Unutkanlığın Hikmet Yönü: Haram Nazarın Hafıza Üzerindeki Tesiri

Unutkanlığın Hikmet Yönü: Haram Nazarın Hafıza Üzerindeki Tesiri

“Risale-i Nur talebelerinden bir genç hâfız, pek çok adamların dedikleri gibi dedi: “Bende unutkanlık hastalığı tezayüd ediyor, ne yapayım?” Ben de dedim: Mümkün oldukça nâmahreme nazar etme. Çünkü rivayet var. İmam-ı Şafiî’nin (ra) dediği gibi: “Haram nazar, nisyan verir.”

   Evet, ehl-i İslâm’da nazar-ı haram ziyadeleştikçe hevesat-ı nefsaniye heyecana gelip vücudunda sû-i istimalat ile israfa girer. Haftada birkaç defa gusle mecbur olur. Ondan, tıbben kuvve-i hâfızasına zaaf gelir.

   Evet, bu asırda açık saçıklık yüzünden hususan bu memalik-i harrede o sû-i nazardan sû-i istimalat, umumî bir unutkanlık hastalığını netice vermeye başlıyor. Herkes cüz’î küllî o şekvadadır. İşte bu umumî hastalığın tezayüdüyle, hadîs-i şerifin verdiği müthiş bir haberin tevili ucunda görünüyor. Ferman etmiş ki: “Âhir zamanda, hâfızların göğsünden Kur’an nez’ediliyor, çıkıyor, unutuluyor.” Demek bu hastalık dehşetlenecek, hıfz-ı Kur’an’a bu sû-i nazarla bazılarda set çekilecek, o hadîsin tevilini gösterecek.

لَا يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلَّا اللّٰهُ ”
Kastamonu Lâhikası

Giriş:
Zamanın hızla aktığı, dikkat dağınıklığının arttığı ve maneviyatın zayıfladığı bir çağda, insanlar hem zihinsel hem de kalbî birçok rahatsızlıkla yüzleşmektedir. En yaygın şikâyetlerden biri de “unutkanlık”tır. Ancak bu rahatsızlık sadece fizyolojik ve psikolojik nedenlerle değil, aynı zamanda manevî sebeplerle de açıklanmalıdır.

Bediüzzaman Said Nursî, Kastamonu Lâhikası’nda bu meseleye farklı ve derinlikli bir bakış getirir. Bir hafız talebenin unutkanlık şikâyeti üzerine verdiği cevap, çağımız insanının da hastalığını teşhis ve tedavi mahiyetindedir:
“Haram nazar, nisyan verir.”

Bu cümle, yalnızca bir nasihat değil, insan fıtratını ve yaratılış gayesini temel alan hikmetli bir uyarıdır.

  1. Nazarın Mahiyeti ve İnsan Üzerindeki Tesiri:
    İnsanın gözü, kalbin penceresidir. Nereye ve nasıl bakarsa, kalbi de ona göre şekillenir. Özellikle nâmahreme bakış, Kur’an ve hadislerde haram kılınmış ve bu nazarın, hem kalbi kararttığı hem de maneviyatı zayıflattığı bildirilmiştir.

Bediüzzaman, haram nazarın sadece günah olmakla kalmadığını, aynı zamanda hafızayı, zihni ve ruhu olumsuz etkilediğini belirtir. Çünkü haram bakış, nefsanî hevesatı harekete geçirir, insanda dahili bir enerji israfına ve sonrasında da zihinsel zaafa neden olur. Bu, sadece ilmî bir açıklama değil; aynı zamanda tıbbî ve psikolojik olarak da bugün teyit edilen bir hakikattir.

  1. Zihnî İsraf ve Hafıza Üzerindeki Yıkım:
    Nefsanî arzuların tahrikiyle insan, fıtrî dengesini kaybeder. Bedenî istimal fazlalaşır, sinir sistemi yıpranır, ruh yorulur, kalp dağılır. Bu da zamanla, zihin performansında düşüşe, dikkat eksikliğine, bilgilerin hafızada kalmamasına sebep olur.

Özellikle gençlerin sıklıkla yaşadığı hafıza zaafları, sadece “bilgisayar çağında yaşıyoruz” bahanesiyle geçiştirilemez. Çünkü unutkanlık artık neredeyse ümmet çapında bir hastalık hâline gelmiştir. Bu da Bediüzzaman’ın ifadesiyle, “umumî bir unutkanlık hastalığı” doğurmuş ve hadis-i şerifte bildirilen “Kur’an’ın göğüslerden çekilmesi” tehlikesini gözler önüne sermeye başlamıştır.

  1. Âhir Zamanın Manevî Tehlikesi: Hıfzın Kaybı
    Hadis-i şerifte bildirildiği üzere, âhir zamanda Kur’an, hâfızların kalbinden sökülüp alınacaktır. Bu, Kur’an’ın lafzının unutulması değil; onun ruhundan, kalpten, şuurdan silinmesi anlamına gelir. Bu musibet, teknoloji değil; gaflet ve haramlara göz yummaktan doğan bir neticedir.

Bediüzzaman, bu hastalığın temeline **“harama nazar”**ı koyar. Çünkü göze hâkim olamayan, kalbine de hâkim olamaz. Kalbi dağınık olanın zihni değil Kur’an’ı, kendi kimliğini dahi taşıyamaz hâle gelir.

  1. Çare: Gözün ve Kalbin Teyakkuzu
    Bu dehşetli tehlikeye karşı alınacak en etkili tedbir, gözü muhafaza etmek, gözden kalbe, kalpten hafızaya inen yolu temiz tutmaktır. Nitekim İmam Şafiî’nin unutkanlıkla ilgili rivayet ettiği kıssa da bunu teyit eder. O büyük imam, hocasına hafızasının zayıfladığını söyler; hocası da ona, “günah işlemeyi terk et” diye nasihat eder.

Günümüzde unutkanlıkla mücadelede vitaminlerden önce, manevî diyet gereklidir. Zihin temizliği, kalp temizliğiyle başlar. Haram nazardan sakınmak, yalnızca günahı terk değil, zihinsel berraklığa ulaşmak için de zaruridir.

Sonuç:
Unutkanlık, yalnızca yaşla ya da teknolojiyle açıklanabilecek bir durum değildir. Özellikle genç yaşta artan zihinsel dağınıklık ve hafıza zaafının arka planında, haram nazar, hevesatın galeyanı ve manevî israf yatmaktadır. Bediüzzaman’ın ifadesiyle bu, ümmet çapında artan bir hastalığa dönüşmektedir. Kurtuluş ise gözü haramdan koruyarak, kalbi Allah’a bağlamakla mümkündür. Bu sayede hafıza kuvvetlenir, zihin berraklaşır, Kur’an kalbe yerleşir ve orada kalır.

Özet:
Bu makale, Bediüzzaman’ın “haram nazar nisyan verir” hakikatini merkeze alarak, çağımızın yaygın unutkanlık probleminin manevî yönlerini ele almıştır. Haram bakış, nefsin tahrikiyle hem bedene hem ruha zarar verir; bu da hafızayı zayıflatır. Gençlerde artan bu zaaf, hadiste bildirilen Kur’an’ı unutma tehlikesine doğru ilerlemektedir. Çare, gözün haramdan korunması, kalbin tezkiyesi ve zihnin arındırılmasıdır. Bu şekilde hem dünyevî başarı hem de uhrevî selamet elde edilir.

 




Ağaçla Başlayan İmtihan: Cennet ve Dünya Arasında Bir Yangın

Ağaçla Başlayan İmtihan: Cennet ve Dünya Arasında Bir Yangın

İnsanlık tarihinin ilk sayfası bir ağaçla başladı. Kur’ân’ın beyanına göre Hz. Âdem ve Hz. Havvâ, Cenâb-ı Hakk’ın “şu ağaca yaklaşmayın” emrine muhalefet ettiklerinde, cennetten dünyaya gönderildiler. Bu yasak, sadece bir meyveden uzak durmak değil, aynı zamanda Allah’ın iradesine teslim olma sınavıydı.

Ne gariptir ki, insanın dünyadaki serüveni de yine ağaçla devam ediyor. Fakat bu sefer mesele o ağaca yaklaşmak değil, onu yakmak, yok etmek… Her yıl binlerce orman yangınıyla karşılaşıyoruz. Bu felaketler yalnızca Türkiye’yi değil, dünyanın dört bir yanını kasıp kavuruyor. Amazonlar yanıyor, Kanada’daki ormanlar küle dönüyor, Akdeniz kıyılarında kızıl alevler geceyi gündüze çeviriyor. Bu kadar çok yerin aynı anda yanması tesadüf olabilir mi?

İlk imtihan ağaca yaklaşmakla başladı. Belki de son imtihan, ağaca dokunmamakla tamamlanacak.

Şeytanın Taktikleri ve Modern Musibetler

Cennetten çıkarma işini şeytan fitnesiyle başlatan süreç, bugün de devam ediyor olabilir. Şeytanın cinni çocukları olduğu gibi, insi (insan görünümlü) çocukları da var. Kur’ân’ın ifadesiyle:

> “İnsanlardan öyleleri vardır ki, şeytanlardan dostlar edinmişlerdir…” (Nisa, 76)

Bugün küresel şirketler, rant ve çıkar uğruna milyonlarca ağacı yok ediyor. Modernite, beton ormanlar kurarken gerçek ormanları yakıyor. Kimisi ticaret için, kimisi arsa üretmek için, kimisi de sırf gaflet ve ihmal yüzünden…

Ancak bir hakikat göz ardı ediliyor: Ağaç, Allah’ın mahlûkudur. Orman, Rahmân’ın bir nimeti ve ayetidir. Onu yok etmek, sadece dünyayı değil, belki de ebediyetimizi de yakmak anlamına gelir.

Yangınlar Tesadüf mü, İkaz mı?

Bu kadar yerde aynı anda çıkan yangınların “doğal” olduğunu düşünmek, her şeyin Allah’ın kontrolünde olduğunu unutmaktır. Elbette her yangını bir “fail-i meçhul” olarak görmek doğru olmaz. Fakat bu kadar geniş çaplı ve aynı zaman diliminde gerçekleşen yangınlar, hikmetsiz ve sebepsiz de olamaz.

Belki de bu yangınlar bir ikazdır.
Belki de doğayı hoyratça kullanan insanoğluna,
“Sen emanete ihanet ettin” denilmektedir.
Toprağa, ağaca, suya, havaya zarar verip sonra da felâketten masum kalmayı ummak; hem aklen, hem de dinen doğru değildir.

Ağaç: Sessiz Şahit ve İmtihan Vesilesi

Unutulmamalıdır ki, bir ağaç sadece meyve veren bir canlı değil; aynı zamanda rahmetin, bereketin, sabrın ve kulluğun sembolüdür.
Onun gölgesinde bir yolcu dinlenir, kuşlar yuva yapar, hayvanlar barınır. O hâlde, bir ağacı yok etmek; sadece bir canlıyı değil, bir ekosistemi, bir dengeyi, hatta bir duayı susturmak demektir.

Cennetten bir ağaçla çıkarıldık. Belki de cennete, bir ağaca sahip çıkarak geri döneceğiz.
“Bir fidanı dikin” diyen bir Peygamber’in (sav) ümmeti olarak, yakanlardan değil, yaşatanlardan olmamız gerekmez mi?

Özet:

İnsanlık, cennet hayatını ağaçla başlayan bir imtihanla kaybetti. Bugün de dünya hayatını belki aynı imtihanla, yani ağaçları yakmakla kaybetme riskiyle karşı karşıya.

Orman yangınları sadece doğal afet değil, çoğu zaman ihmalin, kasdın, rantın ve şeytani planların sonucu olabilir.

Yangınların bu kadar yaygın olması, küresel bir gafletin veya bilinçli bir zulmün işareti olabilir.

Ağaç, Allah’ın sessiz bir şahididir; ona dokunan ya rahmete ulaşır, ya da gazaba…

Mümin, emanete sahip çıkan kimsedir. Ormanları korumak bir çevre meselesi değil, imanî bir sorumluluktur.

Bak:

https://tesbitler.com/2021/10/28/yasak-agac-2/
https://tesbitler.com/2019/08/23/fitnenin-adi-agac/
https://tesbitler.com/2019/07/08/yasak-agac/

 




Ebedî Hayatın Gölgesinde Fâniliğin Isırıkları

Ebedî Hayatın Gölgesinde Fâniliğin Isırıkları

“Evet, hadsiz hayat-ı uhreviyeye nisbeten muvakkat ve fâni, kısacık hayat-ı dünyeviyenin zararları, sineklerin ısırması gibidir. Hayat-ı ebediyenin zararları, ona nisbeten yılanların ısırmasıdır.”
Kastamonu Lâhikası

İnsan, yaratılışı gereği hem dünya ile hem de ahiret ile irtibatlı bir varlıktır. Fakat çoğu zaman, göz önünde olan dünya hayatı, kalbi ve aklı meşgul eder; gayesi dünya olan bir yaşam tarzı hâkim olur. İşte böyle bir gaflet hâlinde, insan en küçük bir dünya zararında sarsılır, feryat eder. Halbuki Bediüzzaman Said Nursî, Kastamonu Lâhikası’ndaki hikmetli bir ifadesiyle bu durumu adeta bir ruh röntgeni gibi gözler önüne serer:
“Hadsiz hayat-ı uhreviyeye nisbeten muvakkat ve fâni, kısacık hayat-ı dünyeviyenin zararları, sineklerin ısırması gibidir. Hayat-ı ebediyenin zararları, ona nisbeten yılanların ısırmasıdır.”

Bu söz, sadece bir benzetme değil, aynı zamanda dünya-ahiret dengesini bozan gafletin izalesi için keskin bir irşattır. Geliniz bu hikmetli sözün etrafında düşünelim.

  1. Dünya Hayatının Mahiyeti: Bir Gölge, Bir Misafirlik
    İnsan çoğu zaman, yaşadığı birkaç on senelik dünya hayatını gerçek varlık ve kalıcı saadet mekânı zanneder. Ancak bu hayat, muvakkat, yani geçici; fânî, yani yok olmaya mahkûm; ve kısacık, yani göz açıp kapayana kadar sürüp giden bir hayattır. Bu kısa ömür içinde yaşanan sıkıntı ve musibetler, sinek ısırığı gibi küçük ve geçicidir.

Fakat gaflet gözlüğüyle bakıldığında, bu sinek ısırıkları bile dehşetli acılar gibi görünür. Çünkü insan, dünyevî ziyanı büyüttükçe, onu ruhuna dokunur zanneder. Oysa bu tür zararlar çoğu zaman birer ilâhî ikaz, birer imtihan veya terbiye edici tokat hükmündedir.

  1. Ebedî Hayatın Ciddiyeti: Yılanın Isırığı Gibi Dehşetli
    Ebedî hayat, yani ahiret; başlangıcı olmayan bir ömürle başlar ve sonu da yoktur. İşte bu hadsiz hayat içinde maruz kalınabilecek zararlar, sadece bir acı değil, sonsuz bir pişmanlık, ebedî bir azap, hiç bitmeyen bir ayrılık anlamına gelir. İşte bu yüzden, Bediüzzaman o zararları “yılanın ısırması” gibi tasvir eder.

Dünyada bir yılan soksa insan yerinde duramaz, imdat çağırır. Hâlbuki iman ve salih amelden uzak geçen bir ömür, insanı öyle bir azaba götürür ki, onun yanında dünya acıları bir sineğin vızıltısı kadar bile kalmaz.
Ne yazık ki insan, çoğu zaman sineğin acısına ağlar, ama yılanın yaklaşmasını umursamaz.

  1. Ağırlık Merkezini Değiştirmek: Dünya Endeksli Değil, Ahiret Odaklı Yaşamak
    Mesele, zarar görmek değil; neyin büyük, neyin küçük olduğunu doğru anlamaktır. Ehl-i hikmetin tabiriyle, “musibet-i diniye”, yani imana, ahirete ve maneviyata zarar veren şeyler; bütün dünyevî musibetlerden daha büyük, daha elem verici ve daha korkunçtur.

O hâlde bir mü’minin asıl endişesi, geçim derdi değil; geçim bahanesiyle ebedî saadetini yitirme korkusu olmalıdır. Servet kaybı değil; salih amel kaybı insanı ağlatmalı. Dünyevî makamdan düşmek değil; Rabbin rızasından düşmek kişiyi titreten bir musibet olmalıdır.

  1. İdrak ve İkâz: Bu Farkındalığın Nefse Verdiği Terbiye
    İnsanın bu benzetmeyi ciddiyetle düşünmesi, hem sabrı güçlendirir hem de takvayı besler. Çünkü geçici bir zararın büyük olmadığını bilmek, insana moral ve direnç kazandırır. Buna mukabil, ahiret için yaşadığını bilen bir ruh, her sözünü ve amelini tartar, akibetini düşünerek hareket eder.

Bediüzzaman’ın bu sözü, sadece bir mukayese değil, aynı zamanda bir irşad ve ikazdır. O hâlde mü’min bu sözü her musibette tekrar etmeli:
“Bu sinek ısırığı gibi acıya sabredemezsem, ya yılan ısırığı gibi azaplara nasıl dayanırım?”

Sonuç:
Dünya hayatının fâni olması, onun zararlarının da geçici ve küçük olmasını netice verir. Ebedî hayatın sonsuzluğu ise, oradaki zararları sonsuz ve dehşetli kılar. Bu yüzden mü’min, geçici dünyanın sıkıntılarıyla değil, ebedî hayatın kurtuluşu ile meşgul olmalıdır. Musibet geldiğinde sabır, bela uzaklaştığında şükür; her hâlükârda Allah’a yönelme, bu benzetmenin bizde oluşturması gereken asıl şuurdur.

Özet:
Bu makalede Bediüzzaman Said Nursî’nin “Dünyevî zararlar sinek ısırığı, uhrevî zararlar yılan ısırığı gibidir” sözü etrafında dünya-ahiret dengesine dair bir tefekkür sunulmuştur. Dünya hayatı geçici ve sınırlı olduğu için onun zararları da küçük ve geçicidir. Fakat ahiret ebedî olduğundan, oradaki kayıplar sonsuz ve elem vericidir. Mü’min bu farkındalıkla yaşamalı, dünyevî musibetleri sabırla karşılayıp, ahiret saadetini esas hedef haline getirmelidir.

 




Sadık Rüyalar ve Kaderin Şeffaf Aynası

Sadık Rüyalar ve Kaderin Şeffaf Aynası

“Rüya-yı sadıka, kader-i İlahînin her şeyi ihata ettiğine bir hüccet-i kātıa hükmünde. Üstadımız binler tecrübe ile gördüğü gibi aynen bu vakıa dahi bizlere şuhud derecesinde kat’î ispat etti ki hâdisat, vücuda gelmeden evvel mukadderdir, malûmdur, muayyendir. Kader-i İlahînin mizanıyla geliyor diye bu rükn-ü imanîye bize gayet latîf ve kat’î bir numune oldu.”
Kastamonu Lâhikası

> Sadık rüyalar, gayb âleminden gelen nur pencereleridir; kaderin takdirini, vuku bulmadan önce insanın ruhuna fısıldayan İlahi bir ihsandır.

İnsanoğlu geleceği bilmek ister. Karanlık olan istikbale bir pencere aramak, fıtratının derinliklerinden gelen bir arzudur. Fakat bu pencere ne fala ne de kehanete açılır. O pencere, kaderin bir tecellisi olan sadık rüyalardır.

Kur’ân’da Hz. Yusuf’un rüyası (Yusuf, 4), Hz. İbrahim’in rüyası (Sâffât, 102), Hz. Peygamber’in (asm) Hudeybiye öncesi gördüğü rüya (Fetih, 27) bu hakikatin en sahih delilleridir. Rüya, kaderin henüz vücut bulmamış, fakat ilm-i İlâhîde var olan bir hâdiseyi, bir numune olarak insana göstermesidir.

Bediüzzaman’ın “rüya-yı sâdıka, kader-i İlâhînin her şeyi ihata ettiğine hüccet-i kātıa hükmündedir” sözü, sadık rüyaların kader inancını teyit eden gözle görünür birer şahit olduğunu ifade eder.

  1. Kader, Vukuattan Önce Bilinen ve Yazılmış Olandır

Sadık rüyalarda kişi, henüz yaşanmamış ama yaşanacak olayları bazen aynen, bazen sembollerle görür. Bu da gösterir ki:

O hâdiseler vücuda gelmeden önce ilm-i İlâhî’de sabittir, yazılmıştır, malûmdur.

İnsan görmeden önce Allah zaten bilmektedir.

Varlık âlemine gelen her şey, kader terazisinde tartılarak gelir.

Bediüzzaman, bu gerçeği “şuhûd derecesinde bir isbat” olarak değerlendirir. Çünkü rüyada görülen şeyin, aynen gerçekleşmesi, tesadüf ihtimalini imkânsız kılar.

  1. Sadık Rüyalar: İlahi Bilginin Lütfî Yansımaları

Fıkıh âlimlerinden İmam Nevevî, “Rüya, peygamberliğin kırk altıda biridir” hadisini şerh ederken şöyle der:

> “Sadık rüyalar, nübüvvetten bir cilve olarak ümmete açık bırakılmış gaybî bir lütuftur.”

İmam Mâturîdî ise kaderi, “Allah’ın ezelî ilmiyle her şeyi kuşatması” olarak tarif eder. Ona göre rüya, kaderin insana bilgi cihetinden yansıyan bir yönüdür.

İşte bu anlamda sadık rüyalar, Allah’ın takdir ettiği olayların henüz meydana gelmeden önce insana gösterilmesiyle:

Kaderin mutlaklığını isbat eder.

İmanın gayba olan yönünü kuvvetlendirir.

İnsan kalbini teslimiyete ve tevekküle sevk eder.

  1. Rüya ve Kaderin Hikmet Yönü: Teslimiyetin Derinliği

Bazı insanlar, kader inancını yanlış anladığı için “madem kaderde yazılmış, o hâlde biz niye sorumlu olalım” diye itiraz eder. Oysa rüya bu yanlış anlamayı düzeltir. Zira:

Rüyada gördüğümüz şey henüz yaşanmamıştır.

Biz o an hâlâ irade sahibiyizdir.

Ama sonra o olay gerçekleşince kaderin bilgisi de, iradenin mesuliyeti de yerli yerine oturur.

Yani kader, zorlayıcı değil, kuşatıcıdır; insanın iradesi ise kaderin içinde, ama onunla çelişmeyen bir hür iradedir.

  1. Rüya ve Tevekkül: Bilmek Değil, Güvenmek Esastır

Sadık rüyalar ne bir fal ne de geleceği kesin bilmenin aracı değildir. Onlar, yalnızca ilahi hikmetin bir cilvesi ve kulun gönlüne serpilen bir teslimiyet tohumudur.

Bediüzzaman bu rüya tecrübelerini “binler defa gördüm” diyerek yaşanmışlıkla teyit eder. Yani sadık rüyalar onun için ilmî bir argüman değil, şuhûdî bir delil, yani gözle görülen ve kalple hissedilen bir hakikattir.

Bu sebeple rüya ehline düşen:

Onu kaderin ilahi bir tecellisi olarak görmek,

Tevekkül, sabır ve teslimiyetle karşılamak,

Hayra yormak, korku değil ümitle bakmaktır.

Özet:

Bu makalede, Bediüzzaman Said Nursî’nin sadık rüyaları kader inancına bir “hüccet-i kātıa” olarak sunmasını; Kur’an ayetleri, hadis-i şerifler, kelam ve fıkıh âlimlerinin yorumlarıyla değerlendirdik. Sadık rüyalar, henüz vücuda gelmemiş olayların Allah katında takdir edildiğini, kaderin ilmî bir gerçek olduğunu gösterir. Bu da imanı gayba tahkiki bir şekilde bağlar. Rüyalar, birer kehanet değil; birer hikmet penceresi, birer iman kuvvetlendirici delil ve kaderin zarif tecellileridir.

 




Büyük Kazanç Büyük Sadakat İster: Risale-i Nur’un Talebe Ahlakı

Büyük Kazanç Büyük Sadakat İster: Risale-i Nur’un Talebe Ahlakı

“Risale-i Nur kendi sadık ve sebatkâr şakirdlerine kazandırdığı çok büyük kâr ve kazanç ve pek çok kıymettar neticeye mukabil fiyat olarak, o şakirdlerden tam ve hâlis bir sadakat ve daimî ve sarsılmaz bir sebat ister. Evet, Risale-i Nur on beş senede kazanılan kuvvetli iman-ı tahkikîyi, on beş haftada ve bazılara on beş günde kazandırdığına, yirmi senede yirmi bin zat tecrübeleriyle şehadet ederler.”
Kastamonu Lâhikası

> “Risale-i Nur, on beş senede kazanılan tahkikî imanı, on beş günde kazandırır; fakat bunun bir bedeli vardır: Sarsılmaz sadakat ve daimî sebat.”
— Bediüzzaman Said Nursî

Zaman, ömür sermayesini israf ettiren bir girdap gibi dönüyor. Hakikate ulaşmak için yıllar harcamak bir fazilet iken, bu asırda insanlar saniyelik hazların peşinde koşarken, imanî istikametlerini kaybediyorlar. Böyle bir zamanda, hakiki bir iman-ı tahkikîyi on beş günde kazandıran bir yol, sadece bir nimet değil, aynı zamanda büyük bir sorumluluk da doğurur.

İşte Risale-i Nur, tam da bu noktada devreye giriyor. İnsanlığa Kur’ân-ı Kerim’in bu asırdaki bir tefsiri olarak, doğrudan kalplere hitap eden, şüpheleri izale eden, imanı ilimle kökleştiren bir irşad yoludur.

Ancak bu yolda yürümek kolay değildir. Çünkü bu yol, sıradan bir öğrenme değil, bir sadakat imtihanıdır.

  1. Tahkikî İman: Hızlı Fakat Derin

Bediüzzaman’ın ifadesiyle Risale-i Nur, on beş senede kazanılacak kuvvetli bir imanı, on beş günde kazandırabilir. Bu, akıl ve kalp üzerindeki tesirinin ne kadar derin olduğunu gösterir. Neden?

Çünkü Risale-i Nur:

İmanı kuru bir bilgi değil, yakînî bir marifet hâline getirir.

Ezber değil, idrak ister.

Taklit değil, tahkik temellidir.

Kur’ân’daki tefekkür ayetlerini sadece okumakla kalmaz, akla sindirir, kalbe nakşeder.

Fakat bu kadar kısa sürede kazanılan büyük bir imanın bedelsiz olması düşünülemez. Nitekim bu ilâhî bir kaidedir:

> “Allah, mü’minlerden mallarını ve canlarını, cennet karşılığında satın almıştır.” (Tevbe, 111)

  1. Sadakat: Bilgiden Fazlası, Ahlaktan Derinidir

Risale-i Nur’un talebesinden istediği ilk şart tam ve hâlis sadakattir. Bu sadakat neye karşıdır?

Hakikate karşı,

Kur’ân’a karşı,

İman davasına karşı,

Ve elbette, bu hakikatleri nefsî, dünyevî menfaatlerine âlet etmemeye karşı.

Bediüzzaman bu noktada çok net konuşur:

> “Bu hizmet başka maksatlara âlet edilmemelidir.”

Zira Kur’ân hizmetiyle dünya kazanılmak istenirse, o hizmetin rûhu uçar. Sadakat ise, dünyayı değil, ahireti merkeze almakla mümkündür.

  1. Sebat: Nurlu Yolda Sarsılmadan Yürümek

Sebat, İslam ahlakında çok özel bir yere sahiptir. Çünkü insanın nefsi, sabırdan hoşlanmaz. Dünya sürekli değişirken, kalıcı olmak zorlaşır. Ama Kur’ân “Sabredenlerle beraberdir Allah” (Bakara, 153) diyerek bu yolda yürüyenlerin istikametle sabretmelerini ister.

Risale-i Nur’un talebeleri, zamanla karşılaşacakları:

Eleştirilere,

Dış baskılara,

Dalgınlıklara,

Dünyevî meşguliyetlere rağmen

duruşlarını korumalıdır. Çünkü bu iman hizmeti, mevsimlik değil, ömürlük bir hizmettir.

  1. Risale-i Nur’un Talebesi: Sadece Okuyan Değil, Yaşayan Kimsedir

Talebe kelimesi, sadece “öğrenci” demek değildir. Talebe demek, isteyen, arayan, kavuşmayı dileyen demektir. Risale-i Nur’un talebesi de:

Sadece okuyarak değil, yaşayarak,

Sadece öğrenerek değil, hizmet ederek,

Sadece bireysel değil, cemaatle beraber yürüyerek,

bu davaya sadakat ve sebat ile omuz verir. Bu da onu diğerlerinden ayıran temel farktır.

Özet:

Bu makalede, Risale-i Nur’un tahkikî iman kazandırma gücünü ve bu yüksek hakikate ulaşmak için gerekli olan sadakat ve sebat şartlarını ele aldık. Risale-i Nur, kısa sürede kuvvetli bir iman verir; ancak bu büyük kazancın bir bedeli vardır. O da, tam sadakat, ihlas, sarsılmaz bağlılık ve daimî hizmettir. Bu yolda yürüyenler, sadece bilen değil; yaşayan, sabreden ve hakikat yolunda dimdik duran kullardır.

 




Kalbin Selameti ve Siyasetin Fitnesi – Hakikat Kardeşliğinden Siyasî Tefrikaya

Kalbin Selameti ve Siyasetin Fitnesi – Hakikat Kardeşliğinden Siyasî Tefrikaya

“Sakın, sakın! Dünya cereyanları, hususan siyaset cereyanları ve bilhassa harice bakan cereyanlar sizi tefrikaya atmasın. Karşınızda ittihat etmiş dalalet fırkalarına karşı perişan etmesin! 

اَلْحُبُّ فِى اللّٰهِ وَ الْبُغْضُ فِى اللّٰهِ

düstur-u Rahmanî yerine, el-iyazü billah

اَلْحُبُّ فِى السِّيَاسَةِ وَ الْبُغْضُ لِلسِّيَاسَةِ

düstur-u şeytanî hükmedip melek gibi bir hakikat kardeşine adâvet ve el-hannas gibi bir siyaset arkadaşına muhabbet ve taraftarlık ile zulmüne rıza gösterip cinayetine manen şerik eylemesin.

   Evet bu zamanda siyaset, kalpleri ifsad eder ve asabî ruhları azap içinde bırakır. Selâmet-i kalp ve istirahat-i ruh isteyen adam, siyaseti bırakmalı.”
Kastamonu Lâhikası

Giriş: Zamanın fitneleri, asırların birikmiş fesadını taşıyan cereyanlar halinde kalplere hücum etmektedir. Bu hücumların en tehlikelilerinden biri de siyasetin, iman ve ahlak ölçülerinin önüne geçirilmesidir. Bediüzzaman Said Nursî’nin yukarıdaki ikazı, sadece kendi dönemine değil, her çağın insanına bir ihtar hükmündedir. Çünkü kalplerin selametiyle, siyaset tutkusu arasında her zaman derin bir zıtlık olagelmiştir.

  1. Hakikat Kardeşliğini Zedeleyen Bir Fitne: Risale-i Nur’da altı çizilen en önemli hakikatlerden biri, mü’minler arasında uhuvvet ve muhabbetin esas olmasıdır. Ancak siyaset, özellikle haricî odaklı ve tarafgirane yapısıyla, bu uhuvvet bağlarını kesmeye çalışır. Mü’minleri, din kardeşliği yerine parti kardeşliğine; Allah için sevme yerine politik çıkar için taraftarlığa sevk eder.

Bu hal, “اَلْحُبُّ فِى اللّٰهِ وَ الْبُغْضُ فِى اللّٰهِ” düsturunu unutturur. İnsan, Allah için sevmesi gereken bir mü’mini, siyasi görüşü farklı diye düşman görmeye başlar. Buna mukabil, ahlâkî, fikrî ve imanî olarak sapkın birini, sırf aynı siyasî cephede diye kardeşi gibi sahiplenir. Bu da kişiyi, zulme rıza gösteren, hatta zalimin cinayetlerine manen ortak olan bir hâle düşürür.

  1. Siyasetin Kalbi İfsad Etmesi: Bediüzzaman, siyasetin “kalpleri ifsad ettiği” gerçeğini çok açık ifade eder. Çünkü siyaset, çoğu zaman doğruluk ve ahlaktan çok strateji ve çıkar üzerine kurulur. Bu da mü’minin kalbinde nifak, gıybet, suizan, kin ve tarafgirlik gibi manevî hastalıkları doğurur.

Siyasetle fazlaca iştigal eden kişi, bir süre sonra kendi safında olanları “mutlak doğru”, karşısında olanları ise “mutlak yanlış” görmeye başlar. Halbuki insan, siyaset üstü bir ölçüye –yani Kur’an ve sünnetin hakikatlerine– göre hüküm vermelidir.

  1. Asabiyet-i Cahiliyeye Geri Dönüş: Bediüzzaman’ın “asabî ruhları azap içinde bırakır” sözünde, siyasetin bir başka yönüne işaret vardır: fanatikleşme. Modern siyasî kamplaşmalar, tıpkı cahiliye dönemindeki kabile taassubu gibi, insanların sadece bir gruba aidiyetle her şeyi mazur görmesini doğurur. Bu, ne Kur’an’ın adalet ölçüsüne, ne de İslam’ın muhabbet esasına uyar.
  2. Selamet-i Kalp İçin Siyaseti Bırakmak: Mü’minin gayesi, siyasî iktidarların geçici menfaatlerinden çok, ebedî hayatı kazanmak olmalıdır. Bu dünyada zulüm devam edebilir; ancak adaletin asıl tecellisi mahkeme-i kübradadır. Kalbî selamet ve ruhî istirahat isteyen bir mü’minin siyaseti değil, hakikat hizmetini esas alması gerekir.

Siyasetin karmaşık ve kirli hesapları içinde kalbini kaybeden bir insan, hizmet-i imaniyede sebat edemez. Zira bu hizmet, siyasetle değil, ihlâs ve sadakatle yürür.

Sonuç ve Değerlendirme: Bediüzzaman’ın bu ihtarı, günümüzde olduğu gibi her devrin mü’minlerine yöneltilmiş bir uyarıdır: Siyaset, iman kardeşliğini bozacak şekilde kullanılmamalıdır. Din için siyaset değil; siyaset için din anlayışı tehlikelidir. Mü’min, sevgisini ve buğzunu siyasete göre değil, Allah’a göre tayin etmelidir. Yoksa hakikate düşman, zulme dost olur; kardeşine kin, zalime muhabbet besler hâle gelir.

Özet: Bu makalede, Bediüzzaman Said Nursî’nin siyasetin kalpleri ifsad edici özelliğine dair ikazı ele alınmıştır. Siyasi tarafgirlik, mü’minler arasında uhuvveti zedeleyerek hakikat kardeşliğini bozmakta; insanları adalet yerine taassuba, Allah için sevgi yerine parti için muhabbet ve düşmanlığa sevk etmektedir. Siyaset ile meşguliyetin manevî zararlarından kurtulmak isteyenlerin, iman hakikatlerini esas alarak kalplerini muhafaza etmeleri gerekmektedir.

 




Musibet Zamanında Akıl, Şuur ve Merhamet İmtihanı

Musibet Zamanında Akıl, Şuur ve Merhamet İmtihanı

“Evet, şimdi küre-i arzda herkes ya kalben ya ruhen ya aklen ya bedenen gelen musibetten hissedardır, azap çekiyor, perişandır. Bilhassa ehl-i dalalet ve ehl-i gaflet, rahmet-i umumiye-i İlahiyeden ve hikmet-i tamme-i Sübhaniyeden habersiz olduğundan, nev-i beşere rikkat-i cinsiye, alâkadarlık cihetiyle kendi eleminden başka nev-i beşerin şimdiki elîm ve dehşetli elemleriyle dahi müteellim olup azap çekiyor. Çünkü lüzumsuz ve malayani bir surette vazife-i hakikiyelerini ve elzem işlerini bırakıp âfakî ve siyasî boğuşmalara ve kâinatın hâdisatına merak ile dinleyerek, karışarak ruhlarını sersem ve akıllarını geveze etmişler. Ve bilerek kendi zararına fiilen rıza göstermek cihetinde, zarara razı olana şefkat edilmez manasındaki

اَلرَّاضٖى بِالضَّرَرِ لَا يُنْظَرُ لَهُ

kaide-i esasiyesiyle şefkat hakkını ve merhamet liyakatini kendilerinden selbetmişler. Onlara acınmayacak ve şefkat edilmez. Ve lüzumsuz başlarına bela getirirler.”
Kastamonu Lâhikası

Giriş:
İnsanoğlu, bir musibet geldiğinde yalnızca bedenen değil, kalben, ruhen ve aklen de o musibetten etkilenir. Hele ki bu musibetler, ferdî değil de küresel boyutta olursa, her kalbin ve her ruhun dairesine kadar sirayet eder. Bediüzzaman Said Nursî, Kastamonu Lâhikası’nda bu hakikati veciz bir şekilde ifade ederek, bu tür zamanlarda insanların manevi duruşlarını ve anlayışlarını nasıl şekillendirmeleri gerektiğini ortaya koyar. Özellikle gaflet ve dalalet ehlinin, musibetleri yanlış anlamaları ve yanlış tavırlarla karşılamaları, onları hem dünyada hem de ahirette azaba sürükler. Bu yazıda, bu tesnitin hikmetli yönlerini tahlil etmeye çalışacağız.

  1. Herkesin Hissedar Olduğu Bir Musibet:
    Bediüzzaman’a göre bir musibet yalnızca fiziki alanla sınırlı değildir. O, “herkes ya kalben, ya ruhen, ya aklen, ya bedenen gelen musibetten hissedardır” diyerek, musibetin çok boyutlu yapısına dikkat çeker. Bir musibetin yalnızca doğrudan mağdurları değil, dolaylı yoldan haberdar olanlar da ruhsal ve zihinsel olarak etkilenir. Çünkü insanoğlu hem rikkat-i cinsiye (insanlığa karşı yaratılıştan gelen şefkat) hem de alâkadarlık (ilgi ve merak) cihetiyle, başkasının acısını kendi ruhunda hissedebilir. Ancak bu hassasiyet, hakikatle yoğrulmadıkça, insanı istikamet yerine huzursuzluğa sürükleyebilir.
  2. Gaflet ve Dalaletin Ruhî Felaketi:
    Musibet zamanlarında özellikle ehl-i gaflet ve dalalet, yani dünyaya dalmış, uhrevî hakikatlerden uzak kimseler, musibetleri manasız ve gelişigüzel birer felaket olarak görürler. Bu anlayışsızlık, onların acılarını katmerli hâle getirir. Çünkü musibetin arkasındaki rahmet-i umumiyeyi ve hikmet-i tamme-i Sübhaniyeyi göremediklerinden, yaşanan her şeyi rastgele ve zalimce bir kaderin oyunu gibi anlarlar.

Bu da onları hem şahsî acılarıyla hem de toplumun ortak sıkıntılarıyla ezilme noktasına getirir. Zira dinî bir şuur ve tevekkül olmadığında, insan ne kendi derdine dayanabilir ne de başkasının derdiyle baş edebilir.

  1. Vakit ve Vahdet İsrafı: Lüzumsuz Merak ve Siyasî Boğuşmalar:
    Bediüzzaman’ın bu parçada en sert şekilde eleştirdiği hususlardan biri de insanların, vazife-i hakikiyelerini ve elzem işlerini bırakıp siyasî, ideolojik ya da afakî meselelere boğulmalarıdır. Bu tür meraksız ve lüzumsuz meşguliyetler, hem kalbi yorar hem de aklı zayıflatır. İnsan, kendi dairesindeki asli görevlerini ihmal edip, yapamayacağı ve müdahale edemeyeceği büyük meselelerle uğraştıkça ruhunu sersemleştirir, aklını gevezeleştirir.

Bu hal, sadece şahsi felaket değil, aynı zamanda toplumsal birlik ve maneviyat açısından da büyük bir zaaftır. Çünkü herkesin her şeye burnunu soktuğu yerde, tevazu değil gurur, sabır değil öfke, hizmet değil laf çokluğu hâkim olur.

  1. Zarara Rıza Gösterene Şefkat Edilmez:
    Bediüzzaman, “اَلرَّاضٖى بِالضَّرَرِ لَا يُنْظَرُ لَهُ” (Zarara rıza gösterene şefkat edilmez) kaidesiyle önemli bir hukuk-u şefkat meselesine dikkat çeker. İnsan, bile bile kendine zarar verecek işlere girerse, o zararın doğurduğu acılara şikâyet edemez. Aynı şekilde, gafletle musibeti yanlış değerlendiren, ibret almak yerine isyan eden kimseler de merhameti hak etmez hâle gelirler. Bu insanlar, musibeti tevhide ve takvaya götüren bir uyarı olarak değil, boş bir tesadüf gibi görürler ve neticede kendi belalarını da lüzumsuzca büyütürler.
  2. Hakiki Kurtuluş Yolu: Tevekkül, Tezekkür ve Teslimiyet:
    Musibetlerin asıl gayesi; gafleti dağıtmak, kalbi uyandırmak ve hakikate yönlendirmektir. Eğer insan bu gayeyi fark ederse, musibet onun için bir azap değil, bir rahmet tokadı olur. Ancak gaflet gözlüğüyle bakan, bu tokadı yalnızca bir dayak olarak görür ve asi olur.

Oysa doğru tavır; musibeti Cenab-ı Hakk’ın bir terbiyesi, insanlığın ortak imtihanı ve şahsî hayatın muhasebesi olarak görmektir. Bu şekilde bakan kimse, musibeti kendi kemaline bir merdiven yapar.

Sonuç:
Bediüzzaman’ın bu ifadesi, özellikle günümüz insanının karşılaştığı kriz, afet, savaş ve sosyal bunalımlar gibi musibetlerde nasıl bir tavır takınması gerektiğini göstermektedir. İnsan, kendi asli görevini unutup, lüzumsuz merak ve polemiklerle vaktini israf ederse, hem dünyevî hem uhrevî zararlara duçar olur. Musibetlerin arkasındaki rahmet ve hikmeti göremeyenler, hem kendi acısıyla hem de insanlığın derdiyle kahrolurlar. Oysa hakiki kurtuluş, musibeti bir uyanış vesilesi bilip, tevekkül ve teslimiyetle Allah’a yönelmektedir.

Özet:
Bu makale, Kastamonu Lâhikası’nda geçen bir pasaj üzerine kurulmuştur. Bediüzzaman, musibetlerin yalnızca fiziksel değil, ruhî ve aklî boyutları olduğuna işaret eder. Özellikle gaflet ve dalalet içindeki kimseler, bu musibetleri rahmet ve hikmet nazarıyla göremediklerinden, hem kendi acılarına hem de ümmetin ve insanlığın derdine dayanamaz hâle gelirler. Lüzumsuz merak ve siyasî çekişmelerle asıl vazifelerini unutanlar, zarara rıza göstermeleri sebebiyle şefkatten dahi mahrum kalırlar. Kurtuluş ise tevekkül, hakikat şuuruyla bakış ve teslimiyettedir.

 




Musibet, Şehadet ve Mazlumluk: İslam Hukukunda Semavi Felaketlerin Hikmeti

Musibet, Şehadet ve Mazlumluk: İslam Hukukunda Semavi Felaketlerin Hikmeti

“Şiddet-i şefkat ve rikkatten, bu kışın şiddetli soğuğuyla beraber manevî ve şiddetli bir soğuk ve musibet-i beşeriyeden bîçarelere gelen felaketler, helâketler, sefaletler, açlıklar şiddetle rikkatime dokundu. Birden ihtar edildi ki:

   Böyle musibetlerde kâfir de olsa hakkında bir nevi merhamet ve mükâfat vardır ki o musibet ona nisbeten çok ucuz düşer. Böyle musibet-i semaviye, masumlar hakkında bir nevi şehadet hükmüne geçiyor.

   Üç dört aydır ki dünyanın vaziyetinden ve harbinden hiçbir haberim yokken Avrupa’da Rusya’daki çoluk çocuğa acıyarak tahattur ettim. O manevî ihtarın beyan ettiği taksimat, bu elîm elem-i şefkate bir merhem oldu. Şöyle ki:

   O musibet-i semaviyeden ve beşerin zalim kısmının cinayetinin neticesi olarak gelen felaketten vefat eden ve perişan olanlar eğer on beş yaşına kadar olanlar ise ne dinde olursa olsun şehit hükmündedir. Müslümanlar gibi büyük mükâfat-ı maneviyeleri, o musibeti hiçe indirir.

   On beşinden yukarı olanlar, eğer masum ve mazlum ise mükâfatı büyüktür belki onu cehennemden kurtarır. Çünkü âhir zamanda madem fetret derecesinde din ve din-i Muhammedî’ye (asm) bir lâkaytlık perdesi gelmiş ve madem âhir zamanda Hazret-i İsa’nın (as) din-i hakikisi hükmedecek, İslâmiyet’le omuz omuza gelecek. Elbette şimdi, fetret gibi karanlıkta kalan ve Hazret-i İsa’ya (as) mensup Hristiyanların mazlumları çektikleri felaketler, onlar hakkında bir nevi şehadet denilebilir. Hususan ihtiyarlar ve musibetzedeler, fakir ve zayıflar, müstebit büyük zalimlerin cebir ve şiddetleri altında musibet çekiyorlar. Elbette o musibet, onlar hakkında medeniyetin sefahetinden ve küfranından ve felsefenin dalaletinden ve küfründen gelen günahlara keffaret olmakla beraber, yüz derece onlara kârdır diye hakikatten haber aldım. Cenab-ı Erhamü’r-Râhimîn’e hadsiz şükrettim. Ve o elîm elem-i şefkatten teselli buldum.

   Eğer o felaketi gören zalimler ise ve beşerin perişaniyetini ihzar eden gaddarlar ve kendi menfaati için insan âlemine ateş veren hodgâm, alçak insî şeytanlar ise tam müstahak ve tam adalet-i Rabbaniyedir.

   Eğer o felaketi çekenler, mazlumların imdadına koşanlar ve istirahat-i beşeriye için ve esasat-ı diniyeyi ve mukaddesat-ı semaviyeyi ve hukuk-u insaniyeyi muhafaza için mücadele edenler ise elbette o fedakârlığın manevî ve uhrevî neticesi o kadar büyüktür ki o musibeti onlar hakkında medar-ı şeref yapar, sevdirir.”
Kastamonu Lâhikası

> “Şiddetli musibetlerde, kâfir de olsa bir nevi merhamet vardır. Mazlumların musibeti ise onlar hakkında şehadet hükmündedir.”
— Bediüzzaman Said Nursî, Kastamonu Lâhikası

İnsanın en derin sarsıntılarından biri, yeryüzündeki büyük felaketlerde masumların, çocukların ve yaşlıların maruz kaldığı acıları görüp buna mana verememesidir. Vicdanı uyanık bir mü’min, bu gibi durumlarda Rabbinden razı olmakla beraber, kalbinde rikkat ve merhametle yoğrulmuş bir soruyla yüzleşir: “Bunca masum, bu kadar acıyı neden yaşıyor?”

İşte Risale-i Nur, bu suale sadece bir teselli değil, Kur’ânî, fıkhî ve hikmetli bir cevap sunar. Ve bu cevap, fıkıh usûlünün temel ilkeleriyle, İslamî adalet anlayışıyla ve rahmet-i ilahiye ile tam bir uyum içindedir.

  1. Mazlumun Dinine Bakılmaz: Fıkıhta Masumiyet Esastır

İslam hukukunda ve usûl ilminde temel bir ilke vardır:

> “Zulmün kimden geldiği değil, kime yöneldiği önemlidir.”
Bu kaideye göre, bir insan gayrimüslim de olsa, eğer mazlumsa, onun hakkını savunmak farzdır. Nitekim Kur’ân şöyle buyurur:

> “Sakın zalimlere meyletmeyin!” (Hud, 113)

Ve bir başka ayette:

> “Bir kavme olan kininiz, sizi adaletsizliğe sevk etmesin.” (Maide, 8)

Bediüzzaman’ın ifade ettiği, “kâfir de olsa musibette bir nevi rahmet vardır” cümlesi bu ilkenin akîde ve kader cihetine taşınmış hâlidir. Zira fıkıhta “fiilî mazlum” olanın, Allah katındaki değerine bakılır. Dolayısıyla:

Dinî açıdan günahkâr olan biri,

Sosyal açıdan zalim olmayan ve musibete uğrayan biri,

Allah’ın adaletinden ve rahmetinden mahrum olmaz. Bu, rahmet-i İlahiye’nin şümulünü gösterir.

  1. Çocuklar: Fıkıhta ve Akaidde Masum ve Şehit Hükmündedir

İslam âlimlerinin ittifakıyla, on beş yaşından küçük çocuklar, dinî sorumluluk taşımazlar (mukellef değildirler). Onların ölümü, hangi din ve ırkta olursa olsun masumiyet üzerine gerçekleşir.

İmam Nevevî, Şerhu’l-Müslim’de şöyle der:

> “Çocuklar fıtrat üzere doğar. Küfür üzere ölseler bile, mesul değildirler. Allah onlara ya imtihan ya da doğrudan rahmet ile muamele eder.”

Aynı şekilde İmam Gazali, “Faysalü’t-Tefrika” eserinde der ki:

> “Allah, ahirette adaleti tam gerçekleştirecek; mazlum çocukları, ya cennete koyacak ya da onları deneyecektir. Onlara zulmetmez.”

Dolayısıyla Bediüzzaman’ın “on beş yaş altındakiler şehit hükmündedir” beyanı, hem selef âlimlerinin hem de İmam Eş’arî ve Mâturîdî ekollerinin görüşleriyle birebir örtüşmektedir.

  1. Mazlum Gayrimüslimler: Fetret Ehli ve Cehennemden Kurtuluş Umudu

Bediüzzaman’ın “fetret gibi bir karanlık zaman” vurgusu, İslam’ın akaid tarihinde çok mühim bir konu olan “ehl-i fetret” meselesine işaret eder.

Ehl-i sünnet uleması, kendisine gerçek İslam ulaşmamış bir kişinin “sorumluluğu nisbetinde mesul” olacağını belirtmiştir.

İmam Eş’arî ve bazı Şafiî fakihleri, ehl-i fetretin azap görmeyeceğini savunmuştur.

Hanefî fakihlerinden bazıları da, ulaşan delilin mahiyetine göre sorumluluğun şekilleneceğini belirtmiştir.

Bediüzzaman, modern çağda İslam’a hakiki ulaşımın çok zorlaştığını, propagandanın ve zulmün insanların hakikati görememesine sebep olduğunu ifade ederek bu asrı, bir tür “fetret asrı” olarak değerlendirir.

Buna göre:

Mazlum, fıtratında hakka temayül taşıyan bir Hristiyan veya başka bir din mensubu,

Eğer dine karşı bilinçli bir düşmanlık beslememişse,

Ve musibet, onun kalbini uyanıklığa sevk etmişse,

Bu musibet onun için bir arınma ve  bir lütfa dönüşebilir.

  1. Zalimin Felaketi: Adaletin Tecellisi

İslam hukuku açısından, zalimin cezalandırılması, sadece dünyevî değil, ilâhî adaletin bir gereğidir.

Kur’ân’da bu durum şöyle ifade edilir:

> “Allah zalimleri sevmez.” (Âl-i İmran, 57)
“Zalimlerin sonu hüsrandır.” (Kasas, 40)

Bediüzzaman’ın “eğer o felaketi gören zalimlerse, tam adalet-i Rabbaniyedir” ifadesi, ilâhî adaletin mülk ve ceza cihetiyle tezahürüdür.

Bu da, “musibet herkes için aynı değil; kimine şehadet, kimine azabın başlangıcı”dır gerçeğini gösterir.

Özet:

Bu makalede, Risale-i Nur’da geçen büyük felaketlerin hikmetine dair tesbiti; Kur’an-ı Kerim, İslam hukuku ve akaid ilkeleri ışığında değerlendirilmiştir.

Çocukların masumiyeti,

Mazlum gayri müslimlerin ehl-i fetret konumu,

Musibetin rahmete dönüşebilmesi,

Zalimlerin cezaya müstahak olması,

hepsi İslam’ın adalet ve rahmet dengesine dayanır. Bediüzzaman’ın bu değerlendirmesi, fıkıh ve akaid tarihindeki ana akım ulemanın görüşleriyle tam bir uyum içerisindedir. Musibetler, bu yönüyle sadece elem değil, bazen ebedî saadetin kapısını aralayabilir. Bu da ancak şefkatle değil, hikmetle bakan kalplere görünür.

 




Nurdan Uzak Kalanın Gözü, Zifiri Karanlıkta Kalır

Nurdan Uzak Kalanın Gözü, Zifiri Karanlıkta Kalır

“Bu hasta ve gaddar ve bedbaht asrın bela ve vebasından ve zulüm ve zulmetinden en mücerreb bir kurtarıcı, Risale-i Nur’un mizanları ve muvazeneleriyle, neşrettiği nur olduğunu kırk bin şahit vardır. Demek Risale-i Nur’un dairesine yakın bulunanlar, içine girmezse tehlike ihtimali kavîdir. 

   Evet

يَسْتَحِبُّونَ الْحَيٰوةَ الدُّنْيَا عَلَى الْاٰخِرَةِ

işaretiyle bu asır, hayat-ı dünyeviyeyi hayat-ı uhreviyeye, ehl-i İslâm’a da bilerek severek tercih ettirdi.”
Kastamonu Lâhikası

> “Bu asırda en büyük hastalık: kalbin kararması, aklın şaşırması ve nefse rehberlik ettirilmesidir.”
— Risale-i Nur’un ruhundan

Bediüzzaman Said Nursî’nin “bu hasta, gaddar ve bedbaht asır” diye tarif ettiği zaman dilimi, sadece teknolojik bir çağ değil, aynı zamanda karanlığın bile renklendirildiği, zulmün medeniyet kisvesi giydiği, hakikatin eğlenceye kurban edildiği bir zamandır. Bu zamanın en dehşetli tarafı ise hastalığın sıradanlaşması, zulmün normalleşmesi, gafletin meziyet gibi görülmesidir.

Bu karanlık çağda insanlığı kurtaracak en mücerreb ilacın Risale-i Nur olduğu hakikati, artık kuru bir iddia değil; hayatın bin türlü sınavında kırk bin şahit ile isbatlanmış bir gerçektir. Çünkü Risale-i Nur, bu asrın maddî-manevî zulmüne karşı bir mizan (ölçü), bir muvazene (denge), bir pusula hükmündedir. O, Kur’ân’ın bu asırdaki bir mânevî tefsiri olarak kalpleri karanlıktan kurtarıp nura kavuşturur.

Yakında Olmak Yetmez, İçine Girmek Gerekir

Ancak bu nurdan faydalanmak, sadece ona “yakın olmakla” değil, dairenin içine girmekle mümkündür. Yani:

Sadece okumak değil, yaşamak gerekir.

Sadece takdir etmek değil, teslim olmak gerekir.

Sadece izlemek değil, hizmet etmek gerekir.

Zira hakikate uzaktan bakmak insanı hayran eder ama kurtarmaz. O hayranlık bazen gafleti bile tatlı gösterir. Nur’un dairesi dışındaki bir hayat, bu asrın manevi vebasından kurtulamaz. Çünkü gaflet bulaşıcıdır, nefis davetkârdır, şeytan sabırlıdır.

Dünya Sevgisinin Felaketi:

Ayette geçen يَسْتَحِبُّونَ الْحَيٰوةَ الدُّنْيَا عَلَى الْآخِرَةِ (Onlar dünya hayatını ahirete tercih ederler) cümlesi, asrın hastalığını teşhir eder. Bu tercih artık cehaletten değil, bilerek ve severek yapılmaktadır. İnsan, ahiretin hak olduğunu bildiği hâlde dünyayı tercih ediyor. Çünkü bu asır, ekranlarla, pazarlarla, vitrinlerle, ideolojilerle dünya sevgisini cazip hâle getirmiştir.

Bu tercih, sadece bireysel bir günah değil, ümmet çapında bir yöneliştir. O yüzden bu hastalığın panzehiri bireysel değil, küllî ve imanî bir tecdittir. İşte Risale-i Nur bu noktada devreye girer:

Aklı ikna eder,

Kalbi tatmin eder,

Nefsi terbiye eder,

Vicdanı uyandırır.

Risale-i Nur Dairesi: Sadece Bir Kitaplık Değil, Bir Kurtuluş Haritası

Bugün Nur dairesinin dışında kalan, modern dünyanın çalkantılarıyla savrulmaya mahkûmdur. Çünkü orada ölçü yoktur, istikamet yoktur. Risale-i Nur ise yalnızca bir fikir kitabı değil, bir kurtuluş haritası, bir manevî zırh, bir diriliş reçetesidir.

Onun mizanlarıyla, her şey yerine oturur:

Dünya, hizmet yeri olur.

Ahiret, hedef olur.

İman, sermaye olur.

Takva, kalkandır.

İhlâs, yol göstericidir.

Özet:

Bu makalede, Bediüzzaman Said Nursî’nin ifadesiyle “bu hasta, gaddar ve bedbaht asır”da Risale-i Nur’un en güvenilir ve en etkili kurtuluş yolu olduğu anlatılmıştır. Risale-i Nur’un dairesine sadece yakın olmak yetmez; içine girmek, yani ihlâs, sadakat ve hizmetle bütünleşmek gerekir. Aksi hâlde dünya sevgisinin ağır baskısıyla insan, bilerek ve severek ahireti terk eder hâle gelir. Risale-i Nur bu noktada sadece bir kitap değil, kalpleri karanlıktan nura kavuşturan bir hakikat pusulasıdır.

 




Uhrevî Amellerle Dünyayı Kazanmak: Gizli Bir İhlâs İmtihanı

Uhrevî Amellerle Dünyayı Kazanmak: Gizli Bir İhlâs İmtihanı

“Ben gördüm ki ehl-i diyanet belki de ehl-i takva bir kısım zatlar, bizimle gayet ciddi alâkadarlık peyda ettiler. O bir iki zatta gördüm ki diyaneti ister ve yapmasını sever tâ ki hayat-ı dünyeviyesinde muvaffak olabilsin, işi rast gelsin. Hattâ tarîkatı keşif ve keramet için ister. Demek, âhiret arzusunu ve dinî vezaifin uhrevî meyvelerini, dünya hayatına bir dirsek, bir basamak gibi yapıyor. Bilmiyor ki saadet-i uhreviye gibi saadet-i dünyeviyeye dahi medar olan hakaik-i diniyenin fevaid-i dünyeviyesi, yalnız müreccih (tercih edici) ve teşvik edici derecesinde olabilir. Eğer illet derecesine çıksa ve o amel-i hayrın yapmasına sebep o fayda olsa o ameli iptal eder; lâekall ihlası kırılır, sevabı kaçar. ”
Kastamonu Lâhikası

> “Amel, Allah için yapılmazsa şekli ibadet, hakikati ticaret olur.”
— Hikmet-i Nur’dan

Dinin asli gayesi, Allah rızasını kazanmaktır. Fakat insan nefsi çoğu zaman bu ulvî gayeyi, dünyevî menfaatlere dönüştürmeye meyillidir. Bediüzzaman Said Nursî’nin ifadesiyle, bir kısım ehl-i diyanet ve hatta ehl-i takva zatlar, dinî hayatı ve ibadetleri, dünya hayatında muvaffak olmanın bir vasıtası, bir anahtarı gibi kullanmaya başlarlar. Bu ise ihlâsın en gizli ve en tehlikeli şekilde zedelenmesidir.

İhlâs mı? İşin Rast Gitmesi mi?

Evet, namaz kılıyor, oruç tutuyor, dua ediyor… Fakat bunları gerçekten Allah rızası için mi yapıyor, yoksa “işim rast gitsin”, “müşterim artsın”, “huzurum kaçmasın” diye mi? Bazıları tarikata giriyor, zikir çekiyor ama “keşif göreyim, keramet nasip olsun” arzusuyla… O hâlde bu kişi, uhrevî bir ameli dünyevî bir menfaate dirsek yapıyor, basamak haline getiriyor. Bu, niyetin bozulması ve sevabın silinmesi anlamına gelir.

Oysa hakikatte, dinî hakikatlerin dünyevî faydaları sadece teşvik edici mahiyettedir. Yani ibadetin dünyaya ait faydaları olabilir — mesela sabır verir, moral kazandırır, huzur getirir. Ama bu faydalar, sebep değil, sadece sonuç olmalıdır. Sebep, sadece Allah rızasıdır.

Niyet, amel gibi görünmez ama ameli ayakta tutan köktür. Eğer kök çürükse, ağaç dıştan gür görünse de içten çöküntüye uğrar.

Zehir Gibi Bir Saflık Bozucusu: Menfaatle Karışmış Dindarlık

Bu çağın bir başka hastalığı da budur: Dindarlığı bir çeşit dünyevî başarı reçetesi gibi görmek.

“Namaz kılarsan işin yolunda gider.”

“Şu kadar dua okursan borçtan kurtulursun.”

“Sadaka verirsen hastalık geçer.”

Bu cümleler kötü niyetli değildir belki ama farkına varmadan Allah’la pazarlık yapar hâle geliriz. İbadet, dua ve sadaka; şifa veya kazanç için değil, Allah için yapılmalıdır. Şifa gelirse, ne güzel; gelmezse de o amel yine güzeldir.

İhlâs, işte bu noktada imtihan verir. Allah için yapılan ibadet, sonucu ne olursa olsun kıymetlidir. Dünya için yapılan ibadet ise netice verse bile kıymetsizdir; çünkü niyet Allah değil, menfaattir.

Dua: Bir Tevekkül Beyanıdır, Ticarete Dönüşmemeli

Bediüzzaman, dua konusunu da bu açıdan değerlendirir. Dua, yalnızca maksat hasıl olsun diye değil, ibadet niyetiyle yapılmalıdır. Netice, Allah’a aittir. Dua ettiğimiz şey verilmediğinde de, dua yapan kişi kazançlıdır; çünkü Rabbine yönelmiştir. Ama dua, sadece dünya işini çözmek için yapılırsa, o zaman dualar bile ticarete dönüşür.

Hakiki Kazanç Neyledir?

Namazda huzur değil, rızâ aranmalıdır.

Duada dilek değil, kurbiyet aranmalıdır.

Hizmette takdir değil, ihsan aranmalıdır.

Çünkü asıl saadet, sonucu dünyada görülen değil, Allah katında makbul olan ameldedir. Dünyayı kazanmak için değil, ahireti kurtarmak için yapılan işler, hem dünyayı kazandırır hem ahireti. Ama tersine çevirirsen, her iki tarafı da kaybedersin.

Özet:

Bu makalede, Bediüzzaman Said Nursî’nin Kastamonu Lâhikası’nda dile getirdiği bir hakikat üzerinden; bazı ehl-i diyanet ve ehl-i takva kişilerin dinî amelleri dünya menfaatine âlet etmeleri ele alınmaktadır. Dinî hakikatlerin dünyevî faydaları varsa da, bunlar ancak teşvik edici seviyede olmalı, ibadetlerin sebebi asla dünya olmamalıdır. İhlâs bozulduğunda, amelin sevabı gider, anlamı silinir. Bu sebeple ibadetlerde Allah rızasından başka hiçbir maksat gözetilmemelidir.

 




Hayatı Ağırlaştıran Asır: Dünyayı Cehenneme Çeviren Aldanış

Hayatı Ağırlaştıran Asır: Dünyayı Cehenneme Çeviren Aldanış

“Bu acib asrın hayat-ı dünyeviyeyi ağırlaştırması ve yaşamak şeraitini ağırlatması ve çok etmesi ve hâcat-ı gayr-ı zaruriyeyi, görenekle tiryaki ve müptela etmekle hâcat-ı zaruriye derecesine getirmesiyle, hayatı ve yaşamayı, herkesin her vakitte en büyük maksat ve gayesi yapmıştır. Onunla hayat-ı diniye ve ebediye ve uhreviyeye karşı ya set çeker veya ikinci, üçüncü derecede bırakır. Bu hatasının cezası olarak öyle dehşetli bir tokat yedi ki dünyayı başına cehennem eyledi.

   İşte bu dehşetli musibette, ehl-i diyanet dahi büyük bir vartaya düşüyorlar ve kısmen anlamıyorlar.”
Kastamonu Lâhikası

> “Dünya, gafletle bakıldığında cehennemdir. Ahiret nazarıyla bakıldığında ise geçici bir misafirhanedir.”
— Risale-i Nur’dan hakikatli bir ikaz

Zaman hızlandı, fakat huzur yavaşladı. İmkânlar çoğaldı, fakat tatmin azaldı. İnsanlık teknolojide ilerledi ama saadette geri düştü. İşte bu çelişkili ve çarpık gidişatın temelinde Bediüzzaman’ın yıllar önce teşhis ettiği çok kritik bir hastalık yatıyor: Hayatın ağırlaştırılması ve zarurî olmayan ihtiyaçların zarurî gibi gösterilmesi.

Bu asır, hayatı kolaylaştırmak iddiasıyla yola çıktı. Fakat gariptir, hayatı daha karmaşık, daha pahalı, daha yorucu ve daha meşakkatli hale getirdi. Çünkü insanlar artık sadece yaşamak için değil, görünmek için yaşıyor. Gösteriş, alışkanlık, reklam ve moda ile insanlar, aslında hiç de ihtiyaç olmayan şeylere bağımlı hale geldi. Dün “lüks” olan, bugün “zaruret” gibi sunuluyor. Aslında açlık değil, görenek tiryakiliği insanı sürüklüyor.

İşte böyle bir zeminde, hayat-ı dünyeviye büyüdükçe hayat-ı uhreviye küçülmeye başlıyor. Ahiret, sonsuzluk olduğu hâlde ikinci, hatta üçüncü sıraya düşürülüyor. “Nasıl yaşamalıyım?” sorusunun yerini “Nasıl daha çok tüketirim, daha çok kazanırım, daha iyi görünürüm?” gibi sorular alıyor. Hayatın merkezi hayatın kendisi oluyor, Hâlık-ı hayat değil.

Bediüzzaman bu noktada çok net konuşuyor:

> “Bu hatasının cezası olarak öyle dehşetli bir tokat yedi ki dünyayı başına cehennem eyledi.”

Evet, dünya cennet gibi sunulurken, insanlar onun içinde cehennemi yaşıyor:

Ruhî buhranlar,

Aile dağılmaları,

Maddî tatminsizlikler,

Manevî yoksunluklar…

İnsanlık o kadar çok şeye sahip oldu ki, artık hiçbir şeyden zevk alamaz hâle geldi. Çünkü bu dünya kalbe göre yaratılmamış. Kalbin gıdası ebediyet, lezzeti ahiret, nuru imandır.

Ancak burada asıl ibretlik olan, ehl-i diyanetin de bu tuzağa düşmesidir. Yani dini bilen, ahireti tanıyan, ebedî hayatı önemseyen kimseler dahi bu hayat yarışına kapılıyor, bazen farkına varmadan dünya merkezli yaşamaya başlıyor. Ticaretini uhrevî hizmetten öne alıyor. Konforunu tebliğden üstün görüyor. Böylece kendi eliyle kendi nuru üstüne perde çekiyor.

Bu musibetten çıkışın yolu, şu üç şeyi yeniden sıralamaktır:

  1. Hayat yaşanmak için değil, imtihan için verilmiştir.
  2. İhtiyaçlarımız değil, ihtiyaç sandıklarımız bizi tüketmektedir.
  3. Ebedî saadet, fânî zevklere tercih edilmemelidir.

Özet:

Bu makalede, Bediüzzaman Said Nursî’nin “hayat-ı dünyeviyenin ağırlaştırılması” ve “zarurî olmayan ihtiyaçların zaruret gibi gösterilmesi” tesbitine dayanarak modern insanın içtimai ve manevî buhranı ele alınmıştır. Bu aldanışın neticesi olarak dünya hayatı bir cehenneme dönüşmüş, ehl-i diyanet dahi bu girdaba kapılabilmiştir. Kurtuluş ise hayatın mahiyetini, önceliklerini ve hedefini yeniden Kur’an ve iman ölçüsüne göre tayin etmekle mümkündür.

 




Bin Dil ile Yapılan Dua: İştirak-i A’mal ve Kardeşlikte Ebedî Kazanç

Bin Dil ile Yapılan Dua: İştirak-i A’mal ve Kardeşlikte Ebedî Kazanç

“Risale-i Nur’un hakiki ve sadık şakirdlerinin mabeynlerindeki düstur-u esasiye olan iştirak-i a’mal-i uhreviye kanunuyla ve samimi ve hâlis tesanüd sırrıyla her bir hâlis, hakiki şakird bir dil ile değil belki kardeşleri adedince diller ile ibadet edip istiğfar ederek bin taraftan hücum eden günahlara, binler dil ile mukabele eder. Bazı melâikenin kırk bin dil ile zikrettikleri gibi; hâlis, hakiki, müttaki bir şakird dahi kırk bin kardeşinin dilleriyle ibadet eder, necata müstahak ve inşâallah ehl-i saadet olur. Risale-i Nur dairesinde sadakat ve hizmet ve takva ve içtinab-ı kebair derecesiyle o ulvi ve küllî ubudiyete sahip olur. Elbette bu büyük kazancı kaçırmamak için takvada, ihlasta, sadakatte çalışmak gerektir.”
Kastamonu Lâhikası

> “Bir Müslümanın duası, bir mü’minin duasıdır; bin Müslümanın kardeşliği ise bin dil ile yapılan duadır.”
— Risale-i Nur’un hakikatinden ilhamla

Modern çağ, insanı yalnızlaştırdı. Kalabalıklar içinde tek başına kalan, ağları olan ama bağı olmayan bir birey tipi yaygınlaştı. Oysa hakikat yolculuğu, bir cemaat içinde, bir uhuvvet dairesinde, bir kalpler ittihadı zemininde yürünür. Risale-i Nur’un ortaya koyduğu “iştirak-i a’mal-i uhreviye” düsturu, bu noktada ehl-i imana büyük bir müjde ve aynı zamanda yüksek bir mesuliyet yüklemektedir.

Bu kudsî düstur, samimi ve hâlis Nur talebeleri arasında manevî bir iş birliği, bir uhrevî ortaklık kanunu getirir. Her bir şakird, yalnızca kendi diliyle değil, bütün ihlâslı kardeşlerinin ibadet ve dualarına da hissedar olur. Nasıl ki bazı melekler kırk bin dille zikrederlerse, bir müttaki Nur talebesi de kırk bin dil ile dua eder gibi olur. Bu, ferdin cemaatleşmesi, ibadetin küllîleştirilmesi, amelin ziyadeleştirilmesi demektir.

Bu sır, dünyevî iktisatın “ortaklık” kanunundan çok daha yüce, çok daha şeffaf ve çok daha cömert bir sistemdir. Çünkü bu manevî şirket, rekabetin değil, ihlâsın sermaye olduğu bir mecrada işler. Herkes, birbirinin kazancından hisse alır; ama bu hisse, sahip olduğun samimiyetle orantılıdır. Risale-i Nur dairesinde sadakat, hizmet, takva ve büyük günahlardan uzak durma derecesine göre bu ulvî şirkete katılınır.

Bu sistemde kâr da zarar da manevîdir. Kardeşinin günahına yardım etmediğin gibi, ibadetine ortak olabilmen için ihlaslı olman gerekir. Haset, riya, kin ve gurur bu şirkete perde olur. Zira bu iştirak kalp işidir, hâl işidir, dil ile değil, halisiyet ile kurulmuş manevî bir bağdır.

Bu hakikat bizlere gösteriyor ki:
🌿 İbadet bir fert işi değil, bir cemaat işidir.
🌿 Duaya bin dil katmak, kardeşliğe samimiyet katmakla mümkündür.
🌿 Takva sadece günahlardan uzak durmak değil; kardeşinin duasında yer alabilmek için kalbi temiz tutmaktır.

Bu büyük kazancı kaçırmamak, bu kudsî daireden hissedar olabilmek için en önemli sermaye üç şeydir:
İhlas, sadakat ve takva. Bunlar olmadan iştirak olmaz, olsa da yalnızca şekilden ibaret olur. Oysa Cenab-ı Hak şekle değil, niyetlere ve kalplerdeki samimiyete bakar.

Özet:

Bu makale, Risale-i Nur’da geçen “iştirak-i a’mal-i uhreviye” prensibine dayanarak, Nur talebeleri arasında manevî bir ibadet ortaklığı bulunduğunu ifade eder. Her bir hâlis ve müttaki şakird, diğer kardeşlerinin ibadetlerinden de hisse alır. Bu manevî şirketin şartı; takva, ihlas ve sadakattir. Bu sistem, ferdî ibadeti cemaat boyutuna çıkarır, dua ve istiğfarları bin dille çoğaltır. Bu sebeple mü’minler arasında samimiyet, kardeşlik ve ihlası muhafaza etmek; uhrevî kazançları katlamak için en önemli yoldur.

 




Önceliğin İman Olduğu Bir Dünyada: Sıralamayı Bozmak Hakkı Bozar

Önceliğin İman Olduğu Bir Dünyada: Sıralamayı Bozmak Hakkı Bozar

“Hem üç mesele var: Biri hayat, biri şeriat, biri imandır. Hakikat noktasında en mühimmi ve en a’zamı, iman meselesidir. Fakat şimdiki umumun nazarında ve hal-i âlem ilcaatında en mühim mesele, hayat ve şeriat göründüğünden o zat şimdi olsa da üç meseleyi birden umum rûy-i zeminde vaziyetlerini değiştirmek nev-i beşerdeki cari olan âdetullaha muvafık gelmediğinden, herhalde en a’zam meseleyi esas yapıp öteki meseleleri esas yapmayacak. Tâ ki iman hizmeti safvetini umumun nazarında bozmasın ve avamın çabuk iğfal olunabilen akıllarında, o hizmet başka maksatlara âlet olmadığı tahakkuk etsin.”
Kastamonu Lâhikası

> “Zaman cemaat zamanıdır. Cemaat içinde şahsiyet, şahıstan büyüktür. Şahsiyet ise imana dayanır, değil siyasete…”
— Risale-i Nur’dan hikmetli bir ölçü

Bediüzzaman Said Nursî, Kastamonu Lâhikası’nda yer alan bir mektubunda üç büyük meseleden söz eder: Hayat, şeriat ve iman. Bu üçü içinde en büyüğü, en esaslısı ve en belirleyicisi iman meselesidir. Zira hayat fanidir, şeriat uygulanabilirliğe ve iklime bağlıdır; ama iman ebedî bir hayatın kapısını açan anahtardır.

Fakat zamanın icapları, insanların içtimai duyguları ve siyasetin oluşturduğu rüzgârlar çoğu zaman bu sıralamayı ters yüz eder. Toplumun nazarında, en büyük dert “hayatın temini”, “geçim”, “özgürlük”, “sistem” gibi dünyevî talepler olur. Hâlbuki iman, bu dünyevî sahnede oynanan oyunun ne olduğunu anlamamızı sağlayan mana projektörüdür.

Bediüzzaman, böyle bir ortamda bile iman hizmetini en öne alır ve bu hizmetin siyasî, içtimaî veya şer‘î bir gündemle karıştırılmasını büyük bir tehlike olarak görür. Zira insanların çoğu şekle, yüzeye ve görünene göre hüküm verir. Eğer iman hizmeti, şeriatın veya siyasetin görünür gölgesinde sunulursa, o hakikat, o berrak nur, halkın zihninde bir araçsallaşma tehlikesiyle karşı karşıya kalır. Hâlbuki iman, hiçbir şeyin aracı değildir; bilakis her şey ona hizmet etmekle yükümlüdür.

Bediüzzaman, “şimdi olsa da” diyor — yani kendisi bugün yaşasa bile — yine bu sırayı bozmayacağını bildiriyor. Çünkü insanlık tarihinde cari olan âdetullah, yani Allah’ın beşeriyet üzerindeki değişmeyen yasaları, hakikatin merhalelerle tesisini emreder. Önce kalpler tamir edilir, sonra sistemler kurulur. Önce ruh dirilir, sonra şeriat can bulur.

İşte bu noktada, çağın birçok İslâmî hareketinin düşebileceği bir tuzağa dikkat çekiyor: İman hizmetini, toplumu değiştirme ya da bir sistem kurma aracı haline getirmek. Oysa bu, hakikatin tertibini ters çevirmek demektir. İman, önce Allah için olmalı, sonra belki insan için fayda verir. Bu sıranın değişmesi, niyetin bulanması ve hizmetin sulanmasıdır.

Bugün de birçoğumuzun kalbinde, şeriatın yeniden hâkim olması, adaletin tesis edilmesi, zulmün ortadan kalkması gibi arzular var. Fakat Bediüzzaman bize şunu söyler: İman olmazsa şeriat da yaşayamaz. İman sarsılmışsa, şeriat da zeminsiz kalır. Çünkü şeriat bir binaysa, iman onun temelidir. Temeli çürük olan bir yapıyı yükseltmeye çalışmak, ancak zahiri bir gösterişe dönüşür.

İşte bu yüzden “en a’zam meseleyi esas yapıp”, yani imanı öne alıp, öteki meseleleri onun ardına koymak gerekir. Böylece hem hizmetin safveti korunur, hem de “başka maksatlara âlet” olma tehlikesinden kurtulunur.

Özet:

Bu makalede, Bediüzzaman Said Nursî’nin Kastamonu Lâhikası’ndaki “hayat, şeriat, iman” sıralaması temel alınarak, çağımızda iman hizmetinin en öncelikli mesele olduğuna dikkat çekilmektedir. Şeriat ve toplumsal dönüşüm talepleri, ancak iman temelinde yükselirse hakiki olur. İman hakikati, siyasete veya ideolojik gayelere alet edilirse safiyeti bozulur ve toplum nezdinde itibar kaybeder. Bu nedenle hizmetin selameti, niyetin berraklığı ve kalplerdeki tesirin derinliği için iman, her şeyden önce gelir.

 




Zulüm Üzerine Kurulu Bir Medeniyet: ABD, İsrail ve Kanla Beslenen Sessizlik

Zulüm Üzerine Kurulu Bir Medeniyet: ABD, İsrail ve Kanla Beslenen Sessizlik

Tarihin en karanlık sayfaları, sadece zalimlerin cinayetleriyle değil; mazlumların çığlıklarına kulaklarını tıkayanların sessizliğiyle yazılmıştır. Bugün Gazze’de, Filistin’de, Lübnan’da, bir devlet değil; bir vahşet makinesi işlemektedir. Ve bu makineyi yağlayan ellerin en başında ABD ve onun kanatları altında büyüttüğü İsrail vardır.

Avrupa Birliği’nin eski güvenlik yetkilisi Borrell’in itirafı bu kirli oyunu bir kez daha ifşa etti:

> “ABD’nin paralı askerleri bir ayda 550 Gazzeliyi öldürdü.”

Bu sadece bir sayı değildir. Bu, çocukların parçalanmış oyuncaklarına, annelerin soğumamış mezar toprağına, babaların gözyaşına dökülmüş bir istatistiktir. Ve bu rakam, yüzyıllardır süregelen emperyalist vahşetin sadece bir kırıntısıdır.

ABD, yine bildiğimiz gibi:
– Demokrasi vaadiyle işgal,
– Barış söylemiyle bombalama,
– İnsan hakları adına gözyaşı ticareti yapmaktadır.

Dün Irak’ta, Afganistan’da, Suriye’de; bugün Gazze’de, yarın belki doğrudan Türkiye’de… Zira kuduz bir köpeğin ısırmadığı hiçbir yön kalmaz; onu durdurmazsanız, her şeyi parçalayana kadar saldırmaya devam eder. İsrail artık öyle bir karakter kazanmıştır: Kudüs’ü kanla sulayan bu rejim, sadece Filistin’in değil, tüm bölgenin ve insanlığın ortak tehdididir.

Han Yunus’ta insani yardım sırası bekleyen sivillerin üzerine bombalar yağdıran bir ordu, hangi “güvenlik” bahanesiyle meşrulaştırılabilir? Eski bir futbolcunun hedef alınması, çocukların oyun oynarken öldürülmesi, ambulansların ve yardım ekiplerinin vurulması hangi hukukla izah edilebilir?

İsrail artık devlet değil; savaş suçlarıyla beslenen bir yapay canavardır.

Ve bu canavarı besleyen baş suç ortağı da ABD’dir.
Bu yüzden;
– ABD ile tüm silah ve savunma iş birlikleri gözden geçirilmeli,
– İsrail’e tüm deniz yolları ve hava sahaları kapatılmalı,
– Ticari ilişkiler ve diplomatik temaslar dondurulmalı,
– Sivil ve medya boykotları daha etkili hale getirilmeli,
– Gazze’ye “kara, hava ve deniz yoluyla insanî kuşatma desteği” sağlanmalıdır.

Çünkü bu sessizlik, sadece Filistin’i değil, tüm ümmeti boğmakta, zalimlerin zulmüne cesaret vermektedir. Bugün Gazze’yi yalnız bırakanlar, yarın kendi şehirlerinin bombalanmasına şaşırmamalıdır. ABD’nin çıkarı için bölgemizi parçalama politikası açıktır: Sırada Lübnan, Suriye, İran, hatta Türkiye vardır. Kudüs düşerse, İstanbul emniyette değildir.

Sanatın Çığlığı: “Bir Baba, İki Namaz”

MEKTEB kanalı tarafından yayınlanan “Bir Baba, İki Namaz” kısa filmi, bu katliamların sessiz ama en etkili çığlığı oldu. Bir babanın kızının oyuncağıyla oynarken kıldığı namaz, birkaç saniye sonra kızının cenaze namazına dönüşüyor. Bu, sadece bir video değil; bir milletin vicdanına bırakılan yakıcı bir sorudur:
Daha ne kadar susacaksınız?

Sonuç:

ABD ve İsrail, yüzyıllardır zulümle var olmayı seçmiş yapılardır. Gazze’de yaşananlar bir savaş değil; tek taraflı bir soykırımdır. Paralı askerler, sivillerin üzerine salınan füzeler, ölen çocuklar ve susan dünya… Bunlar sadece bugünün değil, gelecekte tarih kitaplarında lanetle anılacak bir çağın belgeleridir. Müslümanlar, bu sessiz cinayetlere karşı birlik olmalı, zulmün değil mazlumun yanında durmalıdır. Kudüs ve Gazze savunulmazsa, Mekke ve Medine de güvende olmayacaktır.

Özet:

ABD’nin paralı askerleri Gazze’de bir ayda 550 kişiyi öldürdü. İsrail, çocuk, kadın, sporcu, sağlıkçı demeden sivilleri hedef alıyor. Bu zulme karşı dünya sessiz. Müslüman ülkeler İsrail’i yalnızlaştırmalı, ticareti durdurmalı, halklar boykotu büyütmeli. Aksi hâlde bu yangın tüm bölgeyi saracaktır. “Bir Baba, İki Namaz” filmi gibi eserler ise bu vahşetin sessiz ama güçlü çığlıklarıdır. Bu çağ sessiz kalanın değil, direnenin çağıdır.

 




Medeniyetin İmtihanı: Dün, Bugün ve Gelecek

Medeniyetin İmtihanı: Dün, Bugün ve Gelecek

İnsanoğlunun varoluşundan bu yana süregelen bir arayışı vardır: daha iyi, daha gelişmiş, daha “medeni” bir yaşam. Ancak medeniyetin tanımı, her devirde ve her kültürde farklı şekillerde yorumlanmıştır. Kimi zaman maddi refah, kimi zaman bilimsel ilerleme, kimi zaman da ahlaki erdemler medeniyetin mihenk taşı sayılmıştır. Günümüzde ise bu tanım, derin bir sorgulama ve ibretlik bir muhasebe gerektirmektedir.

1929 yılındaki bir iktibasda, “Allah’ı da, Sultanı da tahtından indirdik!” sözüyle zihinleri sarsıyor.
Bu ifade, sadece siyasi bir değişimin değil, aynı zamanda köklü bir zihniyet dönüşümünün, hatta bir kopuşun ilanıdır. Geleneksel değerlerin, manevi referansların ve toplumsal nizamın sorgulandığı, yer yer reddedildiği bir döneme işaret ediyor.
Peki, bu “indirme” eylemi gerçekten özgürleşmeyi mi getirdi, yoksa yerine doldurulması zor boşluklar mı bıraktı?
Bu soru, asıl ibret alınması gereken noktadır. Şayet manevi dayanaklar bir kenara itilir, salt akıl ve maddeci bir dünya görüşü egemen kılınırsa, bu durum beraberinde ne tür bir toplum ve insan modeli getirecektir?

“Bunların dünü buydu, bugün ne bekliyorsunuz?” sorusu, geçmişteki radikal kopuşların, günümüzdeki ve gelecekteki sonuçlarına dair derin bir tefekkür davetidir.

*”İnsanlığın Geldiği Durum” başlığı altında, meşhur üç maymun figürünü çarpıcı bir metaforla yeniden yorumluyoruz.
Eskiden “görmedim, duymadım, konuşmadım” tavrı, belki de bir hikmeti, olumsuzluklardan sakınmayı veya çatışmadan kaçınmayı temsil ediyordu. Ancak şimdiki maymunlar, gözlerini, kulaklarını ve ağızlarını parayla kapatmış durumdalar. Bu, modern insanın düştüğü en büyük tuzaklardan birine işaret ediyor: Materyalizmin esareti. Bilginin, hakikatin, ahlakın önüne geçirilmiş çıkar ve menfaat düşkünlüğü. Para, bir araç olmaktan çıkıp, adeta bir amaç haline gelmiş, insanların vicdanını, basiretini ve konuşma cesaretini susturmuştur. Bu durum, bizi kime dönüştürüyor? Paranın kölesi olan bir toplum, nasıl bir medeniyet inşa edebilir?

*Mehmet Akif Ersoy’un sözleri ise  medeniyet tanımını radikal bir şekilde sorgulatıyor: “Medeniyet açmaksa bedeni; hayvanlar insanlardan daha medeni…”
Bu söz, modernleşme adı altında yaşanan ahlaki yozlaşmaya, özellikle de kadın bedeninin metalaşmasına ve mahremiyetin hiçe sayılmasına yönelik bir eleştiridir.
Akif, medeniyeti sadece dış görünüş, giyim kuşam veya serbestlik olarak anlayanlara, gerçek medeniyetin özünde ahlak, edep ve insani değerler olduğunu hatırlatır.
Eğer bir toplum, bedenin teşhirini ilerleme sayıyorsa, o zaman insanı diğer canlılardan ayıran temel vasıflarını yitirme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Zira hayvanlar bile fıtratları gereği belirli bir örtünme ve mahremiyet içindedir. Bu söz, bizi medeniyetin özünü yeniden düşünmeye, ilerlemeyi sadece maddi kazanımlarla değil, manevi ve ahlaki yükselişle birleştirmeye davet ediyor.

*Atilla İlhan’ın “Türkiye’de bir hain kontejanı var. Bu nüfusun yüzde 10’udur… Türk aydını dediğimiz bazı kişiler batının manevi ajanıdır…
Bu ülkeyi iki yüz yıldır, aydınlar batırıyor, halk kurtarıyor…” sözleri ise, tarihimizdeki iç çatışmalara ve aydın-halk ikilemine dikkat çekiyor. İlhan, ülkenin ilerlemesini engellediğini düşündüğü, Batı taklitçisi ve halktan kopuk bir “aydın” kesimine eleştiri getiriyor. Bu sözler, maneviyatın ve milli kimliğin önemine dikkat çeker. Gerçek aydın, halkının değerlerine yabancılaşan değil, onlarla hemhal olup, milletinin özünden gelen güçle ilerleyen kişidir.
İlhan’ın bu sert tesbiti, halkın sağduyusuna ve direnme gücüne duyduğu inancı da gösterir.
Tüm bu sözlerin ortak paydası, modernleşme adı altında yaşanan kimlik krizleri, manevi boşluklar ve ahlaki erozyondur. Dünden bugüne uzanan çizgide, “Allah’ı tahttan indirme” cesaretiyle başlayan süreç, paranın gözleri kör ettiği, bedenin metalaştığı ve sözde aydınların halkından koptuğu bir tabloyu gözler önüne seriyor. Ancak bu tablo, bir teslimiyet değil, bir uyanış çağrısıdır. Geçmişteki hatalardan ders çıkararak, gerçek medeniyetin ancak manevi değerlerle, ahlakla, hakikatle ve milletin fıtri kimliğiyle harmanlandığında inşa edilebileceğini idrak etme vaktidir. Bilim ve teknolojinin nimetlerinden faydalanırken, insanı insan yapan ruhu, vicdanı ve ahlakı asla göz ardı etmemek gerekir. Geleceğin medeniyeti, dün yapılan hatalardan ibret alan, bugünün savrulmalarına dur diyebilen ve yarını hikmetle inşa edebilenlerin omuzlarında yükselecektir.

Özet:
Yukarıdaki makale, medeniyetin tanımını, insanlığın geldiği noktayı ve bu süreçteki manevi ve ahlaki erozyonu sorgulamaktadır. Refik Ahmet Sevengil’in “Allah’ı ve Sultanı tahttan indirme” söylemiyle başlayan zihniyet dönüşümü, Atilla İlhan’ın aydın eleştirisiyle genişlerken, paranın insanı köleleştirdiği ve Mehmet Akif Ersoy’un medeniyet anlayışını sorgulayan sözleri ile ahlaki yozlaşmaya dikkat çekilmektedir. Makale, gerçek medeniyetin sadece maddi ilerleme ile değil, aynı zamanda manevi değerler, ahlak ve milli kimlikle inşa edilebileceğini anlatarak, geçmişten ders çıkarıp geleceği hikmetle şekillendirme çağrısında bulunmaktadır. Modernleşme sürecindeki savrulmalardan ibret alınması ve hakiki değerlere dönüşün önemi üzerinde durulmaktadır.