ÖLÜMLE RUH GELDİĞİ YERE VE BEDEN İSE OLDUĞU YERE DÖNER

ÖLÜMLE RUH GELDİĞİ YERE VE BEDEN İSE OLDUĞU YERE DÖNER


Ölüm ve Dönüş: Ruh Geldiği Yere, Beden Olduğu Yere

Hayat bir yolculuktur. İnsan, bu dünyaya geldiğinde, aslında bir misafir olarak gönderilmiştir. Ruh ona bir emanet olarak verilmiş, beden ise bu yolculukta ona bir binektir. Ne ruh bu dünyaya aittir ne de beden ebedîdir. Ve nihayetinde, ölüm anı geldiğinde herkes aslına döner; ruh geldiği yere, beden ise toprağa…

Ruhun Aslı: İlahi Nefha

İnsan ruhu, Rabbimizin kudretiyle yaratılmış, latif ve nuranî bir varlıktır. Kur’an-ı Kerim’de bu gerçeğe şöyle işaret edilir:

“Sana ruhtan soruyorlar. De ki: Ruh, Rabbimin emrindendir…” (İsra, 85)

Bu ayetten anlaşılıyor ki, ruh Rabbimizden gelen bir emanettir. Onun mahiyetini tam olarak kavramamız mümkün değildir. Ancak ruhun, insana verilen en büyük nimetlerden biri olduğu aşikârdır. O, bedene hayat vererek insanı canlı ve şuurlu kılar. Ölüm anında ise ruh, ait olduğu âleme döner; yani dünya sahnesinden çekilir, berzah âlemine intikal eder.

Bedenin Aslı: Toprak

Beden ise bu dünyaya aittir. Kur’an-ı Kerim’de, insanın topraktan yaratıldığı defalarca vurgulanmıştır:

“Sizi ondan (topraktan) yarattık, yine ona döndüreceğiz ve bir kez daha ondan çıkaracağız.” (Tâhâ, 55)

Bu ayet, insanın beden olarak dünyaya ait olduğunu ve ölümle birlikte tekrar aslına, yani toprağa döneceğini bildirir. Yüzyıllar boyunca nice padişahlar, alimler, fakirler ve zenginler toprağa girmiştir. Hepsi aynı akıbete uğramış, bedenleri çürümüş ve toprak olmuştur.

Ölüm: Aslına Rücu

Ölüm, aslında bir yok oluş değil, bir dönüş ve bir geçiştir. Ruh, dünya hayatındaki görevini tamamlayıp geldiği ilahi âleme yönelirken, beden de dünya ile olan bağını koparıp aslına rücu eder. Mevlâna’nın dediği gibi:

“Ölüm günüm, benim için düğün gecesidir.”

Zira ruh, dünya zindanından kurtulup gerçek vatanına, Rabbine kavuşur. Bu, inanan bir ruh için sevinç ve huzur kaynağıdır.

İbretli Bir Hikâye

Bir gün, bilge bir zat çölde yolculuk yaparken bir kabristanın önünde durur. Yanındaki genç, mezarlara bakarak derin bir iç çekerek sorar:

— Efendim, buradakilerin sonu ne oldu?

Bilge kişi mezarlara bir göz gezdirir ve şu hikmetli cevabı verir:

— Buradakiler ikiye ayrılır evlat. Kimi ruhunu Rabbine, kimi de nefsine teslim etti. Kimi huzur içinde bekliyor, kimi pişmanlık içinde… Ama bir gerçek var ki, hepsinin bedeni toprağa karıştı. Çünkü beden ait olduğu yere, ruh ise geldiği yere döner.

Genç düşündü, sonra bilgeye döndü:

— Peki, ben hangi gruptan olacağım?

Bilge hafifçe gülümsedi:

— Onu sen belirleyeceksin evlat. Eğer ruhunu dünyaya bağlarsan, toprağa gömülür gibi ruhun da mahvolur. Ama eğer ruhunu Allah’a yöneltirsen, ölümün bile seni üzen bir şey olmayacak.

Bu sözler, gencin kalbinde derin izler bıraktı. O günden sonra, dünya nimetlerine değil, ahirete hazırlık yapmaya daha çok önem verdi.

Sonuç: Ebedi Hayata Hazırlık

İnsan bu dünyada kalıcı değildir. Ruh da, beden de misafirdir. Ölüm bir son değil, bir başlangıçtır. Şu halde akıllı insan, asıl vatanına hazırlanandır. Çünkü bu beden toprağa dönerken, ruhun nerede olacağını belirleyen bizim bu dünyadaki amellerimizdir.

Bu dünya bir han, ölüm bir kapı, ahiret ise asıl yurttur. O halde yolculuğa hazırlıklı olmak




BEDİÜZZAMAN SAİD NURSÎ’YE GÖRE İSLÂM DÜNYASININ HASTALIKLARI VE TEDAVİ ÇARELERİ

BEDİÜZZAMAN SAİD NURSÎ’YE GÖRE İSLÂM DÜNYASININ HASTALIKLARI VE TEDAVİ ÇARELERİ


İslâm dünyası, uzun asırlar boyunca ilim, medeniyet ve ahlak sahasında dünyaya ışık saçtı. Ancak zamanla çeşitli sebeplerle bu parlaklık sönmeye yüz tuttu ve Müslüman toplumlar geri kalmışlık, cehalet ve iç çatışmalar gibi birçok hastalığa yakalandı. Bediüzzaman Said Nursî, 20. yüzyılın başlarında İslâm dünyasının bu hastalıklarını teşhis ederek, onlara karşı reçeteler sundu. Onun tespitleri, bugün de aynı canlılıkla geçerliliğini korumaktadır.

İSLÂM DÜNYASININ TEMEL HASTALIKLARI

Bediüzzaman’a göre İslâm dünyasının yaşadığı sıkıntılar, birkaç temel hastalığa dayanır. Bunları şöyle sıralayabiliriz:

1. Ümitsizlik Hastalığı (Yeis)

İslâm dünyasının geri kalmışlığı karşısında birçok Müslüman, “Bizden artık bir şey olmaz.” düşüncesine kapılmıştır. Bu psikolojik yenilgi, daha büyük bir çöküşe sebep olmaktadır. Oysa ümitsizlik, şeytandan gelen bir vesvesedir.

Çare:
Bediüzzaman, Kur’an’ın ümitsizliği reddettiğini vurgular. Ye’sten sonra, en parlak bir saadet içinde olacağını ümit etmek, iman-ı kâmilin bir lazımıdır,der. Müslümanlar, tekrar ayağa kalkmak için önce inançlarını ve özgüvenlerini kuvvetlendirmelidir.

2. Cehalet Hastalığı

İslâm dünyasının ilimde ve fende geri kalması, cehaletin en büyük göstergesidir. Oysa ilk emir “Oku!” (Alak, 1) ayetidir. Ne var ki, Müslüman toplumlar bu emri unutarak ilimden uzaklaşmış ve batı dünyasının gerisinde kalmıştır.

Çare:
Bediüzzaman’a göre gerçek ilim, hem dinî hem fennî ilimleri birlikte öğrenmekle mümkündür. Medrese, mektep ve tekkenin (akıl, bilim ve maneviyatın) birleşmesi gerektiğini savunur. O, Medresetü’z-Zehra projesiyle İslâm dünyasında bu üçlü eğitimi bir araya getiren bir model önermiştir.

3. İttihadsızlık ve Bölünmüşlük Hastalığı

Müslümanlar arasında birlik olmaması, dış güçlerin sömürüsünü kolaylaştırmaktadır. Mezhep kavgaları, etnik ayrılıklar ve siyasi ihtilaflar, İslâm dünyasını zayıf düşürmektedir.

Çare:
Bediüzzaman, İslâm birliğinin “İttihad-ı İslâm” şuuruyla yeniden tesis edilmesi gerektiğini söyler. “Müminler ancak kardeştir.” (Hucurat, 10) ayetine dayanarak, Müslümanların kardeşlik bilinciyle hareket etmesini öğütler. Ona göre, birlik ruhu olmadan hiçbir ilerleme mümkün değildir.

4. Menfaatçilik ve Dürüstlük Eksikliği

İslâm dünyasında rüşvet, adaletsizlik ve ahlaki yozlaşma gibi meseleler, toplumların çöküşüne sebep olmaktadır. İslâm’ın temel değerlerinden olan adalet, sadakat ve ihlas eksik hale gelmiştir.

Çare:
Bediüzzaman, ihlası (Allah rızası için amel etmeyi) her işin merkezine koyar. “Amelinizde rıza-yı İlahî olmalı” der ve menfaat yerine adaletin, şahsi çıkar yerine ümmetin hayrının gözetilmesini tavsiye eder.

TEDAVİ: ÜÇ BÜYÜK DÜŞMANLA MÜCADELE

Bediüzzaman, İslâm dünyasının en büyük üç düşmanını cehalet, zaruret (fakirlik) ve ihtilaf (ayrılık) olarak tanımlar ve bu düşmanlarla mücadele etmek için ilim, sanat ve ittihadı (birliği) çare olarak sunar.

1. Cehalete karşı eğitim: Hem dinî hem fennî ilimler öğretilmelidir.

2. Fakirliğe karşı çalışma ve üretim: Müslümanlar, tembellikten kurtulup sanayi ve ekonomiye yönelmelidir.

3. Ayrılığa karşı kardeşlik: Mezhep, etnik köken veya siyasi görüş farkı gözetmeksizin İslâm birliği sağlanmalıdır.

SONUÇ: KUR’AN’IN IŞIĞINDA YENİDEN DİRİLİŞ

Bediüzzaman Said Nursî, İslâm dünyasının kurtuluşunun ancak Kur’an’a tam bağlanmakla mümkün olacağını belirtir. Kur’an’ın hakikatleri, ilim ve kardeşlik ruhuyla yaşanırsa, İslâm dünyası yeniden ayağa kalkacaktır.

Günümüzde de bu hastalıklar hâlâ devam etmekte. Ancak ümitsizliğe kapılmadan, ilim ve kardeşlik ekseninde hareket edersek, Bediüzzaman’ın işaret ettiği İslâm’ın yeniden yükseliş dönemi başlayacaktır.

“Allah, sizden iman edip salih amel işleyenlere, kendilerinden öncekileri hâkim kıldığı gibi, yeryüzüne hâkim kılacağını vaad etmiştir.” (Nur, 55)

Bu ayet, İslâm dünyasının uyanışının bir sorumluluk meselesi olduğunu gösteriyor. Müslümanlar bu sorumluluğu yerine getirdiğinde, Allah’ın vaadi gerçekleşecektir.

 

 




İSTANBUL BELEDİYESİ’NDEKİ BU YOLSUZLUK VE TERÖR BAĞLANTISI KARARINDA, OY VERİP ONLARI DESTEKLEYENLERDE VEBAL ALTINDADIR.

İSTANBUL BELEDİYESİ’NDEKİ BU YOLSUZLUK VE TERÖR BAĞLANTISI KARARINDA, OY VERİP ONLARI DESTEKLEYENLERDE VEBAL ALTINDADIR.


Seçmenlerin Manevi Sorumluluğu: Oy Tercihlerinin Ahlaki ve Vicdani Boyutu

Demokratik toplumlarda oy kullanma hakkı, bireylerin yönetimde söz sahibi olmasını sağlayan temel bir haktır. Ancak bu hak, beraberinde önemli bir sorumluluğu da getirir: Seçmenlerin, oy verdikleri adayların veya partilerin icraatlarından doğan sonuçlardan manevi olarak etkilenmeleri. Bu açıdan, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nde (İBB) ortaya çıkan yolsuzluk ve terör bağlantısı iddiaları, seçmenlerin ahlaki ve vicdani sorumluluklarını yeniden düşünmelerini gerektirmektedir.

İBB’deki Yolsuzluk ve Terör Bağlantısı İddiaları

Mart 2025’te, İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu ve bazı belediye yetkilileri hakkında “yolsuzluk” ve “terör örgütüne yardım” suçlamalarıyla soruşturmalar başlatıldı. Bu kapsamda, İmamoğlu ve 92 kişi tutuklandı. Bu durum seçmenlerin oy tercihleriyle ilgili manevi sorumluluklarını da gündeme getirdi.

Oy Tercihlerinin Manevi Sorumluluğu

Seçmenler, oy verdikleri temsilcilerin eylemlerinden doğrudan etkilenirler. Bu nedenle, bir adayın ahlak dışı davranışları veya yasa dışı faaliyetleri, ona destek veren seçmenlerin vicdani muhasebesini zorunlu kılar. İslami perspektiften bakıldığında, bireylerin doğruyu ve adaleti desteklemeleri, yanlışı ve zulmü reddetmeleri esastır. Kur’an-ı Kerim’de, “İyilik ve takva üzere yardımlaşın, günah ve düşmanlık üzere yardımlaşmayın.” (Maide, 5/2) buyurulur. Bu ayet, bireylerin destek verdikleri kişilerin fiillerinden sorumlu olduklarını hatırlatır.

Seçmenlerin Bilinçli Tercih Yapma Yükümlülüğü

Seçmenlerin, oy vermeden önce adayları ve partileri detaylı bir şekilde incelemeleri, geçmişteki icraatlarını ve ahlaki duruşlarını değerlendirmeleri gerekmektedir. Bu, hem toplumsal hem de manevi bir sorumluluktur. Aksi takdirde, destek verdikleri kişilerin olumsuz eylemlerinden dolayı vicdani bir yük altına girebilirler.

Sonuç: Ahlaki Değerlerin Önemi

İBB’deki yolsuzluk ve terör bağlantısı iddiaları, seçmenlerin oy tercihlerinin ne denli önemli olduğunu bir kez daha göstermiştir. Bireyler, sadece kendi menfaatlerini değil, toplumun genel iyiliğini ve adaletini gözeterek oy kullanmalıdır. Bu bilinçle hareket etmek, hem dünyada hem de ahirette huzurlu bir yaşamın anahtarıdır.

 

 




DÜNYA DEVLETLERİ KENDİ DERİN DEVLETLERİYLE YÜZLEŞMELİDİR.

DÜNYA DEVLETLERİ KENDİ DERİN DEVLETLERİYLE YÜZLEŞMELİDİR.


Tarih boyunca devletler, resmi yönetim mekanizmalarının yanı sıra, perde arkasında etkin olan gizli yapılar tarafından da yönlendirilmiştir. Bu gölgede kalan güç, modern literatürde “derin devlet” olarak adlandırılmıştır. Derin devlet, resmi yönetimin ötesinde; bürokrasi, istihbarat, ordu, sermaye ve medya gibi unsurlarla devletin ana politikalarını şekillendiren bir güç odağıdır. Ancak bu yapılar çoğu zaman devletin bekası için çalıştıkları iddiasıyla hareket etseler de, zaman zaman adaletin ve toplumun zararına faaliyetlerde bulunmuşlardır.

Bugün dünya devletleri, geçmişte ve günümüzde iç içe geçmiş olan bu derin yapılarla yüzleşmeli, halkın iradesini ve devletin meşruiyetini korumak adına gereken adımları atmalıdır. Çünkü derin devletler, milletlerin iradesini gasp eden, kaosu besleyen ve gerçek demokrasiyi gölgeleyen unsurlar olabilir.

TARİHTEN GÜNÜMÜZE DERİN DEVLETİN İZLERİ

1. Roma İmparatorluğu ve Senato’nun Gizli Güçleri

Roma İmparatorluğu’nda resmi hükümdarlar olan imparatorlar, zaman zaman senato içindeki gizli kliklerin hedefi olmuşlardır. Özellikle Sezar’ın suikastı, derin devletin kendi çıkarları doğrultusunda nasıl hareket ettiğinin en bariz örneklerinden biridir. Senato içinde güçlü bir grup, Sezar’ın otoritesini tehlike olarak görerek onu ortadan kaldırmıştır. Bu olay, bir devletin içinde farklı menfaat gruplarının nasıl perde arkasında etkin olabileceğini gösteren en eski örneklerden biridir.

2. Osmanlı Devleti ve Enderun’un Gölge Etkisi

Osmanlı Devleti’nde de zaman zaman perde arkasındaki güçler, devletin yönetiminde belirleyici olmuştur. Enderun sistemi, devlet adamlarının yetiştirildiği bir merkez olmasına rağmen, özellikle Saray’daki Harem ve Yeniçeri Ocağı gibi unsurlar, bazı dönemlerde Osmanlı siyasetini perde arkasından şekillendiren unsurlar haline gelmiştir. III. Selim’in reform girişimlerine karşı çıkan Yeniçeri Ocağı, bu sürecin en çarpıcı örneklerinden biridir.

3. ABD ve “Derin Amerika”

Amerika Birleşik Devletleri’nde “Derin Amerika” kavramı, özellikle askeri-sanayi kompleksi, istihbarat teşkilatları (CIA, FBI) ve büyük şirketlerin yönetimdeki etkinliğiyle ilişkilendirilir. Örneğin, John F. Kennedy suikastı, ABD’de derin devletin varlığına dair en fazla tartışılan olaylardan biridir. Kennedy’nin, istihbarat teşkilatlarının kontrolsüz gücüne karşı durması ve Vietnam Savaşı’na karşı tutumu, onun hedef haline gelmesine neden olmuştur.

4. Türkiye’de Derin Devlet Tartışmaları

Türkiye’de derin devlet tartışmaları, özellikle Susurluk Kazası (1996) ile daha görünür hale gelmiştir. Devletin içindeki bazı yapıların yasa dışı faaliyetlerle ilişkisi açığa çıkmış, mafya-devlet-siyaset üçgeni kamuoyu tarafından tartışılmaya başlanmıştır. Bu olay, devletin içinde bazen hukuk dışı yapılarla hareket eden grupların bulunabileceğini gösteren çarpıcı bir örnek olmuştur.

DERİN DEVLETLE YÜZLEŞMENİN ZORUNLULUĞU

Derin devlet yapıları, her ülkede farklı boyutlarda varlık gösterir. Ancak temel sorun, bu yapıların zaman zaman devletin meşruiyetini ve halkın iradesini hiçe sayarak kendi menfaatleri doğrultusunda hareket etmeleridir.

1. Şeffaf Devlet Yönetimi Şarttır

Devletler, halkın güvenini kazanmak için şeffaf yönetim ilkelerini benimsemelidir. Devletin içindeki gizli yapılar, halkın iradesini aşan kararlar alıyorsa, bu durum yönetime zarar verir. Devlet, halkına hesap vermeli, karanlıkta kalan güç odaklarını bertaraf etmelidir.

2. Hukukun Üstünlüğü Esas Alınmalıdır

Hukukun üstün olmadığı bir devlet, zamanla derin yapıların güdümüne girebilir. Adalet mekanizmasının bağımsız olması, devletin içerisindeki karanlık ilişkileri açığa çıkarmak için hayati önemdedir.

3. Medya ve Sivil Toplum Kuruluşları Özgür Olmalıdır

Basın ve sivil toplum kuruluşları, devletin içindeki illegal yapılanmaları ortaya çıkarmada önemli bir rol oynar. Ancak medya ve sivil toplum örgütleri, çıkar gruplarının eline geçerse, halkın bilgilendirilmesi yerine manipüle edilmesi söz konusu olur. Bu yüzden, özgür ve bağımsız ancak mutlak ve keyfi özgürlük değil belki sorumlu ve denetime tabi bir medya anlayışı teşvik edilmelidir.

SONUÇ: GELECEĞE TEMİZ BİR DEVLET BIRAKMAK

Tarih boyunca derin devletlerin etkisiyle savaşlar çıkmış, hükümetler devrilmiş, toplumlar manipüle edilmiştir. Bugün dünya devletleri, kendi içindeki derin yapılarla yüzleşmeli ve hukukun üstünlüğünü esas alarak halkın iradesini güçlendirmelidir.

Devletlerin bekası, sadece güçlü bir istihbarat veya orduyla değil, adalet, şeffaflık ve halkın iradesine duyulan saygıyla sağlanabilir.

Gelecek nesillere, kirli oyunlardan arınmış, adil ve şeffaf bir yönetim bırakmak, devletlerin en büyük sorumluluğudur. Çünkü devlet, ancak halkın güveniyle ayakta kalır. Derin yapılarla yüzleşmeyen devletler, bir gün kendi içlerindeki karanlık tarafından yutulmaya mahkûmdur.

 

 




SİYASETİN KÖRLÜĞÜ VE KÖR ETTİKLERİ

SİYASETİN KÖRLÜĞÜ VE KÖR ETTİKLERİ


Göz var ama görmüyor, kulak var ama duymuyor, akıl var ama düşünmüyor… İnsanları böylesine bir körlüğe sürükleyen şey nedir? Siyasetin körlüğü!
Bugün İstanbul’da veya herhangi bir yerde, bir yolsuzluk iddiası gündeme geldiğinde, bazı insanlar olaya hemen siyaset gözlüğüyle bakıyor. Eğer kendi taraflarının yaptığı bir hata varsa, bunu ya inkâr ediyor ya da küçümsüyor. Halbuki, aynı şeyi rakipleri yapmış olsaydı, ortalığı ayağa kaldıracaklardı!

GÖZLERİNİ KAPATANLAR VE GERÇEKLER

Bütün dünya bilse de, belgeler ortaya konsa da, görüntüler yayınlansa da bazı insanlar için gerçek diye bir şey yoktur. Onlar için önemli olan hangi tarafın suç işlediği değil, o suçu işleyenin kendi tarafında olup olmadığıdır. Eğer kendi partisi, kendi lideri, kendi ekibi bir yolsuzluk yapıyorsa, bunu “önemsiz” görürler. Hatta suçu ortaya çıkaranları hain, düşman veya bozguncu ilan ederler.

Böyle bir zihniyetin hâkim olduğu toplumlarda:

Adalet yerini bulmaz, çünkü adalet sadece karşı tarafa uygulanması gereken bir şey olarak görülür.

Ahlak çürür, çünkü haksızlığı savunmak ahlaksızlığı meşrulaştırır.

Devlet yozlaşır, çünkü haksız kazanç sistematik hâle gelir.

SİYASİ TARAFTARLIK MI, KÖRLÜK MÜ?

Bir futbol takımını tutar gibi parti tutanlar, taraflarının yaptığı hiçbir hatayı görmek istemez. Onlara göre “Bizimkiler hırsızsa bile iyidir, çünkü karşı taraf gelirse daha kötü olur” mantığı geçerlidir. Halbuki bu, bir toplumun en büyük felaketlerinden biridir.

İyiyi iyi, kötüyü kötü olarak görmek gerekir. Eğer bir belediye başkanı, bir yönetici, bir bakan veya bir lider yolsuzluk yapıyorsa, onun hangi partiden olduğuna bakılmaksızın hesap vermesi gerekir. Ama siyaset gözlüğü takanlar için bu mümkün değildir. Onlar gerçeği görmek istemezler. Çünkü gerçeği görürlerse, destekledikleri kişilerin hatalarını da kabullenmek zorunda kalacaklardır. İşte bu yüzden gözlerini kapatırlar.

HAKSIZLIĞI SAVUNANLAR DA SUÇA ORTAKTIR

Tarih boyunca nice zalimler, onların zulmüne alkış tutanların desteğiyle ayakta kalmıştır. Eğer bir toplum, yanlışları sadece karşı tarafta arıyorsa ve kendi tarafının yanlışlarını örtüyorsa, o toplum çöküşe mahkûmdur. Çünkü adalet olmadan hiçbir sistem ayakta kalamaz.

Bugün İstanbul Belediyesi’ndeki olayları sırf “bizimkiler yaptı” diye görmezden gelenler, yarın aynı düzenin altında ezilmeye mahkûm olacaklar. Çünkü adaletin olmadığı yerde, eninde sonunda herkes mağdur olur.

SONUÇ: GÖZLERİNİZİ AÇIN!

Siyaset, insanları o kadar kör edebilir ki, en bariz yanlışları bile görmez hale getirir. Ama unutmamak gerekir ki, adaletin terazisi bir gün herkesin önüne gelir.
Bugün “bizim taraf” diyerek bir yanlışı savunanlar, yarın aynı yanlıştan dolayı zarar görecekler. O yüzden gözünüzü açın, haksızlığa taraf olmayın, gerçeği görün!

 

 




SUÇA VE SUÇLUYA İLİŞMEYİN! YOKSA DOLAR YÜKSELİR VE ENFLASYON ARTAR!

SUÇA VE SUÇLUYA İLİŞMEYİN! YOKSA DOLAR YÜKSELİR VE ENFLASYON ARTAR!

SUYA DA SABUNA DA DOKUNMA! BIRAK KİRLİ KALSIN!

Günümüzde bazı çevreler, adaletin işlemesini engellemek için akıl almaz gerekçeler üretiyor. “Suça ve suçluya dokunmayın, yoksa dolar yükselir, ekonomi bozulur” gibi söylemlerle yolsuzlukların üstü örtülmek isteniyor. Bu anlayış, hukuk devletini ayaklar altına alan, suçu teşvik eden ve ahlaki çöküntüyü derinleştiren bir zihniyetin dışa vurmuş halidir.

Peki, gerçekten de suçla mücadele edilirse ekonomi zarar görür mü? Yoksa tam tersine, adaletin sağlanması uzun vadede topluma fayda mı sağlar? Gelin, bu meseleyi ibretli bir bakış açısıyla ele alalım.

KİRLİLİĞE DOKUNMAMAK ÇÖZÜM MÜDÜR?

Eskiler “suya sabuna dokunmamak” tabirini, çevresindeki haksızlıklara ve yozlaşmalara karşı kayıtsız kalan kimseler için kullanırdı. Ancak burada ilginç bir öneri var: “Suya da dokunma, sabuna da! Bırak kirli kalsın!” Yani, yolsuzluğu görmezden gel, hırsızlığı konuşma, usulsüzlükleri sorgulama. Çünkü eğer bunları sorgularsan, dolar yükselecek, enflasyon artacak, yatırımcı kaçacak(!).

Bu mantığın ardında yatan çarpık düşünce şudur: “Haksızlıklar karşısında susarsak istikrar sağlanır.” Oysa tarih bize tam tersini öğretir. Suçlular cezalandırılmazsa, yolsuzluk daha da büyür. Devlet mekanizması çürür, halkın güveni sarsılır ve sonuçta ekonomik krizler daha da derinleşir.

HUKUKSUZLUĞUN EKONOMİYE GERÇEK ETKİSİ

Yolsuzluk ve adaletsizlik, aslında ekonomik istikrarsızlığın en büyük sebeplerindendir. Şeffaflığın olmadığı, hukuk sisteminin işlemediği bir ülkede:

Yatırımcılar güvensizlik duyar ve sermayelerini çeker.

Kamu kaynakları verimsiz kullanılır, israf artar.

Halkın alım gücü düşer, fakirlik yaygınlaşır.

Vergiler yolsuzlukla buhar olup gider, halkın sırtına daha fazla yük biner.

Örneğin, dünya çapında yapılan ekonomik araştırmalar, hukukun üstünlüğünün sağlandığı ülkelerde enflasyonun daha düşük, yatırım ortamının daha cazip olduğunu göstermektedir. Peki, İstanbul’da veya herhangi bir şehirde yolsuzluk iddialarına dokunmamak gerçekten de ekonomik istikrar mı sağlar? Yoksa çürümenin derinleşmesine mi neden olur?

SUÇU ÖRTBAS ETMEK Mİ, YOKSA ADALETİ SAĞLAMAK MI?

Tarih boyunca toplumları çöküşe götüren en büyük etkenlerden biri, adaletin işlememesidir. Bir toplumda hırsızlık, rüşvet ve yolsuzluk cezalandırılmıyorsa, orada devletin meşruiyeti zedelenir. Ve unutmayalım ki, yolsuzlukları örtbas etmek bir süreliğine ekonomik istikrar sağlayabilir gibi görünse de, uzun vadede toplumun çöküşünü hızlandırır.

Bu yüzden “suça dokunmayın” diyenlere sormak lazım:

Adaletin olmadığı yerde ekonomi nasıl düzelir?

Haksız kazançların ve rantın olduğu bir yerde fakirlik nasıl azalır?

Yolsuzlukların üstü örtülürse, halkın yönetime güveni nasıl sağlanır?

Asıl mesele şudur: Bir toplumda herkes suça karşı sessiz kalırsa, eninde sonunda bu suç düzeni herkesi yutacaktır.

SONUÇ: ADALET OLMADAN REFAH OLMAZ!

Suça ve suçluya dokunmayarak ekonomik istikrar sağlanamaz. Gerçek refah ve kalkınma, ancak hukukun üstün olduğu, şeffaflığın sağlandığı bir ortamda mümkündür. Suya da dokunacağız, sabuna da! Ki kir temizlensin, adalet yerini bulsun, toplum temizlensin.

Ve unutmayalım: Kirliliği temizlememek çürüme getirir. Çürüyen bir sistem ise, eninde sonunda herkesi




TİLKİYE KÜMES TESLİM EDİLMEZ!

TİLKİYE KÜMES TESLİM EDİLMEZ!


Bu Ne İnsanîdir Ne Vicdanî, Ne de Hukukî!

Kümesi korumakla görevli olanın, aslında tilki olduğunu düşünün… Bir sabah kalkıp kümese bakıyorsunuz ve ortalık darmadağın. Tavuklar kaybolmuş, her yerde tüyler uçuşuyor. Sonra dönüp bakıyorsunuz, kapıda güvenlik görevlisi olarak bekleyen bir tilki var! İşte yolsuzluğa bulaşanların yönetici yapıldığı, teröre destek verenlerin yetkilendirildiği bir sistemde de aynen böyle olur.

Ne yazık ki, bugün bazı yerlerde devleti, milleti ve adaleti korumakla görevli olanlar, tam tersine bu değerlere ihanet edenlerle iş birliği yapıyor. Hırsızlara devletin kasası, teröre destekçilere ise halkın güvenliği teslim ediliyor. Sonra da, “Neden ekonomik kriz var? Neden huzursuzluk var? Neden toplum çöküyor?” diye soruluyor.

HUKUK, VİCDAN VE İNSANLIK BUNU KABUL ETMEZ!

Bir toplumda hukuk sisteminin çökmesi, vicdanın körelmesi ve ahlâkın yitirilmesi, işte tam da böyle başlar: Yetkiyi ehil olmayana vermek, kümesi tilkiye teslim etmektir. Bunun sonuçları ise ağır olur:

Yolsuzluk artar, halk fakirleşir. Çünkü kamu kaynakları doğru yönetilmez, çalınır, israf edilir.

Devlet çürür, adalet çöker. Çünkü hukuk, güçlülerin lehine işlemeye başlar, suçlular korunur, dürüstler dışlanır.

Terör güçlenir, millet zarar görür. Çünkü teröre destek verenlerin eline yetki verilirse, ülkenin güvenliği tehlikeye girer.

Bugün bazı belediyelerde, kamu kurumlarında ya da devletin çeşitli kademelerinde terör örgütlerine yardım eden, devletin malını kişisel servetine çeviren kişilere yetki verilmesi tam olarak böyle bir faciadır. Bu ne insanîdir, ne vicdanî, ne de hukukîdir!

TİLKİNİN SİYASETİ OLMAZ!

Bazıları, yolsuzlukları ve terör destekçilerini ortaya çıkaranlara karşı hemen “Ama bizim partimizden!”, “Ama bizim ekibimizden!” diyerek savunmaya geçiyor. Halbuki tilkinin siyaseti olmaz! Tilki her yerde tilkidir. Hangi partiye mensup olursa olsun, hangi ideolojiyi savunursa savunsun, eğer biri kamu malını çalıyorsa, halkın hakkını gasp ediyorsa, devleti zayıflatıyorsa, ona karşı durulmalıdır.

Ama ne yazık ki, bazı insanlar siyasî körlükten dolayı, yapılan yolsuzlukları ve ihanetleri göremez hâle geliyor.

“Bizimkiler yapıyorsa, vardır bir sebebi!”

“Bu meseleleri fazla kurcalamayalım!”

“Suça dokunursak, ekonomi bozulur!”

İşte bu zihniyet, toplumları çöküşe götüren zihniyettir. Çünkü adaletsizliği ve yolsuzluğu görmezden gelenler, eninde sonunda bu düzenin kurbanı olur.

SORUMLULUK BÜYÜKTÜR!

Kamu malını yönetenler, bir ülkenin kaderini belirleyenler, basit birer memur ya da siyasetçi değildir. Onlar, bir milletin geleceğini inşa eden veya çökerten kişilerdir. Eğer bir devlet, yolsuzluğa ve ihanete göz yumarsa, o devlet ayakta kalamaz. Eğer bir toplum, hırsızları ve hainleri savunursa, o toplum huzur bulamaz.

Peygamber Efendimiz (s.a.v.), bir hadiste şöyle buyurur: “İş, ehil olmayana verildiğinde kıyameti bekleyin.” (Buhari, İlim 2)

Bir toplumun kıyameti, işte böyle başlar: Hırsıza kasayı, hainlere devleti teslim ederek.

SONUÇ: ADALETİ VE EHLİYETİ KORUYALIM!

Eğer bir toplum huzurlu, zengin ve güçlü olmak istiyorsa, hakkı hak edene, yetkiyi liyakat sahibine vermelidir. Aksi takdirde tilkilerin yönettiği bir kümesin sonu bellidir: Açlık, kaos ve yıkım.

O yüzden uyanmamız, görmemiz ve sesimizi yükseltmemiz gerek! Çünkü adaletin olmadığı y




BİG BROTHER: GÖZÜ ÜSTÜMÜZDE OLAN GÖLGE

BİG BROTHER: GÖZÜ ÜSTÜMÜZDE OLAN GÖLGE


Bir göz, her şeyi izliyor… Kim, nerede, ne yapıyor, ne düşünüyor, hangi fikirlere sahip? Artık her şey kayıt altında. 1984 romanındaki Big Brother (Büyük Birader) bir kurgu muydu, yoksa gerçeğe dönüşen bir kehanet mi?

Bugün, her adımımız, her konuşmamız, her terciğimiz izleniyor. Amaç ne? Kim izliyor? Ve en önemlisi, neden?

BÜYÜK BİRADER VE KONTROL MEKANİZMASI

George Orwell’ın meşhur romanında, Büyük Birader her şeyi gören, duyan ve kontrol eden bir güçtü. İnsanlar izlenir, sansüre uğrar ve kendi fikirlerinden bile şüphe eder hâle gelirdi. Çünkü sürekli bir gözetim altındaydılar.

Peki, bugün farklı mı?

Telefonlarımız dinleniyor.

İnternette ne aradığımız kaydediliyor.

Sosyal medyada kime ne yazdığımız takip ediliyor.

Konum servisleri sayesinde nerede olduğumuz biliniyor.

Kameralar, yüz tanıma sistemleri, yapay zekâ algoritmaları ile hareketlerimiz analiz ediliyor.

Tüm bunlar bize güvenlik adı altında sunuluyor. Ama asıl soru şu: Gerçekten bizi koruyorlar mı, yoksa bizi kontrol mü ediyorlar?

KOMPLO MU, GERÇEK Mİ?

Bir zamanlar “Büyük Birader seni izliyor” sözü bir komplo teorisi gibi görünüyordu. Ama artık büyük şirketlerin ve devletlerin nasıl bir gözetim ağı kurduğunu hepimiz görüyoruz.

Sosyal medya platformları, bizim hakkımızda bizden daha fazla şey biliyor. Ne sevdiğimizi, ne düşündüğümüzü, hangi konuda hassas olduğumuzu analiz ediyorlar.

Cep telefonlarımız, kameralarımızı ve mikrofonlarımızı kullanarak bizi dinleyebiliyor. Bazı insanlar bir ürün hakkında konuştuğunda, bir süre sonra tam o ürünün reklamını görüyor. Peki, bu nasıl mümkün oluyor?

Büyük teknoloji şirketleri, verilerimizi topluyor ve satıyor. Kime satıyorlar? Kim bu verileri kullanıyor?

Bize “mahremiyetiniz var” deniyor, ama gerçekte mahremiyet diye bir şey kalmadı.

KONTROL EDİLEN TOPLUM: DÜŞÜNCEYİ YÖNLENDİRME

Orwell’ın 1984’ündeki gibi “düşünce suçu” kavramı gerçek oluyor mu?

İnternette bazı fikirleri savunursan sansürleniyorsun.

Bazı gerçekleri konuşursan etiketleniyorsun: “Aşırı uç, tehlikeli, zararlı…”

Medya ve sosyal platformlar, belirli içerikleri öne çıkarırken, bazılarını gömmek için algoritmalar kullanıyor.

Bu ne anlama geliyor? Düşünceler yönlendiriliyor, insanlar farkında olmadan kontrol ediliyor.

Bugün fark ettiğimiz bir şey var: Eğer sistemin hoşuna gitmeyen bir fikri savunuyorsan, ya sesin kesilir ya da itibarsızlaştırılırsın.

ÇIKIŞ YOLU VAR MI?

Büyük Birader’in gözetiminden tamamen kaçmak zor, belki de imkânsız. Ama bilinçli olmak, farkında olmak bizi daha az manipüle edebilir.

1. Mahremiyetini koru: Kişisel bilgilerini paylaşırken dikkatli ol.

2. Sorgula: Sana sunulan bilgileri eleştirel bir gözle değerlendir.

3. Bağımsız düşün: Medyanın veya sosyal medyanın yönlendirdiği kalıplardan çık.

4. Özgürlüğünü savun: Konuşma özgürlüğünün ve mahremiyet hakkının savunucusu ol.

Sonuç:
Big Brother artık bir hayal değil, içimizde yaşayan bir gerçek. Ama en büyük tehlike insanların bunu normalleştirmesi ve gözetilmeye alışmasıdır. Çünkü insanlar özgürlüğü kaybettiğinde değil, onun farkında bile olmadığında g




ANNE KARNINDA BAŞLAYAN TANIŞIKLIK VE BERABERLİĞİN KABİRDE SON BULMASI ÜZERİNE RUHUN BEDENLE OLAN SOHBETLERİ.

ANNE KARNINDA BAŞLAYAN TANIŞIKLIK VE BERABERLİĞİN KABİRDE SON BULMASI ÜZERİNE RUHUN BEDENLE OLAN SOHBETLERİ.


Ruh ile Bedenin Sohbeti: Anne Karnında Başlayan Yolculuğun Kabirdeki Vedası

İnsan, anne karnında ruh ve bedenin bir araya gelmesiyle yolculuğuna başlar. Ruh, ilahi bir nefha olarak bedene üflenir ve birlikte bir ömür sürerler. Ruh ve beden birbirine alışır, birbirine eşlik eder. Ama bu birliktelik sonsuz değildir. Nihayetinde ölüm gelir ve kabirde ruh ile beden vedalaşır. İşte, bu vedanın hikmetli ve düşündürücü bir sohbeti:

İlk Tanışıklık: Anne Karnında Ruh ile Beden

Bir gün, Allah’ın emriyle ruh, göklerden iner ve bir bedenin içine yerleştirilir. İlk başta, yeni yuvasına alışamaz, dar ve sıkıcı bulur. Derken, bedeniyle konuşmaya başlar:

Ruh: Sen kimsin? Burası neresi?

Beden: Ben senin dünyadaki bineğin, kıyafetin, yoldaşınım. Burası ise bizim geçici durağımız; henüz dünyaya gelmedik.

Ruh: Dünya da neyin nesi?

Beden: Biraz daha sabret. Yakında karanlık bir tünelden geçeceğiz ve oraya ulaşacağız.

Ve vakti gelince bebek dünyaya gelir. Ruh, artık bedenin içine tam anlamıyla yerleşmiştir. O günden sonra, ruh ve beden birlikte yürür, birlikte ağlar, birlikte güler…

Dünya Hayatında Ruh ile Bedenin Sohbeti

Yıllar geçer, çocuk büyür, genç olur, yetişkin olur. Ruh ve beden sık sık dertleşir.

Ruh: Ey beden! Dünya çok aldatıcı, çok cazip. Ama ben burada huzur bulamıyorum.

Beden: Ben ise dünyayı seviyorum. Yemeği, içmeyi, uyumayı, güzel giysileri, rahatlığı…

Ruh: Ama senin heveslerin beni yavaşlatıyor, beni Rabbimden uzaklaştırıyor.

Beden: Ama sen de beni yoruyorsun! Hep ibadet etmek istiyorsun, hep manevi şeyler düşünüyorsun.

Ve böylece ruh ile beden arasında bir mücadele başlar. Beden dünyaya meylederken, ruh ahirete yönelmek ister. Kim galip gelirse, insanın kaderi de ona göre şekillenir.

Kabir Kapısında Son Sohbet

Derken, ecel vakti gelir. Beden yorgundur, ruh ise yolculuğa hazır. Son nefes verilir ve ruh, bedenden ayrılır. Ama bu, kolay bir ayrılık değildir. Kabre konulduklarında, ruh ile beden son kez konuşur:

Beden: Bunca yıl birlikteydik, şimdi beni burada mı bırakıyorsun?

Ruh: Üzgünüm, ama benim Rabbime dönmem gerek. Sen ise geldiğin yere, toprağa döneceksin.

Beden: Ama ben sensiz çürüyüp yok olacağım.

Ruh: Hayır! Sen yok olmayacaksın. Yeniden diriliş günü geldiğinde, Allah seni tekrar yaratacak ve biz yine birlikte olacağız. Ama o gün kimin kazandığını göreceğiz: Sen mi ben mi?

Beden sessiz kalır. Artık yalnızdır. Ama ruh, Rabbi Rahîm’in huzuruna giderken, yaptığı amellere göre bir yer bulacaktır.

Sonuç: Kimin İçin Çalıştın?

Ömür boyunca insan, ruhunu mu besledi, bedenini mi? Eğer bedenin arzularına kapıldıysa, kabirde pişman olacaktır. Ama ruhunu arındırdıysa, o zaman Rabbi Rahîm’in huzuruna yüz akıyla çıkacaktır.

Şimdi düşünme vakti: Günlerimizi, yıllarımızı ne uğruna harcadık? Bedeni mutlu etmek için mi, yoksa ruhu yüceltmek için mi?

Çünkü sonunda her şey aslına döner:
Beden toprağa, ruh ise Rabbine…

 

 




ÖLÜM RUHUN RABBİ RAHİME VE BEDENİN TOPRAK ANA OLAN ANA TOPRAĞA KAVUŞTUĞU AN VE ZAMANDIR.

ÖLÜM RUHUN RABBİ RAHİME VE BEDENİN TOPRAK ANA OLAN ANA TOPRAĞA KAVUŞTUĞU AN VE ZAMANDIR.

Ölüm: Ruhun Rabbi Rahîme, Bedenin Ana Toprağa Kavuştuğu An

Hayat bir emanet, ölüm ise o emaneti sahibine teslim etme vaktidir. İnsan, bu dünyaya gelirken kendisine bir ruh verilmiş, bedeni ise topraktan yaratılmıştır. Hayat boyu bu iki unsur, ruh ve beden, bir arada bulunur. Ama ne ruh bedene ait ne de beden ruhsuz var olabilir. Sonunda, vakti geldiğinde ruh Rabbi Rahîme, beden ise ana toprağa döner. İşte ölüm, bu ayrılışın adıdır.

Ruh: İlahi Emanet ve Asıl Yurt

Kur’an-ı Kerim’de ruh hakkında Rabbimiz şöyle buyurur:

“Sana ruhtan soruyorlar. De ki: Ruh, Rabbimin emrindendir…” (İsra, 85)

Bu ayet, ruhun mahiyetini anlamakta insanın sınırlı bir bilgiye sahip olduğunu gösterir. Çünkü ruh, ilahi bir sırdır. O, bedene üflenmiş bir nefhadır ve dünya hayatında insana şuurlu bir varlık olma vasfı kazandırır. Ancak ölümle birlikte bu emaneti geri alma vakti gelir ve ruh, Rabbi Rahîm’e döner.

Bu dönüş, müminler için bir kavuşmadır. Onlar için ölüm bir yok oluş değil, sevgiliye varış, Rabbine ulaşmadır. Mevlâna’nın şu sözü bu gerçeği ne güzel anlatır:

“Ölüm günü, benim için düğün gecesidir.”

Çünkü Rabbine kavuşan bir ruh, dünya zindanından kurtulmuş olur.

Beden: Topraktan Geldik, Toprağa Döneceğiz

Beden ise tamamen bu dünyaya aittir. Kur’an’da şöyle buyurulur:

“O (Allah), sizi yerden (topraktan) yaratmıştır ve orada yaşatmaktadır. Sonunda yine oraya döndürecek ve sonra tekrar çıkaracaktır.” (Nuh, 17-18)

Bu, insanın fani oluşunun en açık delilidir. Ne kadar güçlü olursa olsun, ne kadar zengin ya da kudretli olursa olsun, insanın sonu topraktır. Tüm servetini, makamını, hayallerini geride bırakır. Nice sultanlar, nice alimler, nice savaşçılar geldi geçti… Hepsi toprağa karıştı.

İbn Ataullah el-İskenderî şöyle der:

“Bedenin toprağa karıştığı gibi, senin nefsin de dünyanın süsüne karışır. Eğer kendini kurtarmak istiyorsan, ruhunu Rabbi Rahîm’e bağla.”

İbretli Bir Hikâye

Bir gün bir padişah, bilge bir alime sorar:

— Bana ölümle ilgili ibret verici bir söz söyle.

Alim tebessüm eder ve der ki:

— Ey sultan! Senin sarayın çok güzel, tahtın muhteşem, hazinen dolup taşıyor. Ama gün gelecek, seni de bir kefene saracaklar. Ve senin bedenin de toprağa karışacak. O zaman ne tahtın, ne hazinen, ne de orduların sana fayda verecek. Eğer gerçek bir sultan olmak istiyorsan, ruhunu Allah’a, kalbini ahirete yönelt. Çünkü gerçek zenginlik, Rabbi Rahîm’in katında olanlardır.

Padişah bu sözleri duyunca uzun uzun düşünür. Ve der ki:

— Şimdi anlıyorum, ölüm benim için bir kayıp değil, asıl kazanç o vakit olacak.

Sonuç: Hazırlıklı Olmak Gerek

Ölüm, ruhun Rabbi Rahîm’e, bedenin ise ana toprağa döndüğü andır. O halde insan bu büyük dönüşe hazırlıklı olmalıdır. Bedenin son durağı toprak, ruhun ebedi durağı ise ya cennet ya da cehennemdir. Akıllı insan, bedenine değil, ruhuna yatırım yapandır. Zira beden fanidir, ama ruh ebediyete yürüyendir.

Öyleyse, ne mutlu Rabbi Rahîm’e kavuşmaya hazırlananlara, ne mutlu ana toprağa gülümseyerek girenlere…

 

 




TÜRKİYE’DE TOPLUMA YANSIYAN KAVGA MEDYA KAVGASI VE MEDYA HİZİBLEŞMESİDİR.

TÜRKİYE’DE TOPLUMA YANSIYAN KAVGA MEDYA KAVGASI VE MEDYA HİZİBLEŞMESİDİR. TOPLUMDAKİ KAOSU BİR KISIM MEDYA BESLİYOR. ONLARIN BİR KISMINI DA GİZLİ ÖRGÜTLER BESLİYOR.


MEDYA SAVAŞLARI VE TOPLUMUN KAYBOLAN GERÇEKLERİ

Tarih boyunca toplumlar, bilgiye erişim biçimlerine göre yönlendirilmiş, yönlendirilirken de bazen hakikatten koparılmıştır. Modern dünyada ise bu sürecin en güçlü araçlarından biri medyadır. Özellikle Türkiye gibi siyasi ve toplumsal dinamikleri güçlü ülkelerde medya, bir savaş alanına dönüşmekte, toplumun zihniyeti bu savaşın içerisinde yoğrulmaktadır.

MEDYANIN KUTUPLAŞMASI VE TOPLUMSAL KAOS

Günümüz Türkiye’sinde medya, farklı ideolojik kamplara bölünmüş ve tarafsız habercilik anlayışı büyük oranda kaybolmuştur. Medya, ya bir grubun propagandasını yapmakta ya da belirli bir zümrenin çıkarlarını savunmaktadır. Halk ise gerçek bilgilere ulaşmak yerine, kendisine sunulan yönlendirilmiş haberlerle düşünmeye zorlanmaktadır.

Bu süreç, toplumun iki kesime ayrılmasına neden olur:

1. Medyanın sunduğu görüşleri sorgulamadan kabul edenler

2. Medyanın manipülasyonunu fark eden ancak gerçeğe ulaşmakta zorlananlar

Her iki durumda da sonuç aynıdır: Kaos ve güvensizlik ortamı. Çünkü bir kısım medya, toplumun belli kesimlerini sürekli diğerlerine karşı kışkırtmakta, düşmanlık ve öfke üretmektedir. Oysa bir milletin güçlü kalması için en önemli unsur birlik ve beraberliktir.

MEDYANIN ARKASINDAKİ GİZLİ EL

Tarih boyunca, toplumları yönlendirmek isteyen iç ve dış güçler, medya benzeri araçları kullanarak algı yönetimi yapmıştır. Osmanlı’nın yıkılış döneminde, Batı destekli gazetelerin halkı kışkırtması, 20. yüzyılda komünist ve faşist ideolojilerin propaganda makinelerinin insanları yönlendirmesi, bunun en açık örnekleridir.

Bugün de, birçok medya kuruluşunun arkasında kimlerin olduğu sorgulandığında, yerli ve milli olmayan güçlerin büyük etkisi olduğu görülmektedir. Bir kısmı ideolojik bir ajandaya hizmet ederken, bir kısmı ise maddi çıkarlar doğrultusunda hareket etmektedir. Ancak hepsinin ortak noktası, toplumu bölmek, zihinleri bulandırmak ve güveni sarsmaktır.

TARİHTEN İBRETLİ BİR DERS: ENDÜLÜS’ÜN YIKILIŞI

Bu sürecin tarihte en dramatik örneklerinden biri Endülüs’tür. Endülüs, Müslümanların bilimde, sanatta ve medeniyette zirveye ulaştığı bir yerdi. Ancak zamanla içeride fitne ve bölünme başladı. Farklı grupların, mezheplerin ve siyasi güçlerin birbirine düşmesi, düşmanı içeriden besledi. Endülüs halkı, gerçek tehdidin dışarıdan değil, içeriden geldiğini anladığında artık çok geçti.

Bugün de, medya üzerinden yapılan savaşların, halkı birbirine düşürme amacına hizmet ettiği açıktır. Toplum, eğer bu oyunu fark etmezse, geçmişte yaşanan felaketlerin bir benzerini yaşaması kaçınılmazdır.

ÇÖZÜM: MEDYA OKURYAZARLIĞI VE ŞUURLU BİREYLER

Peki bu sarmaldan çıkış yolu nedir? Öncelikle toplumun medya okuryazarlığını geliştirmesi, her duyduğunu sorgulaması ve farklı kaynaklardan bilgi edinmesi gerekmektedir. Tek taraflı bilgiye mahkum olan bir toplum, gerçeğe ulaşamaz ve başkalarının yönlendirmesiyle hareket eder.

Ayrıca, bilinçli ve şuurlu bireyler yetiştirmek, nesillerin hakikat ile yönlenmesini sağlamak zorundayız. Aksi takdirde, medya ve onun arkasındaki güçlerin ürettiği sanal kavgaların gerçek dünyada toplumu nasıl parçaladığını izlemek zorunda kalırız.

SONUÇ: MEDYAYI ARAÇ DEĞİL, AMAÇ YAPMAK

Medya, doğru kullanıldığında büyük bir nimet, kötüye kullanıldığında ise büyük bir fitne aracıdır. Bizim görevimiz, hakikatin tarafında durarak medyanın toplumları bölmesine izin vermemek, aksine onu birlik ve beraberliği güçlendiren bir araç haline getirmektir. Unutmamak gerekir ki, medya savaşlarında taraf olan değil, bilinçli bireyler olarak hakikati savunanlar kazanacaktır.

@@@@@##

Bak:
https://tesbitler.com/index.php?s=Yazar
https://tesbitler.com/index.php?s=Medya
https://www.haber7.com/foto-galeri/91111-gizli-taniktan-murat-ongun-itirafi-finanse-ettigi-gazetecileri-tek-tek-soyledi

 

 




GEREK TÜRKİYE’Yİ VE GEREKSE İSLAM DÜNYASINI KARIŞTIRAN TEMEL OLARAK FİTNELERİN SEBEPLERİ.

GEREK TÜRKİYE’Yİ VE GEREKSE İSLAM DÜNYASINI KARIŞTIRAN TEMEL OLARAK FİTNELERİN SEBEPLERİ.


FİTNELERİN SEBEPLERİ VE ÇIKIŞ NOKTALARI: TÜRKİYE VE İSLAM DÜNYASI ÜZERİNE BİR DEĞERLENDİRME

Tarih boyunca İslam dünyası pek çok fitne, kargaşa ve bölünme ile karşı karşıya kalmıştır. Bu fitnelerin bazıları siyasi, bazıları ekonomik, bazıları ise doğrudan inanç ve mezhep farklılıklarından kaynaklanmıştır. Türkiye ve İslam coğrafyası özelinde ele aldığımızda, fitnelerin temel sebepleri ise;

1. Cehalet ve Bilgisizlik

İslam, ilme ve hikmete büyük önem vermiştir. Ancak cehaletin yaygın olduğu toplumlarda fitne ve fesat daha kolay yayılır. İnsanlar bilgiye değil, dedikodulara, komplo teorilerine ve yanlış yönlendirmelere inanır. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), “İlim öğrenmek her Müslümana farzdır.” buyurarak, ilmin fitneleri önleyici en önemli unsur olduğunu bildirmiştir. Ancak cehalet arttıkça, insanlar hakikati ayırt edemez hale gelir ve fitne ateşine odun taşır.

2. Mezhep ve Fırka Ayrılıkları

Tarih boyunca Müslümanlar arasında birçok mezhep ve fırka ayrılığı yaşanmıştır. Bu ayrılıklar bazen ilmi ve fikri çerçevede kalmışsa da çoğu zaman siyasi ve sosyal çatışmalara dönüşmüştür. Günümüzde de mezhep farklılıkları, düşmanlarımız tarafından bir silah olarak kullanılmakta ve Müslümanlar birbirlerine düşman edilmektedir. Oysa Kur’an, Müslümanları “tek bir ümmet” olarak tanımlar ve ayrışmayı yasaklar:

> “Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı sarılın; parçalanıp bölünmeyin…” (Âl-i İmrân, 103)

3. Dış Güçlerin Müdahalesi ve Stratejik Planlar

Tarih boyunca İslam dünyasını zayıflatmak isteyen dış güçler, fitne ve iç çatışmaları körüklemiştir. Haçlı Seferleri’nden Moğol istilalarına, sömürgecilikten günümüz jeopolitik hamlelerine kadar Batı ve diğer güçler, İslam coğrafyasındaki ayrılıkları derinleştirmiştir. Günümüzde de medya, istihbarat operasyonları ve ekonomik yaptırımlarla Müslüman ülkeler birbirine düşürülmekte, kardeş kavgası teşvik edilmektedir.

4. Adaletsizlik ve Zulüm

Bir toplumda adalet ortadan kalkarsa, huzursuzluk ve isyan kaçınılmaz olur. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) adaletin önemini şöyle vurgulamıştır:

> “Adalet, yerin ve göğün düzenidir.”

Ne zaman ki yöneticiler zulme yönelir, halkın haklarını gasp eder ve liyakati göz ardı ederse, o toplumda fitneler baş gösterir. İslam dünyasında adaletsizlik yaygınlaştıkça, insanlar haklarını kendileri aramak zorunda kalmakta, bu da fitne ve iç savaşları doğurmaktadır.

5. Ahlaki ve Manevi Çöküş

İslam toplumu, ahlaki değerlerini kaybettiğinde fitne kaçınılmaz hale gelir. Rüşvet, hile, faiz, aldatma ve ahlaksızlık yaygınlaşınca, insanlar birbirlerine güvenmez hale gelir ve toplumda kaos başlar. Oysa İslam’ın temel amacı, insanları yüksek ahlaki seviyeye çıkarmaktır. Ancak ne zaman ki Müslümanlar dünya hırsına kapılır, ne zaman ki dini değerlerden uzaklaşır, o zaman fitne kapıları açılır.

6. Liyakatsiz Yöneticiler ve İktidar Hırsı

İslam dünyasında yaşanan birçok fitnenin temelinde liyakatsiz yöneticiler yer almaktadır. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), “İş, ehil olmayana verildiği zaman kıyameti bekle.” buyurarak, liyakatsiz yöneticilerin toplumu felakete sürükleyeceğini bildirmiştir. İslam tarihinde yaşanan birçok iç savaşın ve karışıklığın temelinde de güç hırsı ve makam kavgası yatmaktadır.

7. Ekonomik Sömürü ve Fakirlik

Fakirlik ve ekonomik sıkıntılar, toplumların huzurunu bozan en önemli unsurlardan biridir.

Ekonomik adaletsizlik, gelir dağılımındaki uçurumlar ve fakirlik, insanları çaresizliğe sürükler ve isyan etmeye yönlendirir. Dış güçler de bu durumu kullanarak toplumları daha fazla karıştırır.

Sonuç: Çözüm Nerede?

Fitne ile mücadele etmek için öncelikle bilgi ve hikmet sahibi olmak gerekir. Cahillik, fitnenin en büyük yakıtıdır. Müslümanlar olarak Kur’an ve Sünnet ışığında hareket etmeli, kardeşlik bilincini korumalı ve aramıza sokulmaya çalışılan nifak tohumlarına karşı uyanık olmalıyız. Adalet, liyakat ve ahlak üzerine kurulu bir toplum inşa etmeden fitneleri sona erdirmek mümkün değildir.

> “Muhakkak ki fitne uykudadır. Onu uyandırana Allah lanet etsin.” (Hadis-i Şerif)

Bugün Türkiye ve İslam dünyası büyük bir imtihan içindedir. Ancak fitneye kapılmadan, sabırla ve hikmetle hareket edenler, sonunda selamete ulaşacaktır. Müslümanlar, fitneye karşı birbirlerini uyarmalı ve şu ayeti düstur edinmelidir:

> “Allah, iyiliği emreden ve kötülüğü yasaklayan bir toplumu helak etmez.” (Hud, 117)

Rabbim bizleri fitne ateşinden muhafaza eylesin ve İslam ümmetini bir araya getirsin. Amin.

@@@@@@@

DOĞUNUN HASTALIĞI CEHALET-ZARURET VE İHTİLAFTIR. BU ÜÇ DÜŞMANA KARSI MARİFET-SANAT VE İTTİFAK SİLAHLARIYLA MÜCADELE ETMEK GEREKTİR.

DOĞUNUN HASTALIĞI: CEHALET, ZARURET VE İHTİLAF

Çare: Marifet, Sanat ve İttifak

Tarih boyunca Doğu toplumları, özellikle de İslam dünyası, çeşitli iç ve dış sıkıntılarla mücadele etmiştir. Bediüzzaman Said Nursî’nin tespit ettiği gibi, Doğu’nun en büyük hastalıkları üç başlıkta özetlenebilir: Cehalet, zaruret (yoksulluk) ve ihtilaf (ayrılık). Bu üç düşman, toplumları geriye götürmüş, İslam âlemini güçsüz bırakmış ve düşmanlarının oyunlarına açık hale getirmiştir. Ancak bu hastalıklarla mücadele etmek mümkündür. Marifet (bilgi ve ilim), sanat (üretim ve iktisadi gelişim) ve ittifak (birlik ve beraberlik) silahlarıyla bu üç düşmanı mağlup etmek gerekir.

1. CEHALETİN PENÇESİNDEKİ TOPLUMLAR

Cehalet, bir milletin en büyük düşmanıdır. Cehalet, insanı hakikatten uzaklaştırır, yalanlara ve batıl inanışlara sürükler. Bilgisizlik içinde kalan toplumlar, başkalarının yönetimine kolayca girer ve kendi haklarını dahi bilemez hale gelir. İslam, ilmi en büyük değer olarak görmüş ve insanları okumaya teşvik etmiştir:

> “Oku! Yaratan Rabbinin adıyla oku!” (Alak, 1)

Eğer Doğu toplumu cehaletten kurtulmak istiyorsa, ilme, marifete, hikmete sarılmalıdır. Bilgi sahibi olmak, insanı güçlü yapar. Tarihe baktığımızda, İslam’ın altın çağları olan Abbasi ve Endülüs dönemlerinde ilmin en üst seviyeye ulaştığını, bu yüzden İslam dünyasının medeniyetin öncüsü olduğunu görürüz. Ancak cehalet yaygınlaştığında, Müslümanlar parçalanmış, sömürülmüş ve geri kalmıştır.

Çözüm: Marifet ve İlim
Cehaleti yenmenin tek yolu marifet, yani ilim ve hikmettir. Okuyan, düşünen, araştıran bir nesil yetiştirilmedikçe Doğu’nun bu hastalıktan kurtulması mümkün değildir. Eğitime önem verilmezse, yanlış inanışlar, hurafeler toplumları çöküşe sürükler.

2. ZARURET: YOKSULLUĞUN PENÇESİNDE BİR ÜMMET

Doğu’nun ikinci büyük hastalığı zaruret, yani fakirlik ve ekonomik sıkıntılardır. Ekonomik gücü olmayan toplumlar bağımsız hareket edemez, sürekli dışa bağımlı olur. İslam dünyasının büyük bir kısmı, sahip olduğu zengin doğal kaynaklara ve verimli topraklara rağmen, yoksulluk içinde yaşamaktadır. Bunun temel sebebi, üretimden ve sanattan uzak kalmaktır.

> “Çalışana, emeğinin karşılığı vardır.” (Necm, 39)

Kur’an, insanları çalışmaya ve üretmeye teşvik etmiştir. Ancak İslam coğrafyasında sanayi, teknoloji ve üretim konusunda yeterince gelişme sağlanamamıştır. Ekonomik olarak güçlü olmayan bir toplum, bağımsız olamaz ve başka güçlerin himayesine muhtaç hale gelir. Günümüzde İslam dünyasının yaşadığı krizlerin çoğunun arkasında ekonomik zayıflık yatmaktadır.

Çözüm: Sanat ve Üretim
Fakirliği yenmenin yolu, sanat ve üretimdir. Sanayi, ticaret, tarım ve teknoloji alanlarında gelişim sağlanmadıkça, toplumlar dışa bağımlı kalır ve güçlü devletler karşısında zayıf düşer. Müslüman toplumlar, ekonomide güçlü olmak zorundadır.

3. İHTİLAF: BİRLİKTELİĞİN YOK OLMASI

Doğu’nun üçüncü büyük hastalığı, ihtilaf, yani bölünme ve parçalanmadır. Müslüman dünyası, tarih boyunca en büyük kayıplarını kendi içinde bölündüğü zaman yaşamıştır. Hâlbuki İslam, birlik ve beraberliği esas alır:

> “Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı sarılın; parçalanıp bölünmeyin.” (Âl-i İmrân, 103)

İhtilaf, Müslümanların güçsüzleşmesine ve düşmanlarına fırsat vermesine sebep olur. Bugün İslam dünyasında farklı mezhepler, etnik gruplar ve siyasi görüşler arasındaki ayrılıklar, ümmetin parçalanmasına neden olmaktadır. Dış güçler de bu ayrılıkları körükleyerek Müslümanları birbirine düşürmektedir.

Çözüm: İttifak ve Kardeşlik
Müslümanlar arasındaki ayrılıklar, düşmanlara fırsat verir. Çözüm, ittifak, dayanışma ve kardeşlik ruhunu yeniden canlandırmaktır. Eğer birlik sağlanırsa, Doğu yeniden yükselişe geçebilir.

SONUÇ: KURTULUŞUN ANAHTARI

Doğu’nun üç büyük düşmanı olan cehalet, zaruret ve ihtilaf ile mücadele etmek, ancak marifet, sanat ve ittifak silahlarıyla mümkündür.

1. Cehalet ilim ile yok edilir.

2. Fakirlik sanat, üretim ve ekonomiyle aşılır.

3. İhtilaf birlik ve beraberlik ile ortadan kalkar.

Eğer İslam dünyası bu üç hastalığı aşabilirse, tarihte olduğu gibi yeniden güçlü bir medeniyet inşa edebilir. Bediüzzaman’ın ifade ettiği gibi, bu mücadelede en büyük silahlarımız ilim, üretim ve kardeşliktir. Müslümanlar bu üç prensibe sahip çıktıklarında, her türlü fitne ve düşmanlığa karşı güçlü durabilirler.

> “Allah, iyiliği emreden ve kötülüğü yasaklayan bir toplumu helak etmez.” (Hud, 117)

Dua edelim ki, Rabbimiz bizleri cehaletten, fakirlikten ve ayrılıktan korusun ve İslam ümmetine yeniden izzet ve şeref versin. Amin.




HARAM İLE BAŞKALARININ HAKKINA GİRENLERİN DÜNYA GİBİ AHİRETTE DE HESAP VE SORGULARI VAR

HARAM İLE BAŞKALARININ HAKKINA GİRENLERİN DÜNYA GİBİ AHİRETTE DE HESAP VE SORGULARI VAR


İnsan, dünya hayatında yaptığı her şeyden sorumludur. Yaptıklarıyla ya kendine ya da başkalarına zarar verir. Ancak, özellikle kul hakkına giren haksızlıklar ve haram yollarla elde edilen kazançlar, sadece bu dünyada değil, ahirette de büyük bir hesap gerektirir.

Allah (C.C.), Kur’an-ı Kerim’de birçok ayette adaleti, doğruluğu ve hakkaniyeti emretmiştir. Bir kimsenin haram ile başkalarının hakkını gasbetmesi, yalnızca dünyevi bir mesele değil, ahirette de ağır bir hesap gerektiren büyük bir suçtur. Çünkü Allah, kul hakkını affetmez; hak sahibi helal etmedikçe bu günahın bağışlanması mümkün değildir.

HARAM KAZANÇ: DÜNYADA GEÇİCİ, AHİRETTE AĞIR BİR YÜK

Dünya malı insana cazip gelir. Ancak helalinden kazanılmadığında, bu mal insana bereket yerine bela getirir. Haram para, haram kazanç, rüşvet, haksız kazanç, yetim malı yemek ve insanların emeğini sömürmek, bu dünyada huzursuzluk, ahirette ise büyük bir azap sebebidir.

Peygamber Efendimiz (S.A.V.), kul hakkına dair şu uyarıyı yapmıştır:

> “Kimin üzerinde din kardeşinin hakkı varsa, onunla helalleşsin. Zira (ahirette) ne dinar ne de dirhem vardır. Hak sahibi sevaplarınızdan alır, eğer sevabınız yoksa onun günahı size yüklenir.” (Buhârî, Mezâlim, 10)

Bu hadis, kul hakkının ne kadar ciddi bir mesele olduğunu gösteriyor. Dünya mahkemelerinde hile yaparak, güçlü bağlantılarla veya para ile kendini kurtarabilenler, ahiret mahkemesinde hiçbir kaçış yolu bulamayacaktır.

KUL HAKKI YİYENLERİN SONU: İBRETLİ HİKÂYELER

Tarihte haram yiyen ve insanların hakkına giren zalimlerin sonu her zaman hüsran olmuştur. İşte düşündürücü bir kıssa:

Haksız Mal Yiyen Tüccarın Sonu

Bir zamanlar, bir tüccar ticaret yaparken insanları aldatır, terazisini eksik tartar ve yüksek kâr elde etmek için fiyatları haksız yere artırırdı. Kendisini çok akıllı sanıyor, servetini büyütüyor ve kimse ona zarar veremez zannediyordu. Fakat, vefat ettiğinde borçlarını ödemediği, yetimlerin hakkını yediği ortaya çıktı. Ölümünden sonra geride bıraktığı serveti mirasçılar arasında kavga sebebi oldu, ailesi dağıldı, çocukları birbirine düştü. Dünya malı ona mutluluk getirmediği gibi, kabirde de hesap başladı.

İnsanların hakkını yiyerek kazanılan servet, ne huzur ne de bereket getirir. Allah, zalimleri dünyada da cezalandırır, ahirette de adaletini tam olarak yerine getirir.

KUR’AN VE HADİSLERDEN İBRETLİ MESAJLAR

Kur’an-ı Kerim’de Allah (C.C.), haram kazancın ve haksız yere başkasının malına el uzatmanın sonunu şöyle bildiriyor:

> “Yetimlerin mallarını haksız yere yiyenler, karınlarına ancak ateş doldurmuş olurlar. Ve onlar alevli bir ateşe gireceklerdir.” (Nisa Suresi, 10. Ayet)

Ayrıca Peygamber Efendimiz (S.A.V.) şöyle buyuruyor:

> “Müflis kimdir, bilir misiniz?”
Ashab: “Bizim aramızda müflis, parası ve malı olmayan kimsedir” dediler.
Peygamberimiz: “Hayır, benim ümmetimden asıl müflis, kıyamet günü namaz, oruç ve zekât sevabı ile gelen; fakat birine sövmüş, birine iftira etmiş, birinin malını yemiş, birinin kanını dökmüş, birini dövmüş olarak gelen kimsedir. Hak sahiplerine sevapları dağıtılır. Eğer sevapları tükenirse, onların günahları ona yüklenir ve sonra cehenneme atılır.” (Müslim, Birr 59)

Bu hadis, ahiretteki hesabın ne kadar çetin olacağını ve haram kazançların kişiyi nasıl büyük bir felakete sürüklediğini açıkça ortaya koyuyor.

DÜNYADA HARAMLA BESLENENLERİN AHİRETTEKİ SONU

Haram kazanç elde eden ve başkalarının hakkına girenler:

1. Dünyada huzur bulamazlar. İçleri sürekli rahatsızdır, vicdan azabı çekerler veya malları bereketsiz olur.

2. Çocuklarına ve nesillerine haram lokma yedirirler. Haramla beslenen nesillerden hayır gelmez.

3. Ölüm anında büyük bir pişmanlık yaşarlar. Ancak geri dönmek için artık çok geçtir.

4. Ahirette ağır bir hesap verirler. Hak sahipleri hesap günü sevaplarını alır, onların günahları bu kişiye yüklenir.

ÇÖZÜM: HARAMDAN UZAK DURMAK VE HAKLARI TELAFİ ETMEK

Haram yiyen ve başkalarının hakkına giren kimseler, bir an önce tövbe etmeli, haksızlık yaptıkları kişilerin haklarını geri ödemelidir.

1. Helal kazanç peşinde koşmalı. Haram lokma sadece dünyada değil, ahirette de insanın felaketi olur.

2. Haksız kazanç sahipleri hak sahipleriyle helalleşmeli. Kul hakkı, sadece pişman olmakla affolmaz; hak sahibine hakkı teslim edilmelidir.

3. Tövbe edilmeli ve Allah’tan af dilenmeli. Ancak samimi bir pişmanlık ve hak sahipleriyle helalleşme, bu büyük günahın etkilerini kaldırabilir.

SONUÇ: HARAM İLE GELEN AZAP, HELAL İLE GELEN RAHMET

Haram kazanç, dünya hayatında ne kadar büyük olursa olsun, sonu hüsrandır. Hak gasp edenler, mazlumların ahını alanlar, yetim malı yiyenler ve hileyle servet edinenler, dünyada belki bir süre başarılı olabilirler, ancak ahirette Allah’ın adaletinden kaçamazlar.

Bu yüzden her Müslüman, kazancını, lokmasını ve emeğini helal yoldan kazanmalı; kul hakkına girmemeli, haramdan sakınmalıdır. Çünkü dünyada elde edilen her şey geçicidir, ama ahirette verilen hesap sonsuzdur.

 

 




KİRLİ ADAMLARIN KİRLİ ORTAKLARI.

KİRLİ ADAMLARIN KİRLİ ORTAKLARI.


Tarih boyunca kirli oyunların, kirli adamların ve onların kirli ortaklarının hikâyeleri hep aynı kalıpta ilerlemiştir. Bir yanda menfaat, makam ve servet peşinde koşan çıkarcılar; diğer yanda ise onların oyunlarına ortak olan hilekârlar, rüşvetçiler ve zalimler… Sonuç ise hep aynıdır: Toplumların yozlaşması, ahlakın çöküşü ve mazlumların feryadı.

Tarihin Tozlu Sayfalarından

Rüşvet, yolsuzluk, hırsızlık ve terör, insanlık tarihi kadar eski kötülüklerdir. Roma İmparatorluğu’nun çöküşü, yönetimdeki yozlaşmanın ve rüşvetin bir sonucuydu. Valiler, ordu komutanları ve senatörler, kişisel servetlerini artırmak için devleti içten içe çürüttüler. Yolsuzluğun ve adam kayırmanın zirveye çıktığı bu dönem, sonunda imparatorluğun yıkılmasına yol açtı.

Osmanlı tarihinde de bu tür yozlaşmalar zaman zaman görülmüştür. Özellikle Lale Devri ve sonrasında rüşvetin devlet kurumlarına sızması, Osmanlı’nın gücünü kaybetmesine neden olan önemli etkenlerden biri olmuştur. Ancak, devletin içinde bu kirli ilişkilere karşı duran dirayetli yöneticiler de eksik olmamıştır. Birçok padişah, rüşveti ortadan kaldırmak için sert önlemler almış, yolsuzluğa bulaşan vezirleri ve bürokratları cezalandırmıştır.

Kirli Ortaklıkların Modern Yansımaları

Günümüzde rüşvet ve yolsuzluk sadece devlet yönetiminde değil, uluslararası ilişkilerde, finans dünyasında ve medya sektöründe de yaygın bir hastalık hâline gelmiştir. Mafya düzenleri, kara para aklayan şirketler, sahte ihale oyunları, gizli anlaşmalar… Bunların hepsi “kirli adamlar” ve onların “kirli ortakları” tarafından yürütülmektedir.

Terör örgütlerinin finansman kaynaklarına bakıldığında da benzer bir kirli ittifak görülmektedir. Silah tüccarları, uyuşturucu baronları ve bazı istihbarat örgütleri, kaosu ve savaşı besleyerek kendi menfaatlerini koruma peşindedir. Bu sistem, milyonlarca masum insanın acı çekmesine, savaşların uzamasına ve adaletin yerini zulmün almasına neden olmaktadır.

İbretlik Hikâyeler ve Sonuçlar

Tarih boyunca her kirli düzenin bir sonu olmuştur. Firavun’un zulmü, Musa’nın direnişiyle sona ermiş; Nemrut’un kibri, bir sineğin azameti karşısında yerle bir olmuştur. Nice yolsuzluk düzenleri devrilmiş, nice rüşvetçiler, kendi kurdukları tuzaklara düşmüştür.

Bugün de memleketimizde ve dünyada benzer bir tablo görmek mümkündür. Yolsuzluk ve rüşvetin ayyuka çıktığı, haksız kazançların normalleştiği her toplum, er ya da geç bu kirli düzenin bedelini ödemektedir. Ekonomik krizler, toplumsal huzursuzluklar, ahlaki çöküşler, hep bu kirli ortaklıkların doğal sonucudur.

Çözüm ve Kurtuluş Yolu

İslam’ın temel değerlerinden biri olan “emanet bilinci” bu tür kirli düzenleri engelleyen en önemli ilkedir. Hz. Ömer’in adaleti, Hz. Ebubekir’in dürüstlüğü, Selahaddin Eyyubi’nin fedakârlığı gibi örnekler, devlet ve toplum yönetiminde nasıl bir ahlakî duruş sergilenmesi gerektiğini bizlere öğretmektedir.

Kirli adamlardan ve onların kirli ortaklarından kurtulmanın yolu, ahlaklı nesiller yetiştirmek, adil yönetimleri desteklemek ve bireysel olarak da harama ve haksızlığa karşı durmaktan geçer. Yoksa tarihin tekerrürü kaçınılmaz olur.

Son olarak, unutulmamalıdır ki zulüm ile abad olanın sonu berbat olur. Bugün güçlü gibi görünenler, yarın bir tufanla tarihin karanlığına gömülebilirler. Nitekim gömülmektedir de. Gerçek kazanç ise ne servet, ne makam, ne de şöhrettir; hak üzere yaşayıp, alnı ak bir şekilde ahirete gitmektir.

Zulme ortak olmak da zulümdür!

 

 




HEYBEDEKİ TURPUN BÜYÜĞÜ: TERÖR, YOLSUZLUK, HIRSIZLIK, SOYGUN, RÜŞVET VE SUÇ ORTAKLARI

HEYBEDEKİ TURPUN BÜYÜĞÜ: TERÖR, YOLSUZLUK, HIRSIZLIK, SOYGUN, RÜŞVET VE SUÇ ORTAKLARI


AMBARDAKİ FARELER

Tarih boyunca devletlerin en büyük düşmanı, dışarıdaki saldırılardan çok, içerideki hırsızlar ve hainler olmuştur. Bir milletin düşmanı sadece sınır ötesinde değildir; kimi zaman en büyük ihanet, en yakınında olanlardan gelir. Devletin hazinesini soyanlar, kamu malını yağmalayanlar, adaleti kendi çıkarlarına alet edenler ve milletin emeğini gasp edenler, aslında bir ülkeyi içten içe kemiren “ambardaki fareler” gibidir.

Bugün Türkiye’de yaşanan olaylar, ne tesadüf ne de bir anda ortaya çıkan basit hadiselerden ibarettir. Terör, yolsuzluk, hırsızlık, soygun ve rüşvet, kökleri geçmişe dayanan, sistemli ve organize bir yapının ürünüdür. Bunlar, yıllardır süregelen “kötü ortaklıkların” tezahürüdür.

Darbeler ve Devleti Ele Geçirme Planları

Türkiye’de darbeler, her zaman sadece askerî müdahalelerden ibaret olmamıştır. Ekonomik darbeler, siyasi komplolar, bürokratik ayak oyunları ve medya manipülasyonları da, bir ülkeyi diz çöktürmenin farklı yöntemleri olarak kullanılmıştır.

27 Mayıs 1960 Darbesi, Türkiye’de Millete ve Milli iradeye vurulan ilk büyük darbeydi. Menderes ve arkadaşları, millete kulak verip “milletin adamı” oldukları için idam sehpasına gönderildi. Ancak asıl amaç, milli iradeyi vesayet altına almak ve Türkiye’yi emperyalist güçlerin kontrolüne daha açık hâle getirmekti.

12 Eylül 1980 Darbesi, görünürde anarşi ve kaosu bitirmek için yapılmıştı. Ancak gerçekte, küresel sermaye gruplarının Türkiye üzerindeki hesaplarını kolaylaştıran bir hareketti. Kenan Evren ve ekibi, ekonomiyi uluslararası sermayeye daha bağımlı hâle getirdi.

28 Şubat 1997, postmodern darbe olarak tarihe geçti. Askerî ve bürokratik vesayet, milletin inanç değerlerine saldırarak kendi çıkarlarını korumak istedi. Bankalar boşaltıldı, ihaleler yandaşlara peşkeş çekildi, devlet içindeki çeteler daha da güçlendi.

Ve nihayet 15 Temmuz 2016, doğrudan milletin iradesine yapılan alçakça bir saldırıydı. Ancak bu sefer halk, önceki darbelerde olduğu gibi sessiz kalmadı ve hainlere karşı dimdik durarak iradesini korudu.

Bankaların Boşaltılması ve Ekonomik Yıkım Planları

Türkiye’de bankacılık sistemi, geçmişte birçok defa organize şekilde yağmalandı. 1990’lı yıllarda yaşanan batık krediler, hortumlanan kamu bankaları ve özel sektör aracılığıyla yapılan büyük soygunlar, milletin cebinden çalınan trilyonlarla sonuçlandı.

2001 ekonomik krizinde IMF’ye bağımlı hale getirilen Türkiye, bankaların içinin boşaltılmasıyla büyük bir ekonomik çöküş yaşadı.

1994 yılında Özal sonrası dönemde, yüksek faiz oyunlarıyla hem devlet hem de vatandaş borç batağına sürüklendi.

1990’ların sonlarında, bazı iş adamları devlete ait bankalardan milyarlarca dolarlık krediler alarak yurt dışına kaçırdı ve bu borçların faturası halka ödetildi.

Kısacası, “ambardaki fareler”, halkın alın terini yıllarca kemirdi.

İstanbul Belediyesi ve Belediye Kaynaklarının Yağmalanması

Türkiye’de belediyeler, sadece yerel yönetim hizmetleri sunan kurumlar olmaktan çıkıp, büyük rant kapıları hâline getirildi. Özellikle İstanbul Büyükşehir Belediyesi, geçmişten bugüne birçok kez “yolsuzluk” ve “kaynakların israfı” ile gündeme geldi.

Belediye şirketleri, belirli grupların menfaatleri doğrultusunda kullanıldı. Kamu malı, belirli şahıs ve gruplara aktarıldı.

Ulaşım projeleri, gerçek maliyetinden katbekat fazla gösterilerek halkın cebinden fazladan para çıkmasına sebep oldu.

İmar yolsuzlukları, belirli kişi ve grupların servetlerine servet katmasına neden oldu. İstanbul’un doğasını, siluetini ve yeşil alanlarını yok eden projeler, sadece rant uğruna yapıldı.

Son dönemde, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ndeki bazı yolsuzluk iddiaları tekrar gündeme geldi. Belediye kaynaklarının nereye harcandığı, hangi kuruluşlara aktarıldığı, halkın hizmetine mi yoksa belirli çıkar gruplarına mı kullanıldığı soruları gündeme getirildi.

Ve dehşet bir sonuç ortaya çıktı.
Yolsuzluğun boyutu 700 bin konut yapacak kadar.
Kayıp 560 Milyar,15,5 milyar Amerikan Dolarına denk gelmektedir.
Türkiye bütçesinin 24’te 1’ine denk.

Peki, bu yapılanlar sadece kişisel çıkar için mi? Yoksa bu büyük kaynak transferlerinin arkasında daha büyük bir plan mı var?

Suç Örgütleri ve Devlet İçindeki Kirli Ortaklıklar

Türkiye’de zaman zaman devlet içinde, yasadışı organizasyonlarla iş birliği yapan gruplar ortaya çıktı. Mafya-devlet-siyaset üçgeni, bazen organize suç şebekelerinin devletin içine sızmasına zemin hazırladı.

Uyuşturucu ticareti, bazı karanlık yapıların finans kaynağı oldu.

İhale yolsuzlukları, devletin kaynaklarını belirli çevrelere aktarmak için bir araç olarak kullanıldı.

Medya manipülasyonları, bazı suç örgütlerinin üzerini kapatmak için devreye sokuldu.
Bugün de yapıldığı gibi.

Ancak devlet, zaman zaman bu kirli yapılarla mücadele etti. 2000’li yıllarda birçok suç örgütü çökertildi, FETÖ gibi yapılar temizlenmeye çalışıldı. Ancak tamamen bitmemiş olan bu ağlar, hâlâ Türkiye’nin geleceği üzerinde kara bulut gibi dolaşmaktadır.

Sonuç: Ambardaki Fareleri Temizlemenin Zamanı

Türkiye’nin geleceği, yolsuzluk, hırsızlık, rüşvet ve suç ortaklıklarının tamamen temizlenmesine bağlıdır. Sadece güvenlik güçlerinin değil, milletin de bu konuda duyarlı olması gerekir.

Devletin malına sahip çıkmak, milletin hakkını korumak demektir.

Haksız kazanç ve yolsuzluk düzenine karşı durmak, sadece bir siyasi mesele değil, ahlaki bir zorunluluktur.

Terörün finans kaynakları kesilmedikçe, bu ülkede gerçek anlamda huzur sağlanamaz.

Eğer millet olarak bu gerçekleri görmez ve sessiz kalırsak, “ambardaki fareler” ülkeyi içten içe kemirmeye devam edecektir. Ancak dürüst, ahlaklı ve vatanperver bir duruş sergilenirse, Türkiye, kaderini yeniden yazabilir.

Unutmayalım: Bir ülkeyi yıkan dış düşmanlar değil, içindeki hainlerdir. Ve esas mesele, heybedeki en büyük turpun kimde olduğunu fark edebilmektir.

GEÇ Mİ KALINDI?

Asla! Tarih, milletlerin düştüğü hatalardan ders çıkararak yeniden ayağa kalkabildiğini defalarca göstermiştir.
Türkiye içinde her ne kadar bunca yolsuzluğun büyümesi söz konusu iken hemen harekete geçilmemesi ciddi bir hata ise de, yine de geç kalınmış değildir. Ancak uyanmak, görmek ve harekete geçmek gerekir.

Haksız kazanca, yolsuzluğa ve suça ortak olanlara karşı durmak, sadece devletin değil, milletin de sorumluluğudur.

Kirli yapılar, suç şebekeleri ve devlet içindeki menfaat grupları temizlenmeden tam anlamıyla bir kalkınma sağlanamaz.

Hakikatleri konuşmaktan korkmamak, yanlışlara sessiz kalmamak gerekir.

Geç kalınmış değildir ama zaman hızla tükeniyor. Eğer millet, geçmişten ders çıkarmazsa, aynı hatalar tekrar edebilir.
Nitekim tekrar da etti.
Ancak irade, doğruluk ve cesaretle hareket edilirse, her şey değişebilir. Çünkü tarihte hiçbir millet, mücadele etmekten vazgeçtiği için kazanmadı; tam tersine, mücadele ettiği için yeniden doğdu.