İKİ DÖNEMDİR İSTANBUL BELEDİYE BAŞKANLIĞINDA SAYIN ERDOĞAN’A DERS VEREN İSTANBUL, İKİ DÖNEMDİR DERSİNİ ALIYOR. ODA ÇOK PAHALI OLARAK…

İKİ DÖNEMDİR İSTANBUL BELEDİYE BAŞKANLIĞINDA SAYIN ERDOĞAN’A DERS VEREN İSTANBUL, İKİ DÖNEMDİR DERSİNİ ALIYOR. ODA ÇOK PAHALI OLARAK…


İstanbul’un İbretlik Seçim Tercihi ve Ağır Bedeli

Demokrasilerde seçim, bir milletin kendi kaderini belirleme hakkıdır. Seçmenler, verdikleri oylarla sadece bir yönetimi belirlemekle kalmaz, aynı zamanda geleceğe dair bir tercihte bulunurlar. Ancak bazı tercihler vardır ki, sonuçları yalnızca bir dönemle sınırlı kalmaz, yıllar boyu etkisini gösterir. İstanbul da böyle bir sürecin içinde…

İstanbul, Türkiye’nin kalbi, ekonomik ve kültürel başkentidir. Burası sadece bir şehir değil, adeta bir ülke gibidir. Türkiye’nin genel gidişatını belirleyen bir lokomotif olduğu için, İstanbul’da yaşanan her olumlu ya da olumsuz gelişme, tüm ülkeyi doğrudan etkiler. İşte tam da bu yüzden, İstanbul’un yönetimi milli bir mesele olarak değerlendirilmelidir.

İstanbul’un Seçim Tercihi ve Sonuçları

İstanbul, 2019’da bir tercihte bulundu ve 2024’te bunu yeniledi. Seçmen, Türkiye’yi 20 yılı aşkın süredir yöneten Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın siyasi çizgisinden farklı bir yolu tercih etti. Peki, bu tercihin İstanbul’a maliyeti ne oldu?

Mega projeler durduruldu: İstanbul’un trafik çilesini hafifletecek projeler ya iptal edildi ya da sürüncemeye bırakıldı. Metroların tamamlanması gecikti, yeni yollar yapılmadı.

Altyapı yatırımları sekteye uğradı: Şehirde su baskınları, çöp sorunları ve ulaşım aksaklıkları artık sıradanlaştı.

Ekonomik kriz ve yüksek maliyetler: İBB’nin yönetiminde mali sıkıntılar had safhaya ulaştı, borç katlandı. Reklam ve şovlara ayrılan bütçeler, hizmetten esirgenmeye başlandı.

Sosyal ve kültürel erozyon: İstanbul, manevi ve tarihi kimliğini koruma noktasında zafiyet yaşadı. Değerler aşındı, şehrin dokusuna uygun olmayan etkinlikler teşvik edildi.

Bu tablo, İstanbul’un seçmenine şu soruyu sordurmalı: “Gerçekten de doğru bir karar mı verdik?”

Erdoğan’a Ders Vermek İsterken Ders Almak

İstanbul, 1994 yılında Recep Tayyip Erdoğan’ın belediye başkanı olmasıyla yepyeni bir döneme adım atmıştı. O dönem su sıkıntısı, çöp dağları, hava kirliliği gibi devasa sorunlar vardı. Erdoğan ve ekibi, kararlı yönetimiyle bu sorunları çözdü ve İstanbul’a vizyon kazandırdı.

Ancak 2019’da İstanbul seçmeni, 25 yıl boyunca AK Parti kadrolarının hizmet ettiği şehri farklı bir yönetime teslim etti. Kimi, “bir ders vermek” için, kimi de “değişim olsun” diyerek bu kararı verdi. Ama gelinen nokta, verilen dersin geri dönüşünün ağır bir fatura olduğunu gösteriyor.

Zira “ders vermek” için oy verenler, beş yıl boyunca artan trafik çilesi, su baskınları, metro projelerinin gecikmesi ve belediye hizmetlerindeki zafiyet gibi sonuçlarla bizzat ders aldı. İstanbullular, “hizmet değil, algı belediyeciliği” gerçeğiyle yüzleşti.

İbret Alınmazsa Tarih Tekerrür Eder

Bu süreç, sadece İstanbul değil, Türkiye genelindeki seçmenler için de önemli bir ders niteliğinde. Zira sandık, sadece günü kurtarmak için değil, geleceği inşa etmek için bir araçtır. Eğer oy kullanırken duygusallık ağır basarsa, sonuçları acı olabilir.

İstanbul’un iki dönemde yaşadığı tecrübeler, sadece belediye başkanı seçmenin ötesinde bir anlam taşıyor. Bu seçimler, hizmet odaklı yönetim ile algı yönetimi arasındaki farkı net bir şekilde ortaya koymuştur. Eğer bu süreçten ibret alınmazsa, tarih tekerrür eder ve bedeli daha da ağır olur.

Özetle, İstanbul’un “ders verme” gayesiyle çıktığı yol, ona ağır bir fatura çıkardı. Ancak en önemli soru şu: “Acaba bu ders gerçekten öğrenildi mi?”




Hz. Ömer Müslüman olmadan önce kızını diri diri gömmüş müdür?

Hz. Ömer Müslüman olmadan önce kızını diri diri gömmüş müdür?


Hz. Ömer’in (r.a.) Müslüman olmadan önce kızını diri diri gömdüğüne dair anlatılan olay, İslam tarihçileri ve araştırmacılar tarafından güvenilir kaynaklarla desteklenmemektedir. Bu anlatım, halk arasında yaygın bir rivayet olmakla birlikte, sahih hadis kaynaklarında ve erken dönem İslam tarihçileri tarafından yazılan eserlerde geçmemektedir.

Konuyla ilgili bazı önemli noktalar şunlardır:

1. Sahih Kaynaklarda Yer Almaması: Bu olayın geçtiğine dair en güvenilir kabul edilen hadis ve tarih kitaplarında bir bilgi yoktur. Özellikle, İbn Hişam, Taberî ve İbn Sa’d gibi klasik İslam tarihçileri böyle bir vakadan bahsetmemektedir.

2. Hz. Ömer’in Kızı Hafsa’nın Durumu: Hz. Ömer’in Müslüman olmadan önce dünyaya gelen kızı Hafsa (r.a.), İslam’ı kabul ettikten sonra yaşamış ve Peygamber Efendimiz (s.a.v.) ile evlenmiştir. Eğer Hz. Ömer kız çocuklarını gömme âdetini uygulamış olsaydı, Hafsa da bu durumdan etkilenebilirdi.

3. İslam Öncesi Dönemde Çocuk Gömme Geleneği: Cahiliye döneminde bazı Arap kabilelerinde kız çocuklarını gömme geleneği bulunuyordu. Ancak bu, her kabilede yaygın değildi ve özellikle Mekke gibi ticaretle uğraşan şehirlerde daha az görülmekteydi.

Bu nedenle, Hz. Ömer’in (r.a.) kızını diri diri gömdüğü anlatımı, tarihi bir gerçeklikten çok, İslam öncesi dönemin sertliğini vurgulamak için anlatılan abartılı hikâyelerden biri olabilir. Hz. Ömer’in İslam ile şereflendikten sonraki adalet anlayışı ve yönetimi, onun Cahiliye dönemindeki hatalarını telafi ettiğini ve gerçek bir dönüşüm yaşadığını göstermektedir.

 

 




“Bu toprak kapı nereye açılıyor?”

“Bu toprak kapı nereye açılıyor?”


Bir yolcunun elinde eski bir harita vardı. Haritanın kenarları yıpranmış, mürekkebi solmuştu ama üzerinde işaretlenmiş bir nokta hâlâ belirgindi. O noktanın olduğu yerde, derin bir sessizlik içinde duran bir toprak kapı vardı. Yolcu merakla kapının önünde durdu. Üzerinde ne bir kilit ne de bir anahtar deliği vardı. Sadece topraktan bir kapı…

Baktı, düşündü: “Bu kapı nereye açılıyor?”

Kapının Ardındaki Hakikat

Bu dünya bir misafirhanedir. Üzerinde yürüdüğümüz toprak, sadece ayaklarımızı bastığımız cansız bir zemin değil, aynı zamanda binlerce yılın sırlarını içinde saklayan bir emanettir. Her gün üzerinde dolaştığımız, ektiğimiz, biçtiğimiz bu toprak, aslında bizden önceki nesillerin de yattığı bir örtüdür.

Her insan, bu misafirhanede bir süre konaklar ve sonra bu toprak kapının ardına geçer. Kimi şan ve şöhretle, kimi sessiz sedasız, kimi pişmanlıklarla, kimi ise huzur içinde… Ama sonuçta herkes o kapıyı aralar ve öteye adım atar.

Yolcu, kapının önünde düşündü: “Ben de bu kapıyı açtığımda ardında neyle karşılaşacağım?”

Dünya Aldatır, Ahiret Uyandırır

İnsan dünya hayatında nice hedefler peşinde koşar. Mal, mülk, makam, şöhret… Hepsi bir rüya gibi gelir geçer. Nice krallar, sultanlar, zenginler bu toprakların altında sessizce yatmaktadır. Onlar da bir zamanlar yürüdükleri bu topraklara hükmettiklerini sanmışlardı. Ama şimdi toprağın ta kendisi oldular.

Oysa bu kapının ardı, sadece yokluk ve unutuluş değildir. İnsan, bu dünyada ne ekti ise ahirette onu biçecektir. Ebedî bir hayatın kapısı olan bu toprak, her gün bizlere bir hakikati fısıldar:

> “Hazırlıklı ol! Çünkü buradan geçeceksin!”

Kapıyı Açmadan Önce

Bir yolcu sefere çıkmadan önce hazırlık yapar. Azığını, haritasını ve yol arkadaşını seçer. Dünya yolculuğu da böyledir. O kapı açılmadan önce her insan kendini bir hesaba çekmelidir:

Ne ektim? Ne biçmeye hazırlanıyorum?

Hangi izleri bıraktım? İnsanlığa bir faydam dokundu mu?

Bu toprak, benim için bir rahmet örtüsü mü olacak, yoksa pişmanlık diyarına mı götürecek?

Yolcu bir an durdu, içini derin bir düşünce kapladı. Kapıyı açmak için erken miydi? Yoksa hazırlıklı mıydı?

Kapının ardındaki hakikat kaçınılmazdı. O yüzden hazırlıklı olmalıydı…

Son Söz

Bu toprak kapı, ölüm ve ahiret gerçeğini hatırlatır. Bugün hayattayken yapacaklarımız, o kapının ardında karşılaşacaklarımızı belirler. Unutmayalım ki dünya bir imtihan yurdudur. Ve her gün bastığımız bu toprak, aslında bizlere fısıldar:

> “Ben, senden öncekilere de yurt oldum, senden sonrakilere de olacağım. Ama sen, buradan geçerken ne bıraktın?”

İşte asıl soru budur. Bu toprak kapı nereye açılıyor? Hazırlıklı mıyız?

 

 




KAPISI OLMAYAN BU TOPRAK KAPI NEREYE VE NERELERE AÇILIYOR?

KAPISI OLMAYAN BU TOPRAK KAPI NEREYE VE NERELERE AÇILIYOR?


### Kapısı Olmayan Toprak Kapı: Nereye ve Nerelere Açılıyor?

İnsan, varoluşunun derinliklerinde hep bir arayış içinde olmuştur. Bu arayış, bazen bir yol, bazen bir eşik, bazen de bir kapı olarak belirir zihninde. Ancak bazı kapılar vardır ki, ne bir kolu ne bir menteşesi ne de bir anahtarı vardır. İşte “kapısı olmayan toprak kapı” tam da böyle bir imgedir; görünmez ama hissedilir, sessiz ama çağırıcı, mütevazı ama sonsuz. Bu kapı, insanın hem kendi içine hem de ötesine açılan bir sırdır. Peki, bu kapı nereye ve nerelere açılır? Gelin, bu soruya hikmet, ibret ve tefekkür penceresinden bakalım.

#### Toprak: Başlangıç ve Bitişin Simgesi
Toprak, insan için hem bir yuva hem bir mezardır. Tohumun filizlendiği, hayatın yeşerdiği bir rahimdir; aynı zamanda, bedenin geri döndüğü, sessizce kucaklandığı bir son duraktır.
Ve de ahirete giden ilk durmaktır,ilk istasyondur.
“Kapısı olmayan toprak kapı” ifadesi, bu ikiliği en çarpıcı şekilde gözler önüne serer. Toprak, insanın dünyevi varlığını temsil ederken, “kapısı olmayan” ifadesi, bu varlığın ötesine işaret eder. İnsan, topraktan gelir ve toprağa döner; ama ruhu, bu döngünün ötesine, sonsuzluğa uzanır. İşte bu kapı, insanın hem fiziksel hem de manevi yolculuğunun eşiğidir.

Toprağın kapısı yoktur, çünkü o, herkes için açıktır. Bir kralın da bir yoksulun da son durağıdır toprak. Bu, bize ilk hikmeti sunar: Eşitlik. Toprak, ne rütbe tanır ne de zenginlik; herkesin ortak paydasıdır. Bu eşitlik, insana tevazuyu öğretir. Öyleyse, kapısı olmayan toprak kapı, ilk olarak insanın kendi acziyetine ve haddine açılır. İbret şudur ki, ne kadar yükselirsek yükselelim, hepimiz bir gün bu kapıdan geçeceğiz.

#### Kapısız Kapı: Manevi Bir Geçiş
“Kapısı olmayan” ifadesi, insanın zihninde bir paradoks oluşturur. Kapı, bir geçişi, bir eşiği temsil eder; ama kapısı olmayan bir kapı, belki de insanın kendi engellerini aşması gerektiğini hatırlatır. Tasavvufta, “kapı” kavramı, kişinin hakikate ulaşmak için kat ettiği manevi aşamaları ifade eder. Şeriat kapısı, tarikat kapısı, marifet kapısı ve nihayet hakikat kapısı… Ancak “kapısı olmayan” bir kapı, bu aşamaların ötesinde bir hakikate işaret eder. Bu, insanın kendi benliğini, arzularını, korkularını ve tüm dünyevi bağlarını aşarak ulaştığı bir eşiktir.

Hikmet buradadır: Kapısı olmayan kapı, insanın kendi içindeki engelleri kaldırmasıyla açılır. İnsan, nefsini bir kale gibi koruyan surları yıkmadıkça, bu kapıdan geçemez. İbret ise şudur: Gerçek özgürlük, dış kapılardan değil, iç zincirlerden kurtulmakla mümkündür. Toprak kapı, bu açıdan, insanın kendi hakikatine, özüne ve nihayetinde ilahi birliğe açılır.

#### Ölüme ve Yeniden Doğuşa Açılan Kapı
Toprak kapı, aynı zamanda ölümü ve yeniden doğuşu sembolize eder. İnsan bedeni, toprakla başlar ve toprakla biter. Ancak ruh, bu tekrarların ötesine geçer. Kur’an-ı Kerim’de, “Sizi topraktan yarattık, oraya geri döndüreceğiz ve sizi bir kez daha oradan çıkaracağız” (Taha, 20:55) ayeti, bu tekrarları açıkça ifade eder. Toprak kapı, insanın fiziksel varlığının son bulduğu, ama manevi varlığının yeniden dirildiği bir eşiktir.

Bu, bize derin bir tefekkür sunar: Ölüm, bir son değil, bir başlangıçtır. Kapısı olmayan toprak kapı, insanın korkularını, özellikle de ölüm korkusunu aşması için bir davettir. Hikmet şudur ki, ölüm, sadece bir geçiş kapısıdır; asıl hayat, bu kapının ötesindedir. İbret ise, insanın dünyevi hırslarının ne kadar boş olduğunu hatırlatmasıdır. Zenginlik, şöhret, güç… Hepsi, bu kapının eşiğinde birer gölgeden ibarettir.

#### Sonsuzluğa Açılan Kapı
Toprak kapı, sadece ölüm ve manevi yolculukla sınırlı değildir. Bir tohum, toprağın kucağında filizlenir; bir çiçek, toprağın bağrından yükselir. Toprak, hayatın tekrarını temsil eder. Kapısı olmayan toprak kapı, insanın tabiatla bağını hatırlatır. Modern dünyada, beton ve çelikle çevrili hayatlarımızda, bu kapı bize tabiatın sadeliğini ve hikmetini yeniden keşfetme fırsatı sunar.

Hikmet buradadır: İnsan, tabiatın bir parçasıdır; ondan kopamaz. Toprak kapı, insanın tahiatla uyum içinde yaşaması gerektiğini öğretir. İbret ise, tabiatı tahrip eden insanın, kendi sonunu hazırladığı gerçeğidir. Bu kapı, aynı zamanda evrenin sonsuzluğuna açılır; çünkü toprak, yıldız tozlarından oluşmuştur ve insan, evrenin bir yansımasıdır.

#### Sonuç: Bir Davet ve Bir Uyarı
“Kapısı olmayan toprak kapı nereye ve nerelere açılıyor?” sorusu, aslında insanın varoluş yolculuğuna dair bir sorgulamadır. Bu kapı, insanın kendi acziyetine, tevazuya, hakikate, ölüme, yeniden doğuşa, tabiata ve sonsuzluğa açılır. Ancak bu kapıdan geçebilmek için, insanın kendi içindeki kapıları açması gerekir: Önyargıların kapısını, kibrin kapısını, hırsın kapısını…

Hikmet, bu kapının herkese açık olduğudur; çünkü toprak, kimseyi ayırmaz. İbret, bu kapının kaçınılmaz olduğudur; çünkü her insan, er ya da geç bu eşiği geçecektir. Ve tefekkür, bu kapının bir son değil, bir başlangıç olduğudur; çünkü her son, yeni bir başlangıcı müjdeler.

Ey yolcu! Kapısı olmayan toprak kapı, seni kendine, tabiata ve sonsuzluğa çağırıyor. Bu çağrıya kulak ver; çünkü bu kapı, sadece bedeninle değil, kalbinle ve ruhunla geçebileceğin bir eşiktir. Unutma, hakikat, kapısı olmayan bir kapının ötesindedir.

 

 




ENDÜLÜS İSLAM MEDENİYETİ MEDENİYETİN KAPISI OLDU

ENDÜLÜS İSLAM MEDENİYETİ MEDENİYETİN KAPISI OLDU


ENDÜLÜS: MEDENİYETİN KAPISI

Tarihi, İbretli ve Düşündürücü Bir Değerlendirme

Tarih sahnesine baktığımızda, bazı medeniyetler vardır ki yalnızca belirli bir bölgeyi değil, tüm insanlık tarihini etkileyen köprüler kurmuştur. Endülüs İslam Medeniyeti de bunlardan biridir. 8. yüzyıldan 15. yüzyıla kadar İber Yarımadası’nda hüküm süren bu medeniyet, yalnızca İslam dünyası için değil, Avrupa’nın gelişimi ve Rönesans’ın doğuşu için de kritik bir kapı olmuştur.

Endülüs, İslam’ın ilim, sanat ve hoşgörü anlayışını zirveye taşıyan bir medeniyetti. Ancak tarih, bize bu tür büyük medeniyetlerin nasıl yükseldiğini ve nasıl yıkıldığını göstererek ibret dolu dersler sunmaktadır. Endülüs’ün yükselişi, ilim ve adalet üzerine inşa edilen bir sistemin zaferiyken; çöküşü, bölünmelerin, ihanetlerin ve gafletin acı sonucudur.

1. Endülüs’ün Yükselişi: Medeniyetin Işığı

711 yılında, Tarık bin Ziyad komutasındaki Müslüman orduları İspanya’ya ayak bastığında, Avrupa feodalizm, cehalet ve barbarlık içinde kıvranıyordu. Roma İmparatorluğu’nun çöküşüyle birlikte Avrupa’da eğitim kurumları yok olmuş, bilim ve sanat geri plana atılmış, kilise baskısı nedeniyle düşünce özgürlüğü engellenmişti.

Ancak Müslümanlar, fethettikleri bu topraklara sadece kılıçla değil, ilimle, adaletle ve hoşgörüyle geldiler. Endülüs:

Bilim ve felsefenin merkezi haline geldi.

Avrupa’nın en büyük kütüphanelerine ev sahipliği yaptı.

Müslüman, Hristiyan ve Yahudi âlimlerin birlikte çalıştığı bir bilim ve kültür ortamı oluşturdu.

Bağdat, Kahire ve Semerkand ile yarışan Kurtuba, İslam dünyasının en önemli ilim merkezlerinden biri haline geldi. 10. yüzyılda Kurtuba, 70’ten fazla kütüphane, yüzlerce medrese ve hastaneye sahipken, Avrupa’nın en büyük şehirleri bile pis sokaklarla, hastalıklarla ve okuma yazma bilmeyen halklarla doluydu.

2. Avrupa’nın Uyanışı: Endülüs’ün Açtığı Yol

Avrupa’da karanlık çağlar devam ederken, Endülüs’te bilimin ve sanatın zirve yaptığı bir dönem yaşanıyordu. Müslüman bilim insanları tıp, matematik, astronomi, mühendislik ve felsefe alanlarında çığır açıcı keşifler yaptılar:

İbn Rüşd (Averroes), Aristo’nun eserlerini şerh ederek Avrupa’ya aktardı.

Zerkali (Arzachel), astronomi alanında Avrupa’nın yüzyıllarca kullanacağı gözlem yöntemlerini geliştirdi.

Abbas bin Firnas, uçuş denemeleri yaparak havacılık tarihinin ilk adımlarını attı.

El Zehravi, modern cerrahinin temelini atan önemli çalışmalar yaptı.

Bu birikim, 12. yüzyıldan itibaren Avrupa’ya tercüme hareketleriyle taşınarak Rönesans’ın ve modern bilimin temelini oluşturdu. Bugün Avrupa’nın yükselişinin en büyük nedenlerinden biri, Endülüs’ten aktarılan bilgi ve bilimdir.

Ancak, ne yazık ki, bu muhteşem medeniyetin sonu trajik bir şekilde geldi.

3. Çöküş: İhanet, Bölünme ve Gaflet

Endülüs’ün yıkılış hikâyesi, sadece dış düşmanlarla değil, iç çekişmelerle de ilgilidir. Müslümanlar arasında yaşanan taht kavgaları, küçük emirliklerin birbirine düşmesi ve birlik olamamaları, Haçlı güçlerinin işini kolaylaştırdı.

Müslüman yöneticiler, birbirlerine karşı Hristiyan krallıklardan yardım istemeye başladılar.

Bölünmeler sonucu güç kaybeden Endülüs, birer birer Hristiyan ordularının eline geçti.

Granada’nın düşüşü (1492), Endülüs’ün sonunu simgeledi.

İslam medeniyetinin zirvesi olan bu topraklar, İspanyol Engizisyonu’nun kanlı zulmüyle Müslüman ve Yahudi halktan temizlendi. Camiler kiliseye çevrildi, ilim merkezleri yok edildi ve kütüphaneler yakıldı.

Sonuç: Endülüs’ten Alınacak Dersler

Endülüs’ün hikâyesi, bizlere büyük bir medeniyetin nasıl inşa edildiğini ve nasıl yıkıldığını gösteren bir ibret aynasıdır.

Endülüs’ten çıkarılacak dersler:

1. İlim ve adalet üzerine kurulu medeniyetler yükselir, ancak bölünme ve ihanet onları yok eder.

2. Bir millet, ilme ve bilime değer verdiği sürece güçlü kalır; cehalete düştüğünde ise çöküş kaçınılmazdır.

3. Düşman, ancak iç çatışmalar başladığında kazanır.

Bugün Müslüman dünyası, geçmişin hatalarından ders alarak, birlik, bilim ve adalet anlayışıyla yeni bir medeniyet kurabilir mi? Bu sorunun cevabı, tarihten alınacak ibretlerde saklıdır.

Endülüs’ü sadece kaybedilmiş bir medeniyet olarak değil, yeniden doğuş için bir ilham kaynağı olarak görmek gerekir.

@@@@@@@

**Endülüs İslam Medeniyeti: Medeniyetin Kapısı**

Tarih, insanlığın ortak hafızasıdır. Kimi zaman bir uygarlığın yükselişiyle parlar, kimi zaman çöküşüyle ibretlik sahneler sunar. İşte Endülüs İslam Medeniyeti de bu sahnelerden biridir; hem bir “medeniyet kapısı” hem de insanlığa bıraktığı mirasla düşündürücü bir örnektir. 8. yüzyıldan 15. yüzyıla kadar İber Yarımadası’nda hüküm süren bu medeniyet, bugün bile Avrupa’nın karanlık Orta Çağ’ına ışık tutan bir meşale olarak anılır. Peki, bu topraklar nasıl oldu da dünya tarihinin en parlak uygarlık merkezlerinden biri haline geldi? Ve nasıl oldu da bu ışık söndü?

### **Bir Coğrafyanın Dirilişi: Endülüs’ün Doğuşu**
711 yılında Tarık bin Ziyad’ın Cebelitarık’ı (Gibraltar) aşarak İberya’ya ayak basması, Avrupa’nın kaderini değiştiren bir adımdı. Vizigot Krallığı’nın zulmünden bunalan yerli halkın desteğiyle Müslümanlar, kısa sürede bölgeyi fethetti. Ancak Endülüs’ü özel kılan, fetihler değil, burada kurulan *“medeniyet projesi”* oldu.

Müslümanlar, Hristiyan ve Yahudilerle bir arada yaşama kültürünü (*convivencia*) benimsedi. Din, dil ve kültür farklılıkları bir tehdit değil, zenginlik olarak görüldü. Toledo, Kurtuba (Córdoba) ve Gırnata (Granada) gibi şehirler, bu çoğulcu anlayışın simgesi haline geldi. Öyle ki 10. yüzyılda Kurtuba’da 500 bin kitaptan oluşan bir kütüphane, 300 halk hamamı ve sokakları aydınlatan lambalar vardı. Aynı dönemde Paris veya Londra’da ise okuma yazma bilenlerin sayısı bir elin parmaklarını geçmiyordu.

### **Bilim, Sanat ve Felsefenin Altın Çağı**
Endülüs, İslam’ın “akıl ve bilimle buluştuğu” bir laboratuvara dönüştü. İbn Rüşd (Averroes), felsefe ile dinin uzlaştırılabileceğini savundu; İbn Hazm, aşkın psikolojisini yazdı; Zerkali, astronomi cetvelleri hazırladı. Tıp alanında İbn Zuhr, cerrahide devrim yaptı. Bu isimlerin eserleri, Latinceye çevrilerek Avrupa’nın Rönesans’ına temel oluşturdu.

**Kurtuba Ulu Camii**, Endülüs’ün sanat ve mimarideki zirvesini temsil eder. Hem İslami hem de Gotik unsurları birleştiren bu yapı, bugün bile Hristiyan-Müslüman ortak mirasının sembolüdür. Aynı şekilde Elhamra Sarayı’nın duvarlarına kazınan *“Yalnız Allah galip gelir”* yazısı, gücün sanatla taçlandırıldığı bir medeniyetin manifestosudur.

### **Çöküş: Bir Medeniyet Neden Yıkılır?**
Ancak Endülüs’ün öyküsü trajediyle son buldu. 11. yüzyılda iç çekişmeler, taht kavgaları ve Berberi-Arap ayrışması devleti zayıflattı. Hristiyan krallıkların *Reconquista* (Yeniden Fetih) hareketi, Müslümanları güneye doğru sıkıştırdı. 1492’de Gırnata’nın düşmesiyle Endülüs resmen sona erdi. Sonrasında engizisyon mahkemeleri, Müslüman ve Yahudilere “din değiştirme ya da ölüm” dayatması getirdi.

Bu çöküşün arkasında yatan sebepler ibret vericidir:
1. **Birlikten Uzaklaşma:** Küçük emirliklere (*taifa*) bölünen Endülüs, siyasi birliğini kaybetti.
2. **Hoşgörünün Kaybı:** Muhafazakâr Murabıtlar ve Muvahhidler döneminde katı uygulamalar, çoğulcu yapıyı zedeledi.
3. **Dış Tehdidi Hafife Alma:** Hristiyan krallıkların askeri ve teknolojik ilerleyişi karşısında direnç gösterilemedi.

### **Endülüs’ten İbret ve İlham**
Endülüs, insanlığa şu soruyu sorar: *“Medeniyet, yalnızca güçle mi ayakta kalır?”*
Cevap, Endülüs’ün yükselişinde saklıdır: Bilgiye saygı, farklılıklara tahammül ve adalet… Ancak çöküşü de bize şunu hatırlatır: İç çatışmalar, dış tehditlerden daha öldürücüdür.

Bugün Endülüs’ün izleri, İspanya’daki mimari eserlerde, Arapça kökenli kelimelerde ve musikinin derin hüzünlü melodilerinde yaşıyor. Belki de en kalıcı mirası, **“medeniyetin din, dil ve ırk üstü olduğu”** gerçeğidir. Tıpkı İbn Arabi’nin dediği gibi: *“Kalbin, her şekil için bir mabedi vardır.”*

Endülüs, yalnızca Müslümanların değil, tüm insanlığın ortak hafızasında bir “medeniyet kapısı” olarak kalmaya devam edecek…

 

 




PEYGAMBERİMİZİN HAYATINDA ORUÇ-IFTAR-SAHUR VE İTİKÂF UYGULAMALARI

PEYGAMBERİMİZİN HAYATINDA ORUÇ-IFTAR-SAHUR VE İTİKÂF UYGULAMALARI


Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v.), oruç, iftar, sahur ve itikâf ibadetlerini büyük bir titizlikle yerine getirmiş ve bu konuda ümmetine rehberlik etmiştir. O’nun sünneti, bu ibadetleri en güzel şekilde nasıl uygulamamız gerektiğini bizlere gösterir.

1. Peygamber Efendimiz ve Oruç

Peygamberimiz, Ramazan orucu farz kılınmadan önce de oruç tutardı. Özellikle aşure günü orucu, Şaban ayının son günleri ve Pazartesi-Perşembe günleri oruç tutmayı alışkanlık haline getirmiştir. Ramazan orucu farz kılındıktan sonra da bu sünnetlerini devam ettirmiştir.

Peygamberimizin oruçla ilgili hadislerinden bazıları:

“Oruç kalkandır.” (Buhârî, Savm, 2)

“Kim Allah rızası için bir gün oruç tutarsa, Allah onu yetmiş yıl uzaklaştırır.” (Tirmizî, Cihad, 3)

“Ramazan ayı girince cennet kapıları açılır, cehennem kapıları kapanır ve şeytanlar bağlanır.” (Buhârî, Savm, 5)

2. Peygamber Efendimizin İftarı

Hz. Peygamber, iftar vaktine büyük önem vermiş ve iftarı geciktirmeden açmayı tavsiye etmiştir. Genellikle birkaç hurma ile veya su ile iftar ederdi.

Oruç açarken yaptığı dua:
“Allah’ım! Senin rızan için oruç tuttum, senin rızkınla iftar ettim.”

Bir hadisinde şöyle buyurmuştur:
“İnsanlar iftarda acele ettikleri sürece hayır üzere olmaya devam ederler.” (Buhârî, Savm, 45)

İftarda paylaşmayı teşvik etmiş ve şöyle buyurmuştur:
“Kim bir oruçluyu iftar ettirirse, oruçlunun sevabından eksilmeden ona da aynı sevap verilir.” (Tirmizî, Savm, 82)

3. Peygamber Efendimizin Sahuru

Sahur yemeğini bereket olarak görmüş ve tavsiye etmiştir. Sahura kalkmak, hem fiziksel sağlık hem de manevi kazanç açısından önemlidir.

Sahurla ilgili hadislerinden bazıları:

“Sahur yapınız, çünkü sahurda bereket vardır.” (Buhârî, Savm, 20)

“Bizim orucumuzla Ehl-i Kitab’ın orucu arasındaki fark, sahur yemeğidir.” (Müslim, Sıyam, 46)

Peygamberimiz, sahurda genellikle hurma yer ve su içerdi. Sahurun son anlarına kadar ertelenmesini tavsiye etmiştir.

4. Peygamber Efendimizin İtikâfı

İtikâf, Ramazan’ın özellikle son on gününde yapılan, kişinin dünya işlerinden uzaklaşarak ibadete yöneldiği bir sünnettir. Peygamberimiz (s.a.v.), her yıl Ramazan’ın son on gününü mescitte itikâfa girerek geçirirdi.

İtikâfın önemini anlatan hadislerinden bazıları:

“Kim Allah rızası için bir gün itikâfa girerse, Allah onunla cehennem arasına üç hendek mesafe koyar.” (Taberânî)

“Peygamber (s.a.v.), vefat edene kadar Ramazan’ın son on gününde itikâfa girerdi.” (Buhârî, İtikâf, 1)

İtikâfta, Kur’an okumak, namaz kılmak, zikir yapmak ve dua etmek gibi ibadetlerle meşgul olmak sünnettir.

Sonuç

Peygamber Efendimiz (s.a.v.), oruç, sahur, iftar ve itikâf ibadetlerini büyük bir titizlikle uygulamış ve ümmetine bu konuda en güzel örnek olmuştur. Onun sünnetine uyarak bu mübarek ibadetleri yerine getirmek, hem manevi kazanç sağlar hem de bizleri Allah’a daha da yakınlaştırır.

Ramazan ayında bu sünnetleri ihya etmek, hem ibadetlerimizi daha bilinçli yapmamıza hem de Peygamberimizin mübarek yolundan gitmemize vesile olacaktır.

@@@@@

PEYGAMBER EFENDİMİZ TERAVİHİ NASIL KILARDI?

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) Teravih Namazını Nasıl Kılardı?

Teravih namazı, Ramazan ayına özel bir ibadettir ve Hz. Peygamber (s.a.v.) bu namazı kılmış ve ümmetine de tavsiye etmiştir.

1. Peygamberimiz Teravih Namazını Cemaatle Kıldırmış mıdır?

Hz. Peygamber (s.a.v.), Ramazan’ın bazı gecelerinde Mescid-i Nebevî’de cemaatle teravih kıldırmıştır. Ancak birkaç gece sonra cemaatin sayısı artınca, farz olabileceği endişesiyle cemaatle kılmayı bırakmış ve evinde kılmaya devam etmiştir.

Bir hadisinde şöyle buyurmuştur:
“Ramazan gecelerinin namazı (teravih), nafile bir ibadettir. Kim sevabını Allah’tan umarak bu namazı kılarsa, geçmiş günahları bağışlanır.” (Buhârî, Salâtü’t-Teravih, 37)

2. Hz. Peygamber Teravihi Kaç Rekât Kılardı?

Hz. Aişe (r.a.) şöyle anlatmıştır:
“Rasûlullah (s.a.v.), Ramazan’da ve Ramazan dışında on bir rekâttan fazla namaz kılmazdı. Dört rekât kılardı; onların güzelliğini ve uzunluğunu sorma! Sonra dört rekât daha kılardı; onların da güzelliğini ve uzunluğunu sorma! Sonra üç rekât kılardı.” (Buhârî, Teheccüd, 16)

Bu hadise göre, Peygamberimiz (s.a.v.) gece namazını genellikle 8 rekât kılıp 3 rekât vitir namazı ile tamamlamıştır.

Ancak Hz. Ömer (r.a.) döneminde Müslümanlar cemaatle teravihi 20 rekât olarak kılmaya başlamış ve bu uygulama günümüze kadar devam etmiştir.

3. Teravihte Peygamberimizin Kıraat Uzunluğu

Peygamber Efendimiz, teravih namazında uzun süre ayakta durur, bazen Bakara, Âl-i İmrân ve Nisâ surelerini bir rekâtta okurdu.

Sahabiler, Peygamberimizin kıldığı namazın uzunluğuna alışık olsalar da, bazen yorulduklarını ifade etmişlerdir.

Ancak namaz kıldırırken, cemaatin durumunu da göz önünde bulundurur, kolaylık sağlardı.

4. Peygamberimizin Teravih Namazıyla İlgili Tavsiyeleri

1. Cemaatle kılmak teşvik edilmiştir.

“Kim imamla beraber namazını tamamlayana kadar teravih kılarsa, ona gecenin tamamını ibadetle geçirmiş gibi sevap yazılır.” (Tirmizî, Salât, 164)

2. Uzun kıraat sünnettir, ancak herkesin durumuna göre ayarlanmalıdır.

Hz. Peygamber, namazda uzun süre kıyamda dururdu ancak cemaatin zorlanacağını fark ettiğinde kısa sureler okumayı tercih ederdi.

3. Vitir namazı ile tamamlanmalıdır.

Peygamberimiz, gece namazlarını vitirle tamamlamayı sünnet kılmıştır:
“Ey Kur’an ehli! Vitir kılınız. Çünkü Allah tektir, tek olanı sever.” (Ebû Dâvûd, Vitir, 1)

Sonuç

Peygamberimiz (s.a.v.), teravih namazını gönülden, huşu içinde ve uzun kıyamlarla kılmıştır. Cemaatle kıldığında, ümmetine zor gelmemesi için kısa tutmuştur. O’nun sünnetine uymak adına teravih namazını ihmal etmemek ve imkân varsa cemaatle kılmak büyük bir fazilettir.

Bugün 20 rekât olarak kılınan teravih, sahabe döneminden beri süregelen bir uygulamadır. Önemli olan, kaç rekât kılındığından ziyade huşu içinde, samimiyetle ve ihlasla kılmaktır.

 

 




İSLÂMIN FAİZİ YASAKLAMASINDAKİ SOSYAL VE EKONOMİK HİKMET YÖNLERİ VE DE EKONOMIK HAYATTAKİ ÖRNEKLERİ NELERDİR?

İSLÂMIN FAİZİ YASAKLAMASINDAKİ SOSYAL VE EKONOMİK HİKMET YÖNLERİ VE DE EKONOMIK HAYATTAKİ ÖRNEKLERİ NELERDİR?


İslam’ın faizi yasaklamasındaki sosyal ve ekonomik hikmetler oldukça geniştir. Faiz, bireyler ve toplumlar üzerinde olumsuz etkiler oluşturan bir uygulama olarak görülmüş ve bu nedenle İslam’da kesin bir şekilde yasaklanmıştır. Bu yasağın hikmet yönleri ve ekonomik hayattaki örnekleri şu şekilde açıklanabilir:

1. Sosyal Hikmetler

Toplumsal Adaleti Sağlama: Faiz, sermaye sahiplerini daha da zenginleştirirken, borç alanları fakirleştirir. Bu durum gelir dağılımında adaletsizliğe yol açar. Faizin yasaklanması, sermayenin toplum içinde daha adil bir şekilde dağılmasını teşvik eder.

Ahlaki ve Vicdani Değerleri Koruma: Faiz, ihtiyacı olan insanları zor durumda bırakabilir. Özellikle borçlu kişilerin ödeyemediği faizler katlanarak artar ve kişiyi daha büyük bir çıkmaza sokar. İslam, yardımlaşma ve dayanışma ruhunu teşvik ederek insanların birbirlerine faizsiz borç vermesini önerir.

Toplum İçinde Kin ve Nefreti Önleme: Faizli işlemler nedeniyle borçlular, alacaklılarına karşı zamanla öfke ve nefret besleyebilir. Bu durum sosyal huzursuzluklara neden olabilir. Faizsiz sistemde ise insanlar birbirlerine destek olur ve güven ortamı oluşur.

2. Ekonomik Hikmetler

Üretkenliği ve Yatırımı Teşvik Etme: Faiz sistemi, sermayeyi sadece faiz geliri elde etmek için kullanılmaya yönlendirir. Yatırımcılar, risk almadan kazanç elde edebileceği için üretime yönelmek yerine paralarını faizle değerlendirme yoluna giderler. Oysa faizsiz ekonomi, girişimciliği ve yatırımı teşvik eder.

Ekonomik Krizleri Önleme: Tarih boyunca birçok ekonomik kriz, faizli sistemin tetiklediği borçlanma krizleri nedeniyle ortaya çıkmıştır. Faiz sistemi, borçların sürekli artmasına neden olur ve bu da ekonomik balonların oluşmasına yol açar. 2008 küresel finans krizi, bu durumun en büyük örneklerinden biridir. Faizsiz sistemde ise borçlanma daha sürdürülebilir hale gelir.

Enflasyonu ve Gelir Dağılımındaki Dengesizliği Azaltma: Faiz, zengin ile fakir arasındaki uçurumu artırır. Çünkü sermaye sahipleri faiz getirisiyle daha çok kazanırken, dar gelirli kesimler daha fazla borçlanmak zorunda kalır. Faizsiz sistemde ise sermaye, üretken alanlara yönlendirilerek istihdam ve gelir dağılımı daha dengeli hale getirilir.

Gerçek Ekonomiye Dayalı Büyüme: Faizsiz ekonomi modeli, reel varlık ve ticarete dayalı olduğu için sürdürülebilir büyümeyi destekler. Faizli sistemde ise genellikle sanal ekonomiler ve spekülasyonlar ön plana çıkar.

3. Ekonomik Hayattaki Örnekler

İslami Bankacılık: Faizsiz finans sistemini benimseyen bankalar, kâr-zarar ortaklığına dayalı işlemler yaparak hem yatırımcıları hem de girişimcileri destekler. Örneğin, “Murabaha” (kâr paylı satış), “Mudaraba” (sermaye-emek ortaklığı) gibi yöntemler faizsiz kazanç sağlamaya yöneliktir.

Karz-ı Hasen (Faizsiz Borç): İslam toplumlarında ihtiyaç sahiplerine faizsiz borç verilmesi teşvik edilir. Bugün birçok vakıf ve İslami finans kurumu bu tür borçlanma sistemleriyle topluma destek olmaktadır.

Faizsiz Finans Kuruluşları: Katılım bankacılığı, sigorta sistemleri (tekâfül) ve mikro finans uygulamaları faizsiz ekonominin modern dünyadaki örnekleri arasındadır.

Sonuç olarak, İslam’ın faizi yasaklamasının temel amacı, ekonomik adaleti sağlamak, sömürüyü engellemek ve toplumda dayanışma ruhunu artırmaktır. Faizsiz bir ekonomi modeli, üretime dayalı büyümeyi teşvik eder, ekonomik krizleri önler ve gelir dağılımındaki adaletsizliği azaltır. Bu nedenle, modern dünyada da faizsiz finans sistemleri giderek daha fazla ilgi görmektedir.

@@@@@@

FAİZİN TOPLUMDAKİ OLUMSUZ ETKİLERİ VE AÇTIĞI MADDİ VE MANEVİ ZARARLARI NELERDİR?

Faiz (interest), toplumsal ve ekonomik sistemlerde çeşitli maddi ve manevi zararlara yol açar. Bu etkileri maddi ve manevi boyutlarıyla şöyle özetlemek mümkündür:

### **MADDİ ZARARLAR (EKONOMİK VE SOSYAL ETKİLER)**
1. **Borç Kısır Döngüsü ve Yoksullaşma**
– Bireyler, şirketler veya devletler yüksek faizli borçlara mahkûm olduğunda, ödemeler anapara yerine sürekli faize gider. Bu, borçlunun iflasına veya kemer sıkma politikalarına yol açarak yoksulluğu derinleştirir.
– Örneğin, mikro kredilerle borçlanan yoksul kesimler, faiz yükü altında daha da yoksullaşabilir.

2. **Ekonomik Eşitsizliğin Artması**
– Faiz, sermaye sahiplerinin (bankalar, yatırımcılar) servetini artırırken, borçluların gelirini azaltır. Bu, zengin-fakir uçurumunu büyütür.
– Dünya Bankası verilerine göre, küresel borç stokunun %70’i gelişmekte olan ülkelerde ve bu borçların faizi kamusal hizmetleri kısıtlıyor.

3. **Ekonomik İstikrarsızlık**
– Faizli krediler, gayrimenkul veya borsa balonları oluşturabilir. Balon patladığında (2008 mortgage krizi gibi) ekonomik çöküş yaşanır.
– Faiz, üretim yerine spekülatif yatırımları teşvik ederek reel ekonomiyi zayıflatır.

4. **İşsizlik ve Üretim Düşüşü**
– KOBİ’ler Faiz nedeniyle kredi bulamaz veya borçlarını ödeyemez. Bu, işyeri kapanmalarına ve istihdam kaybına yol açar.
– Üretim azalınca ekonomide durgunluk başlar.

5. **Enflasyon ve Para Değer Kaybı**
– Merkez bankalarının Faizle enflasyonu düşürme çabası, tersine tüketimi ve yatırımları kısarak ekonomiyi yavaşlatır.
– Bazı durumlarda faiz artışları, döviz kurlarını istikrarsızlaştırarak enflasyonu tetikler.

### **MANEVİ ZARARLAR (AHLAKİ VE TOPLUMSAL SONUÇLAR)**
1. **Ahlaki Çöküntü ve Sömürü**
– Faiz, borç verenin risksiz kâr elde etmesine dayanır. Bu, özellikle yoksulların sömürülmesine yol açarak toplumsal adaleti zedeler.
– İslami talimlerde faizin (riba) haram sayılmasının temel nedeni de bu adaletsizliktir.

2. **Bencillik ve Dayanışma Eksikliği**
– Faiz sisteminde ilişkiler “çıkar” odaklıdır. Karşılıksız yardım, dayanışma ve infak gibi değerler zayıflar.
– Örneğin, faizle borç vermek yerine ihtiyaç sahibine destek olma kültürü geriler.

3. **Tüketim Çılgınlığı ve Manevi Boşluk**
– Kredi kartları ve tüketici kredileri, insanları ihtiyaç dışı harcamalara yönlendirir. Bu, manevi tatminsizliği artırır.
– “Daha çok tüketmek” için çalışan bireyler, anlam arayışından uzaklaşabilir.

4. **Toplumsal Güvenin Azalması**
– Borçlu-alacaklı ilişkisindeki çatışmalar (icralar, hacizler) toplumda güvensizlik ve stres oluşturur.
– İnsanlar arası ilişkiler maddiyat odaklı hale gelir.

5. **Dini ve Kültürel Değerlere Zarar**
– Faizin yasak olduğu inanç sistemlerinde (İslam, bazı Hristiyan mezhepleri) faize bulaşmak, kişide vicdani rahatsızlık ve dini aidiyet zedelenmesine yol açar.
– Toplumsal düzeyde ise faiz, geleneksel yardımlaşma kurumlarını (vakıflar, imece) zayıflatır.

### **SİSTEMİK RİSKLER**
– **Küresel Borç Krizi**: Ülkelerin borç faizlerini ödeyememesi, kamu hizmetlerinin kesilmesine ve sosyal patlamalara neden olabilir (Sri Lanka örneği).
– **Çevresel Tahribat**: Faiz odaklı finans sistemleri, kısa vadeli kâr için doğal kaynakların sömürülmesini teşvik eder.

### **ÇÖZÜM ÖNERİLERİ**
– Faizsiz finans modelleri (katılım bankacılığı, kar-zarar ortaklığı).
– Borç erteleme/affı gibi sosyal politikalar.
– Tüketim yerine üretimi destekleyen ekonomik sistemler.
– Toplumsal dayanışma ağlarının güçlendirilmesi (vakıflar, kooperatifler).

Faizin zararları, yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda toplumun ahlaki dokusunu da tahrip eden bir unsurdur. Dengeli ve adil bir finans sisteminin inşası, hem maddi hem manevi refah için kritiktir.

 

 




Vicdanın ziyası, ulûm-u diniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir.

Vicdanın ziyası, ulûm-u diniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecellî eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit, birincisinde taassup, ikincisinde hile, şüphe tevellüd eder.”


İLİM VE HAKİKATİN İKİ KANADI: DİNİ VE FEN BİLİMLERİNİN BİRLİKTE YÜKSELİŞİ

İslam’ın ve medeniyetin en temel dayanaklarından biri, ilimdir. Bediüzzaman Said Nursî’nin şu sözü, ilmin iki yönünü ve bu iki yönün birbirinden ayrıldığında doğabilecek tehlikeleri çarpıcı bir şekilde ifade etmektedir:

“Vicdanın ziyası, ulûm-u diniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecellî eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit, birincisinde taassup, ikincisinde hile, şüphe tevellüd eder.”

Bu söz, insanı ve toplumu aydınlatan iki temel ilim kaynağını ortaya koymaktadır:

1. Dini ilimler (ulûm-u diniye): İnsan ruhunu, ahlakını, vicdanını ve maneviyatını besler.

2. Fen ve medeniyet ilimleri (fünun-u medeniye): Akıl, teknoloji, bilimsel keşifler ve medeniyetin gelişimini sağlar.

Bu iki ilim bir arada olduğunda, insan ve toplum hakikate ulaşır, medeniyet gelişir ve ilim ışığında adaletle yükselir. Ancak biri diğerinden koparsa, dengesiz ve zararlı sonuçlar doğar:

Sadece dini ilimlere yönelmek: Bilimi ve aklı ihmal eden kör bir taassuba yol açabilir.

Sadece fen bilimlerine yönelmek: Maneviyattan kopuk, ahlaki ve vicdani değerleri hiçe sayan hile, şüphe ve materyalist düşüncenin yayılmasına neden olabilir.

Bu makalede, İslam’ın ilme bakışı, dini ve fenni ilimlerin birlikte geliştiği dönemler, ayrıldıkları zaman yaşanan çöküşler ve günümüz Müslüman toplumları için çıkarılacak dersler ele alınacaktır.

1. İslam ve İlim: Oku, Düşün, Araştır

İslam, ilmi en yüce değerlerden biri olarak görür. Kur’an’da ilk inen emir “Oku!” (Alak, 1) ayetidir. Bu okuma, sadece kutsal metinleri okumak değil, aynı zamanda kâinatı, doğayı ve bilimi anlamak için de bir davettir.

Hz. Peygamber (s.a.v.), ilmin önemini şu sözleriyle vurgulamıştır:

“İlim öğrenmek, her Müslüman erkek ve kadına farzdır.” (İbn Mace, Mukaddime, 17)

“İlim Çin’de bile olsa gidip alınız.” (Beyhaki, Şuabü’l-İman, 2/254)

Bu teşvikler, Müslümanları her alanda ilme yöneltmiş ve tarihte büyük bir medeniyetin doğmasına sebep olmuştur.

2. Tarihte İslam Medeniyeti: İlim ve Hakikatin Bütünleştiği Çağlar

İslam dünyasında 8. yüzyıldan 15. yüzyıla kadar ilim ve maneviyat birlikte yükselmiş, Endülüs, Bağdat ve Semerkand gibi ilim merkezleri kurulmuştur.

Harezmi (780-850): Cebiri sistematik hale getirerek matematiğin temelini attı.

İbn Sina (980-1037): Tıbbın Kanunu adlı eseriyle modern tıbbın gelişimine katkıda bulundu.

El-Biruni (973-1050): Dünya’nın döndüğünü ve yerçekimini Newton’dan 600 yıl önce dile getirdi.

İbn Rüşd (1126-1198): Aristo’nun felsefesini Batı’ya taşıdı ve akıl-vahiy dengesini savundu.

Bu dönemde ilim adamları hem dini hem fenni ilimlerle uğraşıyor, ikisini birleştirerek hakikate ulaşmaya çalışıyorlardı.

Ancak zamanla bu denge bozuldu…

3. Ayrışma ve Çöküş: Bilimin ve Maneviyatın Kopması

İslam dünyasında bilim ve din arasındaki denge bozulduğunda, medeniyet de çöküşe geçti:

Tasavvufi düşüncenin aşırı şekillere kayması ve akılcı ilmin ihmal edilmesi: Bilimsel çalışmalar ikinci plana atıldı.

Siyasi istikrarsızlıklar ve mezhep savaşları: Birlik ve beraberlik kayboldu.

Batı’nın İslam bilim mirasını devralması: Avrupa, Endülüs ve Haçlı Seferleri aracılığıyla İslam’ın bilimsel mirasını alıp ilerlerken, Müslüman dünyada duraklama yaşandı.

Sonuç:

Müslümanlar, vicdanı güçlü ama bilimden uzak bir toplum haline geldi.

Batı dünyası, bilimi geliştirdi ama ahlaki ve manevi boşluk içinde kaldı.

İşte Bediüzzaman’ın uyardığı noktaya tam burada geliyoruz:

Dini ilim akıldan koparsa: Kör bir taassup doğar.

Fen bilimleri ahlaktan koparsa: Şüphe, hile ve materyalist düşünce hâkim olur.

4. Çıkış Yolu: Hakikatin İki Kanadını Yeniden Birleştirmek

Müslüman dünyasının yeniden yükselişe geçmesi için, ilim ve maneviyatın bir araya getirilmesi gerekmektedir:

a) Eğitim Sisteminin Yeniden Yapılandırılması

Medreseler ve modern üniversiteler arasında bir köprü kurulmalı.

Hem fen bilimleri hem dini ilimler dengeli şekilde öğretilmeli.

b) Bilimsel Araştırmalara Önem Verilmesi

Müslüman ülkeler bilim, teknoloji ve inovasyona yatırım yapmalı.

Müslüman bilim insanları desteklenmeli ve teşvik edilmeli.

c) Ahlaklı ve Bilgili Nesiller Yetiştirmek

Bilim ve teknolojiyi geliştirirken ahlak, vicdan ve maneviyat unutulmamalı.

Hz. Peygamber’in “İlim Çin’de bile olsa gidip alınız” düsturuyla hareket edilmeli.

Sonuç: Kanatsız Uçamayız!

Bediüzzaman’ın ifadesiyle, insan ve toplum hakikate ulaşmak için iki kanada ihtiyaç duyar:

1. Vicdan ve ahlak için dini ilimler.

2. Akıl ve teknoloji için fen bilimleri.

Bu iki kanat birleştiğinde, Müslüman dünyası yeniden yükselir, bilim ve ahlak bir araya gelerek hakikatin kapısını aralar.

Tarih, bu iki kanadın ayrıldığı toplumların çöküşe geçtiğini, birleştirenlerin ise medeniyet kurduğunu göstermektedir. Öyleyse gelecek nesillere ilim ve maneviyatı birlikte vermek, en büyük sorumluluğumuzdur.

Bilgi ışığında yükselen, ahlak rehberliğinde ilerleyen bir toplum, hem dünyada hem de ahirette saadete ulaşır!

@@@@@@

**Vicdan ve Aklın Sentezi: Bediüzzaman’ın İlim Tasavvurundan İbretler**

Bediüzzaman Said Nursi’nin yukarıdaki sözü, insanlığın en kadim iki gerçeğini özetler: *Vicdan* ve *akıl*. Ona göre, vicdanın aydınlığı dini ilimlerle, aklın ışığı ise modern bilimlerle beslenir. Bu iki kanat birleştiğinde hakikat ortaya çıkar; ayrıldığında ise bir tarafta **taassup** (bağnazlık), diğer tarafta **şüphe** ve **hile** doğar. Bu ifade, yalnızca bir felsefi önerme değil, aynı zamanda İslam medeniyetinin yükseliş ve çöküşünün de anahtarıdır. Peki tarih, bu sentezin önemini nasıl ispatlıyor?

### **Altın Çağ: Din ve Bilimin Kucaklaşması**
8. ile 13. yüzyıllar arasındaki İslam medeniyeti, Nursi’nin idealize ettiği “**imtizac**” (uyum) dönemine ışık tutar. Abbasi halifeleri, antik Yunan, Hint ve Pers bilimini Arapçaya çevirirken, Kur’an’ın *“Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?”* (Zümer, 9) ayetini rehber edinmişti. **Beytü’l Hikme**, bu sentezin sembolüydü: Astronomi, tıp ve matematik çalışmaları, kelam ve fıkıhla iç içe ilerliyordu.

– **İbn Sina**, hem filozof hem hekimdi. *El-Kanun fi’t-Tıb* adlı eserinde hastalıkları madde ve mananın dengesiyle açıklarken, *“Ruh bedenin reisidir”* diyerek tıbbı metafizikle buluşturdu.
– **Harezmi**, cebiri keşfederken, Allah’ın kainattaki düzenini matematikle anlamaya çalışıyordu.
– **İbn Heysem**, optik çalışmalarında ışığın yansımasını incelerken, bunu “ilahi nur”un bir tezahürü olarak yorumladı.

Bu dönemde dini ilimler, aklı körelten bir dogma değil, bilimi motive eden bir “vicdan ziyası”ydı.

### **Ayrılığın Bedeli: Taassup ve Şüphenin Doğuşu**
Ancak 13. yüzyıldan itibaren bu uyum bozuldu. Moğol istilaları ve siyasi çöküşle birlikte, medreselerde **nakil-akıl dengesi** kayboldu. Dinî ilimler, sorgulamayan bir ezberciliğe; pozitif bilimler ise “**felsefesiz bir teknik**”e dönüştü. Nursi’nin deyimiyle, iki kanat birbirinden ayrıldı:

1. **Ulûm-u Diniyede Taassup:**
– Gazali’nin *“Filozofların Tutarsızlığı”* eseri, bazı çevrelerde felsefeyi “küfür” ile eşitledi. Oysa Gazali, aslında aklı değil, Aristo’yu mutlaklaştıran yaklaşımı eleştiriyordu.
– Zamanla medreseler, İbn Rüşd’ün akıl-vahiy sentezini dışladı. İçtihat kapısının kapanması, dini düşüncede donukluğa yol açtı.

2. **Fünun-u Medeniyede Şüphe:**
– Avrupa’da Rönesans ve Aydınlanma yaşanırken, İslam dünyası bilimsel mirasına yabancılaştı. Batı’nın teknolojik üstünlüğü, bir “şüphe” doğurdu: *“Acaba din bilimle çelişir mi?”*
– Pozitivizmin etkisiyle, bazı aydınlar dini “akıl dışı” addederek reddetti. Nursi’nin tabiriyle, “hile” (ideolojik saptırma) ve “şüphe” toplumu sardı.

### **Endülüs’ten Günümüze İbretler**
Endülüs İslam Medeniyeti, bu iki kanadın uyumunun neler başarabileceğini gösterdi. **Kurtuba Ulu Camii**, hem sanat hem ibadetin sembolüydü. **İbn Rüşd**, Aristo’yu İslami perspektifle yorumlayarak Avrupa’yı aydınlattı. Ancak 1492’de Gırnata düştüğünde, engizisyon hem Müslümanları hem Yahudileri yok etti. Bu trajedi, Nursi’nin uyardığı “**iftirak**”ın (ayrılık) sonucuydu: Dinî bağnazlık ve bilimsel gerileme, medeniyeti çökertti.

### **Bugünün Sınavı: Nursi’nin Çağrısına Kulak Vermek**
Nursi’nin sözleri, bugün de geçerliliğini koruyor:

– **Eğitimde Sentez:** Medreselerde dinî ilimlerin yanında fen bilimleri öğretilmezse, gençler ya “eleştirel düşünceden yoksun” yetişir ya da dini tamamen reddeder.
– **Bilimde Ahlak:** Modern teknoloji, vicdani bir rehberlik olmazsa, insanlığı nükleer silahlar veya yapay zeka tehlikeleriyle baş başa bırakır.
– **Toplumsal Barış:** Din ve bilim çatıştığında, toplumlar ya dinci radikalizmle ya da seküler nihilizmle parçalanır.

### **Sonuç: İki Kanatlı Kuş Misali**
Bir kuşun uçabilmesi için iki kanadı nasıl gerekiyorsa, insanlığın ilerlemesi için de vicdan ve aklın birlikteliği şarttır.

Bu barış, yalnızca Müslümanların değil, tüm insanlığın kurtuluş reçetesidir…




ZEKERİYA PEYGAMBER’İN SUSMA ORUCU VE HİKMETLERİ

ZEKERİYA PEYGAMBER’İN SUSMA ORUCU VE HİKMETLERİ


### **Kıssanın Özeti:**
Hz. Zekeriya (a.s.), yaşlılığında ve çocuksuzken Allah’a yönelerek kendisine hayırlı bir evlat vermesi için dua etti. Allah, onun samimi niyetini kabul edip Yahya (a.s.)’yı müjdeledi. Bu müjde sonrasında, Zekeriya Peygamber’e üç gün boyunca insanlarla konuşmama orucu (savm-ı kelâm) emredildi. Bu sürede sadece işaretlerle iletişim kurdu ve sürekli Allah’ı zikretti.

**Ayet Kaynağı:**
*“Zekeriya: ‘Rabbim! Bana bir alamet ver’ dedi. Allah da: ‘Senin için alamet, üç gün boyunca, işaretleşme dışında insanlarla konuşamamandır. Rabbini çok an, akşam sabah tesbih et’ dedi.”*
**(Meryem Suresi, 19:10)**

### **Hikmetleri ve İbretler:**

1. **Allah’ın Kudretine Şahitlik:**
– Zekeriya Peygamber’in yaşlılık ve eşinin kısırlığına rağmen çocuk sahibi olması, Allah’ın doğa yasalarını aşan mucizevi gücünü gösterir. Bu, insanın acizliğini ve Allah’ın her şeye kadir olduğunu hatırlatır.
– **“Allah dilediğine hesapsız rızık verir.”** (Âl-i İmrân, 3:37)

2. **Sabır ve Teslimiyetin Sınavı:**
– Üç gün boyunca konuşmamak, Zekeriya Peygamber’e sabrı ve Allah’a tam teslimiyeti öğretmiştir. Bu durum, insanın nefsini kontrol etme ve irade gücünü geliştirme konusunda önemli bir örnektir.

3. **Dilin Terbiyesi:**
– Susma orucu, dilin kötü sözlerden korunması gerektiğini vurgular. Günümüzde bu, dedikodu, yalan ve gereksiz konuşmalardan uzak durma şeklinde yorumlanabilir.
– **“Ya hayır söyleyin ya da susun.”** (Buhârî, Edeb 31)

4. **Zikir ve Şükür:**
– Allah, Zekeriya Peygamber’e susma süresince sürekli tesbih ve zikretmesini emretmiştir. Bu, nimetlere şükrün ve Allah’a yakınlaşmanın bir yoludur.
– **“Beni anın ki Ben de sizi anayım.”** (Bakara, 2:152)

5. **Mucizenin Teyidi:**
– Susma orucu, insanların Zekeriya Peygamber’in mucizesini görmesini sağlamıştır. Konuşamaması, Allah’ın ona verdiği mucizenin somut bir işareti olmuştur.

### **Günümüze Yansımaları:**
– **Dil Orucu:** Gereksiz, yaralayıcı veya boş sözlerden uzak durmak, modern insan için bir nevi “susma orucu” sayılabilir.
– **Duanın Gücü:** Zekeriya Peygamber’in duası, samimiyetle yapıldığında Allah’ın icabet edeceğinin kanıtıdır.
– **Manevi Arınma:** Susarak geçirilen zaman, kalbin ve zihnin Allah’a odaklanması için bir fırsattır.

**Sonuç:**
Zekeriya Peygamber’in susma orucu, sadece bir mucize değil, aynı zamanda insana **sabır, teslimiyet ve dil terbiyesi** konusunda derin dersler veren bir ibret tablosudur. Bu kıssa, Allah’ın hikmetine güvenmenin ve O’nun emirlerine kayıtsız şartsız boyun eğmenin önemini hatırlatır.

*“En hayırlı amel, dilini tutmandır.”*
**(Tirmizî, Zühd 61)**
🌙




SAHABENİN HAYATINDA ORUÇ

SAHABENİN HAYATINDA ORUÇ


**SAHABENİN HAYATINDA ORUÇ: BİR İMAN VE İHLAS DESTANI**

Sahabe-i Kiram (r.a.), orucu sadece bir ibadet değil, nefis terbiyesi, Allah’a yakınlaşma ve Peygamber (s.a.v.) sevgisini kanıtlama vesilesi olarak görürdü. İşte onların hayatından oruçla örülü unutulmaz sahneler:

### **1. Hz. Ebû Bekir (r.a.): “Açlıkla Arınan Yürek”**
– Hz. Ebû Bekir, nafile oruçlarda öne çıkardı. Öyle ki, “Sıddîk” lakabına layık bir sadakatle, Pazartesi-Perşembe oruçlarını asla terk etmezdi.
– Bir gün evine misafir geldiğinde, “Bugün oruçluyum” diyerek sofraya oturmamış, sonradan ev halkı, “Aslında o gün oruçlu değildi, sadece misafire ikram edecek yiyeceği yoktu” diye anlatmıştı. Oruç, onun için **iffet** ve **tevazu** demekti.

### **2. Hz. Ömer (r.a.): “Adalet ve Açlık Arasındaki Denge”**
– Hz. Ömer, halifeliği döneminde bile Ramazan’da halkla birlikte teravih kılar, gündüzleri divan kurup halkın problemlerini dinlerdi. Oruç, onun adalet terazisini asla bozmazdı.
– Bir Ramazan günü, susuzluktan bayılan bir kadının çocuğuna süt bulmak için orucunu bozduğunu duyunca, “Keşke ben de senin gibi insanlara yardım edebilmek için orucumu bozsaydım” diyerek gözyaşı dökmüştü.

### **3. Hz. Osman (r.a.): “Cömertliğin Oruçla Buluşması”**
– Hz. Osman, iftar sofralarını yoksullarla paylaşmakla meşhurdu. Ramazan gecelerinde Mescid-i Nebevî’nin kandillerini kendi malıyla yağlattığı gibi, oruçlulara hurma ve su dağıtırdı.
– Uhud Savaşı’nda yaralıyken bile orucunu bozmamış, “Allah yolunda aç kalmak, bedenimi doyurmaktan daha tatlı” demişti.

### **4. Hz. Ali (r.a.): “İlimle Terbiye Olmuş Nefis”**
– Hz. Ali, “Oruç, sadece mideyi değil, dili, gözü ve kalbi de aç bırakmaktır” sözüyle nefsin her zerresini terbiye etmenin önemini vurgulardı.
– Savaş meydanlarında bile oruç tutar, “Düşmanla savaşırken bile Allah’ın rızasını kaybetmemek gerek” diye buyururdu.

### **5. Ebu Hureyre (r.a.): “Açlığın İlme Dönüşen Hikâyesi”**
– Ebu Hureyre, açlıktan karnına taş bağladığı günlerde bile Peygamber’in (s.a.v.) yanından ayrılmaz, hadisleri ezberlerdi. Bir gün Rasulullah (s.a.v.) ona, “Ey Ebu Hureyre! Açlık, seni hadislerimi nakletmekten alıkoymasın” diyerek dua etmişti.
– Oruç, onun için **sabır** ve **ilim** kapısıydı.

### **6. Hz. Aişe (r.anha): “Kadın Sahabelerin Oruç Aşkı”**
– Hz. Aişe, nafile oruçlarda örnek bir hayat sürerdi. Şevval orucunu hiç kaçırmaz, “Ramazan’ın ardından 6 gün oruç, yılın tamamını oruçlu geçirmek gibidir” hadisini yaşatırdı.
– Peygamber (s.a.v.), onun bu hassasiyetini görünce, “Aişe’nin Allah yolundaki gayreti, erkeklerin çoğunu geride bırakır” diye övmüştü.

### **SAHABENİN ORUÇ ANLAYIŞINDAN ÇIKARILACAK DERSLER:**
1. **Niyetin İhlası:** Onlar için oruç, gösteriş değil, sadece Allah rızasıydı.
2. **Sosyal Sorumluluk:** İftar sofralarında yoksulları unutmaz, orucu paylaşım ile taçlandırırlardı.
3. **Nefis Terbiyesi:** Orucu, sadece yemek içmekten değil, kötülüklerden uzak durma bilinciyle tutarlardı.
4. **Fedakârlık:** Savaş, yolculuk veya hastalıkta bile orucu terk etmemek için çaba gösterirlerdi.

**BİR HADİS VE SAHABE YORUMU:**
Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdu:
*“Oruçlu için iki sevinç vardır: Biri iftar ettiğinde, diğeri de Rabbine kavuşup orucunun karşılığını aldığında.”* (Buhârî, Savm 9)

**Hz. Abdullah bin Mesud (r.a.)** bu hadisi şöyle yorumlardı:
*“Oruçlu, dünyada iftar vaktiyle sevinirken, ahirette ise mahşerde ‘Oruçlular nerede?’ denildiğinde saf tutarak sevinecek. İşte asıl mutluluk o andır!”*

**SON SÖZ:**
Sahabe, orucu bir yaşam felsefesine dönüştürdü. Açlığı, merhamete; susuzluğu, şükre; iftarı ise kardeşliğe vesile kıldılar. Bugün onların mirasını, sadece mideyi değil, kalbi de oruçlu tutarak sürdürebiliriz.
🌙✨

*”Sahabe, oruçla göklerin kapısını çalanlardı. Biz de o kapıyı dualarımızla tıklatalım…”*

 

 




TÜM GIZLI HESAPLARIN FAŞ OLUP AÇILDIĞI O MAHŞER GÜNÜ

TÜM GIZLI HESAPLARIN FAŞ OLUP AÇILDIĞI O MAHŞER GÜNÜ


Tüm Gizli Hesapların Açıldığı O Mahşer Günü

Giriş

İnsan, dünyada yaptığı her şeyi unutabilir. İnsanlar da birbirlerine dair pek çok şeyi unutabilir. Ancak Allah’ın unutması diye bir şey söz konusu değildir. Kur’an-ı Kerim’de bildirildiği gibi, insanın yaptığı her şey kaydedilir ve ahirette önüne konulur. İnsanların gizlediği niyetler, sakladıkları hesaplar, üzerini örtmeye çalıştıkları günahlar, haksızlıklar ve zulümler, o büyük Mahşer Günü’nde açığa çıkarılacaktır.

Dünya, insanın amellerinin sahnelendiği bir yerdir. Ancak Mahşer, bu amellerin karşılığının görüleceği ve herkesin yaptıklarıyla yüzleşeceği bir gündür. İşte bu yazıda, hesap gününün büyüklüğünü, gizli kalan sırların nasıl açığa çıkacağını ve insanın kendi kitabıyla nasıl karşılaşacağını ele alacağız.

1. Mahşer Günü: Hiçbir Şeyin Gizli Kalmayacağı Gün

Kur’an-ı Kerim’de, Mahşer’in büyük bir toplanma ve hesap günü olduğu bildirilmiştir:

> “O gün, insanların amelleri kendilerine gösterilir. Artık kim zerre kadar hayır yapmışsa onu görür, kim de zerre kadar şer işlemişse onu görür.” (Zilzal, 7-8)

Bu ayet, insanın en küçük bir iyiliği bile unutulmayacağını, en küçük kötülüğünün bile açığa çıkacağını bildirir. Dünya hayatında insanların gözünden kaçan, gizli kapılar ardında işlenen günahlar ve kimseye fark ettirilmeden yapılan haksızlıklar, o gün ilahi bir mahkemede delilleriyle ortaya konulacaktır.

> “O gün sırlar ortaya çıkarılacaktır.” (Târık, 9)

Dünyada kurulan tuzaklar, gizli entrikalar, zulümler, yalanlar, aldatmalar… Hepsi ama hepsi ortaya çıkacak.

2. Kişinin Kendi Defteriyle Yüzleşmesi

O gün, herkesin dünyada yaptığı her şeyin yazılı olduğu bir amel defteri vardır. İnsan, bu defteri okuyacak ve onda hiçbir eksiklik veya fazlalık olmadığını anlayacaktır.

> “Kitap ortaya konulmuştur. Suçluların, onun içindekilerden korkarak, ‘Eyvah! Bu nasıl bir kitapmış ki, küçük büyük hiçbir şeyi bırakmadan hepsini saymış!’ dediklerini görürsün. Onlar, işlediklerini karşılarında bulmuşlardır. Senin Rabbin hiç kimseye zulmetmez.” (Kehf, 49)

İnsan, dünyada unuttuğu günahlarını bile o gün hatırlayacak. Çünkü amel defteri, bir kamera kaydı gibi, insanın hayatının her anını gözler önüne serecektir.

O gün kişi, gözleriyle, elleriyle ve derisiyle bile sorgulanacak.

> “O gün onların ağızlarını mühürleriz. Elleri bize konuşur, ayakları ise işlediklerine şahitlik eder.” (Yâsîn, 65)

İnsan yalan söyleyemeyecek, inkâr edemeyecek, kaçamayacak. Çünkü şahit kendi bedenidir!

3. O Günün Dehşeti: Adaletin Tecelli Edişi

Mahşer günü, insanın dünyada yaptığı her şeyin karşılığını eksiksiz alacağı bir gündür. İnsan, haksız yere aldığı tek bir kuruşun bile hesabını verecektir.

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

> “Haksızlık yapmaktan sakının! Çünkü kıyamet günü zulüm karanlıkları olacaktır.” (Müslim, Birr 56)

Dünyada zulmeden, adaletsizlik yapan, insanları aldatan, hakkını gasp eden herkes, Mahşer’de adalet terazisinin başına getirilecektir. O gün, güçlü ile zayıf, zengin ile fakir, yönetici ile halk, herkes eşittir.

Herkesin terazisi kurulacak ve kimseye zerre kadar haksızlık edilmeyecektir:

> “Biz kıyamet günü için adalet terazileri kurarız. Hiç kimseye zerre kadar haksızlık edilmez.” (Enbiya, 47)

4. Dünyada Unutulan Günahların O Gün Hatırlatılması

İnsan bazen kendini kandırarak, yaptığı kötülüklerin üstünü örttüğünü sanır. Ama o gün, unuttuğunu sandığı her şey önüne getirilecektir.

Peygamberimiz (s.a.v.), kıyamet günü bir kişinin getirilip önüne amel defterinin konulacağını anlatmıştır. O kişi “Ben bunları yapmadım!” diyecek, ancak Allah, ‘Yaptın! Ve şu gün, şu saatte yaptın’ diyerek şahitleri getirecektir.” (Tirmizî, Kıyamet 3)

Dünyada yapılan rüşvetler, haksız kazançlar, yalanlarla kazanılan makamlar, iftiralar… Hepsi ilahi kayıtlarla insanın önüne sunulacaktır.

5. Mahşer’de En Büyük Şok: Allah’ın Unutmadığını Anlamak

Dünyada insan, yaptıklarını bazen unutsa da Allah asla unutmaz.

> “Bugün size karşılık vereceğimiz gündür. Zira biz yaptıklarınızı kaydediyorduk.” (Câsiye, 28-29)

Mahşer günü, insanların en büyük şoku yaşayacağı an, Allah’ın unutmadığını anladıkları an olacaktır.

O gün, kimsenin torpili işlemeyecek.

O gün, kimse yalan söyleyemeyecek.

O gün, paranın, mevkinin, gücün hiçbir anlamı olmayacak.

O gün, sadece iman, takva ve salih ameller kişinin kurtuluşu olacak.

Sonuç: O Gün Gelmeden Hazırlık Yapmalı

Mahşer günü, herkesin yapıp ettikleriyle yüzleşeceği gündür. Hiçbir şey gizli kalmayacak, hiçbir sır saklanamayacak. O yüzden, daha dünyadayken hesap vermeye hazır olmak gerekir.

İki önemli kurtuluş yolu vardır:

1. Tövbe ve İstiğfar:

O gün gelmeden önce yapılan hatalar için samimi bir tövbe edilmelidir. Çünkü Allah tövbeleri kabul edendir.

2. Hakkı Gözetmek:

Hiç kimsenin hakkına girmemek, kul hakkından kaçınmak gerekir. Çünkü kul hakkı, Mahşer’de en zor hesap verilen konudur.

Dünyadayken hesap vermeye razı olanlar, ahirette kolay hesap verirler. Ama dünyada haksızlığa bulaşıp, unuttuğunu sananlar, o büyük Mahşer günü unutmadıklarını göreceklerdir.

O halde, o gün gelmeden önce kendimizi hesaba çekelim. Çünkü gerçek adalet, o gün yerini bulacaktır!

 

 




ORUCUN SOSYAL HAYATA KAZANDIRDIKLARI

ORUCUN SOSYAL HAYATA KAZANDIRDIKLARI


Orucun Sosyal Hayata Kazandırdıkları

Oruç, bireyin sadece ruhunu ve bedenini değil, aynı zamanda toplum içindeki ilişkilerini de olumlu yönde etkileyen bir ibadettir. Oruç tutan kişi, sosyal hayatta daha bilinçli, paylaşımcı ve anlayışlı bir birey haline gelir. İşte orucun sosyal hayata kazandırdığı başlıca faydalar:

1. Yardımlaşma ve Dayanışma Duygusunu Güçlendirir

Oruç, insanı açlık ve susuzlukla sınayarak yoksulların halini anlamasını sağlar. Bu sayede:

Kişi, fakirlerin yaşadığı zorlukları bizzat tecrübe eder ve onlara karşı duyarlılığı artar.

Sadaka, zekât ve iftar verme gibi yardımlaşma duyguları güçlenir.

Toplumda paylaşma bilinci artar, sosyal dayanışma kuvvetlenir.

2. Ahlâkî Güzellikleri Yaygınlaştırır

Oruç, bireyin kötü alışkanlıklarını ve kötü sözleri terk etmesini teşvik eder. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), oruçlunun kötü söz ve davranışlardan kaçınması gerektiğini vurgulamıştır:
“Oruç, bir kalkandır. Oruçlu kişi, kötü söz söylemesin ve cahillik edip kavga etmesin.” (Buhârî, Savm, 9)

Bu sayede:

Toplum içinde hoşgörü, nezaket ve saygı artar.

Dedikodu, yalan, öfke ve kırıcı sözler azalır.

Daha huzurlu ve güvenilir bir sosyal ortam oluşur.

3. Toplumsal Bütünleşmeyi ve Birlik Ruhunu Güçlendirir

Ramazan ayı ve oruç, tüm Müslümanları ortak bir amaç etrafında birleştirir.

Aynı saatte iftar açmak, sahura kalkmak ve ibadetleri birlikte yapmak, toplumsal bütünleşmeyi artırır.

Akrabalık bağları güçlenir, iftar davetleri ile dostluklar pekişir.

Camilerde cemaatle yapılan teravih namazları, toplumu bir araya getirir ve birlik ruhunu pekiştirir.

4. Sabır ve Empati Yeteneğini Artırır

Oruç, insanın sabır ve öz disiplin kazanmasına yardımcı olur. Sabırlı bir insan, toplum içinde daha olumlu ve sağduyulu ilişkiler kurar.

Kişi, açlık ve susuzlukla sabretmeyi öğrenerek günlük hayattaki sıkıntılar karşısında daha dayanıklı olur.

Başka insanların hatalarına karşı daha hoşgörülü davranır.

Empati yeteneği geliştiği için insan ilişkilerinde daha anlayışlı ve merhametli olur.

5. Toplumsal Adalet ve Eşitlik Bilincini Geliştirir

Oruç, insanlara farklı sosyal sınıflardan insanların aynı duyguları paylaşabileceğini gösterir.

Zengin ile fakir aynı açlığı ve susuzluğu yaşar, böylece insanlar arasındaki sosyal farklar azalır.

Bireyler, Allah’ın nimetlerini daha iyi anlar ve israfı önlemeye yönelir.

6. Toplumsal Barışı ve Güveni Artırır

Oruçlu bir toplum, daha huzurlu ve barışçıl bir yapıya sahip olur.

İnsanlar arasındaki kin ve düşmanlık duyguları azalır.

Tartışma ve kavgalar yerine, sevgi ve saygıya dayalı ilişkiler gelişir.

İftar sofraları, farklı sosyal grupları bir araya getirerek toplum içinde barışı destekler.

Sonuç

Oruç, bireyi eğiten ve dönüştüren bir ibadet olduğu gibi, toplumu da güzelleştiren bir sosyal dinamiktir. Yardımlaşma, dayanışma, sabır, empati ve birlik ruhu gibi değerleri güçlendirerek daha sağlıklı ve huzurlu bir toplumun oluşmasına katkı sağlar.

 

 




YAPAY DEPREM MÜMKÜN MÜ? MARMARA DEPREMİ VE 6 ŞUBAT DEPREMİ BİR YAPAY DEPREM Mİ? ABD’NİN BURADA BİR ROLÜ VAR MIDIR? BU KONUDA TESBİT EDİLMİŞ BIR DEPREM VAR MIDIR?

YAPAY DEPREM MÜMKÜN MÜ? MARMARA DEPREMİ VE 6 ŞUBAT DEPREMİ BİR YAPAY DEPREM Mİ? ABD’NİN BURADA BİR ROLÜ VAR MIDIR? BU KONUDA TESBİT EDİLMİŞ BIR DEPREM VAR MIDIR?


### **YAPAY DEPREM MÜMKÜN MÜ?**
İnsan faaliyetlerinin küçük ölçekli depremleri tetiklemesi (**indüklenmiş sismisite**) bilimsel olarak kanıtlanmıştır. Ancak bu depremler genellikle **4.0 büyüklüğün altında** ve yıkıcı olmayan seviyededir. Örneğin:
– **Petrol ve gaz çıkarma** (özellikle kuyuya atık su enjeksiyonu),
– **Büyük barajların oluşturduğu basınç** (1967 Hindistan Koyna Depremi, 6.3 büyüklüğünde),
– **Jeotermal enerji projeleri**.

Ancak **7.0+ büyüklüğündeki yıkıcı depremler** doğal tektonik hareketlerle açıklanır. İnsanların bu ölçekte deprem üretme teknolojisi **yoktur**.

### **MARMARA DEPREMİ VE 6 ŞUBAT DEPREMLERİ YAPAY MI?**
1. **Marmara Depremi (Beklenen)**:
– Kuzey Anadolu Fay Hattı’nın Marmara Denizi altındaki segmenti, **yüzyıllardır biriken tektonik stres** nedeniyle büyük bir deprem riski taşır. Bu tamamen doğal bir süreçtir. Bilimsel veriler, yapay bir tetikleyiciye işaret etmez.

2. **6 Şubat 2023 Depremleri (Kahramanmaraş)**:
– 7.8 ve 7.5 büyüklüğündeki bu depremler, **Arap ve Afrika levhalarının Anadolu levhasını sıkıştırması** sonucu oluştu. Depremin merkez üssü, bilinen bir fay hattı (Doğu Anadolu Fay Hattı) üzerindedir.
– Bu büyüklükteki bir depremi tetikleyebilecek **insan yapımı bir teknoloji mevcut değil**.

### **ABD’NİN ROLÜ VAR MI?**
– **Komplo Teorileri**: Bazı iddialar, ABD’nin **HAARP** (Yüksek Frekanslı Etkin Güneşsel Araştırma Programı) gibi projelerle depremleri tetiklediğini öne sürer. Ancak HAARP, **iyonosfer araştırmaları** için kullanılan bir sistemdir ve deprem yapma kapasitesi **bilimsel olarak reddedilmiştir**.
– **Jeopolitik Analiz**: Depremlerin “yapay” olduğu veya ABD’nin böyle bir operasyon yürüttüğüne dair **hiçbir somut kanıt yoktur**.

### **TESBİT EDİLMİŞ YAPAY DEPREMLER**
1. **Oklahoma, ABD (2011-2016)**: Petrol endüstrisinin atık su enjeksiyonu, **5.8 büyüklüğüne** varan depremlere yol açtı.
2. **Koyna Barajı, Hindistan (1967)**: Barajın su tutmasıyla **6.3 büyüklüğünde** deprem meydana geldi.
3. **Jeotermal Projeler, İsviçre (2006)**: Basel’de yeraltına su enjekte edilmesi **3.4 büyüklüğünde** depremi tetikledi.

### **SONUÇ**
– **Doğal vs. İnsan Kaynaklı**: Yıkıcı depremler (7.0+) **doğal tektonik süreçlerle** ilişkilidir. İnsan faaliyetleriyle tetiklenen depremler ise **nadir, küçük ölçekli** ve genellikle kazara gerçekleşir.
– **Marmara ve 6 Şubat Depremleri**: Bu depremlerin yapay olduğuna dair **bilimsel bir kanıt yoktur**. Her ikisi de bölgenin jeolojik yapısıyla açıklanabilir.

Bilimsel veriler, depremleri “yapay” olarak nitelendiren iddiaları desteklemiyor. Riskli bölgelerde **deprem hazırlığı** ve **zemin etüdü** odaklanılması gereken gerçek çözümlerdir. 🌍🔬

 

 




ORUCUN DÜNYEVİ VE UHREVİ FAYDALARI.

ORUCUN DÜNYEVİ VE UHREVİ FAYDALARI.


Orucun Dünyevî ve Uhrevî Faydaları

Oruç, sadece bireyin sağlığını koruyan ve toplumsal barışı güçlendiren bir ibadet değil, aynı zamanda insanın ahiret hayatına da doğrudan etki eden bir ibadettir. Bu yönüyle oruç, hem dünyada hem de ahirette insana büyük kazançlar sağlar.

1. Orucun Dünyevî Faydaları

a) Beden Sağlığını Korur ve Güçlendirir

Orucun tıbbi faydaları bilimsel olarak ispatlanmıştır.

Sindirim sistemini dinlendirir ve yeniler.

Hücrelerin kendini temizleme süreci olan otofajiyi tetikler.

Bağışıklık sistemini güçlendirir, yaşlanmayı geciktirir.

Metabolizmayı düzenler, kilo kontrolüne yardımcı olur.

b) Ruhsal ve Zihinsel Arınma Sağlar

Stresi ve kaygıyı azaltır.

Sabır ve irade gücünü artırır.

Zihinsel berraklık sağlar, dikkati güçlendirir.

c) Toplumsal Barışı ve Dayanışmayı Güçlendirir

Zengin ve fakir arasındaki farkı hissettirerek sosyal adalet bilincini artırır.

Yardımlaşma ve paylaşma duygusunu pekiştirir.

Aile ve dostluk ilişkilerini kuvvetlendirir.

d) Ahlâkî ve Manevî Olgunlaşmayı Sağlar

Öfke, kıskançlık ve kötü alışkanlıklardan arınmaya yardımcı olur.

Güzel ahlâkı teşvik eder, sabır ve hoşgörüyü artırır.

2. Orucun Uhrevî Faydaları

a) Allah’a Yakınlaştırır ve Takvayı Artırır

Kur’an’da orucun farz kılınma sebebi olarak “takva sahibi olmak” gösterilir. (Bakara 2/183)

Oruç tutan kişi, Allah’ın rızasını kazanır ve O’na olan bağlılığını güçlendirir.

b) Günahlara Kefaret Olur

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
“Kim iman ederek ve sevabını Allah’tan bekleyerek Ramazan orucunu tutarsa, geçmiş günahları bağışlanır.” (Buhârî, Savm, 6)

c) Ahirette Büyük Mükâfatlara Vesile Olur

Cennette “Reyyan” adlı özel bir kapı, yalnızca oruçlular için açılacaktır. (Buhârî, Savm, 4)

Orucun sevabı Allah katında sınırsızdır ve Allah, oruç tutan kulunu bizzat ödüllendireceğini bildirmiştir. (Müslim, Siyam, 30)

d) Kıyamet Gününde Şefaatçi Olur

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
“Oruç ve Kur’an, kıyamet günü kişiye şefaatçi olur.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/174)

Sonuç

Oruç, insanın hem dünyadaki hayatına hem de ahiret hayatına büyük faydalar sağlar. Dünyada beden sağlığını, ahlâkî olgunluğu ve toplumsal barışı artırırken, ahirette Allah’ın rızasına ve büyük mükâfatlara ulaşmanın bir vesilesidir. Bu nedenle oruç, yalnızca aç ve susuz kalmak değil, aynı zamanda insanın ruhunu ve ahiretini kazandıran kutsal bir ibadettir.

 

 




KURAN-I KERİM ÜZERİNE FARKLI BIR ARAŞTIRMA VE KİTAP YAZMAK İÇİN ŞİMDİYE KADAR YAPILMAMIŞ VE YAPILMASI GEREKLİ AHİRET EKSENLİ VE AĞIRLIKLI BİR ÇALIŞMA ÖRNEĞİ .

KURAN-I KERİM ÜZERİNE FARKLI BIR ARAŞTIRMA VE KİTAP YAZMAK İÇİN ŞİMDİYE KADAR YAPILMAMIŞ VE YAPILMASI GEREKLİ AHİRET EKSENLİ VE AĞIRLIKLI BİR ÇALIŞMA ÖRNEĞİ .


Ahiret Eksenli Kur’ân Araştırması İçin Özgün Bir Çalışma Önerisi

Kur’ân-ı Kerîm, dünya ve ahiret dengesini kuran bir hidayet rehberidir. Ancak Kur’ân çalışmalarında genellikle ahiret konusu ya genel çerçevede ele alınmakta ya da farklı disiplinler içinde parçalı şekilde incelenmektedir. Bu nedenle, “Kur’ân’da Ahiret: Ölümden Sonsuz Hayata Geçiş” başlıklı derinlemesine bir araştırma ve kitap çalışması, şimdiye kadar eksik kalmış bir alanı doldurabilir.

Çalışmanın Amacı ve Kapsamı

Bu araştırma, Kur’ân’ın ahiret tasavvurunu, ölümden dirilişe, mahşerden cennet ve cehenneme kadar bütün boyutlarıyla, sistematik ve derinlemesine bir şekilde ele almayı amaçlamaktadır. Çalışma şu sorulara cevap arayacaktır:

1. Ahiret hayatı nasıl bir realitedir? Kur’ân’da geçen ahiret tasvirleri gerçek mi, sembolik mi?

2. Kur’ân, dünya ve ahiret dengesini nasıl kurar? İnsan neden sürekli dünya hayatına yönelme eğilimindedir?

3. Ölüm, kabir hayatı, kıyamet ve diriliş süreçleri Kur’ân’da nasıl anlatılmıştır?

4. Cennet ve cehennem kavramları nasıl anlaşılmalıdır? Kur’ân’daki ahiret sahneleri nasıl yorumlanmalıdır?

5. Ahiret inancı, bireysel ve toplumsal ahlâkı nasıl şekillendirir?

Bölüm Planı

1. Bölüm: Ahiret İnancının Kur’ân’daki Temelleri

Kur’ân’da ahiret inancının temel dayanakları

Ahirete iman: İmanın şartları içinde yeri ve önemi

Ahiret inancının tarihî gelişimi: Önceki ümmetler ve ahiret tasavvurları

Dünya ve ahiret arasındaki ilişki: “Dünya ekin yeri midir?”

2. Bölüm: Ölüm, Kabir Hayatı ve Berzah Alemi

Ölüm, ruhun bedenden ayrılması ve Kur’ân’daki ifadeleri

Kabir hayatı ve berzah alemi: Bir bekleyiş mi, farklı bir varoluş mu?

Kabir azabı ve nimeti: Kur’ânî deliller ve tefsir yorumları

3. Bölüm: Kıyamet Günü: Kur’ân’ın Kıyamet Tasvirleri

Kıyametin büyük alametleri ve süreci

Sûr’a üfürülüş ve evrenin sarsılması

Yeryüzünün yeni şekli: “Yeryüzü başka bir yeryüzüyle değiştirildi” (İbrahim, 48)

Mahşer günü: İnsanların toplanışı ve hesap verme sahnesi

4. Bölüm: Mizan, Amel Defterleri ve Sırat Köprüsü

Kur’ân’da amel defterlerinin verilmesi: Sağdan ve soldan alma

Mizan (ilahi terazi) nasıl bir mahiyet taşır?

Sırat köprüsü Kur’ân’da var mı? Kur’ânî deliller ve farklı yorumlar

5. Bölüm: Cennet ve Cehennem: Sonsuz Hayatın Gerçekliği

Cennet ve cehennem sembolik mi, gerçek mi?

Cennette müminleri bekleyen ödüller

Cehennem azabı: Sürekli mi, geçici mi? “Rahmetin her şeyi kuşatması” meselesi

Kur’ân’da cehennemden çıkış var mı? (İbn Teymiyye ve diğer farklı yorumlar)

6. Bölüm: Ahiret İnancının Bireysel ve Toplumsal Etkileri

Ahiret inancı bireyin ahlâkını nasıl şekillendirir?

Sosyal adalet ve ahiret inancı

Ahiret bilinci ile yaşamak: Kur’ân’daki “ölmeden önce ölmek” ilkesi

Günümüzde ahiret inancının zayıflamasının topluma etkileri

Çalışmanın Özgünlüğü ve Önemi

1. Tamamen ahiret eksenli bir Kur’ân araştırması:

Mevcut Kur’ân çalışmalarında ahiret genellikle tefsirler içinde sınırlı bir konu olarak ele alınmaktadır. Bu çalışma, ilk kez sadece ahireti merkeze alan bir Kur’ân analizi sunacaktır.

2. Sistematik ve bütüncül bir bakış açısı:

Ahiret sürecinin tüm aşamalarını (ölümden cennete/cehenneme kadar) bütüncül bir perspektifle ele alacaktır.

3. Modern yorumlar ve geleneksel tefsirlerin sentezi:

Klasik İslam âlimlerinin yorumları ile modern ilahiyatçıların yaklaşımlarını karşılaştırmalı olarak ele alacak, yeni yorumlar getirecektir.

4. Toplumsal ve ahlaki analiz:

Ahiret inancının sadece bireysel bir mesele olmadığı, toplumsal düzen üzerindeki etkileriyle ele alınacaktır.

Sonuç

Bu çalışma, ahiret inancını Kur’ân’ın rehberliğinde derinlemesine inceleyen özgün bir eser olacaktır. Ahireti anlamak, insanın dünyadaki hayatını şekillendiren en büyük etkenlerden biridir. Çünkü Allah, Kur’ân’da bizlere sürekli olarak “dünya hayatının geçici, ahiret hayatının ise ebedî olduğunu” hatırlatmaktadır (Ankebût, 64).

Bu araştırma, Kur’ân’ın ahiret anlayışını sadece bir inanç unsuru olarak değil, bireysel ve toplumsal yaşamı dönüştüren bir güç olarak ele alacak ve okura ahiret bilinciyle nasıl yaşaması gerektiğini gösterecektir.