KURAN-I KERİM’DE LEVH KELIMESI VE MURADİFLERİ

KURAN-I KERİM’DE LEVH KELIMESI VE MURADİFLERİ

Kur’ân-ı Kerîm’de geçen “levh” kelimesi ve onunla anlamca ilişkili (muradif) kavramlar, özellikle vahiy, yazı, korunmuşluk ve ezelî bilgi bağlamında derin manalar ihtivaeder. Aşağıda hem levh kelimesi, hem de onunla irtibatlı diğer kelimeler (muradifler) hakkında özet bir açıklama sunuyorum:

1. LEVH KELİMESİ

Levḥ (اللَّوْح) kelimesi Arapça’da “tahta, levha, yazı yazılan düz yüzey” anlamına gelir. Kur’ân’da özellikle “Levh-i Mahfûz” bağlamında geçer:

Ayet Örneği:

> “Hayır! O şanlı Kur’ân, Levh-i Mahfûz’dadır.”
(el-Burûc, 85/21-22)

Levh-i Mahfûz:

Allah’ın ezelî ilmini ve kaderi kapsayan, değişmeyen ilâhî takdiri simgeler.

Kur’ân’ın, insanların değiştiremeyeceği, korunmuş bir kaynakta sabit olduğunu belirtir.

İbn Abbas’a göre, her şeyin yazılı olduğu ilâhî bir defterdir.

2. LEVH KAVRAMININ BAŞKA GEÇTİĞİ YERLER

a. Hz. Musa’ya Verilen Levhalar:

> “Musa’ya her şeyi beyan eden, doğru yola ileten levhaları yazdık…”
(el-A’râf, 7/145)

Buradaki “levh” kelimesi, taş levhalara yazılmış olan Tevrat hükümlerini ifade eder.

Bu kullanımda levh, vahyin yazılı hali anlamında kullanılır.

3. LEVH’İN MURADİFLERİ (ANLAM BENZERLİĞİ VE YAKIN KAVRAMLAR)

a. Kitâb (كِتاب)

En yaygın muradifidir. Yazılmış şey, kitap, ilâhî yazgı anlamlarına gelir.

Kur’ân’da hem Kur’ân’ın kendisi hem de kader için kullanılır:

> “Katımızda yazılı bir Kitap’tadır.” (el-Hadîd, 57/22)

b. Ummü’l-Kitâb (أمّ الكتاب)

Ana kitap, yani Levh-i Mahfûz’un bir diğer ismidir.

Kur’ân’ın temel kaynağı olan ilâhî kader defteri.

c. Siccîn ve Illiyyîn

Kötülerin ve iyilerin amel defteri anlamında kullanılır:

Siccîn: Günahkârların amellerinin yazılı olduğu kitap (el-Mutaffifîn, 83/7-9)

Illiyyîn: Salihlerin amellerinin yazılı olduğu kitap (el-Mutaffifîn, 83/18-20)

d. Defter (دَفْتَر / صُحُف)

Sayfalar, yazılı belgeler anlamında. Peygamberlere verilen sahifeler için kullanılır:

> “İlk sahifelerde, İbrahim ve Musa’nın sahifelerinde.” (el-A’lâ, 87/18-19)

4. LEVH KAVRAMININ HİKMETİ

İlâhî bilginin sabitliğini ve değişmezliğini simgeler.

Kur’ân’ın ve diğer ilâhî kitapların ezelî bir kaynağa bağlı olduğunu bildirir.

Vahyin gelişigüzel değil, ezelî ilim doğrultusunda ve korunmuş bir kaynaktan geldiğini ifade eder.

 

 




DÜNYADA EN HAYRET EDİLECEK BİR ŞEY VARSA O DA: SOYGUNCULARI VE TERÖRÜ SAVUNANLARDIR

DÜNYADA EN HAYRET EDİLECEK BİR ŞEY VARSA O DA: SOYGUNCULARI VE TERÖRÜ SAVUNANLARDIR

İnsanlık tarihi, iyilikle kötülüğün, adaletle zulmün, hak ile batılın çatışmasıyla yoğrulmuştur. Her çağda, hakka sahip çıkanlarla birlikte, maalesef zulme alkış tutanlar da olmuştur. Ne gariptir ki, kimi zaman hakikatin en net olduğu yerde bile insanlar, göz göre göre bâtılı savunmuş; adeta şeytanın avukatlığını üstlenmişlerdir.

Bugün de öyle… Yeryüzünün birçok köşesinde kan akıyor, masumların ahı göğe yükseliyor. Terör örgütleri, sinsi planlar, kirli ellerle bir milleti bölmeye, parçalamaya, korku salmaya çalışıyor. Bu yetmezmiş gibi, bazı “aydınlar”, sözde “hak savunucuları” veya “entelektüeller” çıkıyor, soyguncuları ve karanlık yapıların yaptıklarını meşrulaştırmaya çalışıyor. Terörü ve yolsuzluğu doğrudan desteklemeseler bile, onları masum görüp ve de gösterip savunarak ona zemin hazırlayan ifadelerle, onu besleyen tavırlarla adeta bir “manevi taşeronluk” görevini üstleniyorlar.

Asıl hayret burada başlıyor:

Bir insan nasıl olur da masumları öldüren, çocukları yetim bırakan, şehirleri harabeye çeviren bir zihniyeti savunabilir? Nasıl olur da bir soyguncuya, “hakkı var” diyebilir? Hangi vicdan, hangi akıl, hangi insaf bunu kabullenebilir?

Oysa insan, yaratılışı itibariyle fıtraten hakkı sever, adaleti ister. Lakin kalp kör olmuşsa, göz hakikati göremez. Nefis firavunlaşmışsa, zalimi mazlumdan ayıramaz.

Kur’an ne diyor?
“Zulmedenlere meyletmeyin, yoksa size ateş dokunur…” (Hud Suresi, 113)

Bu ayet, sadece zalimi değil; zulme en küçük bir meyli, bir sempatiyi dahi reddediyor. Zalimden yana olmak, sadece zulmü artırmaz; insanın ruhunu da kirletir. Mazluma karşı bir vebal yükler.

**

Tarihte Firavunlar, Nemrutlar, Ebu Cehiller vardı… Onlara karşı duran Hz. Musa’lar, Hz. İbrahim’ler, Hz.Muhammed’ler (sav) vardı. Bugün de aynı tablo farklı şekillerde önümüzde duruyor. Bir yanda karanlık güçler, bir yanda onları destekleyenler… Diğer yanda ise hakkı, adaleti, selameti savunanlar…

**

Sonuç olarak:

Dünyada en hayret edilecek şey gerçekten de, soyguncuyu, zalimi, teröristi savunmak değil midir? Bu, sadece akıl tutulması değil; aynı zamanda bir ruh çöküşüdür. Bu tip tavır sahipleri, yalnızca dünyada değil, ahirette de en büyük pişmanlığı yaşayanlar olacaklardır.

Zulme karşı sessiz kalmak dahi büyük bir vebalken; ona alkış tutanların halini düşünmek bile insanın içini ürpertir.

Allah, bizleri hakikati gören, zalime değil mazluma taraf olan, adalet terazisini kaybetmeyen kullarından eylesin.




İLAHİ VUSLATA ERMEK: ŞAŞKIN RUHUN MAŞÛKA KAVUŞMA AŞKI

İLAHİ VUSLATA ERMEK: ŞAŞKIN RUHUN MAŞÛKA KAVUŞMA AŞKI

İnsan, ezelden ebede uzanan bir yolculuğun yolcusudur. Ruhlar âleminde başlayan bu serüven, dünya gurbetiyle devam eder ve hakikatin kapısına ulaşanlar için ilâhî vuslatla nihayete erer. İnsan ruhu, bu yolculukta bazen şaşkın, bazen kaybolmuş, bazen de mâşûkuna kavuşma aşkıyla yanıp tutuşan bir âşıktır.

Ruhun Garipliği: İlâhî Aşka Hasret

Ruh, yaratıldığı ilk anlardan itibaren ilâhî bir huzurun içindedir. “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” (Araf, 172) sorusuna verdiği “Evet, şahidiz” cevabı, onun aslî sevgilisinin Allah olduğunu gösterir. Ancak ruh, dünya hayatına gönderildiğinde bu hakikati unutur ve şaşkın bir hâle bürünür. Dünya, ona geçici lezzetler sunar, sahte aşklarla oyalar ve ruh, asıl sevgilisinden uzaklaştıkça büyük bir hasret çeker.

Tasavvufta bu hâl, “gariplik” olarak ifade edilir. Mevlânâ’nın ifadesiyle, “Biz bu dünyaya sığmayan bir aşkın çocuklarıyız.” Ruh, ait olduğu ilâhî âlemden uzaklaştıkça, ne dünya nimetleri ne de beşerî sevgiler onu tatmin edebilir. Çünkü onun huzuru, yalnızca Hakk’a dönüşle mümkündür.

Aşkın Ateşi: Ruhun İmtihanı

Her aşk, bir imtihanı da beraberinde getirir. İlâhî aşka ulaşmak isteyen ruh, nefsin ve dünyanın türlü tuzaklarıyla karşı karşıya kalır. Nefis, onu dünya sevgisine çeker; şeytan, ona gafleti süslü gösterir. Ancak hakikati arayan bir âşık, bu engelleri aşarak yoluna devam eder.

İlâhî aşka erişmek isteyenlerin yolu çile ve sabırla döşelidir. Nitekim Yunus Emre’nin dediği gibi:

“Aşkın aldı benden beni, Bana seni gerek seni…”

Bu, benlikten sıyrılmanın, nefsî arzuların ötesine geçmenin ve sadece Allah’a yönelmenin ifadesidir. Gerçek aşk, nefsin putlarını yıkmak ve ruhu Hakk’a yöneltmektir.

Vuslatın Kapısı: Fâniden Bâkiye Yolculuk

İlâhî vuslat, ancak fânî olanın perde olduğunu idrak etmekle mümkündür. Ruh, kendini ne kadar dünyaya kaptırırsa, o kadar şaşkın ve huzursuz olur. Fakat Allah’ı bulan bir âşık, her şeyin O’nun bir tecellisi olduğunu anlar. Artık ayrılık ve korku kalmaz, çünkü her şey O’ndandır ve O’na dönecektir.

Tasavvufta bu hâl, “fenâ fillâh” yani Allah’ta yok olma olarak ifade edilir. Kişi, kendi varlığını unutup yalnızca Allah’ın varlığında kendini bulduğunda, hakikî vuslata ermiş olur. Bu noktada, artık âşık da mâşûk da birdir; çünkü aşkın hakikati Allah’tır.

Mevlânâ’nın ifadesiyle:

“Ayrılıktan şikâyet eden ney gibi ol, Çünkü onun sesi, vuslatın hasretidir.”

Son Söz: Ruhun Sonsuz Aşkı

Ruhun kemale erme serüveni, aslında ilâhî vuslata erme aşkıdır. Şaşkın ve garip olan ruh, mâşûkunu bulduğunda hakikî huzura erer. Asıl saadet, ruhun dünya gurbetinden sıyrılarak, ezelî sevgilisine dönmesiyle mümkündür.

Bu aşk, insanın yaratılış gayesidir; çünkü insan, Allah’ı tanımak, O’nu sevmek ve O’na kavuşmak için yaratılmıştır. Dünyadaki tüm aşklar, aslında ilâhî aşkın birer gölgesidir. Asıl vuslat, insanın benliğini terk edip Rabbine tam bir teslimiyetle yönelmesidir.

Ve işte o an, şaşkın ruh huzur bulur, ilâhî vuslat gerçekleşir ve aşk, gerçek sahibine kavuşur…

 

 




RABBİNİ ARAYAN RUH : KENDİNİ BULAN VE BİLEN NEFİS

RABBİNİ ARAYAN RUH : KENDİNİ BULAN VE BİLEN NEFİS

Her insan, doğuştan itibaren kendini ve Rabbi’ni arayan bir yolcudur. Bazen bu yolculuk bilinçsizce, bazen de iradi bir yönelişle gerçekleşir. Ruh, özüne dönmek, kendisini tanımak ve Rabbi’ne ulaşmak ister. Ancak nefis, kimi zaman bu yolculuğu sekteye uğratır, kimi zaman da ruhun olgunlaşmasını sağlayan bir vesile olur. İşte bu büyük arayışın hikmet dolu bir serencamı…

Hakikati Arayan Ruh

İnsan ruhu, dünya hayatına bir misafir olarak gönderilmiştir. Kendi varlığının mahiyetini keşfetmek ve Rabbi’ni tanımak için var edilmiştir. Tıpkı bir yolcunun menziline ulaşmak için doğru yolları araştırması gibi, ruh da kalbinde bir boşluk hisseder ve onu ancak Hakikat ile doldurabilir.

Ne zaman ki insan, yaratılış gayesini idrak eder, işte o zaman gerçek huzuru ve kemali yakalamaya başlar. Zira bir şeyi bilmenin en büyük anahtarı, önce onun varlığını sorgulamaktır. Ruh, kendisini sorguladıkça Rabbi’ne yönelir; Rabbi’ne yöneldikçe de kendini tanımaya başlar.

Nefisle Olan Mücadele

Nefis, insanın iç dünyasında hem en büyük düşman hem de en büyük öğretmendir. Zira nefis, dünyaya ve maddi hazlara düşkünlüğü ile ruhu köreltmek ister. Fakat bu mücadele, insanın kendini tanımasını ve Rabbi’ni bulmasını sağlayan bir sınavdır. Buu hakikatin sırrı şurada saklıdır: “Nefsini bilen, Rabbini bilir.”

İnsan nefsi, ilk aşamada daima bencil, aceleci ve doyumsuz bir yapıdadır. Ancak tefekkür, ibadet ve muhasebe ile nefis terbiye edildikçe insan, ruhunun sesini daha net duymaya başlar. Hz. Mevlânâ bu hakikati ne güzel dile getirir:

“Nefsin, sana düşmandır. Eğer sen ona köle olursan, o senin efendin olur. Ama eğer ona efendi olursan, o senin hizmetçin olur.”

Gerçekten de nefsi terbiye eden insan, Rabbi’ne daha yakın olur. Nefsiyle barışan kişi, kalbinin huzurunu bulur. Çünkü insanın en büyük cihadı, kendisiyle olan mücadelesidir.

Marifetullah Yolculuğu

İnsan, kendisini tanıdıkça Rabbi’ni tanır. Kendi acizliğini idrak ettikçe, Rabb’inin kudretini fark eder. Hz. Yunus Emre’nin dediği gibi:

“İlim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir; Sen kendini bilmezsin, ya nice okumaktır?”

Marifetullah yani Allah’ı bilme hali, yalnızca ilim ile değil, kalp ve ruhun ihlaslı arayışıyla mümkündür. Allah’ı hakkıyla tanıyan bir insan, dünya nimetlerine meyletmez, benlikten sıyrılır ve kulluğun hakikatine erişir. Kalbi, dünyevî arzulardan arındıkça, iç huzuru ve sonsuz bir mutluluk hali onu kuşatır.

Hakikati Bulan Nefis

Nefis, Rabbi’ni tanıdığında, artık huzurun zirvesine ulaşır. Kur’an-ı Kerim’de bu hakikat şöyle anlatılır:

> “Ey huzura ermiş nefis! Sen O’ndan razı, O da senden razı olarak Rabbine dön!” (Fecr Suresi, 27-28)

Bu ayet, nefis terbiyesinin ve Rabbi’ni bulan insanın ulaşacağı en yüksek makamı işaret eder. Nefis, Rabbine teslim olduğu zaman, ruh en yüce gayesine erişmiş olur. Artık dünya ve içindeki her şey, onun gözünde Hak yolunda birer araçtan ibarettir.

Sonuç

İnsan, Rabbini aradıkça kendisini, kendisini tanıdıkça da Rabbini bulur. Hakikate ulaşan nefis, gerçek saadeti tadar ve dünya hayatının aldatıcılığına kapılmaz. Kalbi, ilahi aşkla dolup taşar, ruhu ise ebedi bir huzura erer. Rabbini arayan bir ruhun serüveni, en nihayetinde kendisini bulan ve bilen bir nefisle sonuçlanır. Çünkü insanın varoluş gayesi, Rabbini tanımak ve O’na yönelmektir.




HIRÇIN ZİHNİYETİN TARİHİ: TÜRKİYE’DE MİLLETLE ÇATIŞAN BİR KESİMİN SERENCAMI

HIRÇIN ZİHNİYETİN TARİHİ: TÜRKİYE’DE MİLLETLE ÇATIŞAN BİR KESİMİN SERENCAMI

TÜRKİYE’DE 100-150 YILDIR DEVLETLE -MİLLETLE VE MİLLETİN İNANCIYLA ÇATIŞAN, ÇATIŞMADAN BESLENEN VE KENDİNİ SOLCU İLAN EDEN HIRÇIN VE SALDIRGAN VE DE KISIR BOZUK BİR ZİHNİYET VE KESİM MEVCUT

Türkiye, son iki asırdır büyük bir değişim ve dönüşüm mücadelesi içinde olmuştur. Bu mücadelenin en sancılı boyutlarından biri ise, devlet ile milletin değerleri arasında zaman zaman yaşanan kopuşlar ve çatışmalardır. Bu çatışmaların merkezinde ise, kendisini “aydın” ve “ilerici” olarak tanımlayan fakat milletin inançlarıyla, örfüyle, tarihiyle barışık olmayan, hatta onlara karşı savaş açan bir kesim bulunmaktadır. Bu kesim, çoğu zaman solcu ya da seküler kimlik altında örgütlenmiş; fakat özünde milletin ruh köküne yabancı, hırçın, saldırgan ve bozguncu bir zihniyeti temsil etmiştir.

Tanzimat’tan Günümüze: Batı Hayranlığının Gölgesinde

Bu kesimin temelleri, Osmanlı’nın son döneminde, Tanzimat ve Islahat Fermanlarıyla atıldı. Devleti kurtarmak adına Batı’nın her türlü yapısını sorgusuzca taklit eden bir elit zümre oluştu. Bu zümre, zamanla Batı’nın teknolojisini değil, kültürünü ve din dışı yaşam tarzını benimseyerek, kendi halkına tepeden bakan bir pozisyona savruldu.

II. Abdülhamid Han, bu zihniyeti bir nebze olsun frenlemeye çalıştı. Fakat 1908’de İttihat ve Terakki’nin iktidara gelişiyle birlikte, halktan kopuk bu kadro tekrar ön plana çıktı. “Halka rağmen halk için” anlayışı, bu zihniyetin şiarı haline geldi.

Cumhuriyet Dönemi: Devlet Eliyle Dayatılan Devrimler

Cumhuriyet’in ilk yıllarında yapılan inkılapların önemli bir kısmı, halkın hazır olmadığı ve istemediği halde, yukarıdan aşağıya zorla uygulandı. Tek parti döneminde ezan Türkçeleştirildi, Kur’an yasaklandı, din eğitimi kaldırıldı. Bu dönemde milletin inanç dünyası adeta harabeye çevrildi. Tüm bu uygulamalar, bir “ilericilik” maskesi altında, halkın köklerinden koparılmasını hedefliyordu.

Bu kesim, halkın inancına “irtica”, kendi ideolojisine ise “çağdaşlık” adını verdi. Oysa ne yazık ki bu ilericilik söylemi, çoğu zaman hakikatte bir gericilikten öteye geçemedi. Milletin değerlerine düşmanlık eden bu zihniyet, sadece dine değil, aynı zamanda geleneklere, aile yapısına ve tarih bilincine de savaş açtı.

27 Mayıs, 12 Eylül ve 28 Şubat: Darbeler ve Müdahalelerle Beslenen Zihniyet

Bu zihniyetin en çok beslendiği dönemler, Türkiye’deki askerî darbeler olmuştur. 1960, 1980 ve 1997 yıllarında yapılan müdahaleler, daima halkın iradesine karşı yapılmış; ve her seferinde bu elitist kesimi iktidara taşımıştır. Milletin oylarıyla başa gelen hükümetler “irtica” bahanesiyle alaşağı edilirken, halktan kopuk bir bürokratik oligarşi yeniden şekillenmiştir.

Sol kisvesi altında konuşan bu zümre, her zaman halkın değerlerine mesafeli durmuş, özellikle dinî yaşantıyı hedef almıştır. Ancak ne gariptir ki, bu zihniyet hiçbir zaman kalıcı bir çözüm, vizyon veya üretim modeli ortaya koyamamış; sadece çatışma, kutuplaşma ve yasaklardan beslenmiştir.

Modern Dönemde Değişen Toplum, Değişmeyen Zihniyet

2000’li yıllarda millet iradesinin güçlenmesiyle birlikte bu kesim yavaş yavaş toplumda marjinalleşmeye başladı. Fakat sosyal medya gibi yeni mecralarla tekrar sesini duyurur hale geldi. Bugün hâlâ bu zihniyet, dinî değerleri aşağılamayı, mukaddesatla alay etmeyi “özgürlük” zannetmekte; inanan insanları küçümsemeyi “aydınlanma” olarak sunmaktadır.

Sonuç: Asıl İlericilik, Milletle Bütünleşebilmektir

Gerçek ilericilik, milleti anlamaktan ve onun değerlerine saygı duymaktan geçer. 100 yıldır bu topraklarda milletle çatışan, onun inancına düşmanlık eden bu zihniyet artık iflas etmiştir. Kendi halkını tanımayan, onunla kavga eden bir anlayış ne entelektüel olabilir, ne de ilerici. Asıl çözüm, milletle barışmak, tarihî ve manevî köklerle yeniden bağ kurmaktır.

Tarihten ibret alınmalı, bu bozuk ve kısır zihniyetin artık toplumsal barışa ve gelişmeye engel olduğu açıkça görülmelidir. Türkiye’nin geleceği, halkıyla çatışan değil, halkıyla bütünleşen bir anlayışla şekillenmelidir.

*************  

BAK:

https://chatgpt.com/share/67ef4529-425c-800b-9c17-8d17af3dec32

 




KUR’AN-I KERİM-DE TEMSİLLER

KUR’AN-I KERİM-DE TEMSİLLER

“Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan, hakikatleri durub-u emsal ile beyan ediyor. Çünkü daire-i uluhiyete ait hakaik-i mücerrede, daire-i mümkinatta ancak misaller ile temessül ve tavazzuh eder. Mümkin ve miskin olan insan da daire-i imkânda misallere bakarak, fevkinde bulunan daire-i vücubun şuunatını, ahvalini düşünür.”
Mesnevî-i Nuriye

Bu mesele, Kur’an-ı Kerim’in insanlara hakikatleri anlatma yöntemlerinden biri olan temsil (benzetme, misalle açıklama) üslubuna işaret etmektedir. Kur’an’da soyut ve derin hakikatlerin, insanların daha iyi anlayabilmesi için somut örneklerle açıklanması hikmetli bir metottur.

Kur’an’da Temsil ve Hikmeti

Kur’an, insanın akıl, idrak ve hayal sınırlarını gözeterek, ilahi hakikatleri misallerle anlatır. Zira insan, soyut kavramları doğrudan idrak etmekte zorlanır. İşte bu sebeple Kur’an, birçok ayette temsil üslubunu kullanarak, Allah’ın kudretini, hikmetini, ahireti ve gaybi meseleleri açıklamıştır.

Konuyla İlgili Ayetler

1. “Allah, hakikati açıklamak için size misaller verir…”
(İbrahim Suresi, 24-25)
Bu ayetlerde iman hakikatleri bir ağaca benzetilir. “Güzel bir söz” kökü sağlam, dalları göğe yükselen, meyve veren bir ağaç gibidir. Burada, imanın ve hakikatin nasıl büyüyüp geliştiği ve meyve verdiği anlatılır.

2. “Şüphesiz biz bu Kur’an’da insanlar için her türlü misali verdik ki düşünüp öğüt alsınlar.”
(Zümer Suresi, 27)
Bu ayet, Kur’an’ın hikmetle örnekler verdiğini ve insanların bunlar üzerinde tefekkür etmesi gerektiğini bildirir.

3. “Allah, bir sivrisineği yahut ondan daha küçük bir şeyi misal vermekten çekinmez. İman edenler, onun Rablerinden gelen bir gerçek olduğunu bilirler…”
(Bakara Suresi, 26)
Burada, Allah’ın en küçük varlıklarla bile büyük hakikatleri açıklayabileceği ifade edilir. İnsan, bu küçük misallerden büyük dersler çıkarabilir.

4. “O, karada ve denizde yolunuzu bulmanızı sağlayandır. Biz, delilleri ayrıntılı bir şekilde açıklayan ayetler indirdik ki, düşünesiniz.”
(En’am Suresi, 97)
Bu ayet, Allah’ın kudretinin anlaşılması için kevni ayetlerin misal olarak gösterildiğini belirtir.

Hikmet Açısından İzahı

Kur’an’daki misaller, insanın idrak kabiliyetine hitap eden birer eğitim metodudur. Soyut ve gaybi hakikatler, ancak insanın anlayabileceği somut misallerle zihninde canlanır. Bu, Allah’ın rahmet ve hikmetinin bir tecellisidir.

Mesnevî-i Nuriye’de geçen ifadeyle bağlantı kurarsak:

Daire-i Uluhiyet (Allah’ın Zatı ve sıfatları), insanın idrak sınırlarının ötesindedir.

Daire-i Mümkinat (yaratılmış âlem) içinde ise misaller aracılığıyla Allah’ın hakikatleri yansıtılır.

İnsan, bu misallere bakarak Allah’ın şuunatını (iş ve fiillerini), sıfatlarını ve ahirete dair meseleleri kavrayabilir.

Sonuç olarak, Kur’an’ın misallerle hakikatleri anlatması, insanların doğru anlamasını kolaylaştıran ilahi bir hikmet gereğidir. İnsan, temsil ve teşbihler sayesinde metafizik hakikatleri zihninde daha iyi şekillendirebilir ve böylece imanını güçlendirebilir.

 

 




O’NUN YÜCELİĞİ ZATINA PERDE OLMUŞ

O’NUN YÜCELİĞİ ZATINA PERDE OLMUŞ

Ey Şiddet-i Zuhurundan Gizlenmiş ve Ey Azamet-i Kibriyasından İstitar Etmiş Olan Zât-ı Akdes!

İnsan, sınırlı aklı ve idrakiyle sonsuz olanı kavrayamaz. Varlık âleminde her şey O’nun kudretinin bir nişanesi olduğu hâlde, gözler O’nu göremez; gönüller O’nu tam manasıyla idrak edemez. Çünkü O, şiddet-i zuhurundan gizlenmiştir ve azamet-i kibriyasından istitar etmiştir. İşte bu, Cenâb-ı Hakk’ın en büyük sırlarından biridir: O, en açık olduğu hâlde en gizli, en zahir olduğu hâlde en bâtındır.

Şiddet-i Zuhur: En Açık Olanın En Gizli Olması

Güneş, ışığının parlaklığı sebebiyle gözle doğrudan görülemez. Çok yakından bakmaya çalışan gözler, onun azametli ışığı karşısında kamaşır, onu net göremez. İşte Allah Teâlâ da böyledir. O’nun varlığı, kâinatta öyle zahirdir ki, insanlar bu büyük aşikârlık içinde O’nu göremez hâle gelirler. Çünkü göz, alıştığı şeyi seçmekte zorlanır. Nitekim bir balık, denizin farkında olmadan yaşar; insan da çoğu zaman Allah’ın varlığını ve kudretini fark etmeden hayatını sürdürür.

Kur’an-ı Kerim’de buyurulur:

> “Gözler O’nu idrak edemez; O ise gözleri idrak eder.” (En’âm, 103)

İnsan gözü, Allah’ın varlığını doğrudan göremez, ancak O’nun eserlerini, kudret tecellilerini müşahede edebilir. Kâinattaki her varlık, O’nun bir nişanesi, bir ayetidir. Ancak gaflet perdesi, bu ayetleri görmekten insanı alıkoyar. İşte bu yüzden Allah, şiddet-i zuhurundan gizlenmiştir.

Azamet-i Kibriyadan İstitar: Sonsuz Büyüklüğün Perdesi

Allah Teâlâ’nın büyüklüğü, azameti ve kibriyası o kadar yücedir ki, insan aklı ve kalbi O’nu tam anlamıyla kuşatamaz. Küçük bir damla, okyanusu içine sığdıramadığı gibi, insanın idraki de Allah’ın sonsuzluğunu kavrayamaz. İşte bu yüzden, O’nun yüceliği bir perde olmuş, insan O’nu görmeyi dahi tahayyül edemez.

Hz. Musa (a.s), Allah’ı doğrudan görmek istemiş, ancak Rabbimiz ona dağın misalini vermiştir:

> “Ya Musa! Sen Beni asla göremezsin. Fakat şu dağa bak, eğer o yerinde durursa, o zaman Beni görebileceksin!” (A’râf, 143)

İnsan, Allah’ın azameti karşısında ancak O’nun yarattıklarına bakarak bir idrak yolculuğuna çıkabilir. O’nun büyüklüğünü doğrudan kavrayamaz, ama O’nun sanatını görerek Rabbini tanıyabilir.

Gizli Olanı Bulmak: Kalbin Keşfi

Allah, gözlerden gizlenmiştir ama kalplerin derinliklerinde sezilir. O, akılla değil, kalbin marifetiyle tanınır. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî bu gerçeği şöyle ifade eder:

> “Gözle gördüğün her şey, Allah’tan bir işarettir. Eğer basiretin varsa, her şeyin ardında O’nu görebilirsin.”

Nitekim Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurulur:

> “Biz insana şah damarından daha yakınız.” (Kâf, 16)

İnsan, Allah’tan uzak olduğunu sandığı anlarda bile aslında O’na en yakın hâlindedir. Çünkü O, her şeyi sarıp kuşatandır. Ancak insanın gözü dünyaya, kalbi masivaya (Allah’tan gayrı şeylere) meylettiğinde, O’nu fark edemez.

Sonuç: Görmeden Tanımak, Bilmeyerek Sezmek

Allah Teâlâ, en zahir olduğu hâlde en gizlidir. O’nu tanımak, O’nu görmekle değil, O’nu hissetmek ve O’na inanmakla mümkündür. Gözler, O’nu doğrudan göremese de, kalp O’nu idrak edebilir. İşte hakiki iman, O’nu görmeden inanmak, bilmeden sezmek, göze değil, kalbe güvenmektir. Ve en büyük dua şudur:

> Ey Rabbim! Şiddet-i zuhurundan gizlenmiş, azamet-i kibriyasından istitar etmiş olan Zât-ı Akdes! Bizi hakiki marifetinle şereflendir! Kalplerimizi kendi nurunla nurlandır! Seni unutmaktan bizi muhafaza eyle!




KURAN-I KERİM EZELDEN GELMİŞ EBEDE GİTMEKTEDİR

KURAN-I KERİM EZELDEN GELMİŞ EBEDE GİTMEKTEDİR

Kuran-ı Kerim, “zahiren bir kitap şeklinde ise de, ihtiva ettiği fünun ve ulüm cihetiyle binlerce kitap hükmündedir.” Nasıl ve ne demektir? İlim ve Hikmet cihetleri?

Bu cümle, Kur’ân-ı Kerîm’in yalnızca dış görünüşü itibariyle bir kitap gibi görünse de, içinde taşıdığı ilim, hikmet ve hakikatler bakımından sayısız kitap değerinde olduğu anlamına gelir. Şimdi bu ifadeye gelince:

1. “Zahiren bir kitap şeklinde” ne demektir?

Kur’ân-ı Kerîm, şekil olarak 6000 küsur ayetten oluşan, ciltli bir kitap gibi görünür. Okuyan biri, zahiren Arapça kelimelerden oluşan bir metin, yani normal bir kitap gibi anlayabilir. Fakat bu yalnızca zahirdir—yani görünen, yüzeyde olan kısımdır.

2. “İhtiva ettiği fünun ve ulüm cihetiyle binlerce kitap hükmündedir” ne demek?

Buradaki “fünun” (çoğulu: fen), ilimlerin dallarını; “ulûm” ise genel olarak ilimleri ifade eder. Kur’an yalnızca dini bir kitap değil, aynı zamanda şu alanlarda derin muhtevaları barındırır:

a) Akaid ve Kelam İlimleri:

Allah’ın varlığı, birliği, sıfatları, ahiret, melekler gibi iman esasları detaylı şekilde ele alınır. Kelam kitapları Kur’an’ın bu yönünü açmakla meşguldür.

b) Fıkıh (İslam Hukuku):

Kur’an’da ibadet, muamelat, ahlak ve sosyal hukukla ilgili yüzlerce ayet vardır. Bu ayetler üzerine binlerce fıkıh kitabı yazılmıştır.

c) Tarih ve Kıssalar:

Hz. Âdem’den Hz. Muhammed’e kadar pek çok peygamberin kıssası, ibret ve hikmet dolu şekilde anlatılır. Tarihi bir ders ve sosyal psikoloji açısından da zengindir.

d) Ahlak ve Terbiye:

Kur’an, bireyin iç dünyasını ıslah edecek derin ahlaki ilkeler ihtiva eder. Tasavvuf, ahlak ilmi ve psikoloji burada Kur’an’a yaslanır.

e) Sosyoloji ve Toplum Mühendisliği:

Toplumların nasıl bozulduğu, hangi ahlaki hastalıklarla çöktüğü ve nasıl düzelebileceği Kur’an’da sosyal örneklerle işlenir.

f) Edebiyat ve Belagat:

Kur’an’ın üslubu öyle güçlüdür ki, Arap edebiyatının zirvesi kabul edilir. Belagat ilmi Kur’an’a göre şekillenmiştir.

g) Fenni ve Kozmik İşaretler:

Evrenin yaratılışı, yerin ve göklerin yapısı, insanın yaratılışı gibi konular bilimsel işaretler taşır. Bu ayetler ilham verici niteliktedir.

3. Hikmet cihetiyle bakıldığında:

Hikmet, her şeyin yerli yerince olması, gayeye hizmet etmesi ve derin bir anlam taşıması demektir. Kur’an’daki her ayet, bazen birkaç kelimeyle çok derin anlamlar taşır. Mesela:

“Ve mâ halaktul cinne vel inse illâ li ya’budûn” (Zâriyât, 56): İnsan ve cinlerin yaratılış gayesini bir cümleyle bildirir.

“İnne ma’al usri yusrâ” (İnşirah, 6): Her zorluğun ardından bir kolaylık vardır diyerek insan psikolojisini teselli eder.

Kur’an’ın her ayetinde hem zahiri bir anlam, hem batıni hikmetler bulunur. Bu yönüyle, sadece bir bilgi değil, hikmetle yoğrulmuş ilimdir.

Sonuç:

Kur’an-ı Kerîm, dışarıdan bakıldığında tek bir kitap gibi görünse de, içerisinde:

İman esaslarını açıklayan kelam kitapları,

İbadet ve hukuk sistemini kuran fıkıh külliyatları,

Peygamberler tarihi ve ümmet dersleri barındıran tarih kitapları,

Edebi zirvede bir belagat numunesi,

İnsanı ahlak ve ruh yönüyle terbiye eden tasavvuf eserleri,

Bilime ve kainat tasavvuruna kapı açan ayetlerle bilim kitapları gibi binlerce alanı kapsar.

Bu yüzden “Kur’an, ihtiva ettiği ilimler yönüyle binlerce kitap hükmündedir” denmiştir.

@@@@@@@

“Kur’an Tek Kitap mı, Yoksa Binlerce Kitap mı? – İlmin ve Hikmetin Kaynağı”

> Dışarıdan bakınca bir kitap gibi durur… Sayfalar, ayetler, sûreler…
Ama aslında Kur’an, bir kâinattır.
Zira onun içinde;
Hem Kelam var, hem hukuk…
Hem tarih var, hem psikoloji…
Hem edebiyat var, hem bilim…
Hem ilim var, hem hikmet…
Kur’an-ı Kerim zahiren bir kitap görünümündedir,
Fakat ihtiva ettiği ilim ve hikmetler yönüyle,
Binlerce kitap hükmündedir…

Bölüm 1: Kur’an Neden Sadece Bir Kitap Değildir?

> Kur’an-ı Kerîm, şekil olarak 6000 küsur ayetten oluşan bir metindir.
Lakin içerisinde iman esasları, hukuk kuralları, ahlak ilkeleri, sosyal yapılar ve kainat sırları vardır.
Onun her bir ayeti; kelam, fıkıh, tasavvuf, edebiyat ve tarih gibi ilim dallarına açılan bir kapıdır.

Bölüm 2: Kur’an’daki İlimler –

Akaid (Kelam):
“Allah birdir, doğmamış ve doğurmamıştır…” (İhlâs Sûresi)
– Bu tek cümle, yüzlerce sayfalık tevhid akidesini özetler.

Fıkıh:
“Namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin…”
– İbadetin özünü ve sosyal yardımlaşmayı emreder.

Tarih:
Hz. Musa ve Firavun kıssası, toplumların yükseliş ve çöküş nedenlerini ibretle sunar.

Ahlak ve Psikoloji:
“Öfkeni yut, affet…”
– Kalbin terbiyesi ve insan ilişkilerinin anahtarı.

Edebiyat ve Belagat:
Tek bir ayetle bin anlamı hatırlatan ifade gücü, insan sözüyle yarışılmaz düzeyde.

Bölüm 3: Kur’an’da Hikmetin Derinliği

> Her kelime yerli yerinde, her emir bir maksada yöneliktir.
Kur’an’da rastgelelik yoktur.
Ayetler, hem bireyi hem toplumu inşa eder.
Onun hikmeti; hem akla hitap eder, hem kalbe şifa olur.

> “Kur’an, ilimle nurlandırır, hikmetle ısıtır.”

> Kur’an, sadece okunmak için değil, yaşanmak için indirilmiştir.
O, binlerce kitabı tek bir ciltte toplayan ilahi bir ansiklopedidir.
Ve her okunuşta, yeniden keşfedilmeyi bekler…

@@@@@###

Kur’ân-ı Kerîm: Tek Kitap Görünümlü Binlerce Kitap

“Kur’ân zahiren bir kitap şeklinde ise de, ihtiva ettiği fünun ve ulûm cihetiyle binlerce kitap hükmündedir.”
(Bediüzzaman Said Nursî)

Kur’ân-ı Kerîm, dış görünüş itibariyle 6000’den fazla ayetten oluşan bir kitaptır. Ancak bu zahiri görüntünün ötesinde, içinde barındırdığı ilimler, hikmetler ve mana derinlikleriyle, aslında bir ilim ve marifet okyanusu gibidir. Her bir ayet, birden fazla ilim dalına kapı aralayacak niteliktedir.

1. Kur’ân’daki İlimlerin Zenginliği

Kur’ân, yalnızca bir din kitabı değil; aynı zamanda insanın ruhunu, aklını ve toplumunu inşa eden çok yönlü bir rehberdir.

Akaid (İnanç Esasları):

Tevhid, nübüvvet, ahiret gibi temel iman esasları, Kur’ân’ın özünü oluşturur. İhlâs Sûresi, Allah’ın birliğini ve eşsizliğini yalnızca dört ayetle ortaya koyar.

Fıkıh (İslam Hukuku):

Namaz, oruç, zekât, hac gibi ibadetlerin yanı sıra evlilik, miras, ticaret gibi sosyal düzenlemelere dair yüzlerce hüküm ihtiva eder.

Tarih ve Kıssalar:

Kur’ân’da anlatılan peygamber kıssaları, geçmiş ümmetlerin hâlini ve akıbetlerini ibretle sunar. Bu kıssalar hem tarihî hem sosyolojik bir arka plana sahiptir.

Ahlak ve Terbiye:

Kur’ân, sadece ne yapılacağını değil, nasıl yapılacağını da öğretir. Sabır, affetme, tevazu, merhamet gibi evrensel ahlakî değerler, bireyin ruhunu arındırır.

Edebiyat ve Belagat:

Kur’ân’ın ifade tarzı, beşerî kelamı aşan bir üslup taşır. Kısa bir ayet dahi sayfalarca mana taşır. Belagat ilmi Kur’ân’a dayanır.

Fenni İşaretler:

Evrenin yaratılışı, yerin ve göklerin yapısı, insan embriyosunun gelişimi gibi konularda bilimsel hakikatlere işaret eden ayetler, Kur’ân’ın çağlar üstü bir kitap olduğunu gösterir.

2. Kur’ân’da Hikmetin Derinliği

Kur’ân’daki her emir, her yasak, her anlatım, bir hikmet üzere kuruludur. Hikmet, “bir şeyin yerli yerince ve gayesine uygun olması”dır. Kur’ân’da hiçbir şey gelişi güzel değildir.

“Ve mâ halaktul cinne vel inse illâ li ya‘budûn”
(Zâriyât, 56): İnsan ve cinlerin yaratılış gayesini bir cümleyle özetler.

“İnne ma’al usri yusrâ”
(İnşirah, 6): Zorluklarla birlikte kolaylıkların geleceğini bildirerek psikolojik destek verir.

Kur’ân, aklı işletir, kalbi aydınlatır, toplumu ıslah eder. Her bir ayeti, hem bireyin iç dünyasına, hem de toplumların gidişatına yön verir.

3. Kur’ân: Ciltlenmiş Bir Kâinat Kitabı

Kur’ân bir yönüyle, Allah’ın insanlığa gönderdiği sonsuz hikmetli bir mektuptur. Onun her bir sayfası; gökyüzünü, arzı, insanı ve hayatı anlatan birer bölüm gibidir.

Kur’ân’a derinlemesine bakan bir âlim; kelam, fıkıh, tasavvuf, sosyoloji, psikoloji ve hatta astronomi alanlarında kitaplar yazabilir. Çünkü Kur’ân, bu ilimlerin ana kaynaklarına işaret eder.

Bu yüzden “Kur’ân bir kitaptır; ama içinde binlerce kitap barındırır” denmiştir.

Sonuç: Kur’ân Her Çağda Yeniden Okunmalı

Kur’ân-ı Kerîm, sadece okunacak değil, düşünülerek yaşanacak bir kitaptır. Onun ilim yönü, aklı doyurur; hikmet yönü, kalbi aydınlatır.

Onu ne kadar çok okursak, o kadar çok keşfederiz. Çünkü Kur’ân, her asra ve her insana, ayrı ayrı hitap eden bir sonsuzluk mesajıdır.




KURAN-I KERİM’DEKİ BELAĞAT CİHETLERİ

KURAN-I KERİM’DEKİ BELAĞAT CİHETLERİ

Elbette, Kur’ân-ı Kerîm’deki belâgat cihetlerini örnekleriyle açıklayayım. Kur’ân’ın i‘câzı (mu’cize oluşu), büyük ölçüde onun belâgat yönünden kaynaklanır. Belâgat, sözün en güzel, etkili ve yerinde bir şekilde söylenmesi demektir. Araplar en fasih konuşan kavim olmalarına rağmen Kur’ân karşısında hayran kalmışlardır.

Aşağıda Kur’an’daki belli başlı belâgat cihetlerini örnekleriyle açıklıyorum:

1. Fesahat (Dilin Açıklığı ve Akıcılığı)

Fesahat, kelimelerin doğru ve yerinde kullanılmasıdır. Kur’an’da her kelime tam yerine oturur.

Örnek:

“Veş-şemsî ve ḍuḥâhâ” (Şems, 91/1)

> “Güneşe ve onun kuşluk vaktine andolsun.”
Burada “ḍuḥâ” kelimesi (kuşluk vakti), güneşin en parlak olduğu anı anlatır. Güneşin en etkileyici haline dikkat çekilmiştir. Kelimenin seçimi olağanüstü isabetlidir.

2. Tasnîf (Sınıflandırma ve Ayırma)

Kur’an, muhatabın zihnine hitap edecek şekilde konuları net ve sistemli şekilde sınıflandırır.

Örnek:

“İnnel ebrâre lefî na’îm. Ve innel füccâre lefî cehîm.” (İnfitâr, 82/13-14)

> “Şüphesiz iyiler nimetler içindedir, kötüler ise cehennemdedir.”
İyiler ve kötüler iki zıt sınıf olarak kısa ama etkili şekilde sunulmuştur. Her iki taraf için kullanılan ahenkli kelimeler, zihne kolay yerleşir.

3. İcaz (Az sözle çok anlam)

Kur’an az kelimeyle çok derin anlamlar taşır. Bu da onun belâgat mucizesidir.

Örnek:

“Ve men ya’mel miskâle zerretin hayran yerah. Ve men ya’mel miskâle zerretin şerren yerah.” (Zilzal, 99/7-8)

> “Kim zerre kadar hayır işlerse onu görür. Kim zerre kadar şer işlerse onu görür.”
Sadece iki kısa cümleyle sorumluluk, ilahi adalet, hesap günü gibi büyük hakikatler ifade edilmiştir.

4. Teshîl (Kolay anlaşılır kılma)

Kur’an, en derin meseleleri bile sade ve kolay anlaşılır şekilde ifade eder.

Örnek:

“Allâhullezî halaka seb’a semâvâtin ve minel ardı mislehunne.” (Talak, 65/12)

> “Allah, yedi göğü ve yerden de onların benzerini yaratandır.”
“Mislehunne” ifadesiyle gökler ve yer arasında benzerlik kurulmuş, büyük kozmik hakikat sade bir anlatımla sunulmuştur.

5. Mecaz ve Teşbih (Benzetmeler ve İstiareler)

Kur’an’da hakikatler mecaz ve benzetmelerle çok etkileyici biçimde anlatılır.

Örnek:

“Meselüllezîne yunfikûne emvâlehum fî sebîlillâhi ke-meseli habbetin enbetet seb’a senâbile, fî kulli sunbulatin mi’atu habbe.” (Bakara, 2/261)

> “Allah yolunda mallarını harcayanların hali, yedi başak bitiren bir tohuma benzer. Her başakta yüz tane vardır.”
Müminin yaptığı hayır, bir tohuma benzetilmiş. Böylece kat kat sevap mecazla anlatılmıştır.

6. Münâsebet (Bağlantı ve Ahenk)

Ayetteki kelimeler sadece anlam olarak değil, ahenk ve ses uyumu yönüyle de birbirine bağlıdır.

Örnek:

“Elhâkumut-tekâsur. Hattâ zurtumul-mekâbir.” (Tekâsür, 102/1-2)

> “Çokluk yarışı sizi o kadar oyaladı ki, sonunda kabirleri ziyaret ettiniz.”
“Tekâsur” ve “mekâbir” kelimeleri hem anlam hem ses olarak birbiriyle uyumlu. Okuyana hem mânâ hem musiki verir.

 

 




MA’RUFU MEÇHUL OLAN ALLAH

MA’RUFU MEÇHUL OLAN ALLAH

“Sübhâneke mâ arafnâke hakka ma’rifetike yâ Ma’rûf
Sübhansın, Seni tesbih ederiz. Bizler Seni hakkıyla tanıyamadık ey Mâruf!”

İnsan, doğduğu günden itibaren içinde bir arayışla yaşar. Kalbinde, aklında, ruhunda bir boşluk hisseder. Bazen bu boşluğu dünya nimetleriyle, bazen ilimle, bazen de dünyevi meşgalelerle doldurmaya çalışır. Ancak ne yaparsa yapsın, eğer Rabbi’ni hakkıyla tanımamışsa, o boşluk asla dolmaz. Çünkü insan, ancak Rabbi’ni bildikçe kendini bilir ve ancak O’nu tanıdıkça huzur bulur. Fakat bu bilme ve tanıma dahi sınırlıdır. İşte bu yüzden, Hz. Peygamber’in (s.a.v) o derin yakarışı, hepimizin idrakine yön verir:

“Sübhâneke mâ arafnâke hakka ma‘rifetike yâ Ma‘rûf!”

“Sübhansın, Seni tesbih ederiz. Bizler Seni hakkıyla tanıyamadık ey Ma‘rûf!”

Bu dua, insanoğlunun acziyetini, kulluğun hakikatini ve marifetullah yolculuğunun sonsuzluğunu en veciz şekilde anlatmaktadır.

Ma‘rufu Meçhul Kılan Sonsuzluk

Allah Teâlâ, bütün varlık âlemi için en açık, en zahir, en bilinen yani “Ma‘rûf” olandır. O, ayetlerinde kendisini tanıtır, eserleriyle kudretini gösterir ve insanın kalbine kendi varlığının bilgisini fısıldar. Fakat ne gariptir ki, en açık olan bazen en gizli olandır. İnsanın gözleri, çok aşina olduğu şeyleri fark etmekte zorlanır. İşte bu yüzden, Allah’ın varlığı her şeyden daha aşikâr olduğu hâlde, insanlar O’nu unutmaya meyleder.

Cenâb-ı Hak, Kur’an’da şöyle buyurur:

> “Biz onlara âyetlerimizi hem dış dünyada hem kendi içlerinde göstereceğiz ki, onun (Kur’an’ın) gerçek olduğu onlara iyice belli olsun.” (Fussilet, 53)

Yani insan, Rabbini görmek istiyorsa, kâinata bakmalı, kendi ruhunu incelemeli, kalbine yönelmelidir. O her yerdedir, her şeydedir. Ancak O’nu hakkıyla idrak etmek, beşerin sınırlı aklı için mümkün değildir.

Ma‘rifetullah: Bilmek mi, Hissederek Tanımak mı?

Bilmek ve tanımak arasında derin bir fark vardır. Allah hakkında bilgi sahibi olmak, ilimle mümkündür. Ancak Allah’ı tanımak, ancak kalbin marifetiyle gerçekleşir. Büyük mutasavvıflar der ki: “Allah’ı bilmek, O’nun varlığını kabul etmekten ibaret değildir. Asıl marifet, O’nu kalpte hissetmek, O’nu her an yanında bilmek ve O’na layıkıyla kul olabilmektir.”

Bu yüzden tasavvufta “ma‘rifet” kelimesi sadece kuru bir bilgiye değil, bir idrake ve kalbi tanımaya işaret eder. Allah, sadece kavramsal bir varlık değildir. O, hayatın içinde, kulun nefesinde, her anındadır. Ne var ki insan, çoğu zaman gafletle bu büyük hakikati göz ardı eder.

Allah’ı Hakkıyla Tanımak Mümkün mü?

Bir damla, okyanusun tamamını içine sığdırabilir mi? Bir göz, güneşi tüm detaylarıyla görebilir mi? Bir kul, sonsuz olan Allah’ı hakkıyla idrak edebilir mi? Hz. Musa’nın (a.s) bile “Rabbim! Sana bakmak istiyorum.” demesi üzerine, Cenâb-ı Hak ona dağ örneğini vermiştir:

> “Ya Musa! Sen Beni asla göremezsin. Fakat şu dağa bak, eğer o yerinde durursa, o zaman Beni görebileceksin!” (A‘raf, 143)

Allah’ı hakkıyla idrak etmek, insanın sınırlı kapasitesiyle mümkün değildir. Lakin O’nun varlığını hissetmek, O’nun tecellilerini görmek mümkündür. Kâinatta her şey, O’nun bir sanatıdır. Bir çiçeğin açışı, bir bebeğin gülümseyişi, bir kuşun kanat çırpışı, O’nun kudretinin, rahmetinin ve varlığının en güzel delilleridir.

Sonuç: Tanınan Ama Bilinemeyen Hakikat

Allah Teâlâ, Ma‘rûf’tur; yani herkesin bildiği, tanıdığı ve varlığını hissettiği Yüce Varlık’tır. Fakat aynı zamanda meçhuldür; çünkü insan aklı O’nu tam manasıyla kuşatamaz, kavrayamaz. Bu nedenle müminin en büyük duası şu olmalıdır:

> “Allah’ım! Seni bize hakkıyla tanıt! Seni unutmaktan, gaflete düşmekten bizleri muhafaza eyle! Kalbimizi Senin marifetinle nurlandır!”

Rabbini hakkıyla tanımak, insana hakiki huzuru ve ebedi saadeti kazandırır. Ne var ki insan ne kadar uğraşırsa uğraşsın, O’nun hakikatini tam anlamıyla bilemez. İşte bu yüzden, en büyük kulluk idraki, acziyetini bilmek ve sonsuz olan Rabbini hakkıyla bilememek şuuruyla O’na yönelmektir.

@@@@@@@@

Sübhâneke mâ abednâke hakka ibâdetike yâ Ma’bûd
Sübhansın, Seni tesbih ederiz. Bizler Sana hakkıyla ibadet edemedik ey Mâbud
Sübhâneke mâ zekernâke hakka zikrike yâ Mezkür
Sübhansın, Seni tesbih ederiz. Bizler seni hakkıyla zikredemedik ey Mezkûr!.
Sübhâneke mâ şekernâke hakka şükrike yâ Meşkür
Sübhansın, Seni tesbih ederiz. Bizler sana hakkıyla şükredemedik ey Meşkûr!.




BÜYÜK TİCARET

BÜYÜK TİCARET

Allah’ın Kendi Mülkünü Satın Alması

Kur’an-ı Kerim’in en derin hakikatlerinden biri, mülkün gerçek sahibinin Allah olduğunu kavramaktır. Farsça ifadedeki derin mana, tam olarak bu hakikati yansıtmaktadır:

خدای پر گرم خود مُلک خود را می خرد از تو برای تو که دارا بهای بی گران داده

“Kerem sahibi olan Allah, kendi mülkünü senden senin için satın alıyor ki, buna paha biçilmez bir değer vermiştir.”

Bu ifade, Kur’an’da en açık şekilde Tevbe Suresi 111. ayet ile örtüşmektedir:

> “Şüphesiz Allah, müminlerden canlarını ve mallarını, onlara (verilecek) cennet karşılığında satın almıştır.” (Tevbe, 111)

Bu ayet, insanın Allah’a ait olan varlığını, yine O’na teslim etmesi gerektiğini ve bunun karşılığında Allah’ın ona ebedi bir mükâfat lütfettiğini beyan etmektedir. İşte bu alışveriş, insanın sadece dünyevi varlığıyla değil, aynı zamanda ruhuyla da Allah’a adanmasını gerektiren büyük bir hakikattir.

Mülkün Sahibi ve Mülkün Kıymeti

Allah, mutlak mülk sahibidir. İnsan ise ancak ona emanet edilen bu mülkü bir süreliğine kullanma yetkisine sahiptir. Fakat Allah, bu mülkü kullarının iradesine bırakmış ve onlara bir teklif sunmuştur: Bu mülkü Allah’ın rızası doğrultusunda kullanırsanız, O size paha biçilmez bir değer, yani ebedi saadet olan cenneti bahşeder.

Bu ticaret, insanın gerçek varlık anlayışını değiştiren bir ticarettir. Zira fani olan şeyler, Allah’a teslim edildiğinde sonsuz bir kıymet kazanır. “Allah mülkünü senden senin için satın alıyor.” ifadesindeki incelik de buradadır: Allah zaten mülkün sahibidir, ama insana özgürlük vermiş ve bu özgürlüğü, iradesiyle Allah’a teslim etmesini istemiştir. Böylece insanın kazandığı şey, Allah’a verdiği şeyden katbekat fazladır.

Bu Hakikatin Hikmeti ve Derinliği

Allah’ın bir şey satın alması, O’nun insana verdiği bir değer göstergesidir. İnsanın sahip olduğu her şey, Allah’a aittir; fakat Allah, insanın kendi rızasıyla O’na teslimiyet göstermesini diler. Burada kulun özgür iradesi devreye girer. İnsanın özgür iradesiyle Allah’a yönelmesi, O’na olan sevgisinin ve imanının bir göstergesidir. İşte bu yüzden, Allah’a teslim olmak sadece bir zorunluluk değil, büyük bir lütuftur.

Nitekim bir başka ayette şöyle buyrulur:

> “Allah, kendisine gönülden yönelip dinini O’na halis kılanlardan razıdır.” (Zümer, 2)

Sonuç: Kendi Olanı Kendi İçin Satın Alan Allah

Bu ifadede hem derin bir hikmet hem de Allah’ın insan üzerindeki rahmetinin ve şefkatinin en büyük tezahürü vardır. O, zaten kendisine ait olanı, kulun özgür iradesiyle O’na teslim etmesini ister ve karşılığında kulunu ebedi cennetle ödüllendirir.

Bu yüzden, bu alışverişte kârlı olan insandır. Çünkü Allah, insana her şeyini bağışlamış ve bunun karşılığında sadece O’na yönelmesini istemiştir. Gerçek ticaret, fani olanı verip bâki olanı almaktır. İşte bu yüzden en büyük kazanç, insanın kendisini Allah’a satmasıdır.

> “Ey iman edenler! Sizi elem dolu bir azaptan kurtaracak ticareti size göstereyim mi? Allah’a ve Resûlü’ne iman edin, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edin. Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır.” (Saff, 10-11)

 

 




RUHUN KEMALE YÜKSELİŞ SERÜVENİ

RUHUN KEMALE YÜKSELİŞ SERÜVENİ

İnsanoğlu, sadece bedenî bir varlık değil; aynı zamanda ruhî bir yolculuğun içinde olan ve kemale ulaşma potansiyeli taşıyan bir emanettir. Bu yolculuk, insanın yaradılış gayesini idrak etmesi, kendini keşfetmesi ve nefsini terbiye ederek hakikate ulaşmasıyla tamamlanır. Ruhun kemale yükseliş serüveni, aslında insanın varoluş sırrını çözme ve ebedî saadete erişme sürecidir.

İlk Adım: Kendini Bilmek

Hakikat yolculuğunun en önemli durağı, insanın kendisini tanımasıdır. “Kendi nefsini bilen, Rabbini bilir.” hikmeti, bu gerçeği en veciz şekilde ifade eder. Kendi iç âlemine nazar etmeyen bir insan, dış dünyadaki hiçbir hakikati tam anlamıyla kavrayamaz. Ruh, karanlıklardan aydınlığa doğru yol almak ister, ancak onu engelleyen en büyük perde, insanın kendi nefsidir.

Nefis Terbiyesi: Ruhun Arınması

Ruhun yükselişi, nefsin arzularına karşı verilen mücadele ile mümkündür. Nefis, insanı aşağı çeken bir zincir gibi görünse de, aslında doğru yönlendirildiğinde bir terbiye vasıtasıdır. Büyük ârifler, nefsi üç ana merhalede ele alırlar:

1. Nefs-i Emmare: Kötülüğü emreden nefistir. İnsan bu aşamada, dünyevî hırsların, şehvetlerin ve bencilliğin esiri olur.

2. Nefs-i Levvame: Kendi hatalarını fark eden ve iç muhasebeye başlayan nefistir. İnsan burada, pişmanlık duygusuyla hatalarını düzeltmeye çalışır.

3. Nefs-i Mutmainne: Huzur bulan ve Allah’a teslim olan nefistir. Ruh, bu noktada yüksek bir idrak seviyesine ulaşır ve artık dünyevî endişelerden kurtulur.

Bu yolculukta, sabır, şükür, tefekkür ve ibadet en büyük yardımcılarımızdır. İnsan, ne kadar çok ibadet ve zikir ile meşgul olursa, o kadar arınır ve kemale yaklaşır.

Kalbin Aydınlanması: Hakikatin Nuruyla Buluşmak

Ruhun yükselişi, kalbin nurlanması ile tamamlanır. Kalp, nefsin karanlığından kurtuldukça, hakikat pencereleri açılır. İşte bu noktada insan, hayatın gerçek anlamını idrak eder. Dünya sevgisi azalır, ebedî âleme duyulan iştiyak artar. Bu aşamaya gelen kişi, artık sadece kendisi için değil, tüm insanlık için faydalı olmayı hedefler.

Tasavvufta, bu mertebeye ulaşan kişiye “insan-ı kâmil” denir. İnsan-ı kâmil, nefsini terbiye etmiş, kalbini arındırmış ve ruhunu ilahî aşk ile yoğurmuş bir şahsiyettir. Onun her sözü hikmetle doludur, her hareketi bir ibret vesilesidir.

Son Durak: Hakk’a Vuslat

Ruhun kemale ermesi, insanın Allah’a tam bir teslimiyet içinde olmasıyla mümkündür. “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” (Araf, 172) ayeti, ruhun aslında ezelden beri Allah’ı tanıdığını ve ona döneceğini hatırlatır. İnsan, dünya yolculuğunu tamamladığında, ruhu asıl yurduna, yani Rabbine dönecektir. Bu dönüş, kemale ulaşmış bir ruh için vuslat, eksik kalmış bir ruh için ise hasret olacaktır.

Bu serüvende önemli olan, insanın kendi ruhunu keşfetmesi, onu yüceltmesi ve hakikatin peşinden gitmesidir. Çünkü ruh, maddî âlemin esiri olmak için değil, ilahî hakikate ulaşmak için yaratılmıştır. Asıl saadet, insanın bu hakikati idrak etmesiyle mümkündür.

 

 




DERÛNİ HAKİKATLER

DERÛNİ HAKİKATLER

İnsan, maddî bir bedene sahip olsa da aslında ruhî bir yolculuğun içinde olan, manevî derinliklere açılma potansiyeli taşıyan bir varlıktır. Kimi zaman hayatın dış yüzeyinde, maddî âlemin geçici süslerine kapılırken, kimi zaman da derin düşüncelerin, ilahî hakikatlerin ve Derûnî keşiflerin peşine düşer. İşte bu derûnî hakikatler, insanın varoluşunun en temel meselelerinden biridir.

Zahirin Ötesine Geçmek

Dünya, zâhirî olarak bir düzen ve kanunlar manzumesi içinde işler. Ancak gözle görünenin arkasında, akıl ve kalp ile fark edilebilen daha derin bir gerçeklik yatar. Bu gerçeği kavrayamayanlar, olayları sadece dış yüzeyden okur ve hikmetleri göremezler. Oysa ki, derin idrak sahipleri için her şeyin ardında bir hikmet, bir mesaj vardır.

Kur’ân-ı Kerim’de geçen Hz. Musa ile Hızır kıssası, bunun en açık örneklerindendir. Zahiren bakıldığında anlamsız veya yanlış gibi görünen olaylar, aslında derin bir hikmete dayanır. Tıpkı hayatımızda yaşadığımız bazı zorlukların, görünürde bir kayıp gibi görünse de aslında ruhumuzu olgunlaştıran ilahî bir terbiye süreci olması gibi.

Hakikat, Zihinle Değil, Kalple Kavranır

Modern çağın en büyük yanılmalarından biri, hakikati sadece akıl ve bilgiyle kavrayabileceğini sanmaktır. Oysa hakikat, sadece aklın ürünü değil, aynı zamanda kalbin derinliğiyle idrak edilen bir sırdır. Mevlânâ’nın ifadesiyle, “Aklın varsa bir başka akılla dost ol da, işlerini danışarak yap. Ama gönlün varsa, gönlüne danış.” İnsan, ruhen olgunlaştıkça, hisleri ve sezmeleriyle de hakikate yaklaşır.

Bu yüzden büyük ârifler, sadece ilmi birikime değil, aynı zamanda kalbî bir olgunluğa da sahip olmuşlardır. Hakikat arayışında olan bir kişi, sadece bilgi edinmekle yetinmemeli, kalbini de temizlemeli, nefsini arındırmalı ve gözünü dünyadan ziyade hakikate açmalıdır.

Faniyi Değil, Bâkîyi Gözetmek

Derûnî hakikatleri kavrayan kişi, dünyanın geçici olduğunu, gerçek saadetin ise ebedî âlemde olduğunu bilir. Dünya hayatında her şeyin fani olduğunu görmek, insanı gafletten uyandırır. Nitekim büyük sûfîler, “Mülk Allah’ındır, insan ise sadece bir emanetçidir.” diyerek, dünya malına ve şöhretine aşırı bağlanmanın ne derecede tehlikeli olduğunu ifade etmişlerdir.

Ruhun derinliklerine inen kişi, Allah’ın varlığını ve birliğini kalben hisseder, bu dünyaya geliş amacını daha iyi anlar. Zira insan, sadece yemek, içmek ve dünya nimetlerinden faydalanmak için değil, aynı zamanda Allah’ı tanımak, O’na yakın olmak ve bu yolda kemale ermek için yaratılmıştır.

Hakikatin Peşinde Olanlara Tavsiyeler

Hakikati arayan kişi için bazı temel prensipler vardır:

1. Tefekkür et: Olaylara sadece zahirî yönüyle bakma, derinlemesine düşün. Hayatın içindeki ince hikmetleri keşfetmeye çalış.

2. Gönlünü arındır: Kin, haset, kibir gibi kötü duygular, hakikatin önündeki en büyük perdedir. Kalbini temizleyen kişi, daha net görmeye başlar.

3. Sabırlı ol: Her şeyin bir vakti vardır. Hakikat, sabırla, azimle ve sebatla ortaya çıkar.

4. Salihlerle beraber ol: Kiminle beraber olduğun, neyi düşüneceğini ve nasıl bir insan olacağını belirler.

5. Dua et ve teslim ol: Gerçek bilgelik, insanın acizliğini kabul edip, hakikati Allah’tan istemesiyle başlar.

Sonuç

Derûnî hakikatler, insanın hayatı anlamlandırmasını, varoluşunu kavramasını ve dünya ile ahiret arasında sağlam bir denge kurmasını sağlar. Hakikat yolculuğuna çıkanlar, nefislerini terbiye ederek, iç dünyalarını keşfederek ve kalplerini ilahî nurla aydınlatarak bu büyük sırrı çözebilirler. Zira hakikat, dış dünyada değil, insanın iç âleminde gizlidir. “Kendi nefsini bilen, Rabbini bilir.” hadisi, bu hakikatin en güzel ifadesidir.




YÜZ SENE ÖNCEKİ İNGİLİZ MUHİPLER CEMİYETİNİN ZAMANIMIZDAKI RUH İKİZLERİ

YÜZ SENE ÖNCEKİ İNGİLİZ MUHİPLER CEMİYETİNİN ZAMANIMIZDAKI RUH İKİZLERİ

Tarih, milletler için büyük bir ders niteliğindedir. Geçmişte yaşanan olayları iyi analiz edenler, geleceğe daha sağlam adımlarla yürürler. Bu açıdan, Osmanlı’nın son döneminde ortaya çıkan “İngiliz Muhibler Cemiyeti” ve onun günümüzdeki benzer yapılarla olan ilişkisi, derinlemesine incelenmesi gereken bir konudur.

İngiliz Muhibler Cemiyeti Nedir?

İngiliz Muhibler Cemiyeti, 20. yüzyılın başlarında, özellikle Osmanlı Devleti’nin son döneminde, İngiltere’nin çıkarlarını savunan ve Osmanlı’nın İngiltere’ye yakınlaşmasını teşvik eden bir cemiyet olarak ortaya çıkmıştır. Cemiyetin temel amacı, Osmanlı Devleti’nin İngiltere himayesi altına girmesini sağlamak ve İngiliz politikalarının Osmanlı üzerinde etkili olmasını sağlamaktı.

Bu cemiyetin üyeleri genellikle üst düzey devlet adamları, aydınlar ve bürokratlardan oluşuyordu. Cemiyet, Osmanlı’nın bağımsızlığını tehlikeye atacak faaliyetlerde bulunmuş ve toplumda İngiliz hayranlığı oluşturmayı amaçlamıştır.

Günümüzde Benzer Yapılar Var mı?

Tarihin tekerrür ettiği söylenir. Gerçekten de, günümüzde de benzer zihniyete sahip yapılar mevcuttur. Küresel güçlere bağlı olarak faaliyet gösteren bazı gruplar, ulusal bağımsızlığa zarar verecek şekilde dış politikalara boyun eğilmesini savunmaktadır. Bunlar kimi zaman medya üzerinden, kimi zaman akademik çevrelerde, kimi zaman da siyasi yapılar içinde etkili olmaktadırlar.

Özellikle Batılı güçlerle olan ilişkileri, bağımsızlık perspektifinden ziyade bir teslimiyet anlayışı ile yürüten bazı gruplar, tıpkı İngiliz Muhibler Cemiyeti gibi, toplumda belirli fikirlerin yayılmasını teşvik etmektedir. Bunlar;

Kendi ülkesinin menfaatlerini değil, küresel güçlerin menfaatlerini savunan siyasi oluşumlar,

Medyada Batı’nın söylediklerini mutlak doğru olarak kabul eden ve bunu halka empoze eden yayın organları,

Uluslararası kuruluşlar üzerinden yerel yönetimleri baskı altına almaya çalışan düşünce kuruluşları,

Kendi değerlerini aşağılayıp Batı’nın kültürel üstünlüğünü savunan entelektüel çevreler.

İbret Alınması Gereken Bir Tarihî Gerçek

Osmanlı Devleti’nin yıkılma sürecinde, içten ve dıştan gelen ihanetler büyük rol oynamıştır. İngiliz Muhibler Cemiyeti gibi yapılar, Osmanlı’nın çöküşünü hızlandırmış ve emperyalizmin elini güçlendirmiştir. Günümüzde de benzer tehlikeler mevcuttur ve dikkatli olunmalıdır. Bağımsız bir millet olarak kalmak, geçmişten ders alıp, milli şuuru diri tutmakla mümkündür.

Tarih, bize düşen en büyük mirastır. Bu mirası doğru okuyamayanlar, geçmişin hatalarını tekrar etmeye mahkûmdur. O yüzden, İngiliz Muhibler Cemiyeti gibi yapıları unutmamak, günümüzdeki yansımalarını iyi analiz etmek ve buna karşı durmak, her vatanseverin sorumluluğudur.




ASRIN HASTALIĞI : GELİŞMEYEN KİŞİLİK BUNALIMI

ASRIN HASTALIĞI : GELİŞMEYEN KİŞİLİK BUNALIMI

Zaman değişiyor, teknoloji gelişiyor, bilim ilerliyor; ancak insanoğlu, iç dünyasında giderek daha büyük bir bunalıma sürükleniyor. Günümüzün en büyük problemlerinden biri, bireyin ruhsal ve ahlaki gelişimini tamamlayamaması, kişilik olarak olgunlaşamaması ve sonuçta derin bir bunalım içerisine düşmesidir. İşte bu, modern çağın en büyük hastalığıdır: Gelişmeyen kişilik bunalımı.

Kişilik Neden Gelişmiyor?

Kişiliğin gelişmesi, bireyin hayat boyunca edindiği tecrübeler, aldığı eğitim, yaşadığı çevre ve en önemlisi deruni muhasebesi ile mümkündür. Ancak günümüz dünyasında, bu gelişimi engelleyen birçok faktör vardır:

Haz ve Eğlence Kültürü: İnsan, derinleşmek ve olgunlaşmak için kendisiyle yüzleşmek zorundadır. Ancak modern çağ, bireyi sürekli bir haz ve eğlence ortamına çekerek onun düşünmesini, sorgulamasını ve kendini geliştirmesini engellemektedir.

Sosyal Medya ve Sanal Kimlikler: İnsanlar, gerçek hayatta oldukları kişiler yerine, sanal dünyada oluşturdukları kimliklerle var olmaya çalışıyorlar. Bu da onların gerçek benliklerini keşfetmelerini zorlaştırıyor.

Tüketim Toplumu: Kişilik, insanın iç dünyasında olgunlaşmasıyla gelişir; ancak sürekli tüketim alışkanlığı kazanan bireyler, içe dönüp kendilerini inşa etmek yerine, dışarıdan gelen hazlarla tatmin olmaya çalışıyorlar.

Aile ve Eğitim Eksikliği: Aile, bireyin ilk okuludur. Sağlam bir aile yapısına ve değerlerine sahip olmayan bireyler, kişiliklerini inşa ederken büyük zorluklar yaşarlar.

Gelişmeyen Kişilik Bunalımının Sonuçları

Gelişmeyen bireyler, iç huzursuzluk, doyumsuzluk, anlam arayışı ve en nihayetinde kimlik krizleri ile karşı karşıya kalırlar. Bunun toplumsal yansımaları ise şunlardır:

Bağımlılıklar: Alkol, uyuşturucu, sosyal medya, teknoloji gibi bağımlılıklar, bireyin ruhsal açlığını doyurmaya çalıştığı yapay tatmin araçlarıdır.

Ruhsal Çöküntüler: Depresyon, kaygı bozuklukları ve intihar vakalarının artışı, modern bireyin kendini inşa edememesinin en büyük göstergelerindendir.

Değerlerin Aşınması: Hak, adalet, vicdan gibi insani değerlerin zayıflaması, bireyin ruhsal derinlik kazanamamasının bir sonucudur.

Kimlik Bunalımı: Kendi değerlerinden uzaklaşan, neye inandığını bilmeyen ve köklerinden kopmuş bir birey, hayatını anlamsızlık içinde geçirir.

Çıkış Yolu Var mı?

Evet, bu bunalımdan çıkış mümkündür. Bunun için bireyin kendi iç dünyasına yönelmesi, ruhunu ve kişiliğini olgunlaştırması gerekir. Bunun yolları şunlardır:

1. Tefekkür ve Kendini Tanıma: Kişi, zaman zaman kendisiyle baş başa kalmalı, düşünmeli ve kendi iç dünyasını keşfetmelidir.

2. Manevi Gelişim: Ruhun gıdası, anlam ve değerlerdir. İnanç, ibadet ve maneviyat, kişiliğin olgunlaşmasını sağlayan en önemli etkenlerdendir.

3. Kitap Okuma ve Bilgi Edinme: Bilgi, insanın kendisini ve çevresini daha iyi anlamasını sağlar. Nitelikli kitaplar okumak, bireyin bakış açısını genişletir.

4. Sağlam Sosyal Çevre: İyi ve doğru insanlarla birlikte olmak, kişinin karakterini olumlu yönde etkiler.

5. Sorumluluk ve Üretkenlik: İnsan, sorumluluk aldıkça ve ürettikçe gelişir. Tüketici değil, üretici birey olmak kişilik gelişimini sağlar.

Sonuç

Gelişmeyen kişilik bunalımı, modern çağın en büyük krizlerinden biridir. Ancak bu kriz, bireyin bilinçli bir şekilde kendi üzerine eğilmesiyle aşılabilir. Kendi iç dünyasını keşfeden, ruhunu besleyen ve sağlam değerlerle kendini inşa eden bir birey, bu hastalıktan kurtulabilir. Gerçek gelişim, teknolojik ilerlemeyle değil, insanın ruhunu ve ahlakını olgunlaştırmasıyla mümkündür.