Manevî Atom Bombası: Risale-i Nur’un Kalbe Yerleşen Kudreti

Manevî Atom Bombası: Risale-i Nur’un Kalbe Yerleşen Kudreti

“Risale-i Nur, Kur’an-ı Hakîm’in bir mu’cize-i maneviyesi ve bu zamanın dinsizliğine karşı manevî atom bombası olarak solculuk cereyanlarının maneviyat-ı kalbiyeyi tahribine mukabil, maneviyat-ı kalbiyeyi tamir edip ferden ferdâ iman-ı tahkikîden gelen muazzam bir kuvvet ve kudrete istinadı, okuyucuların kalplerine kazandırıyor. Ve bu vazifeyi de yine mukaddes Kur’an’ımızın ilham ve irşadıyla ve dersiyle îfa ediyor. Tefekkür-ü imanî dersiyle tabiiyyun ve maddiyyunun boğulduğu aynı meselelerde tevhid nurunu gösteriyor, iman hakikatlerini madde âleminden temsiller ve deliller göstererek izah ediyor. Liselerde, üniversitelerde okutulan ilim ve fenlerin aynı meselelerinde iman hakikatlerinin ispatını güneş zuhurunda gösteriyor.”
Kastamonu Lâhikası

Zamanın hastalığı, zamanın reçetesiyle tedavi edilir. Bugünün insanı; aklını ilahlaştırmış, kalbini maddede boğmuş, hakikati laboratuvar tüplerine sığdırmak istemiştir. Ahlâkî değerler hızla çözülmekte, kalpler kararmakta, inançsızlık bir salgın gibi yayılmaktadır. İşte böyle bir çağda, Kur’ân’dan süzülerek gelen bir hakikat nurudur Risale-i Nur. O, sadece kitaplık raflarında duran bir eser değil; gönülleri ihya eden, zihinleri aydınlatan ve küfrün kalelerine sarsılmaz darbeler indiren manevî bir atom bombasıdır.

Bir Mücadele Zamanı: Maddeye Karşı Mânâ

Materyalist felsefenin “gözle görünmeyeni inkâr” prensibiyle donattığı çağdaş insan, görünmeyen hakikatleri küçümsemekle kalmamış, onlara savaş açmıştır. Yaratıcıyı inkâr, tesadüfü ilahlaştırma, hayatı sadece bu dünyadan ibaret sanma gibi fikirler, genç zihinlere sistemli şekilde aşılanmaktadır. Okullarda, üniversitelerde, medya yoluyla pompalanan bu ideolojik saldırılar, kalbî maneviyatı felce uğratmış; nice imanlar akıl zindanlarında esir kalmıştır.

İşte bu noktada Risale-i Nur, küfür ve şüphe kalelerini yerle bir eden bir manevî atom bombası gibi devreye girmektedir. Ancak bu bomba, yıkmak için değil; inşa etmek, onarmak ve hayat vermek içindir.

Tefekkür-ü İmanî: Kalbi ve Aklı İhya Eden Dersler

Risale-i Nur’un en bariz vasıflarından biri, sadece kuru nasihatlerle değil; aklî ve ilmî delillerle imanı tahkim etmesidir. Bediüzzaman, fen ve felsefeye karşı kaçmamakta; aksine onların içinden, kendi silahlarıyla küfrü mağlup etmektedir. Öyle ki:

Tabiatı ilahlaştıran felsefeye karşı, tabiatın acziyetini gözler önüne serer.

Maddenin mutlak olduğunu sananlara, maddenin içindeki sanatı göstererek sanatkârı isbat eder.

Tesadüf diyenlere, düzeniyle konuşan kâinatı delil getirir.

Sebepperestlere, sebeplerin perdenin arkasında bir kudretin izini taşıdığını anlatır.

Risale-i Nur, ilmî ve aklî izahlarıyla Kur’ân’ın “Fenzur!” (Bak!) emrini hayata geçirir. Bu tefekkürî bakış açısıyla insan, artık dağlara, yıldızlara, atoma, çiçeğe baktığında “La ilâhe illallah” diyebilecek bir iman şuuru kazanır.

Risale-i Nur’un İlimle Barışık Kudreti

Bugün inançla bilim arasında yapay bir zıtlık inşa edilmiştir. Halbuki Risale-i Nur, ilim ve imanı barıştıran bir bakış açısı sunar. Modern bilimlerin öğrettiği her gerçekliği; Allah’ın varlığının, birliğinin ve kudretinin delili olarak sunar.

Astronomiyle Allah’ın azametini,

Biyolojiyle Allah’ın sanatını,

Fizikle Allah’ın nizamını,

Kimyayla Allah’ın hikmetini gösterir.

İşte bu yönüyle Risale-i Nur, fen ilimlerini küfre hizmetten kurtarıp, imana hizmetkâr yapar. Üniversitelerde okuyan gençlerin en büyük açmazı olan “bilim-din çatışması” sorununa, berrak ve ikna edici çözümler getirir.

Solculuk ve Dinsizliğe Karşı Sarsılmaz Bir Kale

Kastamonu Lâhikası’ndaki ifadeyle Risale-i Nur, sadece şahsî bir tefekkür kaynağı değil; toplumu ifsad eden ideolojik cereyanlara karşı da bir müdafaa kalesidir. Solculuk kisvesi altındaki dinsizlik, manevî değerlere düşmanlık, aile yapısının çökertilmesi, tesettüre ve imana düşmanlık… bunların hepsi bir silsile halinde yayılmaktadır. Risale-i Nur bu cereyanlara karşı:

İmanın temel rükünlerini delillerle isbat eder.

Ateizmin, pozitivizmin, deizmin temel iddialarını çürütür.

Maddî hayatın anlamına karşı, ebedî hayatın varlığını güçlü bir şekilde ifade eder.

Gafletin zindanından, tefekkürün aydınlığına yollar açar.

Bu yüzden Risale-i Nur, yalnız camide değil, lisede, üniversitede, laboratuvarda, kalpte ve zihinde yaşamalıdır.

Özet:

Risale-i Nur, bu çağın inkârcı felsefelerine, materyalizmine ve maneviyatsızlığına karşı Kur’ân’dan beslenen bir manevî atom bombasıdır. Akıl, kalp ve ilmi aynı anda muhatap alarak iman hakikatlerini isbat eder. Tabii ilimlerle dine düşmanlık arasında kurulan yapay ayrımı reddeder; bilimi imana hizmetkâr yapar. Risale-i Nur, ferdî imanları kuvvetlendirmenin ötesinde; solculuk kisvesi altındaki dinsizlik akımlarına karşı da bir marifetullah kalesidir. Bu sebeple Risale-i Nur sadece bir kitap değil; çağın karanlığına yakılmış bir nur, zihni aydınlatan bir meşale, kalbi dirilten bir rahmettir.

 




Asrın Kılıncı: Risale-i Nur ve İmanın Müdafaası

Asrın Kılıncı: Risale-i Nur ve İmanın Müdafaası

“Risale-i Nur, bu zamanda ehl-i iman ve İslâm için ön planda ele alınması icab eden, ehl-i iman elinde manevî elmas bir kılınçtır. Asrın idrakine, zamanın tefehhümüne, anlayışına hitap eden, ihtiyaca en muvafık tarzı gösteren, ders veren ve doğrudan doğruya feyiz ve ilham tarîkıyla âyetlerin yıldızlarından gelen ders-i Kur’anîdir, küllî marifetullah bürhanlarıdır.”
Kastamonu Lâhikası

Zaman, insanı şekillendiren ve onun anlayış kalıplarını belirleyen bir aynadır. Her devrin bir dili, bir idraki, bir hastalığı ve bir ilacı vardır. Kur’ân-ı Hakîm, her çağda insanlığın rehberi olmuş, onun feyziyle çağlar aydınlanmıştır. Fakat o ezelî ve ebedî kelâmın her asırda anlaşılması için, o çağın idrak seviyesine uygun bir tercümana, bir izah ediciye, bir şerhe ihtiyaç duyulmuştur. İşte Risale-i Nur, bu ihtiyaca en halis, en hikmetli ve en mukaddes bir cevap olarak zuhur etmiştir.

Bir Zamanın Değil, Zamanın Tâ Kendisi İçin Yazılmıştır

Risale-i Nur, sadece bir dönemin dinî meselelerine çözüm sunan bir eserler bütünü değildir. O, çağın akıl ve kalbini aynı anda tatmin eden, şüpheleri gideren, kalpleri nurlandıran, imana sarsılmaz bir kuvvet kazandıran bir Kur’ân tefsiridir. Said Nursî’nin ifadesiyle Risale-i Nur:

> “Zaman, zaman-ı Kur’ân’dır; ve bu zaman, imanı kurtarmak zamanıdır.”

Çünkü bu çağda, özellikle fen, felsefe ve şüphelerin dalgaları altında boğulmakta olan insanlık için; akla, ilme ve kalbe hitap eden yeni bir üslup gerekiyordu. Artık kuru nasihatler, şekilsel yaklaşımlar ve taklit üzerine kurulu iman anlayışları yetersiz kalmıştı. Risale-i Nur, imanı aklî ve mantıkî delillerle ispat eden, marifetullahı kalbe yerleştiren, mü’mini tefekküre davet eden bir hakikat dersidir.

Risale-i Nur: Manevî Elmas Kılınç

Kastamonu Lâhikası’nda geçen “manevî elmas kılınç” ifadesi, Risale-i Nur’un iki yönlü bir hizmetini ifade eder:

  1. Tahribatı tamir etmek: Zihinlerdeki şüpheleri, kalplerdeki bulanıklıkları gidererek sağlam bir iman temeli inşa eder.
  2. Müdafaa ve mücadele: İslam’a yöneltilen felsefî, ideolojik ve kültürel saldırılara karşı en kuvvetli savunmadır. Tıpkı bir kılınç gibi keskin ve sağlamdır; ama bu kılınç kalpleri yarmaz, aksine tedavi eder.

Bu yönüyle Risale-i Nur, modern zamanların dehşetli dinsizlik saldırılarına karşı bir kal’a, bir sur, bir siper hükmündedir. Onu okuyan bir mü’min, sadece bir ilim değil; bir nur, bir kuvvet, bir sarsılmaz dayanak bulur.

Asrın İdrakine Uygun Bir Hitap

Risale-i Nur, ezberlenmiş klişelerden uzak, çağın anlayışına hitap eden bir hakikat yoludur. Çünkü:

Soru sorar, cevap verir.

Akıl yürütür, delil getirir.

Meseleleri temellendirir, sadece hüküm vermez.

Kur’ân’ın âyetlerini çağın karanlıklarına güneş gibi doğurur.

Bediüzzaman’ın “âyetlerin yıldızlarından gelen ders-i Kur’anîdir” ifadesi, onun bu özelliğini çok veciz anlatır. Risale-i Nur, Kur’ân’ın sönmez bir kandili olarak karanlık zamanlara ışık tutmaktadır.

Kur’ân’ın Tecdid Dairesinde Bir Marifetullah Mektebi

Risale-i Nur, sadece imanî meseleleri isbat etmez; aynı zamanda Allah’ı tanıma ve sevdirme yolunda bir marifetullah mektebidir. Göklerdeki yıldızlardan, bahardaki çiçeklere kadar her şeyi Allah’ın birer mektubu olarak okutur. Varlığı anlamlı hale getirir. Ölümü, yokluk değil; ebedî hayata açılan bir kapı olarak tarif eder. Böylece hem dünyayı hem ahireti huzur ve umutla doldurur.

Risale-i Nur: Zamanın Kalbine Vurulmuş Bir Mühür

Bugün akıl ve kalp yorgunu bir dünyada, insanlar manevî yıkım altında inlemekte, gençler inançsızlık girdabında savrulmaktadır. İşte böyle bir zamanda Risale-i Nur:

Kalpleri imanla diriltmekte,

Zihinleri marifetle inşa etmekte,

Ruhlara teselli vermekte,

İnsanı kendine ve Rabbine döndürmektedir.

Bu yönüyle Risale-i Nur, yalnız bu millete değil, bütün insanlığa uzatılmış bir rahmet eli, bir tebliğ dili, bir uyanış çağrısıdır.

Özet:

Risale-i Nur, bu çağın imanî ve aklî hastalıklarına karşı Kur’ân’dan ilhamla yazılmış manevî bir reçetedir. Asrın idrakine uygun bir dille, aklı ve kalbi tatmin eden derin bir tefekkürle, iman hakikatlerini isbat eder. “Manevî elmas kılınç” olarak ifade edilen bu eserler, hem inançları tahkim eder hem de İslam’a yönelen saldırılara karşı en güçlü savunmayı oluşturur. Risale-i Nur, Kur’ân’ın yıldızlarından gelen bir ders olarak, bu zamanın en büyük marifetullah mektebidir. O, çağın karanlığına karşı yakılmış bir iman meşalesi, insanlığı uyarıcı bir rahmet nişanesidir.

 




Zaman ve Mekân Ötesi Sohbet

Zaman ve Mekân Ötesi Sohbet

“Ehl-i hakikatin sohbetine zaman, mekân mani olmaz; manevî radyo hükmünde biri şarkta, biri garpta, biri dünyada, biri berzahta olsa da rabıta-i Kur’aniye ve imaniye onları birbiriyle konuşturur. ”
Kastamonu Lâhikası

Zaman ve Mekân Ötesi Sohbet: Kalplerin Rabıta-i Kur’âniye ile Buluşması
Kastamonu Lâhikası’ndan İstifade ile Manevî Radyo Gerçeği Üzerine Bir Tefekkür

Giriş:

İnsan sadece bedeniyle varlık gösteren bir varlık değildir. Kalbi, ruhu, maneviyatı ve özellikle imanî bağı ile başka ruhlarla irtibat kurar. Bu irtibat bazen fizikî bir buluşmaya dayanmaz; bazen bir dua, bazen bir hatırlayış, bazen de Kur’ân’ın nuru etrafında kenetlenmiş kalplerin aynı hakikate yönelişiyle gerçekleşir. Bediüzzaman Said Nursî’nin “manevî radyo” benzetmesiyle ifade ettiği bu derin hakikat, iman kardeşliğiyle zaman ve mekân sınırlarının aşıldığını haber verir.

  1. Fizik Ötesi Bir Yakınlık: Rabıta-i Kur’âniye Nedir?

“Rabıta-i Kur’âniye” yani Kur’an bağı; sadece Kur’ân okumakla değil, Kur’ân’ın imanî hakikatleri etrafında birleşen gönüllerin oluşturduğu mânevî ağdır. Bu bağ, coğrafyaya, zamana, mezhebe veya nesle bağlı değildir. Bu rabıta ile:

Bir mü’min Medine’deki bir sahabiyle aynı hakikati yaşar.

Anadolu’daki bir ihlas sahibi, Afrika’daki bir Kur’an talebesiyle aynı ruhu taşır.

Bu dünyada olan biri, berzahta bulunan bir ehl-i hakikatle gönül diliyle bağ kurabilir.

Tıpkı radyo dalgaları gibi görünmeyen, ölçülemeyen ama hissedilen bir frekans vardır. Bu frekans; iman, ihlas, sadakat ve muhabbet-i ilâhiye ile çalışır.

  1. Zaman ve Mekân Engel Değil, Vesile Olur

Modern dünyada mesafe tanımaksızın görüntülü görüşme mümkün olabiliyor. Peki, kalplerin ve ruhların konuşması için internet mi gerekir? Elbette hayır. Zira ruhlar zaman ve mekânla kayıtlı değildir. Bu hakikati, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şöyle bildirir:

> “Ruhlar saf saf (gruplaşmış) ordular gibidir. Aralarında tanışanlar birleşir, tanışmayanlar ayrılır.”
(Buhârî, Enbiyâ 2; Müslim, Birr 159)

Bu hadis, ruhî bağın, maddî beraberlikten üstün olduğunu gösterir. Beraberce Kur’ân’a hizmet eden mü’minler arasında bu bağ, daha da derinleşir. Kalpler aynı ilâhî hakikate yönelmişse; zaman, mekân, coğrafya, hatta beden yokluğu bile sohbetin önünde engel değildir.

  1. Hakiki Sohbetin Kaynağı: İman ve Hakikat Ortaklığı

Gerçek sohbet, bedence bir araya gelmek değil; hakikatte buluşmaktır. Bugün bir Risale-i Nur talebesi, Barla’da, Kastamonu’da, Urfa’da yaşamış nur kahramanlarıyla aynı hakikati tefekkür ettiğinde, aslında sohbet halindedir. Zira aynı Kur’ân, aynı iman, aynı dava, aynı dert onları birleştirmektedir.

Nitekim Bediüzzaman şöyle der:

> “Birbirinden binler sene uzakta olan ehl-i hakikat, ruhen ve mânen görüşebilir. Çünkü hakikat birdir, birleşir.”

Bu birlikteliğin somut meyvesi; dua, tesbihat, mektuplaşma, eserlere kalben yönelme, salavat, hatıraları yaşatma gibi manevi bağlarla kendini gösterir.

  1. Manevî Radyo: Modernizmin Ötesinde Bir İletişim

“Radyo” benzetmesi tesadüfî değildir. Radyo, bir vericinin frekansını aynı ayarda bir alıcının yakalamasıyla sesin taşınmasını sağlar. Manevî radyo ise Kur’an merkezli, iman frekansında yayın yapan bir kalpten; aynı ihlas ve sadakatle ayarlanmış başka bir kalbe ulaşır. Ne kabloya ihtiyaç vardır, ne teknolojiye.

Bu yüzden:

Allah için dua ettiğiniz bir dostunuz, sizinle ruhen bağ kurar.

Sırf Allah rızası için yapılan bir hizmet, binler kalpte yankılanır.

Zahirde bir araya gelmeyen insanlar, Kur’ân merkezli aynı fikri savunurken, mânâ âleminde dostturlar.

  1. Uygulama: Bugünün Dağınıklığında Kalbî Birleşme

Dünya karışık, insanlar yalnız, kalpler dağınık. Fakat hâlâ Rabıta-i Kur’âniye mümkün ve elzemdir. Bir mü’minin diğer bir mü’mine ettiği dua, binler kilometre öteden kalbî bir teselli olabilir. Bir mü’minin Kur’an okurken duyduğu huşu, berzahtaki mübarek bir zatın ruhaniyetiyle bağ kurmasına vesile olabilir. İşte bu çağda manevî yalnızlıkların ilacı: Zamanı ve mekânı aşan imanî bağlardır.

Sonuç:

Manevî sohbet, yalnızca yüz yüze gelmekle olmaz. Hakikatte birleşen kalpler, zamana ve mekâna ihtiyaç duymaksızın birbirine muhatap olabilir. Kur’an ve iman hakikatleri etrafında toplanmış kalpler, manevî bir ağ oluşturur. Bu ağ, sadakat, ihlas ve niyetle çalışır. Bediüzzaman’ın “manevî radyo” tabiri, bugünün gürültülü ama ruhsuz iletişimi içinde manevî bir ferahlık ve derin bir gerçekliktir. Hakiki dostluk, maddede değil; kalpte, ruhta ve hakikatte yaşar.

Özet:

Bediüzzaman’a göre ehl-i hakikat arasında zaman ve mekân engel değildir. Kur’ân ve iman hakikatleri etrafında birleşen kalpler, “manevî radyo” gibi birbirleriyle irtibat kurabilir. Bu rabıta; ihlas, iman ve niyetle kurulur. Modern dünyada kalplerin yalnızlaştığı bir dönemde, bu manevî bağlara sarılmak ruhlarımızı diri tutmanın anahtarıdır. Sohbet, sadece sözle değil; kalplerin buluşmasıyla olur.

 




Şahsiyetçilikten Şahs-ı Manevîye

Şahsiyetçilikten Şahs-ı Manevîye

“Bu zaman cemaat zamanıdır. Ehemmiyet ve kıymet, şahs-ı manevîye göre olur. Maddî ve ferdî ve fâni şahsın mahiyeti nazara alınmamalı.”
Kastamonu Lâhikası

Şahsiyetçilikten Şahs-ı Manevîye: Bu Zamanın Ruhu ve Cemaatin Hikmeti
Kastamonu Lâhikası’nın Işığında Ferdiyetin Sınırı, Cemaatin Gücü

Giriş:

Her çağın bir dili, bir ruhu, bir karakteri vardır. Ferdiyetin ön planda olduğu bazı dönemlerde lider şahsiyetler öncülük etmiş; bazı çağlarda ise cemiyet ve topluluklar belirleyici olmuştur. Bediüzzaman Said Nursî’nin “Bu zaman cemaat zamanıdır” tesbiti, sadece sosyal bir yorum değil; aynı zamanda bir iman ve hizmet stratejisi, hatta bir manevî istikamet ölçüsüdür. Çünkü bu zaman, bireyin şahsî kuvvetiyle değil, imanlı toplulukların şahs-ı manevîsi ile İslam’a hizmetin taşındığı bir zamandır.

  1. Şahs-ı Manevî Nedir?

Bediüzzaman’ın kullandığı “şahs-ı manevî” tabiri; bir topluluğun, cemaatin, hizmet ehlinin ortak aklı, ortak vicdanı ve ortak ruhudur. Yani bir cemaatin içinde fertlerin değil, hakikat ve niyet birliği içinde şekillenen kolektif ruhun taşıdığı değerdir. Bu yaklaşım, İslam’ın “şûra” ve “cemaat” ruhuyla tam bir uyum içindedir.

Kur’ân şöyle buyurur:

> “Onların işleri aralarında danışma iledir.” (Şûrâ, 42/38)
“Allah’ın ipine hep birlikte sımsıkı sarılın; ayrılığa düşmeyin.” (Âl-i İmrân, 3/103)

Bu ayetler, ferdî başına buyrukluğu değil; istişareyle, ortak ruhla hareket etmeyi öğütler. Şahs-ı manevî işte bu ruhun adıdır.

  1. Ferdiyetin Tehlikeleri: Şöhret, Enaniyet ve İfrat

Bu asırda ferdiyetin öne çıkması, birçok ahlâkî ve sosyal bozulmaya sebep olmuştur. Lider merkezli düşünme, şahısların putlaştırılması, hizmetlerin bile kişiler etrafında dönmesi gibi zaaflar, cemaat ruhunu zedelemekte, hatta zamanla hizipçiliğe ve fitneye yol açmaktadır.

Bediüzzaman şöyle der:

> “Şahsî makam, şahsî meziyet, hatta velâyet dahi bu zamanda şahs-ı manevînin hükmüne geçemez.”

Çünkü ferdî bir şahsiyet ne kadar zeki, ne kadar takvalı olursa olsun; fani, sınırlı ve beşeridir. Hâlbuki şahs-ı manevî, süreklidir, istikrarlıdır ve en önemlisi bir kişinin hatasıyla çökmez.

  1. Bu Zamanda Hizmetin Formu: Cemaatin Hikmeti

Günümüzde dinî ve ahlâkî değerlerin küresel ölçekte saldırıya uğradığı bir ortamda, bireysel hizmetlerin etkisi sınırlıdır. Bu sebeple Kur’an hizmeti, iman kurtarma faaliyeti, tebliğ ve irşat gibi büyük davalar; ancak cemaat ruhuyla, şahs-ı manevînin bereketiyle omuzlanabilir.

Risale-i Nur hizmeti de bu anlayışla yürütülür. Hoca merkezli değil; eser merkezli, şahıs değil; hakikat odaklı bir hizmet modeli önerilir. Herkes ferdî olarak çalışır, ama ruhen ve gaye ortaklığıyla büyük bir manevî vücut oluşturur. Bu da ihlası, sadakati, devamlılığı temin eder.

  1. Şahs-ı Manevînin Bereketi ve Koruyuculuğu

Şahs-ı manevîde sorumluluk dağıtılmıştır. Hizmet yükü birkaç kişinin omzunda değil, herkesin kalbinde taşınır. Aynı zamanda bir kişi hata etse, şahs-ı manevî onu düzeltir. Yani bir topluluğun içindeki ortak bilinç, fertleri denetleyen ve yönlendiren içtimaî bir vicdan hâline gelir.

Tarih boyunca büyük cemaatlerin istikamet üzere kalmasının, içlerinden salih liderlerin yetişmesinin ve hizmetlerinin kemal bulmasının en büyük sebebi bu ortak manevî ruh olmuştur. Fertler ölümlüdür; fakat şahs-ı manevî devam eder. Aynı karınca misali: biri ölür, diğerleri görevi devralır; sistem çökmez.

  1. Bugünün Dünyasında Uygulama: Enaniyet Değil, İttihad Zamanı

Modern çağın “benlik” merkezli felsefesi, insanları yalnızlaştırdığı gibi hizmetleri de parçalamaktadır. Bu zaman, sosyal medya şöhretleri, “kanaat önderi” enaniyetleri, küçük cemaatler içinde bile “lider odaklı” sapmalarla doludur. Bediüzzaman bu gidişata karşı güçlü bir ikazdır:

> “Şahs-ı manevî nazara alınmalı; ferdî ve fânî şahsın mahiyeti nazara alınmamalı.”

Yani kişi değil; dava, şahıs değil; hakikat esas alınmalıdır. Bu yaklaşım, hem İslamî birlik hem uzun vadeli istikamet açısından zaruridir.

Sonuç:

Bu zaman, ferdî dâhilerin değil, manevî cemaatlerin zamanıdır. En büyük makam, ortak imana dayalı hakikat birliğidir. Bediüzzaman’ın “şahs-ı manevî” vurgusu, hem Kur’anîdir, hem sosyolojik olarak isabetlidir, hem de hizmetlerde fani şahıslara bağlanmaktan doğan tüm tehlikeleri bertaraf edecek kadar isabetlidir. Cemaat ruhunu, istişareyi, ihlası ve ortak aklı önceleyen bu yaklaşım, hizmetin uzun ömürlü ve istikametli olmasının da temel anahtarıdır.

Özet:

Bediüzzaman’a göre bu zaman, cemaat zamanıdır; hizmetin değeri ferdî meziyetten değil, şahs-ı manevîden gelir. Kişi fânidir, ama hakikat ve dava bâkîdir. Cemaatin ortak vicdanı, istikameti ve istişaresi; ferdî dehâdan üstündür. Şahsiyetçiliğin, enaniyetin ve lider saplantısının arttığı bu çağda, manevî bir cemaat ruhuna sarılmak; hem Kur’an’ın emridir, hem de hizmetin selametidir.

 




Görsel Kargaşanın İçinde Kaybolmak

Görsel Kargaşanın İçinde Kaybolmak

“Evet, bu zamanda merak ile radyo vasıtasıyla, ciddi alâkadarane küre-i arzdaki boğuşmalara merak edip bakanlar, dikkat edenler, maddî ve manevî pek çok zararları vardır. Ya aklını dağıtır manevî bir divane olur, ya kalbini dağıtır manevî bir dinsiz olur, ya fikrini dağıtır manevî bir ecnebi olur. ”
Kastamonu Lâhikası

Görsel Kargaşanın İçinde Kaybolmak: Kalbin ve Aklın Dağılması Üzerine Bir İkaz
Kastamonu Lâhikası’nın Işığında Medya Merakı ve Manevî Felaketler

Giriş:

İnsan gözü, kulağı ve kalbi; hakikate açılan pencerelerdir. Fakat bu pencerelere giren her şey insanı kemâle ulaştırmaz. Bilakis, yanlış ve lüzumsuz şeylerle meşgul olan bir zihin zamanla hakikati kaybeder. Bediüzzaman Said Nursî’nin, Kastamonu Lâhikası’nda 1940’lı yılların yeni teknolojisi olan radyoya dair yaptığı bu tesbit, bugünün medya bombardımanı altında kalan insanı da doğrudan tarif eder:

> “Radyo vasıtasıyla, küre-i arzın boğuşmalarına merak edip bakanlar ya aklını dağıtır manevî bir divane olur, ya kalbini dağıtır manevî bir dinsiz olur, ya fikrini dağıtır manevî bir ecnebi olur.”

Bu kısa ama veciz cümle; bilginin, haberin ve medyanın yıkıcı bir güce dönüşebileceğini; merak duygusunun kontrolsüzce beslenmesinin manevî felaketlere yol açabileceğini haber verir.

  1. Merak: Fıtrî Bir Nimet mi, Tehlikeli Bir Sınav mı?

Kur’ân, insanın yaratılışındaki “merak” özelliğini teşvik eder. Evreni, nefsini, varlığı araştırmak; düşünmek ve ibret almak için yaratıldığımız bir gerçektir:

> “De ki: Göklerde ve yerde neler var, bir bakın!” (Yûnus, 10/101)

“Görmezler mi ki, devenin nasıl yaratıldığını, göğün nasıl yükseltildiğini?” (Gâşiye, 88/17-18)

Ancak Kur’an aynı zamanda bu merakın yönünü sorgular. Faydasız ve zararlı şeylerle zihnini meşgul edenler için şu uyarıda bulunur:

> “Zannın çoğundan sakının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır.” (Hucurât, 49/12)

Dolayısıyla merak, ilim ve ibret için kullanıldığında bir nur olurken; lüzumsuz ve zararlı şeyleri takipte kullanıldığında ise bir fitneye dönüşebilir.

  1. Radyo ve Bugünün Medyası: Aynı Zehrin Farklı Şekilleri

Bediüzzaman’ın dönemindeki “radyo”, bugün internet, sosyal medya, haber platformları, televizyonlar ve mobil uygulamalar şeklinde yüz kat çoğalmış ve yaygınlaşmıştır. Artık insan küre-i arzın her noktasındaki savaş, kriz, kargaşa ve felaketi bir tıkla izleyebilmektedir.

Peki sonuç ne?

Aklı dağılanlar: Yani hakikatle meşgul olması gereken zihin, magazinle, siyasetle, entrikayla dolup çıkar yol bulamaz hale gelir.

Kalbi dağılanlar: Sürekli korku, panik ve huzursuzluk pompalayan haberlerle kalp, güvenini ve teslimiyetini yitirir. İmanın tesellisi yerine kaosun korkusu yerleşir.

Fikri dağılanlar: Kendi kültür ve inancını unutur; “batılı gibi düşünen ama Müslüman ismi taşıyan” bir yabancıya dönüşür.

  1. İç Kargaşa: Medya Zehrinin Manevî Etkisi

Medya, yalnızca haber vermez; aynı zamanda bir zihin ve ruh eğitimi (ya da tahribi) yapar. Her gün saatlerce dünya kargaşasını seyretmek, insanın zihninde bir “âcizlik duygusu” oluşturur. Bu da zamanla ya umutsuzluğa ya da gaflete yol açar. Nihayetinde kişi, manevî muhakemesini kaybeder.

> Kur’ân bu hâli şöyle tasvir eder:
“Kalpleri vardır, fakat anlamazlar; gözleri vardır, görmezler; kulakları vardır, işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidir, hatta daha da aşağıdadırlar.” (A’râf, 7/179)

  1. Tedavi: Kalbin Kontrolü ve Zihnin Temyizi

Bu felaketin tedavisi, bilginin değil hikmetin peşinden gitmektir. Her bilgiye ulaşmak yerine, hangi bilgi beni Allah’a yaklaştırır sorusunu sormaktır. Gözümüzü ve kulağımızı “boğuşmalardan” değil, Kur’ân’dan, tefekkürden, ibretli hakikatlerden doyurmaktır.

Bediüzzaman bu meselede, ilimle değil, imanla ve istikametle korunabileceğimizi anlatır. Risale-i Nur, bu açıdan hem merakı istikamete çevirir hem de insanı bilgi enkazının altından çıkarıp imanın selametine ulaştırır.

Sonuç:

Merak, yerinde kullanıldığında bir kemâl vesilesidir; fakat kontrolsüz kullanıldığında bir felakete dönüşebilir. Günümüzün medya düzeni, insanın zihnini dağıtarak onu manevî bir “ecnebi” hâline getirir. Bu sebeple, bilgiye ulaşmaktan önce bilgiyle ne yaptığımızı, kalbimize ve zihnimize neyi koyduğumuzu düşünmeliyiz. Her haberi izlemek yerine, kalbimizin haberini dinlemeli ve istikametimizi Kur’an’dan almalıyız.

Özet:

Bediüzzaman, radyo gibi araçlarla dünyanın boğuşmalarını sürekli takip eden insanların, zihin ve kalp dünyalarında ciddi tahribata uğrayacağını belirtir. Bu söz, günümüzde medya bağımlılığına dair bir Kur’ânî ikazdır. Merak, kontrolsüz olduğunda manevî felakete yol açar. Bu çağda kalbi ve aklı korumanın yolu, bilgiyi değil hikmeti aramak ve Kur’an ile tefekküre yönelmektir. Her bilgi, kalbi doyurmaz; her haber, ruhu beslemez. Mühim olan, kalbin rotasını dünya gürültüsüne değil, ilahî hakikate göre belirlemektir.

 




Kur’an’ın Hıfzı mı, Risale-i Nur’un Hizmeti mi? – Tercih Değil, Tevhid Meselesi

Kur’an’ın Hıfzı mı, Risale-i Nur’un Hizmeti mi? – Tercih Değil, Tevhid Meselesi

“Bu defa mektubunuzda “Hıfz-ı Kur’an’a çalışmak ve Risale-i Nur’u yazmak, bu zamanda hangisi takdim edilse daha iyidir?” diye sualinizin cevabı bedihîdir. Çünkü bu kâinatta ve her asırda en büyük makam Kur’an’ındır. Ve her harfinde, ondan tâ binler sevap bulunan Kur’an’ın hıfzı ve kıraatı, her hizmete mukaddem ve müreccahtır. Fakat Risale-i Nur dahi o Kur’an-ı Azîmüşşan’ın hakaik-i imaniyesinin bürhanları ve hüccetleri olduğundan ve Kur’an’ın hıfz ve kıraatına vasıta ve vesile ve hakaikini tefsir ve izah olduğu cihetle, Kur’an hıfzıyla beraber ona çalışmak da elzemdir.”
Kastamonu Lâhikası

Kur’an’ın Hıfzı mı, Risale-i Nur’un Hizmeti mi? – Tercih Değil, Tevhid Meselesi
Kastamonu Lâhikası Işığında Kur’an ve Risale-i Nur’un Hizmet Dengesine Dair Düşündürücü Bir Tahlil

Giriş:

İslamî hizmette öncelikler meselesi çoğu zaman zihinleri meşgul eder. Hangi ibadet, hangi hizmet daha efdaldir? Kur’an’ı hıfzetmek mi daha kıymetlidir, yoksa Risale-i Nur gibi Kur’an hakikatlerini tefsir eden eserlerle meşgul olmak mı? Bu soruya Bediüzzaman Said Nursî’nin Kastamonu Lâhikası’ndaki cevabı, meseleyi yalnızca bir “hangisi daha kıymetli” tercihinden çıkarıp, “ikisi nasıl bütünleşir” sorusuna dönüştürmektedir.

Çünkü mesele, iki ayrı fazilet arasında bir yarıştırma değil; vahyin lafzıyla mânâsı arasında kurulan muazzam bir dengeyi fark etme meselesidir.

  1. Kur’an’ın Hıfzı: Vahyin En Yüce Muhafazası

Kur’an, bizzat Allah tarafından korunmuş bir kitaptır.

> “Hiç şüphesiz, o Zikr’i (Kur’an’ı) biz indirdik; onu elbette biz koruyacağız.” (Hicr, 15/9)

Bu koruma sadece lafzî olarak mushafların korunmasıyla sınırlı değildir. Asırlar boyunca milyonlarca mü’minin Kur’an’ı hıfzetmesi, bu ilahî taahhüdün bir tecellisidir. Kur’an’ın her harfi binler sevap kazandırır. Hıfz ise, bu sevabı sürekli bir sadaka-i câriye hâline getirir. Aynı zamanda Kur’an’la sürekli hemhal olan bir zihin ve kalp, ibadet şuurunu derinleştirir.

Dolayısıyla Kur’an’ı hıfzetmek, sadece bir ezber değil; bir teslimiyet, bir ubudiyet ve bir hayat boyu sürecek bir istikamet mektebidir.

  1. Risale-i Nur: Kur’an’ın Mânâlarını Hıfz Etmek

Bediüzzaman, Risale-i Nur’u Kur’an’ın hakikatlerini, yani iman esaslarını izah ve ispat eden bir mânâ tefsiri olarak konumlandırır. Risale-i Nur, Kur’an’ın lafzını değil; ruhunu, manasını ve maksadını bugünün insanına en güçlü şekilde ulaştıran bir vasıtadır. Kur’an lafzını hıfzetmek ne kadar faziletliyse, Kur’an’ın imanî hakikatlerini kavramak ve insanlara ulaştırmak da o kadar elzemdir.

Burada dikkat çekici olan, Risale-i Nur’un Kur’an’a hizmetkâr olmasıdır. Risale-i Nur, Kur’an’ın yerine geçmez; onu izah eder, tanıtır, sevdirir ve yaşatır. Dolayısıyla Risale-i Nur hizmeti, doğrudan doğruya Kur’an’a hizmettir.

  1. Tercih Değil Tevhid: İki Hizmetin İttihadı

Bediüzzaman, soruya “bedihîdir” diyerek cevap verirken; Kur’an’ın lafzını muhafaza ve kıraatini, her dönemde öncelikli bir hizmet olarak takdim eder. Fakat hemen ardından, Risale-i Nur’un da bu hizmete vesile ve yardımcı bir yönüyle, onunla birlikte yürütülmesini elzem görür.

Çünkü bir yanda ezberlenen ama manası kavranmayan Kur’an, şekilciliğe yol açabilir. Öte yanda derin manalarla meşgul olup Kur’an’dan kopmak, sahih bir kaynakla bağı koparır. Hakikat ise ikisinin birlikte yaşanmasındadır:

Kur’an hıfz edilir, zihin Kur’an’ın nuruyla parlar.

Risale-i Nur okunur, o nurun ne ifade ettiğini kalp ve akıl kavrar.

  1. Zamanın Hastalığına Göre Hizmetin Şekli

Bu zamanda en büyük hastalık iman zaafıdır. Nice insanlar Kur’an’ı güzel okur, hatta hıfzeder; fakat iman esaslarında şüpheler yaşar. Bediüzzaman bu noktada Risale-i Nur’un devreye girdiğini ifade eder. Yani bu eser, Kur’an’ı okumakla alınamayan manevî şifayı, aklî delillerle ve mantıkî isbatlarla takdim eder.

Dolayısıyla bu asırda Kur’an’ı anlamaya götürmeyen bir hıfz, manevî bakımdan eksik kalabilir. Aynı şekilde Risale-i Nur’u okuyup Kur’an’dan uzak kalmak da eksiktir. Doğru olan, lafzı hıfzetmek, manayı idrak etmek ve bu iki hizmeti birlikte yürütmektir.

  1. Hizmette Derece Değil, Niyet Esastır

Kur’an’ı hıfzetmek de, Risale-i Nur’u yazmak ve yaymak da, Allah için yapıldığında büyük bir ibadettir. Kimisi lafzı muhafaza eder, kimisi manayı yayar. Kimin hizmeti daha kıymetlidir, bunu ölçmek bizim değil, Allah’ın mizanıdır. Bizim vazifemiz, niyetimizi samimi tutmak, gayretimizi artırmak ve Kur’an’ın her yönüne sadakatle hizmet etmektir.

Sonuç:

Kur’an’ın hıfzı, lafzî bir ibadettir; Risale-i Nur ise, Kur’an’ın mânâlarına giden yolu açan manevî bir hizmettir. Bediüzzaman bu ikisini birbirine karşı değil, birbirinin tamamlayıcısı olarak görür. Kur’an hıfzına öncelik verir; ama Risale-i Nur’u da bu hıfzın mânâ boyutuna hizmet eden vazgeçilmez bir tefsir olarak değerlendirir. Bu çağda ihtiyaç; ikisini birlikte kuşanmak, Kur’an’ı hem ezberleyip hem anlayarak yaşamaktır.

Özet:

Kur’an’ın hıfzı her zaman üstün ve öncelikli bir ibadettir. Risale-i Nur ise, Kur’an’ın imanî hakikatlerini izah eden bir tefsirdir. Bediüzzaman, bu iki hizmeti karşı karşıya değil, birbirini tamamlayan hizmetler olarak görür. Bu zamanda Kur’an’ı hıfz edip, Risale-i Nur’la manalarını kavramak en kâmil yoldur. Tercih değil, tevhit esastır. İkisini birlikte yaşamak, Kur’an’a en layık hizmettir.

 




Şefkatin Sınırı, Rahmetin Dengesi

Şefkatin Sınırı, Rahmetin Dengesi

“Şefkat-i insaniye, merhamet-i Rabbaniyenin bir cilvesi olduğun- dan elbette rahmetin derecesinden aşmamak ve Rahmeten li’l-âlemîn Zat’ın (asm) mertebe-i şefkatinden taşmamak gerektir. Eğer aşsa ve taşsa o şefkat, elbette merhamet ve şefkat değildir; belki dalalete ve ilhada sirayet eden bir maraz-ı ruhî ve bir sekam-ı kalbîdir.

   Mesela, kâfir ve münafıkların cehennemde yanmalarını ve azap ve cihad gibi hâdiseleri kendi şefkatine sığıştırmamak ve tevile sapmak; Kur’an’ın ve edyan-ı semaviyenin bir kısm-ı azîmini inkâr ve tekzip olduğu gibi bir zulm-ü azîm ve gayet derecede bir merhametsizliktir. Çünkü masum hayvanları parçalayan canavarlara himayetkârane şefkat etmek, o bîçare hayvanlara şedit bir gadir ve vahşi bir vicdansızlıktır. Ve binler Müslümanların hayat-ı ebediyelerini mahveden ve yüzer ehl-i imanın sû-i âkıbetine ve müthiş günahlara sevk eden adamlara şefkatkârane taraftar olmak ve merhametkârane cezadan kurtulmalarına dua etmek, elbette o mazlum ehl-i imana dehşetli bir merhametsizlik ve şenî bir gadirdir.”
Kastamonu Lâhikası

Şefkatin Sınırı, Rahmetin Dengesi: İlahî Adalet Karşısında Yanıltıcı Merhamet
Bediüzzaman’ın Gözünden Kur’anî Bir Şefkat Tahlili

Giriş:

Şefkat, insana Allah’tan lütfedilen en yüce duygulardan biridir. Ancak her nimette olduğu gibi, şefkatin de istikameti ve sınırı vardır. Aksi hâlde rahmet adı altında zulme kapı açılır, merhamet zannıyla hakikat bozulur. Bediüzzaman Said Nursî’nin Kastamonu Lâhikası’nda dile getirdiği bu hakikat, Kur’ân-ı Kerîm’in adalet ve rahmet terazisinde derinlemesine tartılmıştır. Çünkü gerçek şefkat, Allah’ın rahmetiyle uyumlu olandır; onu aşan ise dalalete ve zulme kapı açan bir sapmadır.

  1. Kur’an’da Rahmet ve Azap Dengesi:

Kur’ân’da Allah Teâlâ’nın Rahmân ve Rahîm sıfatları sıkça zikredilir. Ancak bu rahmet, ilahî adaletle birlikte yürür. Nitekim Kur’ân’da şöyle buyrulur:

> “Habîbim! Onları bırak, dünya hayatının geçici zevkine dalsınlar. Elbet sonlarında bileceklerdir.” (Hicr, 15/3)

“Hiç iman eden kimse, fasık olan gibi olur mu? Elbette eşit olmazlar.” (Secde, 32/18)

Bu ayetlerde Allah, sapkınlara ve zalimlere merhamet zannıyla yaklaşılmasını men eder. Çünkü bu tavır, adaletsizliktir. Allah’ın rahmeti sonsuzdur; ama hikmetsiz değildir. Rahmet, ehlini bulur; hak edenin hakkını korur. Hak etmeyene verilirse, bu merhamet değil, zulüm olur.

  1. Şefkatin Taşması: Kalbî Hastalık Olabilir

Bediüzzaman, “şefkat” duygusunun taşması durumunu bir “maraz-ı ruhî”, yani ruhsal bir hastalık olarak değerlendirir. Çünkü bâtıla, günahkâra ve zalime karşı adaletin terazisini unutup sırf duygusallıkla yaklaşmak, başka masumların hukukunu çiğnemek demektir.

Örneğin, Kur’an’da cehennem azabından bahseden yüzlerce ayet vardır. Allah Teâlâ, zalimlerin ve inatçı kâfirlerin ebedî cezaya çarptırılacağını bildirir. Bunu hazmedemeyip “bu kadar azap olur mu?” diye sormak, insanî şefkatten değil; rahmetin ilahî ölçüsünü anlayamamaktan kaynaklanır. Bu anlayış, Kur’an’ın açık hükümlerine ters düşer:

> “Gerçek şu ki, inkâr edenleri ve zulmedenleri Allah ne bağışlayacak ne de onlara bir yol gösterecektir.” (Nisa, 4/168)

  1. Mazluma Zulüm: Yanlış Şefkatin Bedeli

Şefkat duygusunun yanlış hedefe yönelmesi, mazluma zulüm getirir. Örneğin, canavarı acındırmak, onun parçaladığı masumları unutmaktır. Günümüzde bu düşünce; suça karşı tolerans, günaha karşı hoşgörü, sapkınlığa karşı “özgürlük” savunusu şeklinde tezahür eder. Netice: masumlara yapılan zulmün görünmez hâle gelmesi ve haksızlığın sistemleşmesi olur.

Kur’an, bu konuda çok nettir:

> “Allah müminleri inkârcılarla aynı tutmaz.” (Âl-i İmrân, 3/179)

“Zulmedenlere meyletmeyin, yoksa ateş size de dokunur.” (Hud, 11/113)

Bu ayetler, bâtıla ve zulme taraf olmanın ya da en azından ona duygusal yakınlık göstermenin dahi büyük bir vebal olduğunu bildirir.

  1. Fıkhî Yorumlar ve Kelamî Yaklaşım:

İslam hukukunda “suçun şahsiliği” esastır. Yani bir kişinin suçu, başkasına yüklenemez. Ancak bu, suçluya karşı şefkatli olmak anlamına gelmez. Kısas, had cezaları, harp hükümleri gibi ağır yaptırımlar, İslam’ın ceza adaletinde yer alır. Merhamet, suçlunun şahsına değil; toplumun genel maslahatı çerçevesinde uygulanır.

Kelam âlimleri ise, Allah’ın rahmetini inkâr etmeyen ama adaletle birlikte değerlendiren bir çizgi sunarlar. İmam Gazâlî, “Allah, rahmetinde sonsuzdur ama hikmeti rahmetinden ayrılmaz.” diyerek, bu dengeye işaret eder.

  1. Günümüz Uygulamaları: Seküler Şefkatin Felaketi

Modern zamanlarda “şefkat” ve “insan hakları” kavramları, çoğu zaman ilkesizce kullanılır. Bir teröriste gösterilen aşırı “hoşgörü”, onun kurbanlarını unutturur. Bir sapkına tanınan “özgürlük”, onun ifsat ettiği genç nesli yok sayar. Bu, Kur’anî şefkat değil; seküler vicdanın bulanıklığıdır. Rahmet, İlâhî nizama bağlı kalırsa anlam kazanır.

Sonuç:

Gerçek şefkat, hikmetle sınırlandırılmış ve ilahî adaletle dengelenmiş şefkattir. Bediüzzaman’ın ifadesiyle, şefkat Rahmeten li’l-Âlemîn olan Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) seviyesini aşmamalı, Allah’ın rahmet ölçüsünü geçmemelidir. Aksi takdirde, şefkat adı altında zulüm yapılır; mazlumun hakkı zayi edilir. Kur’an bu konuda çok açıktır: Her şefkat hak edene, her azap da layık olana gider. Dengeyi bozan ise, merhamet değil, merhametsizlik yapar.

Özet:

Kur’an’da rahmet ve azap birlikte yürür. Gerçek şefkat, Allah’ın rahmetini taklit eden, ama onu geçmeyen şefkattir. Bediüzzaman bu çerçevede, bâtıla ve zalime karşı “şefkat” adı altında merhamet gösterilmesini ruhsal bir hastalık, kalbî bir sapma olarak tanımlar. Kur’an’daki ayetler ve fıkıh kaideleri de bu yaklaşımı destekler. Masumu korumayan her şefkat, adaletsizliğe kapı aralar. Bu yüzden şefkat, hikmetle yoğrulmalı ve hakikatin terazisinde tartılmalıdır.

 




Şefkatin Sınırı, Rahmetin Dengesi

Şefkatin Sınırı, Rahmetin Dengesi

“Şefkat-i insaniye, merhamet-i Rabbaniyenin bir cilvesi olduğun- dan elbette rahmetin derecesinden aşmamak ve Rahmeten li’l-âlemîn Zat’ın (asm) mertebe-i şefkatinden taşmamak gerektir. Eğer aşsa ve taşsa o şefkat, elbette merhamet ve şefkat değildir; belki dalalete ve ilhada sirayet eden bir maraz-ı ruhî ve bir sekam-ı kalbîdir.

   Mesela, kâfir ve münafıkların cehennemde yanmalarını ve azap ve cihad gibi hâdiseleri kendi şefkatine sığıştırmamak ve tevile sapmak; Kur’an’ın ve edyan-ı semaviyenin bir kısm-ı azîmini inkâr ve tekzip olduğu gibi bir zulm-ü azîm ve gayet derecede bir merhametsizliktir. Çünkü masum hayvanları parçalayan canavarlara himayetkârane şefkat etmek, o bîçare hayvanlara şedit bir gadir ve vahşi bir vicdansızlıktır. Ve binler Müslümanların hayat-ı ebediyelerini mahveden ve yüzer ehl-i imanın sû-i âkıbetine ve müthiş günahlara sevk eden adamlara şefkatkârane taraftar olmak ve merhametkârane cezadan kurtulmalarına dua etmek, elbette o mazlum ehl-i imana dehşetli bir merhametsizlik ve şenî bir gadirdir.”
Kastamonu Lâhikası

Şefkatin Sınırı, Rahmetin Dengesi: İlahî Adalet Karşısında Yanıltıcı Merhamet
Bediüzzaman’ın Gözünden Kur’anî Bir Şefkat Tahlili

Giriş:

Şefkat, insana Allah’tan lütfedilen en yüce duygulardan biridir. Ancak her nimette olduğu gibi, şefkatin de istikameti ve sınırı vardır. Aksi hâlde rahmet adı altında zulme kapı açılır, merhamet zannıyla hakikat bozulur. Bediüzzaman Said Nursî’nin Kastamonu Lâhikası’nda dile getirdiği bu hakikat, Kur’ân-ı Kerîm’in adalet ve rahmet terazisinde derinlemesine tartılmıştır. Çünkü gerçek şefkat, Allah’ın rahmetiyle uyumlu olandır; onu aşan ise dalalete ve zulme kapı açan bir sapmadır.

  1. Kur’an’da Rahmet ve Azap Dengesi:

Kur’ân’da Allah Teâlâ’nın Rahmân ve Rahîm sıfatları sıkça zikredilir. Ancak bu rahmet, ilahî adaletle birlikte yürür. Nitekim Kur’ân’da şöyle buyrulur:

> “Habîbim! Onları bırak, dünya hayatının geçici zevkine dalsınlar. Elbet sonlarında bileceklerdir.” (Hicr, 15/3)

“Hiç iman eden kimse, fasık olan gibi olur mu? Elbette eşit olmazlar.” (Secde, 32/18)

Bu ayetlerde Allah, sapkınlara ve zalimlere merhamet zannıyla yaklaşılmasını men eder. Çünkü bu tavır, adaletsizliktir. Allah’ın rahmeti sonsuzdur; ama hikmetsiz değildir. Rahmet, ehlini bulur; hak edenin hakkını korur. Hak etmeyene verilirse, bu merhamet değil, zulüm olur.

  1. Şefkatin Taşması: Kalbî Hastalık Olabilir

Bediüzzaman, “şefkat” duygusunun taşması durumunu bir “maraz-ı ruhî”, yani ruhsal bir hastalık olarak değerlendirir. Çünkü bâtıla, günahkâra ve zalime karşı adaletin terazisini unutup sırf duygusallıkla yaklaşmak, başka masumların hukukunu çiğnemek demektir.

Örneğin, Kur’an’da cehennem azabından bahseden yüzlerce ayet vardır. Allah Teâlâ, zalimlerin ve inatçı kâfirlerin ebedî cezaya çarptırılacağını bildirir. Bunu hazmedemeyip “bu kadar azap olur mu?” diye sormak, insanî şefkatten değil; rahmetin ilahî ölçüsünü anlayamamaktan kaynaklanır. Bu anlayış, Kur’an’ın açık hükümlerine ters düşer:

> “Gerçek şu ki, inkâr edenleri ve zulmedenleri Allah ne bağışlayacak ne de onlara bir yol gösterecektir.” (Nisa, 4/168)

  1. Mazluma Zulüm: Yanlış Şefkatin Bedeli

Şefkat duygusunun yanlış hedefe yönelmesi, mazluma zulüm getirir. Örneğin, canavarı acındırmak, onun parçaladığı masumları unutmaktır. Günümüzde bu düşünce; suça karşı tolerans, günaha karşı hoşgörü, sapkınlığa karşı “özgürlük” savunusu şeklinde tezahür eder. Netice: masumlara yapılan zulmün görünmez hâle gelmesi ve haksızlığın sistemleşmesi olur.

Kur’an, bu konuda çok nettir:

> “Allah müminleri inkârcılarla aynı tutmaz.” (Âl-i İmrân, 3/179)

“Zulmedenlere meyletmeyin, yoksa ateş size de dokunur.” (Hud, 11/113)

Bu ayetler, bâtıla ve zulme taraf olmanın ya da en azından ona duygusal yakınlık göstermenin dahi büyük bir vebal olduğunu bildirir.

  1. Fıkhî Yorumlar ve Kelamî Yaklaşım:

İslam hukukunda “suçun şahsiliği” esastır. Yani bir kişinin suçu, başkasına yüklenemez. Ancak bu, suçluya karşı şefkatli olmak anlamına gelmez. Kısas, had cezaları, harp hükümleri gibi ağır yaptırımlar, İslam’ın ceza adaletinde yer alır. Merhamet, suçlunun şahsına değil; toplumun genel maslahatı çerçevesinde uygulanır.

Kelam âlimleri ise, Allah’ın rahmetini inkâr etmeyen ama adaletle birlikte değerlendiren bir çizgi sunarlar. İmam Gazâlî, “Allah, rahmetinde sonsuzdur ama hikmeti rahmetinden ayrılmaz.” diyerek, bu dengeye işaret eder.

  1. Günümüz Uygulamaları: Seküler Şefkatin Felaketi

Modern zamanlarda “şefkat” ve “insan hakları” kavramları, çoğu zaman ilkesizce kullanılır. Bir teröriste gösterilen aşırı “hoşgörü”, onun kurbanlarını unutturur. Bir sapkına tanınan “özgürlük”, onun ifsat ettiği genç nesli yok sayar. Bu, Kur’anî şefkat değil; seküler vicdanın bulanıklığıdır. Rahmet, İlâhî nizama bağlı kalırsa anlam kazanır.

Sonuç:

Gerçek şefkat, hikmetle sınırlandırılmış ve ilahî adaletle dengelenmiş şefkattir. Bediüzzaman’ın ifadesiyle, şefkat Rahmeten li’l-Âlemîn olan Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) seviyesini aşmamalı, Allah’ın rahmet ölçüsünü geçmemelidir. Aksi takdirde, şefkat adı altında zulüm yapılır; mazlumun hakkı zayi edilir. Kur’an bu konuda çok açıktır: Her şefkat hak edene, her azap da layık olana gider. Dengeyi bozan ise, merhamet değil, merhametsizlik yapar.

Özet:

Kur’an’da rahmet ve azap birlikte yürür. Gerçek şefkat, Allah’ın rahmetini taklit eden, ama onu geçmeyen şefkattir. Bediüzzaman bu çerçevede, bâtıla ve zalime karşı “şefkat” adı altında merhamet gösterilmesini ruhsal bir hastalık, kalbî bir sapma olarak tanımlar. Kur’an’daki ayetler ve fıkıh kaideleri de bu yaklaşımı destekler. Masumu korumayan her şefkat, adaletsizliğe kapı aralar. Bu yüzden şefkat, hikmetle yoğrulmalı ve hakikatin terazisinde tartılmalıdır.

 




Şehadet, Mazlumiyet ve İlâhî Adalet

Şehadet, Mazlumiyet ve İlâhî Adalet

“Bir zaman, Eski Harb-i Umumî’de, düşmanların ehl-i İslâm’a ve bilhassa çoluk ve çocuklara ettikleri katl ve zulümlerinden pek çok müteellim oluyordum. Fıtratımda şefkat ve rikkat ziyade olduğundan tahammülüm haricinde azap çekerdim. Birden kalbime geldi ki:

   O maktûl masumlar şehit olup veli olurlar; fâni hayatları, bâki bir hayata tebdil ediliyor ve zayi olan malları sadaka hükmünde olup bâki bir mal ile mübadele olur. Hattâ o mazlumlar kâfir de olsa âhirette kendilerine göre o dünyevî âfattan çektikleri belalara mukabil rahmet-i İlahiyenin hazinesinden öyle mükâfatları var ki eğer perde-i gayb açılsa o mazlumlar, haklarında büyük bir tezahür-ü rahmet görüp “Yâ Rabbî! Şükür elhamdülillah.” diyeceklerini bildim ve kat’î bir surette kanaat getirdim. Ve ifrat-ı şefkatten gelen şiddetli teessür ve elemden kurtuldum.”
Kastamonu Lâhikası

Şehadet, Mazlumiyet ve İlâhî Adalet: Zulüm Altındaki Masumların Ahiret Kazancı Üzerine İslamî Tahlil
Kastamonu Lâhikası Işığında Kur’anî ve Fıkhî Değerlendirme

Giriş:

İnsanlık tarihi zulüm, savaş ve gözyaşıyla yoğrulmuştur. Özellikle mazlumların, masumların, çocukların katledilmesi gibi vicdanları derinden yaralayan manzaralar, inanan kalplerde tarifsiz acılara sebep olur. Bediüzzaman Said Nursî’nin Kastamonu Lâhikası’ndaki ifadesi, bu acıyı derinlemesine yaşamış bir mü’minin şefkatini, fakat aynı zamanda bu şefkati İslam’ın adalet ve hikmet penceresinden nasıl dengeye getirdiğini gösterir.

Bu yazıda, bu hakikatin Kur’ân, hadis, fıkıh ve kelam yönlerinden tahlili yapılacak; İslam âlimlerinin görüşleriyle birlikte tasvib ve tenkit boyutları ele alınacaktır.

  1. Kur’ân-ı Kerîm ve Şehitlik Kavramı:

Kur’ân, savaşta öldürülen mü’minler hakkında net bir hüküm verir:

> “Allah yolunda öldürülenlere ‘ölüler’ demeyin. Bilakis onlar diridirler. Lakin siz farkında değilsiniz.”
(Sure: Bakara, 2/154; Âl-i İmrân, 3/169)

Bu ayet, mazlumca ölen mü’minlerin ölümünün dünya nazarında zayi olsa da uhrevî nazarda büyük bir terfiye vesile olduğunu bildirir. Özellikle düşman saldırıları, işgaller ve zulüm ortamlarında hayatını kaybeden kadın, çocuk ve yaşlılar da “fiilî şehit” sınıfına dâhil edilmiştir. Resûlullah (s.a.v.) hadislerinde şöyle buyurur:

> “Ümmetimden kim samimi bir şekilde şehit olmayı isterse, yatağında ölse bile Allah onu şehitlik mertebesine ulaştırır.” (Müslim, İmâre, 190)

“Yıkıntı altında kalan, boğulan, yanarak ölen, vebadan ölen, karnından hastalanarak ölenler de şehittir.” (Ebu Davud, Cihad, 24)

Bu hadisler, İslam’da şehitliğin sadece savaş meydanında ölmeye mahsus olmadığını, zulme uğrayarak hayatını kaybeden mazlumların da şehitlik mertebesine ulaşabileceğini gösterir.

  1. Fıkıh ve Kelâm Açısından Mazlumun Ahiret Kazancı:

İslam âlimleri mazlumiyetin, ahirette büyük bir karşılık doğuracağını ittifakla kabul etmiştir. Çünkü Allah, kul hakkı ve zulüm hususunda son derece titizdir:

> “Zulmedenlere meyletmeyin, yoksa size de ateş dokunur.” (Hud, 11/113)

Bu ilke çerçevesinde, zulme uğrayan her birey —ister müslim ister gayrimüslim olsun— adalet-i İlâhiyeye göre hakkını alacaktır. İmam Ebu Hanife ve birçok Ehl-i Sünnet kelamcısı, kâfirlerin dünya musibetleri sebebiyle ahirette cehennem azabından bir miktar hafifletilmeleri veya bu musibetlerin onlara bazı hafifletici yönler kazandırabileceğini ifade etmişlerdir.

İmam Mâtürîdî’nin yaklaşımı da bu çizgide ilerler. O, Allah’ın adaletinin mazluma haksızlık etmeyeceğini, her acının mutlaka bir karşılık bulacağını belirtir. Fakat bu karşılık, ebedî azaptan tam bir kurtuluş anlamına gelmez; ilâhî rahmetin bir tezahürüdür.

  1. Bediüzzaman’ın Yaklaşımı: Şefkatin Hikmete Dönüşmesi

Bediüzzaman burada iki önemli noktayı öne çıkar:

Birincisi, mü’min masumların şehitlik ve velayet mertebesine çıkmasıdır. Onların dünya hayatı sona erse de, ebedî saadete terfi etmiş olmaları, görünen zulmün arkasındaki İlâhî rahmetin bir göstergesidir.

İkincisi, hatta kâfir dahi olsa —masumane zulme uğramışsa— çektiği musibetlerin karşılıksız kalmayacağına dair kanaatidir. Bu, cehennemden kurtulma değil, adalet-i İlahiye’nin mazluma lütuf yönüdür. Ve bu görüş, Kur’an’da geçen şu ilkeye dayanır:

> “Rabbin zulmedici değildir.” (Kehf, 18/49)

Böylece, Bediüzzaman’ın bu tesbiti fıkha muhalif değil, onu tamamlayan ve yüksek bir hikmet penceresinden bakan bir yorumdur.

  1. Tenkid ve Tasvib Noktaları:

Tasvib Edenler:

Risale-i Nur talebeleri ve birçok mütefekkir âlim, bu yaklaşımın hem Kur’ânî hem de kelamî açıdan isabetli olduğunu, özellikle zamanımızda aşırı şefkatin insanı isyana sürükleyebileceği bir dönemde, duyguları hikmetle dengeleme açısından önemli bir bakış sunduğunu kabul etmişlerdir.

Tenkid Edenler:

Bazı fıkıhçılar ise kâfirin ahiretteki mükâfatından bahsetmenin yanlış anlaşılmalara yol açabileceğini, bu konuda söz söylerken son derece ihtiyatlı olunması gerektiğini belirtmişlerdir. Fakat burada dikkat edilmesi gereken, “cehennemden kurtuluş” gibi bir vaadin değil; dünyevî musibetin rahmet-i İlahiyede karşılıksız kalmayacağına dair bir hikmet penceresinin dile getirildiğidir.

Sonuç:

Kastamonu Lâhikası’ndaki bu veciz beyan, şefkatle hikmeti, rahmetle adaleti birleştiren yüksek bir Kur’ânî bakış açısı sunmaktadır. İslam, mazlumun hakkını ebediyen zayi etmez. Bu ister mü’min ister gayrimüslim olsun, Allah’ın adaleti tecelli eder. Mü’min masumlar şehitlik ve velilik mertebesine çıkar, kâfir mazlumlar ise kendi durumlarına göre rahmetten bir nebze nasiblenirler. Bu gerçekler, insanı hem teselli eder hem şefkatin hikmetle yoğrulması gerektiğini öğretir.

Özet:

Kastamonu Lâhikası’ndaki ifade, İslam’ın zulme uğrayanlara nasıl baktığını ortaya koyar. Mü’min mazlumlar şehit ve veli olurken, gayrimüslim mazlumların da çektikleri dünyevî belaların karşılıksız kalmayacağına dair Kur’anî ve fıkhî işaretler vardır. Bediüzzaman’ın bu yaklaşımı, şefkati hikmetle terbiye eden bir çizgidir. İslam hukuku ve kelamı da bu görüşü mutlak anlamda değil, İlâhî adaletin genişliği bağlamında ele alır. Mazlumun duası reddedilmez; ister müslim, ister gayrimüslim olsun.

 




Risale-i Nur: Tahkikî İmanın Kestirme Yolu

Risale-i Nur: Tahkikî İmanın Kestirme Yolu
Zamana ve Zihne Hitap Eden Bir Kur’ân Tefsiri

“Risale-i Nur, hakaik-i İslâmiyeye dair ihtiyaçlara kâfi geliyor, başka eserlere ihtiyaç bırakmıyor. Kat’î ve çok tecrübelerle anlaşılmış ki imanı kurtarmak ve kuvvetlendirmek ve tahkikî yapmanın en kısa ve en kolay yolu Risale-i Nur’dadır. Evet, on beş sene yerine, on beş haftada Risale-i Nur o yolu kestirir, iman-ı hakikiye îsal eder.”
Kastamonu Lâhikası

Giriş:

İman, insan hayatının hem anlamı hem yönüdür. Zihni doyuran, kalbi tatmin eden ve ruhu huzura erdiren bir kuvvettir. Ancak zaman geçtikçe şüpheler artmakta, marifet yolları karmaşıklaşmakta, ilim ve teknolojinin cazibesi içinde imanî meseleler arka plana düşmektedir. İşte bu asırda Risale-i Nur’un değeri, sıradan bir kitap olmanın ötesinde; bir mürşid, bir rehber, bir kurtarıcı olarak karşımıza çıkar. Bediüzzaman’ın ifadesiyle, “on beş sene yerine on beş haftada” tahkikî imanı kazandıran bir kudsî okul olur.

Risale-i Nur’un Gayesi: İmanı Kurtarmak ve Kuvvetlendirmek

Bu zamanda en büyük tehlike, kalbî zaaf ve zihnî karışıklıktır. İman, artık sadece ezberle değil; tahkik ve marifetle korunabilir. Zira inkâr ve şüphe, eskiden yalnız felsefi çevrelerde dolaşırken; şimdi sosyal medya, diziler, filmler, hatta ders kitapları vasıtasıyla her haneye sızmış durumdadır.

Risale-i Nur ise doğrudan bu yaraya ilaç olarak gelmiştir. İmanın altı şartını —Allah’a, meleklere, kitaplara, peygamberlere, ahirete ve kadere imanı— delillerle, akıl ve kalbi aynı anda tatmin edecek biçimde ele alır. Böylece okuyucusunu taklitten tahkike taşır; “neden iman ediyorum” sorusuna net ve kuvvetli cevaplar verir.

Neden Başka Eserlere İhtiyaç Bırakmaz?

Bu söz asla diğer kitapları küçümsemek anlamına gelmez. Aksine, Risale-i Nur’un bu asırdaki “zaruri bir eczane” oluşuna işaret eder. Çünkü her devrin bir dili, bir hastalığı, bir reçetesi vardır. Bu asırda insanlar felsefenin, bilimsel pozitivizmin, materyalizmin tesirinde kalmış; geleneksel dilin onlara ulaşmadığı bir dünyaya savrulmuştur. Risale-i Nur, bu modern zihin yapısına hitap edecek şekilde yazılmıştır: Mantıkla konuşur, akılla ikna eder, kalple bağ kurar.

Ayrıca, çok okuyan ama az anlayan bu zamanda, Risale-i Nur’un sade, tekrar eden ve merhale merhale ilerleyen anlatımı, mana derinliğine kolay ulaşma imkânı sunar. İhtisas gerektirmeden, bir mü’mini ilim ve iman yolunda hızlıca terakki ettirir. Bu yönüyle diğer eserlerden daha kısa ve kestirme bir yoldur; çünkü doğrudan iman esaslarına temas eder.

On Beş Haftada Bir Dönüşüm:

“On beş sene yerine on beş haftada…” ifadesi sıradan bir teşbih değil, bizzat yaşanmış tecrübelerin özüdür. Risale-i Nur’un müellifi ve talebeleri, bu eserlerin sadece bilgi değil, bir terbiye, bir inşa vesilesi olduğunu defalarca görmüşlerdir. Nice insanlar, birkaç haftalık okuma neticesinde hayata başka bir gözle bakmaya başlamış; gaflet perdeleri yırtılmış, dünya anlayışı değişmiş, iman şuuru parlamıştır. Çünkü Risale-i Nur bir “kitap” değil, bir “meydan” gibidir; okuyanı mücadeleye çağırır, zihinle kalbi barıştırır, nefisle ruhu karşı karşıya getirir.

Sonuç:

Risale-i Nur, sadece bir bilgi kitabı değil, imanî bir inkılabın vesilesidir. Bu asrın dehşetli dalaletlerine karşı, akıl, kalp ve ruh üçlüsünü aynı anda tatmin eden nadir bir tefsirdir. Tahkikî imana ulaşmanın en kısa, en etkili ve en selametli yoludur. Bu yönüyle diğer eserlerden ayrılır, onları dışlamadan ama onları da aşarak bir bütünlük sunar. Her asırda gelen mücedditlerin faaliyetlerini bu asırda Risale-i Nur üstlenmiştir.

Özet:

Risale-i Nur, bu asrın imanî ihtiyaçlarına doğrudan cevap veren, tahkikî imanı kısa sürede kazandıran, akıl ve kalbi aynı anda doyuran bir eserdir. Modern şüphe ve inkâra karşı bir kalkan gibi iş görür. “On beş sene yerine on beş haftada” insanı iman-ı tahkikîye ulaştırması, onun eşsiz yapısını ve bu zamandaki vazifesini açıkça ortaya koyar. Başka eserlere ihtiyaç bırakmaması, bu asırda doğrudan imanı kurtaran bir reçete oluşundandır.

 




Zulüm Adına “Adalet”: Bir Medeniyetin Maskesi Düşerken

Zulüm Adına “Adalet”: Bir Medeniyetin Maskesi Düşerken
Risale-i Nur’un Işığında İngiliz İstibdadı ve Hürriyet Maskesi

“Evet, zaman gösterdi ki hürriyet-perver namını alan bir devletin, o istikbalde gelen istibdadın bir numunesi olarak üç yüz müstebit memurlarıyla, üç yüz milyon Hindistan’ı üç yüz seneden beri üç yüz adam gibi kolay bağlayıp deprenmeyecek derecede istibdat altına alarak, eşedd-i zulmü a’zamî bir derecede yani birisinin hatasıyla binler adamı tecziye etmek olan kanun-u müstebidanesine inzibat ve adalet namını vermiş, dünyayı aldatmış, ateşe vermiş.”
Kastamonu Lâhikası

Giriş:

Modern çağın sahte ışıkları, çoğu zaman karanlığı aydınlık gibi göstermiştir. “Hürriyet”, “adalet”, “medeniyet” gibi yüksek manalar, emperyalist emellerin maskesi yapılmıştır. Bu maskelerin ardında ise insanlık tarihinin en derin zulümleri, en organize istibdatları gizlenmiştir. Risale-i Nur’un Kastamonu Lâhikası’nda yer alan yukarıdaki ibare, bu maskeyi yırtarcasına bir hakikati ilan eder: Dünyaya “özgürlük” vadeden İngiliz medeniyeti, aslında yüz milyonlarca insanın hürriyetini gasp eden bir zorbalığın ta kendisidir.

Hürriyet Maskesi Altında İstibdat:

İngiltere, kendisini yüzyıllar boyunca “özgürlüklerin kalesi”, “medeniyetin öncüsü” gibi unvanlarla tanıtmış ve dünyaya bu surette nüfuz etmeyi başarmıştır. Oysa Bediüzzaman Said Nursî’nin işaret ettiği gibi, bu devlet sadece birkaç yüz idareci memuruyla Hindistan gibi devasa bir kıtayı üç asır boyunca baskı altında tutmayı bilmiş, hürriyetin değil, istibdadın sembolü olmuştur.

Buradaki en çarpıcı ifade ise “birisinin hatasıyla binler adamı tecziye etmek olan kanun-u müstebidanesine inzibat ve adalet namını vermek”tir. Bu, günümüz hukuk anlayışına da ışık tutan çarpıcı bir tesbittir: Suçun şahsiliği prensibi bir kenara itilmiş, cezalandırmada keyfilik sistem haline gelmiş, toplu cezalarla milletler sindirilmiştir. Ve bu zulme “adalet” ismi verilerek insanlık aldatılmıştır.

Zulmün Organize Hâli: Emperyalist Sistem

İngilizler sadece askeri güçle değil, aynı zamanda eğitim, hukuk ve ekonomi gibi sistemler üzerinden de hâkimiyetlerini kurmuşlardır. Hindistan’da uyguladıkları sömürge politikası, yerli halkı kendi kültür ve dininden koparıp Batı’ya hayran ama köle ruhlu bireyler hâline getirmeyi amaçlamıştır. Bu da gösteriyor ki istibdat, yalnızca fiziki bir baskı değil; zihinlere, kalplere vurulan prangalardır.

Üç yüz yıldır üç yüz milyon insanı “üç yüz adam gibi kolay” idare etmek; zayıf, eğitimsiz, korkutulmuş ve maneviyattan uzak bırakılmış bir toplum inşa etmekle mümkün olmuştur. Bu istibdat, Batı’nın medeniyet iddiasının ne kadar sahte ve ikiyüzlü olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.

Hakikatleri Susturan Kanunlar:

Risale-i Nur’un bu tesbiti, sadece geçmişi değil, bugünü de anlamamızda bize kılavuzluk eder. Bugün de kimi rejimler, zulüm ve adaletsizliği hukuk kisvesiyle pazarlamakta, muhalif sesleri bastırmak için “terör”, “güvenlik” gibi kavramları istismar etmektedir. Adaletin ismini kullanarak yapılan adaletsizlik, zalimliğin en tehlikeli biçimidir. Çünkü insan vicdanını yanıltır, mazlumu suçlu gibi gösterir, zalimi ise hukuk adamı kisvesine büründürür.

Sonuç:

Risale-i Nur’da dile getirilen bu hakikat, yalnızca İngiltere’nin Hindistan’daki zulmünü değil, istibdadın evrensel çehresini deşifre eder. Gerçek adalet, yalnız şeklen değil, ruhen de adil olmalıdır. Şekli kanunlar ve prosedürler altında gizlenen zulümler, insanlığı ateşe vermekten başka bir işe yaramaz. Hürriyetin gerçek anlamı, hakikatin ve adaletin yanında yer almaktır; görünüşteki medeni süslemelerle değil.

Özet:

İngiltere’nin Hindistan üzerindeki hâkimiyeti, “hürriyet” ve “adalet” gibi kavramların istibdat ve zulüm için nasıl kullanıldığını gösteren ibretlik bir örnektir. Risale-i Nur, bu çelişkiyi deşifre ederek hakiki adaletin ve hürriyetin bâtıl sistemlerden değil, ilahî hakikatlerden doğacağını ilan eder. Zulmün adı adalet olunca, insanlar gerçeği göremez; ama hakikatin nuru, her yalanı yakar ve maskeleri düşürür.

 




Küfrün Zulmü, Şefkatin Sınırı ve İlâhî Adalet

Küfrün Zulmü, Şefkatin Sınırı ve İlâhî Adalet:

“Risale-i Nur’da kat’iyetle ispat edilmiş ki küfür ve dalalet, kâinata büyük bir tahkir ve mevcudata bir zulm-ü azîmdir ve rahmetin ref’ine ve âfatın nüzulüne vesiledir. Hattâ deniz dibinde balıklar, canilerden şekva ederler ki “İstirahatimizin selbine sebep oldular.” diye rivayet-i sahiha vardır. O halde kâfirin azap çekmesine acıyıp şefkat eden adam, şefkate lâyık hadsiz masumlara acımıyor ve şefkat etmeyip ve hadsiz merhametsizlik ediyor demektir.

   Yalnız bu var ki müstahaklara âfat geldiği zaman masumlar da yanarlar, onlara acımamak olmuyor. Fakat canilerin cezalarından zarar gören mazlumların hakkında gizli bir merhamet var.”
Kastamonu Lâhikası

Giriş: İnsan fıtratı gereği şefkate meyillidir. Hatta bazen bu şefkat, hak ile bâtılı ayırt etmeyen bir merhamet zannına dönüşebilir. Oysa gerçek şefkat, adaleti gözeten, hakikati koruyan ve zulmün karşısında duran bir duygudur. Risale-i Nur’un Kastamonu Lâhikası’nda geçen veciz ifadeler, bu meseleyi derin bir hikmet süzgecinden geçirerek izah etmektedir.

Küfür ve Dalaletin Kâinattaki Yansıması: Risale-i Nur’da küfür ve dalalet sadece bireysel bir sapma olarak değil, aynı zamanda kâinata karşı işlenen büyük bir hürmetsizlik ve zulüm olarak tarif edilir. Çünkü kâinatın her bir zerresi, Allah’ın varlığını ve birliğini ilan eden birer memur, birer delildir. Bu delilleri susturmak, görmezden gelmek ya da inkâr etmek; yalnızca kendi nefsine değil, bütün mevcudata karşı işlenmiş bir saygısızlıktır.

Küfür, hakikati inkâr ederek her bir varlığın Allah’la olan bağını koparır. Varlığı başıboş ve gayesiz ilan eder. Böylece en yüce anlamlara sahip mahlûkatı, değersiz birer cisim yığınına indirir. Bu ise büyük bir tahkirdir, bir hakaret ve zulümdür. Nitekim rivayetlerde, deniz dibindeki balıkların dahi fasık ve canilerden rahatsızlık duyup şekva ettikleri bildirilir. Demek ki günah ve küfür sadece insanlar arasında değil, bütün mahlûkat nazarında da bir azaptır, bir fesattır.

Şefkatin Yönü ve Gerçek Merhamet: İnsan bazen kâfirin veya zalimin cezasına acıyabilir. Fakat bu acıma hissi, hakikatten uzaklaştığında adaleti incitir, masumların hakkını çiğner. Çünkü küfür ve zulüm, sadece bir şahsı değil, bir cemiyeti, bir ekosistemi, hatta kainatı ifsad eder. Bu nedenle, hakikatte zalime acımak, masumlara zulmetmek demektir. Zira zalimin serbest kalması, mazlumların daha fazla acı çekmesine yol açar.

Risale-i Nur bu noktada çok net bir çizgi çizer: “Kâfirin azabına acıyan adam, hadsiz masumlara merhametsizlik eder.” Bu cümle, şefkatin hangi istikamette doğru olduğunu gösterir. Gerçek şefkat, ilahi adaletin tecellisine yardımcı olmakla olur; bâtılı mazur görmekle değil.

Masumların İmtihanı ve İlâhî Merhamet: Elbette ki toplu musibetler geldiğinde, yalnızca suçlular değil; arada kalan bazı masumlar da zahiren zarar görürler. Bu durum, insan vicdanını sızlatabilir. Fakat burada da ince bir ilahî hikmet ve gizli bir rahmet vardır. Çünkü o masumlar, uhrevî mükafatla, ebedî saadetle taltif edilirler. Dünyada yaşadıkları zorluk, onların manevi derecelerini yükseltir. Yani zahiren ziyan, hakikatte rahmettir. İmtihanın hikmeti gereği, masumlar da musibetlerden nasibini alır, fakat bu nasip onların zararına değil, lehinedir.

Sonuç: Küfür ve dalalet, sadece bireyin değil, bütün mevcudatın hukukunu çiğnemek demektir. Bu yüzden ilahi adaletin bir gereği olarak, ceza görmeleri kaçınılmazdır. Gerçek şefkat, bu adaleti desteklemekle mümkündür. Aksi takdirde, bâtılın propagandasına dönüşen bir duygusallık olur. Risale-i Nur’un bu konudaki yaklaşımı, duygularımıza hikmetle istikamet vermekte ve şefkati adaletle barıştırmaktadır.

Özet: Küfür ve dalalet, kâinattaki bütün varlıklara hakaret ve zulüm anlamına gelir. Kâfirin cezasına üzülmek, aslında ondan zarar gören sayısız masuma merhametsizliktir. Toplu musibetlerde zarar gören masumlar ise, ilahî adalet gereği uhrevî bir lütfa mazhar olurlar. Gerçek şefkat, hakikati gözeten, bâtılı mazur görmeyen ve adaletle bütünleşen bir merhamettir.

 




Küfrün Zulmü, Şefkatin Sınırı ve İlâhî Adalet

Küfrün Zulmü, Şefkatin Sınırı ve İlâhî Adalet

“Risale-i Nur’da kat’iyetle ispat edilmiş ki küfür ve dalalet, kâinata büyük bir tahkir ve mevcudata bir zulm-ü azîmdir ve rahmetin ref’ine ve âfatın nüzulüne vesiledir. Hattâ deniz dibinde balıklar, canilerden şekva ederler ki “İstirahatimizin selbine sebep oldular.” diye rivayet-i sahiha vardır. O halde kâfirin azap çekmesine acıyıp şefkat eden adam, şefkate lâyık hadsiz masumlara acımıyor ve şefkat etmeyip ve hadsiz merhametsizlik ediyor demektir.

   Yalnız bu var ki müstahaklara âfat geldiği zaman masumlar da yanarlar, onlara acımamak olmuyor. Fakat canilerin cezalarından zarar gören mazlumların hakkında gizli bir merhamet var.”
Kastamonu Lâhikası

Giriş: İnsan fıtratı gereği şefkate meyillidir. Hatta bazen bu şefkat, hak ile bâtılı ayırt etmeyen bir merhamet zannına dönüşebilir. Oysa gerçek şefkat, adaleti gözeten, hakikati koruyan ve zulmün karşısında duran bir duygudur. Risale-i Nur’un Kastamonu Lâhikası’nda geçen veciz ifadeler, bu meseleyi derin bir hikmet süzgecinden geçirerek izah etmektedir.

Küfür ve Dalaletin Kâinattaki Yansıması: Risale-i Nur’da küfür ve dalalet sadece bireysel bir sapma olarak değil, aynı zamanda kâinata karşı işlenen büyük bir hürmetsizlik ve zulüm olarak tarif edilir. Çünkü kâinatın her bir zerresi, Allah’ın varlığını ve birliğini ilan eden birer memur, birer delildir. Bu delilleri susturmak, görmezden gelmek ya da inkâr etmek; yalnızca kendi nefsine değil, bütün mevcudata karşı işlenmiş bir saygısızlıktır.

Küfür, hakikati inkâr ederek her bir varlığın Allah’la olan bağını koparır. Varlığı başıboş ve gayesiz ilan eder. Böylece en yüce anlamlara sahip mahlûkatı, değersiz birer cisim yığınına indirir. Bu ise büyük bir tahkirdir, bir hakaret ve zulümdür. Nitekim rivayetlerde, deniz dibindeki balıkların dahi fasık ve canilerden rahatsızlık duyup şekva ettikleri bildirilir. Demek ki günah ve küfür sadece insanlar arasında değil, bütün mahlûkat nazarında da bir azaptır, bir fesattır.

Şefkatin Yönü ve Gerçek Merhamet: İnsan bazen kâfirin veya zalimin cezasına acıyabilir. Fakat bu acıma hissi, hakikatten uzaklaştığında adaleti incitir, masumların hakkını çiğner. Çünkü küfür ve zulüm, sadece bir şahsı değil, bir cemiyeti, bir ekosistemi, hatta kainatı ifsad eder. Bu nedenle, hakikatte zalime acımak, masumlara zulmetmek demektir. Zira zalimin serbest kalması, mazlumların daha fazla acı çekmesine yol açar.

Risale-i Nur bu noktada çok net bir çizgi çizer: “Kâfirin azabına acıyan adam, hadsiz masumlara merhametsizlik eder.” Bu cümle, şefkatin hangi istikamette doğru olduğunu gösterir. Gerçek şefkat, ilahi adaletin tecellisine yardımcı olmakla olur; bâtılı mazur görmekle değil.

Masumların İmtihanı ve İlâhî Merhamet: Elbette ki toplu musibetler geldiğinde, yalnızca suçlular değil; arada kalan bazı masumlar da zahiren zarar görürler. Bu durum, insan vicdanını sızlatabilir. Fakat burada da ince bir ilahî hikmet ve gizli bir rahmet vardır. Çünkü o masumlar, uhrevî mükafatla, ebedî saadetle taltif edilirler. Dünyada yaşadıkları zorluk, onların manevi derecelerini yükseltir. Yani zahiren ziyan, hakikatte rahmettir. İmtihanın hikmeti gereği, masumlar da musibetlerden nasibini alır, fakat bu nasip onların zararına değil, lehinedir.

Sonuç: Küfür ve dalalet, sadece bireyin değil, bütün mevcudatın hukukunu çiğnemek demektir. Bu yüzden ilahi adaletin bir gereği olarak, ceza görmeleri kaçınılmazdır. Gerçek şefkat, bu adaleti desteklemekle mümkündür. Aksi takdirde, bâtılın propagandasına dönüşen bir duygusallık olur. Risale-i Nur’un bu konudaki yaklaşımı, duygularımıza hikmetle istikamet vermekte ve şefkati adaletle barıştırmaktadır.

Özet: Küfür ve dalalet, kâinattaki bütün varlıklara hakaret ve zulüm anlamına gelir. Kâfirin cezasına üzülmek, aslında ondan zarar gören sayısız masuma merhametsizliktir. Toplu musibetlerde zarar gören masumlar ise, ilahî adalet gereği uhrevî bir lütfa mazhar olurlar. Gerçek şefkat, hakikati gözeten, bâtılı mazur görmeyen ve adaletle bütünleşen bir merhamettir.

 




Küfrün Zulmü, Şefkatin Sınırı ve İlâhî Adalet:

Küfrün Zulmü, Şefkatin Sınırı ve İlâhî Adalet:

“Risale-i Nur’da kat’iyetle ispat edilmiş ki küfür ve dalalet, kâinata büyük bir tahkir ve mevcudata bir zulm-ü azîmdir ve rahmetin ref’ine ve âfatın nüzulüne vesiledir. Hattâ deniz dibinde balıklar, canilerden şekva ederler ki “İstirahatimizin selbine sebep oldular.” diye rivayet-i sahiha vardır. O halde kâfirin azap çekmesine acıyıp şefkat eden adam, şefkate lâyık hadsiz masumlara acımıyor ve şefkat etmeyip ve hadsiz merhametsizlik ediyor demektir.

   Yalnız bu var ki müstahaklara âfat geldiği zaman masumlar da yanarlar, onlara acımamak olmuyor. Fakat canilerin cezalarından zarar gören mazlumların hakkında gizli bir merhamet var.”
Kastamonu Lâhikası

Giriş: İnsan fıtratı gereği şefkate meyillidir. Hatta bazen bu şefkat, hak ile bâtılı ayırt etmeyen bir merhamet zannına dönüşebilir. Oysa gerçek şefkat, adaleti gözeten, hakikati koruyan ve zulmün karşısında duran bir duygudur. Risale-i Nur’un Kastamonu Lâhikası’nda geçen veciz ifadeler, bu meseleyi derin bir hikmet süzgecinden geçirerek izah etmektedir.

Küfür ve Dalaletin Kâinattaki Yansıması: Risale-i Nur’da küfür ve dalalet sadece bireysel bir sapma olarak değil, aynı zamanda kâinata karşı işlenen büyük bir hürmetsizlik ve zulüm olarak tarif edilir. Çünkü kâinatın her bir zerresi, Allah’ın varlığını ve birliğini ilan eden birer memur, birer delildir. Bu delilleri susturmak, görmezden gelmek ya da inkâr etmek; yalnızca kendi nefsine değil, bütün mevcudata karşı işlenmiş bir saygısızlıktır.

Küfür, hakikati inkâr ederek her bir varlığın Allah’la olan bağını koparır. Varlığı başıboş ve gayesiz ilan eder. Böylece en yüce anlamlara sahip mahlûkatı, değersiz birer cisim yığınına indirir. Bu ise büyük bir tahkirdir, bir hakaret ve zulümdür. Nitekim rivayetlerde, deniz dibindeki balıkların dahi fasık ve canilerden rahatsızlık duyup şekva ettikleri bildirilir. Demek ki günah ve küfür sadece insanlar arasında değil, bütün mahlûkat nazarında da bir azaptır, bir fesattır.

Şefkatin Yönü ve Gerçek Merhamet: İnsan bazen kâfirin veya zalimin cezasına acıyabilir. Fakat bu acıma hissi, hakikatten uzaklaştığında adaleti incitir, masumların hakkını çiğner. Çünkü küfür ve zulüm, sadece bir şahsı değil, bir cemiyeti, bir ekosistemi, hatta kainatı ifsad eder. Bu nedenle, hakikatte zalime acımak, masumlara zulmetmek demektir. Zira zalimin serbest kalması, mazlumların daha fazla acı çekmesine yol açar.

Risale-i Nur bu noktada çok net bir çizgi çizer: “Kâfirin azabına acıyan adam, hadsiz masumlara merhametsizlik eder.” Bu cümle, şefkatin hangi istikamette doğru olduğunu gösterir. Gerçek şefkat, ilahi adaletin tecellisine yardımcı olmakla olur; bâtılı mazur görmekle değil.

Masumların İmtihanı ve İlâhî Merhamet: Elbette ki toplu musibetler geldiğinde, yalnızca suçlular değil; arada kalan bazı masumlar da zahiren zarar görürler. Bu durum, insan vicdanını sızlatabilir. Fakat burada da ince bir ilahî hikmet ve gizli bir rahmet vardır. Çünkü o masumlar, uhrevî mükafatla, ebedî saadetle taltif edilirler. Dünyada yaşadıkları zorluk, onların manevi derecelerini yükseltir. Yani zahiren ziyan, hakikatte rahmettir. İmtihanın hikmeti gereği, masumlar da musibetlerden nasibini alır, fakat bu nasip onların zararına değil, lehinedir.

Sonuç: Küfür ve dalalet, sadece bireyin değil, bütün mevcudatın hukukunu çiğnemek demektir. Bu yüzden ilahi adaletin bir gereği olarak, ceza görmeleri kaçınılmazdır. Gerçek şefkat, bu adaleti desteklemekle mümkündür. Aksi takdirde, bâtılın propagandasına dönüşen bir duygusallık olur. Risale-i Nur’un bu konudaki yaklaşımı, duygularımıza hikmetle istikamet vermekte ve şefkati adaletle barıştırmaktadır.

Özet: Küfür ve dalalet, kâinattaki bütün varlıklara hakaret ve zulüm anlamına gelir. Kâfirin cezasına üzülmek, aslında ondan zarar gören sayısız masuma merhametsizliktir. Toplu musibetlerde zarar gören masumlar ise, ilahî adalet gereği uhrevî bir lütfa mazhar olurlar. Gerçek şefkat, hakikati gözeten, bâtılı mazur görmeyen ve adaletle bütünleşen bir merhamettir.

 




Sessiz Mezarlıklar ve Sağır Vicdanlar: Gazze’den Ankara’ya Bir Feryat

Sessiz Mezarlıklar ve Sağır Vicdanlar: Gazze’den Ankara’ya Bir Feryat

> “Zulüm ile abad olanın, ahiri berbad olur.”
— Hikmet-i kadime

Gazze’de sonu gelmeyen bir gece yaşanıyor. Bir değil, binlerce kez toprağa düşmüş çocukların feryadı var orada. Bombardıman altında kalan bebek cesetleri, yok edilmiş hastaneler, yerle bir olmuş okullar… Bir baba çıkıyor karşımıza: “Bir çantayla yardım almaya gidiyoruz, bir çantayla yakınımızın naaşını alıp geri dönüyoruz.” İşte bu, Filistin’in özetidir: Umuda yürüyüşte ölümle karşılaşmak…

İsrail’in 7 Ekim 2023’ten bu yana Gazze’ye yönelik yürüttüğü vahşi saldırılar, sadece bir savaş değil, apaçık bir soykırımdır. 56 bini aşkın can kaybı resmî rakamlara yansıyan kısmıdır; enkaz altında kalanlarla birlikte bu sayı 100 bini aşmış durumda. Ve dünya? Dünya sadece izliyor. Çünkü o eller, petrol anlaşmaları ve savunma ihaleleriyle meşgul.

Ama izlemekle yetinmeyenler de var.

Bazı ülkeler, “İsrail’in güvenlik hakkı” söyleminin ardına saklanırken, bazı iç odaklar ise bu hakikati perdelemek için gündem saptırma ustalığına soyunmuş durumda. Türkiye’de de bu kirli oyunun taşeronları iş başında. Yerli görünümlü gayri milli sesler, “çevrecilik”, “ifade özgürlüğü”, “demokrasi” gibi vitrin maskeleriyle toplumu meşgul ediyor, oyalıyor, kandırıyor.

İsrail Gazze’yi haritadan silerken, Türkiye’de bazı muhalefet liderleri karikatür üzerinden yapılan Peygamber Efendimize hakaretleri “ifade özgürlüğü” olarak yutturmaya çalışıyor. Bu bir gaflet değildir; bu bir tercihtir. Çünkü onların kıblesi başka, onların davası başka…

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ifadesiyle, “CHP’nin çok ciddi bir siyasi kıble sorunu vardır.” Evet, ana muhalefet partisi bir gemi misali dümeni kilitlenmiş, rüzgar nereye eserse oraya sürükleniyor. Mazlumun yanında değil, zalimin diliyle konuşanların safında duruyor. Müslümanların peygamberine yapılan hakareti “görmeyen”, ama LGBT mitinglerine göz kırpan bir anlayışın bu millete umut değil, karanlık vadettiği açıktır.

Gazze’de mezar yeri kalmamış olabilir. Ama asıl kayıp, mezarsız ölüler değil; mezarsızlaşmış vicdanlardır. Çünkü bir milletin vicdanı sustu mu, artık ne yas tutar ne de dua eder.

Özet:

Bu makale, Gazze’de yaşanan soykırım boyutundaki saldırıların insani ve manevi boyutuna dikkat çekmekte, İsrail’in işlediği katliamları dünya kamuoyunun sessizliğiyle birlikte değerlendirmektedir. Aynı zamanda Türkiye’de bazı siyasi ve ideolojik çevrelerin, milletin değerlerine aykırı bir tutum sergileyerek bu zulmün üstünü örtmeye çalıştığını anlatır. Bu süreçte İslam’a ve peygambere hakareti savunan anlayışların, toplumu temsil etmekten uzak olduğu ifade edilmekte, milletin dikkatinin hakiki kıbleye, mazlumun sesine ve vahyin rehberliğine yöneltilmesi gerektiği hatırlatılmaktadır.