ABD VE İSRAİL İŞGAL Mİ EDİYOR YOKSA KİN VE NEFRET Mİ AŞILIYOR? ŞEYTANİ BİR TAKTİK. DÜNYADA ŞEYTANİ DUYGULARLA SEYTANLARINI ÜRETİYOR.

ABD VE İSRAİL İŞGAL Mİ EDİYOR YOKSA KİN VE NEFRET Mİ AŞILIYOR? ŞEYTANİ BİR TAKTİK. DÜNYADA ŞEYTANİ DUYGULARLA SEYTANLARINI ÜRETİYOR.


ABD ve İsrail: İşgal mi Ediyor, Yoksa Kin ve Nefret mi Aşılıyor?

Şeytani Bir Taktik ile Dünyayı Kendi Şeytanlarını Üretmeye Zorluyorlar

Tarih boyunca emperyal güçlerin en büyük silahı, sadece silahlar ve ordular olmamıştır. Asıl güçlü oldukları nokta, insanların zihinlerine ekilen tohumlardır. İşgal ettikleri topraklarda sadece şehirleri değil, ruhları ve düşünceleri de ele geçirmeye çalışmışlardır. Bugün ABD ve İsrail’in Ortadoğu’da ve dünyada uyguladığı strateji tam da budur: Bir yandan fiziki işgal sürerken, diğer yandan zihinlere kin, nefret ve umutsuzluk aşılanıyor.

Bu şeytani taktik, sadece toprakları ele geçirmeyi değil, aynı zamanda insanların geleceklerini, umutlarını ve birlik ruhlarını da yok etmeyi amaçlıyor. Düşmanlarını yok etmek yerine, onların ruhlarını şeytanlaştırarak yeni düşmanlar oluşturuyorlar.

1. Fiziki İşgalin Ötesinde: Ruhları ve Zihinleri Esir Almak

ABD’nin Afganistan, Irak, Suriye ve diğer bölgelerde yaptığı müdahaleler, İsrail’in Filistin topraklarında sürdürdüğü işgal, sadece askeri operasyonlarla sınırlı değil. Bu güçler, önce savaşla şehirleri yıkıyor, sonra insanları birbiriyle çatıştırarak toplumu içten içe çökertiyorlar.

Filistin’de çocuklar bombalar altında büyüyor, sonra “terörist” ilan ediliyor.

Irak’ta mezhep çatışmaları körükleniyor, halk birbirine düşman ediliyor.

Suriye’de iç savaş kışkırtılıyor, ülke parçalanıyor.

Bu işgallerin ardından geriye sadece yerle bir olmuş şehirler değil, aynı zamanda kin ve nefretle doldurulmuş nesiller kalıyor. ABD ve İsrail, halkları birbirine düşman ederek, düşmanın sürekli var olmasını sağlıyor. Çünkü düşman varsa savaş da vardır, savaş varsa silah satışı da vardır.

2. Şeytanlaştırma Taktikleri: Kendi Şeytanlarını Üretiyorlar

İşgalci güçler, her zaman kendilerine karşı çıkacak grupları önce yok ediyor gibi yapar, sonra yeni düşmanlar üretirler.

Diktatörleri destekler, sonra onları “şeytan” ilan edip savaş açarlar. Saddam Hüseyin ve Kaddafi bunun en açık örnekleridir.

Terör örgütleriyle mücadele ettiklerini söyler, ama aslında onları büyütürler. ABD’nin DEAŞ’ı ve İsrail’in Hamas’ı nasıl kullandığı açıktır.

Müslüman ülkelerde istikrarsızlık oluşturur, sonra “bakın bunlar yönetilemez” derler. Böylece sürekli bir vesayet düzeni kurarlar.

Bu şeytani stratejiyle, halkları ve zihinleri yönetirler. Önce düşmanlarını oluşturur, sonra onlara savaş açar, ardından daha büyük düşmanlar üretirler. Böylece dünya, hep onların istediği gibi şekillenir.

3. Korku ve Nefret Tekraı: İnsanları Kendi Ellerimizle Şeytanlaştırıyoruz

ABD ve İsrail’in en büyük başarısı, bizi bize düşman etmeleridir. Onların silahlarına gerek kalmadan, biz birbirimize öfke ve nefret besleyerek, onların şeytani düzenini devam ettiriyoruz.

Kendi kardeşimize düşman oluyoruz. Mezhep, etnik kimlik veya siyasi görüş farkı yüzünden bölünüyoruz.

Düşmanımızı taklit ediyoruz. Öfkeye kapılıp, onların zalimliğini onlara karşı uygulamaya çalışıyoruz.

Umut ve adalet yerine, nefret ve intikamla hareket ediyoruz. Böylece, onların kurduğu tuzağa düşüyoruz.

Şeytanın en büyük hilesi, insanları kendisi gibi yapmaktır. ABD ve İsrail, sadece topraklarımızı değil, ruhlarımızı da şeytanlaştırmak istiyor.

Çözüm: Şeytani Oyunu Bozmak

Bu oyunu bozmanın yolu, akıl, birlik ve stratejiyle hareket etmektir.

Düşmanlarının yöntemlerini kullanarak düşmana karşı çıkılmaz. Adaletle ve bilinçle hareket edilmelidir.

Duygulara esir olunmamalıdır. Öfke ve nefret, düşmanı değil, bizi zayıflatır.

Gerçek düşmanı doğru tespit etmeliyiz. Müslümanlar, birbirleriyle savaşmak yerine, ortak düşmana karşı birleşmelidir.

ABD ve İsrail, bizi kendi şeytanlarımızı üretmeye zorluyor. Ama biz bu oyunu görmek zorundayız. Onların silahı kin ve nefrettir. Bizim silahımız ise sabır, akıl ve birlik olmalıdır.

Zulümle dünyayı yönetmek isteyenlerin tuzaklarına düşmeden, adaletle ve bilinçle mücadele edersek, şeytanın oyununu bozabiliriz.

 

 




ŞUBAT AYINDA İKİ BÜYÜK DEPREM: 28 ŞUBAT POSTMODERN DARBE VE 6 ŞUBAT DEPREMİ. BİRİ MANEVİ, DİĞERİ MADDİ YIKIM

ŞUBAT AYINDA İKİ BÜYÜK DEPREM: 28 ŞUBAT POSTMODERN DARBE VE 6 ŞUBAT DEPREMİ. BİRİ MANEVİ, DİĞERİ MADDİ YIKIM


Şubat Ayında İki Büyük Deprem: Biri Manevi, Diğeri Maddi Yıkım

Tarih, insanlara ders vermek için tekerrür eder. Ancak, ibret almasını bilenler için… Şubat ayı, Türkiye’nin tarihinde derin yaralar açmış iki büyük felakete sahne oldu. Biri 28 Şubat 1997, “postmodern darbe” olarak anılan manevi bir yıkım; diğeri ise 6 Şubat 2023, binlerce insanın hayatına mal olan Kahramanmaraş merkezli büyük deprem. Biri toplumun inanç ve değerlerini hedef aldı, diğeri ise şehirleri ve canları…

Bu iki olay, farklı türden depremler gibi görünse de, aslında birbiriyle benzer yönleri olan büyük sarsıntılardı. Birinde insan eliyle yapılan baskılar vardı, diğerinde tabiatın amansız gücü… Ama her ikisi de yıkım, acı ve ders çıkarılması gereken olaylar olarak hafızalara kazındı.

28 Şubat: Manevi Yıkım ve Toplumsal Travma

28 Şubat 1997, Türk siyaset tarihine “postmodern darbe” olarak geçti. Tankların sokaklara indiği, medya manipülasyonlarının devreye sokulduğu, inançlı insanlara yönelik baskıların zirveye ulaştığı bir dönemdi. Bu süreçte:

İnanç özgürlüğüne müdahale edildi. Başörtüsü yasağı nedeniyle binlerce öğrenci eğitim hakkından mahrum kaldı.

Dindar kesim hedef alındı. İmam hatip okulları ve dindar memurlar üzerinde büyük baskılar oluşturuldu.

Ekonomik ve sosyal çalkantılar yaşandı. Baskılar sonucu hükümet devrildi, ekonomide büyük kayıplar yaşandı.

Toplumsal ayrışma derinleşti. İnsanlar, inançlarından dolayı ötekileştirildi, fişlendi, mağdur edildi.

28 Şubat sürecinin en büyük zararı, toplumsal hafızada bıraktığı derin yaralar oldu. İnsanlar din ile devlet arasında bir çatışma varmış gibi gösterilerek kutuplaştırıldı. Devlet eliyle yapılan bu manevi deprem, insanların inançlarına ve özgürlüklerine doğrudan bir saldırıydı.

Ama her karanlığın bir sabahı vardır… Yıllar sonra, bu zulme maruz kalanların büyük kısmı haklarını geri kazandı. Ancak, yaşanan mağduriyetler hafızalardan silinmedi. Manevi depremin artçıları hâlâ bazı zihinlerde yankılanıyor.

6 Şubat: Maddi Felaket ve Acı Kayıplar

Tam 26 yıl sonra, yine bir Şubat ayında, bu kez büyük bir doğal felaket yaşandı. 6 Şubat 2023’te Kahramanmaraş merkezli 7.7 ve 7.6 büyüklüğündeki depremler, 11 ilde büyük bir yıkıma neden oldu. 100 binden fazla insan hayatını kaybetti, yüz binlerce kişi evsiz kaldı.

Bu deprem, insan iradesinin aciz kaldığı bir yıkımı gözler önüne serdi. Fakat burada da bazı acı gerçeklerle yüzleşmek zorunda kaldık:

İhmal ve denetimsizlik, felaketi büyüttü. Sağlam yapılmayan binalar yüzünden binlerce insan enkaz altında kaldı.

Koordinasyon eksikliği, can kayıplarını artırdı. Yardımların ilk günlerde yetersiz kalması, birçok insanın kurtarılmasını geciktirdi.

Dayanışma ruhu ortaya çıktı. Tüm Türkiye, yardım seferberliği başlatarak bir araya geldi.

Deprem gerçeği tekrar hatırlandı. Ancak, geçmiş depremlerden alınması gereken dersler yine ihmal edildiği için bu kadar büyük bir kayıp yaşandı.

Tıpkı 28 Şubat gibi, 6 Şubat da hafızalarda acı bir iz bıraktı. Ancak bu kez kaybedilenler sadece haklar ve özgürlükler değil, aynı zamanda canlardı. İhmal, vurdumduymazlık ve tedbirsizlik, bu büyük felaketin asıl suç ortaklarıydı.

İki Deprem, Tek Ders: Zulüm ve İhmal Yıkıma Götürür

28 Şubat’ta inanç özgürlüğü yıkıldı, 6 Şubat’ta binalar…
Biri, insan eliyle yapılan bir yıkım, diğeri ise insan ihmaliyle büyüyen bir felaket oldu.

Bu iki olay bize şunu gösteriyor: İster manevi ister maddi olsun, zulüm ve ihmal yıkımı beraberinde getirir.

Adalet ve özgürlük ihmal edilirse, toplum çöker.

Deprem gerçeği göz ardı edilirse, şehirler çöker.

Geçmişte yaşanan bu büyük yıkımlardan ders almak zorundayız. 28 Şubat, adaletin ve inanç özgürlüğünün kıymetini bilmemiz gerektiğini gösterdi. 6 Şubat ise, tedbir ve bilimle hareket etmenin hayat kurtardığını öğretti.

Sonuç: Geçmişten Ders Almazsak Gelecek de Yıkılır

Tarih, hatalarımızı ve doğrularımızı hatırlatmak için vardır. Eğer geçmişte yaşanan yıkımlardan ders çıkarmazsak, gelecekte aynı felaketlerle yüzleşmek zorunda kalırız.

28 Şubat ve 6 Şubat, farklı türden depremler olsa da, ikisi de ihmalin, zulmün ve tedbirsizliğin nelere mal olabileceğini gösteren büyük ibretlerdir.

Ne hakları çiğneyen adaletsizliği, ne de canları hiçe sayan ihmalkârlığı tekrar etmemeliyiz. Çünkü her yıkım, yeni bir felaketin kapısını aralar…

 

 




VİRÜS GİBİ YAYILAN SALGIN VE SARİ GÜNAHLAR

VİRÜS GİBİ YAYILAN SALGIN VE SARİ GÜNAHLAR


Bediüzzaman “Âhirzamanda bir şahsın hatiât ve günahlarının gayet dehşetli bir yekûn teşkil ettiğine dair rivayetler vardır. Eskide, “Acaba âdi bir adam, binler adam kadar günah işleyebilir mi? Ve o âhirzamanda bildiğimiz günahlardan başka hangi günahlardır ki, kâinatın heyet-i mecmuasına dokunur, kıyametin kopmasına ve dünyaları başlarına harap olmasına sebebiyet verir?” diye düşünürdüm. Şimdi bu zamanda müteaddit esbabını gördük.”

Ahir Zamanda Günahların Dehşetli Yekûnu ve İnsanlığın Sorumluluğu

Tarih boyunca, insanoğlu hem hayırda hem de şerde büyük işler başarmıştır. Ancak ahir zaman, yani kıyamete yakın dönem, insanların günahlarda daha hızlı ve geniş çapta ilerleyebileceği bir zaman dilimi olarak tarif edilmiştir. Eskiden, tek bir insanın binlerce kişi kadar günah işleyebileceği düşünülemezdi. Ancak modern çağda, bu hakikat açık bir şekilde görülmektedir.

Günümüz dünyasında bireysel hataların ve günahların etkisi, sadece kişiyi değil, tüm insanlığı ve hatta kainatın dengesini etkileyecek bir seviyeye ulaşmıştır. Bu nasıl mümkün olabilir?

1. Teknoloji ve Kitle İletişim Araçlarıyla Günahın Yaygınlaşması

Eskiden bir insanın günahı, kendisini ve yakın çevresini etkilerdi. Ancak şimdi, internet, televizyon, sosyal medya gibi araçlarla bir kişi, kötülüğü ve ahlaksızlığı milyonlara ulaştırabilir.

Bir yanlış fikir, yanlış inanç veya ahlaksız bir görüntü, saniyeler içinde tüm dünyaya yayılabilir.

Günah işlemek eskisine göre daha kolay ve daha hızlı hale gelmiştir.

İnsanlar, sanal ortamda yaptıkları günahları önemsiz görerek büyük bir vebalin içine düşebilmektedir.

Bir kişi, milyonlarca insana yanlış bir fikir aşılarsa, şehveti teşvik eden bir paylaşım yaparsa, imanı zedeleyecek fikirleri yayarsa, işlediği günah artık bireysel olmaktan çıkar ve binlerce, hatta milyonlarca kişinin manevi hayatına zarar verir.

2. Maddi ve Manevi Tahribatın Küreselleşmesi

Eskiden bir insan, sadece yaşadığı bölgeye zarar verebilirdi. Ama bugün:

Bir yönetici, yanlış bir karar ile milyonları açlığa, sefalete ve ölüme sürükleyebilir.

Bir bilim insanı veya mühendis, dünyayı tahrip edecek bir teknoloji geliştirebilir.

Sanayi ve kapitalizm, çevreyi kirleterek tabiatın dengesini bozabilir, küresel ısınmaya yol açabilir ve tüm canlıların hayatını tehdit edebilir.

Bugün çevre felaketleri, savaşlar, açlık, sosyal adaletsizlik ve küresel krizler, insanın kötülükte ne kadar büyük bir etki alanına ulaştığını göstermektedir. Bu günahlar sadece bireyleri değil, kainatın dengesini bile bozmaktadır.

3. İnsanlığın Ortak Günahları ve Kıyameti Yaklaştıran Sebepler

Hadislerde bildirildiği üzere, ahir zamanda günahlar o kadar artacak ki, bu dünya artık bu yükü taşıyamayacak hale gelecek.

Bugün insanlığın büyük kısmı, şu ortak günahlara bulaşmıştır:

Ahlaki dejenerasyon: Hayâ ve iffet kavramlarının yozlaştırılması.

Adaletsizlik ve zulüm: Haksız savaşlar, sömürü, zayıfların ezilmesi.

Tabiatın tahribi: Çevre kirliliği, hayvanların ve bitkilerin yok edilmesi.

İnançsızlık ve maneviyatsızlık: İnsanların Allah’ı ve ahireti unutması, dünyevileşmesi.

Fakirlerin aç bırakılması: Dünyada yeterince gıda olmasına rağmen milyonların açlıktan ölmesi.

Tüm bu günahlar, insanlığın ortak vebali haline gelmiş ve kıyametin habercisi olmuştur.

Sonuç: Çare Nedir?

Bugün, bir insanın yapacağı bir iyilik de, işleyebileceği bir günah da milyonları etkileyebilecek bir güce sahiptir. Bu yüzden sorumluluklarımız eskisinden çok daha büyük hale gelmiştir.

İyiliği ve doğruluğu yaymalıyız. Sosyal medyada, gerçek hayatta ve her platformda hakikati savunmalıyız.

Tövbeye sarılmalıyız. Ahir zamanın fitnelerinden korunmak için, sürekli kendimizi muhasebe etmeliyiz.

Maddi ve manevi çevremizi korumalıyız. Hem tabiata zarar vermemeli hem de ahlaki yozlaşmaya karşı durmalıyız.

Ahir zamanın fitneleri büyük olabilir, ama müminin imanı, iradesi ve gayreti de bu zorlukları aşacak kadar güçlü olmalıdır. Allah, bizleri büyük günahların yükünden korusun ve sırat-ı müstakimde sabit kılsın.

 

 




FİTNE ZAMANINDA…

FİTNE ZAMANINDA…


Ebû Hüreyre”nin naklettiğine göre,

Resûlullah (sav) şöyle buyurmuştur:

“İleride birtakım fitneler meydana gelecektir. O zaman oturan kişi, ayakta durandan; ayakta duran, yürüyenden; yürüyen de koşandan daha hayırlıdır. Fitne çıkarmaya yeltenen kişi kendisini o fitnenin içinde buluverir. Kim de (fitneden kurtulup) sığınacak bir yer bulursa hemen oraya sığınsın.”
(B7081 Buhârî, Fiten, 9)

Fitne Zamanında Tutum ve Hikmet

Tarih boyunca toplumlar pek çok çalkantılı dönemden geçmiş, kargaşa ve fitneler zaman zaman insanları büyük imtihanlarla karşı karşıya bırakmıştır. Peygamber Efendimiz (sav)’in, “İleride birtakım fitneler meydana gelecektir. O zaman oturan kişi, ayakta durandan; ayakta duran, yürüyenden; yürüyen de koşandan daha hayırlıdır” buyurması, bu tür zor zamanlarda nasıl bir tutum sergilenmesi gerektiğine dair önemli bir öğüttür.

Fitne: Anlamı ve Etkileri

İslam literatüründe fitne, genellikle toplumsal kargaşa, inançların sınandığı zorluklar, ahlaki çöküş ve kardeşler arasındaki ayrışmalar olarak tanımlanır. Fitneler, insanların hak ile batılı ayırt etmekte zorlandığı, çoğu zaman doğruyu yanlıştan ayırmanın güçleştiği dönemlerdir. Böyle zamanlarda aceleci ve fevri davranışlar, kişiyi istemediği sonuçlarla karşı karşıya bırakabilir.

Peygamberimizin (sav) bu hadisinde verdiği mesaj çok derindir. Oturmak, ayakta durmaktan daha hayırlı; yürümek, koşmaktan daha az risklidir. Bu, bir pasiflik tavsiyesi değildir, aksine bilinçli bir duruş önerisidir. Çünkü fitne dönemlerinde aceleyle harekete geçenler, çoğu zaman olayların içinde kaybolur ve kontrolü kaybederler.

Sükûnetin Hikmeti

Hadisten anlaşılan temel derslerden biri, fitne zamanlarında sükûnetin ve teenni ile hareket etmenin önemidir. İnsan, kargaşanın içine dalmadan önce durup düşünmeli, olayların gidişatını değerlendirmeli ve yanlış adımlar atmaktan kaçınmalıdır. Çünkü kargaşa ve kaos ortamında fevri hareket edenler, istemeden zulmün bir parçası olabilirler.

Hz. Ali (ra)’nin şu sözü bu durumu çok güzel özetler:
“Fitne zamanı kılıcını kınına koy, dilini tut ve evinde otur.”

Bu, korkaklık veya sorumluluktan kaçınmak değildir. Bilakis, fitne zamanlarında en büyük cihad, akıl ve hikmetle hareket etmek, yanlış bir tarafın içinde savrulmaktan sakınmaktır.

Kurtuluş Yolu: Huzurlu Limana Sığınmak

Hadisin sonunda geçen “Kim de (fitneden kurtulup) sığınacak bir yer bulursa hemen oraya sığınsın” ifadesi, müminin kendini muhafaza etmesi gerektiğine işaret eder. Bu sığınak, fiziksel olarak güvenli bir mekân olabileceği gibi, manevi anlamda sağlam bir duruşa ve salih amellere yönelmeyi de ifade eder.

Peki, bugün fitnelerden korunmak için hangi sığınağa başvurmalıyız?

1. İlim ve Hikmet: Fitne zamanlarında bilgi kirliliği yoğundur. Doğru kaynaklardan beslenmek ve akıllıca hareket etmek gerekir.

2. Sabır ve Şükür: Fitneler, sabrı ve dirayeti sınar. Sabır, müminin en güçlü silahıdır.

3. Dua ve İbadet: Allah’a sığınmak, fitnelerin karanlığında ışık gibidir. Tevekkül ile hareket eden, doğru yolda kalır.

4. Doğru Dostluklar: Fitne zamanlarında yanlış arkadaşlar insanı felakete sürükleyebilir. Salih dostlarla bir arada olmak, en büyük sığınaklardan biridir.

Sonuç

Resûlullah (sav)’in bu hadisi, özellikle modern zamanlarda daha da anlam kazanmaktadır. Günümüzde bilgiye ulaşım kolaylaşmış ama hakikat ile yalan birbirine karışmıştır. İnsanlar sosyal medya ve farklı mecralar üzerinden hızla harekete geçmeye teşvik edilmekte, düşünmeden yapılan eylemler büyük fitnelere kapı aralamaktadır.

Böylesi bir çağda, hızlı değil bilinçli hareket etmek, saldırgan değil sağduyulu olmak, fevri değil sabırlı davranmak müminin en büyük meziyetlerindendir. En hayırlı kişi, fitneye körü körüne kapılmayan ve hikmetle hareket edendir. Fitne zamanlarında aklımıza kazımamız gereken en önemli düstur belki de budur: “Kim fitneden kaçıp sığınacak bir yer bulursa, hemen oraya sığınsın.”

Allah bizleri fitnelerin şerrinden korusun ve hak üzere sabit kılsın.

 

 




TÜRKİYE’DE 28 ŞUBAT 1997 YILINDA YAPILAN ZULÜM, BASKI, DİNİ YASAKLAR VE DİNDARLARA YAPILAN BASKILAR

TÜRKİYE’DE 28 ŞUBAT 1997 YILINDA YAPILAN ZULÜM, BASKI, DİNİ YASAKLAR VE DİNDARLARA YAPILAN BASKILAR


28 Şubat 1997: Postmodern Darbe ve Dindarlara Yapılan Baskılar

28 Şubat 1997 süreci, Türkiye’de “postmodern darbe” olarak adlandırılan, özellikle dindar kesimler üzerinde büyük baskılara neden olan bir dönemdir. Bu süreçte, hükümet baskı altına alınmış, dindar vatandaşlara yönelik kısıtlamalar ve yasaklar uygulanmıştır.

1. 28 Şubat Sürecinin Arka Planı

1995 seçimlerinde Refah Partisi (RP) en yüksek oyu aldı ve Necmettin Erbakan, 1996’da başbakan oldu.

Askerî ve bürokratik çevreler, Refah Partisi’nin “irticai faaliyetlere göz yumduğu” iddiasıyla rahatsızlık duydu.

28 Şubat 1997’de Milli Güvenlik Kurulu (MGK) toplantısı yapıldı ve hükümete bir dizi karar dayatıldı.

2. Dindarlara Yönelik Baskılar ve Yasaklar

a) Başörtüsü Yasağı

Üniversitelerde ve kamu kurumlarında başörtüsü yasaklandı.

İmam Hatip Liseleri (İHL) öğrencileri ve dindar kadınlar büyük mağduriyet yaşadı.

Başörtülü öğrenciler okullara alınmadı, eğitim hakları engellendi.

Katsayı uygulaması getirilerek İHL mezunlarının üniversiteye girişi zorlaştırıldı.

b) İmam Hatip Liselerine Darbe

İHL’lerin orta kısımları kapatıldı.

“Katsayı engeli” ile İHL öğrencilerinin üniversiteye girişi zorlaştırıldı.

Dini eğitim veren kurumlara kısıtlamalar getirildi.

c) Memurlar ve Kamu Çalışanlarına Baskı

Başörtülü memurlar işten çıkarıldı veya istifaya zorlandı.

Namaz kılan, sakallı veya dindar memurlar fişlendi ve sürgüne gönderildi.

Dini derneklere ve vakıflara baskılar arttı, bazıları kapatıldı.

d) Dini Yayınlar ve Medya Sansürü

Dini yayın yapan TV kanalları kapatıldı veya baskıya uğradı.

İslami kesime yönelik medya linç kampanyaları düzenlendi.

Camiler ve dini toplantılar sıkı gözetim altına alındı.

e) İrtica Suçlamasıyla Tutuklamalar

Binlerce dindar insan “irtica” suçlamasıyla soruşturmalara uğradı.

Askeriyede dindar subaylar “disiplinsizlik” gerekçesiyle ordudan ihraç edildi.

Batı Çalışma Grubu (BÇG) adlı bir yapılanma oluşturuldu ve dindarlar fişlendi.

3. 28 Şubat’ın Sonuçları

Refah Partisi kapatıldı, Erbakan istifaya zorlandı.

Binlerce başörtülü öğrenci eğitim hakkını kaybetti.

Askerî vesayet güçlendi, demokrasi büyük yara aldı.

2012 yılında 28 Şubat’ın sorumluları yargılanmaya başlandı ve bazı generaller hapis cezası aldı.

2023’te darbe sanıkları affedildi, ancak mağduriyetler hâlâ tam olarak giderilemedi.

Sonuç

28 Şubat, Türkiye’de dindar kesime yönelik en büyük baskı süreçlerinden biri olarak tarihe geçti. Başörtüsü yasağı, katsayı adaletsizliği, dindar memurlara yönelik fişlemeler ve askeriyedeki ihraçlar, bu dönemin en ağır sonuçları oldu. 28 Şubat’ın izleri zamanla silinse de, bu süreç Türkiye’de demokrasinin nasıl kesintiye uğratıldığını gösteren önemli bir tarih olarak hafızalarda kaldı.

@@@@@@@@

**28 Şubat 1997 Süreci: Türkiye’de Askeri Müdahale, Dinî Baskılar ve Toplumsal Etkiler**

**Arka Plan ve Siyasi Müdahale**
28 Şubat 1997’de Türkiye’de gerçekleşen ve “post-modern darbe” olarak anılan süreç, ordunun laiklik ilkesini koruma gerekçesiyle Refah Partisi (RP) liderliğindeki koalisyon hükümetine yönelik baskısıyla başladı. Milli Güvenlik Kurulu (MGK), hükümete 18 maddelik bir dizi talimat vererek Necmettin Erbakan’ın istifasına yol açtı. Bu müdahale, geleneksel askeri darbelerden farklı olarak “yumuşak bir darbe” olarak tanımlandı.

**Temel Baskı ve Yasaklar**
1. **Eğitim Reformları**:
– Zorunlu eğitim 5 yıldan 8 yıla çıkarıldı. Bu, İmam Hatip ortaokullarının kapatılmasına ve öğrencilerin seküler okullara yönlendirilmesine neden oldu. İmam Hatip liseleri ise ancak lise düzeyinde eğitim verebildi.
– Kur’an kursları ve yaz okulları sıkı denetime alındı; bazıları kapatıldı.

2. **Başörtüsü Yasağı**:
– Kamu kurumlarında ve üniversitelerde başörtüsü yasağı şiddetlendi. Binlerce öğrenci ve çalışan eğitim/iş hayatından dışlandı. YÖK’ün kararlarıyla bu yasak, 2000’lerin başına kadar sürdü.

3. **Siyasi ve Toplumsal Baskılar**:
– Refah Partisi, 1998’de “laikliğe aykırı faaliyet” iddiasıyla kapatıldı.
– Dindar kesimlere yakın olduğu düşünülen iş adamlarına yönelik ekonomik yaptırımlar (örneğin, “irtica” ile mücadele adına banka hesaplarının dondurulması) uygulandı.
– Medya üzerinde denetim artırıldı; İslami eğilimli gazete ve TV kanalları kapatıldı veya sansürlendi.

4. **Kamu Çalışanlarına Yönelik Tasfiye**:
– Kamu kurumlarında “dindar” olduğu belirlenen personel görevden uzaklaştırıldı veya terfi engellendi.
– Askeri okullarda ve devlet dairelerinde “seküler yaşam tarzı” dayatıldı.

**Toplumsal Tepkiler ve İnsan Hikâyeleri**
– Başörtüsü yasağı nedeniyle eğitimini yarıda bırakmak zorunda kalan öğrenciler, yurt dışında eğitim arayışına girdi.
– İmam Hatip okullarına devam eden öğrenciler, üniversite sınavlarında katsayı dezavantajıyla karşılaştı.
– Dindar kesimler, bu süreci “şehirli, modern Müslümanlara yönelik sistemli bir sindirme politikası” olarak tanımladı.

**Uzun Vadeli Etkiler**
– **Siyaset**: 28 Şubat, AK Parti’nin 2002’de iktidara gelişinde etkili oldu. Parti, “muhafazakar demokrat” kimliğiyle dindar kesimlerin temsilcisi haline geldi.
– **Toplumsal Kutuplaşma**: Laik ve dindar kesimler arasındaki gerilim derinleşti.
– **Hukuki ve Sembolik Adımlar**: 2010’larda, 28 Şubat davaları açıldı ve bazı mağdurlar tazminat aldı.

**Farklı Perspektifler**
– **Laik Kesim**: Süreci, “Türkiye’nin seküler karakterinin korunması” olarak değerlendirdi.
– **Dindar Kesim**: “Zulüm” olarak nitelendirilen uygulamaların demokratik hakları ihlal ettiğini savundu.

**Sonuç**
28 Şubat, Türkiye’nin demokrasi ve laiklik tartışmalarında kritik bir dönüm noktasıdır. Hem siyasi tarih hem de bireysel hayatlar üzerinde derin izler bırakan bu süreç, günümüzde hâlâ sembolik ve siyasi bir referans noktası olarak kullanılmaktadır.

@@@@@@

 

 




SIRAT KÖPRÜSÜ: İKİ AYRI SON, İKİ AYRI YOL

SIRAT KÖPRÜSÜ: İKİ AYRI SON, İKİ AYRI YOL


Mahşer meydanındaki büyük sorgu tamamlanmıştı. Artık herkes, son kez sınanacakları yere doğru ilerliyordu. Önlerinde uzanan köprü, cehennemin üzerine kurulmuş Sırat Köprüsü idi.

Kıldan ince, kılıçtan keskin…

Köprünün altından cehennemin alevleri yükseliyor, oradan geçenlerin her adımı, ya kurtuluş ya da düşüş anlamına geliyordu.

Melekler çağırdı:

— “Her kul, ameline göre buradan geçecek!”

Kalabalığın içinden iki kişi ilerledi… Biri yüzü parlayan bir mümin, diğeri korkudan titreyen bir günahkâr…

BİRİNCİ KİŞİ: NUR GİBİ PARLAYAN MÜMİN

O, dünyada Allah’ın emirlerine uymaya gayret etmişti. Günahları olmuştu, hatalar yapmıştı ama hemen tövbe etmiş, Rabbine yönelmişti. Namazını terk etmemiş, kul hakkına dikkat etmiş, haramlardan kaçınmıştı.

Şimdi, elinde parlayan bir nur vardı. Önünü bu nur aydınlatıyordu. Cennetten esen bir meltem gibi, adımları hafif ve huzurluydu.

Bir ses duyuldu:

— “Müjdeler olsun! Sen bu yolu kolay geçeceksin.”

O, köprüye adımını attığında, ayakları sağlam basıyordu. Melekler ona eşlik ediyordu. Yaptığı iyilikler, duaları, oruçları, sadakaları kanat gibi olmuş, onu taşıyordu.

Birkaç adım attı ve ışık gibi hızla geçti. Arkasında bıraktığı mahşer meydanı ona artık uzaklaşmıştı. Önünde ise cennetin kapıları açılmıştı.

Melekler ona seslendi:

— “Ey mutlu kul! Gir cennete! Sen bugün ebedi huzura ereceksin!”

O an gözleri doldu. Dizlerinin üzerine çöküp şükretti. Artık ne korku ne de hüzün vardı…

Sonsuz mutluluk onu bekliyordu.

İKİNCİ KİŞİ: GÜNAHLARIN YÜKÜYLE YÜRÜYEN ADAM

Diğeri ise korkudan titriyordu. O da Allah’ı biliyordu ama dünyada nefsine uymuştu. Namazı terk etmiş, harama dalmış, zulmetmişti. Günahlarına aldırmamış, tövbeyi hep ertelemişti.

Şimdi, onun elinde bir nur yoktu. Önü zifiri karanlıktı.

Köprünün başına geldiğinde ayakları titredi. Aşağı baktı: Kıpkırmızı alevler, dehşet verici çığlıklar…

Tam o anda bir ses duyuldu:

— “Ey kul! Haydi, geç bakalım!”

Titreyerek yürümeye çalıştı. Ama günahları, bir ağırlık gibi onu aşağı çekiyordu. Ayakları kaydı.

Tövbesiz geçen namazsız günleri… Yetim hakkını yediği anlar… Haram sofraları… Hepsi şimdi sırtına binen bir yük olmuştu.

Düşmemek için çırpındı ama her adımda daha da sendeledi. Bir noktada ayakları takıldı, dengesini kaybetti ve boşluğa yuvarlandı…

Aşağıdan yükselen korkunç bir ses onu yuttu:

— “Hayırrrr! Bir şans daha! Bir kez daha! Ne olur!”

Ama artık dönüş yoktu. Günahlarının ağırlığı onu cehennemin derinliklerine çekti.

Ve sonsuz pişmanlık başladı…

SON SÖZ: SIRAT’TAN GEÇMEYE HAZIR MIYIZ?

O gün herkes Sırat’tan geçecek. Peki biz, hangi tarafta olacağız?

İyiliklerimiz bizi kanatlandıracak mı, yoksa günahlarımız bizi aşağı mı çekecek?

Bugün tövbe etme, Allah’a yönelme ve hazırlık yapma günü. Çünkü Sırat’tan düşen, bir daha asla geri dönmeyecek…

 

 




İnkarcıların Şaşkınlığı: Hakikatle Yüzleşme Anı

İnkarcıların Şaşkınlığı: Hakikatle Yüzleşme Anı


Zamanın ve mekânın ötesinde, insanoğlunun en çok merak ettiği o an gelmişti. Birçok kişi için şaşkınlık ve pişmanlıkla dolu bir başlangıcın kapısı aralanmıştı. Bu, dünyada inkâr edenlerin hakikatle yüzleştiği o andı…

Gözlerini açtıklarında, dünyada olduklarından farklı bir yerdeydiler. Tüm duyu organları eskisinden daha hassas, daha keskin hale gelmişti. Duydukları her ses, içlerine korku salıyor, gördükleri manzara sarsıcı bir gerçeklik sunuyordu.

Dünyada iken, “Bu anlattıkların hepsi bir efsanedir,” diyenlerin yüzleri kireç gibi bembeyaz kesildi. “Ahirette hesap görülecekse, biz de orada bir çare buluruz,” diyenler ise titremeye başladı. Zira hesap vakti gelmişti. Herkesin, yaptıklarının ve inkâr ettiklerinin kaydedildiği sayfalar, işledikleri en küçük ameli bile gözler önüne seriyordu.

Biri dizlerinin üzerine çökmüş, hüzün hüzüne “Bunlar doğru muymuş?” diye fısıldıyordu kendi kendine. Diğeri ise nefes almakta güçlük çekerek, “Keşke… Keşke inanıp hazırlıklı olsaydım…” diye inliyordu. Ama keşkeler artık bir şey ifade etmiyordu.

Gökten gelen nidalar yürekleri paramparça ediyordu:

“Bugün sizin hesap günü”

Zamanı geri almanın mümkün olmadığını anlamışlardı. Dünyada alay ettikleri, reddettikleri her şey, gerçek olarak karşılarına çıkmıştı. Şimdi dillerine “Rabbimiz, bızı döndür, artık inandık!” cümlesi düşmüştü ama onlar için dönüş yoktu.

Gerçekleri görmek için vaktinde şansı varken, kör olana, gerçekleri gösterdiğinde artık işi bitmiştir. İşte inkârcılar, inkâr ettikleri gerçeklerin ortasında, çaresizce o anın dehşetiyle yüzleşmeye bırakılmıştı…




HZ. ADEM DEN PEYGAMBERLERİMİZE ORUC İBADETİ.

HZ. ADEM DEN PEYGAMBERLERİMİZE ORUC İBADETİ.


Hz. Adem’den Peygamberimize Orucun Hikayesi

Oruç, yalnızca İslam dinine özgü bir ibadet değildir. Allah, insanlık tarihi boyunca gönderdiği peygamberlere ve onların ümmetlerine farklı şekillerde oruç tutmayı emretmiştir. Kur’an-ı Kerim’de de orucun geçmiş ümmetlere farz kılındığı açıkça belirtilir:

“Ey iman edenler! Sizden öncekilere farz kılındığı gibi, oruç size de farz kılındı. Umulur ki sakınırsınız.” (Bakara 2/183)

Bu ayetten anlaşıldığı üzere, oruç insanlık tarihi kadar eski bir ibadettir. Hz. Adem’den başlayarak tüm peygamberler, Allah’ın emriyle belirli şekillerde oruç tutmuşlardır.

Hz. Adem ve Oruç

İlk insan ve ilk peygamber olan Hz. Adem’in orucu, Allah’a olan bağlılığını ve tövbesini göstermek için tuttuğu bir ibadet olarak kabul edilir. Rivayetlere göre, Hz. Adem ve Hz. Havva, cennetten dünyaya indirildiklerinde büyük bir pişmanlık içinde Allah’a yönelmişlerdir. Allah da onların tövbesini kabul etmiş, fakat bu süre içinde oruç tutmalarını emretmiştir. Hz. Adem’in, her ayın on üç, on dört ve on beşinci günlerinde oruç tuttuğu rivayet edilir. Bu üç gün orucu, İslam’da da “Beyaz Günler Orucu” olarak devam etmiştir.

Hz. Nuh ve Oruç

Hz. Nuh’un kavmi, Allah’ın emirlerine karşı gelmiş ve büyük bir tufan ile helak olmuştur. Tufan sırasında Nuh Peygamber ve yanındaki müminler bir gemiye binerek kurtulmuşlardır. Rivayetlere göre, tufanın sona erdiği ve geminin karaya oturduğu gün Hz. Nuh ve müminler, Allah’a şükür için oruç tutmuşlardır. Bu gün, Muharrem ayının 10. günü olan Aşure Günü olarak bilinir ve oruç tutmak sünnettir.

Hz. İbrahim ve Oruç

Hz. İbrahim’in de düzenli olarak oruç tuttuğu rivayet edilir. Özellikle Allah’ın ona oğlunu kurban etme emrini verdiği günlerde oruç tuttuğu anlatılır. Hz. İbrahim’in ümmeti de belirli günlerde oruç tutarak Allah’a bağlılık göstermiştir.

Hz. Musa ve Oruç

Hz. Musa’nın orucu, en çok bilinen oruçlardan biridir. Kur’an-ı Kerim’de de geçen rivayete göre, Hz. Musa, Tur Dağı’nda Allah’tan vahiy almak için otuz gün oruç tutmuş ve daha sonra on gün daha ekleyerek kırk güne tamamlamıştır. Bu süre sonunda Allah, ona Tevrat’ı vahyetmiştir (Araf 7/142). Yahudiler, Hz. Musa’nın bu orucunu Muharrem ayında tutmaya devam etmişlerdir.

Hz. Davud ve Oruç

Hz. Davud, Allah’a olan ibadetlerinde çok titiz bir peygamberdi. Onun orucu, bir gün oruç tutup bir gün tutmamak şeklindeydi. Bu oruç, İslam’da “Davud Orucu” olarak bilinir ve Peygamber Efendimiz (s.a.v.), bu orucun en faziletli nafile oruçlardan biri olduğunu söylemiştir.

Hz. İsa ve Oruç

Hz. İsa da kavmine orucu emreden peygamberlerdendi. Hristiyanların inancına göre Hz. İsa, peygamberlik görevine başlamadan önce çölde 40 gün boyunca oruç tutmuştur. Bu oruç, Hristiyanlıkta günümüze kadar farklı şekillerde uygulanmış, ancak sonradan değişime uğramıştır. Günümüzde Hristiyanlar, Hz. İsa’nın bu orucunu anmak için Paskalya öncesi 40 günlük perhiz uygulamaktadırlar.

Hz. Muhammed ve Oruç

Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v.), orucu en mükemmel haliyle ümmetine öğretmiştir. Ramazan orucu, onunla birlikte farz kılınmış, ayrıca nafile oruçları da teşvik etmiştir. Peygamberimiz, geçmiş peygamberlerin oruçlarını da sürdürmüş, özellikle Aşure Günü, Pazartesi-Perşembe oruçları ve Şaban ayında oruç tutmayı teşvik etmiştir.

Sonuç

Orucun insanlık tarihi boyunca var olduğu ve her peygambere farklı şekillerde emredildiği görülmektedir. Orucun temel amacı, nefsi terbiye etmek, sabrı artırmak ve Allah’a olan bağlılığı pekiştirmektir. Hz. Adem’den Hz. Muhammed’e kadar tüm peygamberlerin oruç tutmuş olması, bu ibadetin ne kadar önemli ve evrensel olduğunu göstermektedir.

Allah, bizleri de geçmiş peygamberlerin sünnetine uyarak oruç ibadetini hakkıyla yerine getirenlerden eylesin.

 

 




PEYGAMBER EFENDİMİZ RAMAZANI NASIL GEÇİRİR, GÜNÜ VE AYI NASIL DEĞERLENDİRİR, SAHURDA VE İFTARDA NE YAPARDI?

PEYGAMBER EFENDİMİZ RAMAZANI NASIL GEÇİRİR, GÜNÜ VE AYI NASIL DEĞERLENDİRİR, SAHURDA VE İFTARDA NE YAPARDI?


Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v.), Ramazan ayını büyük bir coşku ve ibadetle geçirirdi. Onun Ramazan’ı nasıl değerlendirdiğine dair öne çıkan bazı hususlar şunlardır:

Ramazan Ayındaki İbadetleri

1. Oruç Tutma: Peygamber Efendimiz, Ramazan ayında farz olan orucu eksiksiz tutar ve ümmetini de teşvik ederdi.

2. Kur’an ile Meşguliyet: Ramazan ayında Cebrail (a.s.) ile birlikte o ana kadar inen Kur’an’ı mukabele şeklinde gözden geçirirdi. Vefatından önceki son Ramazan’da bu mukabeleyi iki kez yapmıştır.

3. Teravih Namazı: Efendimiz (s.a.v.), teravih namazını cemaatle kılmaya teşvik etmiş ancak farz olmaması için sürekli cemaatle kılmamıştır.

4. İtikâfa Girmek: Ramazan’ın özellikle son on gününde Mescid-i Nebevî’de itikâfa girer, dünya işlerinden uzaklaşarak ibadete yoğunlaşırdı.

5. Dua ve Tövbe: Ramazan boyunca sürekli dua eder, ümmeti için af ve mağfiret dilerdi.

Peygamberimizin Sahur ve İftarı

1. Sahur:

Sahuru teşvik etmiş ve “Sahur yapın, çünkü sahurda bereket vardır.” (Buhârî, Savm, 20) buyurmuştur.

Hafif, mideyi yormayan ve besleyici gıdalar tercih ederdi. Genellikle hurma ve su ile sahur yapardı.

Sahuru geciktirir ve imsaka yakın bir zamanda yapardı.

2. İftar:

İftarı erken açmayı sünnet olarak tavsiye etmiştir: “İnsanlar iftarı erken yaptıkları sürece hayır üzeredirler.” (Buhârî, Savm, 45)

İftarını genellikle taze hurma ile açar, hurma yoksa birkaç yudum su ile orucunu bozardı.

“Allah’ım! Senin rızan için oruç tuttum, Senin rızkınla iftar ettim.” gibi dualarla iftar açardı.

İftar sofralarında misafirleri ağırlamaya önem verir, başkalarını da iftara davet ederdi.

Ramazan’ın Son On Günü ve Kadir Gecesi

Ramazan’ın son on gününü daha yoğun ibadetle geçirirdi.

Gece ibadetlerini artırır, ailesini de ibadete teşvik ederdi.

Kadir Gecesi’ni ibadetle geçirir ve ümmetine de bu geceyi ihya etmelerini tavsiye ederdi.

Peygamber Efendimiz’in Ramazan ayındaki bu güzel alışkanlıkları, müminler için en güzel örneklerdir. Onun sünnetine uyarak Ramazan’ı ihya etmek, bu mübarek ayı en verimli şekilde değerlendirmemize yardımcı olacaktır.

@@@@@@@

Peygamber Efendimiz (s.a.v.), Ramazan ayını ibadet, infak, Kur’an tilaveti, tefekkür ve ahlaki erdemleri öne çıkararak geçirirdi. Onun Ramazan’ı değerlendirme şekli, hem bireysel hem de toplumsal hayata dair önemli örnekler barındırır. İşte detaylar:

### **1. İbadet ve Kur’an ile İlişkisi**
– **Tebliğ ve Tilavet:** Ramazan’da Cebrail (a.s.) ile Kur’an’ı mukabele usulüyle karşılıklı okurdu. Son yılında bu mukabele iki kez tekrarlandı (Buhârî, Savm, 7).
– **Gece İbadeti:** Teravih namazını hem tek başına hem de cemaatle kıldırdı. “Ramazan’da inanarak ve sevabını Allah’tan umarak namaz kılanın geçmiş günahları affolunur” buyururdu (Buhârî, Îmân, 27).
– **Dua ve Zikir:** Özellikle sahur ve iftar vakitlerinde, seherlerde ve secdelerde dua etmeye özen gösterirdi. “Üç kişinin duası reddedilmez: Oruçlunun iftar vaktindeki duası…” (Tirmizî, Deavât, 129).

### **2. Günlük Hayatı ve Ahlaki Hassasiyet**
– **Nefis Terbiyesi:** “Oruç kalkandır; oruçlu kötü söz söylemesin, kavga etmesin” (Buhârî, Savm, 9) uyarısıyla, diline ve davranışlarına hâkim olurdu.
– **İnfak ve Cömertlik:** “Cömertlik meleğinden daha cömert” olarak nitelenirdi (Buhârî, Bed’ü’l-Vahy, 5). Fakirleri doyurur, sadakayı teşvik ederdi.
– **Aile ve Çocuklar:** Aile fertlerini oruca teşvik eder, çocukları sevindirirdi. Hz. Aişe validemiz, “Ramazan dışında hiçbir ayda bu kadar çok ibadet ettiğini görmedim” derdi (Müslim, Sıyâm, 204).

### **3. Sahur ve İftar Adabı**
– **Sahur:**
– **Vakit:** Sahuru geciktirir, “Bizimle Ehl-i Kitab’ın orucu arasındaki fark sahur yemeğidir” buyururdu (Müslim, Sıyâm, 46).
– **Muhteva:** Hurma, su veya az miktarda yemekle yetinirdi. “Sahurda bereket vardır” (Buhârî, Savm, 20) diyerek önemini anlatırdı.
– **Dua:** “Sahur yemeği yiyen, Allah’ın rahmetine ortak olur” (Deylemî, Müsned, 2/229) hadisiyle teşvik ederdi.

– **İftar:**
– **Acele Etmek:** Güneş batar batmaz “İftar ettirenlerin ecri kadar oruçlununki de artar” (Ebû Dâvûd, Savm, 21) diyerek acele ederdi.
– **Beslenme:** Taze hurma veya suyla orucunu açar, ardından akşam namazını kılar, sonra yemeğe geçerdi.
– **İftar Duası:**
> **”ذَهَبَ الظَّمَأُ وَابْتَلَّتِ الْعُرُوقُ، وَثَبَتَ الْأَجْرُ إِنْ شَاءَ اللَّهُ”**
*”Susuzluk gitti, damarlar ıslandı, inşallah ecir hak oldu.”* (Ebû Dâvûd, Savm, 22)

### **4. Son On Gün ve İtikâf**
– **İtikâf:** Ramazan’ın son on gününde mescitte inzivaya çekilir, Kur’an, dua ve tefekkürle meşgul olurdu. “Leyletü’l-Kadr’i arayın” emriyle bu geceleri ihya ederdi (Buhârî, Leyletü’l-Kadr, 3).
– **Kadir Gecesi:** “Kim Kadir Gecesi’nde inanarak ve sevabını Allah’tan umarak ibadet ederse, geçmiş günahları affolunur” (Buhârî, Îmân, 35) müjdesini verirdi.

### **5. Toplumsal Dayanışma**
– **Zekât ve Fitre:** Fakirlerin Ramazan sevincine ortak olmaları için fitre vermeyi emrederdi (Buhârî, Zekât, 70-76).
– **İftar Sofraları:** Misafirleri ve yoksulları iftara davet eder, “Bir oruçluyu iftar ettirene, onun sevabı kadar ecir verilir” derdi (Tirmizî, Savm, 82).

### **Özetle:**
Peygamberimiz (s.a.v.), Ramazan’ı **ibadetle diri bir kalp, infakla coşan bir merhamet, Kur’an’la yenilenen bir ruh** halinde geçirirdi. Onun sünneti, orucu sadece aç kalmak değil, insanı “insan-ı kâmil” mertebesine yükselten bir eğitim süreci olarak öğretir.

@@@@@@

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) Ramazan ayına büyük bir önem verir, bu ayı ibadet, dua ve tefekkürle geçirirdi. Ramazan ayının gündüzlerini oruçla, gecelerini ise ibadetle değerlendirirdi.
Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) Ramazan Ayını Değerlendirmesi:
* Oruç: Peygamber Efendimiz (s.a.v.) Ramazan ayında oruç tutmaya büyük özen gösterirdi. Sahura kalkar, iftarını zamanında yapar ve orucunu büyük bir titizlikle tutardı.
* Namaz: Peygamber Efendimiz (s.a.v.) Ramazan ayında namazlara daha fazla önem verirdi. Teravih namazlarını kılar, Kur’an-ı Kerim okur ve dua ederdi.
* Kur’an-ı Kerim: Peygamber Efendimiz (s.a.v.) Ramazan ayında Kur’an-ı Kerim’i daha çok okur ve üzerinde tefekkür ederdi. Hatta Cebrail (a.s.) ile karşılıklı olarak Kur’an-ı Kerim’i hatmederlerdi.
* Sadaka ve İyilik: Peygamber Efendimiz (s.a.v.) Ramazan ayında sadaka vermeye ve iyilik yapmaya daha çok önem verirdi. Muhtaçlara yardım eder, yoksulları gözetir ve insanlara karşı şefkatli davranırdı.
* Dua ve İstiğfar: Peygamber Efendimiz (s.a.v.) Ramazan ayında bol bol dua eder ve istiğfarda bulunurdu. Allah’tan af diler, günahlarından tövbe eder ve bağışlanma dilerdi.
Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) Sahur ve İftarı:
* Sahur: Peygamber Efendimiz (s.a.v.) sahura kalkar, hafif bir şeyler yer ve içerdi. Sahurda özellikle hurma ve süt gibi besinleri tercih ederdi. Sahurun bereketli bir öğün olduğunu belirtir ve ümmetine de sahura kalkmayı tavsiye ederdi.
* İftar: Peygamber Efendimiz (s.a.v.) iftarını zamanında yapar, orucunu hurma veya su ile açardı. İftar yaparken acele etmez, yavaş yavaş yer ve içerdi. İftar sonrası bol bol dua eder ve Allah’a şükrederdi.
Özetle: Peygamber Efendimiz (s.a.v.) Ramazan ayını ibadet, dua, tefekkür ve iyilikle dolu bir şekilde geçirirdi. Ümmetine de bu mübarek ayı en iyi şekilde değerlendirmeyi tavsiye ederdi.

 

 




BAZEN BİR HAKIKATLİ SOZ İNSANIN DÜNYASINI AÇARKEN, HAKİKATSİZ BİR SÖZ DE DÜNYASINI KAPATMAKTADIR. NASIL?

BAZEN BİR HAKIKATLİ SOZ İNSANIN DÜNYASINI AÇARKEN, HAKİKATSİZ BİR SÖZ DE DÜNYASINI KAPATMAKTADIR. NASIL?


Hakikatli bir söz, insanın dünyasını açar; hakikatsiz bir söz ise dünyasını kapatır. Bunun sebebi, sözlerin insanın zihni, kalbi ve ruhu üzerindeki etkisidir.

1. Hakikatli Sözün Dünyayı Açması

Bilgi ve İdrak Kapılarını Açması: Doğru ve hakikatli bir söz, insanın zihnindeki yanlış bilgileri düzeltir, ona yeni ufuklar açar. İnsan hakikati öğrendiğinde, düşünceleri genişler ve daha bilinçli hareket eder.

Kalbi Aydınlatması: Hakikatli söz, insanın kalbinde huzur, güven ve ferahlık oluşturur. Adalet, sevgi ve merhamet gibi yüksek değerleri hatırlatarak insanın ruhunu besler.

Motivasyon ve Umut Vermesi: Bazen tek bir doğru cümle, bir insanın hayatını değiştirebilir. Onu karanlıktan aydınlığa çıkarabilir, yılgınlık içindeyken ona cesaret verebilir.
Tıpkı elektriğin düğmesine açıp ve dokunup yakmak gibi.

2. Hakikatsiz Sözün Dünyayı Kapatması

Zihni Kördüğüm Haline Getirmesi: Yalan, iftira veya yanlış bilgi, insanın anlayışını bulanıklaştırır. Gerçeği görmek yerine yanlış yönlendirilmiş olur, bu da onun ilerlemesini engeller.

Kalbi Karartması: Hakikatsiz bir söz, insanın içine şüphe, korku, ümitsizlik ve nefret tohumu ekebilir. Bir insan, yanlış bir söz yüzünden büyük bir yanlışın içinde kaybolabilir.

Yanlış Yönlendirmesi: Bazen küçük bir yalan veya çarpıtılmış bir söz, insanın hayatını yanlış bir yöne çevirebilir. Kararlarını ve inançlarını etkileyerek onu yanlış bir yola sürükleyebilir.

Sonuç

Hakikatli söz, bir anahtar gibi insanın zihnini, kalbini ve ruhunu açar. Hakikatsiz söz ise bir kilit gibi insanı karanlığa hapseder. Bu yüzden insanın hem söylediği hem de dinlediği sözlere dikkat etmesi, hakikati araması ve onu dile getirmesi hayati önem taşır.

 

 




Bir Asırlık Vedâ: Bedeninden Ayrılan Ruhun Dramı

Bir Asırlık Vedâ: Bedeninden Ayrılan Ruhun Dramı


Gözlerini açtığında, her şey farklıydı. Bedenini hissedemiyor, ama düşünceleri eskisinden daha berraktı. Havada süzülüyordu sanki, ama ayakları toprağa basmıyordu. Çevresine baktığında, solgun ve hareketsiz yatan bedenini gördü. Hayatı boyunca taşıdığı bu bedene, şimdi uzak ve yabancı bir gözle bakıyordu.

Bir asra yaklaşan süre boyunca bu bedende yaşamış, onunla sevmiş, onunla acı çekmişti. Şimdi ise ayrılığın kaçınılmaz gerçeğiyle yüzleşiyordu. Her şey dün gibi tazeydi; çocukluğu, gençliği, yaşlılığı… Oysa artık zaman, onun için bir anlam ifade etmiyordu. Etrafında sessizce bekleyenler vardı; bazıları ağlıyor, bazıları ise dua ediyordu. Fakat artık seslerini duyamıyordu.

Birden, eski hatıralar zihninde belirmeye başladı. İlk adımlarını attığı gün, annesinin kucağındaki sıcaklık, çocukluk arkadaşlarıyla oynadığı oyunlar, gençlik yıllarında yaşadığı heyecanlar, savaşlar, zaferler, kayıplar… Ve sonunda yaşlılık, bedeninin her geçen gün ağırlaşması, gözlerinin ferinin sönmesi… Tüm bunlar, şimdi gözünün önünde bir film şeridi gibi akıyordu.

Ama en zoru, geride bıraktıklarıydı. Çocukları, torunları, dostları… Onları bir daha göremeyecek olmanın hüznü yüreğini sıkıyordu. Onlara dokunamıyor, seslenemiyordu. Varlığını hissettirmek istese de, bu mümkün değildi artık. Sadece izleyebiliyordu; bedeninin etrafında toplanan sevdiklerini, gözyaşlarını, dualarını…

Sonra, derin bir sessizlik çöktü. Bedeninin üzerine örtülen kefen, son vedayı simgeliyordu. Ruh, artık geriye dönüşün olmadığını anladı. Bir zamanlar içine hapsolduğu beden, toprağa emanet edilirken, o bilinmeyen bir yolculuğa çıkıyordu. Hüzünle geriye son bir kez baktı. Sonra, çağıran bir ses duydu; sıcak, huzur veren, fakat aynı zamanda hesap soran bir ses… Ve ruh, kaçınılmaz sona doğru süzülmeye başladı.




HER NEFİS YAPTIKLARINA KARŞI REHİNEDİR

HER NEFİS YAPTIKLARINA KARŞI REHİNEDİR

Müddessir suresi:

“﴾38﴿ Her nefis, yaptıklarına karşılık tutulan bir rehindir;
﴾39﴿ Ancak hakkın ve erdemin tarafında olanlar başka:
﴾40-41﴿ Onlar cennetlerdedir; günahkârlar hakkında birbirlerine sorular sorarlar?
﴾42﴿ “Sizi şu yakıcı ateşe sokan nedir?”
﴾43﴿ Onlar şöyle cevap verirler: “Biz namaz kılanlardan değildik;
﴾44﴿ Yoksulu doyurmuyorduk;
﴾45﴿ (Günaha) dalanlarla birlikte biz de dalıyorduk,
﴾46﴿ Ceza gününü de asılsız sayıyorduk,
﴾47﴿ Sonunda bize ölüm geldi çattı.”
﴾48﴿ Artık şefaatçilerin şefaati onlara fayda vermez.”

Yakıcı Ateşin Mahkumları: Pişmanlık ve Kaçınılmaz Son

Cennet bahçelerinde huzur içinde olanlar, aşağıda yükselen iniltileri işitiyordu. Alevlerin dans ettiği o korkunç vadide, çırpınan ruhlar vardı. Azapla yüzleşen günahkârlar, çaresizlik içinde birbirlerine bakıyordu. Geçmişin hayaletleri zihinlerinde yankılanıyordu. Cennet ehli, onlara seslendi:

“Sizi şu yakıcı ateşe sokan nedir?”

Yanıtlar titrek, pişmanlık doluydu:

“Biz namaz kılanlardan değildik;”

İçlerinden biri, geçmişi hatırladı. Sabahın ilk ışıklarıyla yükselen ezanı duyduğu, ancak uykunun tatlı rehavetine kapıldığı anları düşündü. Dünya meşgaleleri içinde namazı erteledi, zamanla tamamen terk etti. Oysa şimdi, her vakit için binlerce defa secde etmeye razıydı… Ama artık çok geçti.

“Yoksulu doyurmuyorduk;”

Bir diğeri, aç bir çocuğun gözlerine baktığı ama sırtını döndüğü anları hatırladı. Servet içinde yüzmesine rağmen, yoksulun elini boş çeviren elleri, şimdi boşlukta kavruluyordu. Oysa bir lokma ekmek, bir yudum su, belki de onun kurtuluşu olabilirdi. Ama o, kendinden başkasını düşünmemişti.

“(Günaha) dalanlarla birlikte biz de dalıyorduk;”

Bir başkası, arkadaş meclislerinde boş sözlere dalarken duyduğu vicdan sesini bastırmaya çalıştığını anımsadı. Hakikati bilen ama umursamayan, eğlence ve günahın cazibesine kapılan biri olmuştu. Oysa şimdi, yanlış dostların ve yanlış seçimlerin bedelini ödemek zorundaydı.

“Ceza gününü de asılsız sayıyorduk;”

Bir başkası, dünya hayatının sonsuz olduğunu zannettiği zamanları düşündü. Ahiret uyarıları ona masal gibi gelmiş, alay konusu olmuştu. Şimdi ise önünde inkâr edemeyeceği bir gerçek vardı: Azap, tüm sıcaklığıyla onu kuşatmıştı.

“Sonunda bize ölüm geldi çattı.”

Ölüm, bir gölge gibi sinsice yaklaşmış, aniden yakalarına yapışmıştı. Hiç beklemedikleri bir anda, hiç ummadıkları bir şekilde… Şimdi, geriye dönüş yoktu. Ne pişmanlık fayda ederdi ne de kaçış mümkün olurdu.

Şefaat Kapıları Kapanınca…

Zalimler, günahkârlar, gaflete düşenler… Hepsi şimdi tek bir şey istiyordu: Bir şefaatçi, bir aracı, bir kurtuluş vesilesi… Ama ne fayda? Ayet gerçekleşmişti: “Artık şefaatçilerin şefaati onlara fayda vermez.”

Alevler daha da yükseldi, çığlıklar karanlığı deldi. Ama artık ne dönüş vardı ne de affedilme ümidi…

 

 




RUHLARI SÖKÜP ÇIKARANLAR

RUHLARI SÖKÜP ÇIKARANLAR

“Andolsun (kâfirlerin ruhlarını) şiddetle çekip çıkaranlara,

Andolsun (mü’minlerin ruhlarını) kolaylıkla alanlara,” (Naziat.1-2)

Ruhların Son Yolculuğu: Karanlık ve Nur

Gece karanlığını çökerken, iki farklı evde ölüm yaklaşmaktaydı. Biri, zulümle geçmiş bir ömrün sahibiydi; diğeri, imanla yaşayan bir kalbin sahibi…

Kâfirin Son Anı: Acı ve Direniş

Zalim adam, nefes almakta zorlanıyordu. Bedenini korkunç bir ağırlık sarmıştı. Ölüm melekleri odasına doluşmuş, gölgeleri duvarlara yansıyordu. Son nefesini vermek üzereydi, fakat ruhu bedeninden ayrılmamak için direniyordu. “Andolsun (kâfirlerin ruhlarını) şiddetle çekip çıkaranlara,” ayeti, şimdi onun için bir gerçekti.

Melekler, azapla dolu emirleri yerine getirirken, ruhu dikenli bir demirin etten sökülmesi gibi çekilip çıkarıldı. Dehşet içinde bağırdı, ama artık kaçış yoktu. Yeryüzünde işlediği zulümler, yalanlar ve inkârlar ona bir fayda sağlamadı. Artık geri dönüşü olmayan bir karanlığa düşüyordu.

Mü’minin Son Anı: Rahmet ve Huzur

Diğer evde ise bambaşka bir hâl vardı. Yüzü nur gibi parlayan mü’min, gözlerini gökyüzüne dikmiş, hafif bir tebessümle son nefesini vermeye hazırlanıyordu. Melekler, ışık huzmeleri içinde odasına doluştu. “Andolsun (mü’minlerin ruhlarını) kolaylıkla alanlara,” ayeti, onun için bir müjdeydi.

Ruhu, bir damlanın süzülmesi gibi kolayca bedenden ayrıldı. Korku yerine huzur vardı. Rabbinin rahmetiyle sarmalanan bu ruh, hoş kokular ve selamlarla karşılandı. Dünya hayatını imanla geçirmiş, terazisine sevaplar koymuştu. Onun için, karanlık yoktu; önünde cennetin bahçeleri uzanıyordu.

İki Farklı Son, Tek Gerçek

Ölüm, her insanın kaçınılmaz gerçeğiydi. Ancak kimi ruhlar azapla çekilip alınırken, kimileri rahmetin kucağında huzurla ayrılıyordu. Bugün, hangi sona hazırlanıyoru




KABİRDE İKİ KİŞİ: AYNI MEZAR, FARKLI SON

KABİRDE İKİ KİŞİ: AYNI MEZAR, FARKLI SON


Güneş, o gün batarken iki cenaze aynı mezarlığa getirildi. Biri Salih, ömrünü iman ve salih amellerle geçirmiş biriydi. Diğeri Mehmet, dünyaya dalmış, Allah’ı unutarak yaşamış biriydi. İkisinin de bedenleri toprağa konuldu, dualar okundu, yakınları gözyaşı döktü. Ama herkes bir süre sonra dağıldı.

Şimdi, iki adam da yalnızdı.

Ve hakikat âlemi başlıyordu.

SALİH’İN MEZARINDA: NUR VE RAHMET

Salih, gözlerini açtığında güzel kokuların yayıldığı geniş bir bahçenin içinde buldu kendini. Burası ne karanlık ne de ürkütücüydü. Hafif bir esinti yüzüne vurdu, kalbine tarifsiz bir huzur doldu.

Tam o sırada, nur gibi parlayan iki melek belirdi. Onlar Münker ve Nekir idi. Ama Salih’in kalbinde korku yoktu. Çünkü hayatını Allah’a adamış, O’na kul olmaktan hiç vazgeçmemişti.

Melekler ona yumuşak bir sesle sordular:

— Rabbin kim?

Salih, gülümseyerek ve kalbinden gelen bir güvenle cevap verdi:

— Rabbim Allah’tır.

— Dinin ne?

— Dinim İslam’dır.

— Bu adam (Peygamber) hakkında ne biliyorsun?

— O, Allah’ın Elçisi Muhammed Mustafa’dır (s.a.v.). O’na iman ettim, O’nu sevdim ve yolunu takip ettim.

Melekler tebessüm etti. Salih’in cevapları doğrulandı. Sonra gökyüzünden bir ses yükseldi:

— “Kulumuza cennet kapısını açın. Onun kabri genişlesin ve burası bir cennet bahçesi olsun.”

O anda mezar aydınlandı, genişledi. Rahmet melekleri, ona cennetteki yerini gösterdiler. Salih’in kalbi neşe ve huzurla doldu.

Şimdi sonsuz bir saadet onu bekliyordu…

MEHMET’İN MEZARINDA: KORKU VE AZAP

Mehmet de gözlerini açtığında, farklı bir âlemdeydi. Ama burası karanlık, ürkütücü ve dar bir yerdi. Boğucu bir koku vardı, mezarı gittikçe daralıyordu. Kalbine büyük bir korku düştü.

Tam o sırada, dehşet verici iki melek belirdi. Münker ve Nekir… Sesleri gök gürültüsü gibi yankılandı:

— Rabbin kim?

Mehmet’in dili tutuldu. Hayatı boyunca parayı, makamı, şöhreti her şeyin önüne koymuştu. Allah’ı anmaya vakit bulamamıştı.

Yutkundu, korkuyla fısıldadı:

— Bilmiyorum…

Melekler ikinci soruyu sordu:

— Dinin ne?

Mehmet, dünyada rahatını dininin önüne koymuştu. Namazı hep ertelemiş, haramlarla iç içe yaşamıştı.

— Bilmiyorum… diye mırıldandı.

Son soru geldi:

— Peygamber hakkında ne biliyorsun?

Mehmet, dünyada her şeyi öğrenmişti; borsa, siyaset, futbol… Ama Peygamber’in hayatını hiç merak etmemişti. Şimdi o bilgiye ihtiyacı vardı ama cevap veremedi.

Melekler başlarını eğdiler. Sonra gökyüzünden korkutucu bir ses yükseldi:

— “Onun kabrini daraltın! Ona cehennemin kapısını açın!”

O anda mezar daraldı, kaburgaları birbirine geçti. Karanlık ve korku içinde kalmıştı. Sonra azap melekleri geldi, elinde ateşten bir sopa olan biri ona yaklaştı.

Mehmet çığlık attı:

— Ne olur, geri dönmeme izin verin! Bir daha böyle yaşamayacağım!

Ama artık dönüş yoktu…

Ve o andan itibaren, azabı başlamıştı.

SONUÇ: DERS ÇIKARMAK İÇİN VAKİT VAR MI?

İki insan… Aynı dünyada yaşadılar ama farklı seçimler yaptılar. Şimdi biri sonsuz mutluluğa giderken, diğeri pişmanlığın içinde yanıyordu.

Peki ya biz?

Bugün, o sorulara cevap verebilecek durumda mıyız? Eğer değilsek, hâlâ vaktimiz var. Ama ölüm kapıyı çalmadan önce… Çünkü kabirde kimse yalan söyleyemez, çünkü kabirde herkes yalnızdır.

 

 




Kuran-ı Kerim’de insan hak ve hukuki ile ilgili düstur ve ölçüler.

Kuran-ı Kerim’de insan hak ve hukuki ile ilgili düstur ve ölçüler.


Kur’an-ı Kerim, insan hak ve hukukunu gözeten bir dizi ilke ve ölçü içermektedir. Bu ilkeler, insanların onuruna, özgürlüğüne ve adaletine büyük önem verir. Aşağıda, insan haklarıyla ilgili bazı temel düsturlar ve ölçülerden bahsedilmektedir:

1. İnsanın Değeri ve Eşitliği

Her insan eşit yaratılmıştır: Kur’an, insanın en değerli varlık olarak yaratıldığını ve üstünlüğün sadece takvada olduğunu vurgular.

“Andolsun, Biz insanı şerefli kıldık.” (İsra, 17/70)

“Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık… Allah katında en üstün olanınız, O’na karşı gelmekten en çok sakınanınızdır.” (Hucurât, 49/13)

2. Adalet ve Hukukun Üstünlüğü

Adaletin temel olduğu: Adaletin herkes için geçerli olduğu, haksızlık ve zulmün yasaklandığı ifade edilir.

“Allah size, emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emrediyor.” (Nisa, 4/58)

“Ey iman edenler! Adaleti titizlikle ayakta tutan ve Allah için şahitlik eden kimseler olun.” (Maide, 5/8)

3. Can Güvenliği ve Yaşam Hakkı

Yaşama hakkı kutsaldır: Haksız yere bir cana kıyılması, bütün insanlığı öldürmekle eşdeğer görülür.

“Kim bir canı öldürürse, sanki bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de bir canı kurtarırsa, sanki bütün insanları kurtarmış gibi olur.” (Maide, 5/32)

4. Özgürlük ve İnanç Hakkı

Dinde zorlama yoktur: İnanç özgürlüğü esastır ve bir kişiye zorla bir din veya görüş benimsetilemez.

“Dinde zorlama yoktur. Artık doğruluk, sapıklıktan ayrılmıştır.” (Bakara, 2/256)

5. Mülkiyet Hakkı

Haksız kazanç yasaklanmıştır: Kur’an, bireylerin mal ve mülk edinme hakkını tanır ancak bu hakların adaletli yollarla elde edilmesini şart koşar.

“Birbirinizin mallarını haksız yere yemeyin.” (Bakara, 2/188)

6. Kadın ve Erkek Hakları

Kadın ve erkeğin eşitliği: Kadınlar ve erkekler, insanlık onuru bakımından eşittir; ancak biyolojik ve sosyal farklılıklara uygun hak ve sorumluluklar tanınmıştır.

“Erkeklerin kazandıklarından bir payı olduğu gibi, kadınların da kazandıklarından bir pay vardır.” (Nisa, 4/32)

7. Yetim ve Zayıfların Korunması

Yetim haklarına saygı: Yetimlerin haklarının korunması ve zayıf durumdaki insanların gözetilmesi teşvik edilir.

“Yetimin malına, erginlik çağına ulaşıncaya kadar, en güzel bir tarz dışında yaklaşmayın.” (En’am, 6/152)

8. İnsanın Özgür İradesi

İradenin korunması: İnsanlar seçimlerinde özgürdür ve baskı altına alınmaları yasaklanmıştır.

“De ki: Hak Rabbinizdendir. Artık dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin.” (Kehf, 18/29)

9. Zulüm ve Haksızlığın Yasaklanması

Haksızlık ve zulmün her türlüsü yasaktır: İnsanlara karşı adil davranmak bir müminin görevidir.

“Zulmedenlere meyletmeyin, yoksa size ateş dokunur.” (Hud, 11/113)

10. Mazlumlara Yardım

Mazlumları savunma görevi: Mazlumların korunması ve zalimlerin zulmüne karşı durulması emredilmiştir.

“Size ne oluyor ki, Allah yolunda ve ‘Ey Rabbimiz! Bizi bu zalim halkın içinden çıkar’ diyen zayıf erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz?” (Nisa, 4/75)

Bu ilkeler, Kur’an-ı Kerim’in insan haklarını koruma ve toplumsal düzeni sağlama konusundaki genel yaklaşımını özetlemektedir. İslam hukukunda bu ilkeler, bireysel ve toplumsal hakların çerçevesini çizer.