Zulmün Hamisi, Vicdanın İmtihanı: Gazze, ABD ve İnsanlığın Sessizliği

Zulmün Hamisi, Vicdanın İmtihanı: Gazze, ABD ve İnsanlığın Sessizliği

“Kan ile kurulan devlet, adalet ile ayakta duramaz.”
– Hz. Ali (r.a.)

Modern dünyanın vicdanı, Gazze’nin tozlu sokaklarında açlıktan can veren çocukların ağlayışıyla sınanıyor. Bu sınavda başrolü oynayan ise zulmün en büyük hamisi olan Amerika Birleşik Devletleri’dir. Görünürde “özgürlük ve demokrasi ihracatçısı” olan bu süper güç, fiiliyatta kanın, gözyaşının ve yıkımın arkasındaki en karanlık gölgedir.

Zulmün Küresel Mimarı: ABD’nin Siyasi İkiyüzlülüğü

ABD, Filistin’de akan kanın sorumluluğunu sadece İsrail’e yüklemekle kalmaz; aynı zamanda onun katliamlarını askeri, siyasi ve medya desteğiyle perçinler.

Fransa’nın Filistin Devleti’ni tanıma kararına karşı “şiddetle reddediyoruz” açıklamasında bulunması, Amerika’nın zalimin değil, mazlumun karşısında saf tuttuğunu açıkça göstermektedir. Bu tepki, adeta “Adalet varsa, biz yokuz” beyanıdır.

ABD’nin bu tavrı sadece siyasi değil, ahlaki ve insani anlamda da bir çöküştür. Çünkü mazlumu tanımamak, zalime kefil olmak anlamına gelir. “Bize göre dostluk, çıkarın tanımını yapar” anlayışıyla hareket eden bir devletin, insanlık ailesine söyleyecek söz hakkı yoktur.

Avrupa’nın Geç Uyanışı: Vicdan mı, Zorunluluk mu?

Avrupa’nın büyük gazeteleri, nihayet Gazze’de yaşanan açlığa dair haberler yayınlamaya başladı. The Guardian, “daha önce böyle bir açlık yaşanmadı” derken, aslında itiraf edilen şey bu vahşetin yeni değil, sadece görmezden gelinen bir gerçek olduğudur. Peki, bu geç uyanış gerçekten bir vicdan silkinişi midir, yoksa halk baskısıyla gelişen bir zorunlu yön değiştirme midir?

Tarih, Avrupa’nın pek çok zulme geç uyanıp, geç müdahale ettiğini gösteriyor. Bosna’da Srebrenitsa, Ruanda’da soykırım, Myanmar’da Arakan… Hepsinde ortak payda şudur: Görmemek için bakmamak.

İsrail’in Korkunç Taktiği: Yaşamı Hedef Almak

İsrail’in askeri operasyonları artık klasik bir savaş formatından çıkmıştır. Kasıtlı olarak sağlık ekipleri, sivil savunma unsurları ve hatta yardım dağıtım noktaları vurulmaktadır. Bu, bir “yok etme stratejisi” değil, tam anlamıyla bir yaşatmama politikasıdır.

Açlıkla terbiye etmeye çalıştığı bir halk, bombalarla yok edilmeye devam ediliyor. Bombaların paramparça ettiği çocuk bedenleri, yalnızca vicdanları değil, insanlık kavramının ta kendisini de parçalamaktadır. Bir çocuğun kopan kolu, artık sadece bir fiziksel yıkım değil; insanlığın kalbinin yerinden söküldüğünün sembolüdür.

Mısır’dan Denizlere Umut: Bir Şişe Vicdan

Gazze kıyılarına bırakılan tahıl dolu şişeler, bir halkın sessiz çığlığına verilen sembolik bir cevaptır. Akdeniz’e bırakılan bu umutlar, belki açlığı doyurmaz ama bir şeyleri doyurur: Utancı.
Bu eylem, insanlığın yüreğinde hâlâ bir şeylerin kıpırdadığını gösteren naif ama derin bir harekettir.

Tarihi İroni: İngiliz Planının İtirafı

Bir zamanlar Osmanlı topraklarını bölmek için masa başında haritalar çizen İngiliz aklı, bugün “Türkler ve Kürtler barışa her zamankinden yakın” diye analiz yayınlıyor.
Tarih gariptir; dün bölmek için plan kuranlar, bugün kendi kurdukları oyunun enkazında dürüstlük gösterisi yapıyor. Oysa bu tür açıklamalar sadece imaj temizleme çabasıdır, hakikatle değil, politik çıkarla beslenir.

Hakikatin Üzerine Örtülen Yalanlar

İsrail’in en büyük silahı, tankları ya da uçakları değil, yalanlarıdır. “Gazze’de açlık yok” diyen bir bakan, sadece bir milletin açlığına değil, dünyanın aklına da hakaret etmektedir.
Ama yalan, ne kadar büyürse büyüsün, gerçeğin gölgesine basamaz.

İbretlik Sahneler: Aşağılanma ve Sessizlik

ABD askerlerinin yardım sırasında bir kadına uyguladığı aşağılayıcı tavır, modern emperyalizmin bir diğer yüzünü ortaya koydu.
İnsanlar sadece açlıkla değil, aşağılanmayla da öldürülüyor.
Fakat asıl aşağılık olan; bu sahneleri görüp susan kalabalıklardır.

SONUÇ VE HİKMETLİ ÖZET

Zulmün gölgesinde insanlık eriyor. ABD ve İsrail’in politikaları, sadece coğrafyaları değil, insan vicdanını da yakıyor. Avrupa’nın geç uyanışı, vicdanın zamanla yarıştığını gösteriyor. Gazze’nin açlığı, sadece mideyi değil, insanlığın kalbini de acıtır. Ve bir çocuğun kopan kolu, susturulan bir dünyanın utanç figürüdür.

> “Zulüm, her ne kadar güçlü görünse de hakikat güneşi bir gün mutlaka doğar. Çünkü zulüm, bir ömür süremez; ama bir damla gözyaşı, asırların hesabını sorar.”

ÖZET:

ABD, Filistin’deki zulmün siyasi ve askeri hamisidir.

Avrupa, açlık dramını geç de olsa fark etmeye başlamıştır.

İsrail, sivil halkı ve sağlık ekiplerini doğrudan hedef alarak “yaşatmama” politikası yürütmektedir.

Mısır halkının denize bıraktığı yiyecek şişeleri, sembolik de olsa vicdani bir duruştur.

İngiltere’nin geçmişte kurduğu bölme planlarını bugün itiraf etmesi, tarihi ironi taşır.

İsrail’in yalan propagandaları gerçekleri örtmeye yetmemektedir.

Gazze’deki siviller hem açlığa hem de aşağılanmaya maruz kalmaktadır.

www.tesbitler.com

 




Zulmün Hamisi, Vicdanın İmtihanı: Gazze, ABD ve İnsanlığın Sessizliği

Zulmün Hamisi, Vicdanın İmtihanı: Gazze, ABD ve İnsanlığın Sessizliği

“Kan ile kurulan devlet, adalet ile ayakta duramaz.”
– Hz. Ali (r.a.)

Modern dünyanın vicdanı, Gazze’nin tozlu sokaklarında açlıktan can veren çocukların ağlayışıyla sınanıyor. Bu sınavda başrolü oynayan ise zulmün en büyük hamisi olan Amerika Birleşik Devletleri’dir. Görünürde “özgürlük ve demokrasi ihracatçısı” olan bu süper güç, fiiliyatta kanın, gözyaşının ve yıkımın arkasındaki en karanlık gölgedir.

Zulmün Küresel Mimarı: ABD’nin Siyasi İkiyüzlülüğü

ABD, Filistin’de akan kanın sorumluluğunu sadece İsrail’e yüklemekle kalmaz; aynı zamanda onun katliamlarını askeri, siyasi ve medya desteğiyle perçinler.

Fransa’nın Filistin Devleti’ni tanıma kararına karşı “şiddetle reddediyoruz” açıklamasında bulunması, Amerika’nın zalimin değil, mazlumun karşısında saf tuttuğunu açıkça göstermektedir. Bu tepki, adeta “Adalet varsa, biz yokuz” beyanıdır.

ABD’nin bu tavrı sadece siyasi değil, ahlaki ve insani anlamda da bir çöküştür. Çünkü mazlumu tanımamak, zalime kefil olmak anlamına gelir. “Bize göre dostluk, çıkarın tanımını yapar” anlayışıyla hareket eden bir devletin, insanlık ailesine söyleyecek söz hakkı yoktur.

Avrupa’nın Geç Uyanışı: Vicdan mı, Zorunluluk mu?

Avrupa’nın büyük gazeteleri, nihayet Gazze’de yaşanan açlığa dair haberler yayınlamaya başladı. The Guardian, “daha önce böyle bir açlık yaşanmadı” derken, aslında itiraf edilen şey bu vahşetin yeni değil, sadece görmezden gelinen bir gerçek olduğudur. Peki, bu geç uyanış gerçekten bir vicdan silkinişi midir, yoksa halk baskısıyla gelişen bir zorunlu yön değiştirme midir?

Tarih, Avrupa’nın pek çok zulme geç uyanıp, geç müdahale ettiğini gösteriyor. Bosna’da Srebrenitsa, Ruanda’da soykırım, Myanmar’da Arakan… Hepsinde ortak payda şudur: Görmemek için bakmamak.

İsrail’in Korkunç Taktiği: Yaşamı Hedef Almak

İsrail’in askeri operasyonları artık klasik bir savaş formatından çıkmıştır. Kasıtlı olarak sağlık ekipleri, sivil savunma unsurları ve hatta yardım dağıtım noktaları vurulmaktadır. Bu, bir “yok etme stratejisi” değil, tam anlamıyla bir yaşatmama politikasıdır.

Açlıkla terbiye etmeye çalıştığı bir halk, bombalarla yok edilmeye devam ediliyor. Bombaların paramparça ettiği çocuk bedenleri, yalnızca vicdanları değil, insanlık kavramının ta kendisini de parçalamaktadır. Bir çocuğun kopan kolu, artık sadece bir fiziksel yıkım değil; insanlığın kalbinin yerinden söküldüğünün sembolüdür.

Mısır’dan Denizlere Umut: Bir Şişe Vicdan

Gazze kıyılarına bırakılan tahıl dolu şişeler, bir halkın sessiz çığlığına verilen sembolik bir cevaptır. Akdeniz’e bırakılan bu umutlar, belki açlığı doyurmaz ama bir şeyleri doyurur: Utancı.
Bu eylem, insanlığın yüreğinde hâlâ bir şeylerin kıpırdadığını gösteren naif ama derin bir harekettir.

Tarihi İroni: İngiliz Planının İtirafı

Bir zamanlar Osmanlı topraklarını bölmek için masa başında haritalar çizen İngiliz aklı, bugün “Türkler ve Kürtler barışa her zamankinden yakın” diye analiz yayınlıyor.
Tarih gariptir; dün bölmek için plan kuranlar, bugün kendi kurdukları oyunun enkazında dürüstlük gösterisi yapıyor. Oysa bu tür açıklamalar sadece imaj temizleme çabasıdır, hakikatle değil, politik çıkarla beslenir.

Hakikatin Üzerine Örtülen Yalanlar

İsrail’in en büyük silahı, tankları ya da uçakları değil, yalanlarıdır. “Gazze’de açlık yok” diyen bir bakan, sadece bir milletin açlığına değil, dünyanın aklına da hakaret etmektedir.
Ama yalan, ne kadar büyürse büyüsün, gerçeğin gölgesine basamaz.

İbretlik Sahneler: Aşağılanma ve Sessizlik

ABD askerlerinin yardım sırasında bir kadına uyguladığı aşağılayıcı tavır, modern emperyalizmin bir diğer yüzünü ortaya koydu.
İnsanlar sadece açlıkla değil, aşağılanmayla da öldürülüyor.
Fakat asıl aşağılık olan; bu sahneleri görüp susan kalabalıklardır.

SONUÇ VE HİKMETLİ ÖZET

Zulmün gölgesinde insanlık eriyor. ABD ve İsrail’in politikaları, sadece coğrafyaları değil, insan vicdanını da yakıyor. Avrupa’nın geç uyanışı, vicdanın zamanla yarıştığını gösteriyor. Gazze’nin açlığı, sadece mideyi değil, insanlığın kalbini de acıtır. Ve bir çocuğun kopan kolu, susturulan bir dünyanın utanç figürüdür.

> “Zulüm, her ne kadar güçlü görünse de hakikat güneşi bir gün mutlaka doğar. Çünkü zulüm, bir ömür süremez; ama bir damla gözyaşı, asırların hesabını sorar.”

ÖZET:

ABD, Filistin’deki zulmün siyasi ve askeri hamisidir.

Avrupa, açlık dramını geç de olsa fark etmeye başlamıştır.

İsrail, sivil halkı ve sağlık ekiplerini doğrudan hedef alarak “yaşatmama” politikası yürütmektedir.

Mısır halkının denize bıraktığı yiyecek şişeleri, sembolik de olsa vicdani bir duruştur.

İngiltere’nin geçmişte kurduğu bölme planlarını bugün itiraf etmesi, tarihi ironi taşır.

İsrail’in yalan propagandaları gerçekleri örtmeye yetmemektedir.

Gazze’deki siviller hem açlığa hem de aşağılanmaya maruz kalmaktadır.

www.tesbitler.com

 




İnsan ve Ebediyet Yolculuğu: Fani Hayatın İmtihanı ve Baki Kurtuluş

İnsan ve Ebediyet Yolculuğu: Fani Hayatın İmtihanı ve Baki Kurtuluş

İnsan, kâinat sahnesinde aciz ve zayıf bir varlık olarak belirir; ihtiyaçları sonsuz, belaları çoktur. Hayatın yükü ağırdır ve bu yükü tek başına taşımak mümkün değildir. Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri’nin belirttiği gibi, eğer Kadir-i Zülcelâl’e dayanıp tevekkül etmez, O’na itimat edip teslim olmazsa, vicdanı daima azap içinde kalır; semeresiz meşakkatler, elemler, teessüfler onu boğar, “ya sarhoş ya canavar eder.”
Bu sözler, insanın fıtratındaki boşluğu ve ancak Yaradan’a bağlanmakla dolabilecek manevi açlığı net bir şekilde ortaya koyar. İnsan, ebed için yaratılmıştır; bu fani dünya, onun sonsuzluk yolculuğunda bir durak, bir imtihan yeridir.

Ne var ki, bu fani hayatın aldatıcı cazibeleri insanı kolayca sarabilir. “Her kim hayat-ı fâniyeyi esas maksat yapsa zahiren bir cennet içinde olsa da manen cehennemdedir.”
Dünya nimetlerinin geçiciliğini ve bunların asıl maksat edinildiğinde getirdiği manevi boşluğu bu cümleyle çarpıcı bir şekilde ifade edilmiştir. Görünen bir cennet, aslında derin bir dahili cehennemi barındırabilir. Çünkü insan ruhu, fani olanla doyuma ulaşamaz; o, ebedi olanın peşindedir.
İşte bu yüzden, “her kim hayat-ı bâkiyeye ciddi müteveccih ise saadet-i dâreyne mazhardır.”
İki dünya saadetine ulaşmanın sırrı, ebedi olana yönelmekte, geçici heveslere takılıp kalmamaktadır.

Kasas Suresi 28/77. Ayet’te buyrulduğu gibi: “Allah’ın sana verdiğinden âhiret yurdunu kazanmaya bak ve dünyadan nasibini unutma! Allah sana ihsan ettiği gibi, sen de insanlara ihsanda bulun. Yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya çalışma! Şüphesiz Allah bozgunculukları sevmez.”
Bu ayet, dünya ve ahiret dengesini mükemmel bir şekilde özetler. Dünyayı tamamen terk etmek de aşırıya gitmek de yanlıştır. Önemli olan, dünya nimetlerini birer araç olarak görmek ve onları ahiret için birer azık kılmaktır. Aynı zamanda, insanın sadece kendi nefsiyle meşgul olmaması, Allah’ın kendisine ihsan ettiği gibi başkalarına da ihsanda bulunması, yani toplumsal sorumluluklarını yerine getirmesi gerektiği anlatılır.

***********

Peyami Safa’nın “Bir milleti yok etmek isterseniz askerî istilâya lüzum yoktur. Ona tarihini unutturmak, dilini bozmak, dininden soğutmak ve dolayısıyla mânevî değerlerini, ahlâkını yozlaştırmak kâfidir” sözü, ayetin toplumsal boyutunu teyit eder niteliktedir. Bozgunculuk, sadece fiziki yıkım değil, aynı zamanda manevi ve ahlaki çürümeyi de kapsar.

Dünya, tüm lezzetleri, sefahâtleri ve safalarıyla ruha ağır bir yüktür. “Ruhu fasid, kalbi hasta olanlardan başka kimse o ağır yükün altına giremez.”
Kalbi ve ruhu sağlam olanlar, bu yükün altına girmez, yani dünyanın aldatıcı cazibelerine kapılmazlar. Onlar bilirler ki, sahip oldukları iman gibi hadsiz derecede kıymetli bir nimet varken, ihtiyarlık da, hastalık da, vefat da hoştur. Çünkü bunlar, imanın gözüyle bakıldığında birer sınav, birer arınma vesilesidir. Nahoş olan, günahlar, sefahâtler, bid’atlar ve dalâletlerdir.

Peki, bu dünya imtihanında doğru yolu nasıl bulacağız?
Hazreti Mevlâna’nın gönüllere hitap eden öğüdü bu noktada bir rehberdir: “Ey gönül; Tenha bir yerde dilediğin kadar RABB’ine ağla Ama sakın ola tenha bir yerde ağlayan birine sebep olma!”
Bu söz, bireysel ibadetin derinliğini ve samimiyetini vurgularken, aynı zamanda başkalarının acısına sebep olmaktan kaçınmanın önemini hatırlatır. Kendi iç dünyamızda Allah ile bağımızı kurmak ne kadar önemliyse, dış dünyada da insanlara faydalı olmak, zulmetmemek, haksızlığa uğratmamak o kadar önemlidir.
Ancak bu yolda tehlikeler de mevcuttur.

*********

“Hiçbir müfsid ben müfsidim demez. Daima suret-i haktan görünür. Yahut bâtılı hak görür. Evet, kimse demez ayranım ekşidir. Fakat siz mihenge vurmadan almayınız.”
Bu, hak ile batılın karıştığı, doğruluğun maskesi altında yanlışların gizlenebildiği bir dünyada, her söylenene hemen inanmamak, her görüneni hak zannetmemek gerektiğini ifade eder. Aklı ve imanı bir mihenk taşı gibi kullanarak, hakikati batıldan ayırmak gerekir.

İçimizden kimimiz dünyayı isteriz, kimimiz ise ahireti. Bu, Al-i İmran Suresi 152. ayette de belirtildiği üzere, insan fıtratındaki bir eğilimdir. Ancak önemli olan, kalbin asıl yönelişini ebedi olana çevirmek ve fani olanı bir geçiş noktası olarak görmektir. İşte bu anlayışla yaşanan bir hayat, hem dünyada huzur ve bereket getirir hem de ahirette sonsuz bir saadeti müjdeler.

Özet:
Bu makale, insanın zayıflığına, ihtiyaçlarının sonsuzluğuna ve Kadir-i Zülcelâl’e tevekkül etmenin gerekliliğine işaret edetek başlar. Fani dünyanın asıl maksat edinilmesi halinde manevi bir cehenneme dönüşeceğini, ebedi hayata yönelmenin ise iki dünya saadetini getireceğini belirtir.

Kasas Suresi’ndeki ayetle dünya ve ahiret dengesini, infak etmenin ve bozgunculuktan sakınmanın önemini açıklar.

Peyami Safa’nın sözleriyle milletlerin manevi değerlerinin yozlaşmasının tehlikelerine dikkat çeker.
Dünya nimetlerinin geçici yükünü ve imanın, hastalık ve yaşlılık gibi zorlukları dahi hoş karşılamanın anahtarı olduğunu ifade eder.
Hz. Mevlana’nın öğüdüyle bireysel ibadetin derinliği ile başkalarına zarar vermemek arasındaki ilişkiyi kurar.
Son olarak, müfsitlerin suret-i haktan görünebileceği uyarısıyla doğruyu yanlıştan ayırmanın ve hakikati mihenge vurarak anlamanın önemini ifade eder. Makale, insanın ebediyet için yaratıldığı gerçeğinden hareketle, fani hayatın imtihanını ve baki kurtuluşa giden yolu işlemeyi amaçlamaktadır.

www.tesbitler.com

 




Cennet ve Cehennemliklerin Hâlleri: Kur’ânî Bir Tasvir ve Derinlikli Bir Tefekkür

Cennet ve Cehennemliklerin Hâlleri: Kur’ânî Bir Tasvir ve Derinlikli Bir Tefekkür

Ebediyetin Kapısı Açılırken

Kur’ân-ı Kerim, insanın nihai akıbetini yalnızca haber vermekle kalmaz; aynı zamanda tasvir eder, sahne sahne gözler önüne serer. Bu tasvirler, bir yandan Allah’ın adalet ve merhamet sıfatlarını yüceltirken diğer yandan insana sorumluluğunu ve tercihlerinin ağırlığını hatırlatır. Cennet ve cehennem; sadece ödül ve ceza mekânı değil, hakikatin ve hikmetin ete kemiğe büründüğü son sahnedir. Bu yazıda, Kur’an’da cennetlik ve cehennemliklerin hâlleri; edebi, akli, tarihi ve bilimsel boyutlarıyla incelenecek; ibretli tefekkür yolları açılacaktır.

  1. Kur’an’da Cennetliklerin Tasviri: Lütfun Zirvesi

Cennet, Kur’an’da hem maddî hem de manevî nimetlerle tasvir edilir. Maddi olarak altından ırmaklar akan, meyveleri sarkmış, gölgeleri serin, köşkleri ve hurileriyle donatılmış bir diyardır (Muhammed, 15; İnsan, 13-22). Ancak asıl işaret, kalbin tatminine, korkunun ve hüznün kalktığı bir hâl içindir:

> “Onlar orada ne bir yorgunluk hissederler ne de oradan çıkarılırlar.” (Hicr, 48)

Hikmetli bir boyut: Cennetliklerin bu hali, Allah’ın kuluna olan nihai rahmetinin tecellisidir. Dünya zorluklarının ardından gelen huzur, imtihanın son mükâfatıdır.

Edebi boyut: Kur’an’ın tasvirleri, sembolik zenginliklerle doludur. Gümüş kadehler, misk kokuları, sedef içindeki inciler gibi ifadeler (Vakıa, 17-24) bu manevi huzurun fiziki karşılıklarıdır.

Akli boyut: İnsan aklı, sürekli haz ve mutluluk isteyen bir fıtrata sahiptir. Cennet, bu arayışın sonsuz ve tam cevabıdır. Kur’an, akla bu idealin ancak Allah’a teslimiyetle elde edilebileceğini öğretir.

  1. Kur’an’da Cehennemliklerin Hâli: Adaletin Tecellisi

Cehennem, Kur’an’da hem dehşetli bir mekân hem de ilahi adaletin en çarpıcı yüzüdür.

> “Derileri piştikçe, azabı tatmaları için onlara başka deriler veririz.” (Nisa, 56)
“Ateş onların yüzlerini yalayıp geçer, dişleri sırıtır hâlde kalırlar.” (Müminun, 104)

İbretli boyut: Bu tasvirler, sadece korku salmak için değil; insana, özgür iradesiyle yaptığı tercihlerin sonuçlarını düşündürmek içindir.

Bilimsel boyut: Bugün bilim, derinin sinir uçlarını barındırdığı için acıyı hissetmenin merkezi olduğunu doğrulamakta. Kur’an’ın “yeni deri” detayı bu anlamda dikkat çekicidir.

Tarihi boyut: Cahiliye Arapları, ölümden sonrası için çoğunlukla muğlak fikirler taşırken, Kur’an açık, sahnelenmiş ve sistemli bir ahiret tasviri sunarak o dönemin düşünce boşluğunu doldurmuştur.

  1. Diyaloglar: Cennet ve Cehennemliklerin Konuşmaları

Kur’an, cennetlikler ve cehennemlikler arasında geçen sahneleri kelime kelime sunar.

> “Cennetlikler cehennemliklere seslenir: ‘Biz Rabbimizin bize vaat ettiğini gerçek bulduk, siz de buldunuz mu?’ Onlar derler ki: ‘Evet!’” (Araf, 44)

Bu konuşmalar, sadece bilgi vermek için değil, bir sorgulama ve tebliğ aracıdır. Cennetliklerin selam ile karşılanması (Ra’d, 23-24) ve cehennemliklerin yalvarışları (Furkan, 13; Fatır, 37) arasında büyük bir zıtlık vardır.

  1. Mahşer Anı ve Ezelî Adalet

Mahşer günü, herkesin defterinin önüne konduğu, hiçbir yanlışın gizlenmediği bir gündür (Kehf, 49).

> “O gün insanlar bölük bölük çıkacaklardır ki, yaptıkları kendilerine gösterilsin.” (Zilzal, 6)

Mantıki bir sonuç: Eğer bir hesap günü olmasaydı, zalimle mazlumun eşit sona ulaşması adaletle çelişirdi. Ahiret, Allah’ın mutlak adaletinin kaçınılmaz bir gereğidir.

  1. Tefekkürî Sonuçlar ve Vicdani Mesajlar

Kur’an’daki cennet ve cehennem tasvirleri; salt bir bilgi değil, birer uyanış vesilesidir.
Kur’an, sürekli “akletmez misiniz?”, “düşünmez misiniz?”, “ibret almaz mısınız?” sorularıyla bu tabloları okuyucunun zihninde harekete geçirir.
Bu tasvirlerin hedefi; tercih bilincini güçlendirmek, sorumluluğu hatırlatmak ve ebedî hayat için hazırlık yapmaktır.

Sonuç ve Özet

Cennet, Kur’an’da huzurun, nimetlerin ve Allah’ın rızasının tecelligâhıdır. Cennetlikler orada ebedî bir ferahlık içindedir.

Cehennem, adaletin acı ama kaçınılmaz bir sonucudur. Cehennemlikler kendi elleriyle kazandıkları azabı yaşarlar.

Bu iki akıbet, Kur’an’da sadece bilgi değil, güçlü bir hikmet ve ibret mesajı taşır.

Bilimsel ve mantıki yaklaşımlar, cehennemin detaylarının bile hakikate uygunluğunu gösterir.

Edebi anlatım gücüyle, Kur’an insanı sahnenin içine sokar, tercihini sorgulatır.

Tarihi açıdan, Kur’an’ın bu anlatımları, müşrik Arapların ölüm sonrası boş inançlarına karşılık net bir vizyon sunmuştur.

Özet

Bu makalede, Kur’an’da cennet ve cehennemliklerin hâlleri, çok yönlü bir bakışla ele alınmıştır. Cennet; ebedî mutluluk ve rahmetin yurdu, cehennem ise adaletin ve sorumluluğun tecelli ettiği yerdir. Kur’an bu tasvirlerle sadece bilgilendirmez, düşündürür, korkutur, umut verir ve yönlendirir. Bu sebeple bu sahneler, birer edebi sanat, ilmi işaret, ahlaki uyarı ve akli kıyas aracı olarak değerlidir. İnsan ise bu tablolar karşısında bir seyirci değil, bir aktör olduğunu hatırlamalıdır.

www.tesbitler.com

 




Kıyamet: Sadece Bir Zamanın Değil, Bütün Zamanların Sonu

Kıyamet: Sadece Bir Zamanın Değil, Bütün Zamanların Sonu

Zamanın Perdesi ve Ebediyetin Eşiği

“Zaman”, insanın en yakından bildiği ama mahiyetini en az anladığı mefhumlardan biridir. Kur’an’da zaman; yaratılışın, hayatın, ölümün ve ebediyetin mihveri olarak sunulur. Ancak kıyamet geldiğinde bu mihver kırılır. İşte bu noktada şu cümle yankılanır:

> Kıyamet sadece bir zamanın sonu değil, bütün zamanların yok oluşudur.

Bu ifade, Kur’an’ın kıyamet tasvirleriyle birebir örtüşür. Zamanla ilgili ilahi anlatım, tefsirî izah, bilimsel bulgular ve aklî yorumlar bir araya geldiğinde kıyamet sadece bir “son” değil, zamanın kendisinin yok oluşu olarak anlaşılır.

  1. Kur’an’da Zaman ve Kıyamet: İlahi Takvimin Son Yaprağı

Kur’an’da zaman “saat (السّاعة)”, “yevm (gün)”, “dehr (devir)”, “asr (çağ)” gibi kelimelerle ifade edilir. Kıyamet ise sıklıkla “es-Sâa” (O saat) şeklinde zikredilir:

> “O Saat mutlaka gelecektir. Onun gelişini Ben neredeyse gizleyeceğim.” (Tâhâ, 15)
“Saat yaklaştı ve Ay yarıldı.” (Kamer, 1)
“Göklerin ve yerin yaratılışı, insanların yaratılmasından daha büyüktür. Fakat insanların çoğu bilmez.” (Mümin, 57)

Kur’an’da kıyamet, zamanın doğal akışının dışına çıkan, varlık âlemine ait tüm sistemleri çökertecek olan bir “zaman dışı olay” olarak anlatılır. Bu yönüyle kıyamet, zamanın değil, zamansızlığın başlangıcıdır.

  1. Tefsirî Yorumlar: Zamanın Kıyamette Erimesi

Büyük müfessirler, kıyameti anlatırken zamanın anlamını kaybettiğine dikkat çeker:

İmam Fahreddin Râzî, “saat” kelimesinin kıyametle beraber mahiyet değiştirdiğini, artık ölçülebilir bir süre değil, ebediyetin ilk halkası olduğunu ifade eder.

Elmalılı Hamdi Yazır, “kıyamet vakti”nin, “beşerî saatle ölçülemez bir inkılap ânı” olduğunu ve zamanın dağılacağını belirtir.

Bediüzzaman Said Nursî, “zaman bir nehr-i azîmdir” diyerek zamanı akan bir varlık olarak tasvir eder. Ona göre, kıyametle bu nehir kuruyacak, “ezel ve ebedin ortasındaki akış” çözülecektir.

  1. Bilimsel ve Kozmolojik Açıdan: Zamanın Çöküşü

Bilimsel olarak zaman, madde, enerji ve mekânla bağlantılıdır. Modern fiziğin özellikle Genel Görelilik kuramına göre zaman:

Kütle çekimle bükülür,

Hızla göreceli değişir,

Uzay-zaman dokusuna bağlıdır.

Peki evren yok olursa ne olur?

Big Crunch (Büyük Çöküş) senaryosuna göre evren büzülerek içine çöker. Bu durumda uzay-zaman da büzülür ve zaman sona erer.

Termodinamik entropi teorisine göre, evrende enerji tükenecek ve “ısı ölümü”yle zaman anlamsızlaşacaktır.

Kuantum kozmolojisi, büyük patlamadan önce ve sonra “klasik zaman”ın anlamını kaybettiğini öne sürer.

> Yani modern bilim, Kur’an’ın kıyameti “zamansal yıkım” olarak sunmasını, fizikî gerekçelerle desteklemektedir.

  1. Akli ve Mantıki Bir Yaklaşım: Neden Zaman Sona Ermeli?

Zaman, insana imtihan ve değişim alanı verir. Ancak bir imtihan, sonsuza kadar süremez. Çünkü:

Sonsuz süreli imtihan, adaleti bozar.

Zamanda sınırsız ilerleme, anlamı ve amaç duygusunu yok eder.

İlahi adaletin tam tecellisi, ancak “zamanın sona ermesiyle” mümkündür.

Bu yüzden kıyamet, zamanın sona ermesidir. Çünkü hakikat zamanın arkasında değil, önündedir. Kıyametle birlikte zaman kalkar; ebediyet başlar.

  1. Edebi ve Hikmetli Boyut: Zamanı Harcayan İnsanın Hesabı

Kur’an’da zamanla ilgili yeminler vardır:

“Andolsun zamana ki insan ziyandadır.” (Asr, 1-2)

“Günahsız bir günde sabah olsun diye geceyi örttük.” (Nebe, 10)

Bu ayetler, zamanın kıymetini ifade eder. Ancak kıyamet, zamanın artık işe yaramadığı, telafinin mümkün olmadığı bir andır:

> “Der ki: ‘Ah, keşke bu hayatım için önceden bir şey yapsaydım!’” (Fecr, 24)

Kıyametin zamanla ilişkisi budur: Zaman, insana sermaye olarak verilir. Ancak kıyamet, artık hiçbir saniyenin kazanılamadığı bir zaman suskunluğudur.

  1. Tarihî Perspektif: Zamanı Farklı Anlayan Medeniyetler

Antik medeniyetler zamanı döngüsel görürken, Kur’an doğrusal bir zaman anlayışı getirir.

Mezopotamya, Hindu ve Yunan düşüncelerinde zaman bir çarktır.

Kur’an’da ise yaratılışla başlayan, kıyametle sonlanan bir doğrusal zaman vardır.

Bu anlayış, tarihi, ilerlemeyi ve sorumluluğu anlamlı kılar. Döngüsel zaman, “her şey tekrar olur” derken; Kur’an’daki zaman “her şeyin bir sonu ve hesabı vardır” der.

  1. Zamanın Sonu ve Ebediyetin Başlangıcı

Kıyamet, zamanı bitirir. Ama yokluk getirmez. Aksine:

Berzah zamanı başlar (ölümle diriliş arası),

Mahşer zamanı gelir (hesap günü),

Son olarak ebediyet başlar: ya ebedî cennet ya da ebedî hüsran.

Yani zaman sona ererken hakiki zaman başlar:

> “Bugün artık onlara ne konuşma hakkı verilir ne de özür dilemelerine izin.” (Mürselât, 35-36)

Sonuç ve Özet

Kur’an’da kıyamet, sadece bir çağın değil, zaman kavramının kendisinin çöküşü olarak sunulur.

Tefsirler, kıyameti “zamanın bitişi ve ebediyetin başlangıcı” olarak yorumlar.

Bilimsel bulgular, uzay-zamanın çökeceği bir evrensel sona işaret eder.

Mantıki açıdan da kıyamet, sorumluluğun sınırlandığı bir vakit çizgisinin kaçınılmaz sonudur.

Kur’an’da zamanın değerini anlayan kurtulur; kıyametle zaman kapanır, artık geri dönüş yoktur.

Makale Özeti

Bu makale, kıyametin yalnızca zaman içinde bir olay olmadığını, bizzat zamanın ortadan kalkışı olduğunu ortaya koymuştur. Kur’ânî ayetler, kıyameti “o saat” olarak tanımlar ve onu zamanın sona erdiği bir dönüşüm olarak sunar. Tefsirler bu inkılabı “zamanın durması”, “ebediyetin başlaması” olarak yorumlarken, modern fizik zamanın uzayla birlikte sona ereceğini destekler. Kıyamet; zamanın, değişimin, imtihanın ve tercihin sonu; sonsuzluk ve mutlak hakikatin ise başlangıcıdır.

www.tesbitler.com

 




Kıyametin Dehşetli Hâlleri: Kur’ân’ın Tasvirinde Sarsıcı Bir Gerçeklik

Kıyametin Dehşetli Hâlleri: Kur’ân’ın Tasvirinde Sarsıcı Bir Gerçeklik

Sessizlik Bozulduğunda…

Kur’ân-ı Kerim, kıyamet gününü yalnızca haber vermez; onu öylesine tasvir eder ki, insanın kalbinde sarsıcı bir tesir bırakır. Kıyamet; evrenin düzeninin bozulduğu, her şeyin alt üst olduğu, beşerî güvenlik düşüncesinin darmadağın olduğu büyük bir inkılaptır. Bu inkılap, sadece fizikî bir yıkım değil, aynı zamanda ahlaki, metafizik ve ilahi bir hakikatin nihai tecellisidir.

  1. Kıyametin Sahne Sahne Tasviri: Kur’an’ın Edebi Kudreti

Kur’an, kıyametin gelişini; duyusal, görsel ve duygusal düzeylerde anlatır. Öyle ki bir film gibi sahnelenir:

“Gözler dehşetle donakalır.” (Mearic, 8)

“Güneş dürülür, yıldızlar dökülür.” (Tekvir, 1-2)

“Dağlar yün gibi atılır.” (Karia, 5)

“Denizler kaynatılır.” (İnfitâr, 3)

“Yer, ağırlıklarını dışarı atar.” (Zilzâl, 2)

Bu ifadeler, sadece retorik değil, aynı zamanda insan psikolojisini sarsan edebi dehşet tablolarıdır. Her bir kelime, sanki sesli bir çığlık gibi yankılanır.

> Kıyamet sadece ‘bir zamanın sonu’ değil, bütün zamanların yok oluşudur.

  1. Kıyametin İlmi ve Bilimsel İpuçları

Kur’an’ın kıyamet tasvirleri modern bilimle çelişmek bir yana, evrensel yıkımın kozmik boyutlarıyla paralellik arz eder.

Güneşin dürülmesi (Tekvir, 1): Güneşin enerjisinin bitmesi veya genişleyerek dünyayı yutması teorileriyle örtüşür.

Dağların savrulması: Tektonik plakaların çöküşü, yer kabuğunun parçalanması ve depremler bu durumu fizikî olarak açıklar.

Göğün yarılması (İnşikâk, 1): Uzay-zaman dokusunun çöküşü ve evrensel düzenin sona ermesi, bir kozmolojik kıyameti işaret eder.

Yıldızların sönmesi (İnfitâr, 2): Büyük patlama (Big Crunch) veya termodinamik entropiyle evrenin sona erişine dair teorilerle bağ kurar.

> Kıyametin ilmi hakikati, Kur’an’ın bin dört yüz yıl önce çizdiği bu sarsıcı tablonun, bilimsel gözlemlerle yankılanmasıdır.

  1. Kıyametin İnsan Psikolojisinde Oluşturduğu Şok

Kıyamet, sadece fiziksel değil, aynı zamanda bütün varlık bilincinin çözülmesidir.

“Emzikli kadın çocuğunu unutur.” (Hac, 2)

“İnsan kardeşinden, annesinden, babasından kaçar.” (Abese, 34-36)

“O gün, herkesin derdi kendine yeter.” (Abese Suresi 37. Ayet)

Bu ayetler, psikolojik bir çöküşü anlatır. Kur’an, kıyameti benlik çözülmesi, vicdan hesaplaşması, bütün değerlerin çöktüğü bir hâl olarak sunar. Bu anlatım, sadece zahiri değil, derin bir deruni depremin de göstergesidir.

  1. Tarihsel ve Mantıki Açıdan Kıyamet

Tarihte birçok medeniyet kıyameti düşünmüş, hayal etmiş veya sembolleştirmiştir. Ancak Kur’an’ın kıyamet tasviri, sembollerin ötesine geçer.

Kur’an, kıyameti bir döngünün parçası olarak sunar: Yaratılış → İmtihan → Ölüm → Diriliş → Kıyamet → Ebediyet

Mantıki açıdan, her başlangıcın bir sonu olması zorunludur. Sonsuz bir evren, sınırlı varlıklar için anlamsız olurdu.

Ahlaki açıdan, adaletin tam tecellisi için bir son ve hesap şarttır.

> Kıyamet, insana, mutlak anlamda hiçbir şeyin kendi başına baki olmadığını; yalnız Allah’ın ebedi olduğunu bildirir.

  1. Hikmetli Bir Uyarı: Sadece Bilgi Değil, Davet

Kur’an, kıyameti sadece haber vermez; bir uyarı ve davet olarak sunar:

“O saat mutlaka gelecektir. Öyleyse bağışla ve güzel davran.” (Hicr, 85)

“O gün, mal da evlat da fayda vermez. Ancak Allah’a temiz bir kalple gelenler kurtulur.” (Şuarâ, 88-89)

Kur’an’ın kıyamet tasvirleri, insanı korkutmak için değil; uyanışa çağırmak için yazılmış birer hitabedir. Çünkü kıyametin farkında olan, hayatı boş görmez; her anını anlamla doldurur.

  1. Kıyamet ve Vicdanî Sorumluluk

İnsan, kendi içinde bir kıyamet taşır. Ölüm, onun bireysel kıyametidir. Kur’an, bu gerçeği fark ettirerek insanı eyleme çağırır:

> “Her nefis ölümü tadacaktır.” (Al-i İmran, 185)

İbretli boyut: Kıyamet, sadece bir gün değil, bugün içinde kıyametin gölgelerini taşıyan bir bilinçtir. Zulüm, haksızlık, israf, kibir gibi davranışlar; toplumsal mini kıyametlere yol açar.

Sonuç ve Özet

Kur’an’da kıyamet; fiziksel, psikolojik, metafizik ve kozmik bir çözülme süreci olarak anlatılır.

Edebi yönüyle sarsıcıdır; bilimsel yönüyle geleceğe ışık tutar; akli ve mantıki yönüyle gereklidir.

Kur’an’ın amacı, korku vermek değil; sorumluluk, bilinç ve tefekkür uyandırmaktır.

Kıyamet sahneleri; insana, hem kendi ölümü hem de evrensel son için hazırlık yapmasını öğütler.

İlahi adaletin mutlak tecellisi, ancak kıyametle tamamlanır.

Makale Özeti

Kur’ân-ı Kerim’de kıyamet, sadece bir olay değil; her yönüyle dehşetli bir dönüşüm olarak tasvir edilir. Güneşin dürülmesinden, yıldızların sönmesine, dağların savrulmasından insanların psikolojik çöküşüne kadar birçok ayet; kıyametin hem fiziksel hem de ruhsal boyutunu sunar. Bu anlatımlar, bilimsel gelişmelerle uyumlu ve insan vicdanına hitap eden bir şekilde aktarılır. Kur’an, kıyameti sadece bir bilgi olarak değil, ilahi bir uyarı, edebi bir sarsıntı ve ahlaki bir çağrı olarak insanlığa sunar. İnsan bu çağrıyı dikkate almalı, kıyamet bilinciyle bugünkü hayatını anlamlandırmalıdır.

www.tesbitler.com

 




Zalim Kavimlerin Âkıbeti: Kur’ân’da Helâk Edilen Milletler ve Evrensel İbret

Zalim Kavimlerin Âkıbeti: Kur’ân’da Helâk Edilen Milletler ve Evrensel İbret

Zulmün Karanlığında Kaybolan Toplumlar

Kur’ân-ı Kerîm, sadece inanç esaslarını değil, aynı zamanda tarihin kıssalar yoluyla verdiği ahlakî ve sosyolojik gerçekleri de bizlere bildirir. Bu gerçeklerden en çarpıcı olanı ise, zulümle yükselen hiçbir kavmin sonunun kurtuluşla bitmediğidir.

Zulüm, bir ferdin ahlakî çöküşü olabileceği gibi; bir milletin topluca yıkıma sürüklenmesine yol açan ilahi gazap sebebi de olabilir. Bu yüzden Kur’ân’da anlatılan kavimler, sadece geçmişin trajik hikâyeleri değil, bugünün insanı için de ilahi adaletin tecellilerini gösteren canlı ibretlerdir.

  1. Zulüm Nedir? Kur’ânî Tanımıyla Zulüm

Kur’ân’da “zulüm” kelimesi;

Hakkı çiğnemek,

Hakkı olmayanı kendine mal etmek,

Nimetin kıymetini bilmemek,

Allah’a ortak koşmak (şirk),

İnsanlara eziyet etmek,

Bozgunculuk çıkarmak gibi anlamlarda kullanılır.

> “Şirk, elbette en büyük zulümdür.” (Lokman, 31/13)

Bu nedenle Kur’ân’da anlatılan zalim kavimler, sadece insanlara kötülük eden değil, aynı zamanda ilahi mesajı reddeden, peygamberlerini yalanlayan, kibirlenen ve toplumu ahlaken çürüten topluluklardır.

  1. Kur’ân’da Anlatılan Zalim Kavim ve Milletler
  2. Nuh Kavmi (Tufanla helâk edilen toplum)

Peygamberleri Hz. Nuh’u yalanladılar.

Azgınlıkta sınır tanımadılar.

Toplumun büyük çoğunluğu inkâr etti, alay etti, dalga geçti.

> “Zulmedenler tufana tutuldu ve boğuldular.” (Ankebût, 29/14)

  1. Âd Kavmi (Kuvvet ve gururuyla övünen kavim)

Hz. Hûd’u yalanladılar.

“Bizden güçlü kim var?” dediler.

Maddi güçleriyle Allah’a meydan okudular.

> “Onlara, uğursuzluğu sürekli olan şiddetli bir rüzgâr gönderdik.” (Fussilet, 41/16)

  1. Semûd Kavmi (Mucizeyi inkâr eden ve peygamberi tehdit eden kavim)

Hz. Salih’in mucize olarak gönderdiği deveyi boğazladılar.

Ahlakî çöküntü içindeydiler.

> “Suçlarından dolayı yıldırım onları yakalayıverdi.” (Zâriyat, 51/44)

  1. Lut Kavmi (Ahlakî yozlaşmanın sembolü)

Cinsel sapkınlık ve toplumsal sapkınlık içindeydiler.

Hz. Lut’u tehdit ettiler.

> “Şiddetli bir yağmur yağdırdık. O yağmur, uyarılanların üzerine ne kötü bir yağmurdu!” (Şuarâ, 26/173)

  1. Medyen Kavmi (Ticaretle zulüm yapanlar)

Hz. Şuayb’a karşı çıktılar.

Hileli ölçü ve tartıyla toplumun ekonomik düzenini bozdular.

> “Korkunç bir sarsıntı onları yakaladı, yurtlarında diz üstü çöküp kaldılar.” (A’râf, 7/91)

  1. Firavun ve Mısır Halkı (Zulüm ve istibdadın sembolü)

Hz. Musa’ya karşı dik durdular.

İsrailoğulları’na işkence ve kölelik uyguladılar.

Kibir, büyücülük ve ilahlaştırma ile toplumun hakikat terazisini bozdular.

> “Onları denizde boğduk; çünkü zulmetmişlerdi.” (A’râf, 7/136)

III. İlahi Yasa: Zulüm Devam Etmez

Kur’ân, bu kavimlerin kıssalarını anlatırken ortak bir yasa sunar:

> “Rabbin, zulmeden memleketleri, halkı ıslah edici iken haksız yere helâk edecek değildir.” (Hûd, 11/117)

Bu ayet, Allah’ın adaletini ve merhametini anlatır. Zulüm sıradan bir günah değil, toplumu topluca felakete sürükleyen bir virüstür.

Kur’ân kıssaları bu yüzden sadece tarih değil, toplumsal ve siyasal sistemler için de bir uyarıdır.

  1. İlmi ve Bilimsel Yorum: Zulüm Nasıl Çöküş Getirir?

Zulüm, sadece ilahi gazabı değil, aynı zamanda sosyolojik ve psikolojik çöküşü de beraberinde getirir. Günümüzde bilimsel çalışmalarda, toplumları yıkan ana etkenlerin başında:

Adaletin kaybı,

Ahlakî dejenerasyon,

Liyakat yerine yolsuzluk,

Gücün tek elde toplanması
geldiği görülmektedir.

Zalim kavimlerin yaşadığı sonlar, bu gerçekliğin tarihî ve ilahî belgeleridir.

  1. Aklî ve Mantıkî Boyut: Neden Helâk?

Eğer bir toplum;

Hakikati örterse (küfür),

Güçlüyü haklı sanırsa (zulüm),

Fıtrata aykırı yaşamı savunursa (ahlaksızlık),

Allah’ın elçilerine düşmanlık ederse (peygamber düşmanlığı),

O toplum artık kendi sonunu hak etmiş olur.

Allah, zulmün toplumları içten çürüttüğünü ve adaletin de o toplumu ihya edeceğini öğütler:

> “Zulümle abat olanın, sonu berbat olur.” (Veciz hikmet)

  1. Günümüze Mesaj: Zalimlik Evrensel Bir Helâk Sebebidir

Bugün de:

Mazlumların çığlıkları duyulmazsa,

Emek sömürülür, adalet bozulursa,

Servet birkaç elde toplanır ve halk hor görülürse,

İktidar kibriyle halk ezilirse,

zalim kavimlerin yaşadığı akıbet, günümüz toplumlarının da önünde bir tehlike olarak durur.

Kur’ân kıssaları, sadece Arap yarımadasına değil, her çağa ve her coğrafyaya seslenmektedir.

Sonuç ve Değerlendirme

Kur’ân-ı Kerîm, zalim kavimleri birer tarihi örnek, ilahi uyarı ve evrensel yasa çerçevesinde anlatır. Bu kavimler:

Ahlakî yozlaşma,

Adaletsizlik,

Peygamber düşmanlığı,

Ekonomik sömürü,

Sosyal zulüm
gibi suçlarla sapkınlığa düşmüş ve helâke sürüklenmiştir.

Kur’ân’ın mesajı açıktır: Zulüm, geçici olabilir ama sonu asla kalıcı değildir.

Özet:

Kur’ân’da Nuh, Âd, Semûd, Lut, Medyen kavimleri ve Firavun örneklerinde zulmün toplumsal ve ahlaki yönleri anlatılır.

Zulüm; hakka tecavüz, şirk, ahlaksızlık ve adaletsizlik anlamlarını taşır.

Bu kavimlerin helâki; hem ilahi adaletin hem de sosyolojik çöküşün bir sonucudur.

Bilimsel olarak da adaletin bozulduğu toplumların uzun vadede yıkıldığı görülür.

Zulüm, tarihî bir hata değil; her çağda tekrar eden bir felaket potansiyelidir.

Sonuç olarak, Kur’ân kıssaları geçmişi değil, bugünü ve yarını inşa etmek içindir.

www.tesbitler.com

 




Allah Kiminle Beraber? Kur’ân’da İlahi Dostluğun Şartları ve Müjdeleri

Allah Kiminle Beraber? Kur’ân’da İlahi Dostluğun Şartları ve Müjdeleri

Sadece Allah Yeter

İnsan, yaratılışı gereği yalnızlıktan korkar. Varlığına anlam, amellerine karşılık ve hayatına yön kazandıracak bir kudrete muhtaçtır.
Kur’ân-ı Kerîm, işte bu eksikliği Allah’ın “ben sizinle beraberim” hitabıyla giderir. Ama bu beraberlik şartsız bir yakınlık değil; iman, takvâ, sabır ve ihlâs gibi vasıflarla kazanılan bir dostluktur.

  1. Kur’ân’da “Allah’ın Beraberliği” Ne Demektir?

Kur’ân’da geçen “innallâhe mea…” (Şüphesiz Allah… ile beraberdir) ifadeleri, Allah’ın:

İlmîyle beraberliği (her şeyi görüp bilmesi),

Yardımıyla beraberliği (kuluna destek olması),

Rahmetiyle beraberliği (kulunu koruyup lütfetmesi)

şeklinde tecellî eder.

Bu beraberlik zâtî değil, şe’nîdir; yani Allah mahlûkâtıyla aynı yerde değil, ama onların her hâline hâkim ve hâzırdır.

  1. Allah’ın Kur’ân’da Beraber Olduğunu Söylediği Kimseler

Kur’ân’da Allah’ın doğrudan “Ben onlarla beraberim” buyurduğu zümreler dikkat çekicidir. Bu beraberlik, özel bir ilgi, koruma ve destek anlamı taşır:

  1. Sabredenlerle:

> “Şüphesiz Allah, sabredenlerle beraberdir.” (Bakara, 2/153)

  1. Muttakîlerle (takva sahipleri):

> “Şüphesiz Allah, takva sahipleriyle ve iyilik yapanlarla beraberdir.” (Nahl, 16/128)

  1. Muhsinlerle (güzellik ve ihsanla davrananlarla):

> “Şüphesiz Allah, muhsinlerle beraberdir.” (Ankebut, 29/69)

  1. Peygamber ve mü’minlerle:

> Hz. Musa ve Harun’a hitaben:
“Korkmayın, çünkü ben sizinle beraberim. Duyuyorum ve görüyorum.” (Tâhâ, 20/46)

  1. Tevbede samimi olanlarla:

> “Tevbe edenlerle Allah beraberdir.” (Tevbe, 9/104 – mefhumu)

III. Allah’ın Kur’ân’da Müjdelediği Kimseler

Kur’ân’da “müjdele” (beşşir) fiili sıkça geçer ve Allah Resulü’ne, belirli zümreleri müjdelemesi emredilir:

  1. İman eden ve salih amel işleyenler:

> “İman edip salih amel işleyenlere müjde ver ki onlar için altlarından ırmaklar akan cennetler vardır.” (Bakara, 2/25)

  1. Tevbe edenler:

> “Ancak tevbe edenler, iman edip salih amel işleyenler, işte Allah bunların kötülüklerini iyiliklere çevirir.” (Furkan, 25/70)

  1. Allah’a güvenenler (tevekkül edenler):

> “Allah’a tevekkül edenlere müjdeler olsun.” (Zümer, 39/61 – mefhumu)

  1. Sıddîklar, şehitler ve salihler:

> “Kim Allah’a ve Peygambere itaat ederse, işte onlar Allah’ın kendilerine nimet verdiği nebilerle, sıddıklarla, şehitlerle ve salihlerle beraberdir.” (Nisâ, 4/69)

  1. Tarihî ve İlmî Perspektif: Allah’la Olanların Tarih Üzerindeki Etkisi

İslam tarihi, Allah’ın yardımının gerçekten kimlerle beraber olduğunu gösteren örneklerle doludur. Bedir Savaşı’nda azınlık bir mü’min topluluğunun zafere ulaşması; Mekke’nin fethi; Endülüs’te İslam’ın yayılması; Horasan, Semerkand ve İstanbul’un fethi gibi olaylar, sabır, tevekkül, ihlâs ve takvâ ile yapılan işlerde ilahî yardımın tecellisini ortaya koyar.

Ayrıca bilimsel ve sosyal ilerlemelerde de bu beraberlik hissedilir. Çünkü Allah ile birlikte olduğunu bilen bir âlim:

Bilgiyle kibirlenmez,

Gayesini sadece dünyevî başarıyla sınırlamaz,

İnsana ve kâinata Allah’ın bir emaneti olarak bakar.

  1. Düşündürücü Bir Gerçek: Allah Kimlerle Değildir?

Kur’ân sadece kimlerle beraber olduğunu değil, kimlerle beraber olmadığını da bildirir:

“Allah, zalimler topluluğunu sevmez.” (Âl-i İmrân, 3/57)

“Allah, hainleri ve nankörleri sevmez.” (Hac, 22/38)

“Allah, müfsitlerle (bozguncularla) değildir.” (Maide, 5/64 – mefhumu)

Bu da ilahi beraberliğin bir seçiciliğe bağlı olduğunu gösterir. Allah, mutlak olarak her şeyi bilse de, hususî yardımını ve dostluğunu yalnızca ehline verir.

  1. Aklî ve Hikmetli Bakış: İlahi Beraberliğin Mantıki Temeli

Bir hükümdar bile, ancak sadık askerlerine, hizmet eden memurlarına yakın olur. Aksi hâlde devlet zarar görür. İşte Allah da, yeryüzünde O’nun adını yücelten, yarattıklarına zarar vermeyen, kendisine yönelen, iyiliği arayan kullarına yakındır. Bu:

İlahi adaletin,

Kutsal düzenin,

Ahlakî evrenin bir sonucudur.

Sonuç ve Değerlendirme

Kur’ân-ı Kerîm, bize iki temel müjde verir:

  1. Allah, belirli vasıflara sahip olanlarla beraberdir.
  2. O vasıflara ulaşanlara cennet, mağfiret ve ebedî mutluluk vaat edilmiştir.

Bu beraberlik; bir gözetme, destekleme ve himaye beraberliğidir. Bu da ancak iman, salih amel, sabır, takvâ, ihsan, sadakat ve tevbe ile mümkün olur.

İnsan, bu dünya yalnızlığında, gerçek bir yoldaş arıyorsa, en güvenli ve vefalı dost Allah’tır. Çünkü:

> “Şüphesiz benim Rabbim, dosdoğru bir yol üzerindedir.” (Hûd, 11/56)

Özet:

Allah Kur’ân’da sabredenler, takva sahipleri, muhsinler, peygamberler ve tevbe edenlerle beraber olduğunu bildirir.

İman edip salih amel işleyenler, sabredenler, şehitler ve Allah’a tevekkül edenler müjdelenmiştir.

İlahi beraberlik, koruyucu ve destekleyici bir yakınlıktır; belli şartlara bağlıdır.

Tarih boyunca Allah’ın beraber olduğu topluluklar zafer ve hayırla anılmıştır.

Bu kavramlar, hem aklen hem mantıken sağlam temellere dayanır.

Allah, zalimlerle ve bozguncularla beraber değildir.

Sonuç olarak, Allah’ın yakınlığına ve müjdesine ulaşmak insanın iradesiyle şekillenir.

www.tesbitler.com

 




Ecir ve Mükâfat: Kur’ânî Bir Kavramın Hikmeti ve Derinliği

Ecir ve Mükâfat: Kur’ânî Bir Kavramın Hikmeti ve Derinliği

Amelin karşılığı mutlaka vardır

Kur’ân-ı Kerîm’in en temel ilkelerinden biri, hiçbir çabanın karşılıksız kalmayacağıdır. Bu ilke, insana hem sorumluluk hem umut yükler. “Ecir” kelimesi bu açıdan, yapılan iyiliklerin, sabırların, ibadetlerin, hatta en küçük gayretlerin bile boşa gitmeyeceğini ifade eden ilahi bir müjde olarak Kur’ân’da defalarca vurgulanır.

> “Biz, güzel iş yapanların ecirlerini asla zayi etmeyiz.”
(Kehf, 18/30)

  1. Kur’ân’da “Ecir”, “Mükâfat” ve Benzeri Kavramlar

Kur’ân-ı Kerîm’de “ecir” kelimesiyle birlikte, aynı anlama gelen ya da yakın anlamda kullanılan bazı diğer kelimeler şunlardır:

Ecir (أجر): Ücret, karşılık, mükâfat. Hem dünya hem ahiret için kullanılır.

Sevab (ثواب): Dönüş, geri verme. Yapılan hayır ve ibadetin Allah katında karşılık bulması.

Cezâ (جزاء): Mukabele, karşılık. Hem olumlu (ödül), hem olumsuz (ceza) için kullanılır.

Neîm (نعيم): Nimet, refah. Cennetin nimetlerini ifade eder.

Fazl (فضل): Lütuf, bağış. Kulun hak ettiğinden fazlası Allah tarafından verilirse.

Rahmet (رحمة): Merhamet, şefkat. Sadece ödül değil, aynı zamanda ilahî himayeyi de kapsar.

Bu kavramların ortak noktası, Allah’ın adaletiyle birlikte merhametini de ortaya koymasıdır.

  1. Ecir Kavramının Hikmeti ve Edebî Derinliği

Kur’ân’da “ecir” kelimesi, sadece maddî karşılığı olan bir ödeme değil, manevî bir değer ve sonuç anlamına da gelir. Bu yönüyle ecir:

İlahi adaletin bir tecellisidir.

İnsanın emeğine ve iradesine verilen ilahî cevaptır.

Zorluklara karşı sabrın ve sadakatin ödülüdür.

Kur’ân’ın edebî yapısı içinde “ecir” kavramı çok yönlü anlatılır. Bazen:

“İşte onların ecirleri Rableri katındadır.” (Bakara, 2/112) diyerek,

Bazen “Allah sabredenlere ecirlerini hesapsız verir.” (Zümer, 39/10) diyerek sabrın büyüklüğünü ifade eder.

Bu anlatım biçimi, kulun çabasının sadece dünyevî başarılarla ölçülmediğini, bilakis ilahî bir ölçekte değerlendirildiğini gösterir.

III. Tarihî ve İlmî Boyut: Amelin Karşılığı Toplumda Nasıl Tezahür Etti?

İslâm tarihi boyunca “ecir” kavramı, sadece bireysel ahiret inancını değil, toplumsal adaletin temelini de oluşturmuştur. Mesela:

Zekât ve sadaka sisteminde verenin ecrini Allah’tan beklemesi, infakın samimiyetini artırmıştır.

İslam medeniyetlerinde vakıf kültürü, “karşılıksız verme” düşüncesini yaygınlaştırmıştır.

Gaziler, şehitler ve ilim yolcuları, ecrin Allah katında olduğunu bildiklerinden çıkar gözetmeksizin hizmet etmişlerdir.

Aynı zamanda “ecir” kavramı, bugün de sosyolojik olarak anlamlıdır. Modern psikolojide, insanın en güçlü motivasyon kaynaklarından biri “anlam” ve “ödül” beklentisidir. Kur’ân, bu ihtiyacı hem dünyevî hem uhrevî bir çerçevede karşılar.

  1. Aklî ve Mantıkî Bakış: Ecir Düşüncesinin Temellendirilmesi

Aklen bakıldığında, Allah’ın bir “ecir sistemi” kurması gayet makuldür:

İnsanı irade ve sorumluluk sahibi kılan Allah, elbette bu sorumluluğun bir karşılığını yaratmalıdır.

Aksi halde “adalet” kavramı zedelenir; zira iyilik ile kötülüğün eşit tutulduğu bir düzen, aklen de kabul edilemez.

Eğer dünya hayatı tek başına bir son olsaydı, Firavun gibi zalimlerle, mazlumların aynı âkıbete uğraması insan vicdanına da aykırı olurdu.

Bu yüzden ecir, hem aklî bir zaruret hem de vicdanî bir tesellidir.

  1. Düşündürücü Bir Hakikat: Her Amelin Kaydı Tutuluyor

Kur’ân’a göre insanın yaptığı her amel, ister büyük ister küçük olsun, bir şekilde kayda geçirilir:

> “Kim zerre kadar hayır işlerse onu görür, kim de zerre kadar şer işlerse onu görür.”
(Zilzâl, 99/7-8)

Bu ayet, insanın her fiilinin anlamlı olduğunu, hiçbir şeyin boşa gitmediğini ve sonsuz bir adalet mekanizmasının işlediğini anlatır.

Sonuç ve Değerlendirme

Kur’ân-ı Kerîm’de “ecir”, sadece bir ödül sistemi değil; aynı zamanda ilahi adaletin, rahmetin ve hikmetin yansımasıdır. Her emek, her sabır, her gözyaşı, Allah katında değerlendirilir. Bu inanç, hem bireyin ruh dünyasında bir huzur sağlar, hem toplumda güven, sadakat ve çalışkanlığı teşvik eder.

Kur’ân’ın ecir sistemi, dünyaya sığmayan bir adaleti haber verir. Çünkü bu dünya, her hak sahibine hakkını vermeye yetmez. O hâlde:

> “Sen sabret; çünkü Allah, iyilik edenlerin ecrini zayi etmez.” (Hûd, 11/115)

Özet:

“Ecir” Kur’ân’da mükâfat, ücret, karşılık anlamında kullanılır; sevab, cezâ, fazl, neîm gibi kavramlarla da ilişkilidir.

Kur’ân, ecri hem dünyevî hem uhrevî ödül olarak tasvir eder. Amellerin karşılığını Allah verir.

Tarihte bu anlayış, toplumsal dayanışmayı, ihlası ve adalet duygusunu pekiştirmiştir.

Aklî ve mantıkî açıdan ecir, ilahi adaletin gereğidir.

Her iyiliğin karşılığının kaybolmayacağı inancı, insanı daha anlamlı ve sabırlı bir hayata teşvik eder.

 




Kur’ân’da Kelâmın Hikmeti: İlahi Sözün Derinliği ve Konuşmanın Kudreti

Kur’ân’da Kelâmın Hikmeti: İlahi Sözün Derinliği ve Konuşmanın Kudreti

Kelâmın İlahi Boyutu

Kelâm, sadece bir konuşma eylemi değildir. Kelâm; anlam taşıyan, mesaj barındıran, maksada matuf bir hitaptır.
Kur’ân-ı Kerîm’de “kelâm”, “kavl”, “nutk”, “hitâb”, “nidâ”, “sıdk”, “vahy”, “söz” gibi kelimeler hep bu büyük hakikatin farklı yönlerini ifade eder. Ve her biri, Allah’ın kullarıyla olan iletişiminde bir perdeyi aralar.

Allah Teâlâ, “Ve kellamallâhu Mûsâ teklîmâ” (Nisâ, 4/164) ayetinde Hz. Musa’ya kelâm ile hitap ettiğini bildirerek, kelâmın sadece insanlar arası bir eylem olmadığını, İlâhî bir kudretin de kelâm sahibi olduğunu göstermektedir.

  1. Kur’ân’da “Kelâm” ve Muradifleri

Kur’ân’da doğrudan ya da dolaylı şekilde kelâm ve konuşmayı ifade eden birçok kelime vardır:

Kelâm (كلام): İlahi söz, vahyî hitap. (Bkz: Nisa 164)

Kavl (قول): Söz söylemek, ifade etmek. Kur’an’da en yaygın geçen kelimelerdendir.

Nutk (نطق): Sesli konuşma; “O, insana konuşmayı öğretti” (Rahmân 4).

Hitâb (خطاب): Resmî ve doğrudan bir sesleniş. Peygamberlere hitaplarda sıkça geçer.

Nidâ (نداء): Yüksek sesle çağırmak. (Bkz: Meryem 11)

Sıdk (صدق): Doğru söz; doğruyu konuşmak. (Bkz: Yasin 52)

Vahy (وحي): İlham veya doğrudan Allah’tan gelen mesaj; Allah’ın konuşmasıdır.

  1. Sözün Ağırlığı ve Sorumluluğu

Kur’ân’da kelâm, sadece bir iletişim aracı olarak değil, bir emanet ve imtihan vesilesi olarak da tanımlanır:

> “Ona iki dudak, iki göz ve iki yol (şükür ve küfür) göstermedik mi?” (Beled, 90/8–10)

Konuşmak bir seçimdir; ya hakikate yönelir ya da batıla. Bu yüzden Kur’ân, “ya hayır söyle ya sus” düsturunu Hz. Peygamber’in dilinden ümmete aktarır.

Kur’ân, “Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve doğru söz söyleyin (kavlen sedîdâ)” (Ahzâb 70) buyurarak, kelâmın ahlakî boyutuna dikkat çeker.

  1. Tarihte Kelâmın Yüceliği ve Yıkıcılığı

Kur’ân-ı Kerîm’de Firavun’un kelâmı ile Hz. Musa’nın kelâmı çatışır. Firavun büyü, kibir ve yalanla konuşur; Musa ise vahiy, tebliğ ve hikmetle.

Firavun: “Ben sizin en yüce rabbinizim.” (Nâzi’ât, 24)

Musa: “Rabbimiz, her şeye yaratılışını verip sonra da yolunu gösterendir.” (Tâhâ, 50)

İki kelâm karşı karşıya gelir; biri yok eder, diğeri diriltir. Kelâm, tarih yapar. Konuşma; kıyameti koparır, devleti kurar, kalbi öldürür ya da diriltir.

  1. İlmi ve Bilimsel Perspektif: Konuşmanın Evrensel Dili

Konuşma kabiliyeti, sadece insanlar arasında değil, Kur’ân’a göre hayvanlarda, meleklerde ve doğada da vardır.

“Karınca dedi ki: Ey karınca topluluğu! Yuvalarınıza girin.” (Neml, 18)

“Gök gürlemesi O’nu hamd ile tesbih eder.” (Ra’d, 13)

Bugün bilim, bitkilerin bile belli frekanslarla “konuştuğunu”, hayvanların birbirlerine sinyaller gönderdiğini keşfetmiştir. Kur’ân ise bunu asırlar öncesinden bildirmiştir.

  1. Aklî ve Mantıkî Değerlendirme

Akıl, konuşmanın özüdür. Düşünmeyen konuşamaz; konuşan da düşünmeden konuşursa zarar verir. Kur’ân bu yüzden “Sözün en güzeline kulak verin” (Zümer, 18) buyurur.

Kelimeler, bir toplumun zihniyetini, kültürünü, medeniyetini kurar. Kur’ân, “Sözlerin en güzeli” (Kelâmullah) olarak insanlığa yol gösterir.

  1. Hikmetli ve İbretli Bir Yön: Sessiz Kelâmlar

Bazen en büyük kelâm sessizliktir. Hz. Zekeriyya, üç gün insanlarla konuşamayınca, bu haliyle bir kelâmda bulundu. (Bkz: Meryem, 10)

Sessizlik, bazen kelâmın en derin hâlidir. Kur’ân, her sesi kaydeder:

> “Kulağın fısıldadığına kadar O’nun katında hiçbir sır gizli kalmaz.” (Tâhâ, 7)

  1. Kur’ân’ın Bizzat Kendisi: Kelâmullah

Kur’ân, Allah’ın insanlığa hitabıdır. Kelâmullah’tır.
Her bir ayet bir kelâmdır; her kelâm bir mana denizidir. Kur’ân, sadece okunacak değil, “anlaşılacak, yaşanacak ve anlatılacak” bir kelâmdır.

Sonuç: Kelâmın Gücü ve Mesajı

Kelâm, insanoğlunun hem en güçlü hem de en tehlikeli vasfıdır. Kur’ân’da bu kudretin terbiye edilmesi, doğruya yöneltilmesi emredilir. Kelâm, ya bir nur olur yol gösterir, ya da bir ateş olur yakar.

Allah konuşandır, peygamberler kelâmın taşıyıcılarıdır, insan ise bu mesajı anlayan, aktaran ve sorumluluğunu taşıyan bir varlıktır.

ÖZET

Kur’ân’da “kelâm”, sadece söz söyleme değil; hakikati beyan etme, doğruyu ayırma, hikmeti aktarma vesilesidir. “Kelâm, kavl, hitâb, nutk, nidâ, vahy, sıdk” gibi birçok kavram bu gerçeğin çeşitli yönlerini temsil eder. Allah’ın kullarına kelâmı, hem bir rahmet hem de bir hesap vesilesidir. Konuşma, hem ilmi hem de ahlaki bir eylemdir. Kur’ân’ın kendisi ise Kelâmullah olarak tüm sözlerin en güzeli, en hikmetlisidir.

 




Kur’ân’da Kelâmın Hikmeti: İlahi Sözün Derinliği ve Konuşmanın Kudreti

Kur’ân’da Kelâmın Hikmeti: İlahi Sözün Derinliği ve Konuşmanın Kudreti

Kelâmın İlahi Boyutu

Kelâm, sadece bir konuşma eylemi değildir. Kelâm; anlam taşıyan, mesaj barındıran, maksada matuf bir hitaptır.
Kur’ân-ı Kerîm’de “kelâm”, “kavl”, “nutk”, “hitâb”, “nidâ”, “sıdk”, “vahy”, “söz” gibi kelimeler hep bu büyük hakikatin farklı yönlerini ifade eder. Ve her biri, Allah’ın kullarıyla olan iletişiminde bir perdeyi aralar.

Allah Teâlâ, “Ve kellamallâhu Mûsâ teklîmâ” (Nisâ, 4/164) ayetinde Hz. Musa’ya kelâm ile hitap ettiğini bildirerek, kelâmın sadece insanlar arası bir eylem olmadığını, İlâhî bir kudretin de kelâm sahibi olduğunu göstermektedir.

  1. Kur’ân’da “Kelâm” ve Muradifleri

Kur’ân’da doğrudan ya da dolaylı şekilde kelâm ve konuşmayı ifade eden birçok kelime vardır:

Kelâm (كلام): İlahi söz, vahyî hitap. (Bkz: Nisa 164)

Kavl (قول): Söz söylemek, ifade etmek. Kur’an’da en yaygın geçen kelimelerdendir.

Nutk (نطق): Sesli konuşma; “O, insana konuşmayı öğretti” (Rahmân 4).

Hitâb (خطاب): Resmî ve doğrudan bir sesleniş. Peygamberlere hitaplarda sıkça geçer.

Nidâ (نداء): Yüksek sesle çağırmak. (Bkz: Meryem 11)

Sıdk (صدق): Doğru söz; doğruyu konuşmak. (Bkz: Yasin 52)

Vahy (وحي): İlham veya doğrudan Allah’tan gelen mesaj; Allah’ın konuşmasıdır.

  1. Sözün Ağırlığı ve Sorumluluğu

Kur’ân’da kelâm, sadece bir iletişim aracı olarak değil, bir emanet ve imtihan vesilesi olarak da tanımlanır:

> “Ona iki dudak, iki göz ve iki yol (şükür ve küfür) göstermedik mi?” (Beled, 90/8–10)

Konuşmak bir seçimdir; ya hakikate yönelir ya da batıla. Bu yüzden Kur’ân, “ya hayır söyle ya sus” düsturunu Hz. Peygamber’in dilinden ümmete aktarır.

Kur’ân, “Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve doğru söz söyleyin (kavlen sedîdâ)” (Ahzâb 70) buyurarak, kelâmın ahlakî boyutuna dikkat çeker.

  1. Tarihte Kelâmın Yüceliği ve Yıkıcılığı

Kur’ân-ı Kerîm’de Firavun’un kelâmı ile Hz. Musa’nın kelâmı çatışır. Firavun büyü, kibir ve yalanla konuşur; Musa ise vahiy, tebliğ ve hikmetle.

Firavun: “Ben sizin en yüce rabbinizim.” (Nâzi’ât, 24)

Musa: “Rabbimiz, her şeye yaratılışını verip sonra da yolunu gösterendir.” (Tâhâ, 50)

İki kelâm karşı karşıya gelir; biri yok eder, diğeri diriltir. Kelâm, tarih yapar. Konuşma; kıyameti koparır, devleti kurar, kalbi öldürür ya da diriltir.

  1. İlmi ve Bilimsel Perspektif: Konuşmanın Evrensel Dili

Konuşma kabiliyeti, sadece insanlar arasında değil, Kur’ân’a göre hayvanlarda, meleklerde ve doğada da vardır.

“Karınca dedi ki: Ey karınca topluluğu! Yuvalarınıza girin.” (Neml, 18)

“Gök gürlemesi O’nu hamd ile tesbih eder.” (Ra’d, 13)

Bugün bilim, bitkilerin bile belli frekanslarla “konuştuğunu”, hayvanların birbirlerine sinyaller gönderdiğini keşfetmiştir. Kur’ân ise bunu asırlar öncesinden bildirmiştir.

  1. Aklî ve Mantıkî Değerlendirme

Akıl, konuşmanın özüdür. Düşünmeyen konuşamaz; konuşan da düşünmeden konuşursa zarar verir. Kur’ân bu yüzden “Sözün en güzeline kulak verin” (Zümer, 18) buyurur.

Kelimeler, bir toplumun zihniyetini, kültürünü, medeniyetini kurar. Kur’ân, “Sözlerin en güzeli” (Kelâmullah) olarak insanlığa yol gösterir.

  1. Hikmetli ve İbretli Bir Yön: Sessiz Kelâmlar

Bazen en büyük kelâm sessizliktir. Hz. Zekeriyya, üç gün insanlarla konuşamayınca, bu haliyle bir kelâmda bulundu. (Bkz: Meryem, 10)

Sessizlik, bazen kelâmın en derin hâlidir. Kur’ân, her sesi kaydeder:

> “Kulağın fısıldadığına kadar O’nun katında hiçbir sır gizli kalmaz.” (Tâhâ, 7)

  1. Kur’ân’ın Bizzat Kendisi: Kelâmullah

Kur’ân, Allah’ın insanlığa hitabıdır. Kelâmullah’tır.
Her bir ayet bir kelâmdır; her kelâm bir mana denizidir. Kur’ân, sadece okunacak değil, “anlaşılacak, yaşanacak ve anlatılacak” bir kelâmdır.

Sonuç: Kelâmın Gücü ve Mesajı

Kelâm, insanoğlunun hem en güçlü hem de en tehlikeli vasfıdır. Kur’ân’da bu kudretin terbiye edilmesi, doğruya yöneltilmesi emredilir. Kelâm, ya bir nur olur yol gösterir, ya da bir ateş olur yakar.

Allah konuşandır, peygamberler kelâmın taşıyıcılarıdır, insan ise bu mesajı anlayan, aktaran ve sorumluluğunu taşıyan bir varlıktır.

ÖZET

Kur’ân’da “kelâm”, sadece söz söyleme değil; hakikati beyan etme, doğruyu ayırma, hikmeti aktarma vesilesidir. “Kelâm, kavl, hitâb, nutk, nidâ, vahy, sıdk” gibi birçok kavram bu gerçeğin çeşitli yönlerini temsil eder. Allah’ın kullarına kelâmı, hem bir rahmet hem de bir hesap vesilesidir. Konuşma, hem ilmi hem de ahlaki bir eylemdir. Kur’ân’ın kendisi ise Kelâmullah olarak tüm sözlerin en güzeli, en hikmetlisidir.

 




Her Zerrenin Şehadeti: İman ve İnsanlık Halleri Üzerine Bir Düşünce

Her Zerrenin Şehadeti: İman ve İnsanlık Halleri Üzerine Bir Düşünce

Evrenin en ücra köşesindeki bir zerreden, galaksilerin muazzam hareketine kadar her varlık, Halık’ının kudretini ve hikmetini fısıldayan bir lisan-ı hal ile konuşur. Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri’nin ifade ettiği gibi: “Herbir zerre, mebde’-i hareketinde lisan-ı hal ile der: ‘Ben, Allah’ın namıyla, hesabıyla, ismiyle, izniyle, kuvvetiyle hareket ediyorum.'”
Bu derin hakikat, kâinatın her bir parçasının ilahi bir irade ile hareket ettiğini, tesadüflerin veya kendi başınalığın söz konusu olmadığını bize haykırır. Bu, sadece fiziki âleme dair bir gözlem değil, aynı zamanda insanın varoluşsal serüvenine dair de bir yol haritasıdır.

Bu fani dünya, aldatıcı bir cazibeye sahip olsa da, aslında ebedi bir âlemin levazımatını yetiştiren bir tarladır.
“Şu âlem çendan fânidir, fakat ebedi bir âlemin levazımatını yetiştiriyor. Çendan zâildir, geçicidir; fakat baki meyveler veriyor, baki bir zatın baki esmasının cilvelerini gösteriyor.” Sözler’in bu vecizesi, dünyanın gelip geçici olduğunu, ancak üzerinde yaşanan her anın, atılan her adımın, verilen her kararın sonsuz bir karşılığı olduğunu hatırlatır.

İnsan, bu fani mekânda, baki bir hayatın inşası için imtihan edilmektedir. Bu imtihanın en belirgin tezahürü ise, “Ben tok olayım da, başkası açlığından ölse ölsün bana ne” ve
“Sen zahmetler içinde boğul ki, ben nimetler ve lezzetler içinde rahat edeyim” diyen iki yıkıcı kelimenin yol açtığı sosyal felaketlerdir. Bediüzzaman’ın İşarat-ül İ’caz’da işaret ettiği gibi, toplumdaki ihtilaller, fesatlar ve ahlaki çöküntüler bu bencil ve hedonist yaklaşımlardan neşet eder. Bu, insanlık tarihinin sayfalarında defalarca şahit olduğumuz bir gerçektir. Nice medeniyetler, bencilliğin ve başkalarının ıstırabına kayıtsız kalmanın zehirli meyvelerini tattıktan sonra yıkılmıştır.

İman ve küfür arasındaki fark, sadece soyut bir inanç meselesi değildir; aynı zamanda bir hayat biçimidir.
“Küfür yolunda yürümek, buzlar üzerinde yürümekten daha zahmetli ve daha tehlikelidir. İman yolu ise, suda, havada, ziyada yürümek ve yüzmek gibi pek kolay ve zahmetsizdir.”
Bu benzetme, küfürde dahi bir zahmet ve risk olduğunu, imanın ise bir genişlik, huzur ve kolaylık sunduğunu anlatır. Kâfir, dünyada hasenatının mükafatını görürken, mümin seyyiatının cezasını görür. Bu, dünyanın kafire cennet (yani ahirete nisbeten), mümine cehennemdir (yani saadet-i ebediyesine nisbeten) denilmesinin hikmetidir. Zira imanın derinliği, ahirete yönelik bir hazırlık ve beklenti ile dolu olduğu için, dünyadaki zorluklar dahi birer arınma ve yükseliş vesilesi haline gelir.

Ne yazık ki, insanlığın çoğunluğu bu ince farkı gözden kaçırır. Dünyevi hayata yirmi üç saatini harcayıp, ebedi hayata bir tek saatini sarf etmeyenlerin durumu, Risale-i Nur’da düşündürücü bir şekilde ele alınır. Bu, nefse zulmetmek ve akla aykırı hareket etmek değil midir?
Oysa, “Ey insan! Sen eğer nefis ve şeytanı dinlersen esfel-i safilîne düşersin. Eğer Hak ve Kur’an’ı dinlersen a’lâ-yı illiyyîne çıkar, kâinatın bir güzel takvimi olursun.” Bu sözler, insanın potansiyelini ve tercihlerin önemini anlatır.
İnsan, ya şeytanın ve nefsinin esiri olup en aşağı seviyelere düşecek ya da hakikatin ve Kur’an’ın rehberliğinde yükselerek kâinatın en güzel örneği olacaktır.

Müslüman topluluğun ibadetlerindeki birlikteliği de büyük bir sırrı barındırır. Cemaatle kılınan namaz ve sair ibadetlerde her bir fert, kendi ibadetinden kazandığı miktardan çok daha fazla sevabı cemaatten kazanır. Bu, İslam’ın toplumsal boyutunu, yardımlaşmayı ve dayanışmayı teşvik eden ruhunu gösterir. Çünkü iman, bireyselliği aşan, bir topluluğun ortak bilinci ve gücüyle daha da anlam kazanan bir sebeptir.

Son olarak, musibetlerin gelip çattığında sadece zalimlere mahsus kalmayıp masumları da yakacağı uyarısı, sadece bireysel değil, toplumsal sorumluluğu da beraberinde getirir. Toplumdaki fesat ve zulüm, eninde sonunda tüm fertleri etkileyen bir ateş haline gelebilir. Bu nedenle, adalet ve iyilik üzere bir yaşam sürmek, sadece kişisel kurtuluş için değil, aynı zamanda toplumun huzur ve selameti için de elzemdir.

Özet:
Bu makale, Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ndan alınan vecizeler ışığında, kâinatın ilahi bir düzene tabi olduğunu ve her zerrenin yaratıcısını ilan ettiğini anlatır.
Fani dünyanın ebedi âlemin bir tarlası olduğu ve insanın burada yaptığı tercihlerin sonsuzluktaki karşılığının önemi üzerinde durulmuştur.
Özellikle bencillik ve hedonizmin toplumsal yıkıma yol açtığı, imanın ise huzur ve kolaylık getirdiği belirtilmiştir.
Makalede, insanın nefis ve şeytanın etkisiyle düşebileceği düşük seviyelerle, hak ve Kur’an’ın rehberliğinde ulaşabileceği yücelikler karşılaştırılmıştır. Cemaatle ibadetin önemi ve musibetlerin yalnızca zalimleri değil, masumları da etkileyebileceği uyarısıyla, bireysel ve toplumsal sorumluluğun altı çizilmiştir.
Tüm bu konular, okuyucuyu hem hikmetli düşüncelere sevk etmekte hem de imanî bir yaşamın gereklilikleri üzerine ibretli neticeler sunmaktadır.

www.tesbitler.com

 




Rızık: Semadan Yeryüzüne İnen İlahi Lütuf

Rızık: Semadan Yeryüzüne İnen İlahi Lütuf

Rızık Sadece Ekmek Değildir

Kur’ân-ı Kerîm’in en çok tekrarlanan hakikatlerinden biri şudur: Her canlı, rızkını Allah’tan alır. Ancak Kur’ân’da “rızık”, sadece yenen içilen gıdayla sınırlı değildir. O; hayatı sürdüren, kulun eline geçen her türlü maddi ve manevi nimet demektir. Hatta ilim, sağlık, güven, zaman ve iman dahi rızıktır. Çünkü rızık, sadece mideye değil, akla, kalbe ve ruha da verilir.

  1. Kur’ân’da “Rızık” ve Muradifleri

Kur’ân’da rızık (رِزْق) kavramı ve onunla aynı anlam kümesinde olan kelimeler dikkatle ele alınır:

  1. Rizk (رِزْق):

Doğrudan verilen nimet, geçimlik, gıda. En yaygın kullanılan kelimedir.

> “Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki, rızkı Allah’a ait olmasın.” (Hûd, 11/6)

  1. Ata (عطاء):

Karşılıksız bağış, cömertçe verilen nimet.

> “İşte bu, hesap gününde Rabbinden verilen kesintisiz bir bağıştır.” (Kehf, 18/31)

  1. Men (مَنّ):

Özel bir lütuf, ihsan. Bazen manevi rızıklar (hidayet gibi) için kullanılır.

  1. Ne‘im (نَعِيم):

Refah, rahatlık, bolluk nimeti.

> “Onlar nimet içinde yüzmektedirler.” (Saffât, 37/43)

  1. Fazl (فضل):

Allah’ın kuluna hak ettiğinden fazla vermesi, cömertliği.

> “Allah’ın fazlını isteyin.” (Nisâ, 4/32)

  1. Hibe (هبة):

Hiçbir karşılık beklemeden verilen hediye, bağış.

  1. Rızkın Kaynağı: Yalnızca Allah

Kur’ân’da rızık verenin yalnızca Allah olduğu, tekrar tekrar ifade edilir. O, hem yaratır, hem paylaştırır, hem de dilediğine bol, dilediğine ölçülü verir.

> “Allah, rızkı dilediğine bol verir, dilediğine daraltır.” (Ra’d, 13/26)

Bu gerçek, insanın rızık konusundaki hırs, kıskançlık, kaygı ve tembelliğini dengeleyen bir hakikattir. Çünkü:

Hırs: Her şeyi kendi çabasıyla kazandığını sanmakla doğar.

Haset: Rızkın Allah’tan değil, insanlar eliyle verildiğini zannetmekle oluşur.

Kibir: Nimeti kendinden bilmenin sonucudur.

III. Tarihî Boyut: Kavimler Rızıkla Sınandılar

Kur’ân’da birçok kavmin rızıkla imtihan edildiği anlatılır. Rızkı doğru kullanmadıklarında, helâk veya azaba uğramışlardır:

İsrailoğulları, çölde kudret helvası ve bıldırcınla rızıklandırılmış; ama nankörlük etmişlerdir.

Sebe halkı, bolluk içinde yaşarken, şükretmemeleri sebebiyle rızıkları yoklukla değiştirildi. (Sebe, 34/15-16)

Mekke müşrikleri, rızık korkusuyla kız çocuklarını diri diri gömerken, Allah onları azapla uyarmıştır. (En‘âm, 6/151)

Bu örnekler, nimetlerin şükürsüzlükle yok olabileceğini gösterir.

  1. Rızkın Şekilleri: Gözle Görülen ve Görülmeyenler

Kur’ân’daki “rızık” tanımı, modern bilimle örtüşecek şekilde çok boyutludur. Rızıklar sadece fiziksel değil, aynı zamanda:

Bedenî (maddi): Gıda, para, eşya.

Ruhî (manevî): Huzur, iman, ilim, sevgi.

Toplumsal: Barış, adalet, dostluk.

Zamanla ilgili: Ömür, fırsat, imkân.

Bu rızıkların bütün olarak görülmesi, insanın daha şükredici ve bilinçli yaşamasını sağlar. Bugün psikolojide “yaşam doyumu” kavramı, sadece ekonomik refah değil; anlam, aidiyet ve güven hissi gibi faktörleri de içine alır — bu da Kur’ân’daki rızık anlayışının derinliğini ortaya koyar.

  1. Rızık İçin Ne Yapmalı? Kur’ânî Denge: Sebep + Tevekkül + Şükür

Kur’ân’a göre rızık için:

Çalışmak gerekir: “Yeryüzünde dolaşın ve Allah’ın rızkından yiyin.” (Mülk, 67/15)

Allah’a güvenmek gerekir: “Rızık hususunda Allah’a tevekkül edin.” (Ankebût, 29/60)

Şükretmek gerekir: “Eğer şükrederseniz, elbette size artırırım.” (İbrahim, 14/7)

Bunlar, rızkın üç sacayağıdır: Çaba, güven ve şükür.

Sadece çalışmak yetmez; sadece dua etmek de yetmez. Kur’ân’da ideal insan; çalışan, ama kalbi Allah’a bağlı olandır.

  1. Aklî ve Hikmetli Bakış: Rızkın İlahi Adalet İçindeki Yeri

Zenginlik, her zaman üstünlük değildir; fakirlik de her zaman yetersizlik değildir. Allah:

Bazılarına çok vererek imtihan eder (şükür),

Bazılarına az vererek imtihan eder (sabır).

Rızkın eşit olmaması, adaletsizlik değil; imtihanın farklı şekilleridir. Aynı sorularla herkes sınanmaz.

VII. Düşündürücü Bir Gerçek: Rızık Takip Eder, Kaçılmaz

Rızıkla ilgili en hikmetli hakikatlerden biri şudur: “Rızık sizi takip eder; kaçsanız bile gelir.” Çünkü o, Allah’ın takdiridir. Hz. Ali (ra) şöyle der:

> “Rızık iki çeşittir: Biri senin peşinden gelir, diğeri senin peşinden gider.”

Bu bakış, endişe yerine tevekkül, hırs yerine huzur, kıskançlık yerine şükür getirir.

Sonuç ve Değerlendirme

Kur’ân-ı Kerîm’de “rızık”, sadece geçimlik değil; ilahi bağ, imtihan ve lütuf zinciri olarak görülür. Allah:

Rızkı yaratır,

Paylaştırır,

İmtihan eder,

Sorgular.

İnsan ise:

Kazanmakla değil, şükürle yücelir.

Kıskanmakla değil, paylaşmakla bereketlenir.

Unutmakla değil, hatırlamakla güven bulur.

Kur’ân’da rızık, hem nimet hem sınav, hem müjde hem sorumluluktur.

Özet:

Rızık, Kur’ân’da geniş kapsamlı bir kavramdır; sadece yiyecek değil, ilimden huzura kadar her şeydir.

Rızıkla ilgili kelimeler arasında rizk, ata, fazl, neîm, hibe gibi eş anlamlı kelimeler bulunur.

Rızkı veren yalnızca Allah’tır; dilediğine bol, dilediğine ölçülü verir.

Tarih boyunca şükürsüzlük rızkın kesilmesine, israf ve zulüm ise helâke sebep olmuştur.

Kur’ân, çalışmayı, tevekkülü ve şükrü birlikte öğütler.

Rızık dağılımındaki farklılıklar, imtihanın bir parçasıdır; Allah katında asıl ölçü şükür ve sabırdır.

Rızık, kaçılan değil; Allah tarafından gönderilen, hikmetle belirlenen bir nimettir.

www.tesbitler.com

 




Ateşin Çağı: Şeytanın Unsuru, İnsanın İmtihanı

Ateşin Çağı: Şeytanın Unsuru, İnsanın İmtihanı

Ateşten Gelen Tehdit

Kur’an-ı Kerîm, şeytanın ateşten yaratıldığını bildirir:
“Ben ondan (Adem’den) üstünüm; beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın.” (A’râf, 12)

Ateşten yaratılan şeytan, ateşin tabiatını taşır: yakıcı, tahrip edici, fitne çıkarıcı. Bu tabiat, sadece maddi bir ateş olarak değil; kin, öfke, savaş, kibir, hırs, haset ve azgınlık gibi manevî yangınlar olarak da tezahür eder. Bugün şeytan ve mensupları, insanlığı ve dünyayı bir ateş çemberine almış gibidir.

Kâinatın Unsurları ve Denge Yasası

Cenâb-ı Hak kâinatı dört ana unsurdan inşa etmiştir: toprak, su, hava, ateş. Bu unsurların her biri yaratılışta ayrı bir hikmet ve fonksiyon üstlenmiştir:

Toprak: Huzur ve sabır.

Su: Hayat ve rahmet.

Hava: Nefes ve serinlik.

Ateş: Enerji ve imtihan.

Eğer bu unsurlardan biri haddinden fazla artarsa, denge bozulur, zulüm ve felaket baş gösterir. Bugün dünyada “ateş” artmış, toprak kurumuş, su tükenmiş, hava kirlenmiştir. Bu hâl, tabiatın feryadı, insanlığın çığlığıdır.

Tarihten Günümüze Ateşin Hükmü

Tarih boyunca ateş, hem bir medeniyet aracı olmuş hem de bir yıkım silahı. Hz. İbrahim ateşe atıldı, Musa’nın Tur’da tecelli eden Rabbîyle ilk teması bir ateşle oldu. Firavun’un orduları ve Nemrud’un krallığı, zulüm ateşiyle yükseldi ama sonunda o ateşte helâk oldular.

Orta Çağ’da Engizisyon ateşle hüküm verdi, kitapları yaktı. 20. yüzyılda Hiroşima ve Nagazaki atom ateşiyle kavruldu. 21. yüzyılda ateş, artık bombalarda, ormanlarda, sanayide ve kalplerde yer etmeye başladı. Fizikî ateş yetmedi, dijital ateş ve medya yangınları da devreye girdi.

Bugün: Fizikî ve Manevî Yangınlar

Savaşlar: Ukrayna, Gazze, Yemen, Sudan… her yerde barut kokusu, alev içinde şehirler.

Orman Yangınları: İnsan eliyle çıkarılan ve “ormanların ciğerini” yakan ateşler.

Toplumsal Fitneler: Irkçılık, mezhepçilik, siyasal ayrışmalar birer iç yangındır.

Aile Yangınları: Boşanmalar, şiddet, nesil çatışmaları; manevî yangınların en derinidir.

Bu ateşlerin arkasında, insanı ateşle kışkırtan bir düşman vardır: Şeytan. Onun görevi bellidir: Yakmak, yıkmak, ayrıştırmak, azdırmak.

Bilimsel Gerçekler: Isınan Dünya, Soğuyan Vicdan

Küresel ısınma, gezegenin ateşini sürekli yükseltiyor. Sıcaklık artışı, buzul erimeleri, kuraklık, tarım felaketleri…

Karbon salınımı, insan eliyle artırılıyor. Sanayi, ulaştırma, tüketim çılgınlığı…

Psikolojik ısı, yani stres, öfke, sabırsızlık… Toplumlar manevî olarak da ısınıyor, patlama noktasına geliyor.

Dünya yanıyor. Hem hakikaten, hem mecazen.

Kur’an’dan Hikmet: Ateşi Sönenin Kalbi Güzelleşir

Kur’an-ı Kerîm’de şöyle buyrulur:

> “Kim izzet ve şeref istiyor idiyse, bilsin ki, izzet ve şerefin hepsi Allah’ındır. O’na ancak güzel sözler yükselir (ulaşır). Onları da Allah’a amel-i sâlih ulaştırır. Kötülüklerle tuzak kuranlara gelince, onlar için çetin bir azap vardır ve onların tuzağı bozulur.” (Fâtır, 10)

İnsanoğlu hangisine üfler ve beslerse dünyada o hakim olur ve yaygınlaşır.

Ayet; kibirle, hileyle, fitneyle yükselmeye çalışanların sonunda yok olacağını bildirir. Ateşi büyütenin eli sonunda yanar. Oysa güzel söz (tevhid, dua, salavat), salih amel (iyilik, infak, adalet) ateşi söndürür, insanı izzete ulaştırır.

Çözüm ve Kurtuluş: Hangi Unsuru Besliyoruz?

Şeytanın unsuru ateş ise, insanın unsuru topraktır. Toprak alçakgönüllüdür, söndürür. Su, rahmettir; akarsa bereket getirir. Hava, nefes verir. Biz hangi unsuru çoğaltıyoruz?

Bugün medyada, siyasette, evlerde, ekranlarda, savaşlarda ateş çoğaltılıyor. Halbuki insanlığın kurtuluşu, ateşi söndürecek bir hakikatte gizli.

> “Fitne ateşini söndürmek sadakadır.”

Sonuç: Şeytan Ateşlediyse, Sen Su Ol!

Ateşi ateşle söndüremeyiz. Şeytanın yaydığı öfke, kin ve ayrışma ateşine karşı sabır, hikmet ve merhamet suyu gerekir.
Bugün şeytan tüm mensuplarıyla devrededir. Ama Allah’ın vaadi haktır:

> “Gerçekten şeytanın hilesi zayıftır.” (Nisâ, 76)

Yeter ki biz şeytanın silahıyla değil, imanın sükûnetiyle karşı duralım.
Ateş harlanmışsa da, hakikatin yağmuru her an rahmet olup üzerine inebilir.

ÖZET

Bu makalede, şeytanın ateşten yaratılışına ve bugünkü dünyada yaygınlaşan “ateş temelli” tehditlere (savaşlar, orman yangınları, sosyal fitneler) dikkat çekilmiştir. Kur’anî bir perspektifle, kâinatın dört temel unsurundan olan ateşin haddinden fazla çoğaldığında nasıl yakıcı ve yıkıcı olduğuna işaret edilmiştir. Bilimsel, tarihî ve ahlâkî verilerle desteklenen yazı, çözüm olarak Kur’an’daki ilkeye yönelir: Güzel söz ve salih amel ile ateşi söndürmek. Şeytanın ateşi harlarken bizim su olmamız, toprak gibi alçalmamız ve merhametle yaklaşmamız gerektiği anlatılır.

 




Ölümden Hayata, Hayattan Sonsuzluğa: Rum Suresi 19. Ayetin Düşündürdükleri

Ölümden Hayata, Hayattan Sonsuzluğa: Rum Suresi 19. Ayetin Düşündürdükleri

“(O,) ölüden diriyi çıkarır; diriden de ölüyü çıkarır; ve yeryüzünü ölümünden sonra diriltir. İşte (siz de kabirlerinizden) böyle çıkarılacaksınız.”
Rum, 30/19

  1. Giriş: Ölümle Başlayan Hayat

İnsanlık, varoluşunun en büyük sorularıyla yüz yüze kaldığında, en derin cevapları tabiatın içinde arar. Ölüm ve diriliş, yokluk ve varlık, gece ile gündüz gibi zıtlıklar; evrenin döngüsel diliyle bize Allah’ın kudretini fısıldar. Rum Suresi 19. ayet, bu kudretin hem mecazî hem hakiki boyutunu gözler önüne serer. Bu ayet, sadece biyolojik bir döngüyü değil, insanlığın kaderine dair metafizik bir hakikati de beyan eder.

  1. “Ölüden Diriyi, Diriden Ölüyü Çıkarır” Ne Demektir?

Bu ifade, yaratılışın karşıtlıklardan doğduğunu gösteren muazzam bir ilahi düzendir.

  • Kuru, ölü gibi duran tohumdan canlı bir ağaç çıkar.
  • Anne babadan bir çocuk doğar; sonra o çocuk büyür ve bir gün ölür.
  • Gece karanlığından gündüzün aydınlığı çıkar; sonra o gündüz yeniden geceye döner.

Bütün bu zıtlıklar, Allah’ın hem canlılık hem yokluk üzerinde mutlak bir tasarrufa sahip olduğunu gösterir. Dirilik ve ölüm, onun için sadece bir emirle gerçekleşen hallerdir.

  1. Yeryüzünün Dirilişi: Sessizlikten Fışkıran Hayat

Yağmurun düşmediği bir toprak, ölü gibidir. Ne ot biter, ne çiçek açar, ne de kuş ötüşü duyulur. Sonra bir gün gökten rahmet iner. Ve her şey canlanır:

  • Kuruyan dallar yeşerir,
  • Toprağın çatlaklarından filizler çıkar,
  • Hayat yeniden başlar.

İşte bu tablo, ahiretin küçük bir provasından başka bir şey değildir. Kur’an, tabiatın dirilişini ahirete işaret eden bir delil (ayet) olarak sunar.

  1. “Siz de Kabirlerinizden Böyle Çıkarılacaksınız”

İnsanoğlu toprağa gömülür. Bedeni çözülür, unutulur. Ama Kur’an der ki:

“Toprak neyi yuttuğunu bilir.” (Kaf, 50/4)

Yani unutan toprak değildir, unutan insandır. Bir gün sura üflenince, tıpkı baharda uyanan toprak gibi, kabirler açılacak, bedenler ayağa kalkacak, ruhlar yeniden dirilecek. Bu, ölümün son değil, başlangıç olduğuna dair ilahi bir teminattır.

  1. Tarihten Bir Sahne: Bir Çölün Dirilişi

İbn Haldun’un da belirttiği gibi, medeniyetler toprağa benzer. Önce doğar, sonra gelişir, ardından çürür ve ölür. Ama Allah dilerse, çöl gibi görünen bir toplum bile yeşerir. Arap yarımadasının çöle dönmüş kalbi, İslam’ın vahyiyle yeşermiştir. Bu da bir “ölüden diriyi çıkarma” tecellisidir.

  1. Hikmetli Bir Yorum: Ölü Kalplerin Dirilişi

Bazen kalpler de ölür:

  • Umutsuzlukla,
  • Günahla,
  • İman zayıflığıyla.

Ama Kur’an der ki:

“Ey iman edenler! Allah’ın hayat vereceği çağrısına cevap verin.” (Enfâl, 8/24)

Bu çağrı, sadece biyolojik değil, manevi bir diriliştir. Allah, hem toprağı hem kalpleri canlandırmaya kadirdir.

  1. Mantıki ve Teolojik Değerlendirme

İnsan aklı, yoktan var olmayı anlamakta zorlanabilir. Ama zaten bir kere yaratılmış olmak, ikinci yaratılışı mantıklı kılar.

  • Hiç yokken yaratıldık mı? Evet.
  • Öyleyse bir daha yaratılmamız mümkün mü? Elbette.

Kur’an, bu mantık silsilesiyle insanı hem ikna eder, hem de imanı temellendirir.

  1. Edebi Bir Temsil: Topraktan Doğan Sonsuzluk

“Toprağın diliyle konuşan yağmur,
kuru dallara nefes verir.
Her bahar bir haşirdir aslında;
her filiz, ölümün inkârıdır.”

Bu şiirsel anlatım, tabiatın içinde gizli olan diriliş sırrını kalbe dokunan bir şekilde ifade eder. Yağmurun toprağı diriltmesi, Allah’ın rahmet eliyle yeniden hayat vermesidir. Ve bu, ölüm sonrası dirilişin aynadaki akislerinden biridir.

  1. İbretlik Bir Ders: Umutsuzluğa Karşı Diriliş İnancı

İnsan bazen öyle bunalır ki;

  • Geleceği olmaz sanır,
  • Kurtuluşu kalmaz zanneder,
  • Dualarının karşılıksız olduğunu düşünür.

Oysa Rum 19. ayet şöyle der:

“Ölüden diriyi çıkaran Allah, seni de çaresizlikten çıkarır.”

Bu ayet, yalnızca mezar taşlarına değil, yaşayan kalplere de umut kazır.

  1. Kur’an’ın Bütünlüğünde Ayetle Bütünleşme
  • En’âm 95: “Allah, ölüden diriyi çıkarır, diriden ölüyü çıkarır.”
  • Hac 5: “Yeryüzüne bak! Onu kupkuru görürsün. Biz üzerine su indirdiğimizde titreşir, kabarır ve her güzel çiftten bitkiler bitiririz.”
  • Yasin 79: “Onları ilk defa yaratan diriltecektir; O her yaratmayı bilendir.”
  • Kaf 15: “Biz ilk yaratışta acze düşmedik. O halde ikinci yaratış da kolaydır.”

Bu ayetler, Rum 19’un Kur’an içindeki yankılarını, haşrin mantığını ve ilahi kudretin sürekliliğini gösterir.

Sonuç ve Düşündürücü Çağrı

Rum Suresi 19. Ayet, Allah’ın hem yaratıcı hem diriltici olduğunu bildirir. Bu sadece geçmişin değil, geleceğin de güvencesidir. Ayet, bizlere şunu haykırır:

“Toprak ölüyken nasıl yeşeriyorsa, sen de yoklukta yeniden var olacaksın. Ölüm son değil, Allah’a dönüş kapısıdır.”

İnanan bir kalp için bu ayet, ümidin ayetidir. Çünkü o kalp bilir ki, ne kadar kurursa kursun toprak; bir damla rahmetle yeniden hayat bulur.

Özet:

Rum Suresi 19. ayet; Allah’ın hem yaratma hem de diriltme kudretine işaret eden derin ve çok boyutlu bir ayettir. Bu ayette:

  • Ölüden dirinin, diriden ölünün çıkarılması,
  • Yeryüzünün ölümden sonra diriltilmesi,
  • İnsanların da bu şekilde kabirlerinden diriltilerek çıkarılacağı,

ayetle beyan edilir. Tabiatın döngüsü, ilahi kudretin sürekli ve mutlak oluşunu gözler önüne sererken, aynı zamanda ahiret inancına delil olarak sunulur. Ayet, hem kalplere umut verir, hem de insanı kendi sonu üzerine tefekküre davet eder.