HAYATTAKİ KİRLİKLİKLER ÖNCE DÜŞÜNCENİN KİRLENMESİYLE BAŞLAR

HAYATTAKİ KİRLİKLİKLER ÖNCE DÜŞÜNCENİN KİRLENMESİYLE BAŞLAR

Düşüncenin Kirlenmesi ve Hayattaki Kirlilikler: İslami ve İbretlik Bir Bakış

İnsan, Allah’ın yarattığı en şerefli varlık (eşref-i mahlûkat) olarak dünyaya gönderilmiştir. Ancak insanın şerefli olması, onun aklı ve düşünme kabiliyeti ile doğrudan bağlantılıdır. Kur’an-ı Kerim’de birçok ayette akletmek, düşünmek ve tefekkür etmek teşvik edilmiştir. Çünkü insanın kalbi ve zihni temiz oldukça, amelleri de temiz olur. Ancak düşüncenin kirlenmesi, zamanla amellere ve toplumsal yozlaşmaya sebep olur.

Düşüncenin Kirlenmesi Nasıl Başlar?

İnsanın zihni, tıpkı bir bahçe gibidir. Ona ne ekilirse, zamanla o yeşerir ve meyve verir. Eğer bu bahçeye güzel fikirler, ahlaki prensipler ve doğru inançlar ekilirse, insanın davranışları da güzel olur. Ancak bu bahçeye fesat, kin, nefret ve kötü düşünceler ekilirse, zamanla bireyin kalbi kararır ve topluma da zarar vermeye başlar.

Peygamber Efendimiz (s.a.v.), “Dikkat edin! Vücutta bir et parçası vardır; eğer o iyi olursa bütün vücut iyi olur, eğer o bozuk olursa bütün vücut bozuk olur. İşte o, kalptir.” (Buhari, Müslim) buyurarak, insanın iç dünyasının dış dünyasını nasıl şekillendirdiğine işaret etmiştir.

Düşüncenin Kirlenmesinin Sonuçları

1. Bireysel Yozlaşma: Kötü düşünceler önce bireyin kendi iç dünyasında bozulmalara yol açar. Haset, kibir, öfke ve nefret gibi duygular kalbi kirletir ve zamanla insana yanlış davranışlar yaptırır.

2. Ahlaki Çöküş: Düşüncenin kirlenmesi, insanın ahlaki değerlerini aşındırır. Yalan, hile, gıybet gibi günahlar normalleşir ve bireyin ruhu kararmaya başlar.

3. Toplumsal Kirlilik: Bireylerin iç dünyasındaki bozulma, zamanla topluma sirayet eder. Rüşvet, adaletsizlik, sömürü, israf ve ahlaki dejenerasyon gibi sorunlar, aslında bireylerin düşünce dünyalarındaki bozulmanın yansımasıdır.

Kur’an-ı Kerim’de “Şüphesiz ki Allah, bir kavim kendi içinde olanı değiştirmedikçe onların durumunu değiştirmez.” (Rad, 13/11) buyrularak, değişimin önce bireyin iç dünyasında başlaması gerektiği vurgulanmıştır.

Çözüm: Düşüncenin Arınması

Düşünceyi temiz tutmak, İslam’ın üzerinde önemle durduğu bir konudur. Bunun için şu hususlara dikkat etmek gerekir:

1. Tefekkür ve Zikir: Allah’ı sürekli anmak ve yaratılış üzerine düşünmek, insanın iç dünyasını temizler. “Bilesiniz ki, kalpler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur.” (Rad, 13/28) ayeti, bunun önemini vurgular.

2. İyi İnsanlarla Birliktelik: Peygamber Efendimiz (s.a.v.), “Kişi dostunun dini üzeredir. O hâlde kiminle dostluk ettiğinize dikkat edin.” (Ebu Davud, Tirmizi) buyurarak, çevrenin insanın düşüncelerini etkilediğine işaret etmiştir.

3. Helal Lokma: İnsanın yediği gıdalar bile düşüncelerini etkiler. Helal ve temiz lokma, ruhu besler ve düşünceleri berraklaştırır.

4. Kur’an ve Sünnet’e Bağlılık: Kur’an okumak ve Peygamber Efendimizin (s.a.v.) hadislerine uymak, zihni ve kalbi arındırır.

Sonuç

Düşünce, insanın en büyük sermayesidir. Eğer düşüncelerimiz temiz olursa, hayatımız da temiz olur. Ancak düşünceler kirlenirse, bu kirlilik önce bireyin kalbinde, sonra amellerinde ve en sonunda toplumda kendini gösterir. Bu yüzden Müslüman, zihnini ve kalbini sürekli temiz tutmalı, kötü düşüncelerden arınarak ahlaki güzellikleri hayatına hâkim kılmalıdır. Çünkü gerçek temizlik, önce kalpte ve düşüncede başlar.

Allah bizleri, kalbini ve düşüncelerini temiz tutan salih kullarından eylesin. Amin.

 




DÜNYA HERKESİN KENDİSİNİ BİLDİĞİ, BULDUĞU VE KENDİSİ OLDUĞU BİR YERDİR . -2-

DÜNYA HERKESİN KENDİSİNİ BİLDİĞİ, BULDUĞU VE KENDİSİ OLDUĞU BİR YERDİR . -2-

### Dünya: Kendini Bilmenin, Bulmanın ve Olmanın İmtihan Sahnesi
Dünya, insanın kendini tanıma, anlamlandırma ve gerçek benliğine ulaşma yolculuğunda bir imtihan sahasıdır. İslam’a göre bu yolculuk, sadece biyolojik bir varlık olmanın ötesinde, ruhun ve kalbin terbiyesini gerektirir. Hz. Peygamber’in (s.a.v.) “Kim nefsini tanırsa Rabbini tanır” hadisi, bu hakikatin temelini oluşturur. Peki insan, bu dünyada kendini nasıl “bilir”, “bulur” ve “olur”? İşte İslami perspektiften ibret ve tefekkürle dolu bir cevap…

#### 1. **Nefsini Bilmek: İlahi Bir Farz**
İslam, insanın kendini tanımasını farz-ı ayn olarak niteler. Modern psikolojinin aksine, insanı sadece biyolojik ve sosyal bir varlık olarak görmek, onun özünü unutmasına yol açar. Kur’an-ı Kerim’de, “Allah’ı unutan ve bu yüzden kendilerini unutturanlar” ifadesi, bu tehlikeyi hatırlatır. Nefsini bilmek, kalpteki hastalıkların (kibir, haset, bencillik) farkına varmak ve bunları tedavi etmekle mümkündür. Her Müslüman, kendi nefsinin psikoloğu olmalı; zira bu, Allah’a yakınlaşmanın ilk adımıdır.

**İbret:** İnsan, kibrini fark ettiğinde tevazuya, hasedini gördüğünde şükre ulaşır. Bu farkındalık, imanın nurudur.

#### 2. **Kendini Bulmak: Mensubiyet ve Anlam Arayışı**
Kendini bulmak, yalnızca içe dönük bir süreç değil; köklerle, toplumla ve Allah’la kurulan bağın keşfidir. Tasavvufta dünya, “yakın hayat” (el-hayâtü’d-dünyâ) olarak tanımlanır; geçici süslerle aldanmamak, kalıcı olanı aramak esastır. Ayette buyrulduğu üzere, “Dünya hayatı aldatıcı bir metadan ibarettir” (Âl-i İmrân, 3:185). Gerçek benliğe ulaşmak, bu aldanışı fark edip ahiret odaklı bir bilinç geliştirmekle mümkündür.

**Düşündürücü Soru:** Maskelerimizle yaşadığımız bir hayat, bizi ne kadar “kendimiz” yapar?

#### 3. **Kendin Olmak: Sorumluluk ve Fedakârlık**
Kendini bilen ve bulan insan, artık “olma” sorumluluğunu taşır. İslam’da “faydalı insan” olmak, Peygamber’in (s.a.v.) “İnsanların en hayırlısı, insanlara faydalı olandır” emrinin gereğidir. Dünya, bireysel çıkarların değil; adaletin, merhametin ve fedakârlığın hâkim olduğu bir yer olmalıdır. Modern dünyanın benmerkezci değerleri, insanı yalnızlaştırırken; İslam, toplumsal dayanışmayı ve kardeşliği öne çıkarır.

**Örnek:** Hz. Ömer’in (r.a.) adaleti, sadece bir yönetici olarak değil; nefsini terbiye eden bir mümin olarak “kendini bilmesi”nden kaynaklanıyordu.

#### 4. **Dünya-Ahiret Dengesi: Geçici Olanla Kalıcı Olanın Terazisi**
Kur’an, dünya hayatını “yağmurla yeşerip sonra kuruyan bitkiye” benzetir (Yûnus, 10:24). Bu metafor, insana şu soruyu sordurur: “Geçici süsler peşinde koşarken, kalıcı eserler bırakabiliyor muyum?” İslam, dünyayı kötülemez; ancak onu ahiretin gölgesinde anlamlandırır. “Rabbimiz! Bize dünyada da âhirette de iyilik ver” duası (Bakara, 2:201), bu dengeyi sağlamanın rehberidir.

**Tefekkür:** Bir gülün ömrü kısadır, ama kokusu kalıcıdır. İnsanın dünyadaki amelleri de böyledir.

#### 5. **Toplumsal Ayna: Başkalarında Kendini Görmek**
Kendini bulmak, yalnızca manevi bir yolculuk değil; toplumla etkileşimle şekillenen bir süreçtir. Hadis-i şerifte, “Mümin, başkası için istediğini kendisi için isteyendir” buyrulur. İnsan, başkalarının ihtiyaçlarına cevap verirken kendi benliğini inşa eder.

**İbretli Hikâye:** Mevlânâ’nın “Sen göründüğün şey değilsin; sen, aynalarda gördüğün yansımasın” sözü, insanın toplumdaki rolünü hatırlatır.

### Sonuç: Dünya Bir Aynadır; Kendini Görebilenler İçin…
Dünya, insanın kendini tanıma, bulma ve olma sınavıdır. Bu sınavda başarı, nefsin farkındalığından, toplumsal sorumluluktan ve ahiret bilincinden geçer. Unutmamak gerekir: “Allah, bir toplumu değiştirmez, onlar kendilerini değiştirmedikçe” (Ra’d, 13:11). Kendini bilen, bulan ve “kendisi olan” insanların inşa ettiği bir dünya, ancak adalet, merhamet ve tevazu ile ayakta kalabilir.

**Dua ve Çağrı:** Rabbimiz! Bizi nefsimizi bilen, hakikati bulan ve kulluk bilinciyle “kendisi olan”lardan eyle. Âmin.

 

 




DÜNYA HERKESİN KENDİSİNİ BİLDİĞİ, BULDUĞU VE KENDİSİ OLDUĞU BİR YERDİR .-1-

DÜNYA HERKESİN KENDİSİNİ BİLDİĞİ, BULDUĞU VE KENDİSİ OLDUĞU BİR YERDİR .-1-

Dünya: Herkesin Kendini Bildiği, Bulduğu ve Kendi Olduğu Bir Yer

Dünya, insanın hakikat yolculuğunu yaptığı, kendini tanıdığı ve varoluş gayesini keşfettiği bir imtihan yeridir. Her insan, bu dünyada kendi fıtratı, seçimleri ve niyetleri doğrultusunda bir yol çizer. Kimi hakikati bulur, kimi kendisini kaybeder. Ancak herkes, sonuçta kendi yaptıklarıyla şekillenir ve kendi gerçeğini yaşar.

Bu açıdan, İslam’ın bakış açısıyla dünya, bir tarla gibidir: İnsan, burada ne ekerse ahirette onu biçer. “Dünya herkesin kendisini bildiği, bulduğu ve kendisi olduğu bir yerdir” sözü, aslında insanın kendi özünü keşfetmesinin, fıtratına uygun bir hayat sürmesinin ve seçimlerinin sonucuyla yüzleşmesinin kaçınılmaz olduğunu anlatır.

Kendini Bilmek: İnsan Nefsinin Farkında Olmalı

İslam, insanın önce kendisini tanımasını, nefsini bilmesini ve Rabbine yönelmesini öğütler. “Kendini bilen, Rabbini bilir” (Hadis-i Şerif) sözü, insanın hakikat yolculuğunun önce kendi iç dünyasını tanımaktan geçtiğini gösterir.

Kur’an’da Yüce Allah şöyle buyurur:

“Biz ona (insana) iki yolu göstermedik mi?” (Beled, 90:10)

Bu ayet, insanın dünya hayatında kendi seçimleriyle yolunu belirleyeceğini ve sonuçlarına katlanacağını anlatır. İnsan, ya nefsinin esiri olur ve kaybolur ya da hakikati arar ve özünü bulur.

Dünya, insanın kendini tanıdığı bir yerdir. Kimi mal ve mülk hırsıyla yanılır, kimi şöhret ve makam peşinde ömrünü tüketir. Ancak gerçekten “kendini bilen” kişi, faniliğini kavrar ve bu dünyanın bir sınav yeri olduğunu idrak eder.

Kendini Bulmak: Hakikati Keşfetmek

Her insan, bu dünyada bir arayış içindedir. Kimileri doğru yolu bulur, kimileri gaflette kalır. Kur’an’da şöyle buyrulur:

“Kim hidayeti seçerse, bunu ancak kendi iyiliği için seçmiş olur. Kim de saparsa, ancak kendi zararına sapmış olur.” (İsra, 17:15)

Bu ayet, insanın yaptığı seçimlerin kendi kaderini belirlediğini vurgular. İnsan, dünyada hakikati arayıp bulanlardan mı olacak, yoksa nefsine uyup kaybolanlardan mı? İşte dünya, herkesin bu sorunun cevabını verdiği yerdir.

Gerçek anlamda “kendini bulan” insan, Allah’ın rızasını arayan insandır. Kur’an’da Allah, kendisini arayanlara şu müjdeyi verir:

“Beni anın ki ben de sizi anayım.” (Bakara, 2:152)

Bu, insanın dünya hayatındaki en büyük keşfidir: Rabbini bulmak, O’na yönelmek ve bu fani hayatta ebedi saadeti kazanmak.

Kendisi Olmak: İnsan Kendi Seçimlerini Yaşar

Dünya, insanın kendisini gerçekleştirdiği bir yerdir. Her insan, seçimleriyle kendi kimliğini oluşturur. Kimisi adaletli olur, kimisi zalimleşir. Kimisi imanla yaşar, kimisi gaflet içinde ömrünü tüketir.

Kur’an’da şöyle buyrulur:

“Kim zerre kadar hayır işlerse onu görür. Kim de zerre kadar şer işlerse onu görür.” (Zilzal, 99:7-8)

Aslında kendini görür, kendini bilir ve kendi olur.

Bu ayet, insanın dünyada yaptığı her şeyin kaydedildiğini ve sonunda karşısına çıkacağını gösterir. Her insan, bu dünyada yaptığı seçimlerle kendi ahiretini inşa eder.

Gerçek anlamda “kendisi olmak”, insanın fıtratına uygun yaşamasıdır. Allah insanı tertemiz bir fıtrat üzere yaratmıştır. Ancak dünya, insanın bu fıtratı koruyup koruyamayacağını test ettiği bir yerdir.

Sonuç: Dünya Bir Ayna Gibidir

Dünya, herkesin kendisini bildiği, bulduğu ve kendisi olduğu bir yerdir. Her insan, burada kendi hakikatini yaşar. Kim Allah’a yönelirse, huzuru bulur. Kim nefsine uyarsa, kaybolur.

Bu dünya bir ayna gibidir: İçimizdekini yansıtır. Kötülük tohumu eken, kötülükle karşılaşır. İyilik tohumu eken, iyilikle karşılaşır.

O halde insan, dünyaya neden geldiğini, ne yapmak istediğini ve bu hayatı nasıl geçirdiğini sorgulamalıdır. Çünkü herkes, burada kendi yolunu çizer ve ahirette de kendi çizdiği yolun karşılığını bulur.

 

 




FITRAT FITRİ OLANI KABUL ETMEZ

FITRAT FITRİ OLANI KABUL ETMEZ

“Fıtrat, fıtri ve layık olmayan şeyi reddeder, atar. “

Fıtratın Hakikati: Yaratılışın Reddettiği Şeyler

İnsan, yaratılıştan gelen saf ve temiz bir yapıya sahiptir. İslam’da buna fıtrat denir. Fıtrat, insanın özündeki saf hakikati ve doğruyu arayan yapısıdır. Bediüzzaman Said Nursî’nin ifadesiyle, “Fıtrat, fıtrî ve lâyık olmayan şeyi reddeder, atar.” Bu söz, insanın yaratılışına uygun olmayan şeyleri sevki ilahi olarak kabul etmeyeceğini, aksine onları reddedeceğini anlatır.

Ancak modern çağda, insanlar bazen fıtratlarının sesini duymakta zorlanır. Çünkü dış etkenler, alışkanlıklar ve toplum baskısı, insanın özündeki bu hakikati köreltebilir. Bu makalede, fıtratın neyi reddettiğini, neden reddettiğini ve insanın nasıl yeniden fıtratına dönebileceğini inceleyeceğiz.

1. Fıtrat Nedir ve Neden Önemlidir?

Fıtrat, insanın yaratılıştan gelen ilahi kodudur. Allah (c.c.), her insanı saf bir şekilde yaratmıştır:

> “O hâlde sen yüzünü, Allah’ı birleyici olarak dine, Allah’ın insanları üzerinde yarattığı fıtrata çevir. Allah’ın yaratmasında değişme yoktur. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.” (Rum, 30/30)

Bu ayet, Allah’ın insanı tertemiz bir fıtrat ile yarattığını ve aslında tüm insanların hakikati tanıyabilecek bir kalbe sahip olduğunu gösterir. Ancak zamanla çevresel faktörler, insanın bu saf yapısını değiştirebilir.

Bir hadiste de Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyurur:

> “Her doğan çocuk fıtrat üzere doğar. Sonra anne-babası onu Yahudi, Hristiyan veya Mecusi yapar.” (Buhârî, Cenaiz 79; Müslim, Kader 22)

Bu hadis, insanın doğuştan temiz olduğunu, ancak dış etkenlerin onu farklı yönlere çekebileceğini gösterir. Fakat ne kadar değişime uğrarsa uğrasın, insanın fıtratı aslında hep doğrudan yana olacaktır.

2. Fıtratın Reddettiği ve Kabul Etmediği Şeyler

Fıtrat, insanın yapısına uygun olmayan şeyleri kabul etmez ve reddeder. İşte fıtratın doğal olarak reddettiği bazı şeyler:

1) Adaletin Bozulması ve Zulüm

İnsan, yaratılış gereği adaleti sever ve zulmü reddeder. Hangi toplumda olursa olsun, insanlar adaletli bir yönetimi arzu eder. Bir insan kendi çıkarı için zulmü savunabilir, fakat içinde her zaman bir huzursuzluk hisseder.

Haksızlık karşısında içimizde bir rahatsızlık hissediyorsak, bu fıtratımızın zulme karşı olduğunu gösterir.

Küçük bir çocuğa haksızlık yapıldığında bile içimizde bir öfke uyanıyorsa, bu fıtratın bir sonucudur.

> “Zulüm ile abad olanın, ahiri berbat olur.” (Atasözü)

Fıtrat, zulmün ve adaletsizliğin sürdürülebilir olmadığını bilir. Bu yüzden haksız düzenler eninde sonunda yıkılır.

2) Yalan ve Riyakârlık

İnsan doğası gereği doğruyu sever ve yalandan nefret eder. Bunu anlamak için küçük çocukları gözlemleyebiliriz.

Bir çocuk, kendisine yalan söylendiğini fark ettiğinde güvensizlik hisseder.

Eğer sürekli yalan söylenirse, içindeki fıtri temizlik kirlenir ve yalanı normal görmeye başlar.

Ancak ne kadar alışırsa alışsın, fıtratının derinliklerinde bir huzursuzluk hisseder.

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

> “Doğruluk iyiliğe, iyilik cennete götürür. Yalan ise kötülüğe, kötülük de cehenneme götürür.” (Buhârî, Edeb 69)

Bu hadis, doğruluğun fıtratın gereği olduğunu ve insanın iç huzurunu ancak hakikatle bulabileceğini gösterir.

3) Haram ve Helal Dengesi

İnsan, yaratılışı gereği helal olan şeylere meyleder ve haramlardan uzak durmak ister. Ancak alışkanlıklar ve çevresel etkenler, zamanla insanın harama duyarsızlaşmasına yol açabilir.

Örneğin:

Temiz gıdalar insanın bedenine iyi gelirken, haram yiyecekler ve içkiler zarar verir.

Fıtrat, haramın zararlarını önce bedende, sonra ruhta gösterir.

Allah (c.c.), insana haram olan şeyleri yasaklamıştır çünkü bunlar fıtrata uygun değildir. Kur’an’da şöyle buyurulmuştur:

> “Ey iman edenler! Allah’ın size helal kıldığı güzel şeyleri haram kılmayın ve haddi aşmayın. Çünkü Allah haddi aşanları sevmez.” (Maide, 5/87)

Fıtrat, Allah’ın koyduğu sınırları tanır ve bunlara uyduğunda huzur bulur.

3. Fıtratın Bozulması ve Geri Dönüş Yolları

Peki, insanlar neden bazen fıtratlarının sesini duyamaz hâle gelir? Bunun başlıca nedenleri şunlardır:

Yanlış alışkanlıklar ve bağımlılıklar (Örneğin: Yalan söylemeye alışan bir insan, zamanla bundan rahatsızlık duymaz.)

Toplumun yönlendirmesi (Eğer toplumda yanlış şeyler yaygınsa, birey de buna uyum sağlar.)

Gaflet ve ihmal (İnsan, fıtratının sesini dinlemeyip sürekli dünya işleriyle meşgul olursa, kalbi katılaşır.)

Ancak fıtrat hiçbir zaman tamamen kaybolmaz. İnsan ne kadar uzaklaşırsa uzaklaşsın, geri dönmesi her zaman mümkündür.

Fıtrata dönmenin yolları:

1. Samimi bir tövbe ile hataları kabul etmek

2. Allah’ı çokça anmak ve dua etmek

3. Doğru ve dürüst insanlarla beraber olmak

4. Fıtratın sesine kulak vermek, vicdanı öldürmemek

5. Kur’an ve sünnet rehberliğinde hareket etmek

Allah (c.c.), kullarını her zaman affetmeye hazırdır:

> “De ki: Ey kendi aleyhlerine haddi aşan kullarım! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Çünkü Allah, bütün günahları bağışlar.” (Zümer, 39/53)

Sonuç: Fıtrata Uygun Yaşamak, Hakikati Bilmektir

Bediüzzaman Said Nursî’nin dediği gibi, fıtrat, kendisine uygun olmayan şeyi reddeder ve atar. Zulüm, yalan, haram ve batıl olan şeyler, insanın fıtratına terstir. Ancak insan bazen fıtratının sesini duyamaz.

Önemli olan, fıtrata uygun yaşamaya çalışmak ve hakikati aramaktır. Çünkü insan ancak fıtratına uygun yaşadığında gerçek huzuru ve mutluluğu bulur.

> “Kim doğru yola yönelirse, ancak kendi iyiliği için yönelmiş olur. Kim de saparsa, ancak kendi aleyhine sapar.” (İsra, 17/15)

 

 




İSLAM DÜNYASI OLARAK BAŞI KOPMUŞ TAVUK GİBİYİZ

İSLAM DÜNYASI OLARAK BAŞI KOPMUŞ TAVUK GİBİYİZ

İSLAM DÜNYASI: BAŞI KOPMUŞ TAVUK GİBİ MİYİZ?

Tarih boyunca İslam dünyası, hem ilmi hem de siyasi açıdan büyük medeniyetler inşa etmiş, insanlığa yön veren bir güç olmuştur. Ancak günümüzde Müslüman toplumlar, tıpkı başı kopmuş bir tavuk gibi ne yaptığını bilmez bir halde oradan oraya savruluyor. Ne net bir hedefimiz var ne de bizi bir arada tutan güçlü bir birlik. Peki, neden bu hale geldik? Bizi bu duruma sürükleyen sebepler nelerdir ve çıkış yolu var mıdır? Bu sorulara Kur’anî ve tarihî bir perspektifle bakarak dersler çıkarmamız gerekiyor.

1. Başsızlık: Liderlik ve Birlik Sorunu

Başı kopmuş bir tavuk, bir süre reflekslerle sağa sola koşar ama sonuç bellidir: Kaotik bir şekilde çırpınır ve sonunda yere yığılır. İslam dünyasının durumu da bundan farklı değil. Bizim kopan başımız, birlik ve liderliktir.

Halifeliğin Kaldırılması: 1924’te Osmanlı halifeliği kaldırıldıktan sonra Müslümanlar siyasi olarak dağılmış, bir merkezden yönetilme iradesini kaybetmiştir.

Sömürgecilik ve Bölünme: 20. yüzyıl boyunca Batılı güçler, İslam coğrafyasını parçalara ayırmış, suni sınırlar ve kukla yönetimler oluşturarak birliğimizi engellemiştir.

İç Çekişmeler ve Mezhep Ayrılıkları: Şii-Sünni gerilimi, etnik farklılıklar ve siyasi ihtilaflar, Müslümanları birbirine düşürmüş, düşmanın işini kolaylaştırmıştır.

Kur’an’da Allah (c.c.), Müslümanların birbirine düşmesini şöyle uyarır:

> “Kendi aranızda çekişmeyin, sonra korkuya kapılıp gücünüzü kaybedersiniz. Sabredin, çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.” (Enfal, 8/46)

Ancak biz, Allah’ın bu uyarısını unutup birbirimizle savaşmayı tercih ettik.

2. Düşünce Krizi: İlim ve Şuurun Kaybı

Başı kopmuş bir tavuk, sadece reflekslerle hareket eder, akıl ve bilinç devre dışıdır. Bugün İslam dünyasında da akıl, ilim ve şuuru kaybetmiş bir toplum yapısıyla karşı karşıyayız.

Bilimde ve Teknolojide Geri Kalma: Bir zamanlar ilmin merkezi olan Müslümanlar, bugün Batı’nın ürettiği teknolojiyi tüketen toplumlara dönüşmüştür.

Taklitçilik ve Üretimsizlik: Bilgi ve teknoloji üretmek yerine, başkalarının ürettiğini kopyalamaya çalışıyoruz.

Medyada ve Kültürde Yenilgi: Kendi değerlerimizi üretemediğimiz için başkalarının kültürünü ve ahlaki normlarını taklit eder hale geldik.

Oysa Kur’an, Müslümanlara sürekli olarak düşünmeyi, araştırmayı ve aklı kullanmayı emreder:

> “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” (Zümer, 39/9)

Ancak biz, bilgiye ve düşünceye değer vermek yerine, cehaleti ve taklitçiliği benimsedik.

3. Dış Güçler ve Manipülasyon: Kukla Yönetimler ve Algı Oyunları

Başı kopmuş bir tavuğun nereye gittiğini artık kendisi değil, dış etkenler belirler. Bugün İslam dünyasının kaderini de Müslümanlar değil, dış güçler belirliyor.

Siyasi Müdahaleler: Batılı devletler, Müslüman ülkelerde istedikleri rejimleri kurarak veya yöneticileri değiştirerek kontrolü ellerinde tutuyorlar.

Ekonomik Bağımlılık: İslam ülkelerinin doğal zenginlikleri başkaları tarafından sömürülüyor ve ekonomik bağımsızlıkları ellerinden alınıyor.

Medyada Algı Operasyonları: Müslümanlar, sürekli olarak olumsuz gösterilerek kendi kimliklerinden utanır hale getiriliyor.

Oysa Allah (c.c.), bize kâfirlerin oyunlarına karşı uyanık olmamızı öğütler:

> “Şüphesiz şeytanın hilesi zayıftır.” (Nisa, 4/76)

Ama biz, şeytanın hilesinin farkında bile değiliz.

4. Çıkış Yolu: Diriliş İçin Ne Yapmalıyız?

Başı kopmuş bir tavuğun yaşama şansı yoktur, ama biz bir tavuk değiliz! Müslümanlar, Allah’ın yeryüzündeki şahitleridir. Uyanır, silkelenir ve yeniden birlik olursa, İslam dünyası küllerinden doğabilir. Peki, bunu nasıl başarabiliriz?

1. TEVHİD VE BİRLİK ŞUURU

Mezhep ve etnik ayrılıkları bırakmalı, ümmet bilincini yeniden kazanmalıyız.

İmanlarını tevhid esası gibi, fikir ve amelde de o birliği sağlamalıyız.

Batının belirlediği suni sınırların ötesine geçip Müslümanlar arasında gerçek bir ittifak kurmalıyız.

Kur’an ve sünnete sımsıkı sarılmalı, Allah’ın ipine hep birlikte tutunmalıyız:

> “Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı sarılın ve ayrılığa düşmeyin.” (Âl-i İmran, 3/103)

2. İLİM VE TEKNOLOJİYE YATIRIM

Eğitimi güçlendirerek yeni nesilleri bilinçli ve şuurlu yetiştirmeliyiz.

Taklitçilikten kurtulup yenilikçi ve üretken bir medeniyet kurmalıyız.

Medya, kültür ve teknoloji alanlarında kendi değerlerimizi üreterek fikri bağımsızlığımızı kazanmalıyız.

3. SİYASİ VE EKONOMİK ÖZGÜRLÜK

İslam ülkeleri arasında güçlü bir ekonomik iş birliği kurarak dışa bağımlılıktan kurtulmalıyız.

Kukla yönetimlerden kurtulup, halkın iradesine dayalı güçlü liderler yetiştirmeliyiz.

Batının sömürü politikalarına karşı kendi alternatif sistemlerimizi inşa etmeliyiz.

Sonuç: Diriliş Zamanı

Eğer İslam dünyası başı kopmuş bir tavuk gibi savrulmaya devam ederse, tarihin çöplüğüne gömülmek kaçınılmaz olur. Ancak biz, ümmet olarak yeniden dirilme iradesi gösterirsek, bu yıkım sürecini tersine çevirebiliriz.

Allah, ancak biz harekete geçtiğimizde bizim halimizi değiştirecektir:

> “Bir kavim, kendilerinde olanı değiştirmedikçe Allah onların durumunu değiştirmez.” (Rad, 13/11)

Artık silkinme ve ayağa kalkma vakti! Başı kopmuş bir tavuk gibi değil, bilinçli, güçlü ve izzetli Müslümanlar olarak hareket etme zamanı!

 

 




TETİKÇİLERDEN FARKI OLMAYAN KALEMŞÖRLER

TETİKÇİLERDEN FARKI OLMAYAN KALEMŞÖRLER

Tetikçilerden Farkı Olmayan Kalemşörler: Satılmış Fikirlerin Gölgesinde Bir Dünya

Tarih boyunca silahı kullanan tetikçiler kadar, kalemi silah gibi kullanan kalemşörler de büyük yıkımlara sebep olmuştur. Tetikçiler, bedel karşılığında bir cana kıyar; kalemşörler ise gerçeği katleder, zihinleri zehirler ve toplumları manipüle eder. Bazen bir mermiden daha öldürücü olan bu kalemler, bir insanın, bir grubun ya da bir milletin kaderini değiştirebilir.

Peki, kalemini satmış insanlar nasıl tetikçiler gibi hareket eder? Kalemşörleri bu kadar tehlikeli yapan şey nedir?

Kalemin Namludan Daha Güçlü Olduğu Anlar

Napolyon’un ünlü sözlerinden biridir: “Beni yüz süngüden çok üç gazeteci korkutur.” Çünkü bazen bir silahın yapamayacağını bir kalem yapar. Kalemşörler, gerçeği çarpıtarak, kamuoyunu yanlış yönlendirerek ve insanları kutuplaştırarak, toplumsal felaketlerin fitilini ateşleyebilirler.

Tarih bunun örnekleriyle doludur:

Joseph Goebbels (Nazi Almanyası’nın propaganda bakanı), milyonlarca insanın zihnini zehirleyerek savaşı ve soykırımı meşrulaştırdı.

Sovyet rejiminde Stalin yanlısı gazeteciler, milyonlarca insanın yok edilmesini sıradan bir olay gibi sundu.

Modern medyada kiralanmış yazarlar, savaşları meşrulaştırmak, toplumları kutuplaştırmak ve adaleti çarpıtmak için kalemlerini kullandı.

Bugün de benzer şekilde, bazı köşe yazarları, gazeteciler ve medya figürleri, tetikçilerden farksız bir şekilde görev yapmaktadır. Hakikati öldürmek için kalemlerini bir silah gibi kullanırlar.

Kalemşörlerin Taktikleri: Algı Operasyonları ve Yalanlar

Kalemşörlerin en büyük silahı, manipülasyon ve algı yönetimidir. Doğrudan bir insana zarar vermezler ama zihinleri ele geçirerek toplumları yönetirler.

1. Gerçekleri Çarpıtmak

Gerçekleri olduğu gibi sunmak yerine, eğip bükerek kendi efendilerinin çıkarına uygun hale getirirler.

Yalan haberler üretir, halkı kışkırtır, yanlış bilgiyi yayarlar.

2. İnsanları Kutuplaştırmak

Toplumları bölerek onları yönetmeyi kolaylaştırırlar.

Düşman üretir, grupları birbirine düşman ederler.

3. Bağımsız Görünüp, Emirle Hareket Etmek

Kalemşörler genellikle tarafsız olduklarını iddia ederler ama aslında belli bir grubun veya ideolojinin emrindedirler.

Kimin çıkarına hizmet ettiklerine bakıldığında, onların kimden emir aldığı da kolayca anlaşılır.

4. Şahısları Hedef Göstermek

Belli kişileri itibarsızlaştırmak için kara propaganda yaparlar.

Onları ahlaksız, hain, beceriksiz gibi göstermek için iftira atarlar.

Bu yöntemler, silahlı bir tetikçinin mermisi kadar ölümcül olabilir. Çünkü insanlar yalanlara inanıp yanlış kararlar verdiklerinde, koca toplumlar çöküşe sürüklenebilir.

Gerçek Gazetecilik ile Kalemşörlük Arasındaki Fark

Gerçek gazeteciler, gerçeğin peşinde koşar. Kalemşörler ise patronlarının emirlerini uygular.

Gerçek gazeteci:

Olayları olduğu gibi sunar.
Halkı bilinçlendirmeyi amaçlar.
Kendi vicdanını ve ahlaki değerlerini korur.

Kalemşör:

Kimin parasını alıyorsa onun için yazı yazar.
Halkı manipüle etmeyi amaçlar.
Gerçeği değil, işine geleni anlatır.

Bir toplumda gerçek gazeteciler azalıp, kalemşörler çoğaldığında, hakikat yok olur. İnsanlar yalanlarla kandırılır ve sonunda toplumsal çöküş kaçınılmaz hale gelir.

Sonuç:

Bir tetikçi, bir insanı öldürerek onu susturur. Bir kalemşör ise milyonların zihnini öldürerek tüm bir toplumu felç eder. Ama gerçek bir yazar, vicdanını ve ahlakını koruyarak, toplumu uyanık tutar.

Bu yüzden, tetikçilerden farkı olmayan kalemşörlere karşı en büyük silah, bilinçli ve sorgulayan bir toplumdur. Çünkü halk ne kadar bilinçli olursa, kalemşörlerin silahı o kadar etkisiz hale gelir.

 

 




DÜŞMANIN ARPALIĞINDAN BESLENENLER, DÜŞMANIN KÜMESİNE DE YUMURTLARLAR

DÜŞMANIN ARPALIĞINDAN BESLENENLER, DÜŞMANIN KÜMESİNE DE YUMURTLARLAR

Düşmanın Arpalığından Beslenenler, Düşmanın Kümesine de Yumurtlarlar

Tarih boyunca bir toplumu en çok yıkan şey, dış düşmanların saldırıları değil, içeriden satılan ve satın alınan insanlardır. Kendi toplumunun gücünü ve kaynaklarını düşmana teslim eden, onlardan beslenen kişiler, nihayetinde onların amaçlarına hizmet ederler. Düşmanın arpalığından beslenen biri, er ya da geç, düşmanın kümesine de yumurtlamaya başlar.

Bu tür insanlar, bazen bir yönetici, bazen bir aydın, bazen bir tüccar, bazen de bir sanatçı olabilir. Kendi halkının çıkarlarını savunmak yerine, kendilerini besleyen güçlere sadık kalırlar. Amaçları bireysel kazançtır, milletin geleceği değil.

Düşmanın Arpalığından Beslenmek Ne Demek?

Bir insan veya grup, maddi ya da manevi çıkarları için bir düşmanın desteğini kabul ettiğinde, artık onun etkisi altına girmeye başlamıştır. Bu süreç birkaç şekilde işler:

1. Ekonomik Bağımlılık

Düşmanın sağladığı ekonomik destekle ayakta duranlar, o desteği kaybetmemek için düşmanın politikalarına uygun hareket eder.

Ülkesinin zayıflamasını sağlayacak ticari anlaşmalara göz yumar, milli sanayiyi baltalar, ülkesinin kaynaklarını yabancılara peşkeş çeker.

2. İdeolojik Bağımlılık

Fikri olarak bir başkasının çıkarlarını savunanlar, aslında düşmanın elinde bir propaganda aracına dönüşür.

Medya, akademi veya sanat alanında, kendi ülkesinin değerlerini aşağılar, düşmanın propagandasını yapar.

3. Siyasi Bağımlılık

Dış güçlerin desteğiyle ayakta duran siyasiler, onların taleplerini yerine getirmek zorunda kalır.

Ülkesinin menfaatlerini ikinci plana atarak, aldığı emirleri yerine getirir.

Bu süreç, bir insanı ya da grubu satın alınabilir hale getirir. Bir kez düşmanın desteğiyle hareket eden biri, artık bağımsız bir duruş sergileyemez.

Düşmanın Kümesine Yumurtlayanlar

Bir insan veya kurum, düşmanın desteğiyle beslendiğinde, zamanla ona hizmet etmeye başlar. İşte düşmanın kümesine yumurtlayanlar, yani düşman için çalışanlar böyle doğar.

Kendi ülkesinin sırlarını sızdıran casuslar

Düşmanın politikalarını destekleyen sözde aydınlar

Milli değerlere saldıran medya organları

Kendi halkını yanlış yönlendiren sözde liderler

Bu kişiler, kendi milletleri aleyhine kararlar aldırarak, toplumun güçsüzleşmesine katkı sağlarlar. Başlangıçta sadece menfaat için harekete geçmiş olsalar bile, zamanla tamamen düşmanın bir aparatı haline gelirler.

Tarihten İbretlik Örnekler

Düşmanın arpalığından beslenip, ona hizmet edenler tarihte hep olmuştur:

Bizans’a hizmet eden Osmanlı hainleri, Osmanlı fetihlerine karşı Bizans’ın safında yer aldı ama sonuçta tarih onları yok saydı.

Batı’nın desteklediği mandacılar, Kurtuluş Savaşı’nda bağımsızlığa karşı çıkıp, emperyalistlerin yanında yer aldı. Ancak vatanseverler kazandı ve onlar tarihin çöplüğüne gitti.

Günümüzde dış fonlarla ayakta kalan medya ve akademisyenler, kendi ülkelerinin zararına yayınlar yaparak, dış güçlerin çıkarlarını savunur.

Düşmanın Sofrasına Oturan, Onun Kurallarına Göre Yemek Yer

Bir insan, nereden beslendiğine dikkat etmelidir. Eğer beslendiği kaynak düşmandan geliyorsa, o kişi farkında olsun ya da olmasın, düşmanın çıkarları doğrultusunda hareket edecektir.

Bağımsızlık, sadece siyasi bir kavram değildir. Zihinlerin bağımsız olması, ekonominin güçlü olması ve insanların ahlaki duruşlarını satmaması gerekir.

Son olarak, bir insanın kim olduğu, nereden beslendiğine ve kimin için çalıştığına bağlıdır. Eğer bir kişi, düşmanın sunduğu nimetlerle ayakta kalıyorsa, er ya da geç ona hizmet etmek zorunda kalacaktır.

Unutulmamalıdır ki, düşmanın arpalığından beslenenler, düşmanın kümesine de yumurtlarlar. Ve o yumurtalar, kendi milletinin değil, düşmanın çıkarına çatlar!

 

 




RAHMETLİ DEDEM, EVVELDEN EŞKİYA DAĞDAYDI ŞİMDİ ŞEHRE İNDİ DEMİŞTİ, YA ŞİMDİ?

RAHMETLİ DEDEM, EVVELDEN EŞKİYA DAĞDAYDI ŞİMDİ ŞEHRE İNDİ DEMİŞTİ, YA ŞİMDİ?

Eşkıya Şehre İndi, Peki Ya Şimdi?

Rahmetli dedemiz doğru söylemiş: “Evvelden eşkıya dağdaydı, şimdi şehre indi.” Bir zamanlar dağ başlarında, yol kesen, hükûmetten kaçan, kendi kanununu koyan eşkıyalar vardı. Onlar, devletin otoritesinin zayıf olduğu kırsal bölgelerde, kendi düzenlerini kurar, bazen halkı korur gibi görünse de neticede güçlünün haklı olduğu bir düzenin parçasıydılar.

Ama zaman değişti. Şimdi eşkıya ne dağda ne bayırda… Artık şehirlerde, beton binaların içinde, takım elbise giymiş, kravat takmış hâlde dolaşıyor. Eskiden silahı belindeydi, şimdi kalemi elinde; eskiden yol keserdi, şimdi insanları borçla, faizle, hileyle soyuyor. Eskiden kaçaktı, şimdi saygın iş insanı, yönetici, hatta siyasetçi olmuş.

Eşkıyalık Değişti, Ama Yok Olmadı

Eskiden bir köyü basan eşkıyalar, insanları soyup kaçarlardı. Şimdi ise, büyük şehirlerin lüks ofislerinde, bir imza ile binlerce insanın alın terini, emeğini yok ediyorlar. Eskiden hanları, kervanları basarlardı; şimdi bankalar, büyük şirketler, hatta devlet mekanizmalarıyla insanın cebindeki üç kuruşa göz dikiyorlar. Hukuku kendi lehlerine eğip bükerek, “kanuni” eşkıyalık yapıyorlar.

Artık yol kesmeye gerek yok. Medyanın, reklamların, kredi kartlarının, tüketim kültürünün içinde öyle yollar kurulmuş ki insanlar gönüllü olarak soyuluyor. Üretmeden kazananlar, çalışmadan zenginleşenler, başkasının sırtına basarak yükselenler, modern zamanın eşkıyalarıdır.

Peki Çare Nedir?

Rahmetli dedemizin söylediği bu söz, sadece bir tespit değil, aynı zamanda bir uyarıdır. Çünkü biz farkına varmadıkça, bu düzen böyle devam edecek.

Önce ahlakı yeniden tesis etmek gerekir. Eşkıya ruhu sadece dağda değil, insanın içindedir. Açgözlülük, hırs, adaletsizlik varsa, modern eşkıyalık her yerde kök salar.

Hakkı ve adaleti savunmak gerekir. Eşkıyalık, insanların sustuğu yerde palazlanır.

Bilgili ve bilinçli olmak gerekir. Modern eşkıyalar, cehaletten beslenir. İnsanları kandırmak, bilinçsiz bir toplumda çok daha kolaydır.

Evet, eşkıya şehre indi ama biz hâlâ seyirciyiz. Unutmayalım, biz izin vermezsek ne dağda ne şehirde eşkıya barınamaz.

 

 




OSMANLIDA ESNAF DENETİMİ NASIL YAPILIRDI?

OSMANLIDA ESNAF DENETİMİ NASIL YAPILIRDI?


Osmanlı’da Esnaf Denetimi: Ahilikten Günümüze Bir Ders

Bugün sokakta dolaşırken, kalitesiz mal satan, haksız kazanç peşinde koşan, müşterisini aldatan esnaf görmek sıradan bir hâl aldı. Oysa Osmanlı’da esnaf olmak, sadece mal alıp satmak değil, aynı zamanda ahlaklı, dürüst ve vicdan sahibi olmayı gerektirirdi. Çünkü Osmanlı’da esnafın başında, onu denetleyen, doğru yolda tutan bir sistem vardı: Ahilik ve Lonca Teşkilatı.

Esnafın Hamuru: Ahilik ve Loncalar

Osmanlı esnafı, Ahilik geleneğinin devamı niteliğinde olan Lonca Teşkilatına bağlıydı. Bu teşkilat, bugünkü anlamda bir meslek odası, bir ahlak kurulu ve aynı zamanda bir halk mahkemesi gibi çalışıyordu. Esnaflık sadece para kazanma işi değil, aynı zamanda bir ahlaki sorumluluktu.

Bir dükkân açmak isteyen kişi, ustasının yanında yıllarca çırak ve kalfa olarak yetişir, sadece işin tekniğini değil, dürüstlük, helal kazanç, kul hakkı gibi değerleri de öğrenirdi. Ustası tarafından yeterli görüldüğünde, “icazetname” alarak dükkân açabilirdi. Bugün ise parayı bulan, isterse dün manav olsun, bugün müteahhitlik yapabiliyor!

Denetimler Nasıl Yapılırdı?

Osmanlı’da esnaf düzenli olarak denetlenirdi. Bu denetimler birkaç farklı yöntemle yapılırdı:

1. Yiğitbaşı ve Kethüda Denetimi: Her meslek grubunun başında bir “kethüda” ve “yiğitbaşı” bulunurdu. Bunlar, esnafın hem mesleki hem de ahlaki durumunu kontrol ederdi. Eğer bir esnaf müşterisini kazıklarsa, hileli mal satarsa, halkı zarara uğratırsa, önce uyarılır, sonra gerekirse ceza alırdı.

2. Narh Sistemi: Osmanlı’da fiyatların fahiş seviyeye çıkmasını önlemek için “narh sistemi” vardı. Devlet, esnafın sattığı malın fiyatını belirler ve belirlenen fiyatın üstüne çıkılması yasaktı. Eğer bir esnaf fahiş fiyatla mal satarsa, ya malına el konur ya da ağır para cezası verilirdi. Bugün marketlerde her gün değişen fiyatları gördüğümüzde, Osmanlı’nın bu adalet sistemine gıpta etmemek elde değil!

3. Şikâyet ve Cezalandırma: Halk, esnaftan memnun değilse, kadıya şikâyet edebilirdi. Eğer bir esnaf, hile yaparken yakalanırsa, dükkânının kapısına “hilekâr” yazan bir levha asılırdı. Bazen de esnaf, kısa süreliğine meslekten men edilirdi. Günümüzde ise hile yapan esnaf, sadece bir gün sosyal medyada eleştirilir, sonra kaldığı yerden devam eder.

4. Bolluk ve Kıtlık Denetimi: Osmanlı’da stokçuluk yasaktı. Bir malı sırf fiyatı artsın diye saklayan, haksız kazanç elde eden esnaf, ağır cezalarla karşılaşırdı. Bugün ise stokçular, fırsatçılar ceza bir yana, en çok kazananlar arasında!

Osmanlı’dan Bugüne Dersler

Osmanlı’nın esnaf düzeni bize şu mesajı veriyor: Denetim olmazsa düzen de olmaz. Bugün esnaflık artık sadece bir meslek değil, hızlı para kazanma yolu olarak görülüyor. Meslek ahlakı zayıfladığı için müşteri aldatılıyor, hileli ürünler satılıyor, fırsatçılık yaygınlaşıyor.

Eğer Osmanlı’daki gibi bir sistemimiz olsaydı;

Fiyatlar bu kadar dengesiz olur muydu?

Halkı aldatan esnaf bu kadar rahat eder miydi?

Helal kazanç, vicdan, ahlak bu kadar unutulur muydu?

Son söz olarak, Osmanlı’nın bu sistemine sadece nostaljiyle bakmak yetmez, bunu bugüne nasıl uyarlayabileceğimizi de düşünmeliyiz. Çünkü esnaflık sadece mal satmak değil, insanın kazancını helal ve adil yolla temin etme sanatıdır.

 

 




İSLAM DÜNYASINDA UYUTULAN, UYUSTURULAN VE ÖLDÜRÜLEN O RUH

İSLAM DÜNYASINDA UYUTULAN, UYUSTURULAN VE ÖLDÜRÜLEN O RUH

İslam Dünyasında Uyutulan, Uyuşturulan ve Öldürülen Ruh

İslam dünyası, tarih boyunca pek çok altın çağ yaşadı. Bilimde, sanatta, felsefede, yönetimde ve insan haklarında dünyaya öncülük etti. Ancak günümüzde, büyük bir kısmı cehaletin, ayrılıkların ve dış müdahalelerin kurbanı olmuş bir halde. Peki, bu noktaya nasıl gelindi? Neden İslam dünyası bugün güçsüz, parçalanmış ve kendi ruhundan koparılmış bir halde? Bu makalede, İslam dünyasının ruhunun nasıl uyutulduğunu, uyuşturulduğunu ve öldürüldüğünü ele alacağız.

1. Ruh Nasıl Uyutuldu?

Uyutulan bir ruh, şuurunu kaybeden bir toplum demektir. İslam dünyasında en büyük kayıp, şuurlu bir ümmet olma bilincinin yitirilmesidir.

Bilgi yerine hurafe: Bir zamanlar ilmin merkezi olan İslam dünyası, son yüzyıllarda akıl ve ilmi geri plana iterek doğmalara sığındı. Bilgiye ulaşmak yerine, geçmişin mirasıyla yetinmek tercih edildi.

Bölünme ve fitne: Müslüman toplumlar, tarih boyunca birlik olduğunda yükseldi; parçalandığında ise zayıfladı. Mezhepçilik, etnik ayrılıklar ve suni düşmanlıklarla uyutulduk.

Kimlik kaybı: Modern dünya karşısında, kendi değerlerini anlamayan ve koruyamayan bir nesil yetiştirildi. Batı hayranlığı veya radikalleşme arasında sıkışmış bir gençlik, kendi kimliğini unuttu.

2. Ruh Nasıl Uyuşturuldu?

Uyuşturulan bir ruh, acıyı hissetmeyen, tepki vermeyen, sürüklenen bir toplum demektir.

Tüketim ve eğlence bağımlılığı: İslam dünyası, modern dünyanın sunduğu haz ve tüketim kültürüne kapıldı. Gerçek sorunları görmezden gelen, bilinçli bir toplumu uyuşturan bu kültür, genç nesilleri de etkiledi.

Dış müdahaleler ve psikolojik savaş: Medya, eğitim sistemleri ve kültürel propaganda ile Müslüman toplumlar sürekli bir değersizlik psikolojisine sokuldu. Tarihleriyle, inançlarıyla, kültürleriyle barışık olmayan bir nesil oluşturuldu.

İslam’ı şekilciliğe indirgeme: Dinin özü olan adalet, merhamet ve ilim yerine; şekilci, doğmatik ve yüzeysel bir din anlayışı yayıldı. İnsanlar namaz kılıyor ama zulme sessiz kalıyor; oruç tutuyor ama adaletsizliğe göz yumuyor.

3. Ruh Nasıl Öldürüldü?

Öldürülen bir ruh, ümit etmeyen, mücadele etmeyen, kendi varlığına bile inanmayan bir toplum demektir.

Kendi değerlerine yabancılaşma: İslam dünyasının büyük bir kısmı artık kendi geçmişinden, kendi özünden kopmuş durumda. Genç nesiller, Batı kültürünü daha çekici buluyor ama İslam dünyasının zengin mirasını bilmiyor.

Korku ve sessizlik kültürü: Birçok İslam ülkesi, baskıcı rejimler, terör grupları ve savaşlarla yönetiliyor. Bu durum, halkları konuşamaz, sorgulayamaz ve düşünemez hale getirdi. Özgürlük ve adaletin olmadığı bir yerde ruh da ölür.

Ümmet bilincinin kaybı: Birbirine kardeş olarak bakması gereken Müslümanlar, bugün birbirine düşman olarak bakıyor. Aralarındaki sınırlar sadece fiziki değil; kalpler arasına da duvarlar örüldü.

Çözüm Var mı?

Evet, ruhu canlandırmak mümkün. Ancak bunun için uyanmak, bilinçlenmek ve harekete geçmek gerekiyor.

Eğitim ve bilinçlenme: İslam dünyası yeniden bilgi ve düşünce ile ayağa kalkmalı. Kur’an’ın ilk emri “Oku” olduğu halde, en az okuyan toplum olmamız büyük bir çelişkidir.

Birlik ve kardeşlik ruhunu canlandırma: Mezhep, ırk, coğrafya ayrımlarına rağmen, Müslümanların bir araya gelmesi gerekiyor. Bölünmüşlük, dış güçlerin işini kolaylaştırır.

Şekilcilikten uzaklaşma ve özüne dönme: İslam’ın sadece şekli kurallardan ibaret olmadığını, adalet, özgürlük ve ilim dini olduğunu anlamak gerekiyor. İslam, hayatın her alanında aktif bir mücadeleyi gerektirir.

Sonuç

İslam dünyasının ruhu, uyutuldu, uyuşturuldu ve öldürüldü. Ancak bu bir suskunluk ve ümitsizlik vermemeli. Gerçek İslam’ı anlayan, birlik olan, ilim ve ahlak ile hareket eden bir toplum, yeniden ayağa kalkabilir. Bunun için uyanmak, silkelenmek ve harekete geçmek gerekiyor. Aksi halde, bu ruhsuzluk hali devam edecek ve Müslüman dünyası tarih sahnesinde sadece bir seyirci olmaya mahkûm kalacaktır.

Şimdi sormak gerek: Uyanacak mıyız, yoksa bu uyku bize mezar mı olacak?

 




VEN NAŞİTATİ NEŞTEN AYETINDE BELİRTİLEN KİŞİNİN ÖLÜM HALİ

VEN NAŞİTATİ NEŞTEN AYETINDE BELİRTİLEN KİŞİNİN ÖLÜM HALİ

“Ve’n-Nâşitâti Neşten”: Ruhun Tatlılıkla Çekilip Alınışı

“وَالنَّاشِطَاتِ نَشْطًا” (Nâziât, 79/2) ayetinde Allah Teâlâ, ruhu nazikçe ve kolayca çekip alan meleklerden bahseder. Bu ayet, Allah’a iman eden ve hayatını O’nun rızasına uygun şekilde geçiren kimselerin ölüm anını tasvir etmektedir. İnanan bir kimsenin ruhu, sanki bir düğümden çözülüyormuş gibi yumuşaklıkla alınır ve bu durum, onun ebedî huzura kavuşmasının bir işareti olur.

Ölüm: Hayatın Bir Durağı

Dünya hayatı, insanın geçici bir imtihan yeridir. Ölüm ise bu yolculuğun kaçınılmaz bir durağıdır. Her can, Allah’ın takdir ettiği vakitte ölüm gerçeğiyle yüzleşir. Ancak ölüm, inananlar için bir son değil; rahmet ve ebedî kurtuluşun başlangıcıdır. “Ve’n-Nâşitâti Neşten” ayeti, inananların ruhlarının kolaylıkla alındığını, bir huzur ve sükûnet hali içinde olduklarını haber vermektedir.

Ruhun Tatlılıkla Alınışı

Ayette geçen “Nâşitât”, insanın ruhunu incitmeden çeken, onu yumuşaklıkla kabzeden melekler anlamına gelir. Bu ifade, Allah’a teslim olmuş bir ruhun ölümü korku ve endişe içinde değil, aksine bir huzur içinde karşılayacağını anlatır. İman eden bir kişinin ruhu, dünya hayatında Rabbinin emirlerine uyduğu ve yasaklarından sakındığı için bir ödül olarak tatlılıkla alınır. Bu durum, dünya hayatında yapılan iyiliklerin bir mükâfatıdır.

Peygamber Efendimiz (sav), inanan bir kişinin ölüm halini şöyle tasvir etmiştir:
“Müminin ruhu, derin bir uykudan uyanan bir kimse gibi kolayca çıkar ve ölüm melekleri ona, ‘Hoş geldin ey güzel ruh!’ der.”

İnananlar İçin Ölüm Bir Rahmettir

Ölüm, iman edenler için bir kavuşma ânıdır. Allah’ın rızasını kazanmış bir kul, ölüm meleğinin tatlı tebessümüyle ruhunu teslim eder. O kişi, dünya hayatında Rabbinin emirlerine riayet ettiği için ahirette kendisini bekleyen müjdeye nail olur. Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulur:
“Rabbimiz Allah’tır deyip sonra dosdoğru olanlara melekler iner ve der ki: ‘Korkmayın, üzülmeyin, size vaat edilen cennetle sevinin!'” (Fussilet, 41/30).

İbretler ve Dersler

“Ve’n-Nâşitâti Neşten” ayeti, insanın ölüm gerçeğini ve bu gerçeğe nasıl hazırlanması gerektiğini hatırlatır. Bu ayetten çıkarılacak ibretler şunlardır:

1. Ölümden Korkmak Yerine Hazırlanmak: Ölümden kaçış yoktur. Ancak ölüm, Allah’a inanmış bir kişi için bir kavuşma ve müjde ânıdır.

2. Dünya Hayatının Önemi: İman eden bir kimse, dünya hayatını ahiret için bir hazırlık yeri olarak görür. Her anını salih amellerle doldurarak ölüm anında huzur bulmayı hedefler.

3. Allah’ın Rahmeti: Allah’ın rahmeti, iman edenleri ölüm ânında da kuşatır. Bu, Allah’ın kullarına olan merhametinin ve adaletinin bir göstergesidir.

4. Ruhun Teslimiyeti: İman etmiş bir ruh, ölüm ânında bile Allah’a teslimiyet içindedir. Bu teslimiyet, ona ebedî saadeti kazandırır.

Sonuç

“Ve’n-Nâşitâti Neşten” ayeti, ölüm gerçeğini bir müminin gözünden ele alır ve bize ebedî hayatın kapısını aralar. Ölüm, inananlar için korkutucu bir son değil; Allah’a kavuşmanın ve huzura ermenin başlangıcıdır. Ruhun kolaylıkla alınışı, dünya hayatında iman ve güzel ahlak üzere yaşayanlar için Allah’ın bir lütfudur. Bu sebeple, her insan, ölümle yüzleşmeden önce kendisini hesaba çekmeli, hayatını Allah’ın rızasına uygun şekilde düzenlemelidir. Çünkü ölüm, ancak bu bilinçle anlamlı ve huzurlu bir geçiş hâline gelir.

 

 




UTİYE KİTABEHU Bİ YEMİNİHİ AYETİNCE AMEL DEFTERİ SAĞINDAN VERİLEN KİŞİNİN SEVİNCİ

UTİYE KİTABEHU Bİ YEMİNİHİ AYETİNCE AMEL DEFTERİ SAĞINDAN VERİLEN KİŞİNİN SEVİNCİ


Sağdan Verilen Amel Defteri: Ebedî Sevincin Vesikası

“فَأَمَّا مَنْ أُوتِيَ كِتَابَهُ بِيَمِينِهِ” (Hâkka, 69/19) ayetinde Allah Teâlâ, kıyamet günü amel defteri sağ eline verilen kişilerin durumunu haber vermektedir. Bu, insanın dünya hayatında sergilediği tutum ve davranışların sonucunda erişeceği büyük bir müjdeyi temsil eder. Sağ eline amel defteri verilen kişi, Rabbi tarafından affedilmiş ve cennete girmeye hak kazanmıştır. Bu durum, ebedî saadetin ve huzurun müjdecisidir.

Amel Defteri ve İnsan Hayatı

Dünya hayatı, insanın amel defterine yazılacak davranışlarla şekillenir. İyilikler, ibadetler, güzel ahlak ve Allah’a teslimiyet bu defteri süsleyen en değerli hazinelerdir. İnsan, her anını bir imtihan bilinciyle yaşamalıdır. Zira yaptığımız her iş, söylediğimiz her söz bu deftere kaydedilmektedir. Yüce Allah, “Ne yaparsanız, onu karşınızda bulursunuz” (Bakara, 2/110) buyurarak insanı sorumluluğunun bilincine davet eder.

Sağ eline defteri verilen kimse, dünya hayatını bu bilinçle yaşamış ve kulluğunu hakkıyla yerine getirmiş kişidir. Bu kişi, amel defterini aldığında duyduğu sevinçle, “Alın! Kitabımı okuyun! Çünkü ben hesabıma kavuşacağımı zaten biliyordum” (Hâkka, 69/19-20) diye haykıracaktır.

Sevincin Kaynağı: İmtihanı Başarıyla Geçmek

Amel defterinin sağdan verilmesi, Allah’ın bir lütfu ve kulun dünya hayatındaki güzel amellerinin neticesidir. Bu sevinç, sadece bir kurtuluşun değil, aynı zamanda Rabbine kavuşmanın, O’nun rızasını kazanmanın sevincidir. Böyle bir müjdeyi hak edebilmek için insan, dünyada ahlak, ibadet ve sosyal ilişkilerinde adaletli, dürüst ve ihlaslı olmalıdır.

Bu kişiler, dünyada Rablerine karşı olan sorumluluklarını unutmamış, sadece kendi iyilikleriyle yetinmeyip başkalarına da iyilik eden, hayırda yarışan kimselerdir. Onların sevinci, aslında dünya hayatında gösterdikleri gayretin, çabanın ve fedakarlığın bir sonucudur.

İbretler ve Mesajlar

Amel defterinin sağdan verilmesi, insanı dünya hayatında sorumluluk bilinciyle yaşamaya teşvik eder. Hayat, sadece maddi başarıların peşinde koşulacak bir yarış değildir. Asıl başarı, Rabbinin huzurunda yüz akıyla durabilmek ve ebedî kurtuluşa erebilmektir.

Bu ayet bize şu ibretleri sunar:

1. Dünya Hayatının Geçiciliği: İnsan, dünyada ne kadar uzun yaşarsa yaşasın, bu hayat bir gün sona erecektir. Önemli olan, sonsuz hayat için ne kadar hazırlandığımızdır.

2. Amellerin Kıymeti: Her bir davranışımız, amel defterimizde yer alacaktır. Bu bilinçle, iyiliklere yönelmeli ve kötülüklerden sakınmalıyız.

3. Allah’ın Adaleti: Allah, kullarının hiçbir emeğini zayi etmez. Küçük bir iyiliği bile kat kat mükafatlandırır.

4. Ebedî Huzurun Değeri: Amel defteri sağdan verilen kişi, ebedî huzurun müjdesine kavuşur. Bu sevinç, dünyadaki hiçbir mutlulukla kıyaslanamaz.

Sonuç

“فَأَمَّا مَنْ أُوتِيَ كِتَابَهُ بِيَمِينِهِ” ayeti, insana sorumluluklarını ve ebedî hayatın ciddiyetini hatırlatır. İnsan, bu dünyada kendisine verilen fırsatları değerlendirmeli ve amel defterini güzelliklerle doldurmalıdır. Zira sağdan verilen bir defter, kişinin sonsuz saadetinin anahtarıdır. Bu kutlu sevince nail olabilmek için her günümüzü Allah’a yaklaşma gayesiyle yaşamalı ve O’nun rızasını kazanacak amellerle süslemeliyiz.

 

 




İNSAN BİR YOLCUDUR

İNSAN BİR YOLCUDUR

İnsan bir yolcudur. Sabâvetten gençliğe, gençlikten ihtiyarlığa, ihtiyarlıktan kabre, kabirden haşre, haşirden ebede kadar yolculuğu devam eder. Her iki hayatın levazımatı, Mâlikü’l-Mülk tarafından verilmiştir.


İnsanın Sonsuz Yolculuğu: Sabâvetten Ebede

Hayat, insana verilen en büyük nimetlerden biridir. Bu nimetin özünde ise insanın bir yolcu olduğu hakikati yatar. İnsan, sabâvet (çocukluk) döneminden başlayarak gençlik, ihtiyarlık, kabir ve nihayet ahiret yolculuğuna doğru sürekli bir hareket halindedir. Bu yolculuk, yalnızca dünya ile sınırlı kalmaz; ebedî bir âlemi kapsar. Bu, insanın anlam arayışı içinde kendini sürekli olarak yenilemesini ve her dönemde yeni sorumluluklar üstlenmesini gerekli kılar.

Hayatın Merhaleleri ve Anlamı

Çocukluk dönemi, insanın öğrenme, keşfetme ve safiyane duygularla donandığı bir devredir. Ancak bu safiyet, bir hazırlık sürecidir. Gençlik dönemi ise enerjinin, idealizmin ve tutkuların zirve yaptığı bir zaman dilimidir. Bu dönemde insan, nefsine aldanabilir; heveslerin ve dünyalık arzuların peşinden koşabilir. Ancak ihtiyarlık, insana gençlikteki ihtirasların ne denli geçici olduğunu hatırlatan bir aynadır.

Bu üç dönem, insana dünyanın fâniliğini ve asıl yolculuğun ahiret âlemine olduğunu gösterir. Zira insan, dünya yolculuğunun sonunda kabre uğrar. Kabir, insana bir son gibi görünse de aslında ebedî hayatın başlangıcıdır. Haşir meydanında yeniden diriltilmek ve hesap vermek, bu yolculuğun kaçınılmaz duraklarıdır.

Levazımatı Veren: Mâlikü’l-Mülk

İnsan, dünya yolculuğunda yalnız değildir. Her iki hayatın ihtiyaç duyduğu levazımat, yani azık, Mâlikü’l-Mülk olan Allah tarafından verilmiştir. O, insanı var ederken sadece bedensel ihtiyaçlarını değil, ruhsal ve ahlaki yönlerini de gözetmiştir. Akıl, kalp, vicdan gibi araçlarla donatılan insan, bu dünyada hem kendini hem de Yaradan’ını tanıma fırsatı bulur.

Bu levazımatı doğru kullanmak, insanın en büyük sorumluluğudur. Zira bu donanımlar, insana bir emanet olarak verilmiştir. Emaneti yerli yerinde kullanmayan insan, yolculuğunun sonunda pişmanlıkla karşılaşabilir. Ancak verilen nimetleri şükür ve bilinçle değerlendirenler, ebedî saadete ulaşır.

İbretli Dersler

Hayat yolculuğu, insana pek çok ders verir. Her bir durak, dünya hayatının geçici olduğunu ve asıl gayenin ahirete hazırlanmak olduğunu hatırlatır. İnsan, bu dünyadaki her anını ebedî hayat için bir yatırım olarak görmelidir. Zira dünya bir tarladır; ahiret ise bu tarlanın ürünlerini toplayacağımız yerdir.

Sonuç olarak, insanın yolculuğu yalnızca bir zaman dilimi ile sınırlı değildir; sabâvetten başlayıp ebediyete uzanan sonsuz bir serüvendir. Bu yolculuğu anlamlı kılmak, insanın Yaradan’ını tanıyıp O’na kul olma bilinciyle mümkündür. Her durakta aldığı dersleri bir hazine gibi biriktiren insan, bu uzun yolculuğun sonunda gerçek huzura kavuşacaktır.




MAKALE VE VİDEOLARIM

MAKALE VE VİDEOLARIM

KURAN DENİZİNDEN DAMLALAR: https://www.youtube.com/playlist?list=PLC4WlB02NHVWxzl9g1JrFTZbeoYJe_GVr

ARAPÇA CELALEYN TEFSİRİ: https://www.youtube.com/playlist?list=PLC4WlB02NHVWSE4Wv7SC36FbTsfeJYQLL

TEFEKKÜR DÜNYASI: https://www.youtube.com/playlist?list=PLC4WlB02NHVXVX9aw4IdwiusGEaSynljy

TEFSİR-HADİS-FIKIH-KELAM: https://www.youtube.com/playlist?list=PLC4WlB02NHVXKQBp39t9ACJR7-_UWrjsB

İSTİDAT VE KABİLİYETLER: https://www.youtube.com/playlist?list=PLC4WlB02NHVVjWqvAOLI1Tflw8ODi1gxS

RİSALE-İ NURLAR VE BEDİÜZZAMAN: https://www.youtube.com/playlist?list=PLC4WlB02NHVWnjRaa3a76Fi2kunP8aG8U

RİYAZUS SALİHİN: https://www.youtube.com/playlist?list=PLC4WlB02NHVVgZtW3BTnCfnW5ldqbqTt-

SALAT-I TEFRİCİYE-4444: https://www.youtube.com/playlist?list=PLC4WlB02NHVWNllvbq7w_UO0fP69lxXkz

SESLİ VE GÖRÜNTÜLÜ RİSALE-İ NURLAR VE BEDİÜZZAMAN: https://www.youtube.com/playlist?list=PLC4WlB02NHVWB-FqG4gSr3Awr2JOlun_C

HİKAYELERLE 40 HADİS: https://www.youtube.com/playlist?list=PLC4WlB02NHVXqbhfmOBQa_hVYFkokoijT

VECİZ SÖZLER: https://www.youtube.com/playlist?list=PLC4WlB02NHVX7YiHefQhkh2oF6gWTF7To

SESLİ DEYİMLER VE ANLAMLARI: https://www.youtube.com/playlist?list=PLC4WlB02NHVWyp7HngEuXbJEDUf3S2wrD

MEHMET ÖZÇELİK-Tüm Eserleri: https://www.youtube.com/playlist?list=PLC4WlB02NHVUaKOcG2_ckoYyETBkd6M_P

DERSLER: https://www.youtube.com/playlist?list=PLC4WlB02NHVXNtK0q0G5Kzm6Sn6tY9fpE

Osmanlıca Mesnevi-i Nuriye: https://www.youtube.com/playlist?list=PLC4WlB02NHVVDlxhSQfc0-H1tS4CUyMQ2

RİSALE-İ NUR DERSLERİ: https://www.youtube.com/playlist?list=PLC4WlB02NHVWSSHz6-PZJqMcLK6UsSaOF

RİSALE-İ NURLARDA – T -LER: https://www.youtube.com/playlist?list=PLC4WlB02NHVXApwbYXvhRMHeztV_hIhhs

CHATGPT SOHBETLERİ: https://www.youtube.com/playlist?list=PLC4WlB02NHVVAR4i_Bgqh6NjZL3EKdw4L

RİSALE-İ NURLARDA – İ -LER: https://www.youtube.com/playlist?list=PLC4WlB02NHVVFGIk4RODyEAKbQ-wXaHXx

Tesbitler: https://www.youtube.com/playlist?list=PLC4WlB02NHVWog75qV11a9yEFQDLSGHzE

KURANI BİR BÜTÜN OLARAK DEĞERLENDİRME: https://www.youtube.com/playlist?list=PLC4WlB02NHVUc9Uzac0y9APoqymDrByyC

İSLAM BİLGİ ARŞİVİ: https://www.youtube.com/playlist?list=PLC4WlB02NHVVa6uDlN6gQV11H6JPFWrsx

SESLİ İBRETLİ- DÜŞÜNDÜREN ESERLER: https://www.youtube.com/playlist?list=PLC4WlB02NHVX1WF4TPZhoDEhXYnYJgwiU

RİSALE-İ NURDAN VECİZELER: https://www.youtube.com/playlist?list=PLC4WlB02NHVXJfrNBY2pC6uDroqgO3cew

ŞEMÂİL-İ ŞERİF: https://www.youtube.com/playlist?list=PLC4WlB02NHVUw-Y3bxE4sarm37ZuFkKHR

FIKIH KÖŞESİ: https://www.youtube.com/playlist?list=PLC4WlB02NHVWwFOzv9Nz-QqWoPjeutnlP

SESLİ ÇANTAY MEALİ: https://www.youtube.com/playlist?list=PLC4WlB02NHVU1guCMJYzeMrZKc2fxpcjj

 

************    

SULTAN ABDÜLHAMİD HAN HAZRETLERİ


https://www.instagram.com/reel/DFITJofsps9/?igsh=cjEyb3k4dGZyc25r
https://www.instagram.com/reel/DFIThtQM12X/?igsh=MWZtd21wNHB6dXp5YQ==
https://www.instagram.com/reel/DFIUdbcspXu/?igsh=djhqdGJ1NjBzcm5t
https://www.instagram.com/reel/DFIU1FPMg7n/?igsh=MTl1b2FzZGwwZ28yeg==
https://www.instagram.com/reel/DFIVJhasbEY/?igsh=MTlwZTEwdGtyZWZ0bA==
https://www.instagram.com/reel/DFIXaCgM8id/?igsh=NGdnYzg3ZDFtNG1p
https://youtu.be/888ImRLkffo
https://tesbitler.com/index.php?s=Abd%C3%BClhamid+
https://youtu.be/f9Pl0cdG_uI  

***************    

YAYINLANAN MAKALELERİM


  1. ADIYAMAN GÜNDEM
    https://adiyamangundem.com/yazar/mozcelik/kose/sinsi-oyun/

    2. GAP OLAY GAZETESİ
    https://adiyamangundem.com/yazar/mozcelik/kose/sinsi-oyun/

    3. RİSALE HABER
    https://www.risalehaber.com/mehmet-ozcelik-704y.htm




PARA VEREREK TOPRAKLARI SATIN ALIP ABD DEVLETİNİ KURAN BAŞKANLAR NEREYİ NE KADAR PARAYLA SATIN ALIP ABD DEVLETİNİ KURMUŞTUR?

PARA VEREREK TOPRAKLARI SATIN ALIP ABD DEVLETİNİ KURAN BAŞKANLAR NEREYİ NE KADAR PARAYLA SATIN ALIP ABD DEVLETİNİ KURMUŞTUR?


ABD’nin topraklarını genişletmek için para ödeyerek yaptığı büyük satın almalar, ülkenin kuruluş ve genişleme sürecinde önemli bir rol oynamıştır. Ancak ABD başkanları doğrudan devleti kurmak için değil, mevcut ülkeyi genişletmek için toprak satın almıştır. İşte en büyük toprak alımları:

1. Louisiana Satın Alımı (1803)

Kimden: Fransa (Napolyon Bonapart)

ABD Başkanı: Thomas Jefferson

Miktar: 828.000 mil kare (~2.1 milyon km²)

Fiyat: 15 milyon dolar (~günümüz değeriyle 300-350 milyar dolar)

Bölge: Günümüz Louisiana, Arkansas, Missouri, Iowa, Minnesota, Kuzey Dakota, Güney Dakota, Nebraska, Kansas, Oklahoma, Montana, Wyoming ve Colorado’nun bir kısmı

2. Florida Satın Alımı (1819 – Adams-Onís Antlaşması)

Kimden: İspanya

ABD Başkanı: James Monroe

Miktar: ~170.000 mil kare (~440.000 km²)

Fiyat: 5 milyon dolar (ancak ödeme doğrudan İspanya’ya değil, ABD’nin İspanya’ya borçlu olduğu Amerikalı alacaklılara yapıldı)

Bölge: Florida ve çevresindeki topraklar

3. Oregon Anlaşması (1846)

Kimden: İngiltere

ABD Başkanı: James K. Polk

Miktar: 286.000 mil kare (~741.000 km²)

Fiyat: Kanadalı İngilizlerle yapılan sınır anlaşması çerçevesinde doğrudan ödeme yapılmadı, toprak paylaşımı yapıldı.

Bölge: Oregon, Washington, Idaho, Wyoming ve Montana’nın bir kısmı

4. Meksika’dan Alınan Topraklar (1848 – Guadalupe Hidalgo Antlaşması)

Kimden: Meksika

ABD Başkanı: James K. Polk

Miktar: 529.000 mil kare (~1.37 milyon km²)

Fiyat: 15 milyon dolar

Bölge: Kaliforniya, Nevada, Utah, Arizona, New Mexico, Colorado ve Wyoming’in bir kısmı

5. Gadsden Satın Alımı (1854)

Kimden: Meksika

ABD Başkanı: Franklin Pierce

Miktar: 29.670 mil kare (~77.000 km²)

Fiyat: 10 milyon dolar

Bölge: Arizona ve New Mexico’nun güney kısmı

6. Alaska Satın Alımı (1867 – “Seward’s Folly”)

Kimden: Rusya

ABD Başkanı: Andrew Johnson (Dışişleri Bakanı William Seward öncülüğünde)

Miktar: 586.000 mil kare (~1.52 milyon km²)

Fiyat: 7.2 milyon dolar (~günümüz değeriyle 150-200 milyon dolar)

Bölge: Alaska

Bu satın almalar, ABD’nin kıta genelinde genişleyerek bugünkü sınırlarına ulaşmasını sağladı.

Bugün Gazze’yi de satın almaya çalışmaları satlık olanlarla karıştırmış kabaligindan ileri gelmektedir.

Kolay satılanlarla, kolay satılmayanlar arasında halt işlenmektedir.

Sultan Abdülhamid’in ‘Bu topraklar kanla alınmıştır, kanla verilir’