Nurla Mukabele, Topuzla Değil

Nurla Mukabele, Topuzla Değil

“O vaiz ve âlim zata benim tarafımdan selâm söyleyiniz. Benim şahsıma olan tenkidini, itirazını başım üstüne kabul ediyorum. Sizler de o zatı ve onun gibileri münakaşa ve münazaraya sevk etmeyiniz. Hattâ tecavüz edilse de beddua ile de mukabele etmeyiniz. Kim olursa olsun, madem imanı var, o noktada kardeşimizdir. Bize düşmanlık da etse mesleğimizce mukabele edemeyiz. Çünkü daha müthiş düşman ve yılanlar var. 

   Hem elimizde nur var, topuz yok. Nur kimseyi incitmez, ışığıyla okşar. Ve bilhassa ehl-i ilim olsa ilimden gelen enaniyeti de varsa enaniyetlerini tahrik etmeyiniz. Mümkün olduğu kadar

وَاِذَا مَرُّوا بِاللَّغْوِ مَرُّوا كِرَامًا

düsturunu rehber ediniz. ”
Kastamonu Lâhikası

🕊️ İmanın ve Hizmetin Şahsî Değil, İlâhî Ahlakı

🎯 Giriş: Davet Sertlikle Değil, Şefkatle Olur

Hak yolunda yürüyenlerin en büyük imtihanlarından biri, tenkitlerle, haksız ithamlarla ve düşmanlıkla karşılaştıklarında nasıl davranacaklarıdır.
Pek çok kimse davanın doğruluğunu savunurken, davranıştaki yanlışı meşrulaştırır: Sinirlenir, beddua eder, karşılık verir, münakaşaya girer…
Ama Bediüzzaman Said Nursî, bu mektubunda Kur’ânî nezaketin ve nebevî metotların en güzel örneğini ortaya koyar:

> “Hem elimizde nur var, topuz yok. Nur kimseyi incitmez, ışığıyla okşar.”

🧯 Tenkide Karşı Sükûnet: Şahsımız Değil, Davamız Önde

Bediüzzaman, kendi şahsına yöneltilen tenkidi “başım üstüne” diyerek karşılar. Bu yaklaşım, sadece alçak gönüllülük değil, iman hizmetinin şahsî tepkilerle zedelenmemesi adına bilinçli bir tercihtir.

> “Madem imanı var, o noktada kardeşimizdir.”

Bu bakış açısı, karşısındakini tek bir hatasıyla değil, taşıdığı iman yönüyle değerlendirmeyi öğretir.
Tenkide karşı tenkitle, saldırıya karşı sertlikle cevap vermek, hakkın izzetini değil, nefsin hiddetini yansıtır.

🤝 Dava Adamının Düşmanı Nefsidir, Mü’min Kardeşi Değil

Risale-i Nur talebelerine verilen şu talimat, bugün dahi davet ehli için altın değerindedir:

> “Sizler de o zatı ve onun gibileri münakaşa ve münazaraya sevk etmeyiniz. Hattâ tecavüz edilse de beddua ile de mukabele etmeyiniz.”

Çünkü:

Hak dava, nefsî savunmayla değil, hilm ve sabırla temsil edilir.

Münakaşa, hakikatin değil, gururun galibiyetidir.

Beddua, aczin değil, öfkenin silahıdır.

Bediüzzaman, düşmanlığa bile “iman kardeşliği” penceresinden bakar:
“Madem imanı var, o noktada kardeşimizdir.”
Bu, düşmanlığa davet değil, kardeşliğe ısrar demektir.

💡 Nurla Yol Aydınlatmak

Elimizdeki hakikat, topuz değil nûrdur. Nurun görevi dövmek değil, aydınlatmaktır.
Topuz:

Zorlar,

Kırar,

Öfkelendirir.

Nur ise:

Anlatır,

Isıtır,

İkna eder.

Bugün de bir fikre karşı başka bir fikri öne sürmek isteyenlerin sıkça başvurduğu şey hakaret, küçümseme ve alaydır.
Oysa tebliğ, nefse değil vicdana hitap eder. Vicdanı ikna etmenin yolu da şefkatli hakikattir.

📜 Kur’ânî Ölçü: “وَاِذَا مَرُّوا بِاللَّغْوِ مَرُّوا كِرَامًا”

> “Onlar boş ve çirkin sözlerin yanından onurlu bir şekilde geçerler.” (Furkan, 72)

Bediüzzaman, bu ayeti hatırlatarak Nur talebelerine şunu telkin eder:

Boş tartışmaların içine girme,

Lüzumsuz polemiklerde izzetini kaybetme,

Her haklı söz, doğru zamanda ve doğru üslupta söylenmelidir.

Bu davranış biçimi, hem iman hizmetini korur, hem de tebliğ edeni vakar sahibi kılar.

🌟 Sonuç: Dava Ahlâkı, Şahsî Hiddetten Üstündür

Bediüzzaman Said Nursî’nin bu mektubu, bizlere davet ahlâkının ve kardeşlik hukukunun ince ölçülerini öğretir.
Dava sahibi olanlar:

Şahsına yapılan tenkidi davaya mal etmez,

Kardeşlik hukukunu bir tenkitle yıkmaz,

Münakaşa yerine sükûneti, beddua yerine duayı tercih eder.

Ve unutmamalıdır ki, en haklı fikir, yanlış bir tarzla savunulursa itici hâle gelir.

📌 Özet:

Şahsî tenkitlere sertlikle değil, vakar ve sükûnetle cevap verilmeli.

Her iman sahibi, hataları olsa da kardeşlik dairesindedir.

Münakaşa, davayı yüceltmez; tebliğde hilm ve sabır esastır.

Risale-i Nur mesleği, “nurla mukabele”yi esas alır; topuzla değil.

Kur’ân’ın emri: “Boş sözlerin yanından onurlu geçin.”

 




Toplumu Ayakta Tutan Beş Direk

Toplumu Ayakta Tutan Beş Direk

“Bu millet ve vatan, hayat-ı içtimaiyesi ve siyasiyesi anarşilikten kurtulmak ve büyük tehlikelerden halâs olmak için beş esas lâzım ve zarurîdir:

   Birincisi: Merhamet.

   İkincisi: Hürmet.

   Üçüncüsü: Emniyet.

   Dördüncüsü: Haram ve helâli bilip haramdan çekilmek.

   Beşincisi: Serseriliği bırakıp itaat etmektir. ”
Kastamonu Lâhikası

🏛️ Bir Milletin Kurtuluş Reçetesi: Merhamet, Hürmet, Emniyet, Helal-Haram Şuuru ve İtaat

🎯 Giriş: Kurtuluş Sadece Silahla Değil, Ahlakla da Gelir

Bir milletin bekası yalnızca askerî güce, zenginliğe ya da teknolojik gelişmeye bağlı değildir. Eğer içtimai yapısı çökerse, dışarıdan güçlü gibi görünen toplumlar içten içe çürür ve dağılır. Bediüzzaman Said Nursî bu tehlikeye dikkat çekerek, bir milletin anarşilikten ve büyük felaketlerden kurtulabilmesi için beş temel esas gerektiğini ifade eder.

Bu beş esas, bir toplumun sadece güvenliğini değil, ruhunu da ayakta tutan ilkelerdir.

🩷 1. Merhamet: Kalbin Medeniyetidir

Toplumun çimentosu olan merhamet, sadece bireyler arasında değil; sınıflar, nesiller ve milletler arası ilişkilerde de temel bağdır.

Zayıfa şefkat,

Düşene yardım,

Farklıya anlayış…

Bunlar varsa toplum sertliğe değil yumuşaklığa, çatışmaya değil yardımlaşmaya yönelir.

Merhametin olmadığı yerde, adalet sertleşir; toplum taşlaşır.

🙏 2. Hürmet: Büyük Küçük Herkese Saygı

Hürmet; yaşlıya, alime, ana-babaya, kamu malına ve mukaddes değerlere saygıdır. Bu kaybolursa:

Aile dağılır,

Nesil başıboşlaşır,

Devlet otoritesi çürür,

Din ve değerler hafife alınır.

Saygının bittiği toplumda itaat değil isyan, birlik değil bencillik baş gösterir. Bu yüzden hürmet; her ferdin iç dünyasındaki adabı dışarıya yansıtır.

🛡️ 3. Emniyet: Güven Olmazsa Hayat Durur

Emniyet, sadece polisle sağlanmaz. Asıl emniyet; kalplerdeki dürüstlük, dillerdeki sadakat, ellerdeki emanet duygusudur.

Kimse kimseye güvenmiyorsa, ticaret durur.

İnsan canından, malından endişe ediyorsa, hayat huzura kavuşmaz.

Sözün değeri kalmazsa, mahkemeler çözüm değil kriz üretir.

Bediüzzaman’a göre emniyet; adaletin zemini, huzurun teminatıdır.

⚖️ 4. Helal-Haram Şuuru: Vicdanın Ayarı

Helal ve haramı bilmek sadece bir dinî bilgi meselesi değildir. Toplumun ahlaki istikametini belirler. Haramdan çekinmeyen bir toplumda:

Kul hakkı çiğnenir,

Rüşvet sıradanlaşır,

Nefisler serbest kalır,

Ekonomi kirlenir.

Bu yüzden dinin helal-haram çizgisi; milletin vicdan terazisidir. Ahlaksız özgürlük, toplumu anarşiye götürür.

🧭 5. İtaat: Başıboşluk Değil, Disiplinli Hürriyet

İtaat; zorbalığa boyun eğmek değil, hukuka, nizama ve meşru otoriteye saygı göstermektir. Serseriliğin, disiplinsizliğin ve başıboşluğun kol gezdiği toplumlarda:

Eğitim çöker,

Uyuşturucu yayılır,

Suç artar.

Bediüzzaman bu noktada “serseriliği bırakmak” ifadesiyle, özgürlüğün sınırını çizer. Özgürlük başıboşluk değildir; sorumlulukla dengelenmiş davranıştır.

🌟 Sonuç: Bu Beş Temel Olmazsa, Toplum Sarsılır

Bugün bir milletin kalkınması sadece yollarla, binalarla veya savunma sanayiiyle olmaz. Eğer merhamet yoksa taşlaşırız; hürmet yoksa çözülürüz; emniyet yoksa korkarız; helal-haram ayırt edilmezse kirleniriz; itaat yoksa dağılırız.

Bu beş esas; Kur’an’dan süzülmüş, sosyal hayatın temel direkleridir. Risale-i Nur, bu esasları sadece teori değil, hayat pratiği olarak ortaya koyar.

📌 Özet:

Bediüzzaman’a göre, bir milletin anarşiden kurtulması ve ayakta kalması için beş temel esas gerekir:

  1. Merhamet
  2. Hürmet
  3. Emniyet
  4. Helal-haram şuuruyla yaşamak
  5. İtaat ve serseriliği terk etmek

Bu esaslar bir araya geldiğinde toplum ahlâken ve hukuken sağlam temellere dayanır.

Aksi takdirde, toplum içten çöker; maddî kalkınma dahi fayda etmez.

 




İttifakın Gücü, İhtilafın Felaketi

İttifakın Gücü, İhtilafın Felaketi

“Sakın, dikkat ediniz! İhtilaf-ı meşrebinizden ve zayıf damarlarınızdan ve derd-i maişet zaruretinizden ehl-i dalalet istifade edip birbirinizi tenkit ettirmeye meydan vermeyiniz. Meşveret-i şer’iye ile reylerinizi teşettütten muhafaza ediniz. İhlas Risalesi’nin düsturlarını her vakit göz önünüzde bulundurunuz. Yoksa az bir ihtilaf, bu vakitte Risale-i Nur’a büyük bir zarar verebilir.  ”
Kastamonu Lâhikası

🤝 Meşveret, İhlas ve Tesanütle Korumamız Gereken Hizmet

🎯 Giriş: En Büyük Tehlike İçten Gelirse

Tarihte nice hak davalar, dış düşmanla değil, içteki ihtilafla çöküşe sürüklenmiştir. Dışarıdan gelen saldırılar, içte birlik varsa bertaraf edilir. Ama içeride tenkitleşme, gurur, meşrep taassubu ve menfaat çatışması varsa; en büyük dava bile sarsılır.

İşte Bediüzzaman Said Nursî, bu mektubunda tam da bu noktaya dikkat çeker:

> “Sakın dikkat ediniz! İhtilaf-ı meşrebinizden ve zayıf damarlarınızdan ve derd-i maişet zaruretinizden ehl-i dalalet istifade edip birbirinizi tenkit ettirmeye meydan vermeyiniz.”

Bu bir çağrıdır:
Ey hak hizmetinde bulunanlar! Haklılığınız sizi ihtilaflardan korumaz. Eğer ihlası yitirir, meşvereti terk ederseniz; dış düşman beklemeden çözülürsünüz.

🧱 Ehl-i Dalalet Nasıl İstifade Eder?

Ehl-i dalalet, doğrudan saldırmak yerine, içten yıpratmayı tercih eder.
Nasıl mı?

  1. Meşrep farklarını büyüterek kutuplaştırır.
  2. Ekonomik sıkıntıları istismar ederek kıskançlık oluşturur.
  3. Tenkit silahıyla kardeşi kardeşe kırdırır.

Çünkü bilirler ki: Birbirini tenkit eden bir cemaat, kendini çökertir.
Dışarıdan yapılacak hiçbir hamle, içten gelecek çözülme kadar etkili olamaz.

🌿 Meşveret-i Şer’iye: Kardeşliği Kur’an’la Yönetmek

Bediüzzaman çözümü de sunar:

> “Meşveret-i şer’iye ile reylerinizi teşettütten muhafaza ediniz.”

Yani:

Kararları keyfî değil, şûrâ ile alınız.

Fikir ayrılıklarını çatışmaya değil, berekete dönüştürünüz.

Kur’ânî meşveret ruhunu canlı tutunuz.

Meşveret, yalnız fikir alışverişi değil, aynı zamanda kalplerin birbirine bağlanmasıdır.
Meşveret varsa, tenkit değil, tamamlayıcılık doğar.

💎 İhlas Risalesi: Manevî Bağışıklık Sistemi

Bediüzzaman burada özel olarak İhlas Risalesi’ni göz önünde tutmayı tavsiye eder.

Çünkü:

İhlas, birliktir.

İhlas, enâniyeti kırar.

İhlas, hizmeti şahıslara değil, Allah’a verir.

İhlas varsa, meşrep farkı rahmete dönüşür.

İhlas Risalesi, adeta hizmet cemaatlerinin manevî bağışıklık sistemi gibidir. Onu göz önünden kaybeden, bağışıklığını düşürür ve ilk mikropta hasta olur.

🧭 Küçük İhtilaf, Büyük Zarar

Bediüzzaman’ın uyarısı çok dikkat çekicidir:

> “Az bir ihtilaf, bu vakitte Risale-i Nur’a büyük zarar verebilir.”

Neden? Çünkü:

Bu zamanda düşmanlıklar organize, saldırılar sistematiktir.

Hakikat hizmetleri zaten kuşatma altındadır.

En küçük çatlak, büyük gedikler açar.

Birkaç mü’minin kalp kırıklığı, binlerin davasına zarar verebilir.

Bu yüzden, teşettüt (dağılma) değil, tesanüt (dayanışma) esas olmalıdır.

📌 Özet:

Meşrep farklılıkları, zayıf noktalar ve geçim sıkıntısı, cemaat içi ihtilafa yol açabilir.

Ehl-i dalalet bu ihtilafları derinleştirerek hizmeti zayıflatır.

Bediüzzaman, bu tehlikeye karşı “meşveret-i şer’iye”, “ihlas” ve “tenkitten kaçınma”yı reçete olarak sunar.

İhlas Risalesi, hizmetin iç birliğini ve dayanışmasını korumak için temel düsturdur.

En küçük ihtilaflar bile büyük hizmetlere zarar verebilir; bu nedenle tenkit değil, tesanüt, enâniyet değil, ihlas esas alınmalıdır.

 




Tatlı Açlık ve Acı Neticeler: Harplerin ve Musibetlerin Hikmet Boyutu

Tatlı Açlık ve Acı Neticeler: Harplerin ve Musibetlerin Hikmet Boyutu

“Evet âlem-i İslâm’ın, bu asrın en büyük hasareti olan bu dehşetli İkinci Harb-i Umumî’den kurtulmasının sebebi: Kur’an’dan gelen iman ve a’mal-i saliha olduğu gibi; fakirlere gelen acı açlık ve kahtın sebebi dahi orucun tatlı açlığını çekmedikleri ve zenginlere gelen hasaret ve zayiatın sebebi de zekât yerinde ihtikâr etmeleridir. Ve Anadolu’nun bir meydan-ı harp olmamasının sebebi;

اِلَّا الَّذٖينَ اٰمَنُوا

kelime-i kudsiyesinin hakikatini fevkalâde bir surette yüz bin insanın kalplerine tahkikî bir tarzda ders veren Risale-i Nur olduğunu, pek çok emareler ve şakirdlerinden binler ehl-i hakikat ve dikkatin kanaatleri ispat eder. ”
Kastamonu Lâhikası

⚖️ Kur’ân’a Yabancılaşmanın Bedeli, Risale-i Nur’un Rahmet Vesilesi Oluşu

🎯 Giriş: Harp Neden Bizden Uzak Kaldı?

  1. yüzyılın en büyük facialarından biri olan İkinci Dünya Savaşı, sadece maddî değil, aynı zamanda manevî bir felaket olarak da tarihe geçti. Milyonlarca insanın can verdiği, şehirlerin yok olduğu, nesillerin mahvolduğu bu savaş, dünya tarihine kan ve ateşle kazındı.

Ancak ilginç bir istisna vardı: Anadolu toprakları bu dehşetli savaşın fiilî meydanı olmadı.
Peki neden? Bu salt bir coğrafya meselesi miydi? Yoksa bu korunmuşluğun ardında manevî bir sır mı gizliydi?

Bediüzzaman Said Nursî bu soruya Kur’ânî ve imanî bir perspektifle cevap veriyor.

📉 Açlık ve Hasaretin Asıl Sebebi: Orucun ve Zekâtın Terkidir

Bediüzzaman, savaşın doğrudan fizikî sebeplerine değil, ahlakî ve dinî köklerine işaret eder:

> “Fakirlere gelen acı açlık ve kahtın sebebi, orucun tatlı açlığını çekmedikleri içindir.
Zenginlere gelen hasaretin sebebi de zekât yerinde ihtikâr etmeleridir.”

Bu ifadeyle adeta şunu der:

Fakir, Allah için aç kalmayı öğrenmeyince, zorla aç bırakılır.

Zengin, Allah için vermeyi öğrenmeyince, servetiyle sınanır.

Yani maddî felaketler, çoğu zaman manevî tembelliklerin tokadıdır.
İbadetin ihmali, musibetin davetçisidir.

🛑 Harbin Anadolu’ya Uğramayışının Hikmeti

Peki ya Türkiye? Neden savaşın merkez üssü olmadı?

> “Anadolu’nun bir meydan-ı harp olmamasının sebebi;
اِلَّا الَّذٖينَ اٰمَنُوا ayetinin hakikatini yüz bin insanın kalbine tahkikî olarak ders veren Risale-i Nur’dur.”

Bu çok çarpıcı bir iddiadır. Bediüzzaman’a göre, Anadolu’ya gelen bu manevî koruma, coğrafi konumdan değil, Kur’ân’a sarılan bir avuç insanın samimiyetinden doğmuştur.

İşte bu nokta, “Bir cemaatin ihlası, bir memleketi beladan korur” hakikatini akla getirir.

🌿 Risale-i Nur: Sadece Kitap Değil, Manevî Kalkan

Risale-i Nur sadece yazılmış bir eser değil; yaşanmış bir Kur’ân tefsiridir.
O, kalpleri imanla tahkim eder, nefsi disipline sokar, dünyevî ve uhrevî felaketlere karşı bir siper oluşturur.

> “اِلَّا الَّذٖينَ اٰمَنُوا”
Yani “Ancak iman edenler müstesnadır” ayetinin fiilî bir tefsiridir Risale-i Nur.

Savaşın, yoklukların ve kaosun ortasında Kur’ân’a sarılanlar, görünmeyen bir rahmet şemsiyesi altına girerler. Tıpkı Hz. Lut’un kavminden iman edenlerin kurtulması gibi…

🧭 Ders: Sosyal Felaketler, Ruhî Bozulmanın Neticesidir

Bu değerlendirmeler bize çok net bir ölçü verir:

Toplumsal açlık, oruçsuzluğun cezasıdır.

Ekonomik çöküş, zekâtsızlığın sonucudur.

Savaş ve yıkım ise, imanı terk eden toplumlara gönderilen uyarıdır.

Dolayısıyla çözüm; siyasi değil, ahlakîdir.
Çare; maddî silahlarda değil, manevî kalkınmadadır.

🌟 Sonuç: Tatlı Açlık, Acıdan Korur

Bugün dünyada hâlâ açlık, savaş, fitne ve yıkım sürüyorsa, bu sadece politik sebeplerle izah edilemez. Asıl neden, imanın zayıflaması, ibadetlerin terk edilmesi, merhametin unutulmasıdır.

Oruç tutulmazsa zorla aç bırakılırız.

Zekât verilmezse malımız elimizden alınır.

İman zayıflarsa coğrafya da daralır.

Ve bu zamanda, Risale-i Nur gibi Kur’ânî bir kalkan, sadece bireyleri değil, toplumları da korur. Yeter ki onu yaşamakla, yaymakla ve anlamakla meşgul olalım.

📌 Özet:

Fakirlere gelen açlık, orucun terkinden; zenginlere gelen zarar ise zekâtın ihmalinden doğar.

İkinci Dünya Savaşı’nda Anadolu’nun savaş meydanı olmaması, Risale-i Nur’un imanî hizmetinin neticesidir.

Sosyal musibetlerin asıl sebebi, ibadetlerin terkidir; oruç ve zekât gibi kulluk vazifeleri toplumsal huzurun teminatıdır.

Risale-i Nur, bu asırda “iman edenler müstesnadır” ayetinin hakikatini fiilî olarak göstererek Anadolu’yu manevî korumaya almıştır.

Çare, Kur’ân’a ve onun bu asırdaki tefsirine sarılmaktır.

 




Zaruret ve İman Arasında Sarsılan Vicdanlar

Zaruret ve İman Arasında Sarsılan Vicdanlar

“Evet, her tarafta bu derd-i maişet herkesi sarsıyor. Ehl-i dalalet bundan istifade eder. Ehl-i diyanet de kendini mazur bilir “Zarurettir, ne yapalım?” der. Demek ki Risale-i Nur şakirdleri bu açlık ve zaruret musibetine karşı, yine Nur’la mukabele etmeli. Her şakirdin vazifesi, yalnız kendi imanını kurtarmak değil belki başkasının imanlarını da muhafaza etmeye mükelleftir. O da hizmete ciddi devam ile olur.  ”
Kastamonu Lâhikası

🌾 Geçim Darlığına Karşı Nur’la Mukabele Etmek

🎯 Giriş: Açlık Bahane, Dalgınlık Hakikat Olmasın

Her dönemin kendine has bir sınavı vardır. Kimi zaman düşman orduları, kimi zaman zındıka fikirleri, kimi zaman da ekonomik krizler… Bu asrın en sinsi imtihanlarından biri de geçim derdi (derd-i maişet) ile insanları meşgul ederek imanî sorumluluklardan uzaklaştırmak ve ahireti unutturmaktır.

> “Evet, her tarafta bu derd-i maişet herkesi sarsıyor. Ehl-i dalalet bundan istifade eder. Ehl-i diyanet de kendini mazur bilir: ‘Zarurettir, ne yapalım?’ der.”
(Kastamonu Lâhikası)

Bu ifadeler, yalnızca ekonomik bir gözlem değil, aynı zamanda manevî bir uyarıdır. Çünkü geçim sıkıntısı sadece mutfakları değil, gönülleri de boşaltmaya başlamıştır.

📉 Ehl-i Dalalet Nasıl İstifade Eder?

Ekonomik sıkıntılar arttıkça, ehl-i dalalet (iman hakikatlerinden uzak, dünya-perest çevreler), bu açığı kullanarak insanları kendi bâtıl yollarına çekmeye çalışır.
Bu yöntemle:

Haramlar “çare” olarak sunulur,

Dine hizmet “lüks” sayılır,

Dünya tek amaç, ahiret ise “sonra bakılır” bir mesele hâline gelir.

Bu tuzağın içine düşen ehl-i diyanet (dindar insanlar) ise, “Zarurettir, ne yapalım?” diyerek zamanla pasifleşir, geri çekilir, hatta bazıları iman hizmetini terk eder.

📢 Uyarı: Mazur Değiliz!

Bediüzzaman’ın en net uyarılarından biri burada saklıdır:

> “Demek ki Risale-i Nur şakirdleri bu açlık ve zaruret musibetine karşı yine Nur’la mukabele etmeli.”

Yani geçim sıkıntısı, iman hizmetinden geri durmanın meşru bir gerekçesi değildir. Çünkü:

Zaruret nefsi tembelleştirmek için değil, sabrı kuvvetlendirmek içindir.

Geçim derdi imanı askıya almak için değil, imanla aşılacak bir imtihandır.

🧭 Hizmetin Vazgeçilmez Sorumluluğu

Bediüzzaman bu mektubunda çok daha derin bir yükümlülük tanımlar:

> “Her şakirdin vazifesi, yalnız kendi imanını kurtarmak değil, başkasının imanını da muhafaza etmeye mükelleftir.”

Bu, sıradan bir inananın değil, mü’min-i mücahid bir şahsiyetin tarifidir. Zira:

Yalnız kendi kurtuluşunu düşünen, nefsini esas yapmıştır.

Başkasının da kurtuluşu için çalışan, Allah’ın rızasını esas yapmıştır.

İman hizmeti, açlıkla, darlıkla, iftirayla, yorgunlukla sınansa bile terk edilmez, geciktirilmez, ertelenmez. Çünkü bu hizmet, sadece bugünü değil, ebediyeti ilgilendirir.

💎 Hakiki Zenginlik: Sebat ve Sadakat

Bediüzzaman’a göre hakiki zenginlik, kesedeki para değil, göğüsteki imandır.
Ve bu iman, hizmetle, sabırla, sebatla artar.
Çünkü hizmet, kalbi diri tutar,
Sebat, nefsi dizginler,
Sadakat, kalbi Allah’a bağlar.

Açlık varsa, imtihan vardır.
Ama hizmet varsa, yardım da vardır.
Zira Allah, kendisine hizmet eden kulunu aç bırakmaz,
en azından gönlünü açlıkla doyurur.

📌 Özet:

Derd-i maişet (geçim sıkıntısı), bu asırda imanı sarsmak için kullanılan bir imtihandır.

Ehl-i dalalet bu açığı kullanırken, ehl-i diyanet tembelleşmemelidir.

“Zarurettir, ne yapalım?” diyerek iman hizmeti terk edilmemelidir.

Her mü’min, sadece kendi imanını değil, başkalarının imanını da korumaya mükelleftir.

Risale-i Nur şakirdlerinin görevi, bu musibete karşı yine iman ve Nur’la mukabele etmektir.

Sebat, sadakat ve hizmetle bu zamanın imtihanı aşılır; dünya zenginliği geçici, gönül zenginliği ebedidir.

 




Taşlanan Ağaçlar: Gerçek Âlimlerin Tanıklığında Bediüzzaman ve Risale-i Nur

Taşlanan Ağaçlar: Gerçek Âlimlerin Tanıklığında Bediüzzaman ve Risale-i Nur

“İstanbul ulemasının en büyüğü ve en müdakkiki ve çok zaman Müfti’l-Enam olan eski fetva emini, meşhur Ali Rıza Efendi; Birinci Şuâ İşarat-ı Kur’aniye ve Âyetü’l-Kübra gibi risaleleri gördükten sonra, Risale-i Nur’un mühim bir talebesi olan Hâfız Emin’e demiş ki:

   “Bediüzzaman, şu zamanda din-i İslâm’a en büyük hizmet eylediğini ve eserlerinin tam doğru olduğunu ve böyle bir zamanda, mahrumiyet içinde feragat-i nefis edip yani dünyayı terk edip böyle bir eser meydana getirmek hiç kimseye müyesser olmadığını ve her suretle şâyan-ı tebrik olduğunu ve Risale-i Nur müceddid-i din olduğunu ve Cenab-ı Hak onu muvaffakun bi’l-hayr eylesin, âmin.” diyerek bazılarının sakal bırakmamaklığına itirazları münasebetiyle; Mevlana Celaleddin-i Rumî’nin pederleri olan Sultanü’l-ulema’nın bir kıssası ile onu müdafaa edip demiş:

   “Bu misillü, Bediüzzaman’ın dahi elbette bir içtihadı vardır. İtiraz edenler haksızdır.” demiş ve Hoca Mustafa’ya emretmiş: “Söylediğimi yaz!”

   Bediüzzaman’a kemal-i hürmetle selâm ederim. Telifatınızın ikmaline hırz-ı can ile dua etmekteyim. (Yani ruha nüsha olacak kadar kıymettardır.) Bazı ulemaü’s-sûun tenkidine uğradığına müteessir olma. Zira yemişli ağaç taşlanır (Hâşiye) kaziyesi meşhurdur. Mücahedatınıza devam buyurun. Cenab-ı Hak ve Feyyaz-ı Mutlak âcilen murad ve matlubunuza muvaffakun bi’l-hayr eylesin! Bâki Hakk’ın birliğine emanet olunuz. ”
Eski Fetva Emini  Ali Rıza
Kastamonu Lâhikası

🎯 Giriş: Hakikat Her Zaman Alkışlanmaz

Tarih boyunca hakikati haykıranlar, her devirde önce kendi zamanlarının dar düşünceli çevrelerinden tenkit almışlardır. Zira doğru söz, çoğu zaman yanlış kalpleri rahatsız eder. Fakat hakikatin değeri, çoğunluğun alkışıyla değil, ehl-i ilmin ve basiret sahiplerinin şehadetiyle anlaşılır.

İşte bu mektup, Osmanlı’nın son döneminde Müfti’l-Enâm gibi en yüksek ilmî makamlarda bulunmuş olan Eski Fetva Emini Ali Rıza Efendi’nin, Bediüzzaman ve Risale-i Nur hakkında verdiği açık, samimi ve büyük bir takdirin vesikasıdır.

🌟 Büyük Âlimden Büyük Şehadet

Ali Rıza Efendi’nin ifadesiyle:

> “Bediüzzaman, şu zamanda din-i İslâm’a en büyük hizmeti eylemiştir. Eserleri tam doğru ve şâyan-ı tebriktir.”

Bu beyan sadece kişisel bir övgü değil, bir ilim ve feraset ehlinin tesbitidir. Zira o, Bediüzzaman’ın eserlerini tetkik etmiş, özellikle Birinci Şuâ ve Âyetü’l-Kübrâ gibi hakikat yüklü risaleleri görmüş ve ilmî süzgecinden geçirerek hüküm vermiştir.

🕊️ Feragat-i Nefs ve Mahrumiyet İçinde Bir Hizmet

Ali Rıza Efendi’nin en çok hayranlık duyduğu yönlerden biri şudur:

> “Mahrumiyet içinde, feragat-i nefisle, yani dünyayı terk ederek böyle eserleri ortaya koymak, hiç kimseye müyesser olmamıştır.”

Bu tesbit çok mühimdir. Zira Risale-i Nur sadece bir kitaplar bütünü değil, aynı zamanda dünyevî makamları reddetmiş, zindanı medreseye çevirmiş, bedel ödemiş bir hayatın eseridir. Bu fedakârlık, hakikatin samimiyetini teyit eden en kuvvetli delildir.

⚖️ İçtihat ve Sakal Meselesi: Dar Görüşlülüğe Cevap

Ali Rıza Efendi, bazı çevrelerin Bediüzzaman’ın sakal bırakmaması üzerinden yaptığı eleştirileri de Mevlânâ’nın babası Sultanü’l-ulema’nın bir kıssasıyla cevaplar:

> “Bu misillü, Bediüzzaman’ın dahi elbette bir içtihadı vardır. İtiraz edenler haksızdır.”

Burada önemli bir ders vardır: Zâhirî şekillerle uğraşanlar, hikmetin derinliğini kaçırırlar. Sakal gibi bir sünneti öne sürerek, bir müceddidin getirdiği hakikatleri görmezden gelmek, cehaletten öte, bir gaflettir. Zira içtihadî bir mesele üzerinden ümmetin büyük faydalarını gölgelemek, hakikate haksızlıktır.

💬 “Yemişli Ağaç Taşlanır”: Tenkitin Arkasındaki Kıymet

Ali Rıza Efendi’nin, bazı “ulemâü’s-sû” (kötü niyetli âlimler) tarafından yapılan tenkitlere karşı kullandığı veciz ifade çok dikkat çekicidir:

> “Yemişli ağaç taşlanır.”

Bu atasözü kadar sade ve hikmetli bir müdafaa zor bulunur. Gerçekten de, meyve veren her hizmet, mutlaka taşlanır. Taşlamak, çoğu zaman kıymetin işareti olur. Bediüzzaman ve Risale-i Nur da bu kuralın dışına çıkmamış, taşlanmış ama yıkılmamıştır.

🛡️ Sonuç: Ehl-i Basiretin Şehadeti, En Sağlam Müdafaa

Bediüzzaman’a yöneltilen itham ve tenkitlere karşı en sağlam cevap, dönemin en yüksek ilmî ve manevî otoritelerinin şehadetleridir.
Ali Rıza Efendi’nin bu takdir dolu mektubu da bize gösteriyor ki:

Risale-i Nur, sıradan bir kitap değil, asrın iman ihtiyacına cevap veren bir tecdid hareketidir.

Bediüzzaman, sadece ilmiyle değil, feragati ve sabrıyla da bu asra örnek olmuştur.

Zahiri ölçülerle değil, hizmetin hakikatine göre hüküm verilmelidir.

📌 Özet:

Eski Fetva Emini Ali Rıza Efendi, Risale-i Nur’u ve Bediüzzaman’ı övgüyle takdir etmiş, ona “müceddid-i din” demiştir.

Risale-i Nur’un mahrumiyet içinde, feragatle yazılmış olması, hakikate işarettir.

Sakal gibi zâhirî konularla büyük hizmeti küçümsemek ilme ve içtihada aykırıdır.

“Yemişli ağaç taşlanır” sözüyle, tenkitlerin hizmetin kıymetini gösterdiği ifade edilir.

Ehl-i basiretin şehadeti, tenkitlerin üstündedir. Risale-i Nur, zamanın iman ilacıdır.

 




Zamanın Müceddidi Kimdir? Asrın Tecdid İhtiyacı ve Risale-i Nur’un Misyonu

Zamanın Müceddidi Kimdir? Asrın Tecdid İhtiyacı ve Risale-i Nur’un Misyonu

“Senin müceddid hakkındaki mektubunu hayretle okuduk ve Üstadımıza da söyledik. Üstadımız diyor ki:

   Evet, bu zaman hem iman ve din için hem hayat-ı içtimaiye ve şeriat için hem hukuk-u âmme ve siyaset-i İslâmiye için gayet ehemmiyetli birer müceddid ister. Fakat en ehemmiyetlisi, hakaik-i imaniyeyi muhafaza noktasında tecdid vazifesi, en mukaddes ve en büyüğüdür. Şeriat ve hayat-ı içtimaiye ve siyasiye daireleri ona nisbeten ikinci, üçüncü, dördüncü derecede kalıyor.

   Rivayat-ı hadîsiyede, tecdid-i din hakkında ziyade ehemmiyet ise imanî hakaikteki tecdid itibarıyladır. Fakat efkâr-ı âmmede, hayat-perest insanların nazarında zâhiren geniş ve hâkimiyet noktasında cazibedar olan hayat-ı içtimaiye-i İslâmiye ve siyaset-i diniye cihetleri daha ziyade ehemmiyetli göründüğü için o adese ile o nokta-i nazardan bakıyorlar, mana veriyorlar.

   Hem bu üç vezaifi birden bir şahısta yahut cemaatte, bu zamanda bulunması ve mükemmel olması ve birbirini cerh etmemesi pek uzak, âdeta kabil görülmüyor. Âhir zamanda, Âl-i Beyt-i Nebevî’nin (asm) cemaat-i nuraniyesini temsil eden Hazret-i Mehdi’de ve cemaatindeki şahs-ı manevîde ancak içtima edebilir.

   Bu asırda, Cenab-ı Hakk’a hadsiz şükür olsun ki Risale-i Nur’un hakikatine ve şakirdlerinin şahs-ı manevîsine, hakaik-i imaniye muhafazasında tecdid vazifesini yaptırmış. Yirmi seneden beri o vazife-i kudsiyede tesirli ve fatihane neşriyle gayet dehşetli ve kuvvetli zındıka ve dalalet hücumuna karşı tam mukabele edip yüz binler ehl-i imanın imanlarını kurtardığını kırk binler adam şehadet eder. ”
Kastamonu Lâhikası

🎯 Giriş: Tecdit Nedir, Neye Lüzum Var?

Hadis-i şerifte buyrulur:

> “Her yüz senede bir, Allah bu ümmete dinini yenileyecek bir müceddid gönderir.” (Ebu Davud)

Bu hadis, İslâm tarihinde dinî dirilişin, yani “tecdid”in, sadece geçmişe ait bir hakikat değil; her çağın bir ihtiyacı olduğunu gösterir. Tecdid, bid’atlardan temizlenmiş bir saflaşma, hakikatin tozlarının silinmesi ve asrın yaralarına Kur’an reçetesiyle şifa bulma ameliyesidir.

Bediüzzaman’ın bu mektupta altını çizdiği temel gerçek şu:
Bu asırda sadece siyaset, içtimai düzen veya zahirî şeriat değil, en önce ve en çok iman tecdidine ihtiyaç vardır. Çünkü temel sarsılmışsa, üst yapının ayakta kalması mümkün değildir.

⚖️ Öncelik Sırası: İman mı, Şeriat mı, Siyaset mi?

Bediüzzaman, müceddidin görev alanlarını şöyle sıralıyor:

  1. Hakaik-i imaniyenin muhafazası ve tecdidi
  2. Şeriatın hükümlerinin izahı ve uygulanması
  3. İçtimai hayatın ıslahı
  4. Siyaset-i İslamiyenin icrası

Bugün, insanların büyük kısmı dine siyaset, sosyal adalet veya kültürel kimlik açısından bakıyor. Hâkimiyet, güç ve görünür başarılar onları cezbediyor. Ancak Bediüzzaman bu yaklaşımı “hayat-perest nazar” olarak nitelendiriyor. Gerçek din tecdidi, önce kalplerdeki imanı ihya etmekle başlar.

> Siyasetle gelen bir dinî uyanış geçicidir.
İmanla gelen uyanış ise köklü ve ebedîdir.

🧭 Müceddid Kimdir? Kimler Değildir?

Toplumda sıkça sorulan sorulardan biri şudur: “Müceddid kimdir?”
Bazıları onu siyasi kurtarıcı, bazıları ise hilafet savunucusu sanıyor. Oysa gerçek müceddid:

İman esaslarını yeniden güçlü bir şekilde inşa eder,

Şüphelere ve felsefi akımlara karşı Kur’an’la cevap verir,

Yeni neslin anlayacağı dilde hakikatleri sunar.

Ve bu mektupta açıkça ifade ediliyor ki:

> “Risale-i Nur’un hakikati ve şakirdlerinin şahs-ı manevîsi, bu asrın imanî tecdid vazifesini ifa ediyor.”

🌊 Dalalet Tsunamisine Karşı Manevî Sedd

Bu asırda materyalizm, pozitivizm, deizm gibi cereyanlar, yalnız İslam’ı değil, din fikrini kökten yıkmaya çalışmaktadır.
Bediüzzaman’ın ifadesiyle bu “dehşetli ve kuvvetli zındıka ve dalalet hücumu”na karşı, siyasi ve zahirî mücadeleler kifayetsiz kalır.

Risale-i Nur’un yaptığı şey, bu saldırıya kalpten, akıldan ve imandan gelen bir savunmadır.
Bu savunma öyle kuvvetlidir ki, milyonlarca insanın imanını kurtarmış, karanlığa ışık olmuştur.

🌟 Mehdi Meselesi ve Üç Görev

Bediüzzaman, bir kişinin veya cemaatin üç görevi birden —iman, şeriat ve siyaset— mükemmelce icra etmesinin bu zamanda mümkün olmadığını, ancak Mehdi ve onun cemaat-i nuraniyesi eliyle bu görevlerin tam mânâsıyla birleşeceğini ifade eder.

Şu an Risale-i Nur’un ve onun okuyucularının görevi nedir?

İman hizmetinde sebat

Şeriatın inceliklerine saygı

Siyasete girmeden, maneviyatla mücadele etmek

🔚 Sonuç: En Büyük Cihad, İmanları Kurtarmaktır

Bediüzzaman’ın bu mektubu, bize “önceliği neye vermeliyiz?” sorusunun cevabını verir:
“En mukaddes ve en büyük tecdid, iman hakikatlerinin muhafazasıdır.”

Bu yol, görünüşte sönük, etkisiz gibi görünse de; asrın en etkili, en derin ve en sessiz inkılabıdır.
Ve bu inkılabın baş aktörü, siyaset meydanında değil, kalp ve akıl cephesinde savaşan Nur Talebeleri’dir.

📌 Özet:

Her asırda dini yenileyen müceddidler gelir; bu asrın en büyük ihtiyacı iman tecdididir.

Şeriat ve siyaset gibi alanlar, imanî tecdidin yanında ikinci plandadır.

Bu asırda müceddidlik, Risale-i Nur’un hakikatlerinde ve onun talebelerinin şahs-ı manevîsinde tezahür etmiştir.

Siyasi beklentiler yerine kalbî ve aklî iman hizmeti, en kalıcı çaredir.

Mehdi ve onun cemaat-i nuraniyesi bu üç görevi tam mânâsıyla icra edecek; ancak bugünkü görev, imanları kurtarmaktır.

 




Gençlik Bir Rüzgar, Pişmanlık Bir Fırtına: Gidenin Ardından Ağlayanlar

Gençlik Bir Rüzgar, Pişmanlık Bir Fırtına: Gidenin Ardından Ağlayanlar

“Hem nev-i insanın ekseriyetini teşkil eden ihtiyarlardan ve hastalardan sorunuz. Elbette ekseriyet-i mutlaka ile esefler, hasretler ile “Eyvah gençliğimizi bâd-i heva, belki zararlı zayi ettik. Sakın bizim gibi yapmayınız!” diyecekler.

   Çünkü beş on senelik gençliğin gayr-ı meşru zevki için dünyada çok seneler gam ve keder ve berzahta azap ve zarar ve âhirette cehennem ve sakar belasını çeken adam, en acınacak bir halde olduğu halde

اَلرَّاضٖى بِالضَّرَرِ لَا يُنْظَرُ لَهُ

sırrıyla hiç acınmaya müstahak olamaz. Çünkü zarara rızasıyla girene merhamet edilmez ve lâyık değildir.

   Cenab-ı Hak bizi ve sizi, bu zamanın cazibedar fitnesinden kurtarsın ve muhafaza eylesin, âmin!”
Kastamonu Lâhikası

🎯 Giriş: Her Genç, Yarınki İhtiyardır

Hayat, hızlı akan bir nehir gibi insanı önüne katıp götürürken, insan gençliğin içinde kendini ölümsüz zanneder. Oysa ihtiyarlık, tıpkı bir sabahın akşamı gibi kaçınılmaz bir neticedir. Bediüzzaman Hazretleri, ihtiyarların ve hastaların dilinden gençliğe yönelttiği bu derin uyarıda bir gerçeği dile getirir:

> “Eyvah gençliğimizi bâd-i heva, belki zararlı zayi ettik. Sakın bizim gibi yapmayınız!”

Bu feryat, sadece birkaç ihtiyarın değil, insanlığın ekseriyetinin ortak pişmanlığıdır.

🔥 Gençliğin Aldatıcı Zevki: Bedel Ne Kadar Ağır?

İnsanın en enerjik, en heveskâr ve en hissî dönemidir gençlik. Ancak hakikatsiz bir gençlik, aklı susturur, nefsi konuşturur. Sonuç:

Beş on senelik gayr-ı meşru zevk,

Yıllar süren pişmanlık ve hüsran,

Kabirde azap, ahirette ise Sakar (cehennem) azabıdır.

Böylesine büyük bir bedeli kim ödemek ister? Ama işin acısı şudur ki, bu zarara bilerek razı olan kişi, artık merhameti hak etmez:

> “Er-râdî bi’d-darari lâ yunzaru leh”
Zarara razı olan, merhamete layık değildir.

Bu kelâm-ı hikmet, adeta adaletin tokadıdır.

📣 İhtiyarlardan Yükselen Sessiz İtiraf

Bediüzzaman’ın ifadesiyle, ihtiyarların ve hastaların çoğu geçmişe dönüp baktığında boşa geçen gençliklerine yanar. Bu pişmanlık öyle güçlüdür ki, adeta bir vaaz gibidir:

“Sakın bizim gibi yapmayın!”

“Gençliğinizin kıymetini bilin!”

“Lezzet gibi görünen günahlar, ileride zehire dönüşüyor!”

Ne yazık ki, bugünün gençleri yaşlıların tecrübelerini küçümsüyor, ama yarının ihtiyarı olduklarında aynı sözleri tekrar ediyorlar. Bu bir nesiller zinciri içinde devreden gaflet halkasıdır.

🌫️ Cazibedar Fitne: Zamanın Tuzakları

Bediüzzaman’ın “cazibedar fitne” diye tarif ettiği şey, bu zamanda gençleri aldatmak için ortaya çıkan her türlü dünyevî, ahlaksız ve sahte süslerle bezenmiş hayat tarzıdır.

Bugün bu fitne:

Ekranlarla,

Moda ve yaşam stilleriyle,

Sosyal medyada “özgürlük” maskesiyle karşımıza çıkar.

Ancak bu süslü vitrinlerin arkasında derin bir boşluk, şeytanî bir tuzak ve ahiret için karanlık bir hazırlıksızlık vardır.

🛡️ Çözüm: Dua ve Farkındalık

Bediüzzaman yazısının sonunda dua eder:

> “Cenab-ı Hak bizi ve sizi, bu zamanın cazibedar fitnesinden kurtarsın ve muhafaza eylesin. Âmin!”

Bu dua, aynı zamanda bir uyanış çağrısıdır:

Gençler için: Hayatın geçici heveslerine kapılmamak,

Aileler için: Evlatlarını sadece dünyevî başarıya değil, ebedî kurtuluşa da hazırlamak,

Cemiyet için: Ahlakı koruyacak ve gençliğe istikamet verecek bir manevi atmosfer inşa etmek.

📌 Özet:

Gençlik geçer, ihtiyarlık gelir; geçici zevkler kalıcı pişmanlık doğurur.

Gayr-ı meşru gençlik hayatı hem dünyada keder, hem ahirette azap getirir.

İhtiyarların ortak itirafı: “Gençliğimizi zayi ettik, sakın siz etmeyin.”

Zarara bilerek razı olan kimse, merhameti hak etmez.

Zamanın “cazibedar fitnesi”, gençliği tuzağa çekmektedir.

Bu fitneden korunmak için dua, farkındalık ve imanî şuur şarttır.

 




Gençlik Nimet mi, Tuzak mı?

Gençlik Nimet mi, Tuzak mı?

“Gençlik gidecek. Sefahette gitmiş ise hem dünyada hem âhirette, binler bela ve elemler netice verdiğini ve öyle gençler ekseriyetle sû-i istimal ile israfat ile gelen evhamlı hastalıkla hastahanelere veya taşkınlıklarıyla hapishanelere veya sefalethanelere veya manevî elemlerden gelen sıkıntılarla meyhanelere düşeceklerini anlamak isterseniz; hastahanelerden ve hapishanelerden ve kabristanlardan sorunuz.

   Elbette hastahanelerin ekseriyetle lisan-ı halinden, gençlik sâikasıyla israfat ve sû-i istimalden gelen hastalıktan “enînler” “eyvahlar” cevabını işittiğiniz gibi hapishanelerden dahi ekseriyetle gençlik sâikasıyla gayr-ı meşru dairedeki harekâtın tokatlarını yiyen bedbaht gençlerin teessüfatını işiteceksiniz.”
Kastamonu Lâhikası

Hastahaneler, Hapishaneler ve Kabristanların Sessiz Çığlığı

Giriş

Her insanın hayatında bir defa gelip geçen, ama etkisi bir ömür süren bir devre vardır: gençlik. Dışarıdan bakıldığında tıpkı yemyeşil bir bahar gibi görünen bu dönem, hakikatte ya bir nimet ya da telafisi zor bir felaket olabilir. Kastamonu Lâhikası’ndaki bu ibretli pasaj, gençliğin sorumsuzca harcanmasının hem dünya hem ahiret açısından nasıl korkunç sonuçlar doğurabileceğini bize derin bir hikmetle sunar.

Gençliğin İmtihanı: Sefahet ve İsrafın Bedeli

Gençlikte insanda akıl tam gelişmemiş, his ve hevesler ise kuvvet kazanmıştır. İşte bu dengesizlik, sefahet (eğlence düşkünlüğü), israf (boş harcama) ve sû-i istimal (kötüye kullanma) gibi davranışlarla gençliğin yanlış yollarda harcanmasına sebep olur. Said Nursî bu konuda oldukça net konuşur:

> “Gençlik gidiyor. Eğer sefahatte gitmişse hem dünyada hem âhirette binler bela ve elemler netice verir.”

Bu söz, zamanın kendisinin bir öğretmen gibi konuştuğu ve “bakın, bu sonu ben size daha önce de gösterdim” dediği derin bir uyarıdır.

Şahitlik Edenler: Hastahaneler, Hapishaneler, Kabristanlar

Eğer gençliğin kötüye kullanılmasının gerçek neticesini görmek isterseniz, tarih kitaplarına değil, doğrudan şehre bakın der Bediüzzaman. Ve yönlendirir:

Hastanelerde “gençlikteki israf ve pervasızlığın” yankısı

Hapishanelerde “gayrimeşru zevklerin cezası”

Kabristanlarda ise “ahirete hazırlıksız giden gençliğin sükûtu” yankılanır.

Bu üç yer, sanki birer sessiz vaiz gibi, yanlış yolda harcanan gençliğin akıbetine dair bağırmadan haykırırlar. Bu haykırış nefsin hoşuna gitmez belki ama ruhun uyanmasına vesile olur.

Neden Gençler?

Çünkü gençlik:

Güçtür, ama dizginsizse tehlikedir.

Enerjidir, ama yönsüzse savrulur.

Cesarettir, ama rehbersizse isyana dönüşür.

Bu yüzden gençliğin istikameti, iman, ahlak ve sorumluluk ile belirlenmelidir. Aksi takdirde bu enerjik dönem, insanı hem dünyada perişan, hem ahirette mahkûm hâle getirebilir.

Hakiki Gençlik: Nefsine Hakim Olanın Baharı

Gençliği Allah’ın emaneti bilmek, onu ibadetle, ilimle, hizmetle değerlendirmek, hakiki gençliği yaşamak demektir. Böyle bir gençlik, hastahane değil cami yolunu, meyhane değil ilim meclisini, sefalet değil izzet yolunu tercih eder.

> Gençlik bir bahar gibidir, ama bu baharda dikenler de vardır. Niyeti, istikameti, hedefi doğru olanlar o baharın güllerine ulaşır. Aksi ise her gül niyetiyle dikene batar.

🌿 Sonuç: Gençliğe Sahip Çıkmak, Geleceğe Sahip Çıkmaktır

Bediüzzaman’ın bu satırları sadece bireysel bir nasihat değil, aynı zamanda toplumsal bir reçetedir. Gençlik, sadece bir bireyin değil, bir milletin de kaderini belirler. O hâlde:

Gençliğe sahip çıkmak, millete sahip çıkmaktır.

Gençliği eğitmek, toplumu onarmaktır.

Gençliği uyarıp yönlendirmek, geleceği garantiye almaktır.

📌 Özet:

Gençlik, geçici ama yön verdiği sonuçlar kalıcıdır.

Sefahette harcanan gençlik, dünyada bela, ahirette hüsran getirir.

Hastaneler, hapishaneler ve kabristanlar; kötüye kullanılan gençliğin doğal istasyonlarıdır.

Hakiki gençlik, nefse değil, hikmete hizmet edendir.

Bediüzzaman’ın bu ikazı, hem bireysel hem toplumsal bir istikamet pusulasıdır.

 




Gerçek Lezzet Nerede? – Hayatın Tadını İmanla Bulmak

Gerçek Lezzet Nerede? – Hayatın Tadını İmanla Bulmak
Kastamonu Lâhikası’nın Hikmetli Düsturundan Hayata Dair Derin Bir Tefekkür

“Hayatın lezzetini, zevkini isterseniz hayatınızı imanla hayatlandırınız ve feraizle ziynetlendiriniz ve günahlardan çekinmekle muhafaza ediniz. ”
Kastamonu Lâhikası

Giriş:
İnsan, yaratılışı gereği zevk arar, huzur peşindedir. Her bir adımında saadeti, her bir tercihte rahatlığı gözetir. Fakat ne gariptir ki, aradığı huzuru ve lezzeti çoğu zaman yanlış yerlerde, geçici tatlarda, gelip geçici süslerde arar. Oysa Bediüzzaman Said Nursî, Kastamonu Lâhikası’nda bu hakikati kısa ama öz bir reçeteyle özetler:

> “Hayatın lezzetini, zevkini isterseniz; hayatınızı imanla hayatlandırınız, feraizle ziynetlendiriniz ve günahlardan çekinmekle muhafaza ediniz.”

Bu cümle, sadece bir öğüt değil; hayatın hem dünya hem ahiret boyutunda lezzetli ve anlamlı hale gelmesi için üç basamaklı bir yol haritasıdır: İman, farzlar ve takva.

  1. Hayatı Hayatlandıran Kuvvet: İman
    Hayat, biyolojik bir akıştan ibaret değildir. Asıl hayat, mana ile, hakikatle ve gayeyle var olur. İman, bu mananın merkezidir.

İman;

Hayatı boşluktan kurtarır,

Ölümü yokluk değil, ebediyete açılan kapı yapar,

Sıkıntıları imtihan, nimetleri şükür vesilesi haline getirir.

İmansız hayat, dıştan parlak görünse de içi karanlıktır; bir yönüyle hayvanî zevkleri bile aratır. Çünkü insan, sadece yemeye, içmeye, eğlenmeye değil; mana bulmaya, yüce bir maksada bağlanmaya yaratılmıştır. Bu maksadı iman temin eder. İman, hayatı sadece canlı bir organizma olmaktan çıkarıp, Rabbiyle bağlantılı, anlamlı bir varoluş haline getirir.

  1. Hayatı Ziynetlendiren Nur: Farzlar (Feraiz)
    İman bir tohumdur. Feraiz (Allah’ın farz kıldığı ibadetler) ise o tohumun meyveye durması, çiçek açmasıdır.
    Namaz, oruç, zekât gibi ibadetler;

Ruhun oksijenidir,

Kalbin gıdasıdır,

Aklın istikametidir.

Bir hayat düşünün ki inanç var ama namaz yok; oruç tutulmaz, helal-haram farkı gözetilmez. Bu hayat, süslenmemiş bir hakikattir. Farzlar, iman nurunu hayatın pratiğine taşır.

Namazla kalp huzur bulur,
Oruçla nefis terbiye olur,
Zekâtla servet bereketlenir,
Hacla ümmet bilinci uyanır.

Bu ibadetler, hem iç dünyamızı süsler, hem sosyal hayatımıza güzellik katar. Hayat, bu ibadetlerle nurlanır, lezzetlenir.

  1. Hayatı Koruyan Zırh: Günahlardan Sakınmak (Takva)
    En kıymetli şeyin bile korunmaması, onu kısa sürede değersiz hale getirir. İşte imanla hayat bulan, ibadetle süslenen bir hayatın da günahlardan korunması gerekir. Çünkü günah, kalpteki nuru söndürür, ibadetin ruhunu zedeler, imanın tesirini kırar.

Takva, sadece günahı terk etmek değil;

Gözünü haramdan sakınmak,

Dilini gıybetten uzak tutmak,

Kalbini kin, kibir, riyadan arındırmaktır.

Bediüzzaman’ın deyimiyle “bir haramın terkinde, bir vacibin işlenmesi gibi ecir vardır.” Yani günahlardan kaçınmak, aktif bir ibadet, pasif bir cihattır. Özellikle günahların kolaylaştığı bu asırda takva, hayatı koruyan en güçlü zırhtır.

Sonuç:
Hayatı güzel kılmak isteyen insan, önce onu hayatlandırmalı, sonra süslemeli, en sonunda korumalıdır. İşte Bediüzzaman’ın bu kısa cümlede özetlediği üçlü hakikat budur:

İman, hayata mana verir.

Farzlar, bu manayı süsler.

Takva, bu güzelliği muhafaza eder.

Sadece dünyada değil, kabirde ve ebediyette de huzurlu bir hayat isteyen, bu üç prensibi hayatına temel yapmalıdır. Çünkü gerçek lezzet, geçici zevklerde değil; imanla yoğrulmuş, ibadetle süslenmiş, günahlardan arınmış bir hayattadır.

Özet:
Bu makalede, Kastamonu Lâhikası’ndaki “Hayatın lezzetini, zevkini isterseniz…” cümlesi üzerine tefekkür edilmiştir. Hayatı gerçekten değerli ve huzurlu kılmak için üç temel esas gerektiği belirtilmiştir: 1) İmanla hayatı anlamlandırmak, 2) Farz ibadetlerle süslemek, 3) Günahlardan sakınmakla korumak. Bu üç adım, insanı sadece dünya huzuruna değil, kabir saadetine ve ebedî cennete ulaştıracak sağlam bir yol haritasıdır. Gerçek zevk, imanla yaşanan ve Allah rızasına göre şekillenen hayattadır.

 




Zehirli Balın Ardındaki Hakikat – İman Olmazsa Hayat Neden Azaba Dönüşür?

Zehirli Balın Ardındaki Hakikat – İman Olmazsa Hayat Neden Azaba Dönüşür?
Kastamonu Lâhikası Ekseninde Hayatın Hakiki Lezzeti ve Akıl İmtihanı

“Hayat ise eğer iman olmazsa veyahut isyan ile o iman tesir etmezse; hayat, zâhirî ve kısa bir zevk ve lezzetle beraber, binler derece o zevk ve lezzetten ziyade elemler, hüzünler, kederler verir. Çünkü insanda akıl ve fikir olduğu için hayvanın aksine olarak hazır zamanla beraber geçmiş ve gelecek zamanlarla da fıtraten alâkadardır. O zamanlardan dahi hem elem hem lezzet alabilir. Hayvan ise fikri olmadığı için hazır lezzetini geçmişten gelen hüzünler, gelecekten gelen korkular, endişeler bozmuyor. İnsan ise eğer dalalet ve gaflete düşmüş ise hazır lezzetine geçmişten gelen hüzünler ve gelecekten gelen endişeler o cüz’î lezzeti cidden acılaştırıyor, bozuyor. Hususan gayr-ı meşru ise bütün bütün zehirli bir bal hükmündedir. Demek hayvandan yüz derece, lezzet-i hayat noktasında aşağı düşer. ”
Kastamonu Lâhikası

Giriş:
Hayat… Herkesin sarıldığı, uğruna nice mücadeleler verdiği ve her an biraz daha tükendiği kıymetli bir nimet. Ancak bu hayat, nasıl yaşandığına ve hangi inançla anlamlandırıldığına göre bambaşka sonuçlar verir. Aynı ömür, bir mü’min için saadet kapısı olurken; bir gâfil veya inançsız için elem ve hüsranla dolu bir azap sürecine dönüşebilir.

Bediüzzaman Said Nursî’nin Kastamonu Lâhikası’ndaki şu tesbit, bu hakikatin özüdür:

> “Hayat, iman olmazsa veya isyan ile o iman tesir etmezse; hayat binler elem ve hüzün vererek hayvandan daha aşağı derekeye düşer.”

Bu cümle, hem insana verilen akıl nimetinin hem de imanın hayatla kurduğu bağı çok derin bir şekilde izah eder.

  1. Hayatın Üç Zamanla Alâkası: Geçmiş, Şimdi ve Gelecek
    İnsana verilen akıl, onu diğer canlılardan ayırır. Bu akıl sayesinde insan yalnızca şimdiki anla değil, geçmişin hatıralarıyla ve geleceğin endişesiyle de yaşar.

Hayvan ise sadece içinde bulunduğu “an” ile meşguldür. Ne geçmişin kederi vardır, ne geleceğin korkusu. Bu sebeple, hayvani bir lezzet saflığı içindedir.

Fakat insan, geçmişteki hataları, kayıpları, ayrılıkları hatırladıkça üzülür; gelecekte karşılaşabileceği hastalık, yaşlılık, ölüm gibi gerçekleri düşündükçe korkar ve endişelenir.

Bu da demektir ki: İnsanın zihni genişledikçe, hayatı ağırlaşır. Akıl, eğer imanın terbiyesinde olmazsa, rahmetin kapılarını değil; azabın pencerelerini açar.

  1. İman Hayatı Nasıl Tatlandırır?
    İman, sadece soyut bir inanç değil; hayatı anlamlandıran ve insana zamanların yükünü taşıyabilecek bir güç veren bir nurdur.

Geçmişteki kayıplar mı? İman der ki: “Her şey kaderle oldu. Rabbin her işinde hayır vardır.”

Gelecekteki belirsizlik mi? İman der ki: “Allah’a tevekkül et; ölüm bir yok oluş değil, ebedî hayatın kapısıdır.”

İman, geçmişin acılarına teselli, geleceğin korkularına ümid verir. Böylece hayat, zorluklarla birlikte taşınabilir bir lezzet kazanır. Çünkü mümin bilir ki, her şeyin ardında bir hikmet, her hâlin sonunda bir rahmet vardır.

  1. İsyan ve Gaflet: Zevki Zehirli Bala Dönüştürür
    Eğer insan dalalete düşmüş, gafletle yaşamış ve imanın hayatına tesirini engellemişse; akıl onun için nimet değil, azap aracına dönüşür.

Geçmişte işlenen günahlar pişmanlık verir.

Gelecekte yaşanacak hesap günü, inkâr edildikçe vicdanı boğar.

Günahlar içinde alınan lezzet ise, boğazdan geçtikten sonra vicdanda kanayan yaraya dönüşür.

Bu nedenle, gayr-ı meşru lezzetler, başta bal gibi görünse de sonunda zehir hükmündedir. Çünkü o haz, ardından vicdan azabı, fıtrat bozulması, iç huzursuzluk, gelecek korkusu, ölüm endişesi gibi binlerce acı bırakır.

  1. İman Olmazsa Hayat: Hayvandan Aşağı Bir Dereke
    Kur’an-ı Kerim’in bir ayetinde şöyle buyrulur:

> “Onlar hayvanlar gibidir, hatta daha da sapkındırlar.” (A’râf, 179)

Bu ayetin tefsiri adeta Bediüzzaman’ın yukarıdaki cümlelerinde saklıdır. Zira hayvan, günah işlemez; gelecekten endişe duymaz; ölümü bilmez. Bu yönüyle, eğer insan imanla hareket etmiyorsa; aklını heva ve hevesin emrine vermişse, hayvanın bile gerisine düşer. Çünkü hayvan gafildir ama mesul değildir. İnsan gafildir ama mesuldür.

Sonuç:
Hayat, başlı başına bir nimet değil; doğru yaşandığında nimet, yanlış yaşandığında nimetin içindeki azap olur. İman, bu nimeti saadete çeviren yegâne kuvvettir. Akıl, imanla birlikteyken nur olur; gafletle birlikteyken zulmet kaynağına dönüşür. Hayatın gerçek lezzeti, geçmişin kaderle izahı, geleceğin ahiretle aydınlanması ve şimdiki anın Allah’a kullukla taçlanmasıdır.

Aksi halde hayat, geçmişin pişmanlığıyla, geleceğin korkusuyla, şimdiki anın haramlarıyla boğucu bir hâl alır. Zevk görünür ama azap getirir. Bal gibidir ama zehirlidir.

Özet:
Bu makalede, Kastamonu Lâhikası’ndan alınan bir pasaj çerçevesinde, imansız veya isyanla kirlenmiş bir hayatın neden elem ve hüsranla dolu olduğu izah edilmiştir. İnsan aklı, geçmiş ve gelecek zamanla alakadardır; bu nedenle lezzetler ancak imanla kalıcı ve tatlı olur. İman, hayatı anlamlı ve yaşanabilir kılar. Gaflet ve günah ise lezzeti zehre çevirir. Neticede iman olmadan yaşanan hayat, insanı hayvandan daha aşağıya düşürür. Gerçek saadet; imanla yaşanan, ibadetle anlam kazanan, sabırla taşınan hayattadır.

 




Gençlik, Ebedî Bir Yatırımdır – Nimetin Şükrü ve Sorumluluğu Üzerine Derin Bir Düşünce

Gençlik, Ebedî Bir Yatırımdır – Nimetin Şükrü ve Sorumluluğu Üzerine Derin Bir Düşünce
Kastamonu Lâhikası Işığında Gençliğin Kıymeti ve Akıbeti

“Bir gün yanıma parlak birkaç genç geldiler. Hayat ve gençlik ve hevesat cihetinden gelen tehlikelerden sakınmak için tesirli bir ihtar almak istediler. Ben de eskiden Risale-i Nur’dan meded isteyen gençlere dediğim gibi onlara dedim ki:

   Sizdeki gençlik kat’iyen gidecek. Eğer siz daire-i meşruada kalmazsanız, o gençlik zayi olup başınıza hem dünyada hem kabirde hem âhirette kendi lezzetinden çok ziyade belalar ve elemler getirecek. Eğer terbiye-i İslâmiye ile o gençlik nimetine karşı bir şükür olarak iffet ve namusluluk ve taatte sarf etseniz, o gençlik manen bâki kalacak ve ebedî bir gençlik kazanmasına sebep olacak.”
Kastamonu Lâhikası

Giriş:
Gençlik, insana verilen en parlak ve en geçici nimetlerden biridir. Enerjiyle, hayalle, kuvvetle ve kabiliyetle donatılmış bu dönem; bir yandan büyük fırsatlar sunarken, diğer yandan büyük tehlikelerle doludur. Nitekim heva ve hevesin, zevk ve eğlencenin cazibesinin yoğunlaştığı gençlik yılları, sorumluluk duygusu ve uhrevî bilinç ile donatılmazsa, sonunda ağır pişmanlıkların sahnesine dönüşebilir.

Bediüzzaman Said Nursî’nin Kastamonu Lâhikası’nda gençlere hitaben söylediği şu cümle, zamanlar ve nesiller üstü bir uyarı ve uyanıştır:

> “Sizdeki gençlik kat’iyen gidecek.”

Bu kısa ama hakikat yüklü ifade, hem gençliğin fani olduğuna hem de bu fâniliğe karşı yapılması gereken esaslı yatırıma işaret eder.

  1. Gençlik: Emanet mi? Eğlence mi?
    Modern çağın dayattığı hayat tarzı, gençliği bir eğlence ve haz dönemi olarak sunmakta; sorumluluktan, dinden, ahiretten uzaklaştırarak sadece dünyaya odaklamaktadır. Oysa gençlik, Rabbimizin insana verdiği geçici bir sermaye, bir imtihan süresidir.

Bediüzzaman’a göre gençlik, ya ebedî bir saadetin anahtarı, ya da ebedî bir felaketin başlangıcı olabilir. Bu ise kişinin o nimeti nasıl kullandığına bağlıdır. Eğer gençlik, terbiye-i İslâmiye çizgisinde geçirilirse; iffete, namusa, ibadete sarf edilirse; bu fani gençlik, ebedî gençliğe dönüşebilir.

  1. Gençliğin Gidişi: Kaçınılmaz Hakikat
    En gafletli genç bile aynaya baktığında saçındaki bir beyazla, kalbindeki bir yorgunlukla bu gerçeği sezer:
    “Gençlik geçiyor.”
    Bu kaçınılmazdır. Hiçbir genç, genç kalmayacaktır. Ama herkes gençliğinin hesabını mutlaka verecektir. Zira Peygamber Efendimiz (s.a.v.) buyurmuştur:

> “Beş şey gelmeden beş şeyin kıymetini bil: Ölüm gelmeden önce hayatın, hastalık gelmeden önce sıhhatin, meşguliyet gelmeden önce boş vaktin, ihtiyarlık gelmeden önce gençliğin, fakirlik gelmeden önce zenginliğin.”

Özellikle gençliğin kıymeti, kaybolduktan sonra anlaşılır. Oysa mü’min, geleceği şimdiden görebilmelidir. Geleceği gören, gençliğini geçici bir eğlence aracı değil, ebedî saadetin tohumu olarak görür.

  1. Daire-i Meşruada Kalmak: Koruyucu Bir Zırh
    Bediüzzaman, gençlerin kurtuluşu için “daire-i meşrua”yı (meşrû daireyi) adres gösterir. Yani helal dairesinde yaşamak, nefsin ve arzuların peşine körü körüne takılmamak. Çünkü helal dairesi geniştir, keyfe kâfi gelir. Harama girmeye gerek yoktur.

Gençlikte iffet, sabır ve ibadet; sıradan işler değil, kahramanlık seviyesinde amellerdir. Nefsin bağırdığı, arzuların coştuğu bir dönemde harama el uzatmamak, mukaddes bir direniştir. Bu direniş, dünya ve ukba saadetinin anahtarıdır.

  1. Gençliğin Ebede Dönüşmesi: Şükürle Taçlanan Ömür
    Bediüzzaman’ın vurguladığı en çarpıcı hakikatlerden biri de şudur:

> “Gençliğe şükürle karşılık verilirse, manen baki kalır.”
Yani gençliğin şükrü; onu Allah’ın emirlerine göre kullanmak, nefsin isteklerine karşı sabretmek ve ibadetle değerlendirmektir. Böyle bir gençlik, kabirde nur olur, sıratta kolaylık olur, mahşerde selamet olur.

Nitekim Allah yolunda geçen gençlik, ebedî gençliğin müjdecisidir. Ne demek bu? Cennet gençleri gibi, yaşlanmayan bir nefs, solmayan bir bahar, tükenmeyen bir kuvvetle Allah’ın lütfettiği sonsuz bir saadet…

Sonuç:
Gençlik, geçici ama çok kıymetli bir emanettir. Fani lezzetler için zayi edilirse, ardında sadece pişmanlık bırakır. Ancak İslamî terbiye ve kulluk şuuru ile sarf edilirse; o gençlik ebedî olur, ahirette de gençliğin en güzel neticeleri yaşanır.

Her genç, bu büyük nimetin farkında olup, onu Allah yolunda bir sermaye olarak görmelidir. Çünkü bu nimet şükür ister; şükür ise iffettir, ibadettir, itaattir. Bu bilinçle yaşayan bir genç, hem dünyada huzur bulur hem ahirette ebedî gençliğe mazhar olur.

Özet:
Bu makale, Bediüzzaman’ın Kastamonu Lâhikası’nda gençlere yönelik yaptığı ikaz üzerinden gençliğin değeri ve sorumluluğu üzerine kaleme alınmıştır. Gençlik fânidir, mutlaka geçecektir. Eğer genç, bu nimeti şükürle değerlendirir; iffete, ibadete ve itaate sarf ederse, bu geçici gençlik ebedî saadetin vesilesi olur. Haramlara yönelirse, bu nimet hem dünyada hem kabirde hem de ahirette ağır sonuçlar doğurur. O hâlde gençlik, eğlence değil; imtihan ve yatırım devridir. Kazanmak isteyen, şükürle yaşamalı; iffet ve takvayla bu nimeti taçlandırmalıdır.

 




Tahribat Zamanında En Büyük İbadet: Takva ile Kurtuluşun Yolu

Tahribat Zamanında En Büyük İbadet: Takva ile Kurtuluşun Yolu
Kastamonu Lâhikası’ndan İman, Takva ve Amel-i Salih Üzerine Derin Bir Muhasebe

“Bugünlerde Kur’an-ı Hakîm’in nazarında imandan sonra en ziyade esas tutulan takva ve amel-i salih esaslarını düşündüm. Takva, menhiyattan ve günahlardan içtinab etmek ve amel-i salih, emir dairesinde hareket ve hayrat kazanmaktır. Her zaman def’-i şer, celb-i nef’a râcih olmakla beraber; bu tahribat ve sefahet ve cazibedar hevesat zamanında bu takva olan def’-i mefasid ve terk-i kebair üssü’l-esas olup, büyük bir rüçhaniyet kesbetmiş.

   Bu zamanda tahribat ve menfî cereyan dehşetlendiği için takva, bu tahribata karşı en büyük esastır. Farzlarını yapan, kebireleri işlemeyen kurtulur. Böyle kebair-i azîme içinde amel-i salihin ihlasla muvaffakiyeti pek azdır. Hem az bir amel-i salih, bu ağır şerait içinde çok hükmündedir.

   Hem takva içinde bir nevi amel-i salih var. Çünkü bir haramın terki vâcibdir. Bir vâcibi işlemek, çok sünnetlere mukabil sevabı var. Takva, böyle zamanlarda binler günahın tehacümünde bir tek içtinab, az bir amelle yüzer günah terkinde, yüzer vâcib işlenmiş oluyor. Bu ehemmiyetli nokta niyetiyle, takva namıyla ve günahtan kaçınmak kasdıyla, menfî ibadetten gelen ehemmiyetli a’mal-i salihadır.”
Kastamonu Lâhikası

Giriş:
İnsanlık tarihi boyunca iyilikle kötülük, imanla küfür, salahla fesat hep mücadele hâlinde olmuştur. Ancak öyle devirler gelir ki, tahribat (yıkıcılık) ve sefahet (ahlakî yozlaşma) o derece yaygınlaşır ki, sıradan bir mü’min için doğruyu korumak ve günahlardan kaçmak dahi büyük bir kahramanlık olur.

İşte bu tahripkâr zamanda, Bediüzzaman Said Nursî’nin Kastamonu Lâhikası’ndaki şu tesbiti bir zaman reçetesi olarak karşımıza çıkar:

> “Takva olan def’-i mefasid ve terk-i kebair üssü’l-esas olup, büyük bir rüçhaniyet kesbetmiş.”

Bu söz, bugünün müslümanına “Neyi önceliklendirmeliyim? Ne yaparsam kurtulurum?” sorusunun da net cevabını verir:
Takva.

  1. Takvanın Manası: Günahı Terk Etmekle Başlayan Kurtuluş
    Kur’an-ı Kerim’de birçok ayette takva, imandan hemen sonra zikredilir. Zira takva, sadece günahı terk etmek değil; Allah’a karşı duyulan saygı, korku ve teslimiyetin bir tezahürüdür.

Bediüzzaman’a göre takva, menhiyattan (yasaklardan) kaçınmak, yani günahları terk etmektir. Bu terk, bazen bir farzı yerine getirmek kadar sevaplıdır. Özellikle haramların alenileştiği, günahların cazibedar hale geldiği bu zamanda, bir günaha karşı direnmek; binler sevap işlemek gibidir.

Örneğin: Gözü haramdan çevirmek, kulakları gıybetten uzak tutmak, dili yalandan sakındırmak… Bunların her biri bir vâcibi yerine getirmekle eşdeğer sayılabilir.

  1. Amel-i Salihin Kıymeti ve Şartları: İhlasta ve Azlıkta Gizli Fazilet
    Amel-i salih, Allah’ın emrettiği güzel işlerdir: Namaz, oruç, zekât, iyilik, infak, sadaka gibi… Ancak bu zamanda ihlasla amel-i salih yapmak zorlaşmıştır. Çünkü her tarafta nefsin hoşuna giden sefahet, şöhret arzusu, gösteriş ve dünyevî beklentiler cirit atmaktadır.

Bu yüzden az bir amel-i salih bile, samimi niyetle yapılırsa çok kıymetli olur. Çünkü ağır bir ortamda, bozulmuş bir zeminde, negatif cereyanlar arasında yapılan iyilik, rüzgâra karşı yürümek gibidir. Yani zordur ama çok kıymetlidir.

  1. Tahribat Zamanında Takva: Menfî İbadetin En Büyük Kuvveti
    Bediüzzaman bu çağın özelliğini şöyle özetler:

> “Bu zamanda tahribat ve menfî cereyan dehşetlendiği için takva, bu tahribata karşı en büyük esastır.”

Yani yapılan günahlar organize, sistematik ve alenidir. Televizyonla, sokakla, internetle, alışverişle, müzikle, reklamla her taraftan kalbi tahrip eden şeyler saldırmaktadır. Bu durumda takva bir zırh gibidir.

Üstelik takvanın içinde de bir tür amel-i salih vardır. Çünkü her terk, bir tercih; her sabır, bir ibadet demektir. “Görseydim hoşlanacaktım ama görmedim”; işte bu bile kalbe kazınan bir sevap olur.

Yüz günahın içinde, bir tekine bile el uzatmamak, yüz vâcibi yerine getirmek gibi sevap kazandırır. Bu, Rabbimizin rahmetinin genişliğini ve adaletinin ne kadar incelikli olduğunu gösterir.

  1. Takva ile Gelen Kurtuluş: Farzları İşlemek ve Büyük Günahlardan Kaçmak
    Bediüzzaman’ın özlü tesbiti:

> “Farzlarını yapan, kebireleri işlemeyen kurtulur.”

Bu ifade, sanki kurtuluş reçetesi gibi:

Farzlar: Namaz, oruç, zekât, hac, kelime-i şehadet…

Kebireler: Zina, içki, faiz, yalan, gıybet, iftira, hırsızlık gibi büyük günahlar…

Bunları bilen ve buna göre yaşayan bir insan, bu fırtınalı zamanda kurtuluş gemisine binmiş demektir. Herkesi ısıran gaflet yılanına karşı, takva zırhıyla dolaşan kişi, hem dünya hem ahiret saadetine adaydır.

Sonuç:
Bu asır, ibadetten çok korunmayı zorunlu kılıyor. Günahların açıkça işlendiği, kötülüğün cazibedar hale getirildiği bir çağda, en büyük ibadet; günaha bulaşmamak, kendini korumaktır. Takva, sadece pasif bir kaçınma değil; bilinçli bir tercih, aktif bir ibadettir.

İhlasla yapılan az bir amel, bu karanlıkta güneş gibi parlar. Mümin, ihlasla takvayı kuşanır, farzlara sarılır, büyük günahlardan sakınırsa; Rabbine kavuştuğunda yüz akıyla çıkanlardan olur. Çünkü bu zamanda “günah işlememek”, büyük bir ibadet, derin bir kulluktur.

Özet:
Bu makalede Kastamonu Lâhikası’nda geçen bir pasaj üzerinden takva ve amel-i salih kavramları ele alınmıştır. Bediüzzaman’a göre bu zamanda tahribat ve sefahat çok yayıldığı için en büyük esas, takvadır. Yani haramdan ve büyük günahlardan kaçınmak, farzları yerine getirmekle birleşince kurtuluş yolunu açar. Günaha karşı sabır, rüzgâra karşı yürümek gibidir ve çok büyük ecir kazandırır. Takva içinde bir tür amel-i salih olduğu gibi, az bir salih amel dahi bu çağda çok sevap kazandırır. Kurtuluşun formülü: Farzları yapmak, kebireleri terk etmek ve ihlasla yaşamak.

 




Açlık Fitnesi ve İlahî Terbiye – Nimetteki Hikmeti Unutmanın Bedeli

Açlık Fitnesi ve İlahî Terbiye – Nimetteki Hikmeti Unutmanın Bedeli

“Endişeli Sual: Bu âhir zaman fitnesinde açlık, ehemmiyetli bir rol oynayacak. Onunla ehl-i dalalet, bîçare aç ehl-i imanı derd-i maişet içinde boğdurup hissiyat-ı diniyeyi ya unutturup ya ikinci, üçüncü derecede bırakmaya çalışacak diye rivayetlerden anlaşılıyor. Acaba her şeyde hattâ kaht azabında ehl-i iman ve masumlar için bir vech-i rahmet ve kader-i İlahî cihetinde adalet olduğu, bunda ne tarzda olur? Ve ehl-i iman, hususan Risale-i Nur talebeleri bu musibete karşı iman ve âhiret hesabına ne cihetle istifade edip nasıl davranacaklar ve mukavemet edecekler?

   Elcevap: Şu musibetin en ehemmiyetli sebebi; küfran-ı nimet ve şükürsüzlük ve nimet-i İlahiyenin kıymetini takdir etmemeklikten gelen bir isyan olduğundan, Âdil-i Hakîm nimetinin hususan gıda kısmının, hususan hayat noktasında en büyük nimet olan ekmeğin hakiki lezzetini ve çok ehemmiyetli kıymetini ve nimetiyet noktasında fevkalâde derecesini göstermekle, hakiki şükre sevk etmek hikmetiyle, ramazan gibi riyazet-i diniyeye riayet etmeyen şükürsüz insanlara bu musibeti verip aynı hikmet için adalet etmiş. ”
Kastamonu Lâhikası

Giriş:
Âhir zaman, hem maddî hem de manevî musibetlerin iç içe geçtiği bir fitne devridir. Bu devirde insanlık sadece ideolojik, siyasî veya teknolojik çöküşlerle değil; aynı zamanda açlık, kuraklık, kıtlık ve maişet derdi gibi temel hayati meselelerle de imtihana tabi tutulacaktır.

Bediüzzaman Said Nursî, Kastamonu Lâhikası’nda açlık fitnesine dair gelen rivayetleri değerlendirirken, hem hikmetli bir izah hem de imanî bir duruş kazandırır. Bu değerlendirme, sadece ekonomik krizlerin değil, nimetlere karşı gösterilen şükürsüzlüğün, sosyal ve manevî çöküşe nasıl zemin hazırladığını gösteren mühim bir tefekkürdür.

  1. Açlık Musibeti: Zalimlerin Sömürü Aracı, Müminlerin İmtihan Sebebi
    Bediüzzaman, rivayetlerde işaret edilen açlık musibetinin, âhir zamanda ehl-i dalaletin elinde bir silah gibi kullanılacağını belirtir. Açlık, sadece mideyi değil, ruhu da sarsan bir musibettir. Bu nedenle insan, maişet derdiyle boğuşurken dini duygularını bastırma, şükürden uzaklaşma ve uhrevî değerleri ikinci plana atma tehlikesiyle karşı karşıya kalır.

Bu durum, maddi güçlerin, halkı muhtaç hale getirerek imanlarını zorlaması, kulluğu zaafa uğratması ve açlığı bir manevî sindirme aracı olarak kullanması anlamına gelir.

  1. Bu Musibetin Hikmet Yönü: Küfran-ı Nimetin Tokadı
    Bediüzzaman bu musibetin zahirî değil, hikmet-i İlahîye açısından iç yüzünü gösterir:

> “Bu musibetin en ehemmiyetli sebebi; küfran-ı nimet ve şükürsüzlük…”

Yani insanlık, nimet bolluğuna alışıp bu nimetlerin sahibini unuttuğunda, ekmeğin hakiki kıymetini idrak edemediğinde, nimetin külfetiyle değil, yokluğuyla terbiye edilir. Özellikle gıdaya ve ekmeğe dikkat çekilmesi, bu nimetin hem fizikî hem sembolik yönünün çok büyük olduğunu gösterir. Ekmek, insan hayatının en temel dayanağı olduğu gibi, şükür duygusunun da en açık imtihan vasıtasıdır.

Bu sebeple Allah, riyazet-i diniyeye yani Ramazan gibi sabır ve şükür eğitimine riayet etmeyenlere, riyazet mecburiyetiyle gelen bir açlık musibeti vererek, ekmeğin kıymetini öğretir. Bu musibet, zahirde azap görünse de, hakikatte bir şefkatli tokat, bir ikaz-ı Rabbanidir.

  1. Müminler Ne Yapmalı? Sabır, Şükür ve İmanî Direniş
    Bu musibet karşısında ehl-i iman, özellikle Risale-i Nur talebeleri, iki temel düsturla hareket etmelidir:

Birincisi: Açlık ve maişet sıkıntısını bir isyan vesilesi değil, bir şükür ve sabır imkânı olarak görmek. Çünkü açlık, nimetlerin kıymetini hatırlatır, insanı acz ve fakrını fark etmeye götürür. Bu da şükür kapısını açar. Açlığın verdiği acı, eğer sabır ve tevekkülle karşılanırsa, manevî derecelerin terakkisine vesile olur.

İkincisi: Bu musibeti bir cezalandırma değil, bir ilâhî terbiye olarak telakki edip kaderin adaletine razı olmak. Mümin, her musibetin arkasında bir hikmet olduğunu bilmeli, onun gafleti silmek ve kalbi Allah’a döndürmek için gönderildiğini fark etmelidir.

Böylece ehl-i iman, açlık musibetini hem nefsini tezkiye hem de içtimâî şükür şuuru kazandırma fırsatı olarak değerlendirir.

  1. Riyazet ve Ramazan: Musibetsiz Eğitim
    Bediüzzaman, açlık musibetinin bir anlamda Ramazan’ın ihmaliyle gelen bir zorunlu oruç olduğunu belirtir. Ramazan’daki açlık, rızaya dayalı ve ibadete yönelik olduğu için insanı terakki ettirir. Fakat açlık, şükürsüzlükten doğarsa; o zaman bu eğitim mecburî olur, acı verir.

O hâlde mümin, Ramazan ve riyazet gibi ibadetleri hakkıyla yaşarsa, açlık musibetine maruz kalmadan, nimetlerin kıymetini anlayabilir. Aksi halde, o dersi Allah mecburen yaşatır.

Sonuç:
Âhir zamanın açlık fitnesi, sadece ekonomik bir kriz değil; insanın nimetle ilişkisinin çöküşüdür. Bu çöküşe karşı, ehl-i iman ancak şükürle mukavemet gösterebilir. Bu musibet, Allah’ın verdiği nimetlerin kıymetini unutan insanlığa bir ikaz ve terbiyedir. Açlık, şükürsüzlüğün tokadı; sabır ve riyazetin talimidir. Müminler ise bu süreci sabırla karşılayarak hem maddî hem manevî terakki yoluna girmelidir.

Özet:
Bu makalede, Kastamonu Lâhikası’nda geçen âhir zaman açlık fitnesine dair tahlil edilmiş ve bu musibetin hikmet yönü izah edilmiştir. Açlık, ehl-i dalalet tarafından ehl-i imanı sindirmek için kullanılacak; fakat aslında bu musibet, küfran-ı nimete karşı verilen bir ilâhî derstir. Ekmek ve gıda gibi temel nimetlerin kıymetini bilmeyenler, mecburî bir riyazetle terbiye edilir. Müminler ise bu musibeti sabır ve şükürle karşılayarak hem hizmette, hem imanda terakki eder. Açlık, azap değil; şükre çağıran bir ikazdır.

 




Hizmetin Değeri Âhirette Ölçülür – Sabır, İhlas ve Beklenti Üzerine Bir Muhasebe

Hizmetin Değeri Âhirette Ölçülür – Sabır, İhlas ve Beklenti Üzerine Bir Muhasebe

“Bizlerle pek çok alâkadar bir zat çok defa dehşetli şekva ediyor ki: “Ben adam olamıyorum, gittikçe fenalaşıyorum, manevî hizmetlerimin neticelerini göremiyorum.” diye meded istiyor. Ona yazıyoruz ki:

   “Bu dünya dârü’l-hizmettir, ücret almak yeri değildir. A’mal-i salihanın ücretleri, meyveleri, nurları berzahta, âhirettedir. O bâki meyveleri bu dünyaya çekmek ve bu dünyada onları istemek, âhireti dünyaya tabi etmek demektir. O amel-i salihin ihlası kırılır, nuru gider. Evet o meyveler istenilmez, niyet edilmez. Verilse teşvik için verildiğini düşünüp şükreder.”
Kastamonu Lâhikası

Giriş:
Zamanın hızla aktığı, sabırsızlığın marifet zannedildiği, netice odaklı hayat anlayışının neredeyse her şeye sirayet ettiği bir çağda, manevî hizmetlerde bulunanların da bu telakkiden etkilenmesi kaçınılmaz hale gelmiştir. Nice mü’minler, “Hizmet ediyorum ama karşılık görmüyorum”, “Bu kadar gayrete rağmen hâlâ değişmiyorum” gibi serzenişlerde bulunmakta; içten içe ümitsizlik ve yılgınlığa düşmektedir.

Bediüzzaman Said Nursî, Kastamonu Lâhikası’nda bu hissiyatları yaşayan bir kimseye hitaben verdiği cevapla hem teselli eder hem de hizmetin mahiyetine dair derin bir ders verir:
“Bu dünya dârü’l-hizmettir, ücret almak yeri değildir.”

  1. Dünya: Hizmet Mahalli, Ücret Değil İmtihan Yurdudur
    İnsan, fıtraten karşılık görmeyi arzular. Ancak bu arzunun hizmet-i imaniyeye taşınması, niyetleri karartabilir. Çünkü dünya, hakikatte bir hizmet ve sabır yurdudur; karşılık ve ücret yurdu değil.

Bir mü’minin yaptığı salih amellerin hakiki neticesi, berzahta ve âhirette tahakkuk eder. Bu dünyada hizmet eden, tohum eken gibidir. Tohumun çiçeğe dönüşmesi, meyve vermesi zaman ister. Ve o meyveler çoğu zaman bu dünyada değil, ebedî âlemde toplanacaktır.

Bu bakış açısı, hizmet ehlinin hem sabrını arttırır hem de beklenti zaafını ortadan kaldırır. Çünkü insan, hemen netice alma arzusu içinde kalırsa, ihlası kırılır; yaptığı hizmetin ruhu söner.

  1. Netice Beklentisinin Tehlikesi: İhlasın Zedelenmesi
    Amel-i salih, yani salih fiil; sadece şekil itibariyle değil, niyet ve istikamet itibariyle de değer kazanır. Eğer kişi yaptığı hizmetten hemen dünyevî sonuçlar beklerse, o amelin ihlası bozulur. Çünkü artık Allah rızası için değil, netice için çalışmaya başlamıştır.

Bediüzzaman, bu beklentiyi “âhireti dünyaya tâbi kılmak” olarak tanımlar ki, bu çok ciddi bir uyarıdır. Zira dinin esası olan uhrevî saadet, dünya menfaatlerine feda edilemez. Eğer hizmetlerimize karşı hemen feyiz, huzur, makbuliyet, maddî kolaylık ve sosyal kabuliyet bekliyorsak; bu, amelin ruhunu kaybettiğinin işaretidir.

  1. Hizmetin Hakkı: Şikâyet Değil Şükürdür
    Hizmet ehli bir insanın görevi, neticeyi görmek değil; vazifeyi yapmak, şikâyet değil; şükür etmektir. Neticeleri görememek, hizmetin boşa gittiği anlamına gelmez. Zira Allah katında niyet, sebat, ihlas ve istikamet asıldır. Neticeler ise, zamanın ve kaderin takdirine tabidir.

Ayrıca bazen neticelerin gizlenmesi, kişinin daha fazla gayret etmesi ve daha derin ihlasla çalışması için bir rahmettir. Çünkü netice görünse, nefis pay ister. Görünmese, kişi kendi nefsinden ümidi kesip Allah’a yönelir. İşte bu yöneliş, hizmetin en makbul meyvesidir.

  1. Verilen Bazı Hissiyatlar: Teşvik Mahiyetindedir
    Bediüzzaman, “verilse de, teşvik için verildiği düşünülüp şükredilir” diyerek, hizmet sırasında bazen hissedilen huzur, sevinç, feyiz gibi hâllerin hakiki netice olmadığını, teşvik kabilinden bir lütuf olduğunu ifade eder.

Bunlara dayanarak “artık ben kamil bir kul oldum” demek gaflettir. Zira hizmetin lezzeti, hizmetin kendisindedir; görünürdeki neticelerde değil. Hakkıyla hizmet edenler, çoğu zaman bu dünyada değil, kabirde ve mahkeme-i kübrada anlaşılacaktır.

Sonuç:
İman hizmeti, bir yarış değil; bir ibadet, bir kulluk vazifesidir. Bu vazifenin karşılığı da, bu fânî dünyada değil, ebedî ahirettedir. Hizmet eden kişi sabırla, beklentisiz bir şekilde, sırf Allah rızası için çalışmalıdır. Zira neticeyi görmek istemek, nefsin bir hilesi olabilir. Asıl olan niyetin doğruluğu, ihlasın devamı ve hizmetin devamlılığıdır.

Özet:
Bu makalede, Kastamonu Lâhikası’ndan alınan bir parça üzerinden, hizmetin hakiki değerinin bu dünyada değil, âhirette ortaya çıkacağı anlatılmıştır. Dünya, ücret değil hizmet yeridir. Salih amellere karşı hemen netice beklemek, ihlası zedeler. Mü’minin görevi şikâyet etmek değil, şükürle çalışmaktır. Hizmet sırasında hissedilen feyiz ve huzur gibi hâller ise hakiki ücret değil, teşvik mahiyetindedir. Gerçek neticeler ise berzah ve ahirette ortaya çıkacaktır.