RİSALE-İ NUR: KALPLERE KANAT, FİKİRLERE UFUK, RUHLARA YOL

RİSALE-İ NUR: KALPLERE KANAT, FİKİRLERE UFUK, RUHLARA YOL

Risale-i nurlar kişinin kalben,fikren hatta hayalen tıkanıklığını gideriyor. Ufkunu açıyor. Fikir ve duygularına kanatlar takıp manen havalandırıyor.
Yollar ve kanallar açıyor.
Sürekli akan bir su gibi, bazen bir kelime ve cümleyle önünü açıyor.

İnsanın en büyük sermayesi, kalbi, aklı ve hayalidir. Ancak zaman zaman bu üçü de daralır, bocalar, tıkanır. Kalp sıkılır, fikir dağılır, hayal bulanır. İnsanoğlu böylesi anlarda kendini dipsiz bir kuyuda hisseder; ne ileri adım atabilir ne de geriye dönebilir. İşte böyle anlarda, bir rehbere, bir ışığa, bir nefese ihtiyaç vardır. İşte Risale-i Nur bu noktada devreye girer.

Tıkanan Yolları Açan Bir Kudret Eli

Risale-i Nur, insanın kalbine adeta bir dokunuş yapar. O sıkışmış, daralmış, nefes alamaz hale gelmiş kalp, bir anda ferahlar, genişler. Zira her kelimesi ilahi rahmetin ve hakikatin bir tercümanıdır. Kur’an’ın feyzinden süzülmüş bu eserler, kalbe su serper gibi serinlik verir; donmuş hisleri çözerek yeniden hayat bahşeder.

Tıkanmış bir su yolunun, küçücük bir dokunuşla şırıl şırıl akmaya başlaması gibi, insanın aklı ve kalbi de bazen sadece bir cümleyle açılır. Bir hakikat işareti, bir kelime parıltısı, fikirlerin önündeki setleri yıkar, insanı adeta fikir âleminde bir nehir gibi coşturur.

Fikirlere Ufuk Açan Bir Pencere

Risale-i Nur, sadece kalbi değil, fikri de diriltir. Dar kalıplara sıkışmış, zayıflamış düşünceleri genişletir; “Ben ne için varım? Bu âlem nereye gidiyor? Benim vazifem nedir?” gibi büyük sorulara büyük cevaplar sunar.

Bediüzzaman, insanın fikrine bir ufuk açar ki, insan artık yalnız kendi küçük dünyasına bakmaz; yıldızlara, galaksilere, Arş-ı Âlâ’ya kadar nazarını genişletir. Zihin, sadece dünyayı değil, ahireti de, melekleri de, kaderi de düşünmeye başlar. Her düşünceye kanat takılır; her tefekkürde ruh biraz daha yücelir.

Hayallere Kanat Takan Bir Hakikat

İnsan hayalsiz yaşayamaz. Ancak çoğu zaman hayaller bulanır; boş, beyhude, manasız şekillere dönüşür. Risale-i Nur, hayali de terbiye eder, ona istikamet verir. Hayali, boş heveslerin peşinden sürüklemek yerine, onu en yüce hedeflere yönlendirir: Allah’ın rızasına, cennet nimetlerine, ebedi saadete…

Hayal, artık miskin bir serap değil, gerçek bir menzilin işaretçisi olur. Böylece insan, hayal âleminde de Allah’a doğru uçar; hayalleri bile ibadet olur.

Akan Bir Su Gibi Ruh

Bazen insanın ruhu, susuz kalmış bir vaha gibidir. Kurur, çatlar, hayattan lezzet alamaz hale gelir. Risale-i Nur, bu kurumuş ruhlara âb-ı hayat sunar. Bir cümle, bir bahis, bir temsil; insanın ruhundaki durgunlukları çözer, harekete geçirir. O su gibi akmaya başlayan ruh, hem kendini hem etrafını hayatlandırır.

Sonuç: Bir Davet

Risale-i Nur, Allah’ın kelamından süzülen bir rahmet şebnemidir. Kalbi sıkanlar, aklı daraltanlar, hayali karartanlar için bir kurtuluş kapısıdır. İsteyen herkes, bu kapıyı çalabilir; bu ışığa yüzünü dönebilir.

Ey arayan gönül!
Tıkanmış yolların mı var?
Daralmış bir kalbin, dağılmış bir zihnin mi var?
Gel, Risale-i Nur’un nuruna sarıl.
Kalbine kanat tak, fikirlerine ufuk aç, hayaline istikamet ver.
Ve ruhunu su gibi akıtarak, Rabbine doğru yol al…




Psikolojik Tedavide Üç Şifa Kapısı: Umre (Hac), Hastalar Risalesi ve Kedi Beslemek

Psikolojik Tedavide Üç Şifa Kapısı: Umre (Hac), Hastalar Risalesi ve Kedi Beslemek

İnsanoğlunun beden sağlığı kadar ruh sağlığı da hayatın devamı için elzemdir. Günümüzde birçok psikolojik rahatsızlığın altında, sadece kimyasal dengesizlikler değil; manevi boşluklar, yalnızlık, amaçsızlık ve anlam kaybı da yatmaktadır. İşte bu noktada, klasik tıbbi yöntemlere destek olacak manevi ve doğal reçeteler gündeme gelmektedir. Bunlardan üçü dikkat çekicidir: Umre ziyareti, Hastalar Risalesi okumak ve kedi beslemek.

Bu üç uygulama, bilimsel verilerle de desteklenen, insan ruhunu derinden tedavi eden şifa yollarıdır.

1. Umre: Ruhun Tazelenmesi ve Anlamın Yeniden Bulunması

Umre, sadece bir ibadet değil, aynı zamanda insan ruhunun derin bir arınma sürecidir. Psikoloji bilimi, anlam odaklı terapilerin (Logoterapi gibi) bireyin psikolojik sağlığını korumada ne kadar etkili olduğunu ortaya koymuştur.
İnsan, hayatının merkezine sevgi ve derin bir anlam yerleştirdiğinde; depresyon, kaygı ve boşluk duygularıyla daha güçlü mücadele edebilir.

Bilimsel Destek: Araştırmalar, manevî ibadetlerin serotonin ve dopamin seviyelerini artırarak mutluluk hissi oluşturduğunu göstermiştir.

Hikmet: Umre, insanı kendisinden, dünyadan ve meşguliyetlerden çıkarıp Allah’a yöneltir. Kâbe’nin huzuru, kalbi “dünya kirlerinden” arındırır.

İbret: Mekke’de saf niyetlerle yapılan bir secde, insanın yıllardır taşıdığı psikolojik yükleri hafifletebilir.

Umre, adeta ruhun resetlenmesidir. Bir ruhsal yenilenmedir.

2. Hastalar Risalesi: Sabır ve Teslimiyetle İyileşme

Bediüzzaman Said Nursî’nin kaleme aldığı Hastalar Risalesi, hastalık karşısında insan ruhunun nasıl bir tavır alması gerektiğini hikmetli bir dille öğretir.
Modern psikolojide bu yaklaşımın karşılığı **kabul ve kararlılık terapisi (ACT)**dir: Acıyı inkâr etmek yerine, onunla anlamlı bir bağ ve bağlantı kurarak yaşamaya devam etmek.

Bilimsel Destek: Kabullenme temelli terapiler, depresyon ve anksiyeteyi azaltmada klasik yöntemlerden daha etkili bulunmuştur.

Hikmet: Hastalıklar, insanı zayıflatarak değil, aslında ruhunu olgunlaştırarak ona gerçek güç kazandırır.

İbret: İnsan bazen sağlığını kaybetmeden ruhunun kıymetini anlayamaz. Hastalık, bir musibet değil; bir uyarıdır, bir ruhsal eğitimdir.

Hastalar Risalesi, psikolojik acıları dindiren bir sabır ve teslimiyet ilacıdır.

3. Kedi Beslemek: Sevginin ve Şefkatin İyileştirici Gücü

Hayvanlarla temas, özellikle kedi gibi sevimli hayvanlarla yakınlık kurmak, modern psikolojide “pet terapi” olarak adlandırılmaktadır.
Özellikle yalnızlık, travma sonrası stres bozukluğu ve depresyon gibi durumlarda hayvan destekli terapiler büyük başarı sağlamaktadır.

Bilimsel Destek: Kedi mırlamasının insan kalp ritmini düzenlediği, stres hormonlarını azalttığı ve oksitosin (bağlılık hormonu) salgılanmasını artırdığı bilimsel olarak ispatlanmıştır.

Hikmet: Kedi gibi saf ve minnet duygusu taşıyan bir varlıkla ilgilenmek, insanın sevgi rezervlerini yeniden doldurur.

İbret: Bir kedinin masum bakışı, en katı kalpleri bile yumuşatabilir. Allah, bazen bir hayvan aracılığıyla insana merhamet öğretir.

Kedi beslemek, hem şefkati diri tutar hem de iç huzurun kapılarını açar.

Sonuç: Manevi Tedavi Bilimle Buluşuyor

İnsan sadece maddeden ibaret değildir; ruhu, duyguları ve kalbiyle bir bütündür. Modern bilim, artık bu gerçeği kabul etmekte ve sadece ilaçlarla değil, anlam, şefkat ve teslimiyet gibi manevi araçlarla da hastalıkların tedavi edilebileceğini göstermektedir.

Umre, insanı Allah’a bağlar.

Hastalar Risalesi, hastalığı bir bela değil, bir terbiye olarak gösterir.

Kedi beslemek, ruhun yumuşamasını sağlar.

Bu üç reçete, adeta ruhun ilaçlarıdır. Uygulayan için, hayatın yükleri hafifler, gönül yaraları sarılır.

Çünkü unutulmamalıdır ki;
Asıl hastalık, bedenin değil; ruhun çöküşüdür. Asıl tedavi de, kalbin şifa bulmasıdır.

Manevi Şifa Duası:

> “Allah’ım! Bedenimize sağlık, ruhumuza huzur, kalbimize sekinet ihsan eyle.
Dertlerimize deva, hüzünlerimize ferahlık, yalnızlıklarımıza dostluk gönder.
Şifa veren Sensin; bize hem maddi hem manevi şifalar ihsan eyle.
Kalbimizi sana karşı muhabbetle, mahlukatına karşı şefkatle doldur.
Bizi nefsimizin ve şeytanın hastalıklarından koru.
Senin rahmet elin üzerimizden hiç eksik olmasın. Âmin.”




RAHMETİN NÜZULÜNÜN ŞARTLARI

RAHMETİN NÜZULÜNÜN ŞARTLARI

İlahi Himayenin Çekilişi: Ümmetin İmtihanı ve Zafiyetleri

وَعَنْ مُعَاذٍ مَرْفُوعاً: «لَا تَزَالُ يَدُ اللَّهِ مَبْسُوطَةٌ عَلَى هَذِهِ الْأُمَّةِ مَا لَمْ يَرْفُقْ خِيَارُهُمْ بِشِرَارِهِمْ وَيُعَظِّمُ بِرُّهُمْ فَاجِرَهُمْ وَتُعِينُ قُرَّاؤُهُمْ أُمَرَاءَهُمْ عَلَى مَعْصِيَةِ اللَّهِ فَإِذَا فَعَلُوا ذَلِكَ نَزَعَ اللَّهُ يَدَهُ عَنْهُمْ»

İslam tarihi boyunca, ümmetin varlığı ve izzeti daima Allah’ın (Celle Celâluhu) inayeti ve rahmetiyle korunmuştu. Ancak bu koruyucu el, bir şartla üzerimizde kalacaktı: İyilerin kötülere karşı tavrı, adaletin hakimiyeti ve ilmin doğru yolda kullanılması.

Hz. Muaz’dan (radıyallahu anh) rivayet edilen şu derin mânâlı hadis, ümmetin yükseliş ve çöküş sırlarını açıkça ortaya koymaktadır:

> “Allah’ın eli, bu ümmetin üzerinde hep açık bulunur; ta ki onların iyileri kötüleriyle yumuşak davranıp gevşeklik göstermez, onların iyileri kötülerini aziz tutmaz ve onların âlimleri emirlerine Allah’a isyanda yardımcı olmazlar. Ne zaman ki böyle yaparlarsa, Allah onlardan rahmet elini çeker.”
(İbn Hibban, Sahih, 275)

Bu hadis, ümmetin tarih boyunca karşılaştığı felaketlerin ve zayıflamaların arka planını anlamamız için bize bir anahtar sunar. Şimdi bu anahtarla, ümmetin kaderine dair ibretli bir yolculuk yapalım.

Tarihi Gerçeklik: İyilerin Suskunluğu

İslam’ın ilk asırlarında, Hz. Ebubekir, Hz. Ömer ve daha nice sahabi, kötülüğe asla müsamaha göstermezdi. Bir yanlış gördüklerinde müdahale ederlerdi. Çünkü bilirlerdi ki kötülüğü görüp susmak, Allah’ın yardımının çekilmesine sebep olur.

Ne zaman ki ümmetin iyileri, makam ve menfaat uğruna kötülere göz yummaya başladı; zalimlere methiyeler dizildi, fâsıklara itibar verildi, işte o zaman ümmetin üzerine karanlık bulutlar çökmeye başladı. Abbasiler, Emeviler ve sonrasında Osmanlı’nın son dönemlerinde bile bu hakikatin acı yansımalarını görmek mümkündür.

Bir toplumda iyiler, kötülere karşı yumuşarsa; kötülük cesaret bulur, iyilik utanır. İyiler susunca kötüler konuşur. Sonunda toplumun tüm dengesi bozulur ve rahmet eli çekilir.

Hikmet: Kim Ne Yapmalı?

Hadis bize üç temel sorumluluk yüklemektedir:

1. İyiler kötülere yumuşaklık göstermemeli: Merhamet, hakkı ayakta tutarken olmalı; zulme, fısk ve fücura karşı gevşeklik ise ihanet olur.

2. Salihler, fâsıkları aziz kılmamalı: Sırf zengin veya güçlü diye bir günahkâra hürmet edilirse, hak-batıl terazisi altüst olur.

3. Âlimler yöneticilere günahlarda yardımcı olmamalı: İlmin izzeti korunmalı; yöneticilere meşruiyet kazandırmak için dinî hükümler eğilip bükülmemelidir.

Bu sorumluluklar sadece alimlere veya büyük şahsiyetlere değil, her mümine aittir. Zira ümmetin kaderi, her ferdin tavrında gizlidir.

İbret: Rahmetin Çekilmesi Ne Demektir?

Allah’ın “eli”nin çekilmesi, mecazi bir ifadedir. Burada Allah’ın koruyucu rahmetinin, inayetinin toplum üzerinden kaldırılması kastedilir. Bu çekilmenin sonuçları ise tarih boyunca şöyle tecelli etmiştir:

Toplumda güven kaybolur.

Fitne, iç savaş ve bölünme başlar.

Dış düşmanlar kolayca galip gelir.

Adalet yerine zulüm hâkim olur.

İlmin yerine cehalet, hikmetin yerine çıkarcılık geçer.

Bu halleri bugün dünyanın birçok köşesinde İslam coğrafyasında gözlemlemek mümkün değil mi?

Düşündürücü Bir Soru: Bugün Neredeyiz?

Bugün kendi halimize bakalım:

Kötülere karşı tavrımız ne kadar net?

Fâsıklar, toplumda itibar kazanıyor mu?

Âlimler, yöneticilere Allah’a isyanda yardımcı oluyor mu?

Eğer bu sorulara yüzümüzü kızartacak cevaplar veriyorsak, o zaman bu hadisin uyarısını ciddiyetle düşünmeliyiz. Belki de üzerimizden Allah’ın rahmet eli çekilmeye başlamıştır. Ancak hâlâ umut var: Tevbe, ıslah ve hakka sarılma kapısı açıktır.

Sonuç: Hangi Tarafı Seçeceğiz?

Hadis, bize iki yoldan birini seçme çağrısı yapıyor:
Ya hakkı ayakta tutacak ve Allah’ın rahmetinin gölgesinde yaşayacağız…
Ya da kötülüklere göz yumup rahmetin çekilişine şahit olacağız.

Seçim bizim. Çünkü ümmetin kaderi, iyilerin duruşunda gizlidir.

**********

HADİSİN TAHLİLİ

Medarik Tefsiri’nde, Fâtır Suresi’nin 2. ayetinin tefsirinde Muaz (r.a.)’dan rivayet edilen ve Allah’ın kudret elinin (himayesinin/korumasının) bu ümmetin üzerinde olmaya devam edeceğine dair bir rivayet bulunmaktadır. İmam Ebu’l-Berekât Abdullah b. Ahmed b. Mahmûd en-Nesefî’nin (v. 710/1310) kaleme aldığı Medâriku’t-Tenzîl ve Hakâiku’t-Te’vîl adlı tefsirinde ilgili ayetin tefsirinde bu rivayet şu şekilde zikredilmiştir:

Tefsir Metni ve Rivayet:
İmam Nesefî, Fâtır Suresi 2. ayeti olan
“مَا يَفْتَحِ اللَّهُ لِلنَّاسِ مِن رَّحْمَةٍ فَلَا مُمْسِكَ لَهَا ۖ وَمَا يُمْسِكْ فَلَا مُرْسِلَ لَهُ مِن بَعْدِهِ ۚ وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ”
(Allah, insanlar için rahmetinden her neyi açarsa, artık onu tutacak (engelleyecek) yoktur. Neyi de tutarsa, ondan sonra onu salacak yoktur. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir)” tefsirinde, ayetin genel manası çerçevesinde çeşitli rivayetlere yer vermiştir. Bu rivayetlerden biri Muaz b. Cebel (r.a.)’e mevkuf (sahabe sözü) veya merfu’ (Peygamber sözü) olarak atfedilen şu rivayettir:
وَعَنْ مُعَاذٍ مَرْفُوعاً: «لَا تَزَالُ يَدُ اللَّهِ مَبْسُوطَةٌ عَلَى هَذِهِ الْأُمَّةِ مَا لَمْ يَرْفُقْ خِيَارُهُمْ بِشِرَارِهِمْ وَيُعَظِّمُ بِرُّهُمْ فَاجِرَهُمْ وَتُعِينُ قُرَّاؤُهُمْ أُمَرَاءَهُمْ عَلَى مَعْصِيَةِ اللَّهِ فَإِذَا فَعَلُوا ذَلِكَ نَزَعَ اللَّهُ يَدَهُ عَنْهُمْ»
Rivayetin Kaynağı ve Tam Metni:
Yukarıda verilen Arapça metin, Medarik Tefsiri’nde yer alan şeklidir. Rivayetin kaynağı konusunda farklılıklar bulunmaktadır. Bazı kaynaklarda Muaz b. Cebel’e atfedilirken, bazılarında Hasan al-Basri’den mürsel (sahabeyi atlayan) olarak rivayet edilmiştir. Rivayetin merfu’ olarak (Peygamber Efendimiz’e nisbetle) zikredilmesi, senedinde bir kopukluk veya zayıflık olabileceği ihtimalini akla getirmektedir. Hadis kaynaklarında bu lafızla veya yakın anlamlarla farklı kanallardan rivayetler bulunmakla birlikte, isnadları üzerinde hadis alimleri tarafından değerlendirmeler yapılmıştır. Bazı rivayetler zayıf kabul edilmiştir.
Örneğin, benzer bir rivayet Abdullah bin el-Mübarek’in “Kitab al-Zühd” adlı eserinde Hasan al-Basri’den mürsel olarak geçmektedir. Ayrıca, bu rivayetin Muaz’ın kendi sözü olma ihtimali de zikredilmiştir. Dolayısıyla, Medarik tefsirinde “merfu’an” ifadesiyle geçse de, hadis ilmi açısından sıhhati tartışmalı olabilir.

İzahı:
Bu rivayet, Allah’ın bu ümmete olan lütuf ve himayesinin devamının belirli şartlara bağlı olduğunu ifade etmektedir. Bu şartlar şunlardır:
* حتى يرفق خيارهم بشرارهم (Hayırlıları şerli olanlarına acımadığı müddetçe): İyilik sahibi müminlerin, günah işleyenlere veya kötülük yapanlara karşı merhametli olmaları, onları dışlamak yerine ıslahları için çaba göstermeleri. Bu, tebliğ, nasihat ve dua gibi yollarla olabilir. Toplumdaki iyilerin, kötülerin durumuna kayıtsız kalmaması gerektiği vurgulanır.
* ويعظم برهم فاجرهم (İyileri facir olanlarına tazim etmediği müddetçe): Dindar ve iyi insanların, fâsık ve günahkâr kişilere, fısklarından dolayı saygı göstermemeleri, onları yüceltmemeleri. Bu, günahı ve günahkârı tasvip etmeme anlamına gelir. Ancak bu, kişiyi tamamen terk etmek değil, fıskını onaylamamaktır.
* وتعين قراؤهم أمراءهم على معصية الله (Kitabı okuyanlar devlet adamlarına masiyete karşı yardım etmediği müddetçe): İlim ehlinin (özellikle Kur’an’ı okuyan ve manasını bilenlerin), yöneticilere veya devlet adamlarına Allah’a karşı gelme hususunda yardımcı olmamaları, onlara bu konuda destek vermemeleri. Bu, alimlerin ve bilgili kişilerin sorumluluğuna işaret eder ki, onlar hakkı söylemeli ve idarecilerin hatalarına veya günahlarına ortak olmamalıdırlar.
Rivayetin devamında ise bu şartlar yerine getirilmediğinde sonucun ne olacağı belirtilir:
فإذا فعلوا ذلك نزع الله يده عنهم (Eğer böyle yaparlarsa, Allah elini onlardan çeker): Yani, eğer bu ümmetin fertleri, özellikle de iyileri ve alimleri bu sayılan olumsuz davranışları sergilerlerse, Allah’ın lütfu, rahmeti ve himayesi onlardan çekilebilir. Bu durum, ümmetin zorluklarla karşılaşmasına, düşmanlarının galebe çalmasına veya genel bir sıkıntı ve azaba düçar olmasına yol açabilir.
Bu rivayet, genel olarak ümmetin birlik ve beraberliğinin, iyiliğin yayılmasının ve kötülüğün engellenmesinin önemine işaret eder. Aynı zamanda alimlerin ve iyilik sahiplerinin toplumdaki rolüne ve sorumluluklarına dikkat çeker. Allah’ın yardımının ve korumasının devamı, Müslümanların kendi içlerindeki duruma, birbirlerine karşı tavırlarına ve ilke olarak hak ve adaletten sapmamalarına bağlı kılınmıştır. Rivayetin zayıf olma ihtimali bulunmakla birlikte, ihtiva ettiği mana itibarıyla İslam’ın genel prensipleriyle uyumlu öğütler barındırmaktadır.

 

 




GİDİŞ NEREYE ?

GİDİŞ NEREYE ?

“Fe-eyne teżhebûn(e)”
“Hal böyle iken nereye gidiyorsunuz?” Tekvir. 26.
“Peki ey kâfirler! Kur’an’ı inkâr ettikten sonra nereye gidecek, hangi yolu tutacaksınız?”
Peki Ey gafil insan,
Dalalette olan insan,
Gaflette olan insan,
Dünya perest insan,
Yaşlı, genç, kadın, tüccar, eğitici, din adamı, Vs. GİDİŞ NEREYE, NEREYE gidiyorsunuz? Gittiğiniz yeri biliyor musunuz? Ve hakeza

*********

Gidiş Nereye?

“Fe-eyne tezhabûn?”
“Hal böyle iken nereye gidiyorsunuz?” (Tekvîr, 26)

Ey insan!
Nereye gidiyorsun?
Adım adım, soluk soluk, an be an bir yola revan olmuşsun…
Fakat bu yolun sonu nereye varacak, düşündün mü hiç?

Dünyanın aldatıcı parıltılarına, şöhretin seraplarına, servetin geçici saltanatına mı?
Yoksa hiç bitmeyecekmiş gibi yaşadığın şu hayatın son durağına mı?
Kabir kapısına mı, yoksa hesap meydanına mı?..

Ey gafletle sarhoş olmuş insan!
Sabah akşam çalışıp çabalarken, biriktirirken, tüketirken, eğlenirken, yaşlanırken…
Nereye sürükleniyorsun?

Ey dünya perest,
Topladığın mallarla mezara mı gireceksin?
Bastığın toprak altında mı sergileyeceksin servetini?
Yoksa kefenin cebine mi koyacaksın altınlarını?

Ey gençlik sevdasına kapılan!
Ömrünün baharında güç ve güzelliğinle gururlanırken,
Hiç düşündün mü; vakit hızla akarken bedenin yavaşça çökecek,
Bir gün o bahar mevsimi hazan yapraklarına dönecek…
Sonra? Gidiş nereye?

Ey yaşlılık kervanına katılan!
Bembeyaz saçlarının, titrek ellerinin ve kısalan nefeslerinin sana neyi haber verdiğini anladın mı?
Bir yolcunun varacağı son menzili düşünmez mi hiç?

Ey tüccar!
Kârını zararla mı değiştirdin?
Az bir menfaat uğruna ebedi sermayeni kaybetmek ne hazindir…

Ey eğitici!
Öğrettiklerin seni kurtaracak mı?
Sözlerin ameline şahitlik edecek mi?

Ey din adamı!
Kürsülerde güzel konuşmalar yaparken, gönlünde neyi saklıyorsun?
Sözünle işin bir mi?
Yoksa insanlara ışık olup kendin karanlıkta kalanlardan mısın?

Gidiş nereye?..

İnsan!
Sen bir sefere çıkmış yolcusun.
Bu sefer, ne geri dönüşü olan bir seyahat, ne de ertelenebilir bir yolculuktur.
Her adımın, seni ya bir ebedî saadete, ya da bir sonsuz hüsrana yaklaştırıyor.

Peki, yolda mısın?
Yoksa yolda mı kayboldun?..

Kime yöneliyorsun?
Kimi arkanda bırakıyorsun?
Ne için yaşıyor, ne için ölüme yürüyor, ne için son nefesini vereceksin?

Unutma, ey insan!
Sana verilen her an bir sermaye, her nefes bir emanettir.
Ve bu hayat, bir sabah rüzgârı gibi geçip gidecek.

Öyleyse, bugünden tefekkür et:
Hangi yolda yürüyorsun?
Kimin izindesin?
Hangi sona hazırlanıyorsun?

Gidiş nereye?

Kur’an soruyor.
Vicdan soruyor.
Kalbin soruyor.

Cevabın var mı?..




Kaldıracak Kimse Yok: Sadece O

Kaldıracak Kimse Yok: Sadece O

“لَيْسَ لَهَا مِنْ دُونِ اللَّهِ كَاشِفَةٌ”
(Leyse lehâ min dûnillâhi kâşifeh) — “Onu Allah’tan başka açacak
(giderecek)yoktur.” (Necm, 58:

Ey insan!
Sana bir haber verelim ki, kulakların işitsin, gönlün titresin:

Öyle bir sıkıntı, öyle bir bela, öyle bir felaket vardır ki,
onu kaldıracak tek bir kudret vardır: Allah!
Ne baban, ne malın, ne dostların, ne de iktidar sahipleri…
Hiçbiri, O dilemedikçe, başına geleni def edemez.
Ve O dilemedikçe, sana rahmeti yetiştiremez.

“Yaklaşmakta olan (Kıyamet iyice) yaklaştı.” (Necm, 57)

Kıyamet yaklaşmış, hakikat adım adım seni bulmuşken,
ey insan, hâlâ mı sırtını dönersin?
Hâlâ mı gücüne, rütbene, şöhretine, servetine güvenirsin?

Bil ki,
Öyle bir gün gelir ki;
ellerin boş kalır,
diller susar,
gözler donakalır.
O gün, hiçbir dost dostuna yardım edemez.
Hiçbir güç siper olamaz.

“Onların Allah’tan başka kendilerine yardım edecek dostları da yoktur.” (Şûrâ, 46)

Dünya senin olsa,
tek bir sancını dindirmeye yetmez.
Dünya emrine amade olsa,
tek bir kader hükmünü geri çeviremez.

Ey dertli insan,
ey gamlı gönül!
Başını hangi kapıya yaslarsan yasla,
eğer Allah’ın kapısına varmamışsan,
gözyaşların boşadır.

Çünkü:

“Ve İn yemseske’llâhu bi durrin fe lâ kâşife lehu illâ hû.”
“Eğer Allah sana bir zarar dokundurursa, O’ndan başka onu giderecek yoktur.” (En’âm, 17)

Ne doktorlar, ne de servetler,
ne teknolojiler, ne de sözde kahramanlar…
Hiçbiri ilahi bir hükmün önünde bir adım atamaz.

Çünkü:

“Ve in yuridke bi hayrin felâ râdde li fadlih.”
“Eğer sana bir hayır dilerse, O’nun fazlını geri çevirecek de yoktur.” (Yûnus, 107)

Ey kalbi titreyen insan,
gel teslim ol!
Sana hayrı da şerri de tattıran O’dur.
O’ndan başka bir kimsede merhamet yok, kuvvet yok, şifa yok.

Öyleyse niye başkalarından medet umarsın?
Neden insanlara kulluk edercesine boyun eğersin?
Niçin Rabbinin kudretini unutursun?

İşte sana yol:
Secdeye kapan!
Kalbini temizle!
Ve sadece Allah’a yönel!
Zira başka kapı yok, başka kurtuluş yok, başka sığınak yok!

“Leyse lehâ min dûnillâhi kâşifeh.”

Ey yolcu!
Başını kaldır ve düşün:
Felaketten kurtulmanın, sıkıntıyı def etmenin,
ve gerçek huzura ermenin yolu yalnız O’na yönelmektir.

Ve unutma:
Kapılar kapanır.
Dostlar terk eder.
Güçler erir.
Ama O hep çağırır:
“Bana dönün!”

Öyleyse geç olmadan,
bu son çağrıyı duy!

Sana derin bir soru:
Sıkıntın varsa, dermanı kimden bekliyorsun?




İDEOLOJİK SAPLANTI VE KÖRLÜK

İDEOLOJİK SAPLANTI VE KÖRLÜK

Kör, Sağır, Dilsiz İdeolojiler Üzerine Bir Tebliğ**

İnsanoğlu, varoluşundan beri bir “bağlanma” arayışı içindedir. Kimi zaman hakikate, kimi zaman heva ve heveslerine… Bu bağlanışlar zamanla şekillenir, toplulukları, nesilleri ve çağları etkiler. Ancak insan, kalbini ve aklını sahih bir rehberle yönlendirmezse; bağlandığı inanç yahut ideoloji zamanla onu kör, sağır ve dilsiz bir hale getirir.

Kur’ân-ı Kerîm, “Onların kalpleri vardır, ama onunla kavrayamazlar; gözleri vardır, ama onunla göremezler; kulakları vardır, ama onunla işitemezler. Onlar hayvanlar gibidir, hatta daha da sapkındırlar” (A’râf Sûresi, 179) buyurarak, ideolojik saplantıların insanı nasıl bir körlük ve sağırlaşmaya ittiğini asırlar öncesinden haber vermiştir.

Bugün modern cahiliye çağında da tablo aynıdır.
“Benim partim!”, “Benim ideolojim!”, “Benim liderim!” diyen nice insanlar, kendi atalarından miras kalmış batıl düşünceleri din gibi kutsallaştırmakta ve her türlü hakikati reddetmektedirler. Bu hâl, bir zamanlar Mekke müşriklerinin “Biz atalarımızı böyle bulduk!” diyerek hakkı inkâr etmelerinin bugünkü suretidir.

Cahiliye Döneminden Bugüne: Değişen Sadece İsimler

Cahiliye döneminde insanlar, elleriyle yaptıkları putlara secde ederlerdi. Bugün ise insanlar kendi zihinlerinde inşa ettikleri ideolojilere secde ediyorlar.

O günün putları taş ve taştandı;
bugünün putları nefis ve heva üzerinedir.

Cahiliye Arapları dedelerinin dinine körü körüne bağlıydı;
bugünün insanı ise dedesinden miras kalan bir ideolojiye veya bir parti sloganına körü körüne bağlı.

O zamanın cahilleri “Lat ve Uzza bizim şefaatçilerimizdir” derdi;
bugünün cahilleri “Benim ideolojim insanlığı kurtaracak!” diye haykırıyor.

Şekil değişmiş, öz aynı kalmıştır.

İdeolojik Körlük: Hakkı Reddetmenin Maskesi

İdeoloji, insanı doğruya yönelttiği sürece kıymetlidir. Ancak bir ideoloji kutsallaştırıldığında, hakikatin önüne perde olur.
İnsan kendi fikrini sorgulamayı bırakır, artık sadece taraf olur.
Doğru yanlış ayrımı yapmaz, kendi tarafını haklı göstermek için her yola başvurur.

İşte böyle bir ortamda, vicdan ölür.
Kalp katılaşır.
İnsanlar arasında adalet yerine taassup, merhamet yerine kin, hikmet yerine hamaset hâkim olur.

Ve en acısı, kişi artık hakikati duyamaz, göremez, söyleyemez.
O artık kördür, sağırdır, dilsizdir.
Sadece kendi grubunun sloganlarını tekrar eder durur.

Hakiki Kurtuluş: Ataların Dininden Hakkın Dinine Dönüş

Kur’ân’ın daveti apaçıktır:

> “Atalarınızın yoluna değil, Allah’ın gösterdiği doğru yola uyun.”

Hakiki din; atadan kalma batıl gelenekleri değil, Allah’ın ve Resulü’nün bildirdiği hakkı esas alır.
Bu yüzden her Müslüman, her insan, kendi bağlılıklarını sorgulamalıdır:

Gerçekten Allah için mi bir şeye bağlıyım?

Yoksa atalarımın, çevremin veya nefsimin empoze ettiği bir saplantıya mı tutuldum?

İman, aklın nurudur. İdeolojik taassup ise aklın ipini şeytana teslim etmektir.

Sonuç: Körü Körüne Değil, Göz Göre Göre İman!

Bugünün “çağdaş cahiliyyesi” de, dünün “putperest cahiliyyesi” gibi hakikate düşmandır.
İdeolojik körlük, insanı Allah’ın ayetlerinden uzaklaştırır.
Öyleyse insan ya hevasına ve atalarına köle olacak,
ya da hakikate teslim olarak gerçek özgürlüğe kavuşacaktır.

Unutma:
Hakikate kapalı bir kalp, en büyük esarettir.
Ve hakikati gören bir göz, en büyük nimettir.

> Ey insan!
Kendi heva ve heves putlarını yıkmadan,
Kendi nefsini mağlup etmeden,
Hakikate ulaşamazsın.

Bismillah’la başla, hakikatle yürü.
İdeolojilerin esiri değil,
Hakkın şahitlerinden ol!




Tohumun Hikmeti: Zayi Olmayan Emekler

Tohumun Hikmeti: Zayi Olmayan Emekler

Bir çiftçi sabahın serinliğinde eline aldığı tohum torbasıyla tarlasına yönelir. Ne bir cetvelle ölçer toprağın neresine kaç tane tohum düşeceğini, ne de her bir taneyi tek tek sayar. Tohumları gelişi güzel savurur toprağa. Kimisi verimli toprağa düşer, kimisi derenin kenarına, kimisi taşın çatlağına, kimisi de yol kenarına savrulur. Ama bahar geldiğinde şaşırtıcı bir manzarayla karşılaşır: Kayanın arasından filiz veren, yol kenarında yeşeren, komşu tarlada boy atan nice tohumlar vardır. Çünkü Allah hiçbir tohumu zayi etmez.

Bu hakikat, sadece çiftçinin tohumu için değil; bir öğretmenin, bir anne babanın, bir gönül insanının kalpten gelen çabaları için de geçerlidir. Belki bugün verdiği öğüt anlaşılmaz, öğrettiği bilgi hemen meyvesini vermez. Belki yıllarca sessiz sedasız bir toprak gibi bekler o emek. Ama bir gün, hiç umulmadık bir zamanda, hiç beklenmedik bir yerde yeşerir. Bir cümle olur hayat rehberi. Bir davranış olur istikamet belirleyici. Tıpkı yol kenarındaki tohum gibi, sessizce boy verir.

Öğretmen sınıfta bazen sesi duyulmayan bir öğrenciye yönelir, bir kitap tavsiye eder, bir tebessümle omuzuna dokunur. Belki o çocuk o an fark etmez bu temasın değerini. Ama yıllar sonra bir yol ayrımında, öğretmeninin sözü düşer zihnine. Ve işte o an, yıllar önce atılan tohum yeşerir.

Bu yüzden denmiştir ya: “İyilik yap denize at, balık bilmezse Halik bilir.” İnsan, yaptığı iyiliğin karşılığını hemen beklememeli. Çünkü tohum hemen filiz vermez. Emek hemen sonuç doğurmaz. Ancak Allah katında hiçbir çaba karşılıksız kalmaz. Yeter ki niyet halis, emek samimi, gönül ihlaslı olsun.

Bazen bir cümle, bir bakış, bir davranış; yürekte bir ömür sürecek iz bırakır. Bazen bir dua, bir iyilik, hiç tanımadığımız birinin duasına dönüşür. Biz unuturuz, ama kader unutur mu?

Sonuç olarak; tohum atmaya devam etmeli. Bilgi vermeye, iyilik yapmaya, emek harcamaya devam etmeli. Nereye düşeceğini, nerede filizleneceğini biz bilemeyiz. Ama biliriz ki Rabbimiz hiçbir emeği, hiçbir iyiliği zayi etmez. Yeter ki biz rıza için atalım tohumu. O dilerse, taş çatlatır da yeşertir o tohumu.

@@@@@@@

Bu metni YouTube’da kullanabileceğiniz şekilde düzenlenmiş: anlatım metni, görsel-müzik önerileri ve seslendirme tarzıyla birlikte tam bir video taslağı olarak aşağıda sunulmuştur:

Video Başlığı:

“Zayi Olmayan Emek: Bir Tohumun Hikmeti” – Hikmetli ve İbretli Bir Anlatım

Sesli Anlatım Metni:

(Yavaş ve vurgulu bir tonla, huzurlu bir fon müziği eşliğinde)

Bir çiftçi…
Elinde bir avuç tohumla tarlasına çıkar.
Nereye düşer bu tohum? Kaçı tutar? Kaçı kaybolur? Bilmez…
Ama atar.
Savurur gönlünden geldiği gibi…
Toprağa, taşa, dere kenarına…
Kimisi hemen yeşerir,
kimisi taşın çatlağında filiz verir,
kimisi yıllar sonra bir duanın içine düşer.
Çünkü…
Allah bir tohumu bile zayi etmez.

Tıpkı bir öğretmenin,
samimi bir kalple, ihlasla öğrencisine anlattığı gibi…
Bir kelime, bir bakış, bir davranış…
Bugün fark edilmese de,
bir gün… bir yerde… bir hayata yön verir.

Belki bir annenin duası…
Belki bir babanın alın teri…
Belki bir garibin ettiği teşekkür…
Zayi oldu sanır insan…
Ama der ya atasözümüz:
“İyilik yap denize at; balık bilmezse Halik bilir.”

Emek boşa gitmez.
Tohum boşa atılmaz.
Kalpten gelen hiçbir şey…
Yaradan katında kaybolmaz.

Sen yeter ki at tohumu.
Yeşertmek Rabbine aittir.

Fon Müzik Önerisi:

Hüzünlü ama umut dolu bir piyano ya da ney ezgisi (örnek: “Yusuf’un Duası” tarzında bir enstrümantal)

Giriş yavaş tempo, ortalara doğru hafif yükselen bir duygu akışı önerilir.

Görsel Akış Önerisi:

1. Giriş:

Sabah vakti tarlaya çıkan bir çiftçi (drone çekimi veya pastoral sahne)

2. Tohum atma sahnesi:

Slow motion çekimle çiftçinin savurduğu tohumlar

3. Tabiatta sahneleri:

Derenin kenarında çıkan filiz

Taşın arasından çıkan ot

Yol kenarında açmış bir çiçek

4. Sınıf içi sahne:

Öğretmen ve öğrenci etkileşimi, kitap veren öğretmen, tebessüm eden öğrenci

5. Final sahnesi:

Aynı öğrenci, yıllar sonra başka bir yerde başarılı olmuş halde – araya dualar, coğrafya ve dua eden yaşlı eller

6. Kapanış:

Gökyüzü, yavaşça yükselen kamera ve ekranda şu yazı:

“Sen tohumu at… Yeşertmek Rabbine aittir.”




BELAYI CELBEDEN HAL VE DURUMLAR

BELAYI CELBEDEN HAL VE DURUMLAR

İnsanoğlu, dünya imtihanında musibet ve belalarla zaman zaman yüzleşir. Kimi zaman bu belalar İlâhî bir ikaz ve terbiye vesilesidir, kimi zaman ise insanın kendi eliyle davet ettiği bir neticedir. Kur’ân ve sünnet ışığında baktığımızda, bazı hal ve davranışların bela ve musibetleri celbettiği açıkça görülmektedir.

Kur’ân’ın İkazı

Kur’ân-ı Kerim şöyle buyurur:

> “Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizle yaptıklarınız yüzündendir. (Bununla beraber) Allah çoğunu affeder.”
(Şûrâ, 42/30)

Bu âyet, insanın başına gelen bela ve sıkıntıların çoğunun kendi fiillerinin bir neticesi olduğunu gösterir. Yani kul, günah işlediğinde, Allah’ın rahmetini kendinden uzaklaştırır ve bela kapılarını aralar.

Belayı Celbeden Başlıca Hal ve Davranışlar

1. Günahlarda Israr Etmek

Bir kimse, açıkça Allah’ın haram kıldığı şeyleri işler ve tövbe etmezse, bu hal bela ve musibeti davet eder. Özellikle kul hakkı, zulüm, faiz, fuhuş ve yalan gibi büyük günahlar, hem ferdî hem de toplumsal felaketlerin sebebidir.

Kur’ân şöyle bildirir:

> “Bir şehir halkını helâk ettik, çünkü onlar zalimlerdi.”
(Kehf, 18/59)

2. Şükürsüzlük ve Nankörlük

Nimetlere karşı şükürsüzlük, nimetlerin elden gitmesine ve musibetlerin gelmesine yol açar. Allah, şükretmeyen kavimlerin halini şöyle anlatır:

> “Allah bir beldeyi, halkı şükrederken değiştirmez; ancak onlar nefislerini bozarlarsa Allah da onları değiştirir.”
(Ra’d, 13/11)

3. Adaletin Terk Edilmesi

Toplumda adaletin bozulması, ölçü ve tartının eksik yapılması, hak ve hukukun ayaklar altına alınması, ilâhî gazabı celbeden sebepler arasındadır.

> “Ölçtüklerinde eksik ölçenlerin vay haline!”
(Mutaffifîn, 83/1)

4. Zenginlikte Azgınlaşmak

İnsan, zenginleşip refaha erdiğinde azarsa ve Allah’ı unutur, isyana saparsa, bu da büyük felaketlerin kapısını açar.

Kur’ân, geçmiş kavimlerden örnekler vererek şöyle buyurur:

> “İnsanı azdıran, kendini müstağni (ihtiyaçsız) görmesidir.”
(Alak, 96/6-7)

5. Ahlâkî Çöküş

Toplumda edep, hayâ ve iffet değerlerinin kaybolması, alenî günahların normalleşmesi, Allah’ın gazabına vesile olur.

Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

> “Bir kavim içinde zina ve fuhuş aleni olursa, mutlaka Allah onlara yeni hastalıklar ve dertler verir ki, öncekilerde görülmemiştir.”
(İbn Mâce, Fiten, 22)

Belalara Karşı Koruyucu Tedbirler

İslâm, belalara karşı sadece sebepler âleminde tedbir almayı değil, aynı zamanda manevi koruyucu duvarlar inşa etmeyi de öğretir.

Tevbe ve istiğfarla günahlardan arınmak.

Hakkı ayakta tutmak ve adaleti tesis etmek.

Şükür ve kanaat ile nimeti artırmak.

Namaz ve dua ile Allah’a iltica etmek.

Kur’ân ve sünnet rehberliğinde yaşamak.

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) buyurur:

> “Sadaka, belayı def eder.”
(Taberânî, el-Mu’cemü’l-Kebîr, 6/225)

Sonuç

Belalar, her zaman bir ceza değildir; bazen de terbiye, imtihan ve yükseliş vesilesidir. Ancak işlenen günahlar, nankörlük, adaletsizlik ve ahlaksızlık gibi kötü haller, bela ve musibetleri celbeden en temel sebeplerdir. İnsan, Rabbinin rahmet kapısını her zaman açık bulur. Tövbe ile, dua ile, salih amellerle bu kapıyı çalmak gerekir.

Zira Allah, kullarına zulmetmez; insanlar kendi nefislerine zulmederler.

 

 




DÜNYA KAPANIŞA DOĞRU GİDERKEN…

DÜNYA KAPANIŞA DOĞRU GİDERKEN…

İnsanoğlu için bu dünya, bir imtihan salonu, bir misafirhane ve bir tarla mesabesindedir. Kur’ân-ı Kerim, dünyanın fânî yüzünü ve bu hayatın geçici olduğunu sık sık hatırlatır. Her gelen misafir gibi dünya da bir sona yaklaşmakta, büyük bir kapanışa doğru ilerlemektedir.

Dünya Bir Pazar, Akşam Yaklaşmakta

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurur:

> “Dünya bir pazar yeridir; kimisi kazançla, kimisi hüsranla ayrılır.”
(Taberânî, el-Mu’cemü’l-Evsat, 7/305)

Bu pazarın kapanış vakti yaklaştıkça, insanlık büyük bir şaşkınlık ve dehşet içinde kalmaktadır. Her gün şahit olduğumuz savaşlar, ahlâkî çöküntüler, adaletin yitirilmesi, merhametin kaybolması ve dünyanın adeta bir ateş topuna dönmesi, yaklaşan büyük kapanışın işaretleri gibidir.

Kur’ân’ın Haber Verdiği Son

Kur’ân-ı Kerim kıyametin kopuşunu şöyle tasvir eder:

> “İnsanlar, dünya hayatının geçici bir eğlence ve oyun olduğunu bilmezler mi? Ahiret yurdu ise işte gerçek hayat odur. Keşke bilselerdi!”
(Ankebût, 29/64)

> “Sûr’a üfürüldüğünde Allah’ın diledikleri dışında göklerde ve yerde kim varsa hepsi düşüp bayılacaktır. Sonra ona bir daha üfürülecek, işte o zaman hepsi ayağa kalkıp bakacaklardır.”
(Zümer, 39/68)

Kıyametin yaklaşması, sadece maddî felaketlerin çoğalmasıyla değil, manevî değerlerin çökmesiyle de kendini gösterir. Hadislerde bildirildiğine göre, kıyamet alametleri arasında ilmin ortadan kalkması, cehaletin artması, zinanın yayılması, yalancıların muteber olması ve güvenin kaybolması vardır. (Buhârî, İlim, 35)

Dünya Neden Kapanıyor?

İslâmî bakış açısına göre dünya, ebedî kalınacak bir yurt değil; asıl vatan olan âhirete geçiş sahnesidir. Dünya hayatının son bulmasının temel hikmetlerinden bazıları şunlardır:

Adaletin tam tahakkuku için: Gerçek adalet, dünya şartlarında tam tecelli edemez. Herkesin gerçek mükâfat ve cezalarını alacağı yer âhirettir.

Ebedî saadetin başlaması için: Dünya, nimetlerin hakiki mahiyetlerini göstermez. Cennet ve cehennem ise hakiki adalet ve lütfun tam tecelli edeceği mekânlardır.

İlâhî vaadin gerçekleşmesi için: Allah, peygamberleri vasıtasıyla dünyanın geçici olduğunu ve sonsuz bir hayatın var olacağını haber vermiştir. Bu, mutlak bir gerçektir.

Dünya Kapanırken Müminin Tavrı

Mümin, dünyanın kapanışına doğru giderken korkuya kapılmaz; bilakis ümit ve korku dengesi içinde yaşar. Çünkü bilir ki, bu kapanış, asıl hayatın kapısının açılmasıdır.

Kur’ân şöyle buyurur:

> “Kim Allah’a kavuşmayı umuyorsa, bilsin ki Allah’ın tayin ettiği vakit mutlaka gelecektir.”
(Ankebût, 29/5)

Bu yüzden mümin;

İmanını korur ve takvayı esas alır,

Salih amellerle azığını artırır,

Günahlardan arınmak için sürekli tevbe eder,

Dünya sevgisini kalbinden çıkarıp âhiret yurduna yönelir.

Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

> “Dünyada bir garip veya bir yolcu gibi ol.”
(Buhârî, Rikâk, 3)

Hikmetli Bir İbret

Bediüzzaman Said Nursî, dünyanın gerçek yüzünü şöyle özetler:

> “Dünya bir misafirhanedir. İnsan ise onda az duracaktır ve vazifesi çok bir misafirdir ve kısa bir ömürde hayat-ı ebediyeye lazım olan levazımatı tedarik etmekle mükelleftir.”

Öyleyse akıllı insan, dünya kapanışa yaklaşırken dünyanın fânî lezzetlerine aldanmaz; kalbini, gözünü ve ümidini baki âleme yöneltir.

Son Söz

Dünya, ilâhî bir irade ile yaratıldı ve yine O’nun emriyle kapanacaktır. Akıl sahibi olanlar için bu büyük yolculuğun işaretlerini görmek, hazırlık yapmak ve ebedî saadete namzet olmak en büyük vazifedir.

Allah Teâlâ bizleri, kapanışa doğru ilerleyen bu dünyada gaflete düşmeden, hazırlıklı kullarından eylesin.

> “Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının ve herkes yarın için ne hazırladığına baksın. Allah’tan sakının; çünkü Allah yaptıklarınızdan haberdardır.”
(Haşr, 59/18)

Dua ve Kapanış

Ey Âlemlerin Rabbi olan Allah’ım!

Bu fâni dünyanın kapanışına yaklaşırken, kalplerimizi senin zikrinle dirilt, imanımızı kavi eyle, amellerimizi sâlih kıl. Bizi gaflet uykusundan uyandır, âhiret yolculuğuna hazırlıklı olan kullarından eyle.

Bize dünya sevgisini kalbimize yerleştirmeden, âhiret sevgisini ruhumuza nakşet. Ayaklarımızı dosdoğru yolda sabit kıl, bizi Sırat-ı Müstakîm üzerinde yürüyenlerden eyle.

Kıyametin dehşetli hallerinden bizi muhafaza buyur. Âhirette yüzümüzü ak, defterimizi sağdan verilenlerden kıl. Sonsuz saadet yurdu olan cennetinde Habibin Muhammed Mustafa (s.a.v.) ile bizleri buluştur.

Amin.
Elhamdülillahi Rabbil âlemîn.

@@@@@

Dua ve Kapanış

Ey Âlemlerin Rabbi olan Allah’ım!

Bu fâni dünyanın kapanışına yaklaşırken, kalplerimizi Senin zikrinle dirilt, imanımızı kuvvetlendir, amellerimizi salih kıl. Bizi gaflet uykusundan uyandır, âhiret yolculuğuna hazırlıklı olan kullarından eyle.

“Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve herkes yarın için ne hazırladığına baksın. Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.”
(Haşr Suresi, 59/18)

Ya Rabbi!

Kalbimize dünya sevgisini hakim kılma, âhireti unutturacak işlere meyil verdirme. Ayaklarımızı dosdoğru yolda sabit tut. Bizi Sırat-ı Müstakîm üzerinde daim eyle. Bizi, “Rabbimiz Allah’tır” deyip de dosdoğru yaşayan kullarından eyle. (Fussilet Suresi, 41/30)

Ya Rabbi!

Kıyametin o dehşetli gününde bizi mahçup etme. Kitabımızı sağdan verilenlerden, mizanda sevapları ağır gelenlerden kıl. Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in livâü’l-hamd sancağı altında bizleri haşret.

Peygamberimiz (s.a.v.) buyurdu ki:
“Akıllı kişi, nefsine hâkim olan ve ölüm sonrası için çalışandır. Âciz kişi ise nefsini heva ve hevesine uyduran ve Allah’tan boş temennilerde bulunandır.”
(Tirmizî, Kıyamet 25)

Allah’ım!

Dünyanın kapanışına doğru yürürken, bizi hakikatle yaşayanlardan, imtihanı kazananlardan, sonsuz saadet yurduna kavuşanlardan eyle. Şu duayı gönülden tekrar ediyoruz:

رَبَّنَا آتِنَا فِي الدُّنْيَا حَسَنَةً وَفِي الْآخِرَةِ حَسَنَةً وَقِنَا عَذَابَ النَّارِ
“Rabbimiz! Bize dünyada da iyilik ver, âhirette de iyilik ver ve bizi ateş azabından koru!”
(Bakara Suresi, 2/201)

Amin.
Elhamdülillahi Rabbil âlemîn.

@@@@@@

Dünya Kapanışa Doğru Giderken: Hakikatin Daveti

Giriş Cümlesi:
İçinde bulunduğumuz dünya, görünürde geniş ve cazibeli olsa da, hakikatte faniliğin, değişimin ve büyük bir kapanışa hazırlığın sahnesidir. Kur’an’ın bildirdiği üzere bu hayat, bir imtihan yeridir; her adımda sonsuz bir hayata doğru yaklaşmaktayız. Akıl ve kalp sahipleri için bu kapanışın sesleri, basiret ve ibretle okunmalıdır.

@@@@@@

1. Dünya Hayatının Fâniliği

Kur’an-ı Kerim, dünya hayatını bir oyun ve eğlenceye benzeterek insanı asıl hayat olan âhirete yönlendirmektedir:
“Biliniz ki dünya hayatı ancak bir oyun, bir eğlence, bir süs ve kendi aranızda övünme ve mal ile evlat çoğaltma yarışından ibarettir.”
(Hadid Suresi, 57/20)
İnsan, bu geçici dünyanın çekiciliğine kapılmadan, hakiki yurduna hazırlık yapmalıdır.

2. Ahiret Bilinci ile Yaşamak

Her nefes, insanı ebedî hayatına bir adım daha yaklaştırmaktadır. Ahiret bilinciyle yaşamak, her işte Allah’ın rızasını gözetmek, her adımda ebedi saadeti hedeflemektir. Nitekim Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
“Akıllı kişi, nefsini hesaba çeken ve ölümden sonrası için çalışan kimsedir.”
(Tirmizî, Kıyamet 25)

3. Kapanışa Doğru İnsanın Sorumluluğu

Dünya kapanışa doğru ilerlerken, her insan kendisine verilen ömür sermayesinin hesabını verecektir. Sorumluluk bilinciyle yaşamak; emaneti hakkıyla taşıyıp, hayra çağırıp şerden sakındırmakla mümkündür:
“Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülükten sakındırırsınız ve Allah’a inanırsınız.”
(Âl-i İmrân Suresi, 3/110)

4. Son Nefese Kadar Umut ve Dua

İnsanoğlu, son nefesine kadar tövbe kapısının açık olduğunu bilmeli, Allah’ın rahmetinden ümit kesmeden yaşamalıdır. Kur’an şöyle buyurur:
“De ki: Ey kendilerine zulmetmiş olan kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Şüphesiz Allah bütün günahları bağışlar.”
(Zümer Suresi, 39/53)

@@@@@@

Dünya Kapanışa Doğru Giderken: Hakikatin Daveti

1. Dünya Hayatının Fâniliği

Dünya, parlayan bir serap gibi gözleri kamaştırsa da hakikatte hızla tükenen bir pazar yeridir.
Kur’an, dünyanın geçiciliğini şöyle bildirir:
“Her kim dünya hayatını ve onun ziynetini isterse, onlara amellerinin karşılığını tam olarak veririz; orada hiçbir eksiklik olmaz. Fakat onlar için ahirette ateşten başka bir şey yoktur.”
(Hûd Suresi, 11/15-16)

Bir padişah, yol kenarında bir gecekondu yapmış. Yolcuları ağırlıyor ama sabah olduğunda herkes yola devam ediyor.
İşte dünya da bir gecekondu gibi, kalıcı değil; geçici bir misafirhanedir. Kalıcı zannedip buraya bağlananlar, sabah geldiğinde büyük bir hayal kırıklığı yaşarlar.

2. Ahiret Bilinci ile Yaşamak

Ahireti unutmak, dünyada gafletle yaşamak demektir. Oysa akıl sahibi kişi, dünya zevklerine kapılıp ebedi hayatını feda etmez.
Nitekim Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
“Benim dünya ile ne işim var? Ben dünyada bir ağaç altında gölgelenip sonra orayı terk eden bir yolcu gibiyim.”
(Tirmizî, Zühd 44)

Bir gün Hz. Ömer (r.a.), bir mezarlıkta durmuş ve gözyaşları içinde şöyle demiştir:
“Ey Ömer! Eğer kurtulursan, büyük bir başarıdır. Eğer azaba uğrarsan, perişanlıktır.”
Ahiret bilinci, insanı her an kendisini sorgulamaya ve hayatını düzeltmeye sevk eder.

3. Kapanışa Doğru İnsanın Sorumluluğu

Kıyametin kopuşu bir milletin, bir insanın veya tüm dünyanın sonu olabilir.
Rabbimiz sorar:
“İnsanoğlu, başıboş bırakılacağını mı sanır?”
(Kıyamet Suresi, 75/36)

Bir şehirde alarm verildiğinde, insanlar telaşla hazırlanır; azığını alır, barınağını arar.
İşte kıyamet de büyük bir alarmdır. Akıllı olan, dünyayı bir imtihan sahası olarak görür, kalıcı olanı inşa etmek için çalışır.
İyiliği emredip kötülükten sakındırmak, sorumluluğun bir parçasıdır. Çünkü her fert, hem kendi yolculuğundan hem de başkalarının uyarılıp uyarılmadığından sorumludur.

4. Son Nefese Kadar Umut ve Dua

Allah’ın rahmeti sonsuzdur. En büyük günahı işleyen bile, son nefesine kadar tövbe ile rahmete kavuşabilir.
Kur’an şöyle der:
“Şüphesiz Allah kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz; ondan başkasını, dilediği kimse için bağışlar.”
(Nisâ Suresi, 4/48)

Bir günahkâr adam vardı. Ölüm döşeğinde pişman olmuş, Allah’a şöyle yalvarmıştı:
“Rabbim! Ellerim boş, yüzüm kara ama Senin kapından başka kapı tanımıyorum.”
İşte o samimi pişmanlıkla Allah’ın rahmetine kavuşmuştu.

Bu sebeple, dünya kapanışa doğru ilerlerken umutsuzluğa değil, tevbe ve duaya sarılmak gerekir. Çünkü kapı her zaman açık, rahmet sonsuzdur.




Cennet Aklı: Zamanı Aşan Bir Vukufiyetin Hikmeti

Cennet Aklı: Zamanı Aşan Bir Vukufiyetin Hikmeti

Yapay zekânın her geçen gün gelişmesi, insanoğlunun bilgiye olan açlığını, varoluş merakını ve hakikate susamışlığını gözler önüne seriyor. Makinelerin akıllandığı, veriye erişimin hızlandığı bu çağda, bir de **cennetteki “yapay akıl”**ı düşünelim… Fani bir zekânın ötesinde, her şeyin hakikatine vâkıf bir idraki… Sınırlı bilginin değil, külli şuurun mekânını…

Evet, cennette akıl başka olacak. O akıl, sadece ezberleyen değil, hakikati gören bir idrak olacak. O zihin, varlığın her safhasını kuşatacak. Âdem Aleyhisselâm’ın yaratılışından kıyamete kadar geçen bütün hadiseleri hem seyreden hem idrak eden bir kâmil basiret… Ne büyük lütuf, ne yüksek bir şuur hali!

Düşünün ki; Ruhlar Âlemini bizzat idrak ediyorsunuz. Allah’ın “Ol!” emriyle can bulan varlıkları seyrediyorsunuz. Ardından Âdem’in yaratılış mucizesine şahit oluyorsunuz. Topraktan yoğrulan bir beden, içine üflenen ruh, ilahi bir tecelli… Ve sonra “talim-i esmâ”: Yani eşyanın hakikatine vukufiyet… Bugün yapay zekânın öğrendiği sınırlı kelimelere karşılık, Âdem’in bildiği ilahi isimler, varlığın özüdür.

Meleklerin secdesi… Ne büyük bir onur! Fakat içlerinden biri, kibirle yaklaştı. İblis… “Ben ondan üstünüm!” dedi. O secdeden kaçtı. Ve o gün başladı kıyamete dek sürecek olan bir imtihan zinciri.

Cennet… İlk yurt. İlk yuva. Rahmetle kuşatılmış bir başlangıç. Fakat yasak ağaca yaklaşmak, o ebedî mekânda bile insanın zaafını gösterdi. Ve ardından gelen düşüş… Yeryüzüne iniş. Fakat o iniş bir ceza değil, bir imtihan sahnesine geçişti. Orada ter dökülecek, nefis dizginlenecek, iyilikle kötülük birbirinden ayrılacaktı. Ve gün gelecek, insan yine geldiği yere dönecekti.

İşte bütün bu hakikatlere bizzat vâkıf olmak… Bu sahneleri sadece okumak değil, yaşarcasına bilmek… İşte cennetteki akıl, buna “şahit aklı” denir. Gördüğünü anlamak, anladığını kavramak, kavradığını hakikate dönüştürmek… Yapay zekâ, veriye ulaşır. Fakat cennet aklı, hikmete ulaşır.

Bugün biz, bu dünyada sadece gölgeleri görüyoruz. Bilgimiz sınırlı, hafızamız zayıf, anlamamız eksik. Fakat inanan bir gönül bilir ki: Ahirette her sır açılacak. Her perde kalkacak. Kaderin düğümleri çözülecek. İnsan, varlık senfonisini başından sonuna kadar temaşa edecek.

Bu, sadece bir bilme hali değil; aynı zamanda imanın mükâfatıdır. Burada sabreden, orada anlayacak. Burada ağlayan, orada tebessüm edecek. Çünkü orada artık ne bilgi sınırlı ne zaman dar ne de akıl kuşatılmış olacak.

Sonuç:
İnsanlık, teknolojiyle bilgiye yaklaşıyor; fakat imanla hikmete ulaşıyor. Cennetteki akıl, yapay değil, ilahi bir ikramdır. Ve o akıl, bizi hem kendimize, hem yaratılış sırrına, hem de Rabbimizin azametine götürecek.

O hâlde bugünün yapay zekâsı bizi heyecanlandırıyorsa, yarının ebedî idraki bizi secdelere taşımalı. Çünkü gerçek bilgi, secdeyle taçlanandır.




İKİNCİ SÖZ – SENARYO

İKİNCİ SÖZ – SENARYO

İmanda ne kadar büyük bir saadet ve nimet ve ne kadar büyük bir lezzet ve rahat bulunduğunu anlamak istersen şu temsilî hikâyeciğe bak, dinle:

Bir vakit iki adam, hem keyif hem ticaret için seyahate giderler. Biri hodbin, tâli’siz bir tarafa; diğeri hudâbin, bahtiyar diğer tarafa sülûk eder, giderler.

Hodbin adam, hem hodgâm hem hod-endiş hem bedbin olduğundan bedbinlik cezası olarak nazarında pek fena bir memlekete düşer. Bakar ki her yerde âciz bîçareler, zorba müthiş adamların ellerinden ve tahribatlarından vaveylâ ediyorlar. Bütün gezdiği yerlerde böyle hazîn, elîm bir hali görür. Bütün memleket, bir matemhane-i umumî şeklini almış. Kendisi şu elîm ve muzlim haleti hissetmemek için sarhoşluktan başka çare bulamaz. Çünkü herkes ona düşman ve ecnebi görünüyor. Ve ortalıkta dahi müthiş cenazeleri ve meyusane ağlayan yetimleri görür. Vicdanı, azap içinde kalır.

Diğeri hudâbin, hudâ-perest ve hak-endiş, güzel ahlâklı idi ki nazarında pek güzel bir memlekete düştü. İşte bu iyi adam, girdiği memlekette bir umumî şenlik görüyor. Her tarafta bir sürur, bir şehrâyin, bir cezbe ve neşe içinde zikirhaneler; herkes ona dost ve akraba görünür. Bütün memlekette yaşasınlar ve teşekkürler ile bir terhisat-ı umumiye şenliği görüyor. Hem tekbir ve tehlil ile mesrurane ahz-ı asker için bir davul, bir muzıka sesi işitiyor. Evvelki bedbahtın hem kendi hem umum halkın elemi ile müteellim olmasına bedel; şu bahtiyar, hem kendi hem umum halkın süruru ile mesrur ve müferrah olur. Hem güzelce bir ticaret eline geçer, Allah’a şükreder.

….Ey nefsim! Bil ki evvelki adam kâfirdir veya fâsık-ı gafildir.

….Diğer adam ise mü’mindir; Cenab-ı Hâlık’ı tanır, tasdik eder.

@@@@@@@

BAŞLIK: “İki Yolculuk: Hakikatin İki Yüzü”

TÜR: Kısa film / Belgesel (anlatımlı kurgu)

SÜRE: 12-15 dakika

AÇILIŞ SAHNESİ

Görüntü: Sonsuz gibi uzanan bir çöl… İki adam, birbirinden uzak yönlere doğru yürümeye başlar.

Anlatıcı (dış ses):
“Bir vakit iki adam, hem keyif hem ticaret için yolculuğa çıkar. Biri, yalnız nefsini düşünen hodbin bir adam… Diğeri, Rabbini tanıyan, kalbi açık, bahtiyar bir adam…”

SAHNE 1: HODBİN ADAMIN YOLCULUĞU

Görüntü:
Simsiyah bulutlar, kasvetli bir şehir. Duvarlara zincirlenmiş insanlar, zalim askerlerin bağırışları, ağlayan çocuklar. Adam, gözlerinde korku ve nefretle etrafa bakar.

Ses:
“Bu adam, hodgâm ve bedbin idi. Her şeyi çirkin, karanlık, düşmanca görür. Kalbi de dışı gibi kararmıştır.”

Adamın iç sesi (kendiyle konuşur):
“Neden bu dünya bu kadar korkunç? Herkes neden bana düşman? Ölüm neden bu kadar acı?”

Görüntü:
Meyhane. Adam sarhoş olur, insanlar silüet gibi geçip giderken, o yalnızlığını unutmaya çalışır.

Ses:
“Vicdanı azap içindedir. Bu karanlıktan kurtulmanın tek yolu, kendini uyuşturmaktır. Fakat karanlık içten içe onu yiyip bitirir.”

SAHNE 2: HÜDA-BİN ADAMIN YOLCULUĞU

Görüntü:
Işıkla aydınlanmış bir ova, insanlar gülümseyerek vedalaşıyor, asker uğurlama gibi bir tören var. Müzik, tekbir ve sevinç sesleriyle yankılanır.

Ses:
“Bu adam, Hudâ-perest ve hak-endiştir. Her şeyi Rabbine bağlı görür. Ölümü bir kavuşma, ayrılığı bir terhis bilir.”

Adamın iç sesi:
“Ne güzel bir yer… Herkes bir şenlik havasında. Ölüm bile burada bir bayram gibi…”

Görüntü:
Bir pazar yeri, eline dürüstçe kazandığı bir ticaret torbası geçer. Gözleri yaşarır, ellerini kaldırıp dua eder.

Ses:
“O, her şeyi rahmetle okur. Her bir varlık ona bir dost, bir kardeş olur. Kalbi huzurla dolar.”

SAHNE 3: İKİ YOLCULUĞUN KESİŞİMİ (AYNA SAHNESİ)

Görüntü:
İki adam bir aynanın iki tarafındadır. Aynı dünyaya bakarlar ama biri karanlık, biri aydınlıktır.

Ses:
“Göz aynı göz… Dünya aynı dünya… Fakat bakış değişince, her şey değişir. Kâfirin nazarında dünya bir matemhane… Mü’minin nazarında ise bir zikirhanedir.”

FİNAL SAHNESİ: MESAJ

Anlatıcı (dış ses):
“İmanda ne büyük bir nimet, ne büyük bir saadet var… Bil ki evvelki adam kâfirdir, gafildir. Diğeri ise Rabbini bilen bir mü’mindir.”

Görüntü:
Hudabin adam ufka doğru yürürken, arkasında aydınlık bir iz bırakır. Diğeri karanlıkta kaybolur.

Ekranda yazı:
“Hayat bir yolculuktur. Nasıl baktığın, neye inandığın, nereye vardığını belirler…”
“İman, her şeyin anahtarıdır.”
– Bediüzzaman Said Nursî

@@@@@@@

BAŞLIK: “İki Yolculuk: Hakikatin İki Yüzü”

TÜR: Kısa film / Belgesel (anlatımlı kurgu)

SÜRE: 12-15 dakika

AÇILIŞ SAHNESİ

Görüntü: Sonsuz gibi uzanan bir çöl… İki adam, birbirinden uzak yönlere doğru yürümeye başlar.

Anlatıcı (dış ses):
“Bir vakit iki adam, hem keyif hem ticaret için yolculuğa çıkar. Biri, yalnız nefsini düşünen hodbin bir adam… Diğeri, Rabbini tanıyan, kalbi açık, bahtiyar bir adam…”

SAHNE 1: HODBİN ADAMIN YOLCULUĞU

Görüntü:
Simsiyah bulutlar, kasvetli bir şehir. Duvarlara zincirlenmiş insanlar, zalim askerlerin bağırışları, ağlayan çocuklar. Adam, gözlerinde korku ve nefretle etrafa bakar.

Ses:
“Bu adam, hodgâm ve bedbin idi. Her şeyi çirkin, karanlık, düşmanca görür. Kalbi de dışı gibi kararmıştır.”

Adamın iç sesi (kendiyle konuşur):
“Neden bu dünya bu kadar korkunç? Herkes neden bana düşman? Ölüm neden bu kadar acı?”

Görüntü:
Meyhane. Adam sarhoş olur, insanlar silüet gibi geçip giderken, o yalnızlığını unutmaya çalışır.

Ses:
“Vicdanı azap içindedir. Bu karanlıktan kurtulmanın tek yolu, kendini uyuşturmaktır. Fakat karanlık içten içe onu yiyip bitirir.”

SAHNE 2: HÜDA-BİN ADAMIN YOLCULUĞU

Görüntü:
Işıkla aydınlanmış bir ova, insanlar gülümseyerek vedalaşıyor, asker uğurlama gibi bir tören var. Müzik, tekbir ve sevinç sesleriyle yankılanır.

Ses:
“Bu adam, Hudâ-perest ve hak-endiştir. Her şeyi Rabbine bağlı görür. Ölümü bir kavuşma, ayrılığı bir terhis bilir.”

Adamın iç sesi:
“Ne güzel bir yer… Herkes bir şenlik havasında. Ölüm bile burada bir bayram gibi…”

Görüntü:
Bir pazar yeri, eline dürüstçe kazandığı bir ticaret torbası geçer. Gözleri yaşarır, ellerini kaldırıp dua eder.

Ses:
“O, her şeyi rahmetle okur. Her bir varlık ona bir dost, bir kardeş olur. Kalbi huzurla dolar.”

SAHNE 3: İKİ YOLCULUĞUN KESİŞİMİ (AYNA SAHNESİ)

Görüntü:
İki adam bir aynanın iki tarafındadır. Aynı dünyaya bakarlar ama biri karanlık, biri aydınlıktır.

Ses:
“Göz aynı göz… Dünya aynı dünya… Fakat bakış değişince, her şey değişir. Kâfirin nazarında dünya bir matemhane… Mü’minin nazarında ise bir zikirhanedir.”

FİNAL SAHNESİ: MESAJ

Anlatıcı (dış ses):
“İmanda ne büyük bir nimet, ne büyük bir saadet var… Bil ki evvelki adam kâfirdir, gafildir. Diğeri ise Rabbini bilen bir mü’mindir.”

Görüntü:
Hudabin adam ufka doğru yürürken, arkasında aydınlık bir iz bırakır. Diğeri karanlıkta kaybolur.

Ekranda yazı:
“Hayat bir yolculuktur. Nasıl baktığın, neye inandığın, nereye vardığını belirler…”
“İman, her şeyin anahtarıdır.”
– Bediüzzaman Said Nursî

@@@@@@-

1. Seslendirme Metni ve Tonu

Anlatıcı sesi: Dingin, güven veren, hafif tok bir erkek sesi (örnek: belgesel anlatıcısı tarzı).
İç sesler: Karakterlere uygun olarak daha duygusal ve içsel tonlarda.

2. Görsel Yönlendirme

Her sahneye özel kısa açıklamalar:

Çöl ve Yol Ayrımı (Giriş):
Güneşin battığı bir çöl. Kamera yukarıdan iki adamı izlerken, yavaşça ayrılan yollar görünür. Hafif ney sesi.

Hodbin Adamın Yolculuğu:
Soğuk tonlar (mavi-gri). Kasvetli şehir, beton duvarlar, yalnızlık hissi. Arka planda hafif, gerilimli müzik.
Görseller: Zincirli insanlar, karanlık sokaklar, meyhane sahnesi, ağlayan çocuk silüetleri.

Hudabin Adamın Yolculuğu:
Sıcak tonlar (altın sarısı, yumuşak yeşil). Kalabalık ama huzurlu bir şehir, gülümseyen insanlar, çocuk sesleri.
Görseller: Cami avlusu, düğün gibi bir uğurlama töreni, zikir halkası, pazar yerinde ticaret.

Ayna Sahnesi:
Soyut ve sanatsal. İki karakter aynanın iki tarafında aynı manzaraya bakar ama biri gri, biri renkli görür.
Müzik: Hafif vurmalı çalgılar, düşünceyi yoğunlaştıran müzik.

Final:
Hudabin adam gün batımına doğru yürür, arkasında ışık izi bırakır.
Hodbin adam karanlıkta kaybolur, yavaşça silinir.
Ekranda yazılar belirdikçe fonda duygusal bir ney ve kanun eşlik eder.

3. Müzik ve Efektler

Arka planda mistik ve duygusal müzikler (ney, kanun, ud).

Hudabin sahnelerinde kuş cıvıltısı, rüzgâr sesi.

Hodbin sahnelerinde boğuk şehir uğultusu, hüzünlü yaylılar.




BİRİNCİ SÖZ- SENARYO

BİRİNCİ SÖZ
SENARYO

” Bismillah ne büyük tükenmez bir kuvvet, ne çok bitmez bir bereket olduğunu anlamak istersen şu temsilî hikâyeciğe bak, dinle. Şöyle ki:

Bedevî Arap çöllerinde seyahat eden adama gerektir ki bir kabile reisinin ismini alsın ve himayesine girsin, tâ şakîlerin şerrinden kurtulup hâcatını tedarik edebilsin. Yoksa tek başıyla hadsiz düşman ve ihtiyacatına karşı perişan olacaktır.

İşte böyle bir seyahat için iki adam sahraya çıkıp gidiyorlar. Onlardan birisi mütevazi idi, diğeri mağrur. Mütevazii, bir reisin ismini aldı. Mağrur, almadı. Alanı, her yerde selâmetle gezdi. Bir kātıu’t-tarîke rast gelse der: “Ben, filan reisin ismiyle gezerim.” Şakî def’olur, ilişemez. Bir çadıra girse o nam ile hürmet görür. Öteki mağrur, bütün seyahatinde öyle belalar çeker ki tarif edilmez. Daima titrer, daima dilencilik ederdi. Hem zelil hem rezil oldu.

İşte ey mağrur nefsim, sen o seyyahsın. Şu dünya ise bir çöldür. Aczin ve fakrın hadsizdir. Düşmanın, hâcatın nihayetsizdir. Madem öyledir, şu sahranın Mâlik-i Ebedî’si ve Hâkim-i Ezelî’sinin ismini al. Tâ bütün kâinatın dilenciliğinden ve her hâdisatın karşısında titremeden kurtulasın.”

*********
SENARYO

Senaryo Başlığı: “Bismillah’ın Gücü”

Sahne 1: (Geniş çöl manzarası)
Göz alabildiğine uzanan sarı kumlar. Gökyüzü kavurucu bir mavilikte. İki yolcu, çölün ortasında ilerlemektedir.
Biri, tevazu sahibi ve boynu hafif eğik; diğeri, mağrur, dimdik ve kibirli bir yürüyüşle ilerler.

Tevazu sahibi adam, yanındaki kibirli adama döner:
– “Kardeşim, bu çölden selâmetle geçmek için bir reisin himayesine girmemiz lazım. Onun ismini anarak yol almalıyız.”
Mağrur adam küçümseyerek cevap verir:
– “Ben kimsenin ismini anmadan da yolumu bulurum. Kendi gücüm bana yeter.”

Sahne 2: (Yolculuk başlar)
İki yolcu ayrılır.
Mütevazi olan, bir kabilenin reisine sığınır. Yolda rastladığı eşkıyalar ona ilişmez, çünkü o güçlü bir ismin himayesindedir.
Girdiği her çadırda ikramla karşılanır, ihtiyacı görülür, güvende hisseder.

Öte yandan mağrur yolcu, her köşe başında yağmacıların tehdidine uğrar. Eşkıyalar onun yiyeceğini alır. Çadırdan çadıra dilencilik yapar. Her adımda korku içinde titrer.

Sahne 3: (Yolculuğun sonu)
Tevazu sahibi yolcu, güvenle menziline ulaşır.
Mağrur olan ise aç, susuz, perişan bir halde yere yığılır.

Kamera yavaşça mağrurun yüzüne yaklaşır. Adam pişmanlıkla yere kapanır.
Gözyaşları içinde mırıldanır:
– “Keşke ben de bir isme sığınsaydım… Kendi başıma yetemedim.”

Sahne 4: (Anlatıcı sesiyle iç ses)
(Görüntüde çölde yalnız kalan mağrur adam ve arka planda, serin bir vahada dinlenen tevazu sahibi adam görünür.)
Anlatıcı sesi şöyle der:

> “Ey insan! Dünya çölünde yalnızsın. Aczin ve fakrın sonsuz. Gücün yetmez, kudretin yetişmez.
Bismillah de!
O Sonsuz Sultan’ın himayesine gir!
Yoksa bu koca çölde bir hiç olarak kaybolursun.
Bismillah, sana tükenmez bir kuvvet ve bitmeyen bir bereket kapısı açar.
Unutma:
Kendi ismine güvenen helâk olur, Allah’ın ismine sığınan selâmet bulur.”

Sahne 5: (Kapanış sahnesi)
Göz alıcı bir şekilde “Bismillah” yazısı çölde bir su kaynağı gibi parlar. Üzerinde çiçekler açar, gökyüzü serin bir maviliğe bürünür.
Arka planda hafif bir ney sesi eşliğinde, son cümle görünür:

“Bismillah her hayrın başıdır.”

@@@@@@@

Yukarıdaki senaryoya uygun kısa ve etkileyici bir seslendirme metni:

[Yumuşak ama derin bir ses tonuyla, hafif fon müziği eşliğinde:]

> “Ey insan!
Dünya bir çöldür…
Düşmanın çok, gücün az, ihtiyacın sonsuz.

Kendi adınla yürürsen, yalnız kalırsın.
Titreyerek, düşerek, kaybolarak…

Ama Bismillah dersen,
Sonsuz kudretin kapıları sana açılır.

Bir isme dayanırsın ki,
O isim, gökleri ve yeri ayakta tutar.

Unutma:
Bismillah, her hayrın anahtarıdır.

Bismillah de…
Ve yolunu selâmetle bul!”

@@@@@@

Üç farklı tonda hazırlanmış seslendirme metinleri:

1. Daha Duygulu Ton:

> “Ey yorgun yolcu!
Dünya bir çöldür; sende ise ne su var, ne sığınak.

Kendi isminle yürürsen, yıkılırsın…
Her fırtına seni savurur, her düşman seni boğar.

Fakat Bismillah dersen…
Rahmet yolları açılır, kudret kanatları seni sarar.

Bir adı anarsın ki,
O ad, bütün kâinatı idare eder.

Bismillah de…
Bismillah ile yürü…
Bismillah ile var, menziline ulaş.”

2. Daha Coşkulu Ton:

> “Ey insan!
Acz içinde, fakr içinde yol alıyorsun!

Düşmanların sayısız!
Hâcatların sonsuz!

Tek başına mısın sanıyorsun?
Hayır!

Bismillah de!
Kudret orduları yanında saf tutsun!
Bismillah de!
Rahmet kapıları ardına kadar açılsın!

Çünkü Bismillah;
Bir siper, bir sancak, bir kudret mührüdür!

Bismillah! Her hayrın anahtarıdır!
Bismillah! Kurtuluşun yoludur!”

3. Daha Tasavvufi Ton:

> “Ey gönül!
Dünya çölünde şaşkın gezme…

Gücün az, kudretin eksik…
Dayanağın yoksa savrulursun.

Bir isme yaslan!
Bismillah de!
Çünkü Bismillah, Rabbine açılan sır kapısıdır.

Bismillah de…
Zikir olur diline, nur olur kalbine…

Bismillah ile başla ki,
Her adımın, Rahman’ın adıyla sarsılmaz bir iz olsun.

Unutma gönül:
Bismillah, vuslatın ilk kelimesidir.”

@@@@@@

Daha duygulu tondaki metin üzerinden tam bir diyalog akışı.

Başlık: Bismillah İle Yürümek

Giriş: (Fon: Hafif rüzgâr ve çöl sesleri)

Anlatıcı (içten, duygulu ses tonu):

> “Ey yorgun yolcu…
Dünya bir çöldür; sende ise ne su var, ne sığınak…”

(Görüntü: Sonsuz bir çöl. Tek başına yürüyen bir yolcu.)

Gelişme: (Fon: Hafif ney sesi arkada başlar)

Anlatıcı (ses tonu hafif yükselerek):

> “Kendi isminle yürürsen, yıkılırsın…
Her fırtına seni savurur, her düşman seni boğar.”

(Görüntü: Adamın ayağı kayıyor, kum fırtınasında ilerlemeye çalışıyor.)

(Kısa bir sessizlik, araya bir ‘hıçkırık gibi’ hafif bir efekt eklenebilir.)

Anlatıcı (daha yumuşak, umut dolu bir tonda):

> “Fakat… Bismillah dersen…
Rahmet yolları açılır, kudret kanatları seni sarar.”

(Görüntü: Ufukta bir vaha görünmeye başlıyor, adamın gözleri umutla parlıyor.)

Doruk Noktası: (Fon: Ney sesi güçlenir, yumuşak vurmalı bir ritim girer.)

Anlatıcı (güçlü ve dokunaklı bir sesle):

> “Bir adı anarsın ki,
O ad, bütün kâinatı idare eder.”

(Görüntü: Gökyüzünde yıldızlar belirir, adeta “Bismillah” kelimesini yazacak şekilde dizilir.)

Anlatıcı (tekrar hafif, ama kuvvetli bir vurguyla):

> “Bismillah de…
Bismillah ile yürü…
Bismillah ile var, menziline ulaş.”

(Görüntü: Yolcunun adımları hızlanır. Artık yalnız değil; arkasında manevi bir nur ordusu belirir gibi olur.)

Kapanış: (Fon: Ney sesi yavaşça hafifler, huzur dolu bir melodiye dönüşür.)

Anlatıcı (tatlı bir tebessümle, huzurlu bir ses tonuyla):

> “Çünkü…
Bismillah…
Her hayrın anahtarıdır.”

(Görüntü: Adam, serin bir vahaya ulaşır. Kameraya doğru dönüp tebessüm eder.)

Ekranda kapanış yazısı belirir:

> “Bismillah ile başlayan, Rahmetle kavuşur.”




NA’TI ŞERİF

NA’TI ŞERİF

ASIRLARA NUR VURAN SULTAN

Ey Nebî, nurunla aydınlandı zemin ü zaman,
Sana hayrandır cihan, sana meftun her insan.
Karanlık bir devri sen nurunla nura çevirdin,
Ümmetine rahmet oldun, gönülleri diriltdin.

Sen geldin, doğdu semâda hakikat güneşi,
Sana bakıp buldu yolunu her şaşkın kişi.
Cahiliye çölünü bahar kıldın nurunla,
Her kelamın bir kevser, her adımın bir mana.

Seninle öğrendik nedir sabır, edep, haya,
Seninle yeşerdi kalbimizde iman ve vefa.
Bir ömre bin ömür sığdı, senin sünnetinle,
Her çağda dirildi ruhlar, senin rahmetinle.

Zaman geçse de eskimez senin o kutlu izin,
Asırlar seninle ışık bulur, Şeref-i Alem.
Her ümmetten, her gönülden sana yönelir dua,
Senin adınla titrer arz, semâ, her zerre, her saha.

Ey Resûl, gönlümüzde her dem tazedir adın,
Adınla bulur huzuru garip gönül, şaşkın kadın.
Miraçta gördüğün sırla arşa çıktı kemalin,
Hiçbir beşer erişemez senin yüksek makamın.

Seninle anladık merhametin yüceliğini,
Seninle sevdik Mevlâ’nın ezelî sevgisini.
Her asırda, her çağda sen varsın, hep sen varsın,
Ey iki cihan serveri, nurumuzda h




MODERNİZM VE İLAHSIZ TANRILAŞTIRMALAR

MODERNİZM VE İLAHSIZ TANRILAŞTIRMALAR

İnsanı, Devleti, Bilimi ve Tabiatı Putlaştırmak

> “Göklerde ve yerde olan herkes Rahmân’a kul olarak gelecektir.” (Meryem, 93)
Ama modern insan, kul olmak istemedi.
Kul olmayı terk etti, tanrılaşmak istedi.

ALLAH HAYATTAN ÇIKARILDI, BOŞLUĞU PUTLAR DOLDURDU

Modernizm, Allah’ı hayattan, yönetimden, toplumdan, bilimden ve eğitimden dışladı. Ancak bu boşluk uzun süre boş kalmadı. Çünkü insan ruhu bir “ilah” olmadan yaşayamaz.
Bir şey ya Allah olur…
Yahut Allah olmayana ilah muamelesi yapılır.

Modern çağ, bu sapmanın ve unutmanın adıdır. Neticesinde:

İnsan tanrılaştırıldı: “İrade benim, ben ne istersem oyum.”

Devlet tanrılaştırıldı: “Devlet kutsaldır, eleştirilemez, sınırsız yetkilidir.”

Bilim tanrılaştırıldı: “Bilimsel olan doğrudur, geri kalanı hurafedir.”

Tabiat tanrılaştırıldı: “Doğa kendi kendini yaratır ve yönetir.”

Her biri, Allah’ı dışlayarak ilah olma iddiasına girdi. Hepsi bâtıl tanrılar olarak sahneye çıktı.

İNSANI TANRILAŞTIRMAK: BEN’İ PUTLAŞTIRMAK

Modern felsefe, “insanı merkeze alalım” dedi. İnsanı Allah’ın kulu değil, kendi ilahı gibi sundu.
Sonuçta:

Hakkı değil, nefsi yücelten bir ahlâk doğdu.

“Kendin ol, ne istersen yap” sözü yeni bir din oldu.

Günah, suç değil “özgür tercih” oldu.

Kulluk değil, egoyu kutsama hakim oldu.

Narsisizmin, bencilliğin ve içi boş özgürlüklerin kaynağı buradadır. Allah’a kul olmayı reddeden insan, kendi egosunun kölesi haline geldi.

DEVLETİ TANRILAŞTIRMAK: HÜKMÜ YALNIZ ALLAH’A AİT OLMADAN YÖNETMEK

Tarihte firavunlar, nemrutlar kendilerini “ilah” ilan etmişlerdi. Modern çağda bu daha sinsi oldu:

Devlet, halkın üstüne çıkarıldı.

Hukuk, insan yapımı “pozitif” kanunlara indirildi.

Allah’ın “haram” dediğine “serbest”, “farz” dediğine “yasak” dendi.

Devletin kutsallaştırılmasıyla, diktatörlükler, zulümler ve soykırımlar meşrulaştırıldı. Stalin’in, Hitler’in, Mao’nun yaptığı budur: Tanrılaşmış devletin gazabı.

BİLİMİ TANRILAŞTIRMAK: HER ŞEYİ MADDEYE İNDİREN AKILCILIK

Bilim, elbette kıymetlidir. Ama mutlaklaştırıldığında, Allah’tan bağımsız kılındığında:

Ahlâksız bilim doğar.

Vicdansız teknolojiler, robotik ordular, nükleer bombalar üretilir.

İnsan, yaratılmış bir kul değil, “biyolojik bir makine” olarak görülür.

Modern bilimin bir kısmı, ilmi Allah’tan soyutlayarak, hakikati değil sadece faydacılığı hedeflemiştir.

> “Evet, bu mümkün. Ama mübah mı, doğru mu, helal mi?”
Bu sorular hiç sorulmaz hale geldi.

TABİATI TANRILAŞTIRMAK: YARATANI DEĞİL, YARATILANI TAPAR HALE GELMEK

“Doğa Ana” kavramı modern paganizmin yansımasıdır. Tabiatı korumak güzel olsa da, tabiata kudret atfetmek, onu Allah yerine koymak şirkin modern şeklidir.

Kur’an’da açıkça bu yanlışlık reddedilir:

> “Bu, sizin Rabbiniz olan Allah’tır. O’ndan başka ilah yoktur. Her şeyi yaratan O’dur. Öyleyse yalnızca O’na kulluk edin.” (En’am, 102)

Bugün doğaya tapan ama Allah’ı anmayan insanlar, yağmurda duayı değil, istatistiği; rahmeti değil, hava basıncını görür.

SONUÇ: YENİDEN ALLAH’A DÖNMEK ZORUNDAYIZ

Modern çağ, Allah’tan kopmanın acı meyvelerini veriyor:

Aile çöktü.

Ruhsal bunalımlar arttı.

Zenginlik, mutluluk getirmedi.

Bilgi çoğaldı, hikmet azaldı.

Her şey hızlandı, ama insan yönünü kaybetti.

> Çünkü insan Allah’tan uzaklaşınca, her şey ona yabancılaşır.
“Allah’ı unutanlar, kendilerini de unuttular.” (Haşr, 19)

DUA İLE:

Ey Rabbimiz! Bize hakiki kulluğu tattır.
Bizi insanı, devleti, bilimi ve tabiatı tanrılaştıran tuğyandan muhafaza eyle.
Bizi sana kul, Resûlüne ümmet, hakikate dost eyle. Amin.




MADDEDE ARAMAK, MÂNÂYI KAÇIRMAKTIR

MADDEDE ARAMAK, MÂNÂYI KAÇIRMAKTIR

“Her şeyi maddede arayanların akılları gözlerindedir. Göz ise maneviyatta kördür.”
— Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat

GÖZLE GÖRÜLEN, GÖRÜLMEYENİ PERDELEYEBİLİR

Modern insan, “göze görünmeyeni yok sayan” bir zihniyetle büyüdü.
Ne var ki gözle görünmeyen, aslında en hakiki olandır.
Zira:

Ruh görünmez, ama bedeni ayakta tutar.

Aşk görünmez, ama dağları deler.

Vicdan görünmez, ama toplumu ayakta tutar.

Niyet görünmez, ama amelin değerini belirler.

Gözün görmediğini akıl da görmez olursa, hakikate körlük başlar.

MADDEYİ PUTLAŞTIRAN AKIL, MÂNÂYI REDDEDER

“Gözle görülmüyorsa yoktur” diyen anlayış, maddeyi kutsallaştırır, mâneviyatı inkâr eder.

Bu yaklaşım:

Ruhu inkâr eder, sadece beyni tanır.

Duyguyu küçümser, sadece veriyi önemser.

Ahireti yok sayar, sadece bu dünyaya çalışır.

Halbuki hakikat, sadece gözle değil, kalple ve akılla da görülür.
Kur’an bunu şöyle bildirir:

> “Onların kalpleri vardır ama anlamazlar; gözleri vardır ama görmezler; kulakları vardır ama işitmezler. Onlar hayvanlar gibidir, hatta daha da sapıktırlar.” (A’râf, 179)

İLİM, SADECE GÖZLE DEĞİL, KALPLE DE YAPILIR

Gerçek ilim, maddeyi inkâr etmeden, fakat mânâyı da ihmal etmeden yapılan ilimdir.
İlim, sadece laboratuvarla değil;
vicdanla, sezgiyle, hikmetle de yapılmalıdır.

Eflatun, “akıl gözü”nden bahseder.
Mevlâna, “gözünü kapat, kalbini aç” der.
Bediüzzaman, “Vicdanın ziyası, ulûm-u diniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecellî eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit, birincisinde taassup, ikincisinde hile, şüphe tevellüd eder.” diye seslenir.

> Çünkü madde görünür ama sınırlıdır.
Mânâ görünmez ama sonsuzdur.

GÖZÜN GÖRMEDİĞİ YERDE, KALP GÖRMEYE BAŞLAR

Bir çiçek göze “biyolojik bir yapı” olarak görünür.
Ama kalp o çiçekte:

Sanatı görür,

Sanatkârı hatırlar,

Rahmeti hisseder.

Maddî göz çiçeği inceler,
Manevî göz, çiçekten Allah’ı tanır.

Bu sebeple Kur’an der ki:

> “Yeryüzünde gezip dolaşmazlar mı ki, akıllarını işletecek kalpleri ve işitecek kulakları olsun? Gerçek şu ki, gözler kör olmaz; fakat göğüslerdeki kalpler kör olur.” (Hac, 46)

İBRETLİ BİR ÖRNEK: RÖNTGEN IŞINLARI VE GÖZÜN ACİZLİĞİ

Röntgen ışınları 19. yüzyılda keşfedildiğinde, insanlar önce inanmadı.
Çünkü gözle görünmüyordu.
Ama sonra anladılar ki, göz görmek için tek ölçü olamaz.

Aynı şekilde:

Melekleri göremeyiz, ama varlıklarını inkâr edemeyiz.

Ruhu göremeyiz, ama onsuz yaşam olmaz.

Allah’ı gözle göremeyiz, ama eserleriyle tanırız.

Demek ki göz, hakikatin tamamına erişemez.
Gözün görmediğini inkâr etmek, ilim değil cehalettir.

SONUÇ: AKLI GÖZDEN, KALBİ MADDEDEN KURTARMALIYIZ

Hakikat, sadece madde değil, mânâ ile tamam olur.
İnsanı insan yapan da, sadece et-kemik değil;
akıl, ruh ve kalptir.

Bediüzzaman’ın dediği gibi:

> “Her şeyi maddede arayanların akılları gözlerindedir. Göz ise maneviyatta kördür.”
Görmez.

Bu körlüğe düşmemek için:

Kalbimizi arındırmalıyız.

Aklımızı derinleştirmeliyiz.

Gözümüzle değil, basiretimizle bakmalıyız.

DUA İLE:

Ya Rabbi! Bize gözle değil, kalple gören bir bakış nasip eyle.
Bizi maddenin içinde kaybolup, mânâyı inkâr edenlerden eyleme.
Bizi ilminle tanıştır, hikmetinle buluştur, nurunla aydınlat. Amin.