Ana rahminden geldik pazara, bir kefen aldık döndük mezara…

Ana rahminden geldik pazara, bir kefen aldık döndük mezara…

“Ana Rahminden Geldik Pazara, Bir Kefen Aldık Döndük Mezara”

İnsan, dünyaya gözlerini açtığı anda aslında ölüm yolculuğuna başlamıştır. Yunus Emre’nin bu anlamlı sözleri, hayatın geçiciliğini ve insanın ahiret yolculuğunu en güzel şekilde özetler. Dünyanın cazibesine kapılan insan, çoğu zaman gerçek amacını unutur; ancak bu dizeler, bizi tekrar hakikate döndürmek ve hayatın özünü kavramamıza yardımcı olmak için güçlü bir uyarıdır.

1. Dünya: Kısa Bir Pazar

Ana rahminden dünyaya gelen insan, aslında bir pazara gelmiştir. Bu pazar, insanın ahiret sermayesini hazırlayacağı yerdir. Tıpkı bir tüccarın kazanç ve kayıp hesapları yaptığı bir çarşı gibi, dünya da insanın imtihan alanıdır. Kur’an-ı Kerim’de bu durum şöyle ifade edilir:
“Dünya hayatı, aldatıcı bir metadan başka bir şey değildir.” (Âl-i İmrân, 185)

Dünyadaki her şey geçicidir; mal, mülk, makam, hatta gençlik ve sağlık bile. İnsan, bu pazardan kazançlı çıkmak istiyorsa, salih amellerle ahiretini güzelleştirmek için çalışmalıdır.

2. Kefen: Hayatın Son Hediyesi

Yunus Emre’nin “Bir kefen aldık döndük mezara” sözü, hayatın en büyük gerçeğini, yani ölümü hatırlatır. İnsan, bu dünyadan ayrıldığında yanında sadece kefenini götürür. Malını, mülkünü, hatta sevdiklerini geride bırakır. Bu yüzden Kur’an-ı Kerim’de insan, ahiret için hazırlık yapmaya çağrılır:
“Her bir nefis, yarın için ne hazırladığına baksın.” (Haşr, 18)

Kefen, hayatın dünya tarafındaki son noktasıdır. Bu beyaz bez, herkes için eşittir; zengin-fakir, genç-yaşlı fark etmeksizin herkes bu sade örtüyle toprağa verilir.

3. Ölüm: Bir Son Değil, Başlangıç

Ölüm, aslında yok oluş değil; ebedi hayata açılan bir kapıdır. Yunus Emre, bu dünyayı bir pazar olarak tasvir ederken, asıl kazancın ahiret olduğunu hatırlatır. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), dünya hayatını bir yolcunun gölgelik altında dinlenmesi gibi tarif etmiştir. Yani dünya, ahiret yolculuğunda geçici bir duraktır.

Her gün bir adım daha sona yaklaştığımız bu hayat yolculuğunda ölüm, Allah’ın huzuruna çıkacağımız ana geçiştir. Bu nedenle ölümden korkmak yerine, ona hazırlıklı olmak gerekir.

4. İbretlik Dersler

Bu anlamlı sözlerden çıkarılacak pek çok ibret vardır:

Hayatın Geçiciliği: Dünyaya olan bağlılığımızı sorgulamalı ve geçici olan şeylere gereğinden fazla değer vermemeliyiz.

Ahiret Bilinci: Hayatımızı Allah’ın rızasını kazanmak için düzenlemeliyiz. Çünkü asıl yurdumuz ahirettir.

Hesap Günü: Her nefesimiz ve her adımımız, yarınki hesabımız için bir hazırlıktır.

5. Neyi Geride Bırakıyoruz?

İnsan, bu dünyada ne bırakıyorsa ahirette onunla karşılaşacaktır. Sadaka-i cariye, hayırlı bir evlat, güzel bir eser veya insanlara fayda sağlayan bir iyilik, ölümden sonra da amel defterimizi açık tutar. Yunus Emre’nin bu sözleri, bize hem bu dünyada hem de ahirette kazanç sağlayacak adımlar atmamız gerektiğini öğütler.

Sonuç: Hayatı ve Ölümü Anlamlandırmak

Yunus Emre’nin sözleri, hayatın ve ölümün anlamını kavramamız için bir fırsattır. Dünya, sadece ahirete hazırlık yapılan bir pazardır. Bu pazardan ellerimiz dolu çıkmak istiyorsak, iman, ihlas ve salih amel ile yolumuzu aydınlatmalıyız.

Hayatı her an son nefesimizi verecekmiş gibi yaşamalı, ahirette Allah’ın huzuruna yüz akıyla çıkabilmek için gayret etmeliyiz. Çünkü sonunda hepimiz “bir kefen alıp mezara döneceğiz.” Önemli olan, o mezara hangi güzel amellerle gireceğimizdir.

 

 




Mahşer Meydanı: Büyük Hesap Günü

Mahşer Meydanı: Büyük Hesap Günü


Güneş, şimdiye kadar hiç olmadığı kadar yaklaşmıştı. Gökyüzü, o eski renginden eser kalmamış, korkutucu bir kızıllığa bürünmüştü. Yer titriyor, ufukta sonu gelmeyen bir kalabalık görünüyordu. İnsanlar çıplak, mahzun ve perişan halde bekleşiyordu. Bugün ne para ne mal ne de makam vardı. Bugün sadece hesap günüydü…

“O gün insanlar, amellerinin kendilerine gösterilmesi için bölük bölük çıkacaklardır.”
(Zilzâl, 6)

Mahşer Meydanı’na Toplanış

Kimileri secdeye kapanmış, af diliyordu. Kimileri şaşkın, “Bu nasıl bir gündür?” diye feryat ediyordu. Anneler evlatlarını unutmuş, eşler birbirinden kaçıyordu. Çünkü artık herkes sadece kendi hesabının peşindeydi.

“O gün kişi kardeşinden, annesinden, babasından, eşinden ve çocuklarından kaçar!”
(Abese, 34-36)

Bir grup vardı ki, yüzleri bembeyaz, alınları ışık gibi parlıyordu. Onlar Rabbinin huzuruna umutla yürüyordu. Dünyadayken iman etmiş, salih ameller işlemiş, mazlumun hakkını korumuş olanlar… Melekler onlara selam veriyordu:

— “Korkmayın, üzülmeyin! Rabbiniz sizi rahmetiyle karşılayacak.”

Ama bir başka grup vardı ki, ayakları geri geri gidiyordu. Yüzleri kapkara, ter içinde kalmışlardı. Yaptıkları günahları düşündükçe dizleri titriyor, korkuyla gözlerini kapatıyorlardı.

“O gün kimi yüzler ağarır, kimi yüzler kararır!”
(Âl-i İmrân, 106)

Amel Defterleri Açılıyor

Sırayla herkes huzura çağrılıyordu. Devasa melekler, ellerinde parlayan defterlerle bir bir isimleri okuyor, insanlar öne çıkıyordu.

— “Filan oğlu filan, huzura gel!”

Kalabalık yarılıyor, adı okunan kişi adım adım ilerliyordu. Dünya hayatında yaptığı her şey, tek tek gözünün önüne seriliyordu. İyi ve kötü ne varsa, her şey kaydedilmişti. Küçücük bir iyilik bile, küçücük bir günah bile unutulmamıştı.

“Kim zerre kadar hayır işlerse onu görür. Kim de zerre kadar şer işlerse onu görür.”
(Zilzâl, 7-8)

Bazıları amel defterlerini sağından aldı. Sevinçle, “Alın okuyun! Ben dünyada buna hazırlanmıştım!” diye haykırıyorlardı.

Ama bazıları defterini solundan ya da arkasından aldı. Yüzleri kireç gibi oldu. “Keşke bu günü hiç görmeseydim!” diye bağırıyorlardı.

“Kitabı solundan verilen ise, ‘Ah ne olurdu, bana kitabım verilmeseydi! Hesabımın ne olduğunu bilmeseydim!’ der.”
(Hâkka, 25-26)

Mîzan: Amellerin Tartıldığı Terazi

Sonra dev bir terazi kuruldu. Ameller terazinin bir kefesine konuyor, her şey titizlikle ölçülüyordu.

— Namazın var mıydı?
— Zekât verdin mi?
— Ana babana hürmet ettin mi?
— Mazluma yardım ettin mi?
— Kalbinde kibir, riya var mıydı?

Bazılarının iyi amelleri ağır bastı, onlar sevinçle cennete yürüdü. Ama bazılarının terazisi bomboş kaldı. Hayatlarını boşa geçirmiş, zevkler ve hırslar peşinde koşmuşlardı. Onlar dehşet içinde yere yığıldı.

“Kimin tartıları ağır gelirse, işte o, hoşnut olacağı bir hayat içindedir. Ama kimin tartıları hafif gelirse, onun varacağı yer Haviye’dir.”
(Kâria, 6-9)

Sırat Köprüsü: Kıldan İnce, Kılıçtan Keskin

Son olarak, herkesin üzerinden geçmesi gereken bir köprü belirdi. Altı simsiyah, kızgın ateşlerle doluydu. Bu, Sırat Köprüsü idi.

Kimileri şimşek gibi geçti. Onlar dünyada Allah’a bağlı kalmış, adaletle yaşamıştı. Kimileri sendeledi, dizleri titredi ama sonunda geçti. Ama bazıları… Günahlarının ağırlığı onları aşağı çekti ve alevler içinde kayboldular.

“Cehennemden kurtulup cennete girenler, işte asıl kurtuluşa erenlerdir.”
(Âl-i İmrân, 185)

Sonuç: İş İşten Geçmeden…

Mahşer meydanı, hakikatin en açık şekilde görüldüğü yerdi. Artık yalan, bahane, hile yoktu.

Bugün hala nefes alıyorken, hesabımızı düşünmeli miyiz?

Çünkü o gün geldiğinde, pişmanlık hiçbir şeyi geri getirmeyecek…

 

 




İSLAM MEDENİYETİ FAKİR-FUKARA, GARİP – GUREBA, YETİM VE ÖKSÜZÜ KORUYUP HIMAYE EDEN, VAKIFLARLA BUNU TEMİNAT ALTINA ALAN ŞANLI BİR MEDENİYETTİR.

İSLAM MEDENİYETİ FAKİR-FUKARA, GARİP – GUREBA, YETİM VE ÖKSÜZÜ

KORUYUP HIMAYE EDEN, VAKIFLARLA BUNU TEMİNAT ALTINA ALAN ŞANLI BİR MEDENİYETTİR.

Evet, İslam medeniyeti tarih boyunca fakirleri, yetimleri, garipleri ve ihtiyaç sahiplerini koruma konusunda büyük bir hassasiyet göstermiştir. Bu anlayışın temelinde Kur’an-ı Kerim’in ve Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) emir ve tavsiyeleri vardır.

İslam Medeniyetinde Fakir ve Kimsesizlere Yardım

1. Kur’an ve Hadislerde Fakir ve Yetimlere Yardım

Kur’an-ı Kerim’de yetimleri korumak ve fakirlere yardım etmek sıkça emredilmiştir:
“Yetimi sakın ezme. El açıp isteyeni azarlama.” (Duha, 9-10)
“Yetimlerin mallarını haksız yere yiyenler, karınlarına ancak ateş doldurmuş olurlar.” (Nisa, 10)

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) de yetimlerin korunmasını teşvik etmiş ve şöyle buyurmuştur:
“Ben ve yetime bakan kimse cennette şöyle olacağız.” (İşaret parmağıyla orta parmağını birleştirerek göstermiştir.) (Buhârî, Edeb, 24)

2. Vakıf Medeniyeti

İslam dünyasında fakirlere, yetimlere, yolculara ve ilim talebelerine yardım etmek amacıyla vakıf kültürü gelişmiştir.

Osmanlı, Selçuklu ve diğer İslam devletleri döneminde kurulan vakıflar sayesinde yetimler, fakirler, kimsesizler, hastalar ve yolcular korunmuş, ihtiyaçları karşılanmıştır.

Darülaceze, imarethaneler, aşevleri, medreseler, kervansaraylar bu vakıf anlayışının birer eseridir.

3. Osmanlı’da Vakıfların Önemi

Osmanlı Devleti’nde “Garip, gureba, fakir, fukara” için özel vakıflar kurulmuş, ihtiyaç sahiplerine yiyecek, giyecek ve barınma imkânı sağlanmıştır.

Kimsesiz yaşlılar için Darülaceze, yetimler için Darüşşafaka, hasta ve düşkünler için hastaneler yapılmıştır.

Hatta sokak hayvanları için bile vakıflar kurulmuş, hayvanlara su ve yiyecek sağlanmıştır.

Sonuç

İslam medeniyeti, sadece bireysel yardımlarla değil, toplumsal ve kurumsal bir sistem olan vakıf kültürüyle sosyal adaleti tesis etmiş, kimsesizlerin ve mazlumların yanında olmuştur. Bugün de bu şanlı medeniyetin izinde gitmek, yetimleri korumak ve fakirlere sahip çıkmak Müslümanlar için en büyük görevlerden biridir.

 

 




MAHŞER MEYDANI: İKİ AYRI YÜZ, İKİ AYRI SON

MAHŞER MEYDANI: İKİ AYRI YÜZ, İKİ AYRI SON


O gün… Güneş insanların tepelerine yaklaşmış, yer ateş gibi olmuştu. Milyarlarca insan, mahşer meydanında toplanmıştı. Herkes boynuna asılı amel defterine bakıyor, titreyerek sırasını bekliyordu.

Kimi yüzler parlıyordu, kimi yüzler ise kapkaraydı.

İşte, kalabalığın içinde iki kişi… Biri huzur ve sevinç içindeydi, diğeri korku ve mahcubiyetle yere bakıyordu.

YÜZÜ BEMBEYAZ OLAN: MUTLU KUL

O, dünya hayatında Allah’a inanmış, salih ameller işlemişti. Elinden geldiğince iyilik yapmış, haramdan kaçınmıştı. Bugün artık mutmain bir kalple huzurda bekliyordu.

Gökyüzünden bir ses duyuldu:

— “Ey mutmain olmuş nefis! Sen O’ndan razı, O da senden razı olarak dön Rabbine.”
(Fecr, 27-28)

Tam o anda amel defteri sağından verildi. Yüzü bir anda nur gibi parladı. Sevinçten gözleri doldu, secdeye kapandı. Heyecanla haykırdı:

— “Alın, okuyun! Ben buna hazırlanmıştım!” (Hâkka, 19)

Cennetin kokusu burnuna geldi, ruhu hafifledi. Melekler ona müjde verdi:

— “Korkma, üzülme! Bugün senin için büyük bir kurtuluş günü.”

Ve ona cennet kapıları açıldı…

O artık sonsuz saadete yürüyordu.

YÜZÜ SİMSİYAH OLAN: MAHCUP VE KORKU İÇİNDEKİ KUL

O ise dünya hayatında Allah’ı unutmuş, nefsinin peşinden gitmişti. Kimi zaman hatırlamış ama hep ertelemişti. Hep “Daha yaşlanınca tövbe ederim” demişti. Ama ölüm onu ansızın yakalamıştı.

Bugün burada, korkudan dizleri titriyordu. Sonunda adı okundu, amel defteri solundan verildi.

O anda yüzü kapkara kesildi. Titreyerek defterine baktı ve korkuyla feryat etti:

— “Keşke bana defterim verilmeseydi! Keşke hesabımı hiç bilmeseydim!” (Hâkka, 25-26)

Ama artık her şey apaçık ortadaydı. Günahları bir bir sayılıyor, gözlerinin önünde gösteriliyordu. Küçücük bir iyilik bile unutulmamıştı ama küçücük bir günah da silinmemişti.

Gökyüzünden korkutucu bir ses yükseldi:

— “Onu yakalayıp bağlayın! Sonra alevlerin içine atın!” (Hâkka, 30-31)

Melekler onu sürüklerken çığlıklar atıyordu:

— “Ne olur, beni geri gönderin! Bir daha böyle yaşamayacağım!”

Ama artık dönüş yoktu…

SON SÖZ: BUGÜN HAZIRLANMA ZAMANI

O gün herkes ya mutlu ya da perişan olacak. Kimi yüzler bembeyaz, kimi yüzler kapkara olacak.

Bugün biz hangi yolda yürüyoruz?

Yüzümüz hangi tarafta olacak?

Cevap vermek için hâlâ zamanımız var… Ama sadece bugün var. Çünkü mahşerde kimseye yeni bir fırsat verilmeyecek.

 

 




Cehennemde Bir Gün: Mahşerden Sonra Başlayan Azap

Cehennemde Bir Gün: Mahşerden Sonra Başlayan Azap


Gözleri açtığında, gökyüzü olmadan karanlığa gömülmüş bir boşlukta olduğunu fark etti. Kulaklarında uğultulu çığlıklar yankılanıyordu. Ayaklarının altındaki zemin, kızgın demir kadar sıcaktı; derisine işleyen acı, dünyada tattığı hiçbir ızdıraba benzemiyordu.

Mahşerde amelleri tartıldığında, mizan terazisinde hayırlarından çok günahları ağır basmıştı. Rahmet kapılarının kapandığını gördüğünde, dizleri üzerine çöküp ağlamış, ama artık çok geçti. Ellerine mühürlenmiş kitabına baktığında, inkâr ettiği hesap gününün artık bir gerçek olduğunu anlamıştı. Artık dönüş yoktu. Sonsuz pişmanlık içinde cehenneme sevk edilenler arasındaydı.

Girdiği kapının ardında, dehşet verici alevlerin yükseldiği geniş bir vadi vardı. Cehennem bekçileri, zebaniler, alevlerin içinden yükselip azap görenlerin üzerine eğiliyordu. Her bir çığlık, kemikleri donduracak kadar korkunçtu; fakat buradaki ateş, dondurmak yerine yakıyordu. Alevlerin içine adım attığında, teninin yandığını hissetti ama ölmedi. Bedeninin tekrar tekrar yanıp küle dökülmesi, ama her defasında yeniden yaratılması, zamanın durduğu bu mekânda süregelen bir azaptı.

Susuzluk, en acı veren şeydi. Boğazı kurumuş, dudakları parçalanmıştı. Cehennemin ortasında bir pınar gördü ve ona doğru koştu. Fakat içinden akan şeyin su değil, kaynar bakır olduğunu fark etti. Yanan bedeni bir yana, içindeki pişmanlık, ruhunu bıçak gibi kesiyordu. Dünyadayken yaptığı hataların her biri gözlerinin önünden geçiyor, fakat telafi etme imkânı verilmiyordu.

“Keşke geri dönebilsem… Keşke dünyadayken Rabbime yönelseydim!” diye feryat etti. Ama bu feryadına cevap veren yalnızca yankılanan çığlıklar oldu. Burada zaman kavramı yoktu, sabah yoktu, gece yoktu, umut yoktu. Her an, hiç bitmeyecek bir azabın parçasıydı.

Sonra, zebanilerden biri yaklaştı ve yüzüne baktı. “Sana dünyada verilen uyarılar yetmedi mi?” diye sordu. O ise başını eğdi, cevap veremedi. Çünkü tüm cevaplarını dünyada bırakmış, burada sadece azabın gerçekliğiyle yüzleşmişti.

Bir gün, bir an, bir nefes… Cehennemde her saniye, dünyadaki bir ömür kadar uzundu. Ve o an, anladı: Burası dönüşü olmayan bir yerdi. Burada sadece adalet vardı. Rahmet, kapıların ardında, çok uzaklarda kalmıştı…




KURAN-I KERİM’DE ZEBANİ VE MURADİFİ

KURAN-I KERİM’DE ZEBANİ VE MURADİFİ


Alak Suresi 18. Ayette geçen Zebani kelimesinin kelime anlamı, kök manası ve müfessirlerin görüşleri nedir?

Zebânî kelimesi Arapça kökenli olup, “şiddetle yakalayan, çeken, sürükleyen” anlamına gelir. Kelimenin kökü “z-b-n” (ز ب ن) olup, bu kök “kovmak, itmek, sertçe yakalamak” gibi anlamlar taşır.

Alak Suresi 18. Ayet ve Zebânî Kelimesi

Alak Suresi’nin 18. ayetinde şöyle buyrulmaktadır:
“سَنَدْعُ ٱلزَّبَانِيَةَ”
“Biz zebânîleri çağıracağız!”

Bu ayette, azgınlık eden insanları cezalandırmakla görevli melekler kastedilmektedir.

Müfessirlerin Görüşleri

1. İbn Abbas: Zebânî kelimesiyle cehennem görevlisi olan şiddetli ve güçlü meleklerin kastedildiğini belirtmiştir.

2. Mücahid ve Katâde: Zebânîleri, cehennemin muhafızları ve kâfirlere azap eden melekler olarak tanımlamışlardır.

3. Taberî: Ayetteki bağlama dikkat çekerek, burada Ebu Cehil’in tehdidine karşılık olarak Allah’ın çok daha güçlü zebânîleri devreye sokacağını vurgulamıştır.

4. Râzî: Zebânî kelimesinin türevlerini analiz ederek, bunun bir tür sertlik, yakalama ve ceza ile ilişkilendirildiğini söylemiştir.

5. Beydâvî: Zebânîlerin cehennem bekçileri olduğuna ve Allah’ın azabını uygulayan melekler olduğuna işaret etmiştir.

Sonuç

Zebânî kelimesi, genel olarak cehennemde azap etmekle görevli şiddetli ve güçlü melekler anlamında kullanılmıştır. Ayet, özellikle Ebu Cehil’in tehdidine karşı bir meydan okuma içermekte ve Allah’ın cezalandırma gücünü vurgulamaktadır.

@@@@@

**Zebani Kelimesinin Analizi:**

**1. Kelime Anlamı ve Kök Manası:**
– **Kök:** ز ب ن (Z-B-N)
– **Anlam:** Kök anlamı “itmek, zorlamak, şiddetle sevk etmek”tir.
– **Zebaniye (الزبانية):** Çoğul bir isim olup, tekil formu “Zebânî”dir. Kelime, “cehennem bekçileri” veya “cezayı uygulayan melekler” anlamında kullanılır. İsim, kök anlamından hareketle “sert bir şekilde iten, zorlayan” manasına gelir.

**2. Ayetin Bağlamı:**
Alak Suresi 18. ayet (**سَنَدْعُ الزَّبَانِيَةَ**), inkarcıların cehennem azabıyla karşılaşacaklarını bildirir. Zebânîler, bu bağlamda inkarcıları cezalandırmakla görevli varlıkları ifade eder.

**3. Müfessirlerin Görüşleri:**
– **İbn Kesir:** Zebânîleri, “cehennemin sert ve acımasız bekçi melekleri” olarak açıklar. Onların görevinin Allah’ın emriyle azabı uygulamak olduğunu belirtir.
– **Taberî:** Kelimenin “şiddetle itmek” kökünden türediğini vurgular ve Zebânîlerin, inkarcıları cehenneme sürükleyen melekler olduğunu aktarır.
– **Kurtubî:** Zebânîlerin sayısının 19 olduğunu (Müddessir 74:30) ve her birinin özel bir görevle donatıldığını ifade eder. Ayrıca bu meleklerin fiziksel güç ve heybetlerinin insan idrakinin ötesinde olduğunu ekler.
– **Modern Yorumlar:** Bazı çağdaş müfessirler, Zebânîleri “ilahi adaletin somutlaşmış temsilcileri” olarak metaforik bir dille yorumlar, ancak geleneksel anlayışa bağlı kalınır.

**4. Farklı Yaklaşımlar:**
– **Dilbilimsel Yorum:** “Zebânî” kelimesinin İbranice veya Süryanice kökenli olabileceği tartışmaları mevcuttur, ancak Arap dilindeki kök anlamı genel kabul görür.
– **Tasavvufî Yorum:** Bazı mutasavvıflar, Zebânîleri “nefsin kötülüğünü temsil eden içsel güçler” şeklinde sembolize eder, ancak bu görüş klasik tefsirlerde yer almaz.

**Sonuç:**
Zebânî, cehennem azabını uygulayan melekleri tanımlayan bir terimdir. Kök anlamından hareketle “şiddetle iten, zorlayan” anlamına gelir. Müfessirlerin çoğu, bu meleklerin somut varlıklar olduğu ve ilahi adaletin tecellisinde rol aldığı konusunda hemfikirdir.

@@@@@@

KURAN-I KERİM’DE ZEBANI VE MURADİFİ KELİMELER

Kur’an-ı Kerim’de “zebânî” kelimesi yalnızca Alak Suresi 18. ayette geçmektedir. Ancak zebânî kelimesiyle benzer anlam taşıyan ve cehennem meleklerini ifade eden başka kelimeler de bulunmaktadır. Bu kelimeleri ve ayetlerdeki kullanımlarını inceleyelim:

1. Zebânî (ٱلزَّبَانِيَةَ)

Geçtiği yer: Alak Suresi, 18. ayet

Anlamı: Cehennemin bekçileri olan sert ve güçlü melekler.

Ayet: “Biz zebânîleri çağıracağız!”
(سَنَدْعُ ٱلزَّبَانِيَةَ)

2. Hazaene (خَزَنَةُ) – Cehennem Bekçileri

Geçtiği yerler: Zümer 71, Mümin 49

Anlamı: Cehennemi yöneten, ona bekçilik eden melekler.

Ayet:

“Kâfirler bölük bölük cehenneme sevk edilirler. Nihayet oraya vardıklarında onun kapıları açılır ve bekçileri (hazaenetuhâ) onlara der ki: ‘Size içinizden Rabbinizin âyetlerini okuyan ve bugüne kavuşacağınızı ihtar eden peygamberler gelmedi mi?’” (Zümer 71)

3. Melâiketün Ghilazun Şidadun (مَلَٰٓئِكَةٌ غِلَاظٌ شِدَادٌ) – Sert ve Şiddetli Melekler

Geçtiği yer: Tahrim 6

Anlamı: Merhametsiz, güçlü ve sert tabiatlı cehennem melekleri.

Ayet:

“Onun üzerinde sert ve şiddetli melekler vardır.” (Tahrim 6)

4. Malik (مَٰلِكُ) – Cehennem Meleklerinin Başında Olan Melek

Geçtiği yer: Zuhruf 77

Anlamı: Cehennemin baş meleklerinden biri.

Ayet:

“(Cehennemlikler) Ey Malik! Rabbin bizim işimizi bitirsin, dediler. O da dedi ki: Siz burada kalacaksınız.” (Zuhruf 77)

5. Saqar’ın Bekçileri (عَلَيْهَا تِسْعَةَ عَشَرَ) – 19 Melek

Geçtiği yer: Müddessir 30-31

Anlamı: Cehennemi bekleyen 19 melek.

Ayet:

“Onun üzerinde on dokuz (melek) vardır.” (Müddessir 30)

Sonuç

Kur’an’da zebânî kelimesi tek başına Alak Suresi’nde geçse de, cehennemin bekçileri ve azap melekleriyle ilgili “hazaene”, “melâiketun ghilazun şidadun”, “Malik” gibi başka kelimeler de kullanılmıştır. Özellikle hazaene kelimesi zebânîye en yakın anlamı taşımaktadır.

@@@@@




Cennette Bir Gün: Mahşerden Sonra Başlayan Rahmet

Cennette Bir Gün: Mahşerden Sonra Başlayan Rahmet


Gözlerini açtığında, etrafını aydınlatan nurun her zerresinin kalbine huzur verdiğini hissetti. Kulaklarında, dünyanın hiçbir yerinde işitmediği kadar güzel ezgiler yankılanıyordu. Ayaklarının altındaki zemin, yumuşacık ve serin, sanki cennetten bir bahçeydi. Daha önce hiç tatmadığı bir mutluluk ve huzur, ruhunu sarıp sarmalamıştı.

Mahşerde amelleri tartıldığında, mizan terazisinde hayırları günahlarından ağır basmıştı. Rahmet kapılarının açıldığını gördüğünde, gözleri yaşlarla dolmuş, secdeye kapanmıştı. Rabbinden af dilemiş, ve sonunda beratını alarak sıratı kolayca geçmişti. Şimdi, cennetin ebedi saadeti içinde, gerçek yurduna ulaşmıştı.

Girdiği kapının ardında, gökten süzülen ışıklarla bezeli geniş bir bahçe vardı. Berrak ırmaklar şırıl şırıl akıyor, meyve ağaçları dallarından adeta ikramda bulunuyordu. Cennetin gençleri ve huriler, misafirlerini karşılamak için bekliyordu. Gözlerinin önünde, güzellikte tarif edilemeyecek kadar ihtişamlı köşkler yükseliyordu. Kalbinde ne bir hüzün ne de bir endişe vardı; yalnızca sonsuz huzurun tatlı serinliği.

Bir pınarın kenarına vardı ve içindeki suyu avuçlayarak içti. Dünyadaki hiçbir içeceğe benzemeyen bu sudan bir yudum aldığında, tüm yorgunluğu silinip gitti. Hiç bitmeyen bir gençlik, hiç solmayan bir mutluluk içinde olduğunu hissetti. Dünya hayatında çektiği sıkıntılar artık çok uzaklarda kalmış, yerini ebedi nimetlerin verdiği doyumsuz lezzetlere bırakmıştı.

“Keşke dünya hayatında daha fazla iyilik yapsaydım…” diye mırıldandı. Ama bu pişmanlık, üzüntü veren bir pişmanlık değildi. Çünkü artık önünde sonsuzluk vardı ve Rabbinden razı olarak, O’nun rızasını kazanmış bir kul olarak burada bulunuyordu.

Yanına bir melek yaklaştı ve gülümseyerek, “Burada sana vaat edilen her şey ve daha fazlası seni bekliyor,” dedi. Gözlerini gökyüzüne kaldırdı, artık geri dönüş yoktu; cennet onun sonsuz yurdu olmuştu. Zamanın anlamını yitirdiği bu yerde, her an bir başka güzelliğin keşfiyle geçecekti. Ve o an anladı: Burası yalnızca adaletin değil, aynı zamanda sonsuz rahmetin ve mutluluğun yurduydu…

 

 




NETANYAHU ESEDDEN, İSRAİL ESEDİN SURİYESİNDEN BETER OLACAK. ZALİM DÜNYAYA HAKIM OLAMAZ, REZİL VE ZELİL OLUR.

NETANYAHU ESEDDEN, İSRAİL ESEDİN SURİYESİNDEN BETER OLACAK. ZALİM DÜNYAYA HAKIM OLAMAZ, REZİL VE ZELİL OLUR.


Zulümle Abad Olanın Sonu: Tarihten İbretlik Dersler

Tarih boyunca birçok lider, güç ve iktidar hırsıyla hareket etmiş, zulümle hüküm sürmeye çalışmıştır. Ancak tarih, bize bu tür yönetimlerin daima felaketle sonuçlandığını göstermiştir. İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun politikaları ve İsrail’in Filistin’e uyguladığı baskı, günümüz dünyasında bu gerçeğin en güncel örneklerinden biri olarak karşımıza çıkıyor. “Netanyahu Esed’den, İsrail Esed’in Suriye’sinden beter olacak. Zalim dünyaya hâkim olamaz, rezil ve zelil olur.” sözü, sadece bir kehanet değil, tarihin defalarca isbatladığı bir gerçektir.

Tarihten Zulmün Sonu: Firavun’dan Hitler’e

Zulmün en bilinen örneklerinden biri Firavun’dur. Eski Mısır’da köleleştirdiği halklara karşı acımasızca davranan Firavun, Yaratıcı’ya meydan okuyacak kadar kendini güçlü görüyordu. Ancak tarih, onun Kızıldeniz’de askerleriyle birlikte yok olduğunu yazdı. Bugün Firavun’un sadece mumyalanmış cesedi var, fakat halkına yaşattığı zulüm sonsuza dek lanetlenmiş durumda.

Benzer şekilde Adolf Hitler, 20. yüzyılda dünyayı kasıp kavuran bir zalimdi. Yahudi soykırımı başta olmak üzere birçok ulusa karşı şiddet uyguladı, milyonlarca insanın ölümüne sebep oldu. Ancak savaşın sonunda Almanya yerle bir edildi ve Hitler, sığınakta intihar ederek tarihin en kötü sonlarından birini yaşadı. Zulümle yükselenlerin, aynı şekilde düşüşe geçtiği bir kez daha isbatlandı.

Esed ve Suriye: Bir Ülkenin Çöküşü

Suriye’deki Beşar Esed rejimi, kendi halkına uyguladığı baskı ve zulümle biliniyor. 2011’de Arap Baharı’nın etkisiyle başlayan halk ayaklanmalarına şiddetle karşılık veren Esed yönetimi, ülkesini adeta bir harabeye çevirdi. Bugün milyonlarca Suriyeli, vatansız ve yersiz bir şekilde mülteci durumunda. Esedin iktidarı yıkıldı, otladığı Rusyaya sığındı.
Zalim bir liderin, kendi halkına reva gördüğü acının, sonunda kendisini ve ülkesini nasıl mahvettiğini gösteren en güncel örneklerden biridir.

İsrail’in ve Netanyahu’nun Sonu Ne Olacak?

Netanyahu, Filistin halkına karşı yıllardır süren sistematik bir zulüm politikası yürütüyor. Gazze’de, Batı Şeria’da ve diğer bölgelerde İsrail askerleri tarafından gerçekleştirilen katliamlar, dünyanın gözleri önünde yaşanıyor. Ancak zulümle kurulan hiçbir düzen kalıcı olamaz.

İsrail’in giderek artan şiddet politikası, onun sonunu hızlandırabilir. Zulümle yönetilen her devletin içten çökmesi kaçınılmazdır. Filistin halkının yıllardır süren direnişi, tarihte zalimlere karşı verilen haklı mücadelelerin devamı niteliğindedir. Bugün İsrail’in uyguladığı şiddet ve baskı politikası, hem içeride hem de dışarıda büyük tepki topluyor. Eğer Netanyahu, zulümle ayakta kalacağını düşünüyorsa, tarih ona Firavun’un, Hitler’in ve Esed’in sonunu hatırlatacaktır.

Sonuç: Adalet Er Ya da Geç Tecelli Eder

Zalimler, kendilerini ne kadar güçlü görürse görsün, adalet eninde sonunda yerini bulur. Netanyahu ve İsrail, bugün zulüm politikalarıyla dünyaya meydan okuyor gibi görünse de bu sonsuza kadar süremez. Tarih, zulümle yönetilen hiçbir sistemin ayakta kalmadığını gösteriyor. Esed’in Suriye’yi nasıl bir harabeye çevirip kaçtığı ortadayken, Netanyahu da İsrail’i benzer bir sona sürükleyecektir.

Zulüm ile abad olanın, ahiri berbat olur. İsrail, zalimlikten vazgeçmezse, tıpkı Esed’in Suriye’si gibi içten içe çöküşe geçecek ve tarihte bir başka ibret vesikası olarak yerini alacaktır.

 

 




Kabirde Zorlu Hesap: Münker ve Nekir’in Sorgusu

Kabirde Zorlu Hesap: Münker ve Nekir’in Sorgusu


Dünya hayatının telaşı içinde geçen yıllar… Eğlence, para, zevkler, hırslar… Ölüm uzak bir ihtimal gibi görünüyordu. Ama ölüm kimseye uzak değildi.

Mehmet, hayatı boyunca dünyaya bağlı yaşamıştı. Gözleri hep daha fazlasını istemiş, nefsi hep rahatına düşkün olmuştu. Namaz kılmayı hep erteler, tövbe etmeye fırsat bulamazdı. “Daha yaşlanmadım, daha çok vaktim var,” diye düşünürdü. Oysa ölüm bir gün aniden gelmiş, onu yakalamıştı.

Karanlık ve Yalnızlık

Gözlerini açtığında derin bir karanlığın içinde buldu kendini. Etrafına baktı; ne tanıdık yüzler vardı ne de alışık olduğu dünya. Bir mezarın içinde olduğunu fark ettiğinde, kalbini tarifsiz bir korku sardı. Artık yalnızdı…

Tam o sırada, gökten inen iki heybetli varlık belirdi. Yüzleri insana benziyordu ama dünyadaki hiçbir şeye benzemezdi. Gözleri alev gibi parlıyor, sesleri gök gürültüsünü andırıyordu. Onlar Münker ve Nekir idi.

Mehmet’in dizleri titremeye başladı. Derin bir ter boşaldı alnından. Kaçacak yer yoktu, geri dönme şansı da…

Sorgu Başlıyor

Meleklerden biri, gür sesiyle sordu:

— Rabbin kim?

Mehmet’in boğazı düğümlendi. Dünya hayatında Rabbini tanıması gerektiğini biliyordu ama hiç gereği gibi tanımamıştı. Cevap vermek istedi, ama dili tutuldu. “Allah” demek istiyor, ama kalbiyle hiç O’na yönelmediğini fark ediyordu.

Melek tekrar sordu:

— Rabbin kim?

Mehmet ter içinde kaldı, dizleri titredi. Sonunda zorla mırıldandı:

— B-ben… Allah…

Ama sesi boğuk çıktı, sanki söylediği kelime havada asılı kaldı. Melekler onun samimiyetsizliğini sezmişti. Çünkü dünya hayatında Rabbini tanımamış, ona secde etmemişti.

İkinci Soru:

— Dinin ne?

Mehmet yine yutkundu. İslam üzere doğmuştu ama hayatı boyunca ne Kur’an okumuş ne de Peygamber’in (s.a.v.) sünnetine uymuştu. Kendi çıkarlarını, dünyevi zevkleri dininin önüne koymuştu.

— İslam… dedi zorlukla.

Ama sesi yankılanmadı. Çünkü İslam üzere yaşamamıştı.

Üçüncü Soru:

— Bu adam (Peygamber) hakkında ne biliyorsun?

Hz. Muhammed’i (s.a.v.) biliyordu elbette. Ama hayatını örnek almış mıydı? Onun ahlakını yaşamış mıydı? Sünnetine uymuş muydu?

Gözleri büyüdü, içi titredi. Dünya hayatında her şeyi araştırmış, her şeyi öğrenmişti; en iyi restoranları, en pahalı arabaları, en lüks tatilleri… Ama Peygamber’in hayatını öğrenmeye vakti olmamıştı.

Cevap veremedi. Melekler sustu. Derin bir sessizlik oldu. Sessizlik, Mehmet’in içini delip geçen bir hançer gibiydi.

Azap Başlıyor

Birden mezarın kenarından bir kapı açıldı. Oradan gelen sıcaklık, Mehmet’in iliklerine kadar işledi. Korkuyla geri çekildi ama kaçacak yeri yoktu. Azap melekleri belirdi, ellerinde demirden tokmaklar vardı.

— Sen dünyada gaflet içinde yaşadın. Rabbini unuttun, namazını kılmadın, haram helal demeden yaşadın. Sana verilen fırsatları geri teptin. Bugün artık pişmanlık vakti değil, hesap vaktidir!

Mehmet çığlık atmak istedi ama sesi çıkmadı. Mezarı daralmaya başladı, kaburgaları birbirine geçti. Artık anladı… Dünya hayatındaki her anın, her tercihin bir karşılığı vardı. Ama artık geri dönüş yoktu…

Düşünelim: Eğer bugün ölsek, bu sorulara nasıl cevap vereceğiz? Eğer bilmiyorsak, daha vaktimiz varken hazırlanalım. Çünkü kabirde kimse yalan söyleyemez, çünkü kabirde herkes yalnızdır…

 

 




Türkiye cumhuriyetinin kuruluşundan itibaren inançlı kişilere getirilen yasaklar ve toplumun buna olan tepkileri nelerdir?

Türkiye cumhuriyetinin kuruluşundan itibaren inançlı kişilere getirilen yasaklar ve toplumun buna olan tepkileri nelerdir?


Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan itibaren inançlı kişilere yönelik getirilen yasaklar, baskılar, zulümler özellikle erken Cumhuriyet döneminde, devletin laiklik ilkesini yerleştirme çabaları kapsamında uygulanmıştır. Bu politikalar, Osmanlı İmparatorluğu’nun teokratik yapısından modern, seküler bir ulus-devlete geçiş sürecinin bir parçası olarak ortaya çıkmıştır. Aşağıda bu yasakların temel örneklerini ve toplumun tepkilerini kronolojik bir şekilde ele alacağım:

1. Erken Cumhuriyet Döneminde Uygulanan Yasaklar
Türban ve Başörtüsü Yasağı: Cumhuriyetin ilk yıllarında, 1925’teki Şapka Kanunu ile erkekler için fes ve benzeri dini sembol kabul edilen kıyafetlerin giyilmesi yasaklandı. Kadınlar içinse doğrudan bir yasal düzenleme olmamasına rağmen, özellikle 1930’lardan itibaren kamu kurumlarında başörtüsü kullanımı fiilen engellendi. 1980’lerden sonra bu yasak, üniversiteler ve kamu hizmetlerinde daha sistematik bir şekilde uygulanmaya başlandı.
Tekke ve Zaviyelerin Kapatılması (1925): 30 Kasım 1925’te çıkan kanunla, tarikatlar yasaklandı ve tüm tekke, zaviye ile türbeler kapatıldı. Bu, dini cemaatlerin örgütlenmesini engellemeyi ve dinin toplumsal etkisini azaltmayı hedefliyordu.
Din Eğitimine Kısıtlamalar: 3 Mart 1924’te Hilafetin kaldırılması ve Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile eğitim birliği sağlandı. Medreseler kapatıldı, din eğitimi devlet kontrolüne alındı ve bir süre tamamen kaldırıldı. İmam Hatip Okulları ancak 1950’lerde yeniden açıldı.

Arapça Ezan Yasağı (1932-1950): 1932’de ezanın Türkçe okunması zorunlu hale getirildi. Bu, dini ritüellerin “millileştirilmesi” çabası olarak görüldü.
Kıyafet ve Şeriat Mahkemelerinin Kaldırılması: 1924’te şeriat mahkemeleri kaldırılarak yerine seküler mahkemeler kuruldu. Dini kıyafetlerin (cübbe, sarık vb.) kamu alanında kullanımı yasaklandı.
2. Toplumun Tepkileri
Cumhuriyetin elit kesimi, şehirli orta sınıf ve modernist aydınlar bu reformları genellikle destekledi. Laiklik, Batılılaşma ve modernleşme hedeflerine uygun görüldü. Özellikle genç nesiller arasında bu politikalar, eski düzenin geride bırakılması olarak düşünüldü.

Olumsuz Tepkiler ve Direniş:
Kırsal Kesim ve Muhafazakârlar: Kırsal bölgelerde yaşayan dindar halk, bu yasakları dini kimliklerine bir saldırı olarak düşündü. Özellikle tekke ve zaviyelerin kapatılması, dini liderlerin etkisini kaybederek toplumda bir boşluk oluşturulmasına neden oldu.

Sessiz Direniş: Yasaklara uymak istemeyenler, genellikle sessiz bir şekilde geleneksel pratiklerini özel alanda sürdürmeye çalıştı. Örneğin, Arapça ezan yasağına rağmen bazı köyler gizlice eski usulde ezan okumayı devam ettirdi.
Siyasi Tepkiler: Çok partili döneme geçişle birlikte (1946’dan sonra), Demokrat Parti gibi muhafazakâr eğilimli partiler bu yasaklara karşı halkın tepkisini siyasete taşıdı. 1950’de DP’nin iktidara gelmesiyle ezan yeniden Arapça okunmaya başlandı ve din eğitimi üzerindeki bazı kısıtlamalar gevşetildi.
3. Uzun Vadeli Etkiler ve Günümüz
Başörtüsü Tartışmaları: 1980’ler ve 1990’larda başörtüsü yasağı, özellikle üniversitelerde büyük bir toplumsal gerilim oluşturdu. 28 Şubat 1997 sürecinde bu yasaklar daha da katılaştı ve binlerce öğrenci eğitim hakkını kaybetti. Ancak 2000’li yıllarda AK Parti’nin iktidarıyla bu yasaklar (kademeli olarak) kaldırıldı; 2013’te kamu kurumlarında başörtüsü serbest bırakıldı.
Toplumsal Kutuplaşma: Bu politikalar, laikler ile dindar kesimler arasında uzun süreli bir kutuplaşma oluşturdu. Günümüzde bile laiklik ve dinin kamusal alandaki yeri Türkiye’de tartışma konusu olmaya devam ediyor.

Bu gerilim, Cumhuriyetin 100 yıllık tarihinde önemli bir problem olarak varlığını sürdürmüştür.

 

 




TÜRKİYE’NİN KABUĞUNU KIRMASI, DELİ GÖMLEĞİNİ ÇIKARMASI

TÜRKİYE’NİN KABUĞUNU KIRMASI, DELİ GÖMLEĞİNİ ÇIKARMASI, MADDİ MANEVİ GELİŞİMİ BAŞTA İSRAİL, YUNANİSTAN HATTA AVRUPAYI KORKUTUYOR. DÜŞMANA KORKU DOSTA UMUT VERİYOR


TÜRKİYE’NİN KABUĞUNU KIRMASI VE KÜRESEL DENGELER

Tarih boyunca güçlü ve bağımsız bir Türkiye, bazı çevreler için her zaman bir tehdit unsuru olarak görülmüştür. Osmanlı’nın çöküşü sonrası Türkiye, uzun yıllar boyunca çeşitli iç ve dış baskılarla sınırlandırılmış, ekonomik ve askeri anlamda belirli bir çerçevenin dışına çıkmasına izin verilmemiştir. Ancak son yıllarda Türkiye, hem ekonomik hem de askeri alanda attığı cesur adımlarla adeta kabuğunu kırmakta ve tarihsel kodlarına uygun şekilde yeniden yükselmektedir.

Bu yükseliş, dostları sevindirirken düşmanları rahatsız etmektedir. Başta İsrail, Yunanistan ve Avrupa’nın bazı ülkeleri, Türkiye’nin bu yeni dinamizmini bir tehdit olarak görmekte ve çeşitli yollarla bu yükselişi durdurmaya çalışmaktadır. Ancak tarih göstermiştir ki, büyük milletler hiçbir baskıya boyun eğmez ve hak ettiği yeri mutlaka alır.

1. Türkiye’nin Kabuğunu Kırması Ne Anlama Geliyor?

Türkiye’nin son yıllarda yaptığı atılımlar, sadece ekonomik ya da askeri başarılarla sınırlı değildir. Bu sürecin temel taşları şunlardır:

Savunma Sanayii: Türkiye artık İHA, SİHA, insansız savaş uçakları, yerli tank ve füze sistemleri üreten bir ülke haline gelmiştir. Bayraktar TB2 ve Kızılelma gibi sistemler, sahada oyun değiştirici etki oluşturmuştur.

Enerji Bağımsızlığı: Karadeniz’de keşfedilen doğal gaz, Gabar’da bulunan petrol rezervleri, nükleer enerji yatırımları Türkiye’nin dışa bağımlılığını azaltmaktadır.

Bölgesel Liderlik: Türkiye artık sadece kendi sınırları içinde değil, Suriye, Libya, Doğu Akdeniz, Kafkaslar ve Afrika’da aktif bir oyuncudur.

Ekonomik Büyüme: Sanayi, teknoloji ve tarımda yapılan yatırımlarla Türkiye, ekonomik anlamda kendi ayakları üzerinde durabilen bir ülke olma yolunda ilerlemektedir.

Bu gelişmeler, Türkiye’nin artık Batı’nın çizdiği sınırlara mahkûm olmayacağını ve kendi kararlarını kendisinin alacağını göstermektedir.

2. Düşmanın Korkusu, Dostun Umudu

Türkiye’nin bu yükselişi, bazı ülkeleri neden rahatsız ediyor?

İsrail: Türkiye’nin Filistin davasına verdiği destek, İsrail’in bölgede rahat hareket etmesini engelliyor. Türkiye’nin Gazze ve Kudüs konusunda aldığı kararlı duruş, İsrail’in planlarını zorlaştırıyor.

Yunanistan: Türkiye’nin savunma sanayisindeki gelişimi ve denizlerdeki etkinliği, Yunanistan’ı büyük bir endişeye sevk etmektedir. Türkiye’nin Mavi Vatan doktrini, Yunanistan’ın Ege’deki maksimalist taleplerine bir darbe vurmuştur.

Avrupa: Türkiye’nin enerji bağımsızlığını kazanması, savunma sanayisinde dışa bağımlılığını azaltması ve bölgesel liderlik iddiası, bazı Avrupa ülkelerini rahatsız etmektedir.

Öte yandan, Türkiye’nin bu yükselişi dost ve mazlum milletler için büyük bir umut kaynağıdır:

Türk Dünyası: Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan ve diğer Türk devletleri için Türkiye’nin güçlenmesi, onların da gelecekte daha bağımsız hareket etmesine imkan sağlamaktadır.

İslam Dünyası: Türkiye, mazlum Müslüman milletler için bir sığınak ve örnek bir model olmaktadır.

Afrika ve Asya: Türkiye, Batı’nın sömürdüğü ülkeler için alternatif bir dost ve ekonomik iş birliği ortağı haline gelmektedir.

3. Türkiye’nin Önündeki Engeller ve Mücadele Ruhu

Elbette Türkiye’nin bu yükselişi kolay olmayacaktır. Tarihte de görüldüğü gibi, büyük güçlerin yükselişi her zaman dış baskılar, ekonomik ambargolar, siyasi oyunlar ve hatta askeri tehditlerle engellenmeye çalışılmıştır. Ancak unutmamak gerekir ki, Türkiye bu tür baskılarla ilk kez karşılaşmamaktadır.

İstiklal Harbi’nde de, Osmanlı’nın son döneminde de Türkiye’ye dayatılan “boyunduruk” kabul edilmemiş ve büyük bedeller ödenerek bağımsızlık kazanılmıştır. Bugün de aynı ruhla, Türkiye’nin kabuğunu tamamen kırması ve üzerindeki prangaları söküp atması mümkündür.

4. Sonuç: Kendi Yolunu Çizen Bir Türkiye

Türkiye artık Batı’nın veya herhangi bir gücün “dizayn ettiği” bir ülke değil, kendi rotasını çizen, bölgesinde söz sahibi olan bir ülke haline gelmektedir. Bu durum, düşmana korku, dosta umut vermektedir.

Türkiye’nin geleceği, kendi kaderini kendisinin belirleyebileceği bir güce ulaşmasında yatmaktadır. Tarih boyunca bağımsızlık ruhunu koruyan bu millet, bugün de aynı ruh ve imanla yoluna devam etmektedir.

Unutulmamalıdır ki:

“Allah’a güvenen bir milleti, hiçbir güç yıkamaz!”

 

 




KADIN EĞE KEMİĞİNDEN Mİ?

KADIN EĞE KEMİĞİNDEN Mİ?

“Kadınlar hakkında -birbirinize- iyi tavsiyelerde bulunun. Çünkü kadın kaburga kemiğinden yaratılmıştır. Kaburganın en fazla eğri olan tarafı onun üst kısmıdır. Bu sebeple, eğer onu doğrultmak istersen kırarsın, yok eğer kendi halinde bırakırsan eğri olmaya devam eder. Öyleyse kadınlar hakkında -birbirinize- iyi tavsiyelerde bulunun / birbirinize onlara iyi davranmayı tavsiye edin.” (Buhari, Enbiya,1; Müslim, Reda’, 61, 62) Hadis âlimlerince bu konuda ne gibi açıklamalarda bulunulmuş ve bunun bilimsel izahı nedir?


Bu hadis, kadınların fıtratına ve onlara nasıl davranılması gerektiğine dair bir öğüt içermektedir. Hadis âlimleri ve İslam âlimleri bu hadisi çeşitli açılardan yorumlamışlardır.

Hadis Âlimlerinin Açıklamaları

1. Mecazi Anlam: Hadiste geçen “kaburga kemiği” ifadesinin mecazi olduğu ve kadınların yaratılışında farklı bir narinlik, hassasiyet ve duygusallık bulunduğunu ifade ettiği belirtilmiştir. Bu yüzden onlara sert davranmak yerine anlayış ve şefkatle yaklaşılması tavsiye edilmiştir.

2. Kadınların İnceliği ve Hassasiyeti: Kadınlar, yapıları gereği erkeklerden daha duygusal ve nazik olabilirler. Onların bu yapısına uygun şekilde muamele edilmesi gerektiği vurgulanmıştır. Sert ve katı bir tutum, kadınların ruhsal kırılganlığına zarar verebilir.

3. Eğriliği Doğrultma Meselesi: Hadisin devamında “onu doğrultmak istersen kırarsın” ifadesi, kadınları zorla değiştirmeye çalışmanın olumsuz sonuçlar doğurabileceğini anlatmaktadır. Bunun yerine, onların doğasına uygun bir şekilde sabır ve anlayışla yaklaşmak gerektiği vurgulanır.

Bilimsel ve Psikolojik İzah

1. Anatomik Perspektif: Hadiste geçen “kaburga kemiği” benzetmesi bilimsel olarak doğrudan bir açıklama ifade etmez. Ancak bazı yorumcular, kaburgaların insan vücudunda koruyucu bir özelliği olduğu gibi, kadınların da toplumda merhamet, şefkat ve duygu yönüyle bir denge unsuru oluşturduğunu söylerler.

2. Psikolojik Açıklama: Modern psikoloji, kadınların biyolojik ve hormonal yapılarının erkeklerden farklı olduğunu ve bu durumun onların daha duygusal ve empatik olmasını sağladığını gösterir. Kadınların hassasiyetleri göz önünde bulundurularak onlara anlayışlı davranmanın sağlıklı ilişkiler kurmada önemli olduğu anlatılır.

3. Sosyal Açıdan Değerlendirme: Toplum içinde kadın-erkek ilişkilerinde sertlik yerine anlayış ve sabır gösterilmesi, aile ve sosyal hayatın huzurlu olmasını sağlar. Hadisin tavsiye ettiği yaklaşım, çatışmaların önüne geçerek uyumlu bir yaşam biçimi geliştirmeyi teşvik eder.

Bu açıdan, hadis kadınların eksikliğini ya da kusurlu olduğunu değil, onların farklı yaratılış özelliklerine dikkat çekerek, erkeklere onlara karşı sabırlı ve anlayışlı olmalarını öğütlemektedir.

@@@@@@#

Bu hadis, kadınların doğasına ve onlara nasıl davranılması gerektiğine dair metaforik bir anlatım ifade eder. Hadis âlimleri ve modern yorumcular tarafından yapılan açıklamalar şu şekildedir:

### **Hadis Âlimlerinin Açıklamaları:**
1. **Metaforik Anlam:**
Hadisteki “kaburga kemiği” benzetmesi, kadınların narin, hassas ve kendine özgü bir yapıya sahip olduğunu ifadeeder. Kaburganın eğriliği, kadınların fıtratındaki inceliği ve bu inceliğe saygı gösterilmesi gerektiğini ifade eder. Âlimler, bu benzetmeyi kadınların zorlanmaması, baskı altına alınmaması ve anlayışla yaklaşılması gerektiği şeklinde yorumlamıştır.
– **İmam Nevevî** (Müslim şârihi): “Kadınların yaratılışında bir incelik ve eğrilik vardır; onları düzeltmeye çalışmak yerine, bu özelliklerini kabul etmek gerekir” der.
– **İbn Hacer el-Askalânî** (Buhârî şârihi): “Bu hadis, erkeklere kadınlara karşı sabırlı ve hoşgörülü olmalarını öğütler” şeklinde açıklar.

2. **Peygamberin Tavsiyesi:**
Hz. Peygamber, kadınlara “iyi davranılmasını” emrederek toplumda yaygın olabilecek sert veya baskıcı tutumlara karşı uyarıda bulunur. Hadis, kadınların psikolojik ve duygusal ihtiyaçlarının gözetilmesini önemser.

3. **Tevrat kaynaklı Anlatım ile İlişki:**
Kaburga benzetmesi, Hz. Havva’nın Âdem’in kaburga kemiğinden yaratıldığına dair Tevrat’taki anlatımla (Tekvin 2:22) benzerlik gösterir. Ancak İslam inancında bu hikâye detaylı olarak Kur’an’da yer almaz; hadislerdeki vurgu, kadın-erkek ilişkisinde denge ve merhamet üzerinedir.

### **Bilimsel ve Psikolojik İzah:**
1. **Anatomik Gerçeklik:**
İnsan kaburgaları doğal olarak eğri bir yapıdadır ve bu eğrilik göğüs kafesinin sürekliliği için gereklidir. Hadisteki benzetme, kadınların “kusurlu” olduğunu değil, fıtratlarının özelliğini ifade eder. Bilimsel olarak, bu metaforun biyolojik bir temeli yoktur; ancak dönemin anlatım tarzını yansıtır.

2. **Psikolojik Yorum:**
Modern psikoloji, kadın ve erkek arasında duygusal tepkiler, iletişim tarzı ve sosyal ihtiyaçlar açısından farklılıklar olduğunu kabul eder. Hadisteki mesaj, bu farklılıkları yargılamak yerine anlamaya çalışmayı ve ilişkilerde esnek olmayı öğütler.

3. **Toplumsal Cinsiyet Bağlamı:**
Hadis, 7. yüzyıl Arap toplumunda kadınlara yönelik muamelenin iyileştirilmesi amacını taşır. O dönemde kadınların sosyal statüsünü korumaya yönelik bir uyarı niteliğindedir. Günümüzde ise bu mesaj, kadınların özel kişiliklerinin saygı görmesi gerektiği şeklinde evrensel bir ilkeye dönüştürülebilir.

### **Eleştirel Yaklaşımlar:**
– **Cinsiyet Rolleri:** Bazı modern yorumcular, bu benzetmenin kadınları “eksik” veya “düzeltilmesi gereken” varlıklar olarak gösterebileceği endişesini dile getirir. Ancak İslam âlimleri, hadisin asıl amacının kadınların doğasının kabul edilmesi olduğunu ifade eder.
– **Bağlantılı Okuma:** Hadisin, erkeği kadın üzerinde bir “düzeltici” konumuna yerleştiren ataerkil yapıları meşrulaştırmadığına dikkat çekilir. Aksine, erkeğin kadına karşı sorumluluğunu hatırlatan bir uyarı olarak okunmalıdır.

### **Sonuç:**
Hadis, kadınların fıtrî özelliklerinin anlaşılmasını ve onlara şefkatle yaklaşılmasını öğütler. Bilimsel bir dayanaktan ziyade, insan ilişkilerinde sabır ve hoşgörünün önemini vurgulayan evrensel bir mesaj ifade eder. Modern dünyada bu mesaj, karşılıklı saygı bağlamında yeniden yorumlanabilir.

@@@@@@

Bakınız:

https://www.google.com/amp/s/sorularlaislamiyet.com/hz-havva-neden-kaburga-kemiginden-yaratildi-hikmeti-nedir%3famp
https://www.google.com/amp/s/sorularlaislamiyet.com/hz-havva-kaburga-kemiginden-mi-yaratilmistir-araf-suresi-189-ayette-sizi-bir-tek-candan-ademden%3famp

 

 




Yalnızlık Başlıyor: Zengin Adamın Kabirdeki Pişmanlığı

Yalnızlık Başlıyor: Zengin Adamın Kabirdeki Pişmanlığı


Dünya hayatında kimse ondan daha güçlü, daha zengin değildi. Lüks içinde yaşadı, en güzel evlerde oturdu, en pahalı arabaları sürdü. Kalabalık sofralar kurdu, eğlenceler düzenledi. Etrafında onlarca insan vardı ama hiçbiri gerçek dost değildi. Para, güç, şöhret… Hepsini elde etmişti.

Ama şimdi…

Şimdi yapayalnızdı.

Kabirde İlk Anlar

Gözlerini açtığında kendini zifiri karanlık bir yerde buldu. Derin bir sessizlik vardı. Ne dostları ne de hizmetçileri… Altın işlemeli yataklarından bir iz yoktu. Artık hiçbir şey ona ait değildi.

Elleriyle etrafı yokladı. Nemli, soğuk ve dar bir yerdi burası. İçini tarifsiz bir korku sardı. “Burası neresi?” diye bağırmak istedi ama sesi yankılandı ve kendi kulaklarında boğuldu.

Sonra birden, az önce yanında olan herkesin onu orada bırakıp gittiğini hatırladı. O gösterişli cenaze töreni, şatafatlı merasimler, üzerine atılan topraklar… Hepsi geride kalmıştı.

Artık sadece o ve yalnızlık vardı.

Münker ve Nekir’in Sorgusu

Tam o sırada, ürkütücü bir sessizlik içinde iki korkunç varlık belirdi. Münker ve Nekir. Heybetleri öyle büyüktü ki, adam korkudan nefes bile alamadı.

Biri gür sesiyle sordu:

— “Rabbin kim?”

Adam cevap vermek istedi ama dili tutuldu. Hayatı boyunca servetini, gücünü, çevresini ilah edinmişti. Allah’ı unutarak yaşamış, kalbini mala, mülke, insanlara bağlamıştı.

Melekler bekledi. Ter içinde kaldı. Boğazı kurudu. Sonunda zorla fısıldadı:

— “Ben… ben… Allah…”

Ama bu cevap kabul edilmedi. Çünkü dünya hayatında Allah’ı anmayan, O’na secde etmeyen biri şimdi zorla cevap vermeye çalışıyordu. Melekler ikinci soruyu sordu:

— “Dinin ne?”

Dini olduğunu hatırladı ama hiç yaşamamıştı. Dünya işlerinden fırsat bulamamıştı. Hep “sonra” demişti, hep ertelemişti. Ama şimdi bir “sonra” yoktu…

Son soru geldi:

— “Bu adam (Peygamber) hakkında ne biliyorsun?”

Peygamber’in adını biliyordu ama hayatını hiç merak etmemişti. En büyük iş adamlarını, en büyük siyasetçileri, en ünlü isimleri ezbere bilirdi. Ama Allah’ın Elçisi’ni tanımaya zaman ayırmamıştı.

Cevap veremedi.

Pişmanlık ve Azap

Melekler başlarını eğip şöyle dediler:

— “Keşke dünyada hazırlansaydın… Keşke bu günü düşünseydin…”

O anda mezar daraldı, kaburgaları sıkıştı. Bir kapı açıldı, cehennemin dehşet verici ateşi ona gösterildi. İçindeki çığlığı kimse duymuyordu.

Titreyerek, dizleri üzerine çöktü.

Ve ilk kez içten bir pişmanlık hissetti.

Ama artık hiçbir anlamı yoktu. Çünkü dünya artık onun için çok uzaktaydı…

Bugün Düşünme Vakti

Zenginliği, şöhreti, serveti olan bu adam, her şeyi geride bırakmıştı. Eğer geri dönebilseydi, her şeyden vazgeçip Allah’a yönelirdi. Ama artık dönüş yoktu.

Bizim için hâlâ zaman var.

Bu sorulara cevap vermeye hazır mıyız? Eğer değilsek, bugün harekete geçme vaktidir. Çünkü yarı




YILBAŞINDA İNDİRİM, RAMAZANDA BİNDİRİM. TOPLUMSAL SİNDİRİM. ENFLASYONU YÜKSELTEN BÜNYEDEKİ GİZLİ VİRÜS.

YILBAŞINDA İNDİRİM, RAMAZANDA BİNDİRİM. TOPLUMSAL SİNDİRİM. ENFLASYONU YÜKSELTEN BÜNYEDEKİ GİZLİ VİRÜS.


Enflasyonu Yükselten Gizli Virüs: Fırsatçılık ve Toplumsal Sindirim

Ekonomik dalgalanmalar, bir toplumun refah seviyesini doğrudan etkileyen en önemli unsurlardan biridir. Ancak enflasyonu yalnızca döviz kuru, maliyet artışı veya küresel krizler gibi makroekonomik faktörlere bağlamak eksik bir değerlendirme olur. Çünkü toplumun iç dinamikleri, özellikle de ahlaki yozlaşma ve fırsatçılık, enflasyonun en sinsi ve tehlikeli tetikleyicilerindendir. Bu açıdan halk arasında sıkça dile getirilen şu söz durumu özetlemektedir:

“Yılbaşında indirim, Ramazan’da bindirim. Toplumsal sindirim.”

Bu cümle, ekonomik sistemin içinde saklı ama toplumun benimsediği bir gerçeğe işaret ediyor: Belirli dönemlerde yapılan zamların sistematik hale gelmesi ve insanların bunu bir mecburiyet gibi kabullenmesi.

1. Sezon Fiyat Dalgalanmaları: Gerçek mi, Bahane mi?

Bazı dönemlerde fiyat artışları kaçınılmaz olabilir. Örneğin:

Turizm sezonunda otel ve uçak biletlerinin yükselmesi

Kış aylarında sebze-meyve fiyatlarının artması

Döviz kuruna bağlı ithalat maliyetlerindeki değişimler

Ancak işin içine yapay fiyat artışları, stokçuluk ve fırsatçılık girdiğinde, enflasyon adeta bir virüs gibi yayılmaya başlar. Özellikle dini ve milli bayramlar, tatil dönemleri veya kriz ortamlarında bazı kesimler, durumu fırsata çevirerek fiyatları suni şekilde şişirir.

2. Ramazan’da Fiyatların Artması: Ticari Ahlaksızlık mı?

Ramazan ayı, paylaşım ve bereket ayıdır. Ancak bazı işletmeler için karaborsaya dönüşen bir kazanç fırsatı olarak görülmektedir.

Ramazan öncesinde şeker, un, yağ gibi temel gıda maddelerine gelen zamlar

İftar ve sahur menülerinde normalden fazla fiyat artışı

Zincir marketlerin stokçuluk yaparak mal kıtlığı oluşturması

Bu durum, yalnızca ekonomik bir mesele değil, aynı zamanda ahlaki bir çöküş meselesidir. Çünkü enflasyon yalnızca maliyet artışından değil, insan vicdanındaki fiyat artışından da kaynaklanmaktadır.

3. Yılbaşında İndirim, Ama Neden?

Büyük alışveriş merkezleri ve zincir mağazalar, yılbaşı döneminde kampanyalarla fiyatları düşürürken, bazı esnaflar Ramazan gibi manevi dönemlerde tam tersine fiyatları yükseltir.

Burada sorulması gereken sorular şunlardır:

Yılbaşında yapılan devasa indirimler nasıl mümkün olabiliyor?

Eğer zararına satılmıyorsa, demek ki fiyatlar zaten fazla şişirilmiş miydi?

Ramazan’da neden benzer bir indirim politikası uygulanmıyor?

Bütün bu soruların cevabı, kapitalist düzenin psikolojik fiyatlandırma taktikleri içinde saklıdır. Tüketici davranışları analiz edilir, zamanına ve duygusal durumuna göre fiyatlandırma stratejileri belirlenir.

4. Toplumsal Sindirim: Alışan Toplum, Sorgulamayan Zihin

Belki de en büyük problem, toplumun bu durumu benimsemiş ve kabullenmiş olmasıdır. Her yıl aynı zamları görüp tepki vermeyen insanlar, fırsatçı ekonominin en büyük destekçileri haline gelirler.

İnsanlar “Ramazan’da et pahalı olur” diyerek yüksek fiyatları kabullenir.

“Bayramda otobüs biletleri zamlanır” düşüncesi normalleşir.

“Kışın kömür ve doğalgaz artar” diyerek önlem almayanlar, krizleri fırsatçılara teslim eder.

Bu, adeta zihinsel ve ekonomik bir sindirim sürecidir. Fiyat artışlarını mantıklı bir gerekçeye oturtma çabası, fırsatçılara cesaret verir ve onları meşrulaştırır.

5. Enflasyonun Bünyedeki Gizli Virüsü: Ahlaki Çöküş

Ekonomik krizlerin yalnızca dış nedenlerden kaynaklandığını düşünmek yanıltır. Asıl kriz, insanların fırsatçılığı ahlaki olarak meşru görmesi ve küçük kazançlar uğruna toplumun genel refahını tehlikeye atmasıdır.

Fiyatları yükseltmek için stokçuluk yapmak

“Herkes yapıyor” diyerek haksız kazanca yönelmek

Piyasadaki belirsizlikleri bahane ederek fırsatçılık yapmak

Bunların hepsi, enflasyonu yükselten gizli virüslerdir. Virüsler vücudu içten içe zayıflatır ve bir noktadan sonra artık iyileşmek zorlaşır. Toplum da aynı şekilde, bu ahlaki erozyona uzun süre maruz kaldığında ekonomik hastalıkları kronik hale gelir.

Sonuç: Ahlaki ve Ekonomik Bilincin Önemi

Enflasyon, yalnızca rakamların yükselmesi değil, aynı zamanda vicdanların değer kaybetmesi meselesidir. Eğer toplum, fiyat oyunlarını ve manipülasyonları sorgulamadan kabul ederse, enflasyon yalnızca ekonomik bir problem olmaktan çıkıp karakter meselesi haline gelir.

Bu nedenle, ekonomik düzenin düzelmesi için yalnızca politika yapıcıları suçlamak yerine, bireysel ve toplumsal farkında oluşun artırılması gerekmektedir.

Tüketiciler bilinçlenmeli, fırsatçılığı teşvik eden alışverişlerden kaçınmalı.

Esnaflar ve işletmeler, kısa vadeli kazançlar uğruna toplumun uzun vadeli refahını riske atmamalı.

Devlet mekanizmaları, stokçuluk ve spekülasyon yapanları caydırıcı önlemlerle denetlemeli.

Ancak bu şekilde, yapay enflasyonun önüne geçebilir ve fırsatçılık virüsünü yok edebiliriz. Çünkü adil ticaret ve vicdanlı ekonomi, sadece fiyatları değil, toplumun huzurunu da dengeler.

 

 




İNSANİYETİN ULAŞILMAZ ULVİ MAKAMI

İNSANİYETİN ULAŞILMAZ ULVİ MAKAMI


El-İnsâniyyetü Rütbetün Lâ Yasîlu İleyhâ Küllü’l-Beşer

İnsan olmak, biyolojik bir gerçeklikten öte, ahlaki ve manevi bir yükselişin neticesidir. “El-İnsâniyyetü rütbetün lâ yasîlu ileyhâ küllü’l-beşer” ifadesi, her insanın “insanî” bir seviyeye ulaşamayacağını, gerçek insan olmanın bir makam olduğunu vurgular. Bu cümle, insanın biyolojik olarak dünyaya gelmesiyle değil, ahlaki ve vicdani gelişimiyle “gerçek insan” olabileceğini anlatır.

İnsaniyetin Mertebeleri

İnsaniyet, bir mertebeler silsilesidir. Herkes insan olarak doğar, fakat herkes insanî kemâle eremez. Çünkü insaniyet, yalnızca fiziksel varlıkla değil, aynı zamanda ruhî ve ahlaki olgunlukla ilgilidir. Bu açıdan insanı insan yapan temel değerler şunlardır:

1. Adalet: İnsan, hak ve hukuka riayet ettiği ölçüde insandır. Adalet duygusunu yitiren kişi, insanî mertebede geri düşer.

2. Merhamet: Başkasının acısını hissedebilen, başkalarının derdiyle dertlenebilen kişi, insaniyet rütbesine yaklaşmıştır.

3. Vicdan: Kendi iç muhasebesini yapabilen, yanlışlarını fark eden ve düzeltmeye çalışan insan, insanlık mertebesinde yükselir.

4. İffet ve Sadakat: Ahlaki değerlere bağlılık, insanın değerini belirleyen unsurlardan biridir.

5. Tevazu: İnsan kibirle yükselmez, aksine alçakgönüllülükle insanî rütbesini kazanır.

Her İnsan Bu Makama Erişebilir mi?

Bu sorunun cevabı, insanın kendi iradesine ve çabasına bağlıdır. Çünkü insaniyet, doğuştan gelen bir miras değil, kazanılan bir meziyettir. Bazı insanlar içlerindeki nefsi arzulara teslim olurken, bazıları ruhî kemâl için mücadele eder. İnsanın bu makama erişmesini engelleyen temel unsurlar şunlardır:

Bencillik ve hırs: Kendinden başkasını düşünmeyen bir insan, insaniyet makamına ulaşamaz.

Zulüm ve adaletsizlik: Başkasının hakkını gasp eden kişi, ne kadar zengin ya da güçlü olursa olsun, insan olma onurunu kaybeder.

Vicdansızlık: Başkalarının acılarına duyarsız kalan bir kişi, insanî rütbeyi elde edemez.

Sonuç: İnsan Olmak Bir Seçimdir

İnsan olmak bir doğum meselesi değil, bir şahsiyet meselesidir. Gerçek insanlık, nefsin arzularına kapılmamak, ahlak ve vicdan ile hareket etmektir. Bu rütbe, her beşerin ulaşabileceği bir konum değildir; ancak onu isteyen, emek veren ve fedakârlık gösteren herkes için kapılar açıktır. Nitekim, tarih boyunca “gerçek insan” olanlar, sadece kendi benliklerini aşmakla kalmamış, aynı zamanda insanlığa rehber olmuşlardır.

Bu yüzden, asıl mesele insan olarak doğmak değil, insan olarak yaşamaktır. Ve belki de en b