İNSAN BU DÜNYAYA NİÇİN GELMİŞTİR? KEYİF SÜRMEK İÇİN Mİ?

İNSAN BU DÜNYAYA NİÇİN GELMİŞTİR? KEYİF SÜRMEK İÇİN Mİ?

“İnsan, bu dünyaya yalnız güzel yaşamak için ve rahatla ve safa ile ömür geçirmek için gelmemiştir…”
Risale-i Nur Külliyatı’ndan alınan bu metin, insanın varoluş amacına dair temel bir sorgulama sunar. Modern dünyanın bize dayattığı “haz odaklı” ve “tüketimci” yaşam felsefesinin aksine, insanın bu dünyaya sadece “zevk ve sefa” için gelmediğini anlatır. Hayat, sadece bir eğlence yeri değil, aynı zamanda manevi bir “ticaret” yeridir. “Azîm bir sermaye” olarak tanımlanan ömür, doğru kullanıldığında “ebedî daimî bir hayatın saadetine” dönüşebilir. Bu metin, bizi, hayatın geçici zevklerinden uzak durarak, ömrümüzü daha anlamlı ve kalıcı değerlerle doldurmaya davet eder. İnsanlık tarihi, bu gerçeği unutup, sadece dünyevi zevklerin peşinden koşan nice medeniyetlerin ve bireylerin, sonunda büyük bir hüsrana uğradığına dair ibretlik örneklerle doludur.

********

“Ayette Yalanlayanlara Gelince…” ve “Ben Onlara Mühlet Veririm. Şüphesiz Benim Tuzağım Çetindir.”
Araf Suresi’nden alınan bu ayetler, ilahi adaletin ve zamanın yavaş ama emin adımlarla işlediğini anlatır.
“Ayeti yalanlayanlar”, ilahi hakikatlere sırtını dönenler ve bu hakikatleri inkâr edenlerdir. “Yavaş yavaş felakete götürülecekler” ifadesi, ilahi adaletin bir anda değil, belirli bir süreç içinde işleyeceğini ve bu sürecin, “bileyemeyecekleri bir yerden” geleceğini ifade eder. Bu, ilahi takdirin ve stratejinin ne kadar derin olduğunu gösterir.
“Mühlet veririm” ve “tuzağım çetindir” ifadeleri ise, Allah’ın, kullarına tevbe etmeleri için fırsat tanıdığını, ancak bu fırsatı iyi kullanamayanların, ilahi adaletin kaçınılmaz tuzağına düşeceğini anlatır. Tarih, bu ayetlerin doğruluğuna dair sayısız örnek sunar. Kendini her şeyden üstün gören, ilahi hakikatleri inkâr eden nice zalimlerin, bir süre sonra hiç ummadıkları bir yerden gelen felaketlerle yıkıldığını görürüz.

*********

“Onlar, ahireti vermek karşılığında dünyâ hayatını satın almış kimselerdir.”
Bakara Suresi’nden alınan bu ayet, insanlık dramının en trajik manzaralarından birini, yani ahiret hayatı karşılığında dünya hayatını tercih etmenin sonuçlarını gözler önüne serer.
“Onların, azâbları hafifletilmez ve onlara, yardım da edilmez” ifadesi, bu seçimin geri dönüşü olmayan bir hata olduğunu anlatır.
Bu, sadece bir inanç meselesi değil, aynı zamanda edebi ve ahlaki bir sorgulamadır. İnsan, hayatı boyunca, kalıcı olanı (ahireti) geçici olan (dünyayı) ile takas etme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Tarih, bu takası yapan ve eninde sonunda her şeyini kaybeden nice insanların hikayeleriyle doludur. Bu ayet, bize, hayatımızdaki öncelikleri doğru belirlememiz gerektiğini, dünyevi zevklerin ve kazanımların, ahiret saadetinin yanında ne kadar değersiz kaldığını hatırlatan, derin bir ibrettir.

*********

“Kavganız ve Davanız Nedir? diye Sorarlarsa…”
“Tanrı Uludur Diyenler” ile “Allahu Ekber Diyenler” arasındaki ayrım, bir inanç farkından çok, bu inancın nasıl anlaşıldığı ve siyasete nasıl yansıdığına dair bir yorumdur.
Bu metnin en dikkat çekici metaforu ise “Olimpos Dağının Çocukları” ile “Hira Dağının Çocukları” arasındaki çatışmadır. Olimpos Dağı, Antik Yunan mitolojisinde tanrıların yaşadığı yerdir ve dünyevi iktidarı, fani otoriteyi simgeler.
Hira Dağı ise, Hz. Muhammed’e ilk vahyin geldiği yerdir ve ilahi otoriteyi, manevi gücü temsil eder. Bu metafor, siyasi mücadeleyi, din ile laiklik, dünyevi iktidar ile ilahi otorite arasındaki kadim bir mücadele olarak sunar.
Bu metin, bize, tarihteki tüm siyasi ve toplumsal çatışmaların altında yatan asıl sebebin, bu iki farklı dünya görüşü arasındaki çekişme olduğunu düşündürür.

**********

“Atatürk Devrimi Dine Karşı Yaptı” ve “Belgeler Konuşuyor”
Bu gazete manşeti, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesine dair tarihi ve ideolojik bir tartışmayı yeniden gündeme getirir.
“Atatürk devrimi dine karşı yaptı” başlığı, cumhuriyetin laiklik anlayışını, doğrudan dine karşı bir mücadele olarak yorumlar.
Lozan anlaşması bunun teminatıdır.
Bu metin, cumhuriyetin laiklik anlayışının, “İslam’ın getirdiği nizama karşı ideolojik bir mücadele” olduğunu iddia eder. Bu, tarihin, farklı ideolojiler tarafından nasıl yeniden yorumlanabildiğinin bir göstergesidir.
Bir taraftan cumhuriyet devrimlerini, ülkeyi çağdaşlaştıran bir hareket olarak görenler varken, diğer taraftan bu devrimleri dine karşı bir “düşmanlık” olarak yorumlayanlar vardır.
Bu metin, bize, tarihi olaylara tek bir pencereden bakmanın ne kadar yanıltıcı olabileceğini ve tarihin, her zaman farklı ideolojik yorumlara açık olduğunu hatırlatan bir ibrettir.

***********

“CIA Eski Direktörü Graham Fuller…”
CIA eski direktörünün, “Sünni Müslümanların” ABD’nin dünya hakimiyeti önündeki tek engel olduğunu, bu yüzden “Sünniliğin kalesi olan Türkiye’nin yıkılması” gerektiğini söylediği sözdür.
Toplumsal gerilimleri ve siyasi huzursuzlukları artırmak için, belirli bir etnik veya dini grubun, bir “dış güç” tarafından sürekli devreye konulmuştur

Toplumsal tartışmalarda, bu tür kutuplaştırıcı ve komplolar kaçınılmaz bir gerçek olarak uygulanmıştır

Özet: Bu makalede incelenen metinler ve görseller, bireyin manevi yolculuğundan küresel siyasi çekişmelere kadar geniş bir yelpazeyi kapsar. “Güzel yaşamak için değil” metni, hayatın amacının dünyevi zevkler değil, manevi olgunluk olduğunu anlatır.

Araf Suresi’nden ayetler, ilahi adaletin kaçınılmazlığını;
Bakara Suresi’nden ayetler ise, dünyayı ahirete tercih etmenin trajik sonuçlarını gösterir.

“Kavganız ve davanız” metni, siyasi mücadeleyi, ilahi ve dünyevi otorite arasındaki kadim bir çatışma olarak yorumlar.
“Atatürk devrimi dine karşı yaptı” manşeti, tarihin ideolojik ideolojik mücadelesini gösterirken, “Graham Fuller” alıntısı, siyasi entrikaların tehlikelerine işaret eder.
Tüm bu metinler, bize, bireysel ve toplumsal hayatımızı, daha derin bir hikmet ve ibretle sorgulamamız gerektiğini, böylece daha anlamlı ve bilinçli kararlar alabileceğimizi anlatan düşündürücü derslerdir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




KUR’ÂN’DA SAPTIRICILAR: YALANIN GÖLGESİNDE İNKÂRA GÖTÜREN YOL

KUR’ÂN’DA SAPTIRICILAR: YALANIN GÖLGESİNDE İNKÂRA GÖTÜREN YOL

  1. Giriş: Hakikatle Savaşın İlk Silahı – Yalan

Kur’ân’a göre insanı hakikatten saptırmanın ilk adımı yalandır. Yalan, şeytanın insanı kandırırken kullandığı ilk silahtır. İlk kıssa, ilk kandırma, ilk sapma – Hz. Âdem kıssasında bile – yalanla başlar:

> “Rabbiniz, bu ağaca yaklaşmanızı size ancak melek olmayasınız ya da ebedî kalıcılardan olmayasınız diye yasakladı.”
(A’râf, 20)

Bu şeytani yalan, insanlık tarihinin en eski kandırmacasıdır. Aynı yöntem, farklı kılıklar ve kılıflar altında kıyamete kadar devam edecektir. Kimler tarafından?

  1. Kur’ân’a Göre İnsanları Yalanla Saptıranlar Kimlerdir?
  2. a) Şeytan ve Şeytanlaşmış İnsanlar

Kur’ân, “şeytan” kavramını sadece cin türüyle sınırlamaz. Aynı zamanda insan şeytanları da tanımlar:

> “Biz her peygambere, insan ve cin şeytanlarını düşman kıldık. Bunlar aldatmak için birbirlerine yaldızlı, aldatıcı sözler fısıldarlar.”
(En’âm, 112)

Bu ayet, “yalan ve aldatma”nın sadece şeytanın değil, onunla iş birliği yapan insan şeytanlarının da işi olduğunu bildirir. Bunlar çoğunlukla toplumda etkili, zengin, itibarlı, önde gelen kimseler olabilir.

  1. b) Din Adamı Görünümlü Aldatıcılar (Sözde Âlimler- Hahamlar)

> “Onların çoğu, halkın mallarını haksız yollarla yemek ve insanları Allah’ın yolundan alıkoymak için ilahî kelimeleri tahrif ederler.”
(Tevbe, 34)

İlmi olan ama hikmeti olmayan, dini öğrenmiş ama hakkı terk etmiş sözde âlimler, Kur’an’da en tehlikeli saptırıcılar arasında yer alır.

  1. c) Önderler, Firavunlar, Zenginler (Mele ve Mütref Sınıfı)

> “Biz bir memlekete peygamber gönderdiğimizde oranın refah içinde yaşayanları, ‘Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yolda yürürüz’ dediler.”
(Zuhruh, 23)

Kur’an’ın birçok yerinde “mele” (önde gelen elitler) ve “mütref” (lüks içinde yaşayanlar) sınıfının halkı yalanlarla kandırdığı, hakkı örttüğü ve kendilerine uymaya zorladığı anlatılır.

  1. d) Nefislerine Tapanlar

> “Kendi hevâ ve hevesini ilâh edinen kişiyi gördün mü?”
(Câsiye, 23)

Bu kişiler hakikati değil, arzularını merkeze alır. Gerçekleri eğip bükerek hem kendilerini hem başkalarını saptırırlar.

  1. Tarihî Boyut: Yalanla İnkar Ettiren Liderler ve Akımlar

Firavun:

> “Ben sizin en yüce rabbinizim!” (Nâziât, 24)

“Böylece Firavun, kavmini büsbütün yoldan çıkarmış, çıkmaza sürüklemişti; onları asla doğru yola iletemedi.” Taha.79.

Firavun sadece fiziksel zorbalıkla değil, ideolojik yalanlarla da halkı saptırdı. Onlara Hz. Musa’nın bir büyücü olduğunu, tehlikeli bir ayrılıkçı olduğunu söyledi. Onu değil, devleti koruyormuş gibi yaptı. Bugün hâlâ birçok rejim, bu “yalanla meşrulaştırma” yöntemini kullanır.

Bel’am bin Baura:

Kur’an’da ismi geçmez ama tefsirlerde geçen bu kişi, ilim sahibi olduğu halde, dünya menfaati için hakikati sattı ve bir kavmi sapkınlığa sürükledi. (Bkz. A’râf 175-176)

  1. Yalanla Kandırmanın Bilimsel ve Psikolojik Arka Planı

Modern psikoloji, yalanın beyin üzerindeki etkilerini araştırmıştır:

Yalanın sürekli tekrarı, kişinin kendi yalanına da inanmasına sebep olur. (Bu etkiye “sahte gerçeklik etkisi” denir.)

Kandırılan kişi, “otorite” figürüne güvendiğinde gerçeği sorgulamaz.

Toplumsal manipülasyon, özellikle korku, umut ve aidiyet duygularının istismarıyla başarı kazanır.

Siyasi propagandalarda, dinî istismarlarda ve medya manipülasyonlarında hep aynı psikolojik araçlar kullanılır.

  1. Akıl ve Mantık Penceresinden: Yalanın Düşürdüğü Zihin

Kur’an sürekli olarak insanlara “akletmiyor musunuz?” (تفكرون، تعقلون) diye sorar. Çünkü yalan ancak aklın devre dışı kaldığı yerde kök salar.

> “Onlar, anlamaz bir kavim oldular.” (Tevbe, 127)

Yalanla kandırılan halklar genellikle sorgulamayı bırakmıştır. Doğru ile yanlışı ayırt edecek ilimden ve hikmetten uzak kalmışlardır. Bu durum hem bireysel hem toplumsal çöküşü beraberinde getirir.

  1. Hikmetli Temsillerle Yalanın Etkisi

Ayna ve Duman: Hakikat ayna gibidir. Yalan, bu aynanın üzerine serpilen dumandır. Hakikat hâlâ oradadır ama görünmez olur.

Gölgede Güneş Aramak: Yalanla kandırılan insan, güneşi ararken gölgenin içinde kalır. Karanlıkta kalmasına rağmen, aydınlıkta olduğunu sanır.

  1. Çözüm ve Uyanış Yolu:

Kur’an saptırıcıların varlığını bildirirken aynı zamanda bir yol da gösterir:

Tefekkür: Düşün, araştır, sorgula.

Tevhid: Allah’tan başkasına körü körüne bağlanma.

İlme Dayan: Kitap, sünnet ve sahih bilgiye tutun.

Şahsiyetli Dur: Menfaate değil, hakikate bağlı kal.

SONUÇ:

Kur’ân-ı Kerîm, insanları yalan söyleyerek kandıran ve hak yoldan çıkaran şeytanları, liderleri, sahte âlimleri ve nefislerine tapanları açıkça uyarır.
Bu kandırmacalar; psikolojik, sosyal ve siyasal düzlemde işlenir ve bireyi en sonunda inkâra götürür. Toplumların kurtuluşu, bu yalanlara karşı ilme, akla, şahsiyete ve Kur’anî hakikate sarılmaktan geçer. Zira yalanla dönen dünyalar, hakikatin duvarına mutlaka çarpar.

ÖZET:

Kur’an, yalan söyleyerek insanları hak yoldan saptıran kimseleri; şeytanlar, sözde âlimler, zengin önderler ve nefislerine tapanlar olarak tanımlar. Bu saptırmalar, çoğu zaman dini, siyasi veya toplumsal bir kisveyle sunulur. Bu kişiler toplumları hakikatten uzaklaştırır, inkâra sürükler. Kur’an, bu tehlikeye karşı sürekli akletmeyi, sorgulamayı ve tevhid inancına sadık kalmayı öğütler. Kurtuluş, hakikate sarılmak ve yalanlara karşı uyanık kalmaktan geçer.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Nefes Almak Haram Olduğu Yer: Gazze’de İnsanlık Nefessiz

“Nefes Almak Haram Olduğu Yer: Gazze’de İnsanlık Nefessiz”

Zamanın Şahitliği ve İnsanlığın Çöküşü

Dünya, tarihin en acımasız soykırımlarından birine tanıklık ederken; teknolojinin, hukuk sistemlerinin ve insan hakları beyanlarının aciz kaldığı bir sınavdan geçiyor.
7 Ekim 2023’ten bu yana, küçücük bir toprak parçasında, Gazze’de yaşananlar yalnızca bir savaş değil; zulmün kurumsallaştığı, acının sistematikleştirildiği ve insanlığın susturulduğu bir kıyımdır. Bu yazı, sadece gözle görülen yıkımı değil, gözle görülmeyen ama kalplerde yankılanan hikmeti ve ibretleri de dile getirmek içindir.

Tarihin Tekerrürü: Zulmün Coğrafyası Değil, Ruh Hâlidir

Tarih bize gösterdi ki; zulüm ne zaman ve nerede vücut bulsa, arkasında sessizliğin çığlığı vardır. Firavun’un Nil kıyılarında boğduğu bebekler, Ebu Cehil’in kız çocuğunu diri diri toprağa gömmesiyle aynı karanlık aklın ürünüdür. Bugün İsrail’in Gazze’de yaptığı, sadece mermilerle değil; açlıkla, susuzlukla, elektriksizlikle ve umutsuzlukla sürdürülen bir vahşettir.

Zulüm bir coğrafyanın kaderi değil, zalimlerin zihniyetinin ürünüdür. Yahudi tarihindeki Samirî sapkınlığından bugünün Siyonizmine uzanan çizgi, hakikati değil, hırsı kutsayan bir anlayışın yansımasıdır. Kur’an’ın ifadesiyle, “Fitne katilden beterdir” (Bakara, 191). Bugün Gazze’de sadece masum insanlar değil; insanlığın vicdanı da katledilmektedir.

Bilimsel Gerçek: Açlık Bir Silah Olarak Kullanılıyor

Modern savaş teorileri içinde, “gıda kıtlığı ve abluka” artık bir silah olarak tanımlanıyor. Gazze’de sistematik olarak uygulanan gıda ambargosu, BM’nin 1948 Soykırım Sözleşmesi’ne göre açık bir “soykırım” suçudur. Sağlık örgütlerinin verilerine göre, yüz binlerce çocuk akut yetersiz beslenme ile yaşam mücadelesi veriyor. Bu, sadece bir kriz değil; planlı bir yok etme politikasıdır.

İsrail’in hastaneleri hedef alması, doktorları öldürmesi, ilaç girişini engellemesi modern tıbbın, insanlığın ve hukukun ayaklar altına alınmasıdır. Bu durum, aynı zamanda Batı’nın çifte standardının da ifşasıdır. Çünkü insan hakları, politik çıkara yenik düştüğünde, zulüm meşrulaştırılmış olur.

İlmi Boyut: Zulme Rıza, Zulümdür

İslam düşüncesine göre; “Zulme engel olamayan, en azından kalbiyle buğz etmeli” (Hadis-i Şerif). Kalbî buğzun yok olduğu bir dünyada, sessiz kalmak dilsiz bir ortaklık demektir. İsrail’in katliamlarını görüp de “ama iki taraf da…” diyerek eşitlemeye çalışan her yorum, zulmün kılıfını dokur.

Gazze’deki çocukların açlıktan ölmesine sessiz kalanlar için Hz. Ömer’in şu sözü haykırıyor: “Dicle kıyısında bir koyun kaybolsa, Allah onu benden sorar diye korkarım.” Oysa bugün yüz binlerce koyun değil, çocuk yok oluyor ve ‘medeniyet’ susuyor.

Aklî ve Mantıkî Boyut: Susturulan Vicdanlar, Satın Alınmış Sessizlik

Gazze’deki tabloyu anlamak için komplolara değil, açıklanan gerçeklere bakmak yeterlidir. Epstein vakası üzerinden dünyanın birçok liderine şantaj yapıldığı, bizzat İsrail başbakanı tarafından “susmazsanız iktidarınızı kaybedersiniz” tehdidiyle dile getirilmiştir.

Bu, artık bir güvenlik ya da savunma meselesi değil; emperyal planların, ekonomik kârların ve küresel bir tahakküm projesinin yürürlüğe konmasıdır. ABD başta olmak üzere Batı’nın ‘insan hakları savunuculuğu’ koca bir yalandan ibarettir.

Hikmet ve İbret: Her Şeyin Hesabı Var

Gazze’deki küçük Muhammed’in gözlerinden akan bir damla yaş, binlerce füzeden daha etkili bir çığlıktır. O çığlık bize, unuttuğumuz bir hakikati hatırlatıyor: Zulüm devam etmez, eder gibi görünür. Allah zalime mühlet verir ama ihmal etmez.

Zulüm devam etmez. Çünkü zulüm, adaletin inkârıdır. Adalet ise Allah’ın sıfatıdır.

Gazze, bu sıfatın tecellisini bekliyor. Belki gecikiyor ama unutulmuyor. Çünkü Allah, “Zalimleri, kazdıkları kuyulara düşürür” (En’am, 45).

Özet

Bu makalede, Gazze’de 7 Ekim 2023’ten itibaren yaşanan soykırım; tarihî, ilmî, aklî, hikmetli ve ibretli boyutlarıyla ele alındı. İsrail’in sistematik olarak uyguladığı abluka ve katliamlar; insan haklarının, bilimin ve İslamî ahlakın temel ilkelerine açıkça aykırıdır. Uluslararası sessizlik, şantajlarla susturulmuş liderlikler ve çifte standartlar ise zulmün ortakları konumundadır. Ancak tüm bu vahşet içinde bile çocukların gözyaşı ve direnişi, insanlığın hâlâ ölmediğini haykırıyor. Unutulmamalıdır ki, zulüm payidar olmaz ve Gazze bir gün adaletin yeniden doğduğu yer olacaktır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




PUTLAŞAN HAYATLAR

PUTLAŞAN HAYATLAR: Kalpte Başlayan Tapınma, Maddede Büyüyen Esaret

  1. GİRİŞ: Kalbin Kırıldığı Yerde Putlar Büyür

İnsan, yaratılışı gereği bir şeye bağlanma, yönelme, sevme ve sığınma ihtiyacı duyar. Kalbi sahici bir mabede ulaşamazsa, bu boşluğu dolduracak sahte tanrılar, ilahlar üretir. İşte bu yüzden putperestlik, sadece taştan, ağaçtan veya tunçtan yapılmış heykellere tapınmak değil; hakikatin yerine ikame edilen her tür sahte kutsalın adıdır. Bu tapınma bazen servete, bazen güce, bazen şöhrete, bazen de ideolojiye dönüşür. Putlaşan hayat, Allah’tan uzaklaşmanın, tevhid aklının parçalanmasının ve kalbin istikametten sapmasının dramatik bir sonucudur.

  1. TARİHÎ ARKA PLAN: Yahudilikten Cahiliyeye, Oradan Modern Zihne
  2. Yahudilikte ve Samirî Hadisesi

Hz. Musa’nın Tur dağında Rabbinden vahiy aldığı sırada, Samirî adlı biri halkı kandırarak altından bir buzağı yaptı ve “İşte sizin ilahınız budur” dedi. (Bkz. Tâhâ, 20/88). Üstelik bu halk, mucizelerle denizi yarıp geçmiş, Firavun’un zulmünden kurtulmuştu. Ama kalpleri hâlâ köleydi. Çünkü fiziksel esaretten kurtulmak, ruhun özgürleşmesini garanti etmez. Samirî, halkın içindeki eski putperest eğilimi yeniden canlandırmıştı. Bu, aynı zamanda putların toplumsal bir ihtiyaç değil, ruhi bir boşluğun dışa vurumu olduğunu da gösterir.

  1. Cahiliye Dönemi: Mekke’nin Put Pazarına Dönüşmesi

Mekke’de Kâbe, Hz. İbrahim’in inşa ettiği tevhid mabediyken, zamanla 360 putun barındığı bir şirk merkezine dönüşmüştü. Çünkü tevhid inancı unutulmuş, yerine kabilecilik, menfaat ve mitolojik anlatımlar ikame edilmişti. Her kabilenin bir putu vardı ve her put, bir rant ve otorite aracına dönüşmüştü. Putlar sadece tapılmak için değil, insanların akıllarını rehin almak ve zihinleri teslim almak için de kullanılıyordu. Put-perestlik böylece sadece inanç yönüyle değil, aynı zamanda siyasi ve ekonomik bir istismar sistemine dönüşmüştü.

III. KUR’AN’DA PUTÇULUK: Tevhid’in Zıttı Olarak

Kur’an’da putperestlik, tevhidin tam karşıtı bir bilinç hali olarak tanımlanır. “Sana ne oldu da Lât ve Uzzâ’ya tapıyorsun?” (Necm, 19-23) gibi ayetlerde, putların hiçbir kudreti olmadığı, sadece birer isim ve kurgu olduğu anlatılır.

Kur’an putları sadece heykeller olarak değil, insanın zihninde kutsallaştırdığı, mutlaklaştırdığı ve kendini ona adadığı her şey olarak görür:

“Gördün mü hevasını ilah edinen kimseyi?” (Furkan, 43)

“Allah’tan başka dostlar edindiler. Onlar tıpkı örümcek ağı gibi zayıf yapılardır.” (Ankebut, 41)

Bu ayetler, modern insanın nefsini, ideolojisini, çıkarını, egosunu, teknolojiyi, hatta bilimi putlaştırabileceğine işaret eder.

  1. PUTLAŞMANIN AŞAMALARI: Kalpte Başlar, Toplumda Büyür
  2. Deruni boşluk → Allah’a yönelişin zayıflaması
  3. Kutsalın yerini dünyevî şeylerin alması
  4. İtaatin yön değiştirmesi → Allah yerine egoya, lidere, servete teslimiyet
  5. Toplumsal kabul ve yaygınlık → Artık bir “inanç” değil, bir “kültür” halini alır
  6. Eleştirilemezlik → Putlar dokunulmaz, tartışılamaz, sorgulanamaz olur
  7. PEYGAMBERİMİZİN PUTPERESTLİĞİ ORTADAN KALDIRMASI

Peygamber Efendimiz (s.a.v), Mekke’ye girdiğinde ilk işi Kâbe’deki putları kırmak oldu. Ama onun asıl mücadelesi, kalplerdeki putları kırmaktı. O:

Sözle: “Lâ ilâhe illallah” diyerek tevhidi tebliğ etti.

Eylemle: Adalet, ahlak, sabır ve merhametle şirk düzenini sarstı.

Toplumla: Eğitimle, sosyal dönüşümle yeni bir toplum inşa etti.

O’nun mücadele yöntemi, sadece fizikî putları değil, insanın benliğinde, hırsında, makam sevgisinde ve ırkçılığında gizli olan putları da yıktı. Çünkü asıl putlar, insanın içinde yaşar ve görünmeden hükmeder.

  1. MODERN PUTLAR: Heykel Değil, Sistem

Bugün artık taş ve tahtadan yapılmış putlara kimse secde etmiyor. Ama para, şöhret, ideoloji, milliyet, parti, lider, hatta bazen akıl ve bilim putlaştırılıyor. Modern çağda putlar artık mabetlerde değil, ekranlarda, sosyal medyada, bankalarda ve zihinlerde duruyor.

İnsanlar artık altın buzağılara değil, altın kartlara secde ediyor. Mallarını Allah yolunda harcamıyor, ama lüks için, gösteriş için, tüketim için her şeyini verebiliyor. Bu da gösteriyor ki, putçuluk hâlâ yaşıyor, sadece kıyafet değiştirdi.

VII. İLK PUTÇULUK: TARİHTE BAŞLANGIÇ VE GELİŞİM

İlk putçuluk Hz. Nuh döneminde başladı. Vedd, Suvâ, Yeğûs, Yeûk ve Nesr adlı salih insanların heykelleri yapıldı. Amaç onları hatırlamaktı. Zamanla bu hatırlama yerini tapınmaya bıraktı. (Bkz. Nuh, 71/23). Bu da gösteriyor ki putlar, önce mazideki iyilikleri yüceltmek, sonra da o iyilikleri mutlaklaştırmakla doğar.

VIII. PUTLAŞAN HAYATLAR: Bizim İçimizdeki Putlar

Modern çağda putlar artık gözle değil, gönülle görülüyor. Bazen bir makam, bazen bir lider, bazen bir başarı ideali… İnsan bu dünyada tutkularını, korkularını, hayranlıklarını, ideallerini ilahlaştırdıkça, Allah’a olan kulluğu zayıflıyor. Kimi paraya kul, kimi nüfuza kul, kimi de nefsine kul oluyor.

Bugün kalplerimizi, değer yargılarımızı, gündemimizi kontrol eden her şey bir tür put olabilir. Gerçek özgürlük, bu görünmeyen zincirleri kırmakla mümkündür.

SONUÇ ve ÖZET

Putçuluk sadece geçmişe ait değil, bugünün içimize sinmiş hastalığıdır.

Kalpte başlayan putçuluk, topluma, sisteme ve kültüre yansır.

Kur’an, putları sadece fizikî değil; zihinsel, psikolojik ve sosyal yapılar olarak tanımlar.

Peygamberimiz, hem görünür putları yıktı hem görünmeyen hevaları.

Modern çağın putları ekranlarda, paranın cazibesinde, ideolojilerde ve benliklerde gizlidir.

Gerçek tevhid, bu putları kırmakla mümkündür.

🔍 Kısa Özet (Madde Madde)

Putçuluk sadece heykellere tapma değil, kalpte Allah’tan gayrisine yönelme halidir.

Yahudilikte Samirî hadisesi, kalbi temizlenmemiş toplumlarda putların nasıl hızla ortaya çıktığını gösterir.

Cahiliye Arapları, putları menfaat ve otorite için kutsallaştırmıştır.

Kur’an, putları ideolojik ve psikolojik bir sapma olarak değerlendirir.

Peygamberimiz tevhid mücadelesiyle hem zahiri hem batıni putları ortadan kaldırmıştır.

Modern çağda putlar şekil değiştirmiştir: Para, ideoloji, şöhret, nefis…

Tevhid, kalpteki ve toplumdaki putları kırmakla mümkündür.

**********

🕌 Kıssa: Putları Kıran Tevhid Kahramanı

Kur’an’da özellikle Enbiya Suresi 51–70 arasında Hz. İbrahim’in putlarla olan mücadelesi detaylıca anlatılır.

🔹 Ayet Özeti:

> “Andolsun ki, İbrahim’e daha önce doğruyu ve yanlışı ayırt etme yeteneği verdik. Biz onu iyi tanırız.”
(Enbiya, 21/51)

İbrahim (a.s), kavminin taptığı putların konuşamadığını, fayda ya da zarar veremediğini, akılsız ve güçsüz olduğunu fark eder. Kavmine şöyle seslenir:

> “Siz, kendinize ne bir fayda ne de zarar veremeyen şeylere mi tapıyorsunuz?”
(Enbiya, 21/66)

🔨 Putları Kırma Olayı:

İbrahim, bir bayram günü halkın şehir dışına çıktığı vakitte, mabede girer ve putları balta ile kırar, yalnızca en büyük putu sağlam bırakır. Baltayı da onun boynuna asar.

> “Belki de bunu şu büyükleri yapmıştır. Ona sorun, eğer konuşuyorlarsa!”
(Enbiya, 21/63)

Kavmi, putların konuşamayacağını kabul eder ama buna rağmen inatla onu yakmak ister:

> “Eğer bir şey yapacaksanız, onu yakın ve ilahlarınıza yardım edin!”
(Enbiya, 21/68)

Fakat Allah onu korur:

> “Ey ateş! İbrahim için serin ve esenlik ol!”
(Enbiya, 21/69)

🧠 Verdiği Derin Mesajlar

  1. 🕊️ Tevhidin Cesur Savunusu

İbrahim, Allah’tan başkasına kulluğu reddederken bunu sadece sözle değil, fiille de gösterir. Putları kırmak, sistemli bir karşı duruşun sembolüdür. Olay, tevhid inancının sahada hayata müdahil oluşunun açık bir göstergesidir.

  1. 🧭 Zihinsel ve Mantıksal Uyanış

Putları kırmak, bir “vandallık” değil; mantıksal bir çökertme operasyonudur. Kavmine büyük putun yaptığını söyleyerek onları düşünmeye zorluyor:

> “Konuşamıyorlar ki! O halde neden tapıyorsunuz?”
Bu, aklı ve vicdanı uyandıran bir sorgulama tarzıdır.

  1. 🔥 Tevhid Yolunun Bedeli ve İlahi Yardım

Putları kırmanın cezası olarak ateşe atılması, hak yolunda bedel ödemeyi göze almanın sembolüdür. Ancak Allah’ın “Ey ateş! Serin ve esenlik ol” emriyle ilahî yardımın nasıl devreye girdiği gösterilir. Yani:
Tevhid uğruna atılan bir adım, Allah’ın yardımıyla devleşir.

  1. 🗿 Putlar Sadece Taş Değildir

Kur’an bu olayla bize şunu da anlatır:
Put, sadece taştan ibaret değildir. Akletmeden, sorgulamadan inanılan her düşünce, her ideoloji, her liderlik figürü bir zihinsel put olabilir. Hz. İbrahim’in kıssası bu tür modern putlara karşı da akli uyanışı temsil eder.

  1. 🧱 Sadece Yıkmak Değil, İnşa Etmek

Hz. İbrahim sadece yıkmamış, aynı zamanda inşa da etmiştir. Kâbe’yi tevhid mabedi olarak inşa etmiş, Allah’a yönelişin sembolü haline getirmiştir. Bu da gösterir ki:
Putları kırmak tek başına yeterli değildir; yerine hakikati koymak gerekir.

📚 İlmi, Hikmetli ve İbretli Yorumlar

İlmî bakışla: İnsanlık tarihindeki tüm batıl sistemlerin temelinde aklın devre dışı bırakılması vardır. Hz. İbrahim’in tavrı, akılcı tebliğin temel taşıdır.

Hikmet yönüyle: Kalpte yer bulan putlar, zamanla eylemlere, sonra topluma ve kültüre sirayet eder. Tevhid ise önce kalpte doğar, sonra toplumu şekillendirir.

İbretle: Bugün insanlar görünür taş putlara değil, görünmeyen nefis putlarına secde ediyor. Bu kıssa, çağlara meydan okuyan bir uyarıdır.

🔍 Özet (Madde Madde)

  1. Hz. İbrahim Kur’an’da tevhid mücadelesinin sembolüdür.
  2. Putları kırma olayı, aklî ve cesur bir tebliğ yöntemidir.
  3. Kavmini sorgulatmak için sembolik bir plan kurmuştur.
  4. Tevhid inancı, sorgulama, cesaret ve teslimiyet ister.
  5. İlahi yardım, tevhid yolunda fedakârlıkla gelir.
  6. Modern çağda putlar değişmiştir: Şöhret, ideoloji, servet, lider tapınmaları…
  7. Bu kıssa, her asra mesaj veren tefekkür çağrısıdır.

**********

“Binaenaleyh, mümessel-i leh ne kadar hakir olursa, temsili de o kadar hakir olur; ve ne kadar büyük olursa, temsili de o kadar büyük olur.
Evet, sanemler pek adi, hakir olduklarından Cenab-ı Hak, sineği onlara musallat kılmıştır. Ve ibadetleri de o kadar çirkindir ki,  ile, yani örümceğin ağıyla tabir edilmiştir.

Bir Arabinin taptığı bir sanemi varmış. Bir gün ibadete gitmiş. Bakmış ki, bir tilki sanemin başına bevletmiş. Bu hali görünce,

( Başına tilkilerin bevl ettiği bir şey nasıl rab olur? ) demekle, sanemi kırmış, atmış. Demek sanemlerin hakaretinden, yalnız sinekler değil, tilkiler de başlarına çıkar, telvis eder.”
İşârâtü’l-İ’câz.210.

“Allah’tan başka varlıkların korumasına sığınanların durumu, örümceğin durumuna benzer: Örümcek, (ağını) kendine bir yuva edinir, ama yuvaların en çürüğü de örümceğin yuvasıdır. Keşke bilselerdi!” Ankebût Suresi
Ankebût Suresi – 41 .

“Şüphesizki Allah sivrisinekle veya ondan daha küçüğüyle misal vermekten çekinmez.” Bakara. 26.

Bak: https://kulliyat.risaleinurenstitusu.org/isaratul-icaz/bakara-suresinin-yirmi-alti-ve-yirmi-yedinci-ayetlerinin/210

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Nar Ağacından Adalet Mizanına: Hakikatin Pınarı ve Beşeriyetin Yolu

Nar Ağacından Adalet Mizanına: Hakikatin Pınarı ve Beşeriyetin Yolu

Hayatın her zerresinde, kâinatın her köşesinde tecelli eden bir hikmet ve ibret dersi vardır. Bazen bir nar tanesi, bazen topraktan fışkıran bir filiz, bazen de bir ayet-i kerime veya hadis-i şerif, bize varoluşun sırlarını fısıldar. İnsan idrakinin bu sır perdesini aralaması, kalbin ve aklın birleştiği o mübarek ana bağlıdır.

Nar ağacının mucizevî teslimiyetinde : “Nar ağacı sâfi bir şarabı, hazine-i rahmetten alıp meyvesine yedirir; kendisi çamurlu ve bulanık bir suya kanaat eder.”

Bu ifadeler, sadece bir bitkinin tabiatını değil, aynı zamanda ulvi bir fedakârlığı ve hakikatin ta kendisi olan “tevhid” sırrını da anlatır. Nar ağacı, aldığı bulanık suyu en saf, en tatlı meyveye dönüştürürken, aslında İlahi rahmetin sınırsızlığını ve kudretinin her şeye yettiğini ilan eder. Tıpkı bunun gibi, hakiki bir iman sahibi de, dünyanın zorluklarına, nefsin kirlerine aldırış etmeden, kalbindeki iman pınarıyla çevresine güzellik, ilim ve hikmet dağıtabilir.
Bu, aynı zamanda, Risale-i Nur’da sıklıkla vurgulanan “iktisat” ve “şükür” prensiplerinin de bir yansımasıdır. Elimizdeki kısıtlı imkânlarla dahi en güzeli ortaya koyma gayreti, bir nevi kulluk vazifesidir.

***********

İmanın hastalıklara ve günahlara karşı şifa oluşu, o denli çarpıcı bir misalle anlatılır: “Hem hadîste vardır ki: ‘Ermiş ağacı silkmekle nasıl meyveleri düşer, imanlı bir hastanın titremesi de öyle günahları silker.’ Günahlar, hayat-ı ebediyede daimî hastalıklardır.”
Bu hadis-i şerif, musibetlerin ve hastalıkların dahi birer arınma vesilesi olabileceğini, iman nazarıyla bakıldığında her zorluğun içinde bir kolaylık bulunduğunu öğütler.
Risale-i Nur’un “Lem’alar” külliyatında bu konuya geniş yer verilmesi, günahların ahiret hayatı üzerindeki yıkıcı etkisini ve imanın bu yıkıma karşı bir kalkan olduğunu gözler önüne serer. İnsan, bu dünyada karşılaştığı her sıkıntıyı bir imtihan bilinciyle karşıladığında, o sıkıntıların aslında ebedi âlemdeki derecesini yükselten birer basamak olduğunu anlar.

Toplumsal hayata dair en temel öğütlerden biri de, Âl-i İmrân Suresi’nin 103. ayetinde karşımıza çıkar:
“Hep birlikte Allâh’ın ipine (İslâm’a) sımsıkı yapışın; parçalanmayın. Allâh’ın size olan nîmetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman kişiler idiniz de O, gönüllerinizi birleştirmişti ve O’nun nîmeti sâyesinde kardeşler olmuştunuz…”
Bu ayet, birliğin, beraberliğin ve kardeşliğin ne denli mühim olduğunu anlatır.
İslam, insanları kabilecilikten, ırkçılıktan, nefsi ihtilaflardan arındırarak tek bir ümmet çatısı altında toplamıştır. Tarih boyunca İslam medeniyetinin yükselişinde, bu birliğin ve beraberliğin büyük bir rolü olmuştur. Ayrılık ve tefrika ise, her türlü ilerlemenin önündeki en büyük engeldir.

***********

Üstad Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri’nin belirttiği gibi, “Bizim düşmanımız cehalet, zaruret, ihtilâftır.” Bu üç düşmana karşı ancak ilimle, sanatla, marifetle ve ittifakla cihad edebiliriz.”

Namaza dair Hz. İbrahim’in (a.s.) duası ise, nesiller boyu devam etmesi arzu edilen bir ibadet bilincinin göstergesidir:
“Rabbim! Beni ve soyumdan gelecek olanları namazı devamlı kılanlardan eyle; Rabbimiz, duamı kabul et.” (İbrâhîm Suresi, 40) Namaz, müminin miracı, Allah ile kul arasındaki en güçlü bağdır. Nesillerin bu bağdan kopmaması için yapılan bu dua, aynı zamanda bir aile reisinin sorumluluğunu ve ahiret kaygısını da gözler önüne serer.

Peki, bu dünyadan sonra ne olacak?
Ölü toprağı diriltenin kim olduğunu sorarak bu soruya cevap verir: “Ölmüş yeri ihya edip yüz binler ölmüş taifeleri ihya eden kimdir? Hak’tan başka ve bütün kâinatın Hâlık’ından başka şu işi kim yapabilir? Elbette O yapar. O ihya eder. Madem Hak’tır, hukuku zayi etmeyecektir. Sizi bir mahkeme-i kübraya gönderecektir. Yeri ihya ettiği gibi sizi de ihya edecektir.”
Bu ifadeler, ahiret inancının ve Allah’ın kudretinin bir delilidir. Kışın ölen doğayı baharda yeniden dirilten kudret, elbette ki ölen insanları da haşirde diriltecektir. Bu hakikat, insanı gafletten uyandırır ve ebedi hayata yönelik hazırlık yapmaya teşvik eder.

Gafletten uzak durmak ve gençliği en verimli şekilde değerlendirmek, şu hikmetli sözlerle anlatılır: “En hayırlı genç odur ki ihtiyar gibi ölümü düşünüp âhiretine çalışarak, gençlik hevesatına esir olmayıp gaflette boğulmayandır.”
Gençlik, enerjinin, öğrenme arzusunun ve geleceğe yönelme potansiyelinin zirveye çıktığı bir dönemdir. Bu dönemi, geçici heveslere ve dünya malına esir olarak ziyan etmek yerine, ebedi hayata yatırım yaparak değerlendirmek, akıllıca bir tercihtir.

Risale-i Nur Külliyatı’ndan Mektubat’ta geçen bu ifade, “gaflet”in insan için ne denli büyük bir tehlike olduğunu hatırlatır.

Ve son olarak, tüm bu hikmetli düsturların temelini oluşturan adalet ilkesi:
“Saadet-i beşeriye dünyada adalet ile olabilir. Adalet ise doğrudan doğruya Kur’an’ın gösterdiği yol ile olabilir…” (Hutbe-i Şamiye 79)

İnsanlık tarihi boyunca adaletin önemi, daima vurgulanmıştır. Gerçek mutluluk ve huzur, ancak adaletin tesis edilmesiyle mümkündür. Ve bu adalet, İlahi kelam olan Kur’an’ın gösterdiği yolda, onun prensipleriyle hareket ederek sağlanabilir. Kur’an, sadece bireysel ibadetleri değil, toplumsal düzeni, hukuku, ahlakı ve ilişkileri de en güzel şekilde tanzim eden bir hayat rehberidir.

Özet:
Makale, nar ağacının fedakarlığı ve İlahi rahmetin tecellisi, imanın günahlardan arındırıcı gücü, İslam’da birliğin ve kardeşliğin önemi, namazın nesiller boyu devamlılığı ve ahiret inancının önemi gibi konuları ele almıştır. Gençliğin gafletten uzak, ahirete yönelik değerlendirilmesi gerektiği ve gerçek adaletin ancak Kur’an’ın çizdiği yolda bulunabileceği anlatılmıştır.
Tüm bu konuların özünde, insanı maddi ve manevi kemalata ulaştıracak hikmetli düsturlar ve Risale-i Nur’un tefsir ve iman hakikatlerine dayalı derinlikli bakış açısı bulunmaktadır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Bela ile Merhamet Arasında: Yaşlılar, Çocuklar, Takvalı Gençler ve Masumiyetin Koruyucu Zırhı

Bela ile Merhamet Arasında: Yaşlılar, Çocuklar, Takvalı Gençler ve Masumiyetin Koruyucu Zırhı

“Eğer beli bükülmüş yaşlılar, takva sahibi gençler, süt emen çocuklar, yayılan hayvanlar olmasaydı, belalar sel gibi üstünüze dökülecekti.”
(Ebu Ya‘lâ el-Mevsılî, Müsned, 11/511)

Bu kudsî ifade, zahiren zayıf ve güçsüz görülen varlıkların, hakikatte toplumun üzerine çökmeye hazır bekleyen belaları def eden birer manevî kalkan olduklarını bildiriyor. Allah’ın rahmetinin sadece güçlü, etkili ve zahiren ‘değerli’ kimselerle değil; masumiyet, ihtiyaç ve takva sahibi olanlarla da tecelli ettiğini gösteriyor. Bu beyan, Allah’ın kudret ve rahmet dengesi içinde kainatla kurduğu ilahi düzene dair önemli işaretler taşımaktadır.

  1. Hadisin Hikmeti ve Manası: Zayıf Görünen Güçlü Kalkanlar

Bu hadis, ilahi merhametin görünmeyen boyutlarını anlamamıza yardım eder. İnsanlar çoğu zaman bela ve musibetleri, yalnızca büyük günahlarla veya zalimlerin zulmüyle ilişkilendirir. Oysa bu hadis, Allah’ın azabını yalnız günah değil, aynı zamanda rahmetin geri çekilmesinin de getirdiğini bildirir.

Zayıf görülenler – yaşlılar, çocuklar, hayvanlar – toplumun içinde bir nevi “rahmet vesilesi” olarak bulunurlar. Onlar, kendi hal ve ihtiyaçlarıyla Allah’ın rahmetini cezbeder, dua, ihtiyaç, masumiyet ve takva yoluyla bir nevi manevi sigorta oluştururlar.

  1. Belalarla Münasebetleri: Rahmetin Perdesi Olanlar

Hadiste geçen dört grup, ilahi gazabın önüne geçen manevi bir set gibidir:

  1. Yaşlılar – Tecrübe ve Dua Ordusu

Beli bükülmüş ihtiyarlar; ömürlerini ibadetle geçirmiş, dünya nimetlerinden elini çekmiş, kalbi Allah’a yönelmiş kişilerdir. Yaşlıların duası, tefekkürü ve sabrı, bir toplumda var olan manevi bereketi temsil eder.

>“İhtiyarlarımız olmasaydı yerle gök bir olurdu.” sözü bu manayı destekler.

  1. Takva Sahibi Gençler – Zamanın Asım’ları

Zevk, eğlence ve şehvetin çekiciliği karşısında nefsini dizginleyen gençler, zamanın Yusuf’larıdır. Onlar, Allah’ın emirlerine bağlı kaldıkça, toplumun gençlik potansiyeli iyiliğin motor gücüne dönüşür. Bu gençlerin varlığı, kötülükleri bastırır, belaları geri çevirir.

  1. Süt Emziren Çocuklar – Masumiyetin Tertemiz Duası

Henüz konuşamayan, günah işlememiş, fıtratı bozulmamış çocuklar; Allah’ın saf ve lekesiz kullarıdır. Onların ağlayışı, bir nevi rahmet çağrısıdır. Hatta bazı alimler, yağmurun çocukların ağlamasıyla gönderildiğini bile nakleder.

  1. Yayılan Hayvanlar – İlahi Ekosistemin Masum Varlıkları

Hayvanlar, Allah’ın ayetlerinden biridir. İnsanların günahları yüzünden onlara zulmedilmesi, onları da musibetlerin mazlumu yapar. Ancak onların varlığı, ilahi düzenin, ekosistemin ve rahmetin devamını sağlar. Hayvanların varlığı bile, “rahmetin sebebi” olarak gösterilmektedir.

  1. Bu Grupların Sorumluluğu ve İmtihanı Kalkmış mıdır?

Hadiste adı geçen bu gruplar, ya masumiyetleri ya da takvaları ile ilahi rahmeti cezbetmektedir. Ancak bu, onların tamamen sorumluluktan muaf olduğu anlamına gelmez:

Yaşlılar, akıl ve güç sahibi oldukça ibadetle mükelleftir.

Gençler, takva ile yükümlü olup büyük bir mükafat potansiyeline sahiptir.

Çocuklar, buluğ çağına kadar günah ve sevapla sorumlu olmasalar da, onların varlığı bir nimettir.

Hayvanlar, bilinçli sorumluluk taşımaz; ama onlara zulmetmek insana yazılır.

Dolayısıyla rahmetin sebebi olmak, imtihanın bittiği anlamına gelmez; rahmetin bir vesilesi olabilmektir.

  1. Tarihî ve İbretli Örnekler: Masumiyetin Hakkı ile Gelen Yardımlar

Lût kavmi azabı hak etmişti, ancak Hz. Lût’un duası, o azabı belirli bir zaman ertelemiştir.

Tufan öncesi Nuh kavmi, Hz. Nuh ve ona inanan bir avuç mü’min sayesinde yıllarca korunmuştu.

Osmanlı’da, kıtlık zamanlarında İstanbul’da çocuklar ve yaşlılar için yapılan sadakalar ve infaklar, musibetlerin azalmasına vesile olmuştur.

  1. Akli ve Bilimsel Yorum: Manevî Çekim Alanları

Dua ve niyet, modern psikoloji ve kuantum fizik gibi alanlarda dahi dikkat çeken enerjilerle ilişkilendirilmektedir.

Bir toplumda masumiyetin ve vicdanın yüksek olması, suç oranlarını azaltır, huzuru artırır, bu da dolaylı olarak “belayı uzaklaştıran sosyal faktörler” doğurur.

Ayrıca yaşlıların tecrübesi, gençlerin enerjisi, çocukların sevinci ve hayvanların doğaya katkısı; toplumun genel psikolojik sağlığını olumlu yönde etkiler.

  1. Edebi ve Düşündürücü Yorum: Görünmeyen Kahramanlar

Bazen bir tek dua, bir mazlumun gözyaşı, bir yaşlının sabrı veya bir çocuğun tebessümü; tarihin akışını değiştirir. Bu yüzden görünmeyen kahramanlar, toplumların asıl siperleridir.
Belki çocuklar ağladığı için gök ağlar, yaşlılar sabrettiği için toprak titremez, hayvanlar huzurlu yaşadığı için bela yön değiştirir.

📝 Sonuç ve Özet

> “Zayıf gibi görünenler, ilahi rahmetin güçlü perdeleridir.”

Bu hadis; masumiyetin, takvanın ve acziyetin, Allah katında ne kadar değerli olduğunu gösterir.

Yaşlılar, takva sahibi gençler, süt emen çocuklar ve hayvanlar; toplumların görünmeyen manevî siperleridir.

Belalar sadece günahlarla değil, rahmet vesilelerinin eksikliğiyle de gelir.

Her birey; bu rahmet zincirine takva, dua, merhamet, masumiyet veya hayvanlara şefkatle katkıda bulunabilir.

📌 Makale Özeti

Hadis, toplumdaki zayıf görünen kesimlerin aslında ilahi rahmetin vesilesi olduğunu ifade eder.

Bu gruplar – yaşlılar, takvalı gençler, çocuklar ve hayvanlar – musibetlerin önünde manevi bir set gibidir.

Onların varlığı, dua, masumiyet, sabır ve fıtratla Allah’ın gazabını engelleyici bir rol oynar.

Ancak bu, onların tüm sorumluluktan muaf olduğu anlamına gelmez.

Bu anlayış; ahlâkî, sosyal, psikolojik ve ekolojik açıdan da düşündürücü ve yapıcı sonuçlar doğurur.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Üç Paşanın Hikâyesi: Akılla Başlamayan Hamleler, Kanla Son Buldular

Üç Paşanın Hikâyesi: Akılla Başlamayan Hamleler, Kanla Son Buldular
Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

Talat – Cemal – Enver Üçlüsünün Osmanlı’nın Yıkılışındaki Rolü

  1. HİKMETTEN KOPAN BİR HAREKETİN HİKÂYESİ

Osmanlı, 600 yıllık tarihinde nice düşmanla savaştı; Haçlılarla, Moğollarla, Ruslarla…
Ama en büyük yıkım, içinden çıkan fikrî ve siyasî bir hastalıkla geldi:
İttihat ve Terakki zihniyeti.

Bu zihniyetin başını çeken üç isim:
Talat Paşa, Cemal Paşa ve Enver Paşa.
Görünüşte vatansever, içerikte ise ölçüsüz, hikmetsiz, hesapsız kararların aktörleri…

Onlar, “devleti kurtaracağız” diyerek, devletin mezar kazıcıları oldular.

  1. SULTAN II. ABDÜLHAMİD’E KARŞI YÜRÜTÜLEN SİNSİ KAMPANYA
  2. Abdülhamid Han, Osmanlı’nın en zor döneminde, dengelerle oynayan büyük bir devlet adamıydı.
    Düvel-i muazzama (büyük devletler) dört bir yandan pençesini Osmanlı’ya geçirmeye çalışırken o, denge siyasetiyle, maneviyatla, sabırla ve zekâyla devleti ayakta tutmaya çalıştı.

Ancak bu üçlü ve bağlı oldukları İttihat ve Terakki Cemiyeti, Abdülhamid’i bir “engel” olarak gördüler.
Ona karşı yürüttükleri propaganda, Avrupa destekli “hürriyet” edebiyatı ve Masonik yapılanmalar üzerinden beslendi.

31 Mart Vakası bahane edilerek, II. Abdülhamid tahttan indirildi.
Yerine koydukları sistem, meşrutiyet adı altında bir tek parti diktatörlüğüne dönüştü.

III. TALAT PAŞA: BÜROKRATİK PLANLARLA FELAKETİ TETİKLEYEN ADAM

Talat Paşa, Almanya ile ittifakı ve Türkçü-Turancı ideolojiyi devletin ana politikası haline getirerek, çok kültürlü Osmanlı yapısını çökertti.
Alman hayranlığıyla devleti Birinci Dünya Savaşı’na sokan baş aktördü.

1915’teki Tehcir Kanunu ile Ermeni meselesini içinden çıkılamaz hale getirdi.
Bu hamle, Batı’nın eline Osmanlı aleyhine büyük bir koz verdi.

Talat Paşa, savaş kaybedilince Berlin’e kaçtı. 1921’de Ermeni bir militan tarafından sokak ortasında vurularak öldürüldü.

  1. CEMAL PAŞA: AKDENİZ’İN FELAKETLİ KOMUTANI

Cemal Paşa, Bahriye Nazırı (Denizcilik Bakanı) ve Suriye-Filistin cephe komutanıydı.
Ancak askeri tecrübesi yetersizdi, stratejik hataları derindi.

Suriye ve Arap coğrafyasındaki baskıcı uygulamaları, Arap isyanlarının önünü açtı.
Mekke Emiri Şerif Hüseyin’i İngilizlerle iş birliğine iten ortamı hazırladı.

Osmanlı, Arap topraklarını bu yüzden kaybetti.

Savaştan sonra o da Almanya üzerinden Tiflis’e kaçtı.
1922’de Ermeni Taşnak militanlarca orada öldürüldü.

  1. ENVER PAŞA: ROMANTİK BİR HAYALİN KANLI SONU

Enver Paşa, Turan idealinin büyüsüne kapılmış bir genç subaydı.
1914’te, Almanya’nın baskısıyla Osmanlı’yı savaşa sokan baş isimdi.

Sarıkamış Harekâtı, onun askeri acemiliğinin kanlı bir neticesiydi:
90 bin asker donarak öldü.
Savaşın faturasını ise millet ödedi.

Savaş sonrası Almanya’ya, oradan da Orta Asya’ya kaçtı.
Yeni bir Turan devleti kurma hayaliyle gittiği Buhara’da Bolşevikler tarafından 1922’de vurularak öldürüldü.

  1. ZİHNİYET MUHASEBESİ: BİLGİSİZ HAMASET, DEVLETİ YIKTI

Bu üçlü;

Hamiyetliydi ama hikmetsizdi,

Cesurdu ama tedbirsizdi,

Okumuştu ama köklerinden kopuktu.

Devleti “modernleştirmek” istediler ama aklı selim, tecrübe, meşveret ve manevi ruh olmadan yapılan her iş, fitneye dönüştü.

  1. Abdülhamid’in düşürülmesiyle doğan boşluk, sadece bir sultanın kaybı değil;
    bir aklın, bir sistemin, bir ruhun yok oluşuydu.

VII. SONUÇ: İSLÂM MEDENİYETİNİN DERSİ: DENGE, TEVAZU VE HİKMET

Osmanlı, düşmanları tarafından değil;
kendi çocuklarının aceleciliği, fikir sığlığı ve tarih körlüğüyle yıkıldı.

Enver, Talat ve Cemal…
Hepsi savaştan önce kahraman, savaştan sonra kaçak oldular.

> “Zaman, fikirlerin değil; hikmetin şahididir.”

“Cesaret, hesapla birleşmezse; felaket doğurur.”

ÖZET

Talat, Cemal ve Enver Paşa; İttihat ve Terakki’nin liderleridir.

Sultan II. Abdülhamid’i devirerek, Osmanlı’nın temel dengesini bozmuşlardır.

Osmanlı’yı Almanya ile savaşa sokarak, Birinci Dünya Savaşı’nda ağır yenilgilere sebep olmuşlardır.

Tehcir, Sarıkamış, Arap isyanları gibi olaylar bu üçlünün hatalı kararlarıyla doğmuştur.

Savaş sonrası her biri ülkeyi terk etmiş, yurt dışında öldürülmüştür.

Onların “ıslahat” adıyla başlattığı süreç, bir medeniyetin çöküşüne sebep olmuştur.

Bu üçlünün hikâyesi, hamasetin hikmetin önüne geçtiğinde neler olacağını gösteren tarihin ibretlik bir dersidir.

************

**HÂKİKATİ ARAYAN ÜÇLÜ MÜ, HÂKİKATİ SAPTIRAN ÜÇLÜ MÜ?

Mithat – Namık Kemal – Enver Paşa’nın Osmanlı’nın Yıkılışındaki Payı Üzerine Düşündürücü Bir Tezkiye**

  1. Zihniyetin Mayası: Batıcılık mı, Reformculuk mu?

Osmanlı’nın son asrında bir zihniyet çatışması vardı:
Bir tarafta gelenekten, İslam’dan ve meşveretten yana olan hilafet eksenli muhafazakâr çizgi; diğer tarafta Batı’nın maddi ilerleyişini örnek alıp, maneviyatı yok sayan jakoben Batıcı reformcular…
Mithat Paşa ve Namık Kemal bu ikinci sınıfa dahildi. Fikir babaları Montesquieu ve Rousseau’ydu. Ellerindeki çözüm reçetesi ise Fransız İhtilali’nden kopyalanmıştı.

Onların “özgürlük” anlayışı, İslami meşveretin ruhuna değil, Batı’nın seküler bireyciliğine dayanıyordu. “Hürriyet” diyerek ortaya attıkları hareket, aslında bir nevi zihniyetsel göç idi: Batı’ya özenti, İslam’a mesafe.

  1. Mithat Paşa ve Namık Kemal’in Tuzağı: Meşrutiyet Maskesi Altında Saltanatla Kavga

Mithat Paşa ve arkadaşları, 1876’da II. Abdülhamid’i tahta çıkarmış gibi görünüp, aslında onu bir kukla haline getirme planı kurmuşlardı.
İlk Meşrutiyet’in ilanı bu planın parçasıydı. Fakat hesap etmedikleri bir şey vardı:

> “Hilafet, yalnız bir taç değil; milletin ruhudur.”

  1. Abdülhamid, onların dayattığı Batıcı anayasa (Kanun-u Esasi) içinde bile İslam’ı ve devleti korumaya çalıştı.
    Mithat Paşa’nın perde arkasında kurduğu iktidar ağı ise devleti içten içe kemiriyordu.

1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı (93 Harbi) büyük bir yıkım getirdi. Bu savaşın gölgesinde Mithat Paşa, suikastlar ve entrikalarla II. Abdülhamid’i tahttan indirme planları yaptı. Fakat II. Abdülhamid, hem siyasi zekâsı hem de halkın teveccühüyle bu oyunu gördü.

Mithat Paşa sürgüne gönderildi, sonra Taif’te boğduruldu.

Namık Kemal, sürgünde hayatını kaybetti. “Vatan şairi” olarak anılsa da ideolojik hayali, Osmanlı’nın temelleriyle çatışıyordu.

III. Enver Paşa: Hamiyetli ama Hatalı Bir Fırtına

Enver Paşa, Jön Türklerin sonraki neslinden geliyordu.
İttihat ve Terakki’nin hararetli liderlerinden biri olan Enver Paşa, Almanlara dayanarak Osmanlı’yı yeniden eski ihtişamına döndürme hevesine kapıldı. Fakat bunun bedelini bir imparatorluk ödedi.

1914’te Osmanlı’yı fiilen Almanya safında savaşa soktu.
Çanakkale’de Mehmetçik destan yazarken, Sarıkamış’ta binlerce asker kıyıma uğradı.
“Turancılık” hayaliyle Orta Asya’ya yürüdü, ama geriye parçalanmış bir vatan kaldı.

  1. Sultan II. Abdülhamid’e Yönelik Tutumları: Şahsa Değil, Sistem Ruhu’na Düşmanlık

Bu üçlü –Mithat, Namık ve Enver– sadece Abdülhamid Han şahsına değil, onun temsil ettiği İslam merkezli, denge politikası güden devlet anlayışına karşıydı.

  1. Abdülhamid ise onların aksine şunu savunuyordu:

> “Devlet bir saray değil; iman, sadakat ve milletin duası üzerine oturan bir ruh binasıdır.”

Onlar için “meşrutiyet” bir ideolojiydi; Abdülhamid için ise “istikrarı korumanın bir aracı”.
Onlar için Batı bir modeldi; Abdülhamid için ise bir tehditti.
Onlar için halk bir kitleydi; Abdülhamid için ise emanetti.

  1. Fikrin Neticesi: Yıkım mı, Diriliş mi?

Ne oldu?

Mithat Paşa ve Namık Kemal’in açtığı anayasal rejim kapısı, İttihat ve Terakki diktatörlüğüne dönüştü.

Enver Paşa’nın Almanya sevdası, imparatorluğun Birinci Dünya Savaşı’nda dağılmasına yol açtı.

  1. Abdülhamid’in tahttan indirilmesi, Ermeni isyanlarını ve Balkan kayıplarını hızlandırdı.

Ve en nihayetinde Osmanlı, “içeriden düşmanlık eden evlatları” yüzünden çöküşe geçti.

Sonuç: Tarih Bir Hakemdir

Zaman, ideolojilerin sahte ihtişamını süpürür ve geriye sadece emek, hikmet ve sadakat kalır.
Mithat, Namık ve Enver… Her biri birer “ateşli fikir adamı”ydı.
Ama bu fikirlerin pratikteki karşılığı, büyük bir medeniyetin çöküşü oldu.

  1. Abdülhamid ise hâlâ “Ulu Hakan” olarak anılıyor. Çünkü o, sadece devleti değil, ümmeti ve aklı da korumaya çalıştı.

> “Tarih, dostunu da düşmanını da hakikatin terazisinde tartar. Terazi bozulmaz. Tartılanlar çoktan belli oldu.”

Özet

Mithat Paşa ve Namık Kemal, Batı tipi anayasal rejimi Osmanlı’ya dayatmaya çalıştı. Bu, Osmanlı’nın ruhuna uygun olmayan bir yapaylık taşıyordu.

  1. Abdülhamid, hem içten hem dıştan gelen tehditlere karşı devleti ayakta tutmaya çalıştı. Ancak bu üçlü tarafından hedef alındı.

Enver Paşa, iyi niyetli ancak yanlış ittifaklarla imparatorluğu savaşa sokarak sonunu hızlandırdı.

Sonuç, içten çürüyen bir sistem, dışarıdan işgal edilen topraklar ve çözülmüş bir ümmet oldu.

Bu olaylar, bir medeniyetin sadece silahla değil, fikrî sapmalarla da yıkılabileceğini gösteren ibretlik birer vesikadır.

************

**BATIYA BAKARAK DOĞUYU GÖREMEMEK:

Osmanlı’nın Yıkılışında Batıcılık Zihniyetinin Rolü ve II. Abdülhamid’in Hikmetli Duruşu**

  1. ZİHNİYET YIKILINCA, DEVLET DE YIKILIR

Bir devletin çöküşü, sadece toprağının elden çıkmasıyla başlamaz.
Asıl yıkım, akıl ve kalbin başka merkezlere bağlanmasıyla başlar.

Osmanlı’nın son iki yüzyılında, karşı karşıya kaldığı en büyük tehlike, dış düşmanlardan çok, içte filizlenen zihniyet sapmaları olmuştur.
Bu sapmanın adı, “Batıcılık düşüncesi”dir.

  1. BATICILIK DÜŞÜNCESİ NEDİR?

Batıcılık, yüzeyde “ilerleme ve kalkınma” gibi sunulsa da derin yapısında:

İslamî düşünceyi geri sayan,

Şeriatı çağdışı gören,

Seküler ve pozitivist Avrupa aklını kutsayan bir zihinsel kırılmadır.

Bu düşünceye göre, Osmanlı ancak Batı gibi olursa kurtulabilir.
Yani Batı’nın medeniyetini taklit etmek, hukukunu almak, eğitim sistemini aynen kopyalamak…

> Oysa Batı, sadece tekniğini verir; ahlakını vermez.

III. BU DÜŞÜNCEYİ TEMSİL EDENLER KİMLERDİR?

Osmanlı’nın son döneminde Batıcılık düşüncesini benimseyen ve uygulamaya çalışan başlıca kişiler şunlardır:

Mithat Paşa: Batı tipi anayasa ve parlamentoyu Osmanlı’ya dayatmak istemiştir.

Namık Kemal, Ziya Paşa: “Hürriyet” ve “medeniyet” kavramlarını Batı üzerinden tanımlamışlardır.

Talat Paşa, Enver Paşa, Cemal Paşa: Batıcı askeri kadrolar olarak Osmanlı’yı Almanya’ya bağlamışlardır.

Jön Türkler ve İttihatçılar: Devlet yönetimini pozitivist, seküler ve milliyetçi temeller üzerine inşa etmeye çalışmışlardır.

  1. NE İSTEDİLER?

Batıcılar şunları istiyorlardı:

Osmanlı’nın çok dinli ve çok milletli yapısını milliyetçilik temelinde dönüştürmek,

Şer’î hukuku kaldırıp laik yasaları getirmek,

Halifelik ve padişahlık kurumunu kaldırarak Batı tipi bir cumhuriyet inşa etmek,

İslam yerine seküler ideoloji ve Batı kültürünü esas almak.

Ancak bu dönüşümün en acı tarafı şuydu:
Ruhunu kaybetmiş bir bedeni Batı giysileriyle diriltmeye çalıştılar.

  1. ELDE ETTİKLERİ SONUÇ NE OLDU?

Osmanlı’nın siyasî birliğini parçaladılar.

Arap coğrafyası, Anadolu, Rumeli koparıldı.

Devlet, birinci dünya savaşında darmadağın oldu.

Enver, Talat, Cemal paşalar yurt dışına kaçtı ve yabancı topraklarda öldürüldüler.

Batıcılık düşüncesi, Osmanlı’yı kurtarmadı; tam aksine çöküşü hızlandırdı.

> Zira bir millet kendi medeniyet köklerinden koptuğunda, onun yerine başka bir kültürle ayakta kalamaz.

  1. II. ABDÜLHAMİD’İN HİKMETİ VE İTİDÂLİ

Tahta Çıkışı (1876):

Devlet, içeride Jön Türklerin isyanları, dışarıda Rus tehdidiyle çalkalanıyordu.

Abdülhamid, hem akıllı bir stratejist hem dindar bir halife idi.

İlk Meşrutiyet’i ilan ederek Batıcıların gönlünü aldı, ama kısa sürede kontrolü eline aldı.

Tahtta Olduğu Süre (1876–1909):

Osmanlı’yı parçalanmaktan 33 yıl boyunca ustalıkla korudu.

Eğitim hamleleri, demiryolu yatırımları, dış politikadaki denge siyasetiyle devleti ayakta tuttu.

İngiltere, Fransa ve Rusya’yı birbirine karşı kullanarak toprak kaybını minimize etti.

Filistin’i Yahudilere satmadı, Hilafet’i güçlendirdi, İslam birliğini savundu.

Tahttan İndirilişi (1909):

31 Mart olayını bahane eden İttihatçılar tarafından hal edildi.

Onun ardından devleti yöneten İttihat ve Terakki kadroları, devleti felakete sürükledi.

VII. OSMANLI’NIN DURUMU NEYDİ, NE OLDU?

Abdülhamid öncesi: Devlet sarsılmış, ancak dirençliydi.

Abdülhamid devrinde: Toprak kaybı sınırlıydı; devletin ruhu ve birliği korundu.

Abdülhamid sonrası: Balkanlar, Arap toprakları, Kafkaslar kaybedildi.

1918’de imparatorluk fiilen sona erdi.

VIII. BİR MEDENİYETİN KAYBI: DİNİNİ BIRAKAN DEVLETİNİN KILIFINI KORUYAMAZ

Osmanlı, sadece bir devlet değil, bir medeniyetti.
Bu medeniyetin mayası İslam’dı.
Batıcılık, bu mayayı inkâr ederek başka bir maya karıştırmaya çalıştı.
Ama maya tutmadı. Çünkü:

> “Ruhun inkârı, cesedin yıkımıdır.”

Ve Batıcılar, Osmanlı’nın ruhunu inkâr ettiler.

SONUÇ: İLERİ GİDELİM DERKEN GERİYE DÜŞMEK

Batıcılık zihniyeti, Osmanlı’yı kurtaracağız derken batırdı.

  1. Abdülhamid ise mukavemetin ve hikmetin sembolü olarak tarihe geçti.

Bugün hâlâ onun adını rahmetle anıyor, İttihatçıları ise pişmanlıkla hatırlıyoruz.

Çünkü tarih, ideolojilerin değil, sonuçların şahididir.

ÖZET

Osmanlı’nın yıkılışındaki temel düşünce Batıcılık’tır.

Batıcılığı temsil edenler: Mithat Paşa, Namık Kemal, Talat-Enver-Cemal Paşa gibi İttihatçılardır.

Batı’yı model almak, İslam’ı dışlamak istediler.

Sonuç: Çöküş, işgal ve sürgün.

  1. Abdülhamid, bu zihniyete karşı durarak devleti 33 yıl ayakta tuttu.

Tahttan indirildiğinde devletin son direnci de kırıldı.

Osmanlı’nın yıkılışı, zihniyetin yıkılışının kaçınılmaz neticesi oldu.

****************

BİRLİĞİ PARÇALAYAN ZEHİR: MENFİ MİLLİYETÇİLİĞİN OSMANLI’YI YIKAN ROLÜ

  1. TEVHİDİ AYIRAN BİR FİKİR: MİLLİYETÇİLİĞİN TARİHÎ KÖKÜ

Osmanlı Devleti, 600 yılı aşkın bir süre dini, dili, ırkı farklı birçok milleti adaletle yönetmişti.
Bu birlik, İslam’ın “ümmet” anlayışına dayanıyordu:

> “Müminler ancak kardeştir.” (Hucurat, 10)

Ancak 19. yüzyılın ortalarından itibaren Batı’nın sinsi yaydığı menfi milliyetçilik, bu kardeşliği zehirlemeye başladı.
“Fransız İhtilali”nin etkisiyle yayılan bu fikir, Osmanlı tebaasındaki etnik gruplara şu zehri fısıldadı:

> “Siz Türk değilsiniz. Siz Arapsınız, Sırpsınız, Ermenisiniz. Artık kendi devletinizi kurmalısınız!”

  1. MENFİ MİLLİYETÇİLİK NEDİR?

Milliyetçilik kendi başına kötü değildir.
Müsbet (olumlu) milliyetçilik, milletini sevmek, onunla hizmet etmek demektir.
Ama menfi (zararlı) milliyetçilik, kendi ırkını üstün tutmak, başkalarını hor görmek ve ayrıştırmak demektir.

İşte Osmanlı’yı çökerten de bu ayrıştırıcı, kibirli, dışlayıcı milliyetçilik anlayışı olmuştur.

III. BU DÜŞÜNCEYİ TEMSİL EDENLER KİMLERDİ?

  1. Ermeni Komitacıları (Taşnak ve Hınçak)

Ermeni milliyetçiliğini körüklediler.

Osmanlı’ya isyan ettiler, çeteler kurarak Doğu Anadolu’da karışıklık çıkardılar.

Ruslarla iş birliği yaparak devleti arkadan vurdular.

  1. Arap Milliyetçileri (Şerif Hüseyin ve çevresi)

Osmanlı’nın İslam birliği siyasetini reddedip Arap Krallığı hayaline kapıldılar.

İngilizlerle anlaşarak Hicaz İsyanını başlattılar.

Mekke ve Medine Osmanlı’dan koparıldı.

  1. Balkan Milliyetçileri (Sırp, Bulgar, Rum isyancılar)

Osmanlı’ya karşı savaşlar başlattılar.

Avrupa’nın desteğiyle tek tek bağımsızlık ilan ettiler.

  1. İttihat ve Terakki Kadrolarının bir kısmı (özellikle Enver-Talat çevresi)

“Osmanlıcılık” ideali başarısız olunca “Türkçülük” ve “Turancılık” fikrine yöneldiler.

Bu ise Arapları, Kürtleri, Arnavutları, Boşnakları Osmanlı’dan soğuttu.

  1. NE İSTİYORLARDI?

Bu grupların ortak amacı, Osmanlı’nın çok milletli yapısını yıkmak ve tek ırk, tek bayrak altında kendi millî devletlerini kurmaktı.

Her biri “kurtuluş” sloganlarıyla ortaya çıktı.
Ama bu kurtuluşun içinde:

İngiliz altınları,

Fransız kışkırtmaları,

Rus provokasyonları
vardı.

  1. NE SONUÇLA KARŞILAŞTILAR?

İlk bakışta bazı gruplar istediklerini elde etti gibi görünse de:

Ermeniler, sözde bağımsızlık uğruna Osmanlı’dan oldular, ama sonunda sürgün ve felaket yaşadılar.

Araplar, İngilizlerle iş birliği yaptı ama sonra sömürge haline geldiler.

Balkan milletleri, kısa süre sonra kendi aralarında kanlı savaşlara tutuştu.

Osmanlı Türkleri, kardeş kavimlerini kaybedip yalnız kaldılar.

> Sonuç: Herkes kaybetti. Çünkü menfi milliyetçilik, sadece birliği değil, geleceği de böldü.

  1. İTTİHATÇILARIN YANLIŞ ROLÜ

İttihat ve Terakki, Osmanlı’yı kurtarma iddiasıyla yönetime el koydu (1908).
Ancak kısa sürede “Osmanlıcılık” idealinden vazgeçtiler.
Türkçülük, ırkçılık ve Turancılık fikrine saparak diğer milletleri dışladılar.
Bu da isyanların fitilini ateşledi.

Özellikle:

Arapların Osmanlı’dan kopması,

Kürtlerin ve Arnavutların devlete olan bağlılığının zayıflaması,

Ermenilerin ihanete yönelmesi,
bu dışlayıcı milliyetçi politikaların sonucudur.

VII. II. ABDÜLHAMİD’İN UYARILARI

  1. Abdülhamid, bu süreci çok önceden görmüş ve şöyle demiştir:

> “Irkçılık fikri, İslam birliğini bozar. Biz ümmetiz; kavim değiliz.”

O, İslam sancağı altında bütün milletleri bir arada tutmak için hilafeti, meşvereti ve adaleti kullanmıştır.

Ama onun devrilmesinden sonra gelen kadrolar, bu birliği dağıtmış ve Osmanlı’yı çökertmiştir.

SONUÇ: BİRLİĞİN DÜŞMANI OLAN FİKİR, HİÇBİR ZAFER GETİRMEZ

Menfi milliyetçilik, Osmanlı’nın sadece siyasi değil, manevi yapısını da çökertmiştir.

Aynı dine, aynı kıbleye yönelen milletler, etnik farklılıklar nedeniyle birbirine düşürülmüştür.

Osmanlı gibi bir medeniyet, bu yüzden içeriden çatlamıştır.

Bugün hâlâ bu fikirlerin tortuları, ümmetin önündeki en büyük engeldir.

> “Irkını sevmek erdemdir; başkasını küçümsemek zillettir.”

“Ümmet olmayı bırakıp millet kavgasına giren, kardeşliğini kaybeder, devleti de.”

ÖZET

Osmanlı’nın yıkılışındaki önemli fikirlerden biri menfi milliyetçiliktir.

Ermeniler, Araplar, Balkan milletleri ve İttihatçıların bazıları bu fikirle hareket etti.

Amaçları kendi etnik devletlerini kurmak, Osmanlı’dan ayrılmaktı.

Neticede herkes kaybetti: Topraklar gitti, kardeşlik bitti, ümmet parçalandı.

  1. Abdülhamid bu tehlikeyi öngördü ama tahttan indirildikten sonra bu çöküş hızlandı.

Menfi milliyetçilik, ümmetin ruhunu parçalayan zehirli bir düşüncedir.

www.tesbitler.com

 




İnsan, Âhiret ve Hakikatin Aynası: Fani Dünyadan Baki Cemalete Seyahat

İnsan, Âhiret ve Hakikatin Aynası: Fani Dünyadan Baki Cemalete Seyahat

Hayat, sırlarla dolu bir yolculuktur. İnsan, bu yolculukta kendi varoluşunun derinliklerini, kainatın mükemmel düzenini ve her şeyin ardındaki mutlak hakikati anlamaya çalışır. Bu arayışta, ilahi kelamın ve onun hikmetli tefsirlerinin, özellikle de Risale-i Nur külliyatının rehberliği, yolumuzu aydınlatan birer fener hükmündedir.

Hayatın Sırr-ı Hakikati: Tecelli-i Ehadiyete Âyinelik
Risale-i Nur’da (Sözler) belirtildiği üzere,
“Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecelli-i ehadiyete, cilve-i samediyete âyineliktir. Yani bütün âleme tecelli eden esmanın nokta-i mihrakiyesi hükmünde bir câmiiyetle Zat-ı Ehad-i Samed’e âyineliktir.”
Bu ifade, insanın varoluşunun temel gayesini özetler: Yüce Yaratıcı’nın sıfatlarının ve isimlerinin yansıdığı, O’na ayna olan bir varlık olmaktır. İnsan, bu dünyaya sadece yemek, içmek ve eğlenmek için gelmemiştir; bilakis, bütün âleme yayılan ilahi tecellilerin merkez noktası olarak, Ehad ve Samed olan Allah’a ayna olmak gibi ulvi bir vazifesi vardır. Bu vazifenin idraki, insanı sadece dünya telaşından kurtarmakla kalmaz, aynı zamanda ahiret hayatına yönelik sağlam bir temel de atar.

Nitekim Said Nursi Hazretleri, insanın geleceğe dair ümidini pekiştiren şu müjdeyi verir:
“Senin küçük bahçeni halk ettiği gibi, Cenneti dahi senin için halk edebilir ve halk etmiş ve sana vaad etmiş. Ve vaad ettiği için, elbette seni onun içine alacak.”
Bu söz, Allah’ın kudretinin sınırsızlığını ve vaadinin kesinliğini hatırlatır. Kendi ellerimizle kurduğumuz küçük bahçeler dahi ilahi bir lütufken, Allah’ın bizler için vaat ettiği cennetin ihtişamını tahayyül etmek, ahiret inancının kalbimize serptiği eşsiz bir huzur ve motivasyon kaynağıdır.

*********

İbadeti Terk ve İhanetin Bedeli

Ancak bu dünya yolculuğunda önemli bir sorumluluk da ibadetlerdir. Risale-i Nur, Asa-yı Musa’da (172) şöyle buyurur: “İbadeti terkeden, hem kendi nefsine zulmeder; -nefsi ise, Cenab-ı Hakk’ın abdi ve memluküdür- hem kainatın hukuk-u kemalâtına karşı bir tecavüz, bir zulümdür. Evet nasılki küfür, mevcudata karşı bir tahkirdir; terk-i ibadet dahi, kainatın kemalâtını inkârdır. Hem hikmet-i ilahiyeye karşı bir tecavüz olduğundan, dehşetli tehdide, şiddetli cezaya müstahak olur.”
Bu derin tesbit, ibadetin sadece bireysel bir görev olmadığını, aynı zamanda kainatın düzenine, ilahi hikmete ve kendi öz benliğimize karşı bir saygı ve uyum hali olduğunu gösterir. İbadeti terk etmek, bu büyük resmin içindeki yerimizi inkar etmek ve ilahi nizamın kemalatına karşı bir meydan okuma anlamına gelir.

*******

Niyetin Önemi: Behlül Dânâ ve Harun Reşid Kıssası

İbadetlerin ve hayırların kabulünde niyetin ne denli önemli olduğunu Behlül Dânâ hazretleri ile Halife Harun Reşid arasındaki ibretlik kıssa açıkça gözler önüne serer. Halife’nin kendi parasıyla yaptırdığı camiye Behlül Dânâ’nın kerpiçlerin üzerine niyet ismini (Behlül) yazması ve Halife’nin şaşkınlığı üzerine verdiği cevap: “Eğer Allah rızası için yaptırıyorsan, ister Behlül yazılsın, ister Harun, ne fark eder? Allahü teâlâ kimin yaptırdığını bilmez mi?”
Bu kıssa, amellerin zahiri görünüşünden çok, ardındaki samimi niyetin ve Allah rızasının esas olduğunu vurgular. Gösterişten uzak, halisane niyetlerle yapılan her amelin kıymeti Allah katında büyüktür.

********

Tarihten Bir İbret: Jön Türkler ve İzzet-i Nefs
Tarih, milletlerin kendi kimliklerini, izzet-i nefislerini ve bağımsızlıklarını nasıl muhafaza ettiklerine dair sayısız dersle doludur. 1909 yılında Sirkeci Garı’na gelen İngiliz heyetini karşılayan Jön Türklerin, atları arabadan çıkarıp arabayı omuzlayarak büyükelçiliğe kadar çekmeleri, üzücü bir ibret vesikasıdır. Bu olay, bir zamanlar güçlü bir imparatorluğun temsilcilerinin, dış güçlere karşı nasıl bir zilleti sergileyebildiklerini, izzet-i nefisten nasıl uzaklaştıklarını gösterir.

Bu durum, Maide Suresi’ndeki “İyilik ve takvâda yardımlaşın, günah ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayın.” (Maide Suresi, 2) ayetinin manasını derinden kavramanın ve hayatımıza tatbik etmenin ne denli önemli olduğunu bir kez daha hatırlatır.
Milletler ancak iyilik ve takva üzerine ittifak ettiklerinde yücelir, günah ve düşmanlık üzerine kurulu ilişkiler ise zillet ve yıkım getirir.

************

Hayat Acılaştığında Âhirete Yöneliş

Hayatın inişleri ve çıkışları, acıları ve sevinçleri vardır. Said Nursi’nin şu ikazı, bu durumlara nasıl yaklaşmamız gerektiğini öğretir: “Madem dünyanız ağlıyor ve hayatınız acılaştı; çalışınız, âhiretiniz dahi ağlamasın.”
Dünya sıkıntılarla dolu olduğunda, asıl endişelenmemiz gerekenin ahiret hayatımızın durumu olması gerektiğini anlatır. Zira dünya geçici bir duraktır ve asıl baki olan ahiret yurdudur. Bu nedenle, dünya dertleriyle boğuşurken dahi ahiretimizi ihmal etmemeli, salih amellerle onu mamur etmeye çalışmalıyız.

Sonuç: Hakikatin Aynasında Yücelmek

İnsan, hayatının sırrını idrak ederek, Cenab-ı Hakk’ın sıfatlarına ayna olmaya çalıştıkça yücelir. Küçük bir bahçenin halk edilmesindeki kudretle cennetin vaat edilişindeki sonsuz rahmeti gören kişi, umutsuzluğa düşmez. İbadetleri terk ederek hem kendisine hem de kainata zulmetmediğini idrak eden kişi, ilahi nizamın bir parçası olmanın sorumluluğunu taşır. Amellerde niyetin halisane olması gerektiğini Behlül Dânâ kıssasından öğrenen mümin, gösterişten uzak durur. Tarihten ders çıkararak, izzet-i nefsini koruyan ve iyilik ve takva üzerine yardımlaşan bir toplum, hem bu dünyada hem de ahirette selamete erer. Ve nihayet, dünya hayatının acılarına rağmen ahireti için çalışan kişi, en büyük kurtuluşu yakalar.

Makale Özeti:

Bu makale, Risale-i Nur’dan alıntılarla hayatın sırrını, insanın Cenab-ı Hakk’ın sıfatlarına ayna olma vazifesini açıklamaktadır. Cennetin vaadinin ve ilahi kudretin sonsuzluğuna vurgu yaparak ahiret inancının önemini pekiştirir. İbadetleri terk etmenin sadece bireysel bir zulüm olmadığını, aynı zamanda kainatın kemalatına karşı bir tecavüz olduğunu belirtir. Behlül Dânâ ve Harun Reşid kıssasıyla amellerde niyetin halisane olmasının önemini anlatır. Tarihten Jön Türklerin İngiliz heyetine karşı gösterdiği tutum üzerinden izzet-i nefis ve Maide Suresi’nin “İyilik ve takvâda yardımlaşın, günah ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayın” emrinin ehemmiyetine dikkat çeker.
Son olarak, dünya sıkıntılarında dahi ahireti ihmal etmemenin gerekliliğini Said Nursi’nin sözleriyle dile getirir.
Makale, insanın fani dünyada baki hakikatleri idrak ederek sorumluluk bilinciyle yaşamasını ve ahiret için çalışmasını teşvik etmektedir.

www.tesbitler.com

 




FÂNİDEN BÂKİYE: İNSAN, DÜNYA VE İSTİKAMET

“FÂNİDEN BÂKİYE: İNSAN, DÜNYA VE İSTİKAMET”
Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

GÖLGEDE OYNAYANLAR VE IŞIĞI UNUTANLAR

Dünya, bir sahne. Gelip geçen oyuncularla dolu. Kimi iz bırakmadan gider, kimi ardında feryatlar bırakır. Yunus Emre’nin veciz ifadesiyle:

> “Sular hep aktı geçti, kurudu vakti geçti…”

İşte bu geçiciliği idrak etmeyen insan, faniliği baki zannetmeye başlar. Bu aldanış, tarih boyunca her neslin ortak imtihanıdır. Hem akıl, hem kalp, hem de vahiy; insanı bu gafletten uyandırmak için seslenir:

> “Eyvah! Aldandık. Şu hayat-ı dünyeviyeyi sabit zannettik.”

TARİHÎ BİR TABLO: TAHT VE DAYAK ARASINDAKİ HAKİKAT

Behlül Dânâ’nın taht macerası, sadece mizah değil, aynı zamanda derin bir düşünceyi barındırır. Birkaç dakika tahtta oturup dayak yiyen Behlül, Harun Reşid’e bakarak:

> “Sen yıllardır oradasın, kim bilir ne kadar dayak yiyeceksin!” derken;

aslında şunu demektedir:
Makamın değeri değil, hesabı büyüktür.
Dünya da bir taht gibidir; herkes oturur ama sonunda herkes hesap verir.

DÜNYANIN MAHİYETİ: KİTAB-I SAMEDÂNÎ VE SEYYAR TİCARETGÂH

Bediüzzaman’ın ifadeleriyle dünya:

Bir kitab-ı Samedânîdir: Her varlık, Allah’ın bir isminden haber verir.

Bir mezraadır: Ahiret mahsulünün ekildiği tarladır.

Bir ticaretgâhtır: Kârı da zararı da ebedîdir.

Bir misafirhânedir: Kalıcı değil, geçicidir.

Ancak gafletle bakıldığında bu hikmetli yapı, insan için bir zulümhaneye dönüşür. İşte o zaman:

> “Hayat desen onu tattım; azap ender azap gördüm.”

BİLİMSEL VE HİKMETLİ OKUMA: VARLIK, ZAMAN VE YANILGI

Modern bilim, maddenin geçiciliğini ortaya koymuştur:

Atomlar değişir,

Hücreler ölür,

Gezegenler bile tükenir.

Fiziksel âlemde hiçbir şey “sabit” değildir. Bu bilimsel hakikat, Kur’anî tefekkürle örtüşür:

> “Her şey helâk olacaktır, ancak Allah’ın zatı bâkidir.” (Kasas 88)

Akıl da bu hakikate şahittir. Kalıcı olana yönelmek, fânîden umudunu kesmek; aklın gereğidir. Ama ne gariptir ki:

> “Bekâyı bir belâ gördüm, kemâli ayn-ı heba gördüm.”

diyen insan, ebedî hayatı terk edip geçici zevke sarılır.

KALBİN HAYKIRIŞI: YAR-İ BÂKİ ARAYIŞI

İnsanın kalbi, bâkî olanı ister. Nefis ise fânî olanla avunur. Bu çelişki, insanı ikiye böler:

Kalp der ki:

> “Fânîyim, fânî olanı istemem…”
“Âcizim, âciz olanı istemem…”

Nefis der ki:

> “Bugün ye, iç, eğlen. Sonrasını düşünme.”

Ama ne zaman musibet, ölüm, ayrılık kapıyı çalar; nefis susar, kalp konuşur. Çünkü kalbin dili hakikatin tercümanıdır.

İBRET VE HİKMET: GEÇİCİYİ TANIMAYAN, KALICIYI BULAMAZ

İnsan dünyayı tanıdıkça, onun gerçek yüzünü görür:

Servet: Geçici

Sağlık: Sınırlı

Makam: Sorunlu

Ömür: Fani

İşte o zaman hem Yunus’un, hem Bediüzzaman’ın, hem Behlül’ün sözleri anlam kazanır. Çünkü hepsi tek bir hakikate işaret eder:

> “Dünya bir penceredir, her gelen baktı geçti.”

SONUÇ: İSTİKAMETİN İZİNDE BİR YOLCULUK

Bu hayatta aradığımız şey bir ebediyet özlemidir. Ne var ki ebediyeti fânîde arayanlar, her gün biraz daha tükenir. Kalıcı olanı sadece Yaratıcı’da bulmak, hem mantıkî hem de imanî bir mecburiyettir.

İnsanın kıymeti, ne kadar yaşadığıyla değil; neye yöneldiğiyle ölçülür.
Ve her yöneliş, bir sonla mühürlenir:
Ya ebedî kurtuluş, ya da bitmeyen bir pişmanlık.

KISA ÖZET:

Dünya geçici, insan arayış içindedir.

Yunus Emre ve Bediüzzaman gibi hikmet ehli zatlar, dünya hayatının geçiciliğine dikkat çekmiştir.

Taht, makam, servet; hepsi birer imtihandır, asıl değer ebediyettedir.

Kalp, bâtıl olanı değil, bâkî olanı ister.

Vahiy, akıl ve bilim; insanı fânîde boğulmaktan kurtarır.

İnsan, istikameti bulduğunda hem dünyasını, hem ahiretini kazanır.

Sonuç: Fanilik bilinciyle yaşamak, baki saadetin anahtarıdır.

 




Fani Dünyada Baki Hakikatler: İnsanın Misafirhanedeki Yolculuğu

Fani Dünyada Baki Hakikatler: İnsanın Misafirhanedeki Yolculuğu

İnsan, varoluşunun başlangıcından itibaren, içinde bulunduğu dünyanın mahiyetini, kendi varoluş gayesini ve nihai durağını sorgulamıştır. Bu kadim arayış, pek çok hakikati açığa çıkarmış, ancak en keskin ve doyurucu cevapları ilahi kelamda ve onun hikmetli tefsirlerinde bulmuştur.
Risale-i Nur Külliyatı’ndan süzülen şu veciz ifade, dünya hayatına bakışımızı temelden değiştiren bir perspektif sunar:
“Şu dünya hayatında en bahtiyar odur ki: Dünyayı bir misafirhane-i askerî telakki etsin ve öyle de iz’an etsin ve ona göre hareket etsin.”

Bu benzetme, hayatın ağır yükümlülüklerini omuzlamaktan çekinen, dünyanın faniliğine takılıp hüzne düşen veya sadece dünyevi önemsiz meyvelere odaklanıp pişmanlık duyan insana rehberlik eder. Bir misafirhane-i askeri gibi, dünya da geçici bir durak, bir eğitim ve görev yeridir. Burada aslolan, konfor arayışı değil, vazifeleri ifa etmektir.

Zira “Külli halin yezûlü” yani her hal geçicidir. Bu fani dünya, kendiliğinden ne sanat yapabilir ne de sanatçı olabilir. Tıpkı tabiatın bir ilahi sanat, bir Rabbani kitabet, bir nakış, bir defter ve bir kanun olup da Sâni’, Kâtip, Nakkaş, Defterdar ve Kudret olamayacağı gibi (Lem’alar, sh. 342).

Her zerrede tecelli eden mana, varoluşun şahadetidir. Her şey, hususan zîhayat, gayet manidar bir kelime, bir mektup, bir kaside-i Rabbani’dir, bir ilanname-i ilâhîdir.

Nimetin Zevali Değil, Rahmetin Hazinesi

İnsan, fıtratı gereği nimetlere düşkün, onların zevalinden ise elem duyan bir varlıktır. Ancak Bediüzzaman Said Nursi, bu zaafa karşı şöyle bir teselli sunar:
“Ey İnsan! Ni’metin zevâlinden elem çekme. Çünkü rahmet hazînesi tükenmez.”
Bu, sonsuz rahmet sahibi bir Yaratıcı’nın varlığına olan kesin inancın bir yansımasıdır.
Hayr-ı mahzın vücudunu insana giydiren, rızkını veren, duygularını bir sofra gibi önüne seren Allah, elbette ki nimetlerini esirgemeyecektir.
Göz, kulak gibi bütün duygular ve eller gibidir ki, yeryüzünün her türlü nimeti, bu duyguların ve organların önüne bir sofra gibi serilmiştir.

“Size böyle nimet eden bir zât, sizi başıboş bırakmaz ki, kabre garip kalmamak üzere yatasınız.” (Sözler – 360)
Bu ifade, nimetlerin ardındaki ilahi iradeyi ve ahiret inancının önemini anlatır.

Kainatın Ulvi Musikisi ve İmanın Gücü

Kainat, adeta ulvi bir musikidir; iman nuru ise bu musikinin ezgilerini ve tesbihlerini işitir. Hikmet, tesadüfün varlığını reddeder; nizam ise ittifak-ı evham-sâzı tardeder. Yani, bu mükemmel sistemde tesadüfe yer yoktur; her şey ilahi bir düzenin ve hikmetin eseridir. (Risale-i Nur, İman ve Küfür Muv. / 206).

Bu derin anlayış, insanın kainattaki yerini, varoluşun anlamını ve her zerrede tecelli eden ilahi sanatı idrak etmesini sağlar. Bu idrak, insana büyük bir manevi güç verir ve onu dünyevi endişelerden arındırır.

Sünnete Temessük ve Şehadet Bilinci

Fesat ve çalkantılarla dolu zamanlarda, insanlığın kurtuluşu için en sağlam yol, Resul-i Ekrem (aleyhissalatü vesselam)’ın sünnetine sarılmaktır.
Hadis-i Şerif’te buyrulduğu gibi: “Fesad-ı ümmetim zamanında kim benim sünnetime temessük etse yüz şehidin ecrini, sevabını kazanabilir.”
Bu, sadece bir mükafat vaadi değil, aynı zamanda zor zamanlarda hakikate tutunmanın, fıtratın bozulmasına karşı direnmenin ne denli önemli olduğunu gösterir.

Bediüzzaman Said Nursi’nin “Başımdaki saçlarım adedince başlarım bulunsa ve her gün biri kesilse, zındıkaya ve dalâlete teslîm-i silâh edip vatan ve millet ve İslâmiyete hıyânet etmem. Kur’ân’a fedâ olan bu başımı zâlimlere eğmem!” sözü, bu sünnet bilincinin ve iman cesaretinin en somut örneklerinden biridir.
Bu, zulme ve haksızlığa karşı dimdik duruşun, ilahi hakikatlere olan bağlılığın ve milletine hizmet ruhunun abideleşmiş halidir.

Sonuç: Misafirhanede Mesul Bir Yolcu

Bu dünya bir misafirhanedir. Bizler de bu misafirhanede görevli ve sorumlu yolcularız. Nimetlerin geçici olduğunu bilmek, rahmetin tükenmez hazinesine güvenmek, kainattaki ilahi düzeni tefekkür etmek, Peygamber Efendimiz’in sünnetine sımsıkı sarılmak ve adaletsizliklere karşı durmak, bu yolculukta bahtiyarlığın anahtarıdır. Hayatın ağır tekâlifini omuzlamaktan çekinmemeli, faniliğe kapılıp hüzne düşmemeli, dünyevi önemsemeyen meyvelerinden dolayı pişmanlık göstermemeliyiz. Aksine, her hali geçici bilip, ilahi kudretin ve rahmetin sonsuzluğuna sığınarak, bu fani dünyada baki hakikatlerin peşinden gitmeliyiz. Zira en bahtiyar insan, dünyaya bir misafirhane-i askeri gibi bakan ve buna göre hareket eden kimsedir.

Makale Özeti:

Bu makale, Risale-i Nur’dan alıntılarla insanın dünya hayatındaki konumu ve sorumluluklarını ele almaktadır. Dünya, geçici bir misafirhane-i askeri olarak tanımlanır ve en bahtiyar kişinin bu idrakle yaşayan olduğu belirtilir. Nimetlerin geçiciliğine rağmen ilahi rahmetin sonsuz olduğu anlatılır ve insanın dünyevi kaygılardan arınarak ahiret odaklı bir yaşam sürmesi gerektiği ifade edilir. Kainattaki düzenin ve hikmetin tesadüfü reddettiği, her şeyin birer ilahi ayet olduğu nazara verilir. Fesat zamanında Peygamber sünnetine sarılmanın önemi ve bunun getireceği manevi mükafatlar açıklanırken, Bediüzzaman Said Nursi’nin zulme karşı dik duruşu örnek gösterilir.

Sonuç olarak, insanlığın bu fani dünyada birer mesul yolcu olduğu ve ilahi hakikatlere bağlı kalarak yaşamanın önemi anlatılır.

www.tesbitler.com

 




İmanın Aydınlığı ve İnsanlığın Dirilişi: Çağımızda Hakikat ve Sorumluluk

İmanın Aydınlığı ve İnsanlığın Dirilişi: Çağımızda Hakikat ve Sorumluluk

Hayatın karmaşık dehlizlerinde, insanlık daima bir yol göstericiye, bir limana ihtiyaç duymuştur. Asırlardır süregelen bu arayış, nihayetinde ilahi hakikatlerle buluşmanın getirdiği bir huzur ve kuvvetle taçlanmıştır.

Bediüzzaman Said Nursi’nin İşarat-ül İ’caz adlı eserinden süzülen şu hikmetli sözler, bu gerçeği en veciz haliyle ifade eder: “İman, Şems-i Ezeli’den vicdan-ı beşere ihsan edilen bir nur ve bir şuâdır ki, vicdanın içyüzünü tamamıyla ışıklandırır. Ve bu sayede bütün kâinat ile bir ünsiyet, bir emniyet peyda olur. Ve her şeyle kesb-i muarefe eder. Ve insanın kalbinde öyle bir kuvve-i maneviye husule gelir ki, insan o kuvvete ile her musibete, her hadiseye karşı mukavemet edebilir. Ve öyle bir vüs’at ve genişlik verir ki, insan o vüs’atle geçmiş ve gelecek zamanları yutabilir. Zaten insan medenî olduğu cihetle şahsî ve içtimaî hayatını kurtarmak için, o kanun-u ilahîye muhtaçtır.”

Bu derin ifade, imanın sadece soyut bir inanç olmanın ötesinde, insanın tüm varoluşunu aydınlatan, ona kainatla bir bağ kurduran, musibetler karşısında direnme gücü veren ve zamanın dar kalıplarını aşan bir genişlik sunan eşsiz bir cevher olduğunu anlatır.

İnsan, fıtratı gereği medeni bir varlık olduğundan, bireysel ve toplumsal hayatının kurtuluşu için bu ilahi kanuna muhtaçtır. Zira iman, kalbi siyahlaştıran günahların panzehiri, küfrün karanlığından kurtuluşun yegane anahtarıdır. Lemalar’da ifade edildiği gibi: “Helâl dairesi geniştir, keyfe kâfi gelir. Harama girmeye hiç lüzum yoktur.”
Bu normal ama derin prensip, insanın dünyevi zevklerin peşinde koşarken dahi ilahi sınırları muhafaza etmesi gerektiğini hatırlatır.

**********

Ölümden Dirilişe: Bir Yasin Hikmeti
İnsanlık tarihinin her döneminde, ölüm ve sonrasındaki diriliş, zihinleri meşgul eden en büyük hakikatlerden olmuştur.
Yasin Suresi’nin 52. ayeti, bu nihai anı tüyler ürperten bir gerçeklikle tasvir eder: “İşte o zaman: Eyvah, eyvah! Bizi mezarımızdan kim kaldırdı? Bu, Rahmân’ın vâdettiğidir. Peygamberler gerçekten doğru söylemişler!”
Bu ayet, ölümün bir yok oluş değil, aksine ebedi bir başlangıca açılan bir kapı olduğunu; kabrin bir zindan değil, Sultan-ı Ezel ve Ebed’in huzuruna giriş için bir medhal olduğunu hatırlatır.

Ahirete iman, insana sadece bu dünya hayatının geçiciliğini değil, aynı zamanda her şeyin bir yaratıcısı ve idare edicisi olduğunu da idrak ettirir. “Yoktan var eden, var ettiğini yâr eden Allah var, gam yok” sözü, bu teslimiyetin ve tevekkülün en saf ifadesidir.

***********

Sorumluluk ve Merhamet: Gazze’nin Yarası

Günümüz dünyasında, hakikat arayışımızın ve imanın getirdiği sorumluluklarımızın en somut tezahürü, Gazze’de yaşanan insanlık dramıdır. Açlıktan şehit düşen bebekler, susuzlukla pençeleşen binlerce insan ve umutsuzluğun kol gezdiği sokaklar, vicdanlarımızı derinden sarsmaktadır. Bu tablo, bize sadece geçmişteki hikmetleri hatırlatmakla kalmıyor, aynı zamanda bugün ve gelecekte nasıl bir duruş sergilememiz gerektiğini de acı bir şekilde gösteriyor.

Bu acının ortak sesi ve umudun fısıltısıdır: “Ya Rabbi, Gazze’de akan gözyaşlarını rahmetinle dindir. Sabırla direnen kalpleri sekinetinle sarsılmaz kıl. Güçsüz görünen elleri inayetinle kuvvetlendir. Çaresiz görünen gönüllere ümit kapıları aç. Gazze’ye huzur, İslam beldelerine selamet, ümmete feraset ihsan eyle.”
Bu dua, sadece bir yakarış değil, aynı zamanda bir sorumluluk bilincinin de ifadesidir.

İnsan, iman ile Allah’ın sanatının ve isimlerinin tecelligahı olarak kıymet kazanır. Küfür ise bu kıymeti kaybettirir ve insanı yalnızca maddi bir varlığa indirir. Bu nedenle, Gazze’deki masumların çığlıkları, sadece bir coğrafyanın değil, tüm insanlığın ve vicdanların imtihanıdır.

Sonuç: Hakikatin Işığında Diriliş

Tarih boyunca nice medeniyetler kurulmuş, nice acılar yaşanmış, nice savaşlar verilmiştir. Ancak değişmeyen tek şey, insanın hakikat arayışı ve bu arayışın getirdiği sorumluluklardır.
İman, karanlıkları aydınlatan bir nur, kalpleri güçlendiren bir manevi kuvvettir. Ölüm, yok oluş değil, ebediyete açılan bir kapıdır. Ve bu dünya hayatı, sadece bireysel kurtuluşumuz için değil, aynı zamanda mazlumların sesi olmak, adaleti tesis etmek ve merhameti yaymak için bir fırsattır.

Bugün Gazze’de yaşananlar, bizlere sadece dua etmenin ötesinde, elimizden gelen her türlü yardımı yapmanın, zulme karşı durmanın ve hakikatin sesini yükseltmenin elzem olduğunu bir kez daha hatırlatmaktadır. Zira gerçek iman, sadece dilde değil, kalpte ve amellerde de tecelli eder.

*********

Unutmayalım ki, “Hem daire-i kehkeşan ve manzume-i şemsiye gibi en büyük şeyler ona ağır gelmediği gibi kandaki küreyvat, kalpteki hatırat ondan gizlenmez; tasarrufundan hariç kalmaz.” (Sözler)
Cenab-ı Hak her şeyi kuşatmışken, bizim küçük de olsa yaptığımız her eylem ve her niyet O’nun ilminden ve kudretinden gizli kalmayacaktır.

Makale Özeti:
Bu makale, imanın insan hayatındaki dönüştürücü gücünü Bediüzzaman Said Nursi’nin İşarat-ül İ’caz ve Risale-i Nur külliyatından iktibaslarla ele almaktadır.
İmanın vicdanı aydınlattığını, kainatla ünsiyet kurdurduğunu ve musibetlere karşı direnç sağladığını anlatır.
Yasin Suresi’nin 52. ayeti ve Risale-i Nur’dan alıntılarla ölümün bir yok oluş değil, ebedi bir başlangıç olduğu fikri işlenir.

Makale, günümüzdeki Gazze dramını merhamet ve sorumluluk açısından ele alarak, acıların sadece dua ile değil, aynı zamanda fiili yardım ve adalet arayışıyla dindirilebileceğine dikkat çeker. İman ve ilahi kanunların, bireysel ve toplumsal hayatın kurtuluşu için vazgeçilmez olduğu, helal dairesinin genişliği ve günahın kalp üzerindeki tahribatı gibi konulara değinilir.
Sonuç olarak, gerçek imanın sadece sözde kalmayıp, amellere de yansıması gerektiği ve her eylemin ilahi denetim altında olduğu mesajı verilir.

 




Dünya mı Uyanıyor, Yoksa Vicdanlar mı?

“Dünya mı Uyanıyor, Yoksa Vicdanlar mı?” – Bir Sessizliğin Son Çığlığı
Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

Zamanın nabzı, bazen kalplerin sessizce attığı yerlerde tutulur. Gazze’de, açlıktan iskelete dönmüş bir çocuğun “Cennette yemek olacak” sözleri, sadece bir trajediyi değil; bir çağın iflas etmiş vicdanını da fısıldamaktadır. Şimdi sorulması gereken soru şudur: Dünya mı uyanıyor, yoksa suskun vicdanlar mı sızlamaya başlıyor?

Gazze bir coğrafya değil, çağın imtihanıdır. Ve bu imtihan, yalnızca Filistinli çocukların değil, bütün insanlığın yüreğine kazınmış bir utanç levhası hâline gelmiştir.

TARİHİN TEKERRÜRÜ: ZALİMLER DEĞİŞİYOR, METOTLAR AYNI KALIYOR

Tarih boyunca nice kavim zulmetti; Firavun, Nemrut, Ebu Cehil… Bugün ise İsrail rejimi bu zalim zincirin modern temsilcisi konumunda. Lakin dikkat çekici olan, onların zulmü değil; dünyanın suskunluğudur. Ve belki de şimdi ilk defa o suskunlukta bir çatlak beliriyor. Fransa, İngiltere ve Almanya’nın “İsrail’in Gazze dayatmasına karşıyız” açıklamaları, bu çatlağın sesidir.

Hikmetli Bir Gerçek:

> “Zulüm payidar olmaz, lakin bazen sessizlik zulmü besler.”

VİCDANIN YÜKÜ: GAZZE BİR RAKAM DEĞİLDİR

Gazze’de ölen çocuk sayısı 122 değil, bir insanlık değerinin eksilişidir. Ve bu eksilme sadece Filistin’de değil, Paris’te, Berlin’de, New York’ta da hissedilmelidir. Çünkü her açlıktan ölen çocuk, Batı’nın konforlu salonlarına düşen bir ahlak kıvılcımıdır. Fransa’dan bir milletvekili, Hanzala gemisinde şu sözleri söylüyor:

> “Kasları kalmamış, ayağa kalkamayan iskelet gibi bebekler… Ölmek istiyorlar, çünkü cennette yemek olacak.”

Bu sözler bir siyasi söylem değil, bir çağın metafizik feryadıdır.

**********

SİYONİZMİN KURGU DÜZENİ VE ŞANTAJ DİPLİĞİ

Al Jazeera’nın ifşası, Mossad’ın kirli medya ve istihbarat ağlarını gözler önüne serdi. Jeffrey Epstein skandalı ise bu sistemin ne denli karanlık ve örgülü olduğunu isbatladı. İsrail’in bir devlet değil, küresel şantaj yapısı olduğu artık sır değil.

> Ghislaine Maxwell’in “Adanın her köşesi kamera doluydu. Hepsi sigorta poliçesi gibiydi” sözleri, artık sadece bir dedikodu değil; küresel esaretin şifresidir.

Ve bu şifre, ABD’yi teslim almıştır. Bu teslimiyetin adı ise “stratejik ortaklık” değil, ahlaki iflastır.

DÜNYA NEDEN SESSİZ KALDI?

Sessizliğin arkasında korku, menfaat, gaflet ve kandırılmışlık var. Medya aygıtları, zihinleri uyuşturarak, zulmü görünmez kıldı. Ancak bazı gerçekler vardır ki, perdeler dayansa da sızar. İşte Gazze bu hakikatin en çıplak hâlidir.

> “Zulümle abad olanın sonu berbattır. Çünkü zulüm, bumerang gibidir; döner, sahibini bulur.”

GAZZELİ ÇOCUKTAN TÜRKİYE’YE MEKTUP: UMUDUN SON IŞIĞI

12 yaşındaki Tasnim Olwan’ın Cumhurbaşkanı Erdoğan’a yazdığı mektup şu sözle bitiyor:

> “Dünya sessiz… Ama biz hâlâ ‘Elhamdülillah’ diyoruz. Siz bizim son insani umudumuzsunuz.”

Bu söz, ümmetin suskun coğrafyasına değil; iman taşıyan her kalbe yazılmış bir çağrıdır.

AKIL VE MANTIĞIN YÜZÜNDEN GAZZE’YE BAKMAK

İlmî olarak, Gazze’deki abluka uluslararası hukuka aykırıdır.
Ahlâkî olarak, bu bir soykırım suçudur.
Mantıkî olarak, İsrail’in saldırganlığı kendi güvenliğini bile yok etmektedir.
Vicdanî olarak, ise bu çağ insanlığını kaybetmiş bir medeniyetin çığlığıdır.

DÜNYA MI UYANIYOR?

Evet, bazı ülkeler sesini yükseltiyor. Ancak mesele bir iki siyasi açıklamadan ibaret değil. Gerçek uyanış, vicdanların yeniden konuşmaya başlamasıdır.

İngiltere Başbakanı’nın Gazzeli çocukları tedaviye açması, Avrupa’da bazı liderlerin yardım seferlerine katılması; bir uyanış kıpırtısıdır. Ama yeterli midir? Hayır. Çünkü zulüm hâlâ sürüyor.

SONUÇ: KIYAMET KOPSUN, YETER Kİ VİCDANLAR DİLSİZ KALMASIN

Zaman uyanma zamanıdır. Hem siyasi iradelerin hem de bireylerin. Çünkü Gazze’de açlıktan ölen çocukların gözyaşları, yalnızca toprağa değil; göklere yazılmaktadır.
Ve göklerin adaleti er geç yerin zulmünü yenecektir.

> “Ey zalim! Unutma, mazlumun ahı arşı inletir.”
“Ey dünya! Artık susma; çünkü susmak, zulme ortak olmaktır.”

KISA ÖZET

Gazze’deki dram artık sadece bölgesel değil, küresel bir vicdan problemidir.

Avrupa’dan gelen açıklamalar, gecikmiş de olsa bir vicdan kıpırtısıdır.

İsrail’in şantajla dünyayı esir alma düzeni Epstein-Mossad hattında örneklenmiştir.

Gazzeli çocukların sözleri, çağın en sarsıcı hakikatini dile getirmektedir: “Cennette yemek olacak.”

Türkiye’nin duyarlılığı, İslâm dünyasının son direniş hattıdır.

Artık sorulması gereken şudur: Dünya mı uyanıyor, yoksa vicdanlar mı silkinmeye başladı?

 




RİSALE-İ NUR KÜLLİYATI’NDA VECİZ SÖZLER: ÖZELLİKLERİ VE ÖNEMİ

RİSALE-İ NUR KÜLLİYATI’NDA VECİZ SÖZLER: ÖZELLİKLERİ VE ÖNEMİ

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

GİRİŞ

Veciz sözler, az sözle çok mânâyı ifade eden, kısa ama derin anlamlar taşıyan sözlerdir. Risale-i Nur Külliyatı da bu açıdan bakıldığında, mânâ denizinden damıtılmış hikmet damlaları olan vecizelerle doludur. Bu vecizeler, hem akla hitap eder, hem kalbi etkiler, hem de irfanî bir derinlik kazandırır. Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şualar gibi eserlerde yer alan bu özlü ifadeler, sadece bir edebî güzellik değil, aynı zamanda birer tefekkür anahtarıdır.

RİSALE-İ NUR’DA VECİZ SÖZLERİN ÖZELLİKLERİ

  1. Kur’ânî Kaynağa Dayanma

Veciz sözlerin hemen hepsi Kur’ân’dan alınan hakikatlerin, zamanın anlayışına uygun şekilde derlenmiş şeklidir. Bediüzzaman, “Risale-i Nur bir tefsirdir” derken bu yönüyle Kur’ânî bir hakikatin kelime elbisesine bürünmesidir bu vecizeler.

> Her bir ayet birer mektub-u Rabbânîdir. (Sözler)

  1. Az Lafzla Çok Mânâ

Veciz sözlerin en temel özelliği, birkaç kelime ile derin ve kapsamlı anlamlar taşımasıdır. Bu da onları kolay ezberlenir, tekrarlanabilir ve zihinlerde kalıcı hale getirir.

  1. Tefekkür ve Tebliğe Uygunluk

Bu sözler yalnızca okumalık değil; aynı zamanda bir davetin, bir hakikat çağrısının özlü ifadeleridir. Konuşmalarda, vaazlarda, sohbetlerde kullanıldığında büyük etki bırakırlar.

> İman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dâreyni iktiza eder. (Sözler)

  1. Edebi ve Belagat Yönü

Veciz sözler, Arap edebiyatındaki “cezalet” ve “belagat” ölçüleri içinde çokça yer alır. Bediüzzaman’ın kaleminden çıkan her vecize, şiirsel ahenk, nazım düzeni, ritmik ifade ile dikkat çeker.

  1. Hikmet ve İbret Yönü

Birçok veciz söz, okuyanda sarsıcı bir farkındalık uyandırır. Adeta bir tokat gibidir, gafleti silker. Bu yönüyle Risale-i Nur’daki vecizeler, bir hakikati sadece öğretmekle kalmaz, hissettirir.

> İnsan, şu kâinatın en ehemmiyetli bir meyvesidir; belki neticesidir. (Sözler)

  1. Her Tabakaya Hitap Etme

Risale-i Nur’daki veciz sözler hem bir çobana hem bir akademisyene aynı anda hitap edebilir. Çünkü hakikat her gönle sığar. Kimi zaman akla, kimi zaman vicdana, kimi zaman da hayale seslenir.

> İnsan küçük bir âlem, âlem büyük bir insandır. (Mektubat)

RİSALE-İ NUR’DA ÖNE ÇIKAN BAZI VECİZ SÖZLER

Veciz Söz Anlam ve Etki

“İman hem nurdur hem kuvvettir.” İnancın kişiyi aydınlatıcı ve güçlendirici yönü anlatılır.

“İnsan bu dünyaya ilim ve dua vasıtasıyla tekemmül etmeye gelmiştir.” Hayatın gayesi tefekkür ve dua ile olgunlaşmadır.

“Bu dünya bir misafirhanedir.” Dünya hayatının geçiciliğine dair derin bir hakikat içerir.

“Güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen hayatından lezzet alır.” Bakış açısının hayatı nasıl etkilediğini özetleyen bir hayat felsefesidir.

RİSALE-İ NUR VECİZELERİNİN KULLANIM ALANLARI

  1. Hutbe ve vaazlarda giriş/sonuç cümlesi olarak
  2. Afiş, broşür ve sosyal medya paylaşımında
  3. Tefsir ve dini sohbetlerde vurucu etki için
  4. Zihin eğitimi ve gençlik seminerlerinde
  5. Yazı ve makalelere başlık olarak

SONUÇ VE DEĞERLENDİRME

Risale-i Nur’daki veciz sözler, bir yönüyle kelimelerin hikmete bürünmesidir. Bu ifadeler, bir insanın tüm hayatını değiştirecek kadar güçlü, sade ve derindir. Çünkü bu vecizeler, Kur’ânî hakikatlerin zamanın idrakine giydirilmiş hikmetli elbiseleridir. Bu yönüyle hem dil hem gönül eğitiminin temel taşıdır. İslamî tebliğde, ahlakî formasyonda ve aklî temellendirmelerde Risale-i Nur’un bu özlü sözleri birer altın anahtar gibidir.

KISA ÖZET

Risale-i Nur’daki veciz sözler, Kur’ânî hakikatlerin zamanın anlayışına uygun olarak derlenmiş ifadelerdir.

Az sözle çok mânâ barındırmaları, onları etkili birer tebliğ vasıtası hâline getirir.

Edebi, hikmetli, düşündürücü ve akılda kalıcı yapıları vardır.

Her kesimden insana hitap eder, kolay ezberlenir ve tefekkür ettirir.

Vaazlarda, sohbetlerde, sosyal medyada, eğitim faaliyetlerinde geniş bir kullanım alanına sahiptir.

 

 

VECİZ SÖZLER

https://www.youtube.com/watch?v=3XzmMBa0SfQ&list=PLC4WlB02NHVX7YiHefQhkh2oF6gWTF7To

https://tesbitler.com/category/veciz-sozler/

 




GEÇMİŞİ UNUTAN, GELECEĞİNİ KAYBEDER

“GEÇMİŞİ UNUTAN, GELECEĞİNİ KAYBEDER” – Nankörlük, Hafıza Kaybı ve Zihinsel Esaretin Anatomisi
Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

Toplumların en büyük düşmanı, sadece dış mihraklar değil; hafıza kaybıdır. Çünkü geçmişi unutan, hatadan ders almaz; geleceğini de tekrar aynı tuzaklara kurban eder. Bugün yeni yetişen neslin bir kısmı, geçmişin kıymetli kazanımlarını görmezden gelerek; süslü propaganda kutularına, aldatıcı sloganlara, rüşvetle parlatılmış yalanlara kanmakta, hem kendisini hem ülkesini heba etmektedir.

Bir milletin en büyük düşmanı nankörlük, en büyük zaafı ise unutkanlıktır. Bu yüzden geçmişi hatırlamak, sadece nostalji değil; aynı zamanda bir şuur borcudur.

TARİHÎ VE İBRETLİ BİR GERÇEK: GEÇMİŞİ GÖRMEYEN, GÖRÜNENİ DE ANLAYAMAZ

Dün bir avuç idealist kadro, halkın temel sağlık hizmetine erişemediği bir dönemde “SSK’lı eczaneye gidebilsin” dediğinde, buna ‘imkânsız’ gözüyle bakıldı. Oysa bu, halkın sıhhî ve insani bir ihtiyacını karşılamaktan ibaretti. Bugün gençlerin bir kısmı bu kazanımı, zaten olması gereken bir hak sanarak küçümsüyor.

Hâlbuki:

> “Nimetin büyüklüğü, yokluğunda daha iyi anlaşılır.”

Bugün ‘sıradanlaşmış’ bazı hak ve imkânlar; bir zamanlar bir millete zulüm gibi yaşatılan eksikliklerin giderilmiş hâlidir.

NANKÖRLÜĞÜN SOSYOLOJİSİ: ZİHNİ KAYBEDEN, VİCDANINI DA KAYBEDER

Nankörlük bir ahlakî zaaf olduğu kadar, zihinsel bir çürümedir. Geçmişi bilmeyen gençlik, sadece tarihî tecrübeyi değil; kendine ait olanı da tanıyamaz.

Bugün şehirli görünümlü kimi zihinler, dağda soygun yapmış zihniyetlerin kravatlı türevlerine hayranlık besleyebilmektedir. Rüşvet, propaganda, algı operasyonu artık baklava kutuları, yardım kolileri ve ekranlarda pazarlanan ‘iyi niyet’ ambalajlarında dolaşıyor.

> “Soygun yöntem değiştirir, ama zihniyet aynı kalır.”

AKIL VE HAFIZA: TARİHİN LABORATUVARI

İlim, geçmişin bilgisiyle geleceği inşa etme sanatıdır. Bugün bilimsel ve sosyolojik olarak her neslin kendi dönemini öncelemesi doğaldır. Ancak bu ‘yenilik tutkusu’ geçmişi aşağılamaya dönüşürse, o toplum sadece teknik ilerleme gösterir ama manevî ve ahlâkî olarak çöker.

Bu noktada tarihi perspektif kazandırmak, hem pedagojik hem de stratejik bir zorunluluktur. Zira geçmişte yapılan her hakikatli hamle, geleceğin omurgasıdır.

> “Tarihi unutmak, pusulasız bir gemiyle okyanusa açılmaktır.”

ŞİMDİKİ ZULÜMLER, GEÇMİŞİN İZİNDEN GİDİYOR

Bugün rüşvetle, hırsızlıkla, yalanla kurulan düzenler; dün dağda kurşun sıkanların şehirdeki türevleridir. Farklı silahlar, aynı hedef: kamu malını talan etmek ve halkı sömürmek.

Ve bu yeni dönem “kör, sağır ve dilsiz” gençlik üzerinden işleniyor. Çünkü düşünmeyen bir gençlik, sadece “iyi konuşana” kanar. Görmeyen bir zihin, sadece parlatılmışı fark eder; hakikati değil.

MANTIĞIN SESİ: GEÇMİŞİ GÖR, GÜNÜ OKU, GELECEĞİ KORU

Dün, devlet hastanesinde sırada bekleyip sonra eczane önünde ilaç kuyruğunda ezilen halk, bugün özel hastanelerde bile sigorta desteği alabiliyorsa; bu bir reformdur, nimettir. Ama bu nimeti inkâr eden gençlik, yarın aynı kuyruğu tekrar yaşamaya adaydır.

Sosyal medyadaki “vitrin hakikatleri” ile gerçeklerin örtülmesi, toplumun kolektif aklını felç etmektedir. Bu yüzden:

> “Zaman, gerçeği unutanlara değil; gerçeği görenlere kazandırır.”

EDEBÎ BİR ÇAĞRI: DÜNÜN YARALARIYLA BUGÜNÜN HİKÂYESİ

Günün birinde annesini kucağında taşıyan bir çocuk, ilaç kuyruğunda sabahı etmişti. Bugün o çocuk, eczaneden ilacını alabiliyorsa; bu ‘kendiliğinden olmuş bir nimet’ değil, fikirle, emekle, mücadeleyle kazanılmış bir devrimdir.

Ama o çocuk geçmişini unutursa, yarın kendi çocuğu aynı kuyruğun yeni versiyonunda bekleyecektir.

SONUÇ: GÖZÜN VARSA GEÇMİŞE BAK, KALBİN VARSA NANKÖR OLMA

Zulüm bir zihniyettir; dün dağdaydı, bugün saray gibi binalarda.
Hak ise bir emanettir; dün elde edildi, bugün korunması gerekir.

Her nesil, kendi zamanının imtihanını verir. Ama geçmişi tanımadan, bugünü doğru anlamak; bugünü anlamadan geleceği korumak mümkün değildir.

> “Geçmişin mirasına nankörlük edenler, geleceğin felaketine davetiye çıkarırlar.”

KISA ÖZET:

Geçmişi unutan toplumlar, aynı hataları tekrar eder.

Gençliğin hafıza ve şuur eksikliği, aldatılma riskini artırır.

Dün elde edilen sağlık, adalet ve hak reformları küçümsenmemeli; korunmalıdır.

Rüşvet, hırsızlık ve algı politikaları, yeni ambalajlarda aynı zihniyetle sürmektedir.

Hafıza, akıl ve vicdan; bir milleti ayakta tutan üç sacayağıdır.

Nankörlük; sadece ahlâksızlık değil, aynı zamanda bir zihin felcidir.

Sonuç olarak: Geçmişi hatırla, bugünü oku, yarını koru.

 




Yıkılışın Sessiz Çığlığı: İçten Çöküşün Sebepleri ve İbretleri

Yıkılışın Sessiz Çığlığı: İçten Çöküşün Sebepleri ve İbretleri

 

Tarihin tozlu sayfalarında yükselen her medeniyetin bir gün içten içe çürüyerek çöktüğüne dair ibretli kayıtlar vardır. Bu çöküşler bazen ihtişamlı sarayların yıkılışıyla, bazen de bir ailenin sessiz dağılmasıyla başlar. Tıpkı bir ağacın köklerinden çürüyerek devrilmesi gibi…

Bugün gerek Batı dünyası gerekse Siyonist-emperyalist yapılar; aynı köklü çürümüşlüğün, aynı içten infilakın eşiğindedir. Bu çözülmenin alametleri; fuhuş, dolandırıcılık, kan ve gözyaşıyla sulanan bir medeniyetin çöküş marşlarıdır.

 

  1. Mahremiyetin Tahribi, Ailenin Çöküşü

İnsanlık tarihi boyunca toplumları ayakta tutan sütunlardan biri aile, diğeri ise mahremiyettir. Mahremiyet; sadece bedenin değil, ruhun da korunmasıdır. Bugün mahremiyetin perdeleri, modernite adına birer birer yırtılmakta; örtüsüzlük, cinsiyet bulanıklığı, aile dışı ilişkilerin normalleştirilmesi gibi fitnelerle aile kurumu temelinden sarsılmaktadır.

 

İstanbul’un kalbinde, kamusal alanda kadın-erkek karışık abdest alanlarının oluşturulması, sadece mekânsal bir tercih değil, zihinsel bir projedir. Mahremiyetin “çağdışı” olarak sunulması, aslında iffetli hayatın dışlanması ve mukaddesatın sistematik olarak silinmesidir. Bu, sadece bir şehir planlaması değil; bir toplum mühendisliğidir.

 

  1. Batı’nın Ahlâkî İflası ve Dinî Kurumların Kirli Yüzü

 

Hristiyan Batı’nın “ahlâk bekçiliği” yaptığı yüzyıllar, kiliselerdeki cinsel istismar vakalarıyla kara bir tarihe gömülmüştür. Onlarca çocuğa tecavüz eden papazlar, gizlenen dosyalar, milyar dolarlık tazminat davaları… Galler’den Amerika’ya, Vatikan’dan Latin Amerika’ya kadar uzanan bu kirli ağ, din kisvesi altında insanları sömüren bir çürümüşlüğü ortaya koymaktadır.

 

Yeni Papa’nın bile geçmişte bu istismarlara göz yumduğu yönündeki iddialar, maneviyatın değil, çıkarın merkezde olduğu bir anlayışın iflasını temsil eder. “Dokunmak yasak” kararları, istismarın önüne geçmek için değil; çürümüş bir yapıyı ayakta tutmak içindir.

 

  1. İsrail ve Siyonist Projenin Karanlık Derinliği

 

Filistin’de bir Yahudi devleti kurulması için daha 1930’larda atılan adımlar, bugün kanla, gözyaşıyla beslenen bir sistemin habercisiydi. Milli İstihbarat Teşkilâtı’nın 1931 tarihli raporu, İngiliz istihbaratı ve Yahudi lobilerinin nasıl organize bir şekilde bu süreci yönettiğini gözler önüne seriyor. Rapora göre, dünya siyonist teşkilatlarından gelen paralarla Filistin’e yerleşim planları yapılmış, Türkiye’deki mason teşkilatları bu süreçte destek sağlamıştı.

Ekonomik hakimiyet, istihbarat ağları, siyasi nüfuz… Ve bunların hepsi, bir gün “vaad edilmiş toprak” masalıyla mazlum halkların kanını akıtmak için hazırlandı. Bugün Gazze’de yaşananlar, sadece bir savaş değil; asırlık bir planın kanla sulanan haritasıdır.

 

  1. Epstein Dosyası ve İstihbarat-Fuhuş Ağı

Jeffrey Epstein olayı, Batı’daki çürümenin bir başka yüzüdür. ABD’li gazeteci Tucker Carlson’un iddiaları, Epstein’ın sadece bir cinsel sapık değil; aynı zamanda İsrail ve Amerikan istihbaratıyla bağlantılı bir ajan olduğunu gösteriyor. Bu ağı ortaya koyan en büyük ipucu: Epstein’ın nereden geldiği belli olmayan serveti, dokunulmazlığı ve koruyucuları…

 

Epstein dosyası, çocuk yaştaki kurbanlar, politikacılar, iş adamları ve medya patronlarını içine alan bir fuhuş ve şantaj ağının varlığını işaret ediyor. Bu sistem, Batı’nın en tepe noktalarına kadar sızmış, ahlâksızlığı sistematik bir “güç silahı”na dönüştürmüştür.

 

  1. Henry Ford’un Uyarısı ve Bugünün Hakikati

 

Ünlü Amerikalı sanayici Henry Ford’un şu sözü artık bir kehanet değil, çıplak bir gerçekliktir:

“En zengin 50 Yahudiyi hapse atın; bütün savaşlar biter.”

 

Bu söz, sadece Yahudilere değil, bütün küresel sermaye baronlarına, savaş tüccarlarına ve menfaat uğruna dünyayı ateşe atanlara yöneltilmiş bir hakikattir. Çünkü savaşları çıkaranlar genellikle cephede değil, piyasalarda, kulislerde ve bankalarda oturanlardır.

 

Sonuç: Yıkılış İçten Olur

 

Ne bir medeniyet dışarıdan bombardımanla yok olur, ne bir toplum sadece topla tüfekle çöker. Asıl yıkım, içten gelen çürüme ile olur: Mahremiyetin yok sayılması, ahlâkın ayaklar altına alınması, din kisvesi altında yapılan sapkınlıklar ve adaletin sadece güçlülere hizmet etmesiyle…

Batı’nın ve İsrail’in geleceği, işte bu iç çöküşe gebedir. Ne kadar güçlü görünürlerse görünsünler; insanlıktan, adaletten, iffetten ve vicdandan uzaklaştıkça, kendi binalarının temeline dinamiti kendileri koymaktadırlar.

 

 

Özet:

  • Mahremiyetin ve ailenin sistematik olarak hedef alındığı, toplumsal yapının temelden sarsıldığı bir çağdayız.
  • Batı’daki kilise istismarları, istihbarat destekli fuhuş ağları ve Epstein vakası, ahlaki çöküşün sembolleridir.
  • MİT’in 1931 tarihli raporu, Filistin’deki Yahudi devleti planının İngiliz istihbaratı ve mason yapılarıyla nasıl örgütlendiğini ortaya koyar.
  • Henry Ford’un sözü, küresel baronların savaş ve sömürüdeki rolünü veciz bir şekilde özetler.
  • Tüm bu gelişmeler, Batı ve İsrail’in içten çöküşünün habercisidir. Zira yıkım dışarıdan değil, içeriden başlar.