Hakikat ise ne kadar acı olsa da şifadır.

Özet

Bediüzzaman’ın Divan-ı Harb-i Örfî’deki bu sözü, İslam ahlâkının temel taşlarını özetler: Müslüman aldanabilir ama aldatmaz; bir hayat için bile yalana başvurmaz. Gerçek mümin, doğrulukla yaşar, hileyle kurtuluş aramaz. “Hileden kurtulmanın hilesi, hileyi terk etmektir” sözüyle hakikate sımsıkı sarılır. Günümüzde kelimelerin maskelendiği, hakikatlerin bozulduğu bir çağda, Müslüman’ın görevi; hakikati değiştirmeden yaşamak ve yaşatmaktır. Çünkü isimler değişse de hakikat değişmez. Ve bu hakikat, İslâm’ın özüdür.

 




Şeriat: Saadetin ve Adaletin Hakikati

Şeriat: Saadetin ve Adaletin Hakikati

“Bidâyetlerde herkesten sual olunduğu gibi, Divan-ı Harp’te bana da sual ettiler: “Sen de şeriatı istemişsin?”

   Dedim: Şeriatın bir hakikatına, bin ruhum olsa feda etmeğe hazırım! Zira şeriat, sebeb-i saadet ve adalet-i mahz ve fazilettir. Fakat ihtilâlcilerin isteyişi gibi değil…”
Divan-ı Harb-i Örfî

Bediüzzaman Said Nursî, Divan-ı Harb-i Örfî’de mahkeme huzurunda kendisine yöneltilen “Sen de şeriatı istemişsin?” sorusuna, çağları aşan bir vakar ve iman vecdiyle şöyle karşılık verir:

> “Şeriatın bir hakikatına, bin ruhum olsa feda etmeye hazırım! Zira şeriat, sebeb-i saadet ve adalet-i mahz ve fazilettir. Fakat ihtilâlcilerin isteyişi gibi değil.”

Bu cümle, sadece bir savunma değildir; aynı zamanda hakikatin, adaletin ve faziletin bir manifestosudur. Şeriatı salt bir siyasal sistem olarak değil, hayatın tüm alanlarını kuşatan bir hakikat olarak anlamayanlar, onu ya korkulacak bir hayalet gibi görmüş ya da çıkarlarına göre araçsallaştırmıştır. Oysa Bediüzzaman’ın işaret ettiği şeriat, sadece cezalandırıcı bir kanun değil, aynı zamanda merhamet, adalet ve toplumun ıslahı için gönderilmiş ilahî bir nizamdır.

Şeriat Nedir, Ne Değildir?

Şeriat, Kur’ân ve sünnete dayanan ilahî bir sistemdir. Hem bireyin kalbini, hem toplumun düzenini inşa eder. Sadece ceza hukuku değil; ticaret, ahlak, ibadet, muamelat ve aile hayatını da içine alan kapsayıcı bir hayat nizamıdır. Onun gayesi:

Aklı korumak,

Nesli muhafaza etmek,

Dini özgürlükle yaşatmak,

Malı ve canı güvence altına almak,

Adaleti tesis etmek ve zulmü kaldırmaktır.

Ne var ki tarih boyunca, bazı zalimler şeriatı kendi zorbalıklarına perde, bazı bozguncular da onu bir ihtilal aracı gibi kullanmaya kalkmışlardır. Bediüzzaman bu noktada çok net bir ayrım yapar: “Fakat ihtilâlcilerin isteyişi gibi değil.” Yani şeriat bir adalet ve saadet sistemi olarak kutsaldır; ama onu zulmün veya anarşinin malzemesi yapmak, hakikate ihanet etmektir.

Adalet-i Mahz ve Şeriat

Bediüzzaman’ın sıkça vurguladığı “adalet-i mahz” (katıksız adalet), bireysel hak ve hukukun tam anlamıyla gözetildiği bir adalettir. Bir ferdin hakkı, milyonların menfaati için feda edilemez. Bu, modern demokrasilerin bile tam sağlayamadığı, Kur’ân merkezli bir adalet anlayışıdır.

Bugün, hukuk sistemlerinin çoğu “çoğunluk yararına azınlık fedadır” şeklinde işlerken; şeriat, “masum bir ferdin hakkı tüm toplumdan üstündür” der. İşte bu, Bediüzzaman’ın “şeriat, adalet-i mahzdır” diyerek altını çizdiği noktadır. Gerçek şeriat; hukukun üstünlüğü, merhametin yaygınlığı ve hakkın hâkimiyeti demektir.

Şeriatın Ruhu: Ahlak ve Fazilet

Şeriat yalnızca bir kanunlar bütünü değildir. Onun ruhu ahlak ve fazilettir. İmanla beslenen kalplerin davranışlarına yön veren bir maneviyat sistemidir. Bediüzzaman’ın ifadesiyle:

> “Zira şeriat, sebeb-i saadet ve adalet-i mahz ve fazilettir.”

Bu üç kelime, şeriatın bütün yönlerini içine alır:

Saadet: Bireyin ve toplumun iç huzuru, manevî ve dünyevî mutluluğu,

Adalet: Haklının hakkını koruyan, mazlumun yanında duran sistem,

Fazilet: İnsanları alçaltan değil, yücelten, onları içten temizleyen ahlak yapısı.

Bugün bu üç kavram da yozlaşmış ya da içi boşaltılmış durumdadır. Şeriat ise bu kavramları, sadece ideal olarak değil, uygulanabilir bir hakikat olarak bize sunar.

Zorbalıkla Değil, İkna ile Yaşatılır

Tarihte yapılan yanlışlar, aslında şeriatı değil; kendi heva ve heveslerini dayatmışlardır. Gerçek şeriat, ancak hikmetle, güzel öğütle ve merhametle anlatılarak, yaşatılarak toplumda makes bulur. Bediüzzaman, işte bu noktada devrimci değil; ıslah edici, kalp merkezli ve tebliğci bir şeriat anlayışını savunur.

Onun mahkemede haykırdığı söz, bir meydan okuma değil; bir ruhun en samimi şahididir:

> “Şeriatın bir hakikatına bin ruhum olsa feda ederim!”

Bu bir tehdit değil; bir sevda, bir sadakat, bir teslimiyettir. O teslimiyet ki, zorbaların baskısına rağmen eğilmez, hakikati haykırmaktan geri durmaz.

Özet

Bediüzzaman’ın Divan-ı Harb-i Örfî’deki savunması, şeriatı anlamada önemli bir pusuladır. Ona göre şeriat; adaletin, saadetin ve faziletin ilahî kaynağıdır. Ancak bu şeriat; ihtilal, zorbalık ve dayatma yoluyla değil; iman, hikmet ve ikna ile yaşatılmalıdır. Şeriat bir korku sistemi değil, bir huzur ve hukuk düzenidir. Adalet-i mahz ile bireyin hakkını, fazilet ile toplumun ruhunu yücelten, saadet ile insanı dünya ve ahiret mutluluğuna götüren bir hayat nizamıdır. Bediüzzaman’ın bu uğurdaki kararlılığı, bugüne bir çağrıdır: Hakikate teslimiyet, fazilete davet, adalete sadakat.

 




Hakiki Hekimlik: Şifayı Veren Kudreti Tanımak

Hakiki Hekimlik: Şifayı Veren Kudreti Tanımak

“Hakikat nazarında herkesten ziyade hasta olan, maddî ve gafil doktorlardır. Eğer eczahane-i kudsiye-i Kur’aniyeden tiryak-misal imanî ilaçları alabilseler hem kendi hastalıklarını hem beşeriyetin yaralarını tedavi ederler.
Hem bilirsin, meyus ve ümitsiz bir hastaya manevî bir teselli, bazen bin ilaçtan daha ziyade nâfi’dir. Halbuki tabiat bataklığında boğulmuş bir tabip, o bîçare marîzin elîm yeisine bir zulmet daha katar. İnşâallah bu intibahın seni öyle bîçarelere medar-ı teselli eder, nurlu bir tabip yapar.”
Barla Lâhikası

Tıp, insanlık tarihinin en kadim ilimlerinden biridir. Hastalığı teşhis etmek, acıyı dindirmek ve ömrü uzatmak gibi ulvî bir gayeye hizmet eder. Ne var ki zamanla bu yüce meslek, kaynağından uzaklaştırılmış; sadece bedenle sınırlı, maneviyattan kopuk bir alana dönüşmüştür.

İşte Bediüzzaman Said Nursî, bu noktaya parmak basar ve şöyle der:

> “Hakikat nazarında herkesten ziyade hasta olan, maddî ve gafil doktorlardır.”

Bu ifade, yalnızca doktorları yeren bir tenkit değil; aynı zamanda bir ikaz, bir irşad, hatta bir teklif-i ıslahtır. Asıl mesele, sadece hastayı değil, doktoru da şifaya ulaştırmaktır. Çünkü hakiki şifa, sadece ilaçta değil; kalpte, imana dayalı bir bakışta, ümide açılan pencerede yatar.

Modern Tıp: Maddeye Kilitli Şifa Arayışı

Modern tıbbın dayandığı paradigma, çoğunlukla materyalisttir. İnsan sadece bedenden ibaret görülür. Ruh, vicdan, dua, tevekkül gibi derin manevî unsurlar ya göz ardı edilir ya da ilgisiz addedilir. Hastalığın kökü, çoğu zaman sadece kimyasal veya hücresel sebeplere bağlanır. Oysa insan sadece bir et yığını değildir. Kalbi vardır, ruhu vardır, ümide, sevgiye, teselliye ihtiyacı vardır.

Bu yüzden Bediüzzaman şöyle der:

> “Eğer eczahane-i kudsiye-i Kur’aniyeden tiryak-misal imanî ilaçları alabilseler hem kendi hastalıklarını hem beşeriyetin yaralarını tedavi ederler.”

Kur’an’ın şifa olarak tanıttığı imanî hakikatler, sadece ölüm korkusunu değil; hastalık korkusunu da giderir. Sadece kalbi değil, bedeni de rahatlatır. Çünkü ruh huzur bulmadan beden şifa bulmaz.

Teselli: İlacın Ötesindeki Şifa

Bazen bir bakış, bir dua, bir nasihat bin reçeteden daha faydalı olabilir. Ağır hastalık geçiren nice insan, doktorunun güler yüzüyle hayata tutunmuştur. Umut aşılayan bir söz, kanser hücresini silemeyebilir ama ruhun çökmüşlüğünü kaldırabilir. İşte bu yüzden Bediüzzaman şöyle der:

> “Meyus ve ümitsiz bir hastaya manevî bir teselli, bazen bin ilaçtan daha ziyade nâfi’dir.”

Doktor, sadece ilaç veren değil; hastaya teselli veren, ümitsizliğin karanlığında bir ışık yakan, şifaya dua ve hikmetle yaklaşan kişidir. Ruhun marazı tedavi edilmeden bedenin rahatı kalıcı olmaz.

Maneviyattan Uzak Hekimlik: Şifanın Önüne Geçen Bir Engel

Eğer doktor, “tabiat bataklığı”na saplanmışsa, yani her şeyi sebeplerle açıklamaya çalışıyor; şifayı sadece maddede arıyor, hastalığı kaderden kopuk değerlendiriyorsa, bu durumda hastanın ruhuna da karanlık katar. Hastalık karşısında:

“Bu da geçer ya Hû” diyemez.

“Allah dilerse şifa verir” diyemez.

“Bu hastalık sana belki de ebedî bir kazanç sağlayacak” diyemez.

O hâlde şifanın sadece ilaca, operasyona veya proteine bağlanması, hem hastayı hem doktoru madde içinde boğar. Oysa şifa, çoğu zaman Allah’ın bir ihsanı, bir lütfu, bir rahmetidir. Doktor sadece bir vesiledir. İlacı yaratan da, şifayı halk eden de Allah’tır.

Nurlu Tabipler: Maneviyatla Aydınlanan Hekimler

Bediüzzaman’ın duası ve temennisiyle biten şu cümle çok anlamlıdır:

> “İnşâallah bu intibahın seni öyle bîçarelere medar-ı teselli eder, nurlu bir tabip yapar.”

Nurlu tabip kimdir?

Maneviyata inanan,

Hastanın sadece bedenine değil kalbine de temas eden,

Şifanın Allah’tan geldiğine inanan,

İlmiyle duayı, ilaçla teselliyi birlikte sunan kişidir.

Bu anlayış, modern tıbbı dışlamak değil; onu Kur’ân’ın rehberliğinde tamamlamak, derinleştirmek, ruhla bütünleştirmek anlamına gelir.

Sonuç: Tıbbın Ruhu İmandadır

Gerçek doktorluk; sadece hastalıkla savaşmak değil, hastaya huzur vermek, onu yalnızlıktan ve karanlıktan kurtarmaktır. Bu ise ancak imanla, dua ile, Kur’an’dan alınan nurlu reçetelerle olur. Bediüzzaman’ın ifadesiyle, modern tıp “ecza”yı verir; ama Kur’an “teselli”yi. Her ikisi birleşirse hem beden hem ruh şifa bulur.

Özet:

Bu makalede, Bediüzzaman Said Nursî’nin Barla Lâhikası’ndan alınan bir bölüm ışığında, modern tıbbın manevi boyutla bütünleşmesi gerektiği anlatılmıştır. Maddî ve gaflet içinde yaşayan doktorlar, asıl şifayı ihmal etmektedir. Oysa imanî hakikatler, hem doktoru hem hastayı iyileştiren esas ilaçlardır. Umutsuz bir hastaya verilen teselli, çoğu zaman maddî ilaçlardan daha etkilidir. Gerçek hekimlik, sadece bedenin değil; ruhun da tedavisidir. Şifa, Allah’tandır; doktor ise sadece bir vesiledir.

 




Vahdetin Gücü: Birlikten Gelen Hayat

Vahdetin Gücü: Birlikten Gelen Hayat

“Hayat, vahdet ve ittihadın neticesidir. İmtizaçkârane ittihat gittiği vakit, manevî hayat da gider. 

وَلَا تَنَازَعُوا فَتَفْشَلُوا وَ تَذْهَبَ رٖيحُكُمْ

işaret ettiği gibi tesanüd bozulsa cemaatin tadı kaçar.”
Barla Lâhikası

Hayat, yalnızca biyolojik bir süreç değildir. Gerçek hayat, insanın manevî yönüyle, duygusal ve zihinsel derinliğiyle şekillenir. Bu hayat, bir bütünlük içinde, bir arada hareket eden insanların oluşturduğu kolektif bir kuvvetle anlam kazanır. Vahdet, bu hayatın temel kaynağıdır; bir araya gelmenin, bir olmaktan doğan güçlü bir manevi bağdır.

Bediüzzaman Said Nursî, Barla Lâhikası’nda bu hakikati şu şekilde ifade eder:

> “Hayat, vahdet ve ittihadın neticesidir. İmtizaçkârane ittihat gittiği vakit, manevî hayat da gider.”

Burada bahsedilen vahdet (birlik) ve ittihad (birleşme), yalnızca bireysel anlamda değil, toplumsal düzeyde de hayatın mayasıdır. Bu, sadece maddi değil, manevi bir durumdur. Toplumların, milletlerin, insanlık tarihinin en büyük gücü, birliğinden doğar. Birlik bozulursa, hayat da zayıflar.

Vahdetin Gücü: Birleşen Kalpler, Kuvvetli Toplumlar

İnsanın en temel ihtiyaçlarından biri, birlik duygusudur. İnsan, yalnızca varlık olarak değil, sosyal bir varlık olarak hayat bulur. Toplumlar, bir araya gelerek bir bütün oluştururlar. Bu birlik, mânâî bir bağdır; bir araya gelen kalplerin oluşturduğu bir kuvvet alanıdır. İslam tarihinde de bu birlik, toplumun manevî gücünü oluşturmuş, büyük medeniyetlerin temelleri de burada atılmıştır.

İslam’ın emirlerinden biri olan “Tesanüd” (yardımlaşma ve dayanışma) da bu birliğin özüdür. Ancak bu birlik, sadece bir grup insanın bir arada bulunması değil, aynı zamanda onların ruhsal, ahlâkî ve manevi bir uyum içinde olmalarıdır. Bir toplumun gerçek gücü, fikir birliği ve moral birliğinden doğar. Birlik güçlüyse, toplum da güçlüdür.

Vahdetin Bozulması: Dağılma ve Zayıflama

Bediüzzaman Said Nursî, “İmtizaçkârane ittihat” (güçlü birleşme) bozulduğu takdirde, manevî hayatın kaybolacağını söyler. İttihat ve vahdetin zayıfladığı her an, toplumun içindeki manevi kuvvet de aşındığından, bireylerin ruhsal güçleri de düşer. Bunun anlamı şudur:

> “وَلَا تَنَازَعُوا فَتَفْشَلُوا وَ تَذْهَبَ رِيحُكُمْ” (Âl-i İmrân, 3:103)
“Birbirinizle çekişmeyin, sonra başarısız olur ve rüzgârınız (gücünüz) gider.”

Burada vurgulanan, birliğin bozulması sonucu meydana gelen zaaf ve zayıflamadır. İnsanlar arasındaki çekişme, ayrılıklar, fikir çatışmaları toplumu sarsar, iç huzuru bozar. Bu, bir arada olmanın, birlikte hareket etmenin manevî gücünü kaybetmek demektir. Her birey, birliğin temeliyle bağlandığı sürece güçlüdür; fakat bu bağ kırıldığında, bireysel güç de zayıflar.

Birliğin Bozulmasının Toplum Üzerindeki Etkileri

  1. Toplumsal Çöküş: Bir toplumun manevî temelleri, birliğin sağlamlığına bağlıdır. İttihad bozulduğunda, iç huzur bozulur. Toplumda güven kaybolur, insanlar arasındaki dayanışma dağılır. Zamanla, toplumsal huzursuzluk, çöküş ve dağılma başlar.
  2. Bireysel Zayıflama: Birlikten doğan kuvvet, aynı zamanda bireylerin güç kaynağıdır. Toplumdan kopan, ayrışan bireylerin, manevi gücü de azalmaya başlar. Sonunda, bu zayıflama hem toplumun hem de bireylerin varlıklarında belirgin hale gelir.
  3. Kültürel Bozulma: Bir toplumda birlik bozulduğunda, kültürel değerler de kaybolur. İnsanın manevi birliği, kültürel bağların da devamını sağlar. Bu birliğin zayıflaması, kültürel erozyona yol açar, geçmişin mirası kaybolur.
  4. Felsefi ve İdeolojik Ayrışmalar: Birlikten kopmuş toplumlar, kendi içlerinde farklı ideolojik çatışmalar yaşar. Felsefi ayrılıklar, toplumu parçalar. Bu durum, toplumu zayıflatan bir diğer etkendir.

Birliği Korumanın Yolu: Maneviyat, İttihad ve Tesanüd

İttihadın, sadece fiziksel değil, manevi bir birleşme olduğu unutulmamalıdır. Bediüzzaman Said Nursî’nin işaret ettiği gibi, gerçek bir birlik, müminlerin kalplerinin birleşmesidir. Bir toplumun güçlenmesi, yalnızca onun dış yapısal birleşmesinden değil, manevi yapısının da kuvvetli olmasından geçer.

Birliği korumak için:

Fikir birliği: Ortak idealler etrafında birleşmek.

Manevî bağlar: Birlik, manevi anlamda da derinleştirilmelidir. Dua, zikir, ortak ibadetler bu birliği pekiştirebilir.

Özveri ve dayanışma: Her birey, toplumun genel menfaatini kendi menfaatinin önünde tutmalıdır.

Egoizmden uzaklaşma: Ayrılıklar, egolar yüzünden büyür. Birlik, egoların bir kenara bırakılmasıyla sağlanır.

Sonuç:

Hayatın kaynağı, vahdet ve ittihaddır. Bu iki kavramın zayıflaması, sadece bireylerin değil, bütün toplumların manevî gücünü yok eder. İttihat gittiği zaman, manevî hayat da kaybolur. Toplumlar, güçlü bir birlikle yükselir; dağılmak ve ayrılmak ise onları zayıf kılar. Birlik, güçtür; parçalanmak ise zayıflıktır. Aynı zamanda, her birey, toplumun bir parçası olarak kendi gücünü de kazanır.

İman, birlik ve dayanışma temelinde şekillenen güçlü toplumlar, sadece fiziksel değil, manevi olarak da sağlıklı olur. Bu sebeple, herkesin görevi, toplumsal birliği korumak, maneviyatı güçlendirmektir.

Özet:

Bu makalede, Bediüzzaman Said Nursî’nin Barla Lâhikası’nda geçen “hayat, vahdet ve ittihadın neticesidir” ifadesi üzerine bir değerlendirme yapılmıştır. Vahdet ve ittihat, sadece bireysel değil, toplumsal hayatta da manevî gücün kaynağıdır. Birlik bozulduğunda, toplumun gücü ve huzuru kaybolur. Bu sebeple, birlik ve dayanışmayı korumak, toplumları sadece fiziksel değil, manevi olarak da güçlendirir.

 




Tac Edilen İz: Bir Padişahın Secdeli Aşkı

Tac Edilen İz: Bir Padişahın Secdeli Aşkı

Nola Tacım Gibi Başımda Götürsem Daim
Nutuk sahibi: Ahmedî (Sultan I. Ahmed Han)

Nola tacım gibi başımda götürsem daim
Kadem-i nakşını/resmini ol Hazret-i Şâh-ı Rusûlün
Gül-i gülzâr-ı Nübüvvet o kadem sahibidir
Ahmedî durma yüzün sür Kademine o Gülün

*******

> Nola tâcım gibi başımda götürsem dâim
Kadem-i nakşını ol Hazret-i Şâh-ı Rusûl’ün

Bu beyit, bir padişahın saltanatını değil, aşkını öne çıkardığı yerdir. Bu sözler, sıradan bir şairin değil; Osmanlı tahtında oturan bir sultanın, I. Ahmed Han’ın, yani Sultanahmet Camii’nin banisinin, iman ve tevazu ile dolu bir kalbinin ilticâsıdır.

Padişah, tacı başından çıkarıp Resûlullah’ın mübarek ayağının izini, başının üstünde taşımak istiyor. Çünkü onun nazarında iz bile izzettir. Çünkü:

Bir mü’minin kıymeti, kime tâbi olduğuyla ölçülür.

Bir hükümdarın şerefi, hangi izde yürüdüğüyle belli olur.

Saltanatın Değil, İtaatin Sembolü: Kadem-i Şerif

Osmanlı sarayında “Kadem-i Şerif”e duyulan muhabbet öylesine güçlüdür ki, Hz. Peygamber’in (s.a.v.) ayak izinin taş veya deri üzerine düşen nakşına bile en değerli emanet muamelesi yapılır. Çünkü bu, yalnızca bir iz değil; insanlık tarihinin yürüdüğü en doğru yolun işaretidir.

  1. Ahmed Han’ın şuurlu bakışıyla şunu öğreniyoruz:

En büyük saltanat, Resûlullah’a tâbi olmaktır.

En şerefli iz, onun izidir.

Başa layık en yüce süs, ayağının nakşıdır.

Bir Gül ki Gülzâr-ı Nübüvvetin Ta Kendisi

> Gül-i gülzâr-ı nübüvvet o kadem sahibidir
Ahmedî durma yüzün sür kademine o Gülün

Burada Hz. Peygamber (s.a.v.), gül bahçesinin en nadide çiçeği, hatta o bahçenin kendisi olarak tarif edilmiştir. O’nun adı geçtiğinde cihanın gülü solarken, gönül gülü açar. Bu ifadede:

Hem edebî letafet,

Hem imanî hassasiyet,

Hem de tasavvufî bir vecd iç içedir.

Ahmedî mahlasını kullanan Sultan, aslında bu beyitte kendine hitap etmiyor; her inanana sesleniyor:

> “Durma, sen de yüzünü sür! O’nun izine bağlı kal. Onun yolunda yürümek, cihanı sultan yapar.”

Saraylarda Değil, Secdelerde Büyüyen Bir Hükümdar

Bu beyit bize, makamın değil, imanın büyüttüğü bir hükümdarı gösterir. Zira I. Ahmed, saltanatını değil, teslimiyetini yüceltiyor. Şöyle demek istiyor adeta:

Ey ümmet! Resûlullah’ın ayak izine hürmet etmek, insanı hem dünyada sultan, hem ahirette saadetli eder.

Ona yönelmek, en büyük tâçtır; ondan yüz çevirmek, en büyük iflastır.

Özet

Sultan I. Ahmed Han’ın “Kadem-i Şerif” üzerine yazdığı beyit, bir Osmanlı padişahının iman, tevazu ve aşk ile yoğrulmuş gönlünü gözler önüne serer. Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) mübarek ayak izini, başında tâc gibi taşımak isteyen bu sözler; bize gerçek izzetin, itaatte olduğunu öğretir. Bu naif ve derin mısralar, İslam tarihindeki pek az beyitte rastlanan bir sultanın Resûl’e kul olma şuurunun ifadesidir.
Sonuç olarak: Peygamber’e aşk ile bağlı olanlar, dünya ve ahiret sultanıdırlar.

 




Zamana Karşı Siper: İman-ı Tahkikînin Yüce Vazifesi

Zamana Karşı Siper: İman-ı Tahkikînin Yüce Vazifesi

“Şimdi şu zamanda iman-ı tahkikînin dersini vermek, pek büyük bir fazilettir ve kudsî bir vazifedir. İman-ı tahkikîyi taşıyan bir mü’min, çok mü’minlere bir nokta-i istinad olur ki şuursuz olarak avam-ı mü’minîn o iman-ı tahkikî sahibinin kuvvet-i imanına istinad ederek kuvve-i maneviyeleri kırılmaz, dalaletlere karşı dayanırlar.”
Barla Lâhikası

Zaman, sadece saatlerin akışı değildir; zihniyetlerin, değerlerin ve inançların da değişim alanıdır. Her devir kendi hastalıklarını, kendi fırtınalarını beraberinde getirir. İşte böyle bir dönemde, ayakta kalmak sadece bireysel bir mesele değildir; bilakis başkalarına da istinad olacak sağlam bir duruş sergilemek gerekir. Bu ise “iman-ı tahkikî” ile mümkündür.

Bediüzzaman Said Nursî’nin şu tesbiti tam da bu hakikatin özüdür:

> “Şimdi şu zamanda iman-ı tahkikînin dersini vermek, pek büyük bir fazilettir ve kudsî bir vazifedir. İman-ı tahkikîyi taşıyan bir mü’min, çok mü’minlere bir nokta-i istinad olur.”

İman-ı Taklidî ile İman-ı Tahkikî Arasındaki Fark Nedir?

İman-ı taklidî, delilsiz, sorgulamadan kabul edilen, çoğunlukla çevre veya gelenekten alınan imandır. Temelsiz binaya benzer; sarsıntıda yıkılır.

İman-ı tahkikî ise delil ve düşünceye, bilgi ve tefekküre dayanan, sağlam ve şuurlu bir imandır. Kökleri derindedir; fırtınaya dayanır.

İman-ı tahkikî sahibi kişi, inandığı hakikati hem bilir, hem anlar, hem de yaşar. Kalbindeki inanç, aklıyla meşveret eder, vicdanıyla yoğrulur. Bu imanın lezzeti farklı, kuvveti ayrıdır.

Zamanın Hastalığı: Şüphe, Deizm, Anlamsızlık

Günümüz, bilgi çağından çok bir belirsizlik çağıdır. Bilgi artmış, fakat anlam azalmıştır. İnançsızlık moda, dindarlık sıradanlıkla karıştırılmıştır. Genç zihinler, ekranlardan akan şüphe tohumlarıyla sarsılmakta; kalpler, hız ve haz girdaplarında yorgun düşmektedir.

İşte böyle bir zamanda tahkikî iman; bir kandil, bir sığınak, bir noktayı istinad olmaktadır. Bediüzzaman’ın ifadesiyle:

> “Şuursuz olarak avam-ı mü’minîn o iman-ı tahkikî sahibinin kuvvet-i imanına istinad ederek kuvve-i maneviyeleri kırılmaz, dalaletlere karşı dayanırlar.”

Yani bazı insanlar bilerek, bazıları ise sezgisel olarak; kuvvetli iman sahiplerinin huzur veren duruşuna yaslanır, onların sağlamlığıyla kendi imanı ayakta kalır.

Tahkikî İman Bir Nur, Bir Dayanak, Bir Hizmettir

Tahkikî imanı taşıyan kişi:

Kendi dünyasında sarsılmaz bir istikamet sahibi olur.

Toplumda manevî direnci artıran bir dayanak olur.

Dua, tefekkür ve ilimle adeta manevî bir mürşit hâline gelir.

Bu yönüyle iman-ı tahkikî sahibi olmak, sadece kişisel bir meziyet değil; ümmete bir emanet, zamana karşı bir şahitlik ve genç zihinlere bir rehberliktir.

Tahkikî İman Nasıl Kazanılır?

  1. Kur’anî ve aklî delilleri öğrenmek: Allah’ın varlığına, birliğine, ahirete, peygamberliğe dair isbatları okuyup anlamak.
  2. Risale-i Nur gibi tahkikî kaynakları ciddi okumak: Risaleler, modern şüphelere karşı inancı akılla savunan nadir eserlerdendir.
  3. Tefekkür ve murakabe alışkanlığı kazanmak: Her gün birkaç dakika yaratılış üzerine düşünmek.
  4. Salihlerle sohbet, sağlam ilmî çevre: Zayıf imanı güçlendiren en büyük unsur, imanlı insanlarla kurulan dostluklardır.

Sonuç: İman-ı Tahkikî Sadece Bir Kurtuluş Değil, Bir Kurtarıcıdır

Bugün, sadece imanlı olmak yetmez. Sağlam, şuurlu, delilli ve derin bir imana sahip olmak gereklidir. Çünkü sarsıntılar büyük, saldırılar ince ve sinsidir. Tahkikî iman ise bu zamanda bir manevî zırh, bir fikir kalesi ve bir ışık feneri gibidir. Kendini kurtaran, başkalarına da siper olur.

İşte bu sebeple tahkikî iman sahibi olmak, sadece bir fazilet değil; çağımızın en büyük vazifesi hâline gelmiştir.

Özet:

Bu makalede Bediüzzaman Said Nursî’nin Barla Lâhikası’nda geçen “iman-ı tahkikî” vurgusu açıklanmıştır. Taklidî iman yüzeysel ve zayıf iken, tahkikî iman sağlam ve kalıcıdır. Bu zamanda, şüphe ve anlamsızlık dalgaları karşısında tahkikî iman, sadece birey için değil, toplum için de bir dayanak noktasıdır. Bu imanı taşıyan kişiler, başkalarının maneviyatına da destek olur. Bu sebeple tahkikî iman, zamanımızın en büyük ihtiyacı ve vazifesidir.

 




İki Yaratılış, Bir Hakikat: Dünya ve Ahiret Arasındaki Sır

İki Yaratılış, Bir Hakikat: Dünya ve Ahiret Arasındaki Sır

“Sual: İmam-ı Gazalî’nin “Neş’e-i uhra, neş’e-i ûlâya bütün bütün muhaliftir.” demesinin sebebi?

   Elcevap: Hüccetü’l-İslâm İmam-ı Gazalî’nin neş’e-i uhra neş’e-i ûlâya bütün bütün muhaliftir demesi, mahiyet ve cinsiyet itibarıyla değildir. Çünkü

هُوَ الَّذٖى يَبْدَؤُ الْخَلْقَ ثُمَّ يُعٖيدُهُ

ve 

يُحْيِى الْاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا وَ كَذٰلِكَ تُخْرَجُونَ

gibi çok âyetlerin sarahatine muhalif olur. O muhalefet, keyfiyet ve suret itibarıyladır. Hem de umûr-u uhreviyenin mertebece fevkalâde yüksek olmasına işarettir. Hem de Gazalî’nin haşr-i cismanî ile beraber haşr-i ruhanînin dahi vuku bulmasına bazı ehl-i bâtına taklit ve mümaşat cihetiyle bir işaretidir.”
Barla Lâhikası

İnsanın en büyük sorusu, belki de en hakiki arayışı şudur: “Ölümden sonra ne olacak?”
Bu sorunun cevabı, sadece bir inanç meselesi değil; aynı zamanda varlığın mahiyetini ve insanın kaderini kavrama meselesidir. İşte bu çerçevede, İmam-ı Gazalî’nin “Neş’e-i uhra, neş’e-i ûlâya bütün bütün muhaliftir” (Ahiret yaratılışı, dünya yaratılışından bütünüyle farklıdır) şeklindeki ifadesi, ilk bakışta şaşırtıcı gibi görünse de aslında derin bir hikmet taşır.

Bediüzzaman Said Nursî, bu ifadenin yanlış anlaşılmaması gerektiğini, muhalefetin mahiyet açısından değil, keyfiyet ve derece bakımından olduğunu açıklayarak meseleyi hem tefsirî hem kelamî boyutlarıyla berraklaştırır.

Neş’e-i Ula ve Neş’e-i Uhra Nedir?

Neş’e-i ûlâ: Bu dünyadaki ilk yaratılış. Ruhun bedene takılması, anne karnında oluşum, doğum ve dünya hayatı sürecini kapsar.

Neş’e-i uhra: Ahiretteki ikinci yaratılış. Ölüm sonrası diriliş (ba’s), mahşer hayatı, cennet veya cehennemdeki ebedî hayat.

İmam-ı Gazalî’nin “tamamen muhaliftir” deyişi, bu iki neşenin aynı malzemeden, aynı mahiyetten yaratılmadığı anlamına gelmez. Bunu, Kur’ân’daki şu ayet açıkça reddeder:

> “O’dur ki, yaratmaya başlar, sonra onu tekrar eder.” (Yunus, 4)
“Allah, ölümünden sonra yeryüzünü diriltir. İşte siz de böyle çıkarılacaksınız.” (Rum, 19)

Bu âyetler, haşir (yeniden diriliş) hadisesinin bu dünyadaki yaratılışın bir benzeri olduğunu beyan eder.

Fark Nerede? Suret ve Keyfiyet Farkı

Bediüzzaman’a göre, İmam-ı Gazalî’nin “fark” ifadesi, mahiyet (cevher) açısından değil; keyfiyet ve suret açısından anlaşılmalıdır. Çünkü ahiret, bu dünyanın bir yansıması değil, daha yüksek bir âlem, daha latîf, daha şeffaf, daha ulvî bir hayat mertebesidir.

Ahiret bedeni, belki aynı temel varlık unsurlarından yaratılacak; ama bu beden fani değil, bâkî, ağır değil, nuranî, hastalık ve yorgunluklara açık değil, ebedî saadete elverişli bir mahiyet taşıyacaktır. Tıpkı donuk su buharlaşınca nasıl görünmeyen ama daha latîf bir varlığa dönüşüyorsa, dünya bedeni de  daha yüksek bir şekil alacaktır.

Ruhî ve Cismânî Haşir: Birlikte Gerçekleşen Bir Hakikat

İmam-ı Gazalî gibi bazı mutasavvıfların ve kelamcıların vurguladığı noktalardan biri de ruhanî haşirdir. Yani, ahirette sadece beden değil; ruh da yeni bir hayata doğrudan girecektir. Bediüzzaman bu noktada denge kurar:

> “Gazalî’nin haşr-i cismanî ile beraber haşr-i ruhanînin dahi vuku bulmasına bazı ehl-i bâtına taklit ve mümaşat cihetiyle bir işaretidir.”

Yani, Gazalî’nin bu ifadesiyle ruhanî haşri de vurguladığı, fakat bu sözleri söylerken belki bazı felsefî ekollere (örneğin işrakiye veya bazı tasavvufî yorumlara) “mümaşat” yani yumuşak geçiş amacı taşıdığı da ifade edilir.

Bu durumda hem cismanî hem de ruhanî haşir hakikattir. Ahirette, ruh ile beden yeniden buluşacak; ama bu yeni beden, dünya bedenine benzemekle birlikte daha ulvî ve ebedî bir kıvamda olacaktır.

Ahiret: Aynı Cevherin Yüksek Bir Mertebesi

Ahiretteki hayat, dünya hayatından ayrı değil; onun kemâle ermiş şeklidir. Dünya, bir çekirdek gibidir; ahiret ise onun açılmış çiçeğidir. Çekirdekten çıkan ağacın farklı olması gibi, ahiret bedeni de bu dünyadakine benzemekle birlikte daha gelişmiş, daha yüce, daha hikmetli bir hâle gelecektir.

İşte bu derinliği kavrayan bir insan, ölümü bir son değil, bir başlangıç, bir ikinci doğum, bir inkılap olarak görebilir. Bu bakış açısı, korkuyu ümide; dehşeti rahmete çevirir.

Özet:

Bu makalede İmam-ı Gazalî’nin “Neş’e-i uhra, neş’e-i ûlâya tamamen muhaliftir” sözünün Bediüzzaman tarafından yapılan izahı ele alınmıştır. Buradaki “muhalefet”, mahiyet değil; keyfiyet ve suret yönündendir. Yani ahiretteki yaratılış, bu dünyadakine benzer olacak; ancak daha yüksek, daha nuranî, daha mükemmel bir şekilde gerçekleşecektir. Ahiret hayatı, hem ruhun hem bedenin birlikte dirilişiyle olacak ve bu, Kur’an’ın beyan ettiği haşr-i cismanî hakikatini de teyit eder.

 




Ruhun Sırrı: Yaratılmış Bir Emrî Cevherin Derinliklerine Yolculuk

Ruhun Sırrı: Yaratılmış Bir Emrî Cevherin Derinliklerine Yolculuk

“Sual: Sa’d-ı Taftazanî, biri hayvanî diğeri insanî olmak üzere ruhu ikiye taksim ettikten sonra “Mevte maruz kalan yalnız ruh-u hayvanîdir, ruh-u insanî ise mahluk değildir ve onun ile Allah beyninde nisbet ve sebep yoktur, ceset ile kaim olmayıp müstakill-i bizzattır.” demesinin sebebi ve izahı?..

   Elcevap: Sa’d-ı Taftazanî’nin

اَلرُّوحُ الْاِنْسَانِيَّةُ لَيْسَتْ مَخْلُوقَةً

demesi; 

قُلِ الرُّوحُ مِنْ اَمْرِ رَبّٖى

sırrıyla –beka-yı ruh bahsinde beyan edildiği gibi– ruhun mahiyeti; zîhayat bir kanun-u emr, zîşuur bir âyine-i ism-i Hay, zîcevher bir cilve-i Hayat-ı Sermedî olduğundan mec’uldür. Bu cihetle mahluktur denilemez. Fakat Sa’d, Makasıd ve Şerhü’l-Makasıd’da bütün muhakkikîn-i İslâm’ın icmaına ve âyât ve ehadîsin nususuna muvafık olarak “O kanun-u emr, vücud-u haricî giydirilmiş sair mahlukat gibi mahluk ve hâdistir.” demiştir. Sa’d’ın ezeliyet-i ruha kail olmadığına bütün âsârı şahittir.

لَيْسَتْ بَيْنَهَا وَ بَيْنَ اللّٰهِ نِسْبَةٌ

demesi, hulûl gibi bâtıl bir mezhebin reddine işarettir. Hayvanatın ruhları dahi bâkidir, kıyamette yalnız cesetleri fena bulur. Mevt ise fena değil belki alâkanın kesilmesidir.”
Barla Lâhikası

İnsanın en kadim ve en derin sorularından biri şudur: “Ben kimim?” Bu soru sadece et, kemik ve sinirlerden oluşan maddî bir varlığın tanımı değil; onun içinde gizlenen, duyan, düşünen ve ebedi olana yönelen “ruh”un mahiyetine dair bir arayıştır.

İşte bu noktada İslam âlimlerinin ve kelamcıların yaptığı izahlar, ruhun yaratılışı, bekası, vazifesi ve Allah ile olan irtibatı gibi konularda derin fikirler sunar. Bu açıdan büyük İslam âlimlerinden Sa’duddin Taftazânî’nin görüşü ve onu değerlendiren Bediüzzaman Said Nursî’nin açıklaması, ruhun mahiyetine dair eşsiz bir bakış açısı kazandırır.

Ruhi Hayvanî ve Ruhi İnsânî: İki Katmanlı Bir Yapı

Taftazânî, ruhu ikiye ayırır:

  1. Ruh-u Hayvanî: Bedene hayat veren, canlılık fonksiyonlarını idare eden enerji ve faaliyet merkezi. Bu ruh, ölümlüdür; bedene bağlıdır. Mevte maruz kalan da budur.
  2. Ruh-u İnsânî: Düşünen, hisseden, hakikati kavrayan, mânevî sorumluluğu taşıyan esas “ben”dir. Bu ruh, cesetle kaim değildir, kendi başına varlık sahibidir ve bekaya mazhar bir latîfedir.

İşte Bediüzzaman bu ayrımı teyit ederken, ruh-u insânînin Allah ile bir sebep-sonuç ilişkisine değil, emrî bir ilişkiye sahip olduğunu vurgular.

Ruh Mahluk mudur? Değil midir?

Taftazânî’nin “الروح الإنسانية ليست مخلوقة” (İnsan ruhu mahluk değildir) sözünü açıklayan Bediüzzaman, bu ifadenin mecazi ve istisnaî bir anlam taşıdığını belirtir. Çünkü:

> “Ruhun mahiyeti; zîhayat bir kanun-u emr, zîşuur bir âyine-i ism-i Hay, zîcevher bir cilve-i Hayat-ı Sermedî olduğundan mec’uldür. Bu cihetle mahlûktur denilemez.”

Yani ruh, maddeye bağlı bir varlık değil; Allah’ın “emr” âleminden gelen, maddeden münezzeh, hayatı doğrudan taşıyan bir cevherdir. Dolayısıyla onun yaratılmışlığı, madde gibi değildir. Ama yine de hakikatte Allah’ın kudretiyle yaratılmış bir varlıktır. Çünkü:

> “Taftazânî, Makasıd ve Şerhu’l-Makasıd’da bütün muhakkikîn-i İslam’ın icmaına muvafık olarak ruhun da mahluk olduğunu beyan etmiştir.”

Bu açıklama, hem ruhun ulvî yönünü yüceltir hem de onu ilahlaştırma (hulûl, ittihad gibi) batıl inançlardan arındırır.

“Leysâ beynahâ ve beyne’llah nisbe” Ne Demektir?

Taftazânî’nin “ليس بينها وبين الله نسبة” (Ruh ile Allah arasında nisbet yoktur) demesi, ruhun Allah’ın bir parçası olmadığını, hulûl (Allah’ın mahlukta yerleşmesi) gibi bâtıl felsefî görüşlerin reddini ifade eder. Allah, mahlukattan münezzehtir. Ruh O’ndan gelmiştir, fakat O’nunla aynı değildir. Bu, tevhid inancının korunması adına zaruri bir vurgudur.

Hayvanların Ruhları da Bâkidir

Bediüzzaman bu noktada dikkat çekici bir açıklama daha yapar:

> “Hayvanatın ruhları dahi bâkidir, kıyamette yalnız cesetleri fena bulur. Mevt ise fena değil belki alâkanın kesilmesidir.”

Yani ölüm, bir yok oluş değil; bir ayrılıştır, bir âlemden diğerine geçiştir. Ruh, bu geçişte varlığını korur. Bu, insanın da hayvanın da ruhunun yok olmadığını; bilakis ebedî bir düzen içinde yaşamaya devam ettiğini gösterir.

Ruhun Hakikatini Bilmek, Kendini Bilmek Demektir

Ruh, görünmeyen ama her şeyi gören bir nurdur. Bedende bir misafir değil, esas sâhiptir. Onun farkına varmak; insanın kendi hakikatine dönmesidir. Ruhun mahiyetini idrak eden insan, hayatın anlamını, ölümün sırrını ve ebediyetin müjdesini hisseder.

Özet:

Bu makalede, Sa’düddin Taftazânî’nin ruh anlayışı ve Bediüzzaman Said Nursî’nin buna getirdiği açıklamalar esas alınmıştır. Ruh, hayvanî ve insanî olmak üzere iki boyutta ele alınır. Ruh-u insânî, maddeden bağımsız, zîşuur bir emrî varlık olup Allah’ın “emr” âlemindendir. Mahluk olmakla birlikte yaratılışı maddî değildir. Allah ile arasında hulûlü reddeden bir ayrım vardır. Ölüm, ruhun yok olması değil, sadece bir ayrılıktır. Hayvanların ruhları da bâkidir. Bu izahlar, ruhun ulvî ve ebedî mahiyetini derinlemesine kavratır.

 




Salavat: Rahmetin Yolu, Ümmetin Vefası

Salavat: Rahmetin Yolu, Ümmetin Vefası

“Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâma salavat getirmek, tek başıyla bir tarîk-i hakikattir. Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm nihayet derecede rahmete mazhar olduğu halde, nihayetsiz salavata ihtiyaç göstermiştir. Çünkü Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm bütün ümmetinin dertleriyle alâkadar ve saadetlerine nasibedardır. Nihayetsiz istikbalde, ebedü’l-âbâdda nihayetsiz ahvale maruz ümmetinin bütün saadetleriyle alâkadarlığının ihtiyacındandır ki nihayetsiz salavata ihtiyaç göstermiştir.”
Barla Lâhikası

İnsan, dünyaya muhtaç doğar; bedeni gıdayla, ruhu ise imanla, sevgiyle, duayla beslenir. Kalbin ve ruhun en derin ihtiyaçlarından biri de, Resûl-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâma duyulan bağlılığı ifade etme arzusudur. Bu bağlılığın en özlü, en yüce, en bereketli ifadesi ise salavattır.

Bediüzzaman Said Nursî, Barla Lâhikası’nda salavatın sıradan bir dua değil, bizzat bir hakikat yolu olduğunu şöyle beyan eder:

> “Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâma salavat getirmek, tek başıyla bir tarîk-i hakikattir.”

Bu ifade, salavatın sadece faziletli bir zikir değil; başlı başına bir manevî yol, bir vuslat vasıtası, bir hakikat kapısı olduğunu gösterir. Öyle ki, bir kul sadece salavatla bile hakikate yaklaşabilir, kalbini nurlandırabilir.

Rahmete Mazhar Olanın Salavata Olan İhtiyacı

Peygamber Efendimiz (s.a.v.), Allah’ın en sevgili kulu, rahmetinin en büyük mazharıdır. Ancak buna rağmen, O’nun dahi salavata ihtiyaç duyması, bu zikrin büyüklüğünü ve sırlarını gösterir.

Bediüzzaman bu ihtiyacı şöyle açıklar:

> “Çünkü Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm bütün ümmetinin dertleriyle alâkadar ve saadetlerine nasibedardır.”

Evet, o zât (s.a.v.) sadece kendi zamanındaki insanların değil, kıyamete kadar gelecek bütün ümmetinin saadetiyle ilgilidir. Her bir müminin derdiyle dertlenen, her bir kalbin kurtuluşuna sevinç duyan bir peygamberin, ümmetinin hallerinden doğan rahmet ihtiyacı, salavatla takviye edilir.

Nihayetsiz İstikbalin Şefkati: Sonsuz Bir Alâka

> “Nihayetsiz istikbalde, ebedü’l-âbâdda nihayetsiz ahvale maruz ümmetinin bütün saadetleriyle alâkadarlığının ihtiyacındandır ki nihayetsiz salavata ihtiyaç göstermiştir.”

Bu cümle, zaman ve mekân üstü bir gerçeği nazara verir: Resulullah (s.a.v.), sadece dünya hayatında değil, ebedî âlemde de ümmetinin halleriyle ilgilidir. Ümmetinin ebedî saadeti için dua etmeye devam eder. Bu şefkatin mukabilinde ümmeti de onu unutmaz, ona salavat getirir.

Salavatlar, işte bu sonsuz şefkate bir teşekkürdür. Kulun, Rabbinden Resulü için rahmet dilemesidir. Aynı zamanda kendi nefsine de şefkat etmesidir. Çünkü Peygamber’e edilen dua, Allah’ın rahmetiyle kulun da kalbine döner.

Salavat: Zikirlerin En Derin, En Bereketli Olanı

Salavat, sadece bir dua değil; aynı zamanda bir zikir, bir vefa, bir bağlılık ve bir yükseliştir. Çünkü:

Allah da melekleriyle birlikte salavat getirir (Ahzâb 56).

Salavat getirenin duası kabul edilir.

Salavat, günahları siler, kalbi yumuşatır, rahmeti celbeder.

Salavat, gafletten korur, Resûlullah’ın manevi şefkatine bağlar.

Her “Allâhümme salli alâ Muhammed” dediğimizde, biz sadece bir dua etmiyoruz; aynı zamanda Resulullah’a bağlılığımızı tazeliyor, rahmetin içine dahil oluyor, kendimize de manevî bir ilac sunmuş oluyoruz.

Sonuç: Salavatla Yükselmek

Bir müminin en büyük nasibi, Resûlullah’a olan bağlılığı ölçüsündedir. O’nu sevmek, izinden gitmek, davasına omuz vermek ve salavatlarla şefkatini tazelemek… Bunlar, dünya ve ahiret saadetinin anahtarıdır.

Salavat getirmek, dilin zikri, kalbin sevgisi ve ruhun kemâlidir. Her salavat, Resulullah’a bir selam, bir bağlılık yeminidir. Ve bu bağlılık, bizi hakikatin yolcusu yapar. Çünkü o Zât (s.a.v.), hakikatin ta kendisidir.

Özet:

Bu makalede, Bediüzzaman’ın Barla Lâhikası’nda geçen salavatla ilgili beyanları esas alınarak, salavatın mahiyeti açıklanmıştır. Salavat, sadece bir dua değil, bir hakikat yolu, bir manevî terakki vesilesidir. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), ümmetinin her zaman ve her hâliyle ilgilendiği için salavata ihtiyaç duymaktadır. Salavat, bu sonsuz alâkaya bir şükran, bir vefa ve bir şifa kaynağıdır. Salavatla hem Resulullah’a yaklaşılır, hem de kulun kendi kalbi arınır ve yükselir.