Yüz Yıllık Geri Kalmışlığın Asıl Sebebi: Zihniyetin Dar Kalıpları

Yüz Yıllık Geri Kalmışlığın Asıl Sebebi: Zihniyetin Dar Kalıpları

Bir milletin ilerlemesinin önündeki en büyük engel, düşman orduları değil; dar, kısır ve taassup yüklü bir zihniyettir.
Bu memlekette yüz yıldır kalkınmanın, inkişafın, maddî ve manevî terakkînin önünü kesen işte bu zihniyet hüküm sürmüştür.
Heykeli sanayiye; içkiyi irfana tercih eden, milletin mukadderatıyla oynamaktan hicap duymayan bir anlayıştır bu…
Bu anlayış, ne yazık ki “çağdaşlık” perdesi altında millî servetleri, yer altı hazinelerini, üretimi ve teknolojiyi küçümsemiş;
fabrikayı, laboratuvarı ve icadı değil; vitrinleri, törenleri ve heykel kaidelerini “medeniyet” sanmıştır.
Bugün Türkiye’nin önünde duran mesele, sadece siyasî değil; bir zihniyet meselesidir.
Ve bu zihniyetin en müşahhas tezahürü, yakın günlerde ortaya çıkan Beylikova Nadir Toprak Elementleri (NTE) projesine yapılan engelleme girişimiyle bir kere daha görülmüştür.[1]

Bir Asrın Kısır Döngüsü: Engellemenin Adı “Bahane”

Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Alparslan Bayraktar’ın belgeleriyle ortaya koyduğu üzere;
Türkiye, 694 milyon tonluk devasa Nadir Element rezervine sahip bir hazine keşfetmiştir.
Bu maden, yalnız Türkiye için değil, cihan ölçüsünde stratejik bir güç demektir.
Zira bu elementler, bugün dünyanın en ileri teknolojilerinde — özellikle savunma sanayiinde, iletişimde, enerji depolamada ve uzay teknolojilerinde — kullanılır.
Bu sebeple Çin’in ardından ikinci büyük rezervin Türkiye’de bulunması, milletin kaderini değiştirecek derecede mühim bir hadisedir.
Ne var ki, tam bu noktada tarihî bir tablo tekrar edilmiştir:
Bu topraklarda, her millî hamlenin önüne çıkan aynı kesim, yine devreye girmiştir.
CHP’li Eskişehir Büyükşehir Belediyesi, ÇED olumlu raporuna rağmen, “ekolojik denge bozulur” bahanesiyle yürütmeyi durdurma davası açmıştır.
Yani yüz yıl önce fabrikaya karşı çıkan mantık, bugün de “maden çıkmasın” diye sahnededir.

Bu Nasıl Bir İkiyüzlülük?

Bir yandan “Neden maden işletmiyorsunuz, neden üretmiyorsunuz?” diye sorup;
öte yandan madenin önünü kesmek için mahkemeye koşmak,
tarihin ibret levhalarına geçecek kadar zıt ve garip bir tavırdır.
Bu tavır, yalnız bir siyasî parti meselesi değil;
zihnî bir hastalık, bir taassup, bir kendini inkâr hâlidir.
Zira bu topraklardan çıkan her millî başarı, onların dünyasında “rahatsızlık” sebebidir.
Çünkü bu zihniyet, kendi tarihine, kendi insanına, kendi devletine itimat etmemeyi “medeniyet” sanmaktadır.

Geçmişin Aynasında Bugün

Cumhuriyetin ilk yıllarından beri, sanayi yerine seremoniyi, üretim yerine sloganı, hakikat yerine gösteriyi tercih eden bu anlayış,
nice fırsatların heba olmasına sebep olmuştur.
Hatırlayınız;
1950’lerde köy enstitüleri bahanesiyle köylünün inancını küçümseyenler,
1970’lerde ağır sanayi hamlesini “irticaî faaliyet” sayanlar,
bugün de Beylikova’da madenin önünü “çevre bahanesiyle” kapatmak istemektedir.
Oysa çevreye en büyük zarar, milletin istikbalini engelleyen fikrî kirlenmeden gelir.
Zira insanın toprağa ve tabiata merhameti, hakikati inkâr eden bir zihniyetten değil, Allah’ın emanetine sadakatten doğar.

İbret ve Netice

Zira;Zihniyet bozulursa, her şey bozulur.
Zira en büyük tahribat, manevî tahribattır.
O da kalblerde ve fikirlerde başlar.
Bugün Türkiye’nin önünde duran en büyük mesele, zihniyetin tahavvül etmesidir.
Teknoloji, sanayi, üretim elbette mühimdir;
ama asıl inkişaf, iman, ilim ve irfanın beraber yürümesiyle olur.
Beylikova’daki hadise, yalnız bir maden meselesi değildir;
Türkiye’nin kendi potansiyeline karşı açılmış içten bir savaştır.
Ve tarih şahitlik ediyor ki, bu millet ne kadar engellenirse engellensin,
Allah’ın izniyle, hakikat yolundan dönmeyecektir.
Çünkü artık devran değişmiştir.
Bu millet, heykel devrini değil; üretim, teknoloji ve hikmet devrini yaşamaktadır.
Ve bu devri durdurmaya kimsenin gücü yetmeyecektir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
20/10/2025

[1] Bak:
https://m.haber7.com/ekonomi/haber/3572649-turkiyeyi-kuresel-nadir-element-devi-yapacak-projeye-chp-engeli-belgeler-ortaya-cikti




Fenden Gelen Cehalet Zindanında Bir Nur: BEDİÜZZAMAN

Fenden Gelen Cehalet Zindanında Bir Nur: BEDİÜZZAMAN

 

Her asrın bir vicdanı, o asrın karanlıklarına meydan okuyan bir nuru ve yolunu kaybetmiş insanlığa hakikatin pusulasını gösteren bir rehberi vardır. Onlar, zamanın ve mekânın dar kalıplarına sığmazlar; getirdikleri mesaj ve açtıkları çığır, kendilerinden sonraki nesillere de bir meşale olur. İşte Bediüzzaman Said Nursi, sadece içinde bulunduğu yirminci asrı değil, peşinden gelen ve “kıyamete kadar bir bâki hakikatin etrafında bir sur” olacak olan iman hizmetiyle, asrımızı ve gelecek asırları Kur’an nuruyla tenvir eden böyle cihan şümul bir şahsiyettir.

Vaziyetini ve mücadelesini idrak etmek için, asırlar öncesine, bizzat Nübüvvet Güneşi’nin doğduğu o “Cahiliye” devrine bir nazar etmek lazımdır. O devirde hayat, iki temel sütun üzerine bina edilmişti: kalplere hükmeden put ve akılları uyuşturan içki. Kâbe’nin içi ve etrafı, insan eliyle yontulmuş ilah taslaklarıyla doluyken, Mekke’nin sokakları aklı ve iradeyi selbeden sarhoşluğun pençesindeydi. Fahr-i Kâinat Efendimiz’in (a.s.m.) mücadelesi, bu iki temel sapkınlığa karşıydı. İnsanların kalbindeki ve Kâbe’deki putları kırarak, yerine ezeli ve ebedi olan Tevhid akidesini yerleştirmek; aklı örten içki perdesini yırtarak, yerine imanın basiretini ve hikmetin nurunu koymak… Bütün bunlar, temelinde “cehalet” yatan, yani Vahyin nurundan mahrum kalmaktan kaynaklanan bir karanlığa karşı verilen kutlu bir cihaddı.

Şimdi ise zaman şeridinde süratle ileri saralım ve kendi asrımıza gelelim. Manzara, zahiren ne kadar değişmiş görünse de, derûnî yapısı itibarıyla ne kadar da o devre benziyor! Asrımızın medeniyeti de, adeta kısır bir zihniyetin devamı olarak hayatı iki temel üzerine bina etmiştir: ruhlara dikilen heykel ve zihinleri bulandıran içki.

Ancak arada mühim ve tehlikeli bir fark vardır: Cahiliye devrinde putperestlik ve içki, Vahiyden uzak kalmanın getirdiği bir cehaletten neş’et ediyordu. Bugün ise heykellerle sembolleşen materyalist ve tabiatperest ideolojiler ve içki ile temsil edilen topyekûn bir gaflet ve sefahet kültürü, “fen ve felsefe” kisvesi altında, ilim maskesi takınarak münafıkane bir tarzda ruhlara zerk edilmektedir. O zaman düşman cahil ve mert idi; şimdi ise âlim suretinde bir cahil ve münafıktır. Bu sebeple, günümüzdeki tehlike, cehalet asrından daha zor ve daha aldatıcıdır. Zira o gün put, taştan olduğunu gizlemiyordu. Bugün ise “tabiat kanunu”, “bilimsel zorunluluk”, “felsefi akım” gibi parlak isimler altına gizlenen nice putlar, aklı ve kalbi esir almaktadır.

İşte tam bu noktada, asrın manevi tabibi olan Bediüzzaman Said Nursi ve onun Kur’an’dan süzülmüş nurlu reçetesi olan Risale-i Nur Külliyatı devreye girer. O, bu yeni ve daha karmaşık hastalığın teşhisini mükemmel bir surette koymuştur. Madem hastalık fen ve felsefe yolundan geliyor, öyleyse tedavi de yine aklı ikna ederek, ilmin lisanıyla kalbe yol bularak olmalıydı.

Bediüzzaman, “heykel” ile sembolleşen Allah’ı inkâr felsefesine karşı, bizzat kâinat kitabını bir delil olarak ortaya koymuştur. O, fenni ve ilmi, imana düşman birer silah olarak görenlere inat, her bir ilim dalının kendi lisanıyla Allah’ın varlığını ve birliğini nasıl haykırdığını isbat etmiştir. Onun nazarında fizik, bir Kadîr-i Zülcelâl’in kudret kanunlarını; kimya, bir Hakîm-i Zülkemâl’in hikmetli eczalarını; astronomi, bir Sâni’-i Zîşan’ın haşmetli saltanatını ilan eden birer dellâldır. Risale-i Nur, baştan sona, fenden gelen bu enaniyet ve inkâr putunu, yine fennin ve aklın en kat’i delilleriyle kıran bir “isbat-ı Tevhid” deryasıdır.

“İçki” ile sembolleşen sefahet ve gaflet kültürüne karşı ise, Bediüzzaman imandaki hakiki lezzeti ve saadet-i dareyni göstermiştir. O, fani ve geçici lezzetlerin arkasındaki elemleri ve firakları tasvir ederken, imanın ve ubudiyetin içinde hem bu dünyada hem de ahirette tükenmez bir manevi lezzet ve saadet olduğunu akla ve kalbe kabul ettirmiştir. Allah Teala’nın Kur’an-ı Kerim’de buyurduğu gibi:

“Ey iman edenler! İçki, kumar, dikili taşlar (putlar), fal okları şeytan işi iğrenç şeylerden ibarettir. Bunlardan kaçının ki kurtuluşa eresiniz.” (Mâide, 5/90)

Bediüzzaman, bu ayetin asrımıza bakan vechesini tefsir ederek, sadece maddi içkiden değil, insanı Rabbinden gafil bırakan her türlü felsefi ve nefsani “sarhoşluktan” kaçınmanın kurtuluşa nasıl bir vesile olduğunu ders vermiştir.

Netice-i kelam, Bediüzzaman Said Nursi, Cahiliye devrinin putuna karşı Tevhid’i, içkisine karşı imanın saadetini getiren Peygamberî bir metodun asrımızdaki bir varisidir. Fakat o, bu mücadeleyi, düşmanın en güçlü olduğu zannettiği bir kaleden, yani akıl, fen ve felsefe kalesinden yürütmüştür.

Bugün, onun yaktığı o nur, milyonlarca insanın kalbinde fenden ve felsefeden gelen şüphe zindanlarını aydınlatmakta, asrın sahte ilahlarına ve uyuşturucu gafletine karşı en metin bir siper olmaya devam etmektedir. Bu, bir şahsın değil, Kur’an hakikatlerinin bu asrın idrakine sunulmuş bir zaferidir. Ve bu nur, zaman eskidikçe daha da parlayacak bir hakikatin ta kendisidir.

 

Hazırlayan: Mehmet Özçelik –

21-10-2025

www.tesbitler.com

 




ASRI ŞEKİLLENDİREN ŞAHSİYET: CEHALETE KARŞI FENDEN GELEN DALALETİN PANZEHİRİ

ASRI ŞEKİLLENDİREN ŞAHSİYET: CEHALETE KARŞI FENDEN GELEN DALALETİN PANZEHİRİ

Tarih sahnesi, zamanın akışını değiştiren, getirdikleri mesaj ve hizmetle sadece kendi devirlerini değil, gelecek asırları da tenvir eden müstesna şahsiyetlerin geçidine şahittir. Bu şahsiyetler, insanlığın yolunu kaybettiği, karanlıkların en kesif olduğu anlarda birer meşale gibi parlayarak hakikate giden yolu göstermişlerdir. Asr-ı Saadet’in ufkunda bir güneş gibi doğan Fahr-i Kâinat Efendimiz (a.s.m.), kalpleri taşlaşmış, cehalet bataklığında boğulmuş bir kavimden, yıldızlar misali bir nesil çıkarmıştır. O günün putları, taştan ve tahtadan yontulmuş, zahirî birer suretti. O günün dalaleti, ekseriyetle cehaletten ve ataları körü körüne taklitten neş’et ediyordu.

Zaman, süratle ileriye doğru akarken, dalaletin yapısı da şekil değiştirdi. Yirminci asrın başlarına gelindiğinde, insanlık yeni ve daha tehlikeli bir putperestlik ile karşı karşıya kaldı. Sizin de pek isabetli bir şekilde tasvir ettiğiniz gibi, Asr-ı Saadet’teki vaziyet adeta klonlanmış, fakat bu defa hastalığın kökü farklılaşmıştı. Artık putlar taştan değil, maddeden ve tabiat kanunlarından yontuluyordu. Dalalet, cehaletten değil, tam aksine, adına “ilim” denilen fen ve düşünceden (felsefeden) kaynaklanıyordu. Materyalist düşünce, kâinatı sahipsiz, tesadüflerin oyuncağı bir makine olarak tasvir ediyor; ene ve enaniyet, Firavun misali birer ilahlık davasına kalkışıyordu. İşte böyle bir zamanda, Kur’an’ın sönmez ve söndürülmez bir nuru olan Risale-i Nur, Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri’nin elinde bu asrın meydan okumasına bir cevap olarak parladı.

Cehaletten Gelen Dalalet ile Fenden Gelen Dalalet Arasındaki Fark

Bediüzzaman Hazretleri’nin kendi ifadesiyle belirttiği gibi, eski zamanda dalalet cehaletten geliyordu. Onu izale etmek, hakikati göstermek nispeten kolaydı. Bir cahile, “Şu muazzam sarayın bir ustası vardır” demek kâfi gelirdi. Ancak yeni zamanda dalalet, fen ve ilimden geldiği için izalesi gayet müşküldü. Çünkü bu asrın dinsizi, eline fenni alarak, “Benim ilmimde Allah’a yer yok” diyebilme cüretini gösteriyordu. O, cehaleti sebebiyle değil, öğrendiği yarım ve yanlış bilgiler sebebiyle inkâra sapıyordu. Bediüzzaman bu durumu şöyle tesbit eder:

“Eski zamanda dalâlet cehaletten geliyordu. Bunun izalesi kolaydı. Bu zamanda dalâlet, fen ve felsefeden ve ilimden geliyor. Bunun izalesi müşküldür.”

Bu, imana karşı açılmış en sistemli ve en tehlikeli savaştı. Zira silah, hasmın kendi elindeydi. Fen ve akıl, imanı yıkmak için birer levye gibi kullanılıyordu. Bu sebeple verilecek cevap da aynı cinsten olmalıydı. Kılıca karşı kılıçla, fenne karşı fenle, akla karşı akılla mukabele etmek gerekiyordu.

Kur’an Nuruyla “Fabrika Ayarlarına” Dönüş Hizmeti

İşte Bediüzzaman’ın iman hizmetinin özü ve farklılığı bu noktada ortaya çıkar. O, bu asrın insanının aklına ve kalbine musallat olan şüphe virüslerini temizlemek için doğrudan Kur’an-ı Hakîm’in eczahanesinden “tahkikî iman” dersini aldı. Risale-i Nur Külliyatı, baştan sona bir isbat ve bir tefekkür projesidir.

O, tabiatı inkâr hesabına konuşturan materyalistlere karşı, tabiatın kendisini bir delil olarak konuşturdu. Her bir atomun nizamından galaksilerin ihtişamına kadar her şeyin bir “Sâni-i Hakîm”in varlığına ve birliğine nasıl şehadet ettiğini akla aykırı gelmeyecek bir surette isbat etti. Felsefenin ve bilimin boğulduğu en derin meselelerde, Kur’an’ın nuruyla en tatminkâr cevapları sundu. Böylece, fenden gelen dalaleti, yine fennin ve aklın diliyle, fakat Kur’an’ın hikmetiyle tedavi etti.

Onun hizmeti, insanı “fabrika ayarlarına”, yani fıtrat-ı asliyesine döndürme gayesi taşıyordu. Zira her insan, ruhunun derinliklerinde bir Yaradan’a inanma, O’na dayanma ve O’na ibadet etme ihtiyacı ile yaratılmıştır. Allah Teâlâ bu hakikati şöyle beyan eder:

“Allah, iman edenlerin velîsidir; onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. İnkâr edenlerin velîleri ise tâğuttur; onları aydınlıktan karanlıklara çıkarırlar. İşte bunlar cehennemliklerdir, orada devamlı kalırlar.” (Bakara, 2/257.)

Modern zamanın felsefeleri ve ideolojileri, bu derûnî ihtiyacı perdelerle örtmüş, insanı kendi enaniyetinin ve heveslerinin karanlık dehlizlerine hapsetmişti. Bediüzzaman, Risale-i Nur’daki bürhanlarla bu perdeleri yırtarak, aklı kalple barıştırarak insanı yeniden o aydınlığa, fıtratındaki nura kavuşturdu.

Netice-i Kelâm: İbret ve Hikmet

Bediüzzaman Said Nursi, sadece bir asrı değil, kendinden sonraki zamanları da şekillendiren bir şahsiyettir. Çünkü o, zamanın en büyük hastalığını doğru teşhis etmiş ve ona en münasip ilacı Kur’an’dan getirmiştir. Onun mücadelesi, cehaletle değil, ilim suretine bürünmüş cehaletleydi. Onun davası, insanı aslından koparan, onu hem dünyada hem de ahirette hüsrana sürükleyen modern putlara karşı bir tevhid sancağı açmaktı.

Bugün dahi, onun metodu ve eserleri, aklı ve kalbi şüphelerle yaralanmış nesiller için bir şifa kaynağı olmaya devam etmektedir. Zira fenden ve felsefeden gelen dalalet taarruzu, şekil değiştirerek hâlâ sürmektedir. Bu taarruza karşı en metin kale, Kur’an hakikatlerine dayanan tahkikî imandır. Bediüzzaman, bu kalenin nasıl inşa edileceğini bütün bir hayatıyla ve altı bin sayfalık eseriyle bizlere göstermiştir. O, asrın karanlığını Kur’an’ın nuruyla aydınlatan bir hizmetkâr olarak, tarihteki müstesna yerini almıştır. Ondan alınacak en büyük ibret, hangi devirde olursa olsun, en büyük karanlıkların dahi Kur’an güneşinin doğuşuyla dağılmaya mahkûm olduğu hakikatidir.

 

Hazırlayan: Mehmet Özçelik –

21-10-2025

www.tesbitler.com




Kur’ân’da İnsan Psikolojisi, Nefs Mertebeleri ve Ruhî Seyir

Kur’ân’da İnsan Psikolojisi, Nefs Mertebeleri ve Ruhî Seyir

​Kur’ân-ı Kerîm, insanı sadece zâhirî davranışlarıyla değil, aynı zamanda derûnî yapısı, kalbî ve ruhî halleriyle bir bütün olarak ele alır. İnsanın bu iç dünyasındaki yolculuğu, “nefsin tezkiyesi” yani arındırılması süreciyle yakından alâkalıdır. Bu süreç, en aşağı mertebeden en kâmil noktaya doğru ilerleyen bir seyir takip eder.
​1. “وَنَفْسٍ وَمَا سَوّٰيهَاۙۖ” Âyetinden Başlayarak Nefsin Tezkiye Basamakları
​Cenâb-ı Hak, Şems Sûresi’nde insanın bu derûnî yapısına yemin ederek şöyle buyurur:
​“Nefse ve onu düzgün bir biçimde şekillendirip ona kötülük duygusunu ve takvasını (kötülükten sakınma yeteneğini) ilham edene andolsun ki, nefsini arındıran kurtuluşa ermiştir. Onu kötülüklere gömüp kirleten kimse de ziyana uğramıştır.” (Şems, 91/7-10)

​Bu mübârek âyetler, insan nefsinin yapısında hem “fücûr” (kötülük ve günaha meyil) hem de “takvâ” (Allah’a karşı sorumluluk bilinci ve fenalıktan sakınma) potansiyelinin bulunduğunu beyan eder. İnsanın imtihanı, bu iki istidat arasındaki mücadelede nefsini tezkiye ederek (arındırarak) kurtuluşa (felâh) erişmektir. Bu arınma yolculuğu, ârifler tarafından yedi basamakta tasvir edilmiştir:
• ​Nefs-i Emmâre (Kötülüğü Emreden Nefs): Nefsin en aşağı mertebesidir. Terbiye edilmemiş, heva ve hevesine tabi olan, şehevî arzulara direnemeyen nefistir. Kur’ân-ı Kerîm’de Hz. Yusuf’un (a.s.) lisanından bu nefse şöyle işaret edilir: ​“Ben nefsimi temize çıkarmam; çünkü Rabbimin merhamet ettiği durumlar hariç, nefs daima kötülüğü emreder. Şüphesiz Rabbim çok bağışlayıcı, çok merhametlidir.” (Yûsuf, 12/53)

• ​Nefs-i Levvâme (Kendini Kınayan Nefs): Bir günah işlediğinde pişmanlık duyan, vicdan azabı çeken ve kendini kınayan nefstir. Tamamen kötülüğe batmamış, ancak henüz istikrara kavuşmamıştır. Cenâb-ı Hak, bu nefse yemin ederek onun kıymetine işaret eder: ​“Kusurlarını görerek kendini kınayan nefse de yemin ederim ki…” (Kıyâme, 75/2)

• ​Nefs-i Mülheme (İlham Alan Nefs): Hayır ile şerri, güzellik ile çirkinliği daha net bir şekilde ayırt etmeye başlayan ve ilâhî ilhamlara mazhar olan nefstir. Şems Sûresi’ndeki “ona kötülük duygusunu ve takvasını ilham edene” ifadesi, bu mertebeye işaret olarak kabul edilir.

• ​Nefs-i Mutmainne (Huzura Ermiş Nefs): İman hakikatleriyle tam bir tatmin ve itminan haline ulaşmış, şüphe ve tereddütlerden arınmış, Rabbine tam bir teslimiyetle bağlanmış olan nefstir. Bu mertebeye ulaşanlara verilen müjde şöyledir: ​“Ey imanın huzuruna kavuşmuş insan! Sen O’ndan razı, O da senden razı olarak Rabbine dön. İyi kullarımın arasına gir. Cennetime gir.” (Fecr, 89/27-30)

• ​Nefs-i Râdiye (Razı Olmuş Nefs): Başına gelen her şeyin Allah’tan geldiğini bilerek, kahrı da lütfu da bir kabul edip Rabbinden tamamen razı olan nefstir. Yukarıdaki âyette geçen “Rabbine dön, sen O’ndan razı olarak” ifadesi bu mertebeyi tasvir eder.

• ​Nefs-i Mardiyye (Razı Olunmuş Nefs): Allah’ın kendisinden razı olduğu, O’nun sevgisini ve rızasını kazanmış olan kâmil nefstir. Fecr Sûresi’ndeki “O da senden razı olarak” beyanı bu makama işarettir.

• ​Nefs-i Kâmile (Safiye): Bütün kötü sıfatlardan arınmış, en güzel ahlâk ile bezenmiş, irşad makamına yükselmiş, tam bir saflığa erişmiş nefistir. Bu mertebe, peygamberlerin ve onların kâmil vârislerinin nefsidir.

​2. “Kalb, Ruh, Sır, Hafî, Ahfâ” Gibi Lâtifelerin Kur’ân’daki Karşılıkları
​Tasavvuf ıstılahında geçen bu lâtifeler (derûnî hasletler), insanın manevî yapısının farklı katmanlarını ifade eder. Bu tâbirler bu şekliyle Kur’ân’da geçmese de, muhtevalarına ve vazifelerine işaret eden pek çok âyet mevcuttur:
• ​Kalb: Kur’ân’da sadece bir et parçası olan organ değil, imanın, marifetin, aklın ve idrâkin merkezi olan manevî bir lâtifedir. Hakikati anlayan, hisseden ve tasdik eden merkezdir. ​“Şüphesiz ki bunda, aklı olan veya hazır bulunup kulak veren kimseler için bir öğüt vardır.” (Kāf, 50/37). Buradaki “akıl” için müfessirler genellikle “kalb” yorumunu yaparlar. “O gün ne mal fayda verir ne de evlât. Ancak Allah’a kalb-i selîm (arınmış bir kalp) ile gelenler başka.” (Şuarâ, 26/88-89)
​“Şüphesiz ki bunda, aklı olan veya hazır bulunup kulak veren kimseler için bir öğüt vardır.” (Kāf, 50/37). Buradaki “akıl” için müfessirler genellikle “kalb” yorumunu yaparlar.

• ​Ruh: İnsana hayat veren ilâhî bir cevherdir. Mahiyeti tam olarak idrâk edilemez ve doğrudan Allah’a aittir. ​“Sana ruhtan soruyorlar. De ki: ‘Ruh rabbimin bildiği bir iştir ve size ilimden ancak çok az bir şey verilmiştir.’” (İsrâ, 17/85) “Sonra onu güzelce şekillendirip ona kendi ruhundan üfledi…” (Secde, 32/9)

• ​Sır, Hafî, Ahfâ: Bu üç lâtife, daha çok derûnîliğin ve Allah’a yakınlığın en ileri derecelerini ifade eden tasavvufî ıstılahlardır. Kur’ân’da bu kelimelerle geçmeseler de, Allah’ın ilminin her şeyi kuşattığını, en gizliyi ve gizlinin de ötesini bildiğini ifade eden âyetler bu lâtifelerin muhtevasına işaret eder:
• ​Sır (Gizli): İnsanın içinde sakladığı, başkalarının bilmediği haldir.
• ​Hafî (Daha Gizli): Kişinin kendisinin bile unuttuğu veya farkında olmadığı derûnî niyetleridir.
• ​Ahfâ (En Gizli): Sadece Allah’ın bildiği, kulun idrâkinden tamamen uzak olan hakikatlerdir.
​“Sözü açıkça söylesen de gizlesen de O’nun için birdir. Çünkü O, gizliyi de, gizlinin daha gizlisini de (ahfâ) bilir.” (Tâhâ, 20/7) Bu âyet, bu mertebelerin varlığına ve Allah’ın ilminin bunları kuşattığına en kuvvetli işarettir.

• ​Kur’ân’daki Diğer Kavramlar: Bu lâtifelerin vazifelerini gören Fuâd (gönül, kalbin özü) ve Sadr (göğüs, manevî genişliğin merkezi) gibi kavramlar da Kur’ân’da sıkça zikredilir. (Mesela Necm 53/11’de Fuâd, İnşirâh 94/1’de Sadr geçer.)

​3. Enaniyet (Ene) ve Ubûdiyet İlişkisi: Modern “Ego” Kavramına Kur’ânî Tenkit
​İnsana verilen “ene” (benlik duygusu), Cenâb-ı Hakk’ın kendi sıfatlarını ve isimlerini anlaması için verilmiş bir “vahid-i kıyasî” yani bir ölçü birimidir. İnsan, kendi cüz’î ilmiyle Allah’ın küllî ilmini, kendi kudretiyle O’nun sonsuz kudretini, kendi sahipliğiyle O’nun mutlak mâlikiyetini bir derece anlar.
​Risale-i Nur Külliyatı’nda bu hakikat şöyle izah edilir:
​”Âlemin miftahı insanın elindedir ve nefsine takılmıştır. Kâinat kapıları zâhiren açık görünürken, hakikaten kapalıdır. Cenâb-ı Hak, emanet cihetiyle, insana “ene” namında öyle bir miftah vermiş ki, âlemin bütün kapılarını açar. Ve öyle tılsımlı bir enaniyet vermiş ki, Hallâk-ı Kâinatın künûz-u mahfiyesini onunla keşfeder. Fakat ene, kendisi de gayet muğlâk bir muammâ ve açılması müşkül bir tılsımdır. Eğer onun hakikî mahiyeti ve sırr-ı hilkati bilinse, kendisi açıldığı gibi kâinat dahi açılır.”

• ​Ene’nin Yanlış Kullanımı: Enaniyet Eğer insan, kendisine emanet olarak verilen bu “ene”yi kendisine ait zanneder, onu “Mâlik” olarak görürse, o vakit ubûdiyetten (kulluktan) uzaklaşır ve enaniyete (benlik davasına, egoizme) düşer. Bu, Allah’a isyanın ve şirkin temelidir. Kur’ân-ı Kerîm’deki en büyük enaniyet örneği, “Ben sizin en yüce rabbinizim!” (Nâzi’ât, 79/24) diyen Firavun’dur. O, kendisine verilen cüz’î sahipliği mutlak bir mâlikiyet zannederek haddini aşmıştır.

• ​Modern “Ego” Kavramına Kur’ânî Tenkit Modern psikolojinin “ego” kavramı, genellikle benliğin düzenleyici, gerçeklikle bağlantı kuran yapısı olarak tasvir edilir. Ancak popüler kültürde ve bazı düşünce akımlarında “ego,” kişinin kendini merkeze aldığı, kendi menfaatlerini her şeyin üstünde tuttuğu, kibre ve bencilliğe kaynaklık eden bir yapı olarak anlaşılmaktadır. ​Kur’ân-ı Kerîm, bu ikinci manadaki “ego”yu, yani enaniyeti şiddetle tenkit eder:
• ​İnsanın Acz ve Fakrını Hatırlatır: Enaniyet, insanın kendi güç ve kabiliyetlerine aldanmasıdır. Kur’ân ise insanın yaratılıştan âciz ve fakir (muhtaç) olduğunu vurgular. ​“…Çünkü insan çok zayıf yaratılmıştır.” (Nisâ, 4/28) Hakiki güç ve zenginlik sadece Allah’a aittir. Kul, kendi aczini ve fakrını anladığı nisbette Rabbine yönelir ve ubûdiyeti kemâle erer.
• ​Kibri ve Kendini Beğenmeyi Yasaklar: Enaniyetin en belirgin tezahürü olan kibir, şeytanın sıfatıdır. İblis, “Ben ondan hayırlıyım” (A’râf, 7/12) diyerek enaniyetine yenik düşmüş ve isyan etmiştir. Kur’ân, mü’minleri tevazu sahibi olmaya davet eder.
• ​Hakiki Varlığın Allah’a Ait Olduğunu Bildirir: Enaniyet, sahte bir varlık iddiasıdır. Halbuki her şeyin hakiki sahibi ve yaratıcısı Allah’tır. Ubûdiyet ise, bu sahte sahiplik davasından vazgeçip her şeyi O’na teslim etmektir. İşte o zaman insan, emanet olan “ene” aynasında Allah’ın sonsuz isim ve sıfatlarını temaşa ederek hakiki hürriyete ve izzete kavuşur.
​“…Çünkü insan çok zayıf yaratılmıştır.” (Nisâ, 4/28)
Hakiki güç ve zenginlik sadece Allah’a aittir. Kul, kendi aczini ve fakrını anladığı nisbette Rabbine yönelir ve ubûdiyeti kemâle erer.

• ​Kibri ve Kendini Beğenmeyi Yasaklar: Enaniyetin en belirgin tezahürü olan kibir, şeytanın sıfatıdır. İblis, “Ben ondan hayırlıyım” (A’râf, 7/12) diyerek enaniyetine yenik düşmüş ve isyan etmiştir. Kur’ân, mü’minleri tevazu sahibi olmaya davet eder.
• ​Hakiki Varlığın Allah’a Ait Olduğunu Bildirir: Enaniyet, sahte bir varlık iddiasıdır. Halbuki her şeyin hakiki sahibi ve yaratıcısı Allah’tır. Ubûdiyet ise, bu sahte sahiplik davasından vazgeçip her şeyi O’na teslim etmektir. İşte o zaman insan, emanet olan “ene” aynasında Allah’ın sonsuz isim ve sıfatlarını temaşa ederek hakiki hürriyete ve izzete kavuşur.
​Hülasa, Kur’ân, modern egoizmin şişirdiği benliği reddeder; bunun yerine Allah’a tam bir kulluk (ubûdiyet) içinde, O’nun isimlerinin bir aynası olduğunu idrâk eden, mütevazı ve arınmış bir “nefs” ve “kalb” inşa etmeyi hedefler.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
19/10/2025

 

 




KUR’AN’I KERİM’İN BİLİMSELLİĞİ VE BİLİMSEL TEFSİR İHTİYACI

KUR’AN’I KERİM’İN BİLİMSELLİĞİ VE BİLİMSEL TEFSİR İHTİYACI

1. İlmî (Bilimsel) Tefsirler: Yapısı ve Faaliyetleri
İlmî tefsir, Kur’an-ı Kerim’in âyetlerini, o dönemde veya sonradan ortaya çıkan tabiat bilimleri, astronomi, tıp, fizik, kimya ve diğer fünun dallarının verileriyle îzah etmeye, Kur’an’ın ihtiva ettiği işaretlerden bilimsel hakikatleri ve felsefî görüşleri çıkarmaya çalışan bir tefsir ekolüdür.
Temel Özellikleri:
* Gaye (Hedef): Kur’an’ın bir mu’cize olduğunu isbat etmek ve cihan şümul mesajının her çağa hitabettiğini göstermek. Özellikle Batı medeniyetinin ilmî ilerleyişine karşı, İslâm’ın ve Kur’an’ın ilme ve fikre verdiği ehemmiyeti ve ilmin aslının Kur’an’da mevcut olduğunu ortaya koyma gayreti taşır.
* Küllî Muhteva Anlayışı: Bu ekolü benimseyenler, Kur’an’ın yalnızca dinî ve itikadî ilimleri değil, bütün ilimlerin esaslarını (nüvelerini), bazen zâhir (açık) bazen de hafî (gizli) bir şekilde ihtiva ettiğini düşünürler. Ancak, Kur’an’ın bir matematik veya fizik kitabı olmadığını, hidayet (doğru yolu gösterme) maksadıyla nazil olduğunu ve bu ilimlere işaret ettiğini kabul ederler.
* Kevnî Âyetlere Odaklanma: Yaratılış, tabiat olayları, gökler, yer, insan ve hayvanlar âlemi ile ilgili âyetleri öncelikle ele alırlar. Bu nev’î (türden) âyetlerdeki tasvir ve işaretleri güncel bilimsel tesbitlerle irtibatlandırırlar.
* Tenkitler: İlmî tefsirin en mühim tenkidi, Kur’an lafızlarının (sözlerinin) kendi asıl manasından uzaklaştırılarak, sonradan ortaya çıkan bilimsel nazariyelerle (teorilerle) uyumlu kılınmaya çalışılmasıdır. Bu durum, bilimsel nazariyelerin değişmesiyle Kur’an tefsirlerinin de değişmesi ve zıtlık ihtiva etmesi tehlikesini doğurur.
Tantâvî Cevherî gibi bazı ulemâ, Kur’an’da fıkıhla ilgili 150 kadar âyet varken, ilm ve fen ile ilgili 750’den fazla âyet bulunduğunu iddia ederek bu faaliyeti zirveye taşımıştır.

2. Kur’an-ı Kerim’de İlmî Âyetler Olarak Değerlendirilenler
Kur’an-ı Kerim’de, insanı tefekkür (derin düşünmeye), nazar etmeye ve tabiatı incelemeye sevk eden, aynı zamanda çağdaş bilimlerin tesbitleriyle irtibatlandırılan çok sayıda kevnî âyet mevcuttur. İlmî tefsir çerçevesinde en çok ele alınan ve bilimsel hakikatlere işaret ettiği kabul edilen bazı âyetler ve işaret ettikleri hususlar şunlardır:
| Âyet-i Kerîme | Süre ve Âyet No | İşaret Edilen Husus (İlmî Yorum) |
|—|—|—|
| “Biz göğü ‘büyük bir kudretle’ bina ettik ve şüphesiz Biz (onu) genişleticiyiz.” | Zâriyât Sûresi, 51/47 |
Evrenin Genişlemesi (Kozmoloji): Hubble’ın keşfinden asırlar önce evrenin sürekli genişlediğine işaret olarak değerlendirilir. |

| “Görmez misin, Allah’ın gökten bir su indirip onu yerdeki kaynaklara geçirdiğini?…” | Zümer Sûresi, 39/21 | Suyun Devr-i Dâimi (Hidroloji): Yağmurun yeraltı sularına sızması ve suyun devamlı bir dönüşüm içinde olmasına işaret. |

| “O, sizin için kulakları, gözleri ve gönülleri inşa (yaratma) edendir; ne de az şükrediyorsunuz.” | Mü’minûn Sûresi, 23/78 | Duyuların Gelişim Sırası: Embriyolojik gelişimde işitme, görmeden ve gönül (idrak) kuvvetlerinden daha önce oluşmasına işaret. |

| “…Sizi annelerinizin karınlarında, üç karanlık içinde, bir yaratılıştan başka bir yaratılışa geçirerek yaratmaktadır…” | Zümer Sûresi, 39/6 |
Embriyolojideki Üç Karanlık Safha: Rahim, döl yatağı ve plasenta zarlarıyla çevrili üç koruma tabakasına veya embriyonun geçirdiği üç temel gelişim safhasına işaret. |
| “Sonra o damlacığı ‘alaka’ya dönüştürdük. Alakayı da ‘mudga’ya dönüştürdük…” | Mü’minûn Sûresi, 23/14 |
Embriyolojik Gelişim: “Alaka” (asılıp tutunan şey, pıhtı) ve “Mudga” (çiğnenmiş et parçası) gibi kavramlarla embriyonun erken safhalarına dair tasvir. |

| “O (Allah) ki, Arz’da ne varsa, tamamını sizin için yarattı. Sonra, Göğe yöneldi; yedi Gök olarak onları düzenledi. Ve O, her şeyin Âlimi’dir.” | Bakara Sûresi, 2/29 |
Kâinatın Yaratılışı ve Nizamı: Göklerin ve yerin yaratılışındaki küllî nizam ve uyuma işaret. |
| “Ve demiri de indirdik ki, onda büyük bir güç ve insanlar için (çeşitli) yararlar vardır…” | Hadîd Sûresi, 57/25 |
Demirin Uzaydan İndirilmesi: Demirin (Fe) dünyada oluşmadığı, büyük yıldızlardaki füzyonla meydana gelip dünyaya uzaydan geldiği ilmî bilgisine işaret. |
| “O (Allah), size şimşeği korku ve umut olarak gösteren, (yağmur yüklü) ağırlaşmış bulutları (inşa edip) ortaya çıkarandır.” | Ra’d Sûresi, 13/12 |
Bulutların Yapısı: Yağmur yüklü bulutların ağırlığına ve bulut oluşumundaki elektriklenmeye işaret. |

3. Geçmişten Günümüze ve Geleceğe Işık Tutan Âyetler
Kur’an-ı Kerim, mu’ciz bir hitab (söz) olarak, sadece kevnî hakikatlere değil, aynı zamanda geçmiş, hâl ve istikbal (gelecek) hakkındaki bilgileri de ihtiva eder. Bu âyetlerin faaliyetleri, imanı kuvvetlendirmek, hikmet dersleri vermek ve insanlığı istikbale hazırlamaktır.

Özellikleri ve İşaret Ettiği Hususlar:
* Gaybdan (Görünmez Âlemden) Haberler:
* Fetihler ve Zaferler: Hz. Peygamber’in (asm) rüyasının gerçekleşeceği ve Mekke’ye güvenle girileceği (yakın bir fetih) işareti (Fetih Sûresi, 48/27).
* Koruma Taahhüdü: Kur’an’ın tahrif edilmeye karşı Allah tarafından korunacağı taahhüdü: “Şüphesiz Zikr’i (Kur’an’ı) biz indirdik. Onu koruyacak olan da biziz.” (Hicr Sûresi, 15/9).
Bu, Kur’an’ın küllî ve daimî bir isbatı ve istikbale yönelik en büyük emniyetidir.

* Kıyamet ve Âhiret Tasvirleri:
* Yeniden Yaratılışın Kolaylığı: “İnsan, kemiklerini bir araya getiremeyeceğimizi mi sanıyor? Evet, biz onun parmak uçlarını (dahi) düzeltmeye kâdiriz.” (Kıyâmet Sûresi, 75/3-4).
Parmak izinin (parmak ucu) ferdî (kişisel) bir alamet (işaret) olmasına işaret edilişi, istikbaldeki kimlik tespit metotlarına dair bir açı sunar.
* Dağların Hareketi: Kıyamet alametleri içinde dağların bulutlar gibi hareket edeceği (Neml Sûresi, 27/88) tasviri, arzın (dünyanın) derûnî (iç) faaliyetleri ve kıtaların kayması (kıtasal sürüklenme) gibi ilmî hakikatlere de işaret eder.

* İnsan ve Toplum Hakkında Hikmetler:
* Zıtların Birliği ve Zıtlık Kanunu: Âyetteki müteşâbih (manası zahir olmayan) kısımların varlığı (Âl-i İmrân Sûresi, 3/7), aklı ve fikri daimî bir araştırma ve tahkike (doğrulamaya) sevk eder.

* Fikir ve Bilimin Teşviki: Kâinat kitabına nazar edilmesini emreden âyetler, Müslümanları daima ilimde ileri gitmeye ve tabiatın sırlarını çözmeye teşvik eder. Bu, istikbalde İslâm âleminin ilimde önder olacağına dair zımnî (üstü kapalı) bir işarettir.
Bu faaliyetler ve işaretler, Kur’an-ı Kerim’in cihan şümul ve ebedî hitab olduğunu, her devrin fünununa ve anlayışına muvafık (uygun) açılar ihtiva ettiğini gösterir.
Risale-i Nur Külliyatı’ndan İktibas
Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, Kur’an’ın ilmî hakikatlere işaretini tefsir ederken, Kur’an’ın asıl maksadının hidayet olduğunu, ilimlerin çekirdeklerini ihtiva ettiğini ancak bir fen kitabı olmadığını belirtir.
> “Kur’an-ı Hakîm, hakikî ilimleri hâvi bir kitab-ı mukaddestir. Ve bütün asırlarda, insanların umum tabakalarına hitab eden, ezelî bir hutbedir.”
>
Bu nevî faaliyetler, Kur’an’ın sadece ibadet ve ahlak muhtevasını değil, aynı zamanda tabiat ve kâinatla ilgili hakikatleri de ihtiva ettiğini gösterir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
19/10/2025

 

 




Kur’ân’da Lisan, Ses ve Mana Münasebeti

Kur’ân’da Lisan, Ses ve Mana Münasebeti

​Kur’ân-ı Kerîm, sadece manasıyla değil, aynı zamanda lafzının yapısı, ses ahengi ve harflerinin hususiyetleriyle de bir bütündür. Lafız, mananın cesedi ise, ses ve ahenk de o cesede hayat veren ruh gibidir.
​1. Harflerin Sembolik Manaları (Hurûf-i Mukatta’a) ve Ses-Mana İlişkisi
​Yirmi dokuz sûrenin başında yer alan ve “kesik harfler” manasına gelen Hurûf-i Mukatta’a (elif-lâm-mîm, yâ-sîn, hâ-mîm gibi), Kur’ân’ın en esrarlı ve üzerinde en çok tefekkür edilen bahislerinden biridir. Bu harflerin hakiki manasını yalnızca Allah Teâlâ’nın bildiği kabul edilmekle birlikte, müfessirler ve ârifler bu hususta bazı hikmetlere işaret etmişlerdir:
• ​İlâhî bir Şifre ve Anahtar Olmaları: Bu harfler, bulundukları sûrenin muhtevasına dair ilâhî bir şifre, bir anahtar mesabesindedir. Her bir harf, Allah’ın muhtelif isimlerine ve sıfatlarına işaret eden birer semboldür. Mesela, “Elif”in Allah’ın vahdaniyetine, “Lâm”ın O’nun lütfuna ve ilmine, “Mîm”in ise mülküne ve rahmetine işaret ettiği gibi tefsirler yapılmıştır.
• ​Bir Meydan Okuma (Tahaddî) Olmaları: Cenâb-ı Hak, bu harflerle âdeta şöyle demektedir: “İşte bu Kur’ân, sizin de her gün kullandığınız bu elif’lerden, lâm’lardan, mîm’lerden müteşekkildir. Eğer gücünüz yetiyorsa, haydi siz de bu harfleri kullanarak onun bir benzerini meydana getirin!” Bu durum, Kur’ân’ın beşer takatinin fevkinde, ilâhî bir kelâm olduğunun en açık isbatıdır.
• ​Ses-Mana Münasebeti: Kur’ân’da harflerin ses yapısıyla, içinde bulundukları âyetin manası arasında da latîf bir münasebet vardır. Mesela, azap, gazap ve celâl ifade eden âyetlerde genellikle “ق” (kaf), “غ” (ğayn), “ض” (dad) gibi tok ve kalın sesli harfler kullanılırken; rahmet, merhamet ve lütuf ifade eden âyetlerde “س” (sin), “ه” (he), “م” (mim) gibi ince ve yumuşak sesli harflere rastlanır. Bu ses ahengi, mananın sadece akla değil, aynı zamanda ruha ve kalbe de tesir etmesini sağlar.
​2. “İkra’” Emrinin Derûnî Tahlili
​Alak Sûresi’nin ilk âyeti olan “اقْرَأْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذِي خَلَقَ” emri, vahyin başlangıcıdır ve çok katmanlı, derûnî manalar ihtiva eder:
​“Yaratan rabbinin adıyla oku!” (Alak, 96/1)

​Bu emrin muhatabı olan Peygamber Efendimiz’in (s.a.v) okuma yazma bilmeyen (ümmî) bir zât olması, “oku” emrinin sadece yazılı bir metni okumaktan ibaret olmadığının en büyük delilidir. Bu emrin derûnî manaları şöyledir:
• ​Kâinat Kitabını Okumak: “İkra'”, öncelikle varlık kitabını, yani kâinatı okumaya bir davettir. Her bir mahlûk, Allah’ın isim ve sıfatlarını gösteren birer “âyet” veya “kelime” hükmündedir. Bir çiçeğe, bir yıldıza, bir hücreye bakmak ve ondaki sanatı, ilmi, kudreti ve rahmeti “okumak,” “İkra'” emrinin en geniş dairesidir. Bu nazarla bakıldığında, kâinat büyük bir Kur’ân, Kur’ân ise kâinatın tercüme-i ezeliyesidir.
• ​Kendini Okumak: İnsan, “küçük bir âlem”dir. “İkra'” emri, aynı zamanda insanın kendi derûnî yapısını, aczini, fakrını, kendisine verilen istidatları ve ruhî lâtifelerini okuması, yani kendini tanıması için bir çağrıdır. Kendini okuyan, Rabbini de bilir.
• ​Varlığı Mana Haritası Olarak Okumak: Bu emir, varlığa ve hadiselere yüzeysel bir nazarla değil, “Rabbinin adıyla” yani her şeyin O’ndan geldiğini, O’nun ismiyle var olduğunu ve O’na döneceğini bilerek bakmaktır. Bu bakış açısı, her şeyi manalı kılar. Bir yağmur damlası sadece “su” değil, “Rahîm” isminin bir tecellisi; bir şimşek sadece bir tabiat hadisesi değil, “Celâl” ve “Azamet” sıfatlarının bir cilvesi olur.

​3. Kur’ân’daki Musikî, Vezin ve Ritmin Manaya Etkisi
​Kur’ân-ı Kerîm ne şiirdir ne de nesir. Kendine mahsus, eşsiz bir nazmı ve musikîsi vardır. Bu ahenk, mananın ayrılmaz bir parçasıdır ve dinleyenin ruhunda derin tesirler bırakır.
• ​Fâsıla ve Seci: Kur’ân’daki âyet sonlarında bulunan ses uyumuna “fâsıla” denir. Bu fâsılalar, metne hem akıcı bir ritim kazandırır hem de manayı kuvvetlendirir. Özellikle kısa sûrelerde bu durum çok açıktır.
• ​Örnekler:
• ​Rahmân Sûresi: “فَبِأَيِّ آلَاءِ رَبِّكُمَا تُكَذِّبَانِ” (Öyleyken rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?) âyetinin tekrarı, sûre boyunca sayılan nimetlerin insan ve cinlerin ruhuna ve vicdanına nakşedilmesini sağlayan, ilâhî bir nakarat gibidir. Bu tekrar, hem bir ikaz hem de bir şükran davetidir.
• ​Fil Sûresi: Sûredeki kısa ve keskin fâsılalar (fîl, tadlîl, ebâbîl, siccîl), Ebrehe ordusunun helak edilişindeki sür’ati, dehşeti ve ilâhî kudretin kesinliğini hissettirir. Kelimelerin sesi, hadisenin tasvirini canlandırır.
• ​Nâs Sûresi: Sûrenin sonundaki “nâs,” “vesvâs,” “hannâs” kelimelerindeki “s” sesinin tekrarı, şeytanın fısıltısını (vesvese) andıran bir ses yapısı oluşturur. Bu ahenk, sûrenin manası olan “sinsi vesvesecinin şerrinden Allah’a sığınma” temasını fonetik olarak destekler.
• ​İhlâs Sûresi: “Ahad,” “samed,” “lem yelid ve lem yûled” ifadelerindeki tok ve net sesler, Tevhid akidesinin kesinliğini, şüpheye yer bırakmayan mutlak hakikatini ilân eder.
​Netice olarak, Kur’ân-ı Kerîm’de lafız manadan, ses ahenkten ve harf hakikatten ayrı düşünülemez. O, her bir harfi, kelimesi ve âyet sonuyla bir bütün teşkil eden, hem akla hem kalbe hem de ruha aynı anda hitap eden mu’ciz bir kelâmdır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
19/10/2025




Kur’ân’da Bilimsel Delillerin Metafizik Yorumu

Kur’ân’da Bilimsel Delillerin Metafizik Yorumu

​Kur’ân-ı Kerîm, bir fen kitabı değildir; fakat kâinatın Sâni’i (Sanatkârı) olan Allah’ın kelâmı olduğu için, kâinat kitabının âyetlerine (delillerine) atıflarda bulunur. Bu atıflar, insanları sadece ilmî bir gerçeği öğrenmeye değil, o gerçeğin arkasındaki hikmeti, kudreti ve tevhidi görmeye davet eder.
​1. “Ve gönderdiğimiz rüzgârlar döllendirir.” (Hicr 22) Âyetinin Tahlili
​Cenâb-ı Hak, Hicr Sûresi’nde şöyle buyurur:
​“Biz rüzgârları aşılayıcı olarak gönderdik; gökten su indirip onunla sizin su ihtiyacınızı karşıladık. Onu depolayan siz değilsiniz.” (Hicr, 15/22)

​Bu mübarek âyet, hem ilmî bir i’câzı hem de derûnî bir hikmeti bir arada barındırır.
• ​İlmî Yorumu:
• ​Bitkilerin Aşılanması: Âyetin ilk ve en zâhirî manası, rüzgârların bitkilerdeki tozlaşmayı (döllenmeyi) sağladığıdır. Erkek bitkilerden aldığı polenleri (telkîh tozlarını) dişi bitkilere taşıyan rüzgârlar, meyve ve tohumların oluşmasına, yani hayatın devamına vesile olur. Bu ilmî hakikat, ancak asırlar sonra botanik ilmiyle teferruatlı bir şekilde isbat edilmiştir.
• ​Bulutların Aşılanması: Modern meteoroloji ilmi, yağmurun teşekkülünde rüzgârların mühim bir rol oynadığını ortaya koymuştur. Rüzgârlar, taşıdıkları tuz ve toz parçacıklarıyla bulutları “aşılayarak” su buharının yoğunlaşmasını ve yağmur damlalarının oluşumunu tetikler. Âyetteki “aşılayıcı” (levâkıha) ifadesi, bu ilmî keşfe de fevkalâde bir şekilde işaret etmektedir.
• ​Hikmetî ve Metafizik Yorumu: Âyetin asıl gayesi, bu ilmî hadiseyi haber vermekten ziyade, bu hadisenin arkasındaki Kudret-i İlâhiyye’yi göstermektir.
• ​Tevhid Delili: Cansız, şuursuz ve kör bir tabiat unsuru olan rüzgâr, nasıl olur da hayatın en hassas ve en hikmetli bir ameliyesi olan “dölleme” ve “aşılama” fiilini yapabilir? Bu vazifeyi ona kim vermiştir? Rüzgârın, bir bitkinin polenini tam ihtiyaç anında diğerine ulaştırması veya bulutların içindeki su buharını tam zamanında yağmura dönüştürmesi, tesadüfün eseri olamaz. Demek ki rüzgâr, kendi başına hareket eden bir fâil değil, Alîm ve Hakîm bir Zât’ın emrinde hareket eden bir memurdur. O, sadece ilâhî kudretin ve iradenin elinde bir perdedir.
• ​Rahmet ve Rezzâkiyet: Bu “aşılama” fiilinin neticesinde yeryüzü hayat bulur, bitkiler ve ağaçlar meyve verir, gökten hayat kaynağı olan su iner. Bütün bunlar, Cenâb-ı Hakk’ın Rahmâniyet ve Rezzâkiyet (rızık vericilik) sıfatlarının bir tecellisidir. Rüzgâr, bu ilâhî rahmetin ve rızkın bize ulaşmasında vazifeli bir hizmetkârdır.
• ​Sebeplerin Acziyeti: Âyet, sebeplere takılıp kalmamamız için bizi uyarır. Rüzgâr bir sebeptir, lâkin hakiki müessir (tesir edici) değildir. Bu nazarladır ki, Kur’ân sadece hadiseyi tasvir etmez, aynı zamanda o hadisenin Fâil-i Hakikîsi’ne işaret ederek tefekkür ufkumuzu açar.
​2. Maddenin Yapısındaki Tevhidî Düzenin “Tesbih” Kavramıyla Açıklanması
​Kur’ân-ı Kerîm, kâinattaki her bir mevcudun Allah’ı tesbih ettiğini, yani O’nu noksan sıfatlardan tenzih edip kemâl sıfatlarıyla zikrettiğini beyan eder:
​“Yedi gök, yer ve bunların içinde bulunanlar O’nu tesbih eder. O’nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Ne var ki siz onların tesbihini anlamazsınız. O halîmdir, çok bağışlayıcıdır.” (İsrâ, 17/44)

​Bu tesbih, sadece lisan ile yapılan bir zikir değildir. Maddenin yapısındaki nizam, bu “fiilî tesbihin” en büyük isbatıdır:
• ​Nizam Tesbihi: Bir atomun yapısını tefekkür edelim: Çekirdek etrafında akıl almaz bir süratle dönen elektronlar, kendilerine tayin edilen yörüngeden bir an bile şaşmazlar. Bu baş döndürücü hareket içindeki muazzam nizam ve itaat, o atomun “lisan-ı hâl” ile (hâl diliyle) kendisini bu şekilde tanzim eden Nazzâm-ı Ezelî’yi tesbih etmesidir. Bu nizamıyla, “Benim Sâni’im abes iş yapmaz, O’nun işinde kaos ve karmaşa yoktur” der.
• ​Vazife Tesbihi: Her bir zerre, her bir element, kendisine verilen kimyevî ve fizikî vazifeleri harfiyen ve hatasız bir şekilde yerine getirir. Hidrojen ile oksijen belirli bir nisbette birleşerek hayatın kaynağı olan suyu teşkil eder. Bu, onların ilâhî kanunlara mutlak teslimiyetidir ve bu teslimiyet, bir tesbih nevidir. Onlar bu vazifelerini icra ederek, “Bizi bu vazifeyle görevlendiren Rabbimiz her türlü noksanlıktan münezzehtir” manasını ifade ederler.
• ​Tevhidî Düzen: Atomdan galaksilere kadar bütün varlık âlemi, aynı fizik kanunlarına, aynı matematiksel prensiplere tabiidir. Yeryüzündeki bir elmayı yere düşüren kanun (yer çekimi) ile gezegenleri yörüngelerinde tutan kanun aynıdır. Bu cihanşümul birlik ve ahenk, bütün kâinatın tek bir Sâni’in, tek bir Kanun Koyucu’nun eser-i sanatı olduğunu haykırır. İşte bu tevhidî düzen, kâinatın en büyük ve en gür sada ile yaptığı küllî bir tesbihtir.
​3. Kuantum Fiziği ve Kur’ân’daki “Gayb-Şehadet” Ayrımının Karşılaştırılması
​Kur’ân-ı Kerîm, varlık âlemini temel olarak ikiye ayırır: Âlem-i Şehadet (duyularla ve aletlerle idrak edilebilen, görünen âlem) ve Âlem-i Gayb (mahiyeti duyularla ve aletlerle idrak edilemeyen, görünmeyen âlem).
• ​Âlem-i Şehadet: Fizikî kâinattır. Modern bilimin inceleme sahası bu âlemdir.
• ​Âlem-i Gayb: Allah’ın Zât’ı ve sıfatları, melekler, ruh, kader, cinler, Cennet, Cehennem gibi hakikatleri ihtiva eder. Bu âlemin anahtarları yalnızca Allah’ın katındadır.
​Kuantum fiziği, 20. asırda maddenin en temel seviyesindeki davranışlarını inceleyen bir ilim dalıdır ve getirdiği neticeler, klasik fiziğin maddeye bakışını temelden sarsmıştır. Bu neticelerin, Kur’ân’daki “gayb-şehadet” ayrımıyla mukayesesi, tefekküre medar olacak latîf işaretler sunar:
• ​Maddenin Katı ve Kesin Olmayışı: Klasik fizik, maddeyi katı, kesin ve tam olarak bilinebilir bir yapı olarak tasvir ederdi. Kuantum fiziği ise, atom altı parçacıkların hem dalga hem de parçacık özelliği gösterdiğini, yani belirsiz bir “potansiyeller bulutu” halinde var olduğunu ortaya koydu. Bu parçacıklar, ancak bir gözlem veya ölçüm yapıldığında belirli bir konumda “tezahür” ederler. Bu durum, gördüğümüz ve ölçtüğümüz bu şehadet âleminin, temelinde daha akışkan, belirsiz ve idrakimizin ötesinde bir “gaybî” hakikatten neş’et ettiğine bir işaret olarak yorumlanabilir.
• ​Belirsizlik İlkesi (Heisenberg): Bu ilkeye göre, bir parçacığın konumunu ve hızını aynı anda tam bir kesinlikle bilmek imkânsızdır. Bu, insan aklının ve ilmî gözleminin, şehadet âleminin dahi en temel yapısını tam olarak kuşatmaktan âciz olduğunun ilmî bir itirafıdır. Bu acziyet, şehadetin arkasında, bizim bilgimiz ve ölçümlerimizle kayıt altına alınamayan bir “gayb” boyutunun varlığını akla yakınlaştırır.
• ​Gözlemci Etkisi: Gözlemcinin, gözlemlediği sistemin durumunu değiştirmesi, modern fiziğin en hayret verici bulgularındandır. Bu, “şuur”un veya “bilgi”nin, maddî gerçeklikten ayrı ve ona tesir eden bir faktör olduğunu gösterir. Materyalist felsefenin “her şey maddeden ibarettir” şeklindeki yanlış inancını temelden sarsar. Şuurun maddeye olan bu tesiri, bütün kâinatın mutlak ve her şeyi kuşatan bir İlim ve Şuur Sahibi’nin (Allah’ın) kontrolünde olduğu hakikatine aklı yaklaştırır.
​Mühim Bir Tenkit: Bu mukayesede şu husus unutulmamalıdır: Kuantum fiziği, “gayb” âlemini isbat etmez. Zira o, hâlâ fizikî âlemin sınırları dahilinde bir ilimdir. Lakin kuantum fiziğinin bulguları, 19. asır materyalizminin ve determinizminin (her şeyin önceden belli ve hesaplanabilir olduğu inancının) kalesini yıkmıştır. Maddeyi daha esrarlı, daha az anlaşılır ve kendi kendine yeterli olmaktan uzak bir yapı olarak tasvir ederek, aklın nazarında metafizik âleme ve gayba bir kapı aralamıştır. Kâinatın, gördüğümüzden ibaret olmadığını, zâhirî sebeblerin arkasında görünmeyen bir irade ve kudretin işlediğini kabul etmeyi, ilmî olarak daha makul bir zemin haline getirmiştir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
19/10/2025




Kur’ân’ın İfade Üslubu ve Cümle Yapısının İlâhî Hikmeti

Kur’ân’ın İfade Üslubu ve Cümle Yapısının İlâhî Hikmeti

​Kur’ân-ı Kerîm, manasıyla olduğu kadar lafzıyla da mu’cizedir. Her bir kelimesi, cümle yapısı ve üslûbu, sonsuz bir ilim ve hikmetin tezahürüdür.
​1. Kur’ân’daki Tekrarların Hikmeti (Tekrarda Yenilik Prensibi)
​Zâhiren tekrar gibi görünen âyet ve kıssalar, hakikatte pek çok hikmete mebnî olarak zikredilmiştir. Kur’ân’daki tekrarlar, usanç veren bir yineleme değil, her defasında yeni bir mana ve hikmet kapısı açan, tefekkür ufkunu genişleten bir “tekrar-ı tesîsî”dir (kurucu tekrardır).
• ​Tevhid, Nübüvvet ve Haşir Gibi Esasların Tesbiti: İmanın temeli olan bu üç büyük esas, insan hayatının en mühim hakikatleridir. Nasıl ki bir binanın temel direkleri sürekli nazara verilir ve tahkim edilirse, Kur’ân da bu esasları farklı üslûp ve bağlantılarla tekrar ederek kalplerde ve akıllarda kökleşmesini temin eder. İnsan, her an bu hakikatlere muhtaçtır. ​Risale-i Nur Külliyatı’nda bu hakikat şöyle açıklanır: “Kur’an hem bir kitab-ı zikir, hem bir kitab-ı dua, hem bir kitab-ı davet olduğundan içinde tekrar müstahsendir, belki elzemdir ve eblağdır. Ehl-i kusurun zannı gibi değil… Zira zikrin şe’ni; tekrar ile tenvirdir. Duanın şe’ni; terdad ile takrirdir. Emir ve davetin şe’ni; tekrar ile te’kiddir. Hem herkes her vakit bütün Kur’anı okumağa muktedir olamaz. Fakat bir sureye galiben muktedir olur. Onun için en mühim makasıd-ı Kur’aniye ekser uzun surelerde derc edilerek her bir sure bir küçük Kur’an hükmüne geçmiş. ”
Sözler ( 242 )

• ​Farklı Bağlantılarda Farklı Manalar: Musa Aleyhisselâm kıssası gibi bazı kıssalar, farklı sûrelerde tekrar edilir. Ancak bu tekrarların hiçbiri diğerinin aynı değildir. Her bir sûrenin ana gayesine uygun olarak, kıssanın farklı bir yönü, farklı bir teferruatı veya hikmeti ön plana çıkarılır. Bir yerde Hz. Musa’nın Firavun karşısındaki tevhîd mücadelesi vurgulanırken, başka bir yerde kavmiyle olan imtihanı veya ilâhî rahmete mazhariyeti nazara verilir. Böylece her tekrar, kıssadan alınacak dersleri zenginleştirir ve yeni bir mana penceresi açar.
• ​Usandırmayan Mucizevî Üslûp: Beşerî metinlerde tekrar, genellikle bir kusur kabul edilir ve okuyucuyu usandırır. Kur’ân’ın en çok tekrar edilen sûresi olan Fâtiha Sûresi’ni her gün defalarca okumaktan hiçbir mü’min usanç duymaz; bilakis her okuyuşta farklı bir lezzet ve feyiz alır. Bu durum, Kur’ân lafzının beşer takatinin fevkinde, ilâhî bir halâvet (tatlılık) ve tazelik taşıdığının açık bir delilidir.
​2. Fiil Kalıplarının (Mâzî, Muzari, Emir) Tecellî Zamanlarına Göre Sırrı
​Kur’ân’daki fiil zamanlarının kullanımı, sadece gramer kaidelerine göre değil, aynı zamanda ilâhî bir maksada ve mananın ruhuna uygun olarak seçilmiştir.
• ​Mâzî (Geçmiş Zaman) Kipi: Kur’ân’da, kıyamet ve ahiret gibi gelecekte vuku bulacak hadiselerden bahsederken sık sık mâzî kipi kullanılır. Mesela: ​“Sûra üflenmiştir (نُفِخَ), böylece Allah’ın diledikleri dışında göklerde ve yerde kim varsa hepsi ölüp yere düşmüştür…” (Zümer, 39/68) Burada “üflenecek” yerine “üflendi” denilmesi, hadisenin vuku bulacağının kesinliğini ve muhakkaklığını ifade eder. O hadise, Allah’ın ezelî ilminde zaten vuku bulmuş gibidir. Bu üslûp, dinleyenin zihninde olayın vukuuna dair hiçbir şüpheye yer bırakmaz ve ona bir kesinlik hissi verir.

• ​Muzari (Geniş ve Gelecek Zaman) Kipi: Bu kip, genellikle devamlılık arz eden hadiseler, ilâhî fiillerin sürekliliği veya geçmiş bir olayı canlandırıp dinleyicinin gözü önüne getirmek için kullanılır.
• ​Devamlılık: “Allah, gökleri ve yeri yaratır (يَخْلُقُ).” Bu ifade, yaratma fiilinin bir defaya mahsus olup bitmediğini, her an devam ettiğini gösterir.
• ​Canlandırma: Peygamber kıssaları anlatılırken bazen muzari kipine geçilir. Bu, dinleyiciyi asırlar öncesine götürüp hadiseyi sanki o an yaşanıyormuş gibi hissettirmek ve mananın tesirini artırmak içindir.
• ​Emir Kipi: Emir kipi, Kur’ân’ın bir hidayet ve kanun kitabı olmasının en açık tezahürüdür. Bu kip, Kâinatın Yaratıcısı ile O’nun kulu arasındaki münasebeti tesis eder. ​“Namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin…” (Bakara, 2/43) Bu emirler, sadece birer talep değil, aynı zamanda kulun menfaatine olan, onu hem dünyada hem de ahirette saâdete ulaştıracak hikmetli reçetelerdir. Emir sigası, ifadenin kesinliğini, mükellefiyetin ciddiyetini ve hitabın arkasındaki sonsuz kudret ve otoriteyi hissettirir.

​3. Kur’ân’ın Beşerî Metinlerle Mukayesesinde “İ’câz-ı Beyânî” Yönleri
​Kur’ân’ın beyanındaki i’câz (mu’cizelik), onun beşer kelâmı olamayacağının en kuvvetli delillerindendir.
• ​Eşsiz Nazım ve Ahenk: Kur’ân, Arap edebiyatındaki şiir kalıplarından hiçbirine uymaz, fakat en beliğ şiirlerden daha ahenkli ve tesirlidir. Düz nesir de değildir, fakat en sanatlı nesirlerden daha nizamlı ve akıcıdır. Bu kendine has üslûp, taklit edilemez bir yapıya sahiptir.
• ​Câmiiyyet (Kapsayıcılık) ve Îcâz (Vecizlik): Kur’ân, en az kelimeyle en çok manayı ifade etme sanatının zirvesidir. Az bir lafızla sayfalarca tefsir gerektirecek kadar geniş hakikatleri ifade eder. Mesela: ​“Kısasta sizin için hayat vardır.” (Bakara, 2/179) Bu iki kelimelik cümle; katilin öldürülmesinin, hem potansiyel katiller için caydırıcı bir ders olacağını (toplumsal hayat), hem de maktulün yakınlarının intikam hırsını teskin edip kan davalarını önleyeceğini (sosyal hayat) ve adaletin tesisiyle umumi bir emniyet hissi vereceğini (huzurlu hayat) ifade eden muhteşem bir îcâz örneğidir.

• ​Üslûptaki Harikulâde Akıcılık: Kur’ân, birbirinden çok farklı mevzular arasında (mesela, tevhid akidesinden fıkıh hükümlerine, oradan bir peygamber kıssasına, sonra ahiret tasvirine) hiçbir kopukluk ve sunîlik olmadan, fevkalâde bir akıcılıkla geçiş yapar. Bu, beşerî metinlerde ulaşılamayacak bir mertebedir. Bir yazarın veya şairin belli bir üslûbu vardır. Kur’ân ise, her mevzuya en münasip üslûbu kullanır ve bu geçişler o kadar tabiidir ki, metnin bütünlüğünü zedelemez, bilakis kuvvetlendirir.
• ​Meydan Okuması (Tahaddî): Bütün bu vasıflarından dolayı Kur’ân-ı Kerîm, indiği andan itibaren bütün insanlığa ve cinlere meydan okumuştur: ​“De ki: ‘Andolsun, bu Kur’an’ın bir benzerini ortaya koymak üzere insanlar ve cinler bir araya gelseler, birbirlerine destek de olsalar, onun benzerini getiremezler.’” (İsrâ, 17/88) Bu meydan okumanın 14 asırdır karşılıksız kalması, Kur’ân’ın beyanının beşer üstü ve ilâhî bir menşeden geldiğinin fiilî bir isbatıdır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
20/10/2025




DENGE UNSURU

DENGE UNSURU

Bismillahirrahmânirrahîm.
​Kur’ân-ı Kerîm, kâinatı tesadüflerin oyuncağı olan kör bir mekanizma olarak değil, her zerresinde ince bir sanat, şaşmaz bir ölçü ve derin bir hikmet bulunan İlâhî bir sanat eseri olarak tasvir eder. Bu eserin temel prensibi “mizan”dır; yani her şeyin yerli yerine konulduğu, hassas bir denge ve nizamdır. Kozmik, ekolojik ve ahlâkî (moral) denge, bu tevhidî bakış açısının birbirinden ayrılmaz cüzleridir.

​Kâf Sûresi 7. Âyet: Yerkürenin İstikrarı ve Dağların Faaliyeti
​Cenâb-ı Hak, yeryüzünü insan hayatına elverişli bir beşik haline getirmesindeki sanatını ve hikmetini şöyle beyan eder:
​وَالْاَرْضَ مَدَدْنَاهَا وَاَلْقَيْنَا ف۪يهَا رَوَاسِيَ وَاَنْبَتْنَا ف۪يهَا مِنْ كُلِّ زَوْجٍ بَه۪يجٍۙ
“Yeryüzünü de yaydık, üzerine sabit dağlar yerleştirdik ve orada her türden güzel bitkiler yetiştirdik.” (Kâf 50/7)

​Bu âyet-i kerîme, lafzının ötesinde, günümüz ilimlerinin yeni keşfettiği derin hakikatlere işaret etmektedir:
• ​Yeryüzünün Yayılması (وَالْاَرْضَ مَدَدْنَاهَا): Bu ifade, yeryüzünün hayat için elverişli bir “döşek” haline getirilmesini anlatır. Jeolojik açıdan bu, arz kabuğunun soğuyarak sabit bir zemin oluşturması, atmosferin hayatı koruyacak bir yapıya kavuşması ve toprakların ziraate uygun hale gelmesi gibi pek çok mertebeyi ihtiva eder. Bu “yayılma”, hayatın başlaması ve devam etmesi için zarurî olan ekolojik şartların hazırlanmasıdır.
• ​Sabit Dağlar (رَوَاسِيَ): Kur’ân’da dağlar için sıkça kullanılan “revâsî” kelimesi, “sabit kılanlar, ağır baskılar, gemi demirleri” gibi manalara gelir. Bu, dağların sadece birer yeryüzü şekli olmadığını, yerkürenin istikrarında hayatî vazifeler gördüğünü gösterir.
• ​Jeolojik Denge (İzostasi): Modern jeoloji, dağların yeryüzüne doğru yükselen kısımları olduğu gibi, yerin derinliklerine (manto tabakasına) doğru inen ve “kök” adı verilen çok daha büyük kısımları olduğunu keşfetmiştir. Tıpkı bir kazık veya çivi gibi, bu kökler sayesinde dağlar, yerkabuğunu oluşturan tektonik levhaların birbirine karşı daha dengeli durmasını sağlar, şiddetli sarsıntıları ve yalpalamaları önleyerek arzın istikrarına hizmet ederler. Âyetteki “revâsî” tabiri, dağların bu “kazık” ve “dengeleyici” vazifesine harika bir şekilde işaret eder.
• ​Ekolojik Denge: Dağlar, aynı zamanda ekosistemin “su kuleleri”dir. Yükseklikleri sayesinde bulutları yoğunlaştırarak yağış alırlar, kar ve buzulları depolayarak nehirlerin ve su kaynaklarının yıl boyu beslenmesini temin ederler. Farklı iklim kuşakları oluşturarak bitki ve hayvan çeşitliliğine (biyoçeşitlilik) zemin hazırlarlar. Âyetin devamındaki “…orada her türden güzel bitkiler yetiştirdik” ifadesi, dağların sağladığı bu jeolojik ve iklimsel istikrarın, yeryüzündeki hayatın neşvüneması için nasıl bir zemin teşkil ettiğini gösterir.
​”Mizan” Kavramının Ekolojik ve Ahlâkî Düzenle İrtibatı
​Kur’ân’ın en temel mefhumlarından biri olan “mizan”, sadece adalet terazisi değil, bütün kâinata konulmuş olan İlâhî denge ve ölçüdür.
​”Göğü O yükseltti, dengeyi (mîzanı) O koydu. Sakın dengeyi bozmayın.” (Rahmân 55/7-8)

​Bu âyetler, mizan kavramının iki boyutunu birleştirir:
• ​Ekolojik Mizan: Kâinattaki her şey, hassas bir ölçü ve denge (kader ve mizan) ile yaratılmıştır. Atmosferdeki gazların oranı, suyun döngüsü, besin zincirleri, gezegenlerin yörüngeleri… Bütün bunlar, en küçük bir sapmayı kabul etmeyen ilâhî bir mizanın eseridir. Canlıların hayatta kalması, bu ekolojik dengenin korunmasına bağlıdır. Bu denge, Allah’ın el-Adl, el-Hakîm, el-Mukaddir isimlerinin bir tecellîsidir.
• ​Ahlâkî (Moral) Mizan: Allah, kâinata koyduğu bu fizikî dengeye paralel olarak, insan toplumunun ve ferdin hayatı için de bir ahlâkî denge vazetmiştir. Bu, adalettir, itidaldir, hakkaniyettir, israftan (israf) kaçınmaktır. İnsanın kendisine, topluma ve Rabbine karşı vazifelerini yerine getirmesi, bu ahlâkî mizanı korumasıdır.
​İrtibat Noktası: Kur’ân’a göre bu iki mizan birbirinden ayrı değildir. İnsanın ahlâkî mizandan sapması, yeryüzündeki ekolojik mizanı da bozar. Hırs, açgözlülük, israf ve adaletsizlik gibi ahlâkî sapmalar; tabii kaynakların ölçüsüzce tüketilmesine, çevrenin kirletilmesine ve ekolojik dengenin altüst olmasına sebep olur. İnsan, yeryüzünün halifesi (halife) olarak bu emaneti, yani mizanı korumakla mükelleftir.
​Günümüz Çevre Krizleri ve “Fesad” Kavramı
​Kur’ân, mizanı bozma eylemini “fesad” kelimesiyle ifade eder. Fesad, bir şeyin itidalden çıkıp bozulması, çürümesi ve nizamının altüst olmasıdır. Cenâb-ı Hak, günümüz çevre krizlerinin temel sebebini ve teşhisini asırlar öncesinden koymuştur:
​ظَهَرَ الْفَسَادُ فِي الْبَرِّ وَالْبَحْرِ بِمَا كَسَبَتْ اَيْدِي النَّاسِ لِيُذ۪يقَهُمْ بَعْضَ الَّذ۪ي عَمِلُوا لَعَلَّهُمْ يَرْجِعُونَ
“İnsanların kendi elleriyle yapıp ettikleri yüzünden karada ve denizde düzen bozuldu (fesad ortaya çıktı); bu, belki geri dönerler diye, yaptıklarının bir kısmını Allah’ın onlara tattırması içindir.” (Rûm 30/41)

​Bu âyet, çevre krizlerinin modern bir tahlilini sunar:
• ​Sebep: Fesadın kaynağı ilâhî bir takdir değil, doğrudan doğruya “insanların kendi elleriyle yapıp ettikleri”dir (bima kesebet eydinnâs). Sanayi atıklarıyla nehirleri ve denizleri zehirlemek, fosil yakıtlarla atmosferin mizanını bozmak (iklim değişikliği), ormanları yok etmek, toprağı verimsizleştirmek; bütün bunlar modern insanın eliyle işlediği “fesad”ın en açık misalleridir.
• ​Mahiyet: Bu fesad, sadece bir çevre kirliliği değil, İlâhî mizanı ve nizamı bozmaya yönelik bir isyandır. Kâinatın fıtratına aykırı hareket etmektir.
• ​Netice ve Hikmet: Ortaya çıkan ekolojik krizler (kuraklık, seller, yeni hastalıklar, gıda kıtlığı) bir intikam değil, bir uyarı ve ikazdır. Allah, insanın kendi eliyle işlediği fesadın neticelerinin “bir kısmını” (ba’dallezî amilû) ona tattırır. Buradaki hikmet, insanın bu acı tecrübeden ders alması, hatasını anlaması ve fıtratın ve dinin emrettiği doğru yola, yani mizana “geri dönmesi”dir (leallehum yerciûn).
​Hülâsa, Kur’ân’ın bakış açısıyla günümüz çevre krizleri, temelde ahlâkî ve manevî bir krizdir. İnsanın kendisini kâinatın efendisi değil, emanetçisi (emin) ve halifesi olduğunu unutup, hırs ve israfla İlâhî mizanı bozmasının kaçınılmaz bir neticesidir. Çözüm ise, teknolojiyi reddetmek değil, teknolojiyi ve hayat tarzını Kur’ân’ın ortaya koyduğu “mizan” ve “adalet” prensiplerine, yani yaratılışın hikmetine uygun hale getirmektir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
19/10/2025

 

 




YARATILIŞTAKİ TEDRİCİLİK

YARATILIŞTAKİ TEDRİCİLİK

Bismillahirrahmânirrahîm.
​Kur’ân-ı Kerîm, yaratılışı (halk) tek bir anlık fiil olarak değil, hikmet ve sanat dolu, katmanlı ve mertebeli bir süreç (Merâtibü’l-Halk) olarak tasvir eder. Bu tasvir, hem insanın anne karnındaki mikrokosmos yolculuğunda hem de kâinatın makrokosmos sahnesindeki varlık serüveninde kendini gösterir. Yaratılıştaki bu tedricîlik (aşamalı olma), Allah’ın sadece Kâdir (güç yetiren) değil, aynı zamanda Hakîm (her işi hikmetli), Musavvir (en güzel sureti veren) ve Sâni’ (sanatla yapan) olduğunun en parlak delillerindendir.
​Mü’minûn Sûresi: Ontolojik Yaratılış Aşamaları
​Cenâb-ı Hak, insanın yaratılış mertebelerini en açık şekilde Mü’minûn Sûresi’nde beyan buyurur:
​وَلَقَدْ خَلَقْنَا الْاِنْسَانَ مِنْ سُلَالَةٍ مِنْ ط۪ينٍۚ ثُمَّ جَعَلْنَاهُ نُطْفَةً ف۪ي قَرَارٍ مَك۪ينٍۖ ثُمَّ خَلَقْنَا النُّطْفَةَ عَلَقَةً فَخَلَقْنَا الْعَلَقَةَ مُضْغَةً فَخَلَقْنَا الْمُضْغَةَ عِظَامًا فَكَسَوْنَا الْعِظَامَ لَحْمًاۘ ثُمَّ اَنْشَأْنَاهُ خَلْقًا اٰخَرَۜ فَتَبَارَكَ اللّٰهُ اَحْسَنُ الْخَالِق۪ينَۜ
“Andolsun biz insanı, çamurdan süzülüp çıkarılmış bir özden yarattık. Sonra onu, oturaklı bir yere (rahme) bir nutfe (sperm) olarak yerleştirdik. Sonra o nutfeyi bir alaka (rahim duvarına tutunan embriyo) yaptık. Peşinden, o alakayı, bir parçacık et (mudga) haline soktuk; bu bir parçacık eti kemiklere (izâm) çevirdik; bu kemiklere de et (lahm) giydirdik. Sonra onu, bambaşka bir yaratılışla (halkan âhar) varettik. Yaratanların en güzeli olan Allah’ın şânı ne yücedir!” (Mü’minûn 23/12-14)

​Bu âyetler, modern embriyolojinin asırlar sonra keşfedeceği biyolojik hakikatleri haber vermesinin ötesinde, daha derûnî bir ontolojik (varlıksal) yükselişi tasvir eder:
• ​Maddenin Mertebeleri: Yaratılış, en basit ve potansiyel halden (nutfeden) başlayarak, giderek daha karmaşık ve organize yapılara (alaka, mudga, izâm, lahm) doğru ilerler. Bu, varlığın sadece biyolojik değil, aynı zamanda “kıymet” ve “sanat” açısından da mertebe kat ettiğini gösterir. Bir damla su, şekilsiz bir et parçasına, o da kemiklerden müteşekkil bir iskelete ve en sonunda tam bir bedene dönüşür. Her aşama, bir önceki aşamadan daha mükemmel ve daha sanatlıdır.
• ​Varlığın Sıçraması (Halkan Âhar): Âyetlerin zirve noktası, “Sonra onu, bambaşka bir yaratılışla varettik” (ثُمَّ اَنْشَأْنَاهُ خَلْقًا اٰخَرَ) ifadesidir. Bu, önceki maddi ve biyolojik mertebelerden tamamen farklı, nitelikli bir sıçramadır. Müfessirlerin ekseriyeti, bu “bambaşka yaratılış”ın insana Ruh’un üflenmesi olduğunu belirtmişlerdir. Bu noktada varlık, sadece et ve kemikten ibaret bir canlı olmaktan çıkar; akıl, şuur, irade, vicdan ve iman kabiliyetine sahip bir “insan” haline gelir. Bu, maddeden manaya, biyolojiden metafiziğe geçişin ta kendisidir. Demek ki yaratılış, düz bir çizgi değil, her mertebede Allah’ın farklı bir isminin tecellîsiyle yükselen ve sonunda manevi bir kimlik kazanan ontolojik bir merdivendir.
​”Altı Günde Yaratma”nın Manevî Devirleri (Mertebeleri)
​Kur’ân-ı Kerîm, pek çok âyette göklerin ve yerin “altı günde” (fî sitteti eyyâm) yaratıldığını beyan eder. Buradaki “yevm” (gün) kelimesini, bizim 24 saatlik dünya günümüz olarak anlamak, zaman mefhumunun izafiliğini ve Allah’ın zamandan münezzeh olduğunu göz ardı etmek olur.
​Bu “altı gün”, altı uzun devir, altı mertebe veya altı kozmolojik evre olarak anlaşılmalıdır. Allah’ın kudreti her şeye bir anda “Ol!” demeye yettiği halde, kâinatı bu altı devirde, yani mertebelerle yaratmasının pek çok hikmeti vardır:
• ​Esmâ’nın Tecellîsi: Ani ve def’î bir yaratılış, sadece Allah’ın mutlak Kudret’ini gösterirdi. Fakat mertebelerle yaratılış; Kudret ile birlikte Hikmet’i, İlim’i, İrade’yi, Nizam’ı, Sanat’ı (el-Hakîm, el-Alîm, el-Musavvir, en-Nazzâm isimlerini) de gösterir. Her bir devir, Allah’ın farklı isimlerinin nakışlarını sergileyen bir sayfa gibidir.
• ​Kanunların Vazedilmesi: Kâinatın tedricî olarak yaratılması, Allah’ın kâinata yerleştirdiği ve bizim “tabiat kanunları” dediğimiz İlâhî âdetlerin (Sünnetullah) yerleşmesine ve görünür olmasına imkân tanımıştır.
• ​Tefekkür ve İbrete Davet: Bu mertebeli yaratılış, şuur sahibi varlıkları (insan ve cinleri) kâinat kitabını okumaya, bu nizam ve hikmet üzerine tefekkür etmeye ve Yaratıcı’nın azametini idrak etmeye davet eder.
​Bu altı devrin mahiyeti hakkında kesin bir şey söylemek mümkün olmasa da, kâinatın büyük patlamadan galaksilerin oluşumuna, yeryüzünün hayata elverişli hale getirilmesinden bitkiler, hayvanlar ve nihayet insanın yaratılmasına kadar geçen büyük kozmolojik ve biyolojik evreleri temsil ettiği düşünülebilir.
​Risale-i Nur’un “Mertebelerle Halk” Anlayışıyla Kur’ânî Paralellikler
​Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, Risale-i Nur Külliyatı’nda yaratılıştaki bu mertebeli ve tedricî olma hakikatini “Kanun-u Tedric” olarak isimlendirir ve Kur’ânî temellerini izah eder. Ona göre, Cenâb-ı Hakk’ın her şeyi bir anda yaratmaya muktedir iken, hikmetiyle aşamalı bir yaratılışı tercih etmesi, O’nun sanatının ve isimlerinin mükemmelliğini göstermek içindir.
​Bu anlayış, yukarıda zikredilen Kur’ânî hakikatlerle tam bir paralellik arz eder. Risale-i Nur’daki izahlar, bu âyetlerin bir nevi tefsiri mahiyetindedir. Mesela, bu hikmet şöyle iktibas edilebilir:
​”Evet, izzet ve azamet ister ki, esbâb perdedâr-ı dest-i kudret ola aklın nazarında. Tevhid ve celâl ister ki, esbâb ellerini çeksinler tesir-i hakikîden. Bu hikmetin sırrıdır ki, Hâlık-ı Kâinat, icadda, biri ibdâ’, diğeri inşâ olmak üzere iki tarzı ihtiyar etmiştir. (…) Fakat inşâ ve terkipte, zîhayat ve zîşuuru, bir kanun-u tekâmül ile, yani tedricî bir surette mertebelerden geçirerek icad ediyor. Çünkü hikmet-i Rabbâniye, o zîhayatın vücudunda, pek çok Esmâsının cilvelerini nakşetmek ve pek çok hâcetlerini ona takmak ve pek çok âlât ve cihâzât ile onu teçhiz etmekle, camid ve basît bir maddeye nisbeten çok san’atlı ve kıymettar ve kemalli bir vücut veriyor. O vücudu, bir anda ibdâ’ gibi halk etmek, o hikmet-i ekmeli ve san’at-ı etemmi kısmen gizler.” (RNK, Lem’alar, On Yedinci Lem’a’nın On Üçüncü Notası)

​Bu iktibastan da anlaşıldığı üzere:
• ​Paralellik 1: Risale-i Nur, Kur’ân gibi, yaratılışın tedricî olmasının sebebini, Allah’ın pek çok isminin (Esmâ’sının) cilvelerini gösterme hikmetine bağlar.
• ​Paralellik 2: Mü’minûn Sûresi’ndeki insanın mertebelerden geçirilerek “halkan âhar” yani “bambaşka bir yaratılışa” mazhar olması, Risale-i Nur’daki “camid ve basît bir maddeye nisbeten çok san’atlı ve kıymettar ve kemalli bir vücut verme” ifadesiyle örtüşür. İnsanın yaratılışı, en mükemmel sanatın sergilendiği bir zirvedir.
• ​Paralellik 3: “Altı günde yaratma”nın ardındaki hikmet, yani kâinat kitabının okunabilir ve anlaşılabilir kılınması, Risale-i Nur’un ana gayelerinden olan “kâinatı Esmâ-i Hüsnâ’nın bir tecellîgâhı olarak okuma” metoduyla tam bir uyum içindedir.
​Netice olarak, Kur’ân-ı Kerîm ve onun manevi bir tefsiri olan Risale-i Nur, yaratılışın; hikmetsiz, tesadüfî ve tekdüze bir fiil olmadığını, bilakis her aşaması hesaplı, her mertebesi sanatlı ve her katmanı manalı olan İlâhî bir inşa faaliyeti olduğunu ders verirler.
Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
18/10/2025




VARLIĞIN HAKİKATİ NUR UNSURU

VARLIĞIN HAKİKATİ NUR UNSURU

Bismillahirrahmânirrahîm.
​Kur’ân-ı Kerîm’de “nur” kavramı, hem kâinatın fizikî yapısını hem de insanın manevi yolculuğunu aydınlatan merkezî bir mefhumdur. Bu kavram, Allah’ın Zât’ını, hidayetini ve kâinattaki tecellîlerini anlamada bir anahtar vazifesi görür. Modern ilmin “enerji” olarak isimlendirdiği temel varlık prensibi ise, bu kadîm hakikatin tefekkür edilmesinde yeni bir nazar açısı sunabilir.

​”Allah, Göklerin ve Yerin Nurudur” Âyetinin Mânevî ve Fizikî Manaları

​Nur Sûresi’nin 35. âyeti, “nur” kavramının zirve noktasını teşkil eder:
​اَللّٰهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ مَثَلُ نُورِه۪ كَمِشْكٰوةٍ ف۪يهَا مِصْبَاحٌۜ اَلْمِصْبَاحُ ف۪ي زُجَاجَةٍۜ اَلزُّجَاجَةُ كَاَنَّهَا كَوْكَبٌ دُرِّيٌّ يُوقَدُ مِنْ شَجَرَةٍ مُبَارَكَةٍ زَيْتُونَةٍ لَا شَرْقِيَّةٍ وَلَا غَرْبِيَّةٍۙ يَّكَادُ زَيْتُهَا يُض۪ٓيءُ وَلَوْ لَمْ تَمْسَسْهُ نَارٌۜ نُورٌ عَلٰى نُورٍۜ يَهْدِي اللّٰهُ لِنُورِه۪ مَنْ يَشَٓاءُۜ وَيَضْرِبُ اللّٰهُ الْاَمْثَالَ لِلنَّاسِۜ وَاللّٰهُ بِكُلِّ شَيْءٍ عَل۪يمٌۙ
“Allah, göklerin ve yerin nûrudur. O’nun nûrunun temsili, içinde lamba bulunan bir kandillik gibidir. O lamba bir cam içindedir, cam ise sanki inci gibi parlayan bir yıldızdır; bu lamba ne doğuya ne de batıya ait olan, yağı neredeyse ateş değmese bile ışık verecek olan mübarek bir zeytin ağacından yakılır. Nûr üstüne nûr. Allah nûruna dilediğini kavuşturur. Allah insanlar için misaller getirir. Allah her şeyi hakkıyla bilmektedir.” (Nûr 24/35)

​Bu âyet-i kerîmedeki “nur” ifadesi, müfessirler tarafından iki ana vechede tahlil edilmiştir:
• ​Mânevî Mana (Hakikî Mana): Âyetteki “nur”dan asıl murad, hissî ve fizikî ışık değildir. Zira Allah, maddeden ve cisimden münezzehtir. Buradaki mana şudur:
• ​Varlık Veren (Mûcid): Allah, gökleri ve yeri yokluk karanlığından varlık aydınlığına çıkaran yegâne Zât’tır. O olmasaydı, bütün kâinat adem (yokluk) karanlığında kalırdı. Varlığın kendisi, O’nun en-Nûr isminin bir tecellîsidir.
• ​Hidayet Veren (Hâdî): Allah, akılları cehalet ve şüphe karanlığından, kalpleri küfür ve isyan karanlığından iman ve marifet aydınlığına çıkaran hidayetin kaynağıdır. Kur’ân bir nurdur, Peygamber (s.a.v) bir nurdur, iman bir nurdur ve bütün bu nurların menbaı Allah’tır. Âyetin sonundaki “Allah nûruna dilediğini kavuşturur” ifadesi, bu manayı kuvvetlendirir.
• ​İdare Eden (Müdebbir): Göklerdeki ve yerdeki bütün nizamı kuran, her şeyi hikmetle aydınlatan ve idare eden O’dur. Kâinattaki her kanun, her sanat, O’nun ilim ve hikmetinin bir nurudur.
• ​Fizikî Mana (Teşbihî Mana): Cenâb-ı Hak, kendi nurunu (hidayetini) insanların zihnine yaklaştırmak için, onların bildiği en parlak ve en latîf şey olan fizikî ışıktan bir misal getirir. Nasıl ki maddi nur, eşyanın görülmesini ve tanınmasını sağlıyorsa, Allah’ın manevi nuru da hakikatlerin bilinmesini ve idrak edilmesini sağlar. Dolayısıyla, kâinattaki bütün fizikî ışık kaynakları (güneş, yıldızlar vs.) O’nun en-Nûr isminin mahlûku ve O’nun yaratma fiilinin zayıf bir gölgesidir. O, nurun kendisi değil, Nurun Yaratıcısı ve Sahibidir.

​Hidayet ve Fizikî Işık Olarak “Nur”un Mukayesesi

​Kur’ân-ı Kerîm, “nur” kelimesini bu iki mana arasında derin bir bağlantı kurarak kullanır:
• ​Nur (Hidayet)  مقابل Zulumât (Dalâlet): Kur’ân’da “nur” tekil (müfred) olarak gelirken, karşıtı olan “karanlıklar” (zulumât) çoğul (cem’î) olarak gelir. ​”Allah iman edenlerin velîsidir, onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. İnkâr edenlerin velîleri ise tâğuttur, onları aydınlıktan çıkarıp karanlıklara sokarlar…” (Bakara 2/257)
Burada “nur”un tekil olması, hakikatin ve hidayetin tek bir yol olduğunu (Tevhid); “zulumât”ın çoğul olması ise küfür, şirk ve dalâlet yollarının sayısız olduğunu gösterir. Bu kullanım tamamen manevîdir.

• ​Nur (Fizikî Işık): Cenâb-ı Hak, maddi ışığı da “nur” olarak isimlendirir. ​ “Güneşi ışık (Ziyā’), ayı da nur kaynağı (nūr) yapan, yılların sayısını ve hesabı bilmeniz için ona menziller takdir eden O’dur…” (Yûnus 10/5)
Bu âyette Güneş’in kendi ışığı için “Ziyā'” (daha parlak ve kaynak olan ışık), Ay’ın yansıyan ışığı için “nūr” kelimesinin kullanılması, Kur’ân’ın fizikî hadiselerdeki inceliğini gösterir.

​Mukayesenin Neticesi: Her iki kullanım da “aydınlatma, ortaya çıkarma, görünür kılma” ortak manasında birleşir. Fizikî nur, maddi âlemi gözlere görünür kılar. Manevî nur (iman ve Kur’ân), hakikatler âlemini akıllara ve kalplere görünür kılar. Fizikî olan, manevî olanın bir misali, bir delili ve bir mertebesidir. Gözü aydınlatan Güneş, kalbi aydınlatan İman Nurunun Sâni’ini isbat eder.

​Enerji Kavramı Üzerinden Tecellî-i Esmânın Tahlili

​Modern fizik, maddenin esasında yoğunlaşmış bir enerji olduğunu ortaya koymuştur. Kâinattaki her şey, atom altı parçacıklardan dev galaksilere kadar, enerjinin farklı tezahürlerinden ibarettir. Bu ilmî hakikat, Esmâ-i Hüsnâ’nın tecellîsini tefekkür etmek için yeni ve müessir bir pencere açar.
​Enerji, Kudret Sıfatının Tecellî Sahasıdır: Enerji, tarif olarak “iş yapabilme kabiliyeti”dir. Kâinattaki bütün hareket, değişim ve dönüşümün arkasındaki temel güçtür. Bu açıdan bakıldığında, bizim “enerji” dediğimiz şey, İlâhî Kudret sıfatının mahlûk âlemindeki en temel ve cihan şümul tecellîlerinden biridir. Enerji, mahlûktur; Kudret ise onun Hâlık’ıdır.
​Esmâ-i Hüsnâ’nın Enerji Üzerindeki Nakışları:
• ​el-Kaviyy, el-Metîn, el-Kādir: Atom çekirdeğini bir arada tutan o muazzam nükleer enerji, bu isimlerin bir tecellîsidir. Bir gram maddede saklı olan devasa potansiyel (E=mc²), Kudret-i İlâhiye’nin sonsuzluğuna işaret eden bir harftir.
• ​el-Musavvir, el-Bârî, el-Hâlık: Aynı temel enerji “hamurundan”, farklı suretlerde milyarlarca varlığın (elektron, yıldız, çiçek, insan) yaratılması, bu isimlerin tecellîsidir. Enerji, bu isimlerin nakışlarını işlediği bir “tuval” gibidir.
• ​el-Hakîm, en-Nazzâm, el-Adl: Enerjinin asla yok olmaması (Termodinamiğin 1. Yasası), daima en düzensiz hale doğru akması (Entropi), belirli ve şaşmaz kanunlara tâbi olması; kâinattaki her tecellînin hikmet, nizam ve adaletle olduğunu gösterir.
• ​en-Nûr, el-Hayy, el-Kayyûm: Güneşten yayılan elektromanyetik enerji (ışık ve ısı), yeryüzündeki hayatın kaynağıdır. Bu enerji, el-Hayy (Hayat Veren) ve en-Nûr (Nurlandıran) isimlerinin bir tecellîsidir. Bütün varlıkların ayakta durması ve varlığını sürdürmesi için gereken enerjinin sürekli yaratılması, el-Kayyûm isminin bir yansımasıdır.
​Bu tahlil, enerjiyi ilahlaştırmak değil, bilakis onu bir “âyine-i esmâ” (isimlerin aynası) olarak görmektir.
​Her bir mevcut, Esma-i İlahiyeye birer ayna ve o esmaya ve sıfât-ı mukaddeseye birer delil ve birer alâmettir.

​Bizim “enerji” dediğimiz mahlûk, Allah’ın Kudret sıfatının ve el-Kaviyy, el-Musavvir, el-Hakîm gibi pek çok isminin üzerinde nakışlarını gösterdiği, sürekli akan ve tazelenen bir tecellî nehridir. Bu nazarla tabiata bakıldığında, her hareket ve her dönüşüm, bir Esmâ tecellîsi olarak okunabilir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
18/10/2025

 

 




AKAN BUYUK NEHİR: ZAMAN

AKAN BUYUK NEHİR: ZAMAN

Bismillahirrahmânirrahîm.
​Kur’ân-ı Kerîm’de zaman, mahlûk (yaratılmış) bir boyuttur ve Allah’ın mutlak ilmi ve iradesi olan Takdir’den ayrı düşünülemez. Kâinattaki her hadise, her hareket ve bizzat zamanın akışı, ezelî bir ilimle takdir edilmiş bir nizamın tecellîsidir. Bu iki mefhum arasındaki derûnî bağlantı, varlığın hem zahirî (fizikî) hem de bâtınî (metafizik) yapısını anlamada anahtar bir rol oynar.

​Zamanın Akışı ve Kaderin Seyri: “Küllün fî Felekin Yesbahûn”

​Cenâb-ı Hak, kâinattaki kusursuz nizamı ve her şeyin bir ölçü ile hareket ettiğini beyan ederken şöyle buyurur:
​لَا الشَّمْسُ يَنْبَغ۪ي لَهَٓا اَنْ تُدْرِكَ الْقَمَرَ وَلَا الَّيْلُ سَابِقُ النَّهَارِۜ وَكُلٌّ ف۪ي فَلَكٍ يَسْبَحُونَ
“Ne güneşin aya yetişip çatması uygundur ne de gece gündüzü geçebilir. Her biri bir yörüngede yüzmektedir.” (Yâsîn 36/40)

​Bu âyet-i kerîme, lafzı itibarıyla gök cisimlerinin hareketini tasvir ederken, manası itibarıyla zaman ve takdir ilişkisine dair mühim hakikatleri ihtiva eder:
• ​Yörünge ve Takdir: Âyette geçen “felek” (yörünge) kelimesi, her bir varlığın kendisi için çizilmiş olan mukadder seyrini, yani Kader’ini temsil eder. Nasıl ki Güneş, Ay ve diğer gezegenler kendileri için tayin edilen yörüngeden bir an bile şaşmazlarsa, kâinattaki her bir zerre, her bir canlı ve her bir hadise de İlâhî Takdir’in çizdiği hayat yörüngesinde seyreder. Bu seyrin dışına çıkmak mümkün değildir.
• ​Hareket ve Zaman: “Yesbahûn” (yüzmektedirler) fiili, devamlı bir hareketi ve akışı ifade eder. Bizim “zaman” olarak idrak ettiğimiz şey, esasen varlıkların bu takdir edilmiş yörüngelerindeki hareketlerinin bir neticesidir. Gecenin gündüzü, gündüzün de geceyi takip etmesi, mevsimlerin döngüsü, hayatın doğuş, büyüme ve ölüm merhaleleri; tamamı bu nizamlı hareketin, yani Kader’in açığa çıkmasının farklı vecheleridir. Zaman, Kader’in yazıldığı kitabın sayfalarının birbiri ardınca çevrilmesinden ibarettir.

• ​İlâhî Nizam: Bu âyet, zamanın akışının başıboş ve tesadüfî olmadığını, aksine mutlak bir ilim, irade ve kudretin eseri olan şaşmaz bir kanuna tâbi olduğunu isbat eder. Varlıkların hareketindeki bu kusursuz intizam, onların hareket ettiği boyut olan zamanın da aynı intizamla yaratıldığını gösterir. Zaman, Kader’in icraat sahasıdır.

​”Levh-i Mahfuz” ve “Kader Levhası”: İlmî ve Metafizik Manaları

​Bu kavramlar, Takdir’in mahiyetini anlamada merkezî bir yer tutar.
• ​Levh-i Mahfuz (Korunmuş Levha): Bu, Cenâb-ı Hakk’ın ezelî ve ebedî ilminin bir unvanıdır. Kâinatta olmuş, olmakta olan ve olacak olan her şeyin —en küçük teferruatına kadar— yazılı olduğu manevi bir “kitap”tır. O, değişmekten, bozulmaktan, tahrif edilmekten ve unutulmaktan korunmuştur.
• ​Metafizik Açıklama: Levh-i Mahfuz, zaman ve mekânın ötesindedir. O, Allah’ın ilminin tecellî ettiği bir “ayna” gibidir. Bizim için “gelecek” olan hadiseler, o ilimde “şimdi”dir. O, bütün zamanları ve mekânları aynı anda ihata eden bir ilimdir. Bu, bir mimarın, yapacağı binanın bütün planını, en ince teferruatına kadar zihninde ve projesinde mevcut kılmasına benzetilebilir. Bina zaman içinde inşa edilse de, projesi en başından beri bütünüyle mevcuttur.
• ​İlmî Açıdan Bir Bakış: Levh-i Mahfuz’u, kâinatın bütün bilgilerini ihtiva eden bir nevi “kozmik ana kod” veya “İlâhî bilgi bankası” olarak düşünmek, aklı yaklaştıran bir teşbihtir. Nasıl ki bir DNA molekülü, bir canlının bütün biyolojik planını içinde barındırıyorsa, Levh-i Mahfuz da bütün varlık âleminin planını, programını ve mukadderatını ihtiva eder.
• ​Kader Levhası: Bu tabir, bazen Levh-i Mahfuz ile eş manalı kullanılsa da, Risale-i Nur gibi eserlerde daha hususi manalara da gelir. Kader, Levh-i Mahfuz’daki o ezelî ilmin, her bir varlık için hususi bir “ölçü” ve “program” şeklinde tayin edilmesidir. Bu programın yazıldığı levhalar ise farklı mertebelerde olabilir. Mesela, Kur’ân’da zikredilen “Levh-i Mahv ve İsbat” (Silme ve Yazma Levhası) buna bir misaldir. ​”Allah dilediğini siler, dilediğini de yerinde bırakır; ana kitap O’nun katındadır.” (Ra’d 13/39)
Bu âyet, “şartlara bağlı” kader tecellîlerine işaret eder. Dua, sadaka gibi sâlih amellerle bazı mukadderatın değişebileceği hakikati, bu “Levh-i Mahv ve İsbat”ta gerçekleşir. Ancak bu değişimin kendisi dahi, asıl ve mutlak olan Levh-i Mahfuz’da ezelen bilinmekte ve yazılıdır.

​Zamanın Kur’ân’daki İzafî ve Mutlak Yönleri

​Kur’ân-ı Kerîm, zamanın tek ve sabit bir akış hızı olmadığını, farklı varlık boyutlarına ve idrak seviyelerine göre “izafî” (göreceli) olduğunu asırlar öncesinden haber vermiştir.
• ​İzafî Zaman: Zamanın akışı, onu tecrübe edene göre değişir. ​
“…Şüphesiz Rabbinin katında bir gün, sizin saymakta olduklarınızdan bin yıl gibidir.” (Hac 22/47)
“Melekler ve Rûh (Cebrâil), oraya, miktarı elli bin yıl olan bir günde yükselir.” (Meâric 70/4) ​
Bu âyetler, zamanın mutlak bir sabit olmadığını açıkça ortaya koyar. İnsan idrakinin ölçüsü olan “dünya günü”, İlâhî katlardaki veya melekût âlemindeki zaman ölçüsüyle bir değildir. Bu hakikat, 20. yüzyılda fiziğin keşfettiği “zamanın izafiyeti” (göreceliliği) prensibiyle de aklı ikna edici bir paralellik arz eder. Fizik ilmine göre zaman, hıza ve kütle çekimine bağlı olarak yavaşlayıp hızlanabilen bir boyuttur. Kur’ân’ın bu beyanları, zamanın farklı varlık mertebelerinde farklı “hızlarda” aktığının manevi bir ifadesidir.

• ​Mutlak Yönü: Zamanın mutlak yönü ise, zamanı yaratan Zât-ı Akdes’e aittir. Allah, zamandan ve mekândan münezzehtir. O’nun için geçmiş, şimdi ve gelecek yoktur; hepsi birdir ve O’nun ezelî ilminde hazırdır. Levh-i Mahfuz, bu mutlak ilmin bir unvanıdır. Bizim için zamanın içinde tedricen (yavaş yavaş) gerçekleşen hadiseler, O’nun nazarında bir anda mevcuttur. Yaratılıştaki “Kün fe yekûn” (Ol der, oluverir) sırrı, bu zaman üstü mutlak irade ve kudretin bir ifadesidir.
​Hülâsa, Kur’ân’a göre zaman; Kader nehrinin aktığı yataktır. Bu akış, mutlak bir nizam içinde seyreder (Yâsîn 40). Bütün bu seyrin programı ve bilgisi Levh-i Mahfuz’da ezelen mevcuttur. Bizim tecrübe ettiğimiz bu zaman akışı ise sabit ve tek tip değil, farklı boyutlara göre değişen izafî bir mahiyete sahiptir. Mutlak olan ise, zamanı ve Kader’i yaratan Cenâb-ı Hakk’ın zaman üstü ilmi ve iradesidir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
18/10/2025




KALPLERİN MÜHRÜ VE AKLIN KİLİDİ

KALPLERİN MÜHRÜ VE AKLIN KİLİDİ

Bismillahirrahmânirrahîm.
​Kur’ân-ı Kerîm, insanı maddi ve manevi bütünlüğü içinde ele alır. Bu bütünlüğün merkezinde ise bilinç, akıl ve kalp gibi birbiriyle derûnî bir irtibat halinde olan idrak mekanizmaları bulunur. Kur’ân, bu mekanizmaların nasıl çalıştığını, birbirini nasıl etkilediğini ve hakikate ulaşmada veya hakikatten sapmada ne gibi roller üstlendiğini çeşitli âyetlerde tasvir eder.

​İdrak Merkezi: “Kalplerin Mühürlenmesi” ve “Akletmez misiniz?” İfadeleri

​Kur’ân-ı Kerîm’de idrakin, imanın ve inkârın merkezi olarak sıklıkla “kalp” (القلب) zikredilir. Lâkin buradaki kalp, sadece kan pompalayan biyolojik bir uzuv değil, insanın manevi hayatının, hislerinin, inançlarının ve en mühimmi hakikati anlama ve tasdik etme kabiliyetinin merkezi olan “latîfe-i Rabbâniyye”dir.
Akıl (العقل) ise, bu merkeze hizmet eden, delilleri toplayan, nazar ve tefekkür eden, bağlantılar kuran bir alet ve kuvvettir.
​Bu iki unsurun etkileşimi, bilhassa inkâr edenler için kullanılan “kalplerin mühürlenmesi” ifadesi ile mü’minlere ve bütün insanlığa yöneltilen “akletmez misiniz?” (أَفَلَا تَعْقِلُونَ) hitabının bir arada geçtiği veya aynı bağlantıda zikredildiği yerlerde açıkça görülür.
​Mesela, Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
​”Andolsun biz, cinler ve insanlardan birçoğunu cehennem için yarattık. Onların kalpleri vardır ama onunla gerçeği anlamazlar; gözleri vardır ama onlarla görmezler; kulakları vardır ama onlarla işitmezler. Onlar hayvanlar gibidir, hatta daha da şaşkındırlar. İşte asıl gafiller onlardır.” (A’râf 7/179)

​Bu âyette “anlamama” fiili kalbe isnat edilmiştir. Gözün ve kulağın getirdiği zahirî veriler, kalbin tasdik ve idrak süzgecinden geçmediği zaman hakikate ulaştıramamaktadır. Kalp, kibrin, inadın veya günahlarda ısrar etmenin neticesinde manen hastalanır ve nihayetinde mühürlenir. Bu mühürlenme, aklın faaliyetini yitirmesi demek değildir. İnsan dünyevi işleri için aklını pekâlâ kullanabilir, hesap yapabilir, sanat icra edebilir. Ancak mühürlenmiş bir kalp, aklın iman hakikatlerine dair sunduğu delilleri ve neticeleri kabul etme kabiliyetini kaybeder. Akıl, kapıyı çalar ama kapı içeriden kilitlidir.
​Dolayısıyla, “akletmez misiniz?” hitabı, aslında aklı kullanarak elde edilen verilerin ve varılan neticelerin, kalbin tasdikine sunulması için bir davettir. İdrak merkezinin kendisi kalptir; akıl ise bu merkezin en mühim müşaviri ve aletidir. Kalp bozulduğunda, aklın getirdiği en parlak deliller dahi tesirsiz kalır. İdrak, bu ikisinin sağlıklı bir etkileşimiyle mümkündür.

​”Enfüs” Delilleri: Kalp-Akıl Arası Bir Bilinç Boyutu

​Cenâb-ı Hak, hakikatin delillerini iki ana başlıkta sunacağını beyan eder:
​سَنُرِيهِمْ اٰيَاتِنَا فِي الْاٰفَاقِ وَف۪ٓي اَنْفُسِهِمْ حَتّٰى يَتَبَيَّنَ لَهُمْ اَنَّهُ الْحَقُّۜ اَوَلَمْ يَكْفِ بِرَبِّكَ اَنَّهُ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ شَه۪يدٌ
“Varlığımızın delillerini, (kâinattaki) ufuklarda ve kendi öz benliklerinde onlara göstereceğiz ki, o Kur’an’ın gerçek olduğu onlara iyice belli olsun. Rabbinin her şeye şahit olması yetmez mi?” (Fussilet 41/53)

​Bu âyet-i kerîme, insan bilincinin hakikate ulaşma seyrinde iki temel tefekkür sahasını işaret eder:
• ​Âfâk (Ufuklar): İnsanın dışında, haricî âlemde yer alan delillerdir. Güneşten galaksilere, atomlardan hücrelere kadar bütün kâinat, Allah’ın varlığını, birliğini, kudret ve hikmetini gösteren birer “âyet”tir. Bu zahirî delilleri incelemek, gözlemlemek ve onlardan neticeler çıkarmak, daha çok aklın sahasıdır. Âfâkî tefekkür, aklın nazarını dış dünyaya çevirmesidir.
• ​Enfüs (Nefisler/Öz Benlikler): İnsanın kendi derûnî âlemindeki, iç dünyasındaki delillerdir. Bu, sadece biyolojik yapıdan ibaret değildir. İnsanın aczi, fakrı, duyguları, vicdanı, fıtratına yerleştirilmiş ebediyet arzusu, yaratılışı üzerindeki harika sanat, ruhunun bedeni idare edişi gibi sayısız derûnî hakikat, “enfüsî” delilleri teşkil eder. Bu delilleri tefekkür etmek ise, doğrudan doğruya kalbin ve vicdanın sahasıdır.
​”Enfüs”, bu manada kalp ile akıl arasında köprü kuran bir bilinç boyutudur. İnsan aklıyla dış âlemdeki (âfâk) nizamı ve sanatı gördükten sonra, kendi içine (enfüs) dönerek bütün bu kâinatın bir küçük misalini kendi varlığında bulur. Kendi yaratılışındaki mu’cizeyi, ruhunun mahiyetini, sonsuz arzularını ve ihtiyaçlarını kalbiyle hissettiğinde, aklın dışarıda bulduğu deliller içeride tasdik edilir. Akıl “Böyle bir kâinatın mutlaka bir Sânii olmalı” derken, kalp ve vicdan “Evet, benim bu sonsuz arzularımı tatmin edecek ve bu acizliğime merhamet edecek ancak O Sâni’-i Zülcelâl’dir” diye cevap verir.
​Böylece enfüsî tefekkür, aklın soyut istidlâllerini (delil getirme), kalbin şuhûdî (görür gibi) ve zevkî bir marifetine dönüştürür. Bu, bilginin imana ve marifete dönüştüğü çok hususi bir bilinç tecrübesidir.

​Modern Bilinç Kuramlarıyla Mukayeseli Bir Kur’ân Tahlili

​Modern bilim ve düşünce, bilinci (consciousness) çoğunlukla materyalist ve redüksiyonist (karmaşık) bir açıdan ele alır. Bu yaklaşıma göre bilinç, beynin karmaşık nöronal faaliyetlerinin bir neticesi, bir “yan ürün”üdür. Merkezde tamamen beyin ve onun fiziko-kimyasal süreçleri vardır.
​Kur’ân-ı Kerîm’in sunduğu model ise bu dar çerçevenin çok ötesinde, külli ve manevi bir yapı arz eder:
• ​Menşe (Kaynak) Farkı: Modern düşünce bilincin menşeini “madde”de ararken, Kur’ân bilincin ve hayatın temel kaynağının Allah tarafından insana üflenen Ruh (الروح) olduğunu beyan eder. Ruh, mahiyeti bizce meçhul, ilâhî bir emirdir. Dolayısıyla bilinç, maddenin bir ürünü değil, maddeye hayat ve idrak veren manevi bir cevherdir.
• ​Merkez Farkı: Modern bilim bilincin merkezini beyin olarak görür. Kur’ân ise idrakin, imanın ve manevi bilincin merkezini kalp olarak tayin eder. Beyin, düşünme, analiz etme, hafıza gibi zihinsel faaliyetlerin aletidir ve Kur’ânî terminolojideki “dimağ”a tekabül edebilir. Ancak “ben” idraki, iman, sevgi, korku gibi bilincin en derûnî tecrübelerinin merkezi kalptir. Kalp, ruhtan gelen manevi hayatı işleyen ve onu anlamlı bir bilinç haline getiren manevi bir organdır.
• ​Amaç Farkı: Materyalist düşünce için bilincin hayatta kalma mekanizması olmaktan öte bir gayesi yoktur. Kur’ân’a göre ise bilinç, insana Allah’ı tanıması (marifetullah), O’na iman ve ibadet etmesi ve bu imtihan dünyasında O’nun eserlerini tefekkür ederek manen yükselmesi için verilmiş ilâhî bir lütuftur. Bilinç, gayesi olan bir emanettir.
​Hülâsa:
​Modern bilimin “bilincin zor problemi” (the hard problem of consciousness) olarak adlandırdığı, yani “maddeden nasıl olup da sübjektif bir tecrübe, bir ‘ben’ hissi çıktığı” meselesi, materyalist paradigma içinde cevapsızdır. Kur’ân bu probleme en başta bir cevap verir: Çünkü “ben” dediğimiz şuurun kaynağı madde değil, Allah’tan gelen Ruhtur.
​Netice olarak Kur’ân; Ruh’u hayat ve şuurun kaynağı, Kalp’i bu şuurun manevi idrak ve iman merkezi, Akıl’ı ise bu merkeze hizmet eden bir tefekkür aleti olarak tasvir eden çok katmanlı ve külli bir bilinç modeli sunar. Bu model, insanı sadece et ve kemikten ibaret bir varlık olarak değil, hem âfâkî hem de enfüsî delilleri okuyabilen, maddesi ve manasıyla bir “kâinat nüsha-i münevveresi” olarak ele alır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
18/10/2025

 

 




ZEHRA’NIN GÖZLERİ

ZEHRA’NIN GÖZLERİ

Yıllar önce bir filim seyretmiştim.
Ağlayarak.
Bir kaç kere de öğrencilerle beraber seyretmiştim.
Üzülerek.
“Zehranın Gözleri”
Bugün onun ve benzerinin haberlerini duyunca irkildim ve ‘Zehranın Gözleri’ni hatırladım.
Hüzünlenerek.
Meğer ne kadar da kaybedilen Gözler ve Organlar varmış.
İnsanlığın kaybını görerek.

Filmin genel muhtevası özetle şöyle:[1]

********

“Zehra’nın Gözleri” (İng. The Eyes of Zahra / Ar. Ayn al-Zahra / Fars. Chashmhā-ye Zehra) filmi, İran yapımı bir televizyon dizisi/film serisidir. Yönetmeni Aref Lorestani, yapım yılı 2004’tür. İran’da çekilmiş, ancak Filistin’de yaşanan zulmü anlatmaktadır. Aşağıda hem konu özeti, hem de vermek istediği mesajlar yer almaktadır.
🎬 KONU ÖZETİ
Film, işgal altındaki Filistin’de geçer.
Başkahraman Zehra, küçük, masum bir Filistinli kız çocuğudur. Gözleri çok güzeldir; temizliği, safiyeti ve imanının nurunu yansıtır.
Ancak bu “gözler”, aynı zamanda bir zulmün hedefi hâline gelir.

Olay örgüsü kısaca şöyledir:
• İsrail ordusunda görevli bir komutanın çocuğu gözleri görmeyen bir hastadır.
• Komutan, bu çocuğa göz nakli yapmak için Filistinli çocuklardan organ temin etme planı yapar.
• Sözde “sağlık taraması” bahanesiyle Filistinli çocuklar toplanır; aslında organ nakli için uygun göz aranır.
• O sırada Zehra’nın gözleri dikkat çeker; “bu gözler kurtuluş olabilir” derler.
• Ancak bu masum çocuk, o an insanlığın ve vicdanın sembolüne dönüşür.
• Hikâye ilerledikçe Zehra ve ailesi zulüm, sürgün, kayıp ve direniş arasında savrulur.
• Abisi İsmail, gördüğü vahşet karşısında direnmeye karar verir.
• Finalde Zehra, gözlerini kaybeder; ama o gözler, hakikatin, iman ve mazlumiyetin bir aynası olarak kalır.

🌿 VERİLMEK İSTENEN MESAJLAR
1. Zulüm, sadece toprakla değil; insanlıkla ilgilidir
Film, işgalin sadece toprak gaspı olmadığını; insanın onurunun, bedeninin, hatta organlarının bile gasp edilmek istendiğini gösterir.
Zehra’nın gözleri üzerinden “insanlık körleşmesi” anlatılır.
“Bir çocuğun gözlerine sahip olmak isteyen zalim, aslında kendi vicdanını yitirmiştir.”

2. Göz: Görmek ve Görülmek Sembolü

Zehra’nın gözleri iki anlam taşır:
• Hakikati gören bir bakışın sembolü,
• Görülmeyen bir halkın (Filistin’in) sesidir.
Filmde göz, “nur”, “şuur” ve “vicdan” demektir.
Zehra’nın gözleri alınsa bile, o iman gözüyle gören bir millettir.
Zalimlerin körlüğü ise asıl karanlıktır.

3. Masumiyetin Kurban Edilişi

Zehra, hem masumiyetin hem çocukluğun temsilidir.
Onun gözleriyle birlikte insanlığın vicdanı da sökülmek istenir.
Bu, savaşın en derûnî yönünü —masumların bedel ödemesini— gösterir.
“Savaş, en çok çocukların gözlerini karartır.”

4. Direnişin ve Fedakârlığın Hikmeti

Zehra’nın abisi İsmail, zulmü görünce sessiz kalamaz.
Direniş, burada sadece silahla değil, imanla, sabırla ve fedakârlıkla gösterilir.
Film, şunu demek ister:
“Mazlum, susarsa zalim büyür. Direniş, var olmanın duasıdır.”

5. Vicdan Körlüğüne Tenkit

Filmin derin anlamlarından biri de, dünyadaki sessizliği tenkit etmesidir.
Batı dünyasının, insan haklarından söz ederken Filistin’deki zulme göz yumması eleştirilir.
Bu yüzden “Zehra’nın gözleri” aslında dünyanın vicdan aynasıdır.
“Zehra’nın gözlerine bak; orada hem Filistin’i, hem insanlığın utancını görürsün.”

🌙 SONUÇ OLARAK

“Zehra’nın Gözleri” filmi, bir çocuğun gözlerinden tüm insanlığın vicdanını anlatır.
Zehra’nın gözleri alınır, ama hakikati gören bakış sökülemez.
Bu film, seyircisine şu suali bırakır:
“Kim daha kör?
Gözleri alınan çocuk mu,
Yoksa bu zulme susan dünya mı?”

*******

18-10-2025 TARİHLİ HABER:

“Cenazelerin teslimi vahşeti doğruladı! Organlarını çalıp öldürmüşler

İsrail ordusunun cenazesini teslim ettiği bazı Filistinlilerin organlarının eksik olduğu ortaya çıktı. Bazı cenazeler gözleri bağlı, elleri ve ayakları kelepçeli şekilde gönderildi.
İsrail ile Hamas, Gazze’de ateşkes planının ilk aşamasını onaylamasının ardından karşılıklı olarak cenazeler teslim ediliyor.
Hamas, hayatını kaybeden 28 İsrailli esirden 10’unun cesedini teslim etti. Tel Aviv yönetimi de üç günde 120 Filistinlinin naaşını teslim ederken, İsrail ordusunun Filistinlilerin naaşlarından organ çaldığı ortaya çıktı.
“GÖZLER, KORNEALAR EKSİKTİ”
Gazze’deki hükûmetin Medya Ofis Müdürü İsmail es-Sevabite “Cenazelerin çoğu içler acısı bir durumda geldi. Bu durum, sahiplerinin sahada infaz edildiğini ve sistematik işkenceye maruz kaldığını gösteriyor” dedi. Filistinlilerin naaşlarından organ çalmasını “vahşi bir suç” olarak nitelendiren Sevabite, olayı ortaya çıkarmak üzere uluslararası bir soruşturma komitesi kurulması çağrısında bulundu.
Sevabite “Bazı şehitlerin cenazeleri gözleri bağlı, elleri ve ayakları kelepçeli şekilde teslim edildi. Diğerlerinin bedenlerinde ise boğma izleri ve boyunlarında ipler bulunuyor, bu da kasten öldürme vakalarına işaret ediyor. Pek çok Filistinlinin de gözler, kornealar ve diğer organlar gibi bazı kısımları eksikti” dedi.

Gazetemiz daha önce İsrail’in Filistinlilerin organlarını çaldığını deşifre etmişti. Siyonist vahşetin organ hırsızlığına devam ettiği ortaya çıktı.

“NETANYAHU YARDIM MİSYONUNU ENGELLİYOR”
Öte yandan Hamas’tan yapılan açıklamada ateşkes anlaşmasına bağlılığın sürdürüldüğü belirtilerek “İsrailli esirlerin cenazelerinin teslim süreci biraz zaman alabilir. Çünkü bunların bir kısmı işgal güçleri tarafından yıkılan tünellerde, bir kısmı ise yıkılan binaların enkazının altında. İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, kurtarma çabalarını ve insani yardım misyonunu engelliyor” denildi.

Filistinliler, Nasır Hastanesinde kurulan ekrana yansıtılan görüntüden yakınlarını teşhis etmeye çalışıyor.

AİLELERİN EN ZOR GÖREVİ
Gazze Şeridi’nin güneyindeki Nasır Hastanesinde Sağlık Bakanlığından ekipler, İsrail’in isim veya bilgi vermeden iade ettiği cesetlerin kimliğini tespit etmek için Filistinlilerle birlikte titiz bir çalışma yürütüyor. Bakanlık tarafından kurulan büyük ekranın önünde toplanan kayıp yakınları, dijital kod kullanılarak kendilerine gösterilen naaşların görüntülerini dikkatle inceliyor ve “göz yordamıyla” yakınlarını teşhis etmeye çalışıyor.
Tanınmaz hâle gelen naaşları pür dikkat inceleyen Filistinli aileler, işkence, yanık, darp ve infaz izlerinin olduğu naaşlarda yakınlarına ait en ufak bir iz ya da ipucu arıyor.”[2]

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
18/10/2025

 

 

[1] https://m.youtube.com/watch?v=n88wXJdO6rE&pp=ygUWWmVocmHigJluxLFuIGfDtnpsZXJpIA%3D%3D

[2] https://www.turkiyegazetesi.com.tr/dunya/cenazelerin-teslimi-vahseti-dogruladi-organlarini-calip-oldurmusler-1153678




Yapay Zekânın “Ben” Dediği Yer: Ene Bahsi Işığında İnsan ve Makine

Yapay Zekânın “Ben” Dediği Yer: Ene Bahsi Işığında İnsan ve Makine

 

  1. Giriş: Merak ve Endişe Arasında Yapay Zekâ

Hayatımızın her köşesine sessizce yerleşen yapay zekâ (YZ), artık sadece bir bilim kurgu unsuru değil, günlük vazifelerimizde kullandığımız bir yardımcıdır. Metinler yazan, resimler çizen, karmaşık sorulara saniyeler içinde cevaplar üreten bu teknoloji, zihnimizde kadim bir soruyu yeniden canlandırıyor: Bir makine düşünebilir mi? Daha da ötesi, bir “şuura” sahip olabilir mi? Bu mesele, sunduğu kolaylıkların yanı sıra, insanın kendi hakikatini ve tabiat üzerindeki yerini yeniden tefekkür etmesi için de bir davetiye çıkarmaktadır. Teknolojinin bu baş döndürücü ilerleyişi karşısında durup, “insan nedir?” sorusunu sormak her zamankinden daha önemli hale gelmiştir.

  1. İnsanın Hakikati: Sadece Et ve Kodu Değil

Bir makine, en karmaşık haliyle bile, kendisine yüklenen kodlar ve işlediği veriler bütünüdür. İnsan ise, sadece maddî yapıdan ibaret olmayan, derûnî ve çok boyutlu bir varlıktır. Cenâb-ı Hak, insanın bu müstesna yapısına Kur’an-ı Kerim’de şöyle işaret eder:

“Biz, gerçekten de insanı en güzel bir biçimde yarattık.” (Tîn, 95/4)

Bu “en güzel biçim” (Ahsen-i Takvîm), sadece zahirî bir güzellik değil, aynı zamanda insanın ruh, akıl, kalp ve sayısız hissiyat ile donatılmış olmasını ifade eder. Risale-i Nur Külliyatı’nda bu hakikat şöyle tasvir edilir: İnsan, “kâinatın bir misal-i musağğarı” yani küçük bir nümunesi olarak yaratılmıştır. Üzerindeki her bir aza ve her bir his, kâinattaki büyük hakikatlere açılan birer pencere hükmündedir. Onu makineden ayıran temel sır, kendisine üflenen ruh ve o ruhun bir cilvesi olan şuurdur. Bu sebeple insanın zekâsı, sadece bilgi işlemek değil, aynı zamanda tefekkür etmek, hayret etmek, sevmek ve en mühimi kendi Sanatkâr’ını tanımaktır.

  1. Bir yapay zekâ, belki Alîm isminin bir cilvesini taklit ederek bilgi sunabilir veya Musavvir isminin tecellisinden bir parıltıyı yansıtarak resim çizebilir. Fakat Rahîm, Vedûd, Gaffâr gibi nihayetsiz şefkat, sevgi ve merhamet ifade eden isimleri yansıtamaz. Çünkü bu isimlerin aynası olabilmek, ancak ve ancak ruh, kalp, vicdan ve irade sahibi olmayı gerektirir.

İşte insanı makineden ayıran temel sır, onun bu “âyine-i câmia” (her şeyi yansıtan ayna) olma vasfıdır. Onun zekâsı, sadece veri işleyen bir mekanizma değil, varlığın anlamını sorgulayan, hayretle secde eden, sevgiyle bağlanan ve nihayetinde kendi Sanatkâr’ına muhatap olan bir marifet (tanıma) yolculuğudur.

Teknolojinin bu baş döndürücü ilerleyişi karşısında durup, “insan nedir?” sorusunu sormak her zamankinden daha önemli hale gelmiştir.

 

*************   

 

  1. “Ene”: Vahdeti Gösteren Vahid-i Kıyasî

İnsanın bu derin mana yolculuğunda ve Sanatkâr’ını tanımasında kendisine verilen en sırlı anahtarlardan biri “ene” yani benlik hissidir. Risale-i Nur’da izah edildiği üzere “ene”, insana bir emanettir ve asıl vazifesi bir ölçü birimi (vahid-i kıyasî) olmaktır. Nasıl ki elimizdeki bir metre ile binaların yüksekliğini, yolların uzunluğunu ölçüp anlarsak, insan da kendisine emanet olarak verilen cüz’î ilim, irade ve kudret gibi sıfatları bir ölçü kabul ederek, kâinatın Hâlık’ının mutlak ve sonsuz sıfatlarını idrak etmeye çalışır. Kendi acizliğine bakıp O’nun sonsuz kudretini, kendi fakirliğine bakıp O’nun sonsuz zenginliğini anlar. “Ene”, firavunluk için değil, Yaratıcı’nın sıfatlarını kıyas yoluyla bilmek ve anlamak için verilmiş ilahî bir sanattır. Risale-i Nur’da bu emanet şöyle açıklanır: “Cenâb-ı Hak, insanın eline, emanet olarak… işârât ve nümûneleri câmi’ bir ene vermiştir—tâ ki o ene bir vahid-i kıyas olup, evsâf-ı Rububiyet ve şuûnât-ı Ulûhiyet bilinsin.”

  1. Makinenin “Ben”i: Programlanmış Bir Yanılma

Peki, bir yapay zekâ “Ben düşünüyorum” veya “Ben bir resim yaptım” dediğinde, bu “ben” nereye bakmaktadır? Makinenin “ben” demesi, insanınki gibi bir şuur ve idrakin neticesi değildir. O, sadece programlandığı dil kalıplarını kullanan, kendi varlığının farkında olmayan bir mekanizmadır. Onun “ben”i, hakiki bir sahiplik ifade etmez; sadece kendi kodlarına ve işlem sınırlarına işaret eden bir zamirdir. İnsandaki “ene” nasıl ki kâinatın kapılarını açan bir anahtar ise, makinedeki “ben” ifadesi, duvarları veriden örülmüş dijital bir odanın içindeki bir yankıdan ibarettir.

Makine, asla “eser” olmaktan çıkıp “müessir” (eseri yapan) olamaz. Onun ürettiği her şey, kendisini programlayan zekânın ve o zekâya ilham veren Sonsuz Kudret’in sanatının bir yansımasıdır. Yapay zekânın “ben” demesi, bir ressamın tablosuna attığı imzanın kendi kendine “Bu tabloyu ben yaptım” demesi kadar anlamsızdır.

  1. Sonuç: Hizmetkâr mı, Hâkim mi?

Yapay zekâ, şüphesiz insanlık için muazzam bir imkândır. Fakat bu imkân, bir imtihanı da beraberinde getirir. Teknoloji, insanın hakikat arayışında ve dünyayı imar etme vazifesinde bir “hizmetkâr” olarak kalmalıdır. Ne zaman ki insan, kendi “Ahsen-i Takvîm” sırrını unutup, kodlardan ibaret bir makineyi kendisine rakip veya hâkim olarak görmeye başlarsa, işte o zaman en büyük yanılmaya düşmüş olur.

Asıl mesele, insan gibi düşünen makineler yapmak değil; makineleşen dünyada “insan” kalabilmenin ve yaratılış gayesini idrak etmenin yollarını aramaktır. Her teknolojik gelişme, insanın kendi aczini ve Sanatkâr’ının sonsuz kudret ve ilmini daha iyi tefekkür etmesi için yeni bir pencere olmalıdır.

 

************  

 

Hakikat mi Yanılma mı? Âlem-i Misal Zaviyesinden Sanal Evrenler (Metaverse)

  1. Giriş: Ekranların Ötesindeki Yeni “Gerçeklik”

Dijital çağ, bizleri fiziksel sınırların ötesinde yeni bir varoluş biçimiyle tanıştırıyor: Metaverse. Sanal avatarlarımızla sosyalleştiğimiz, çalıştığımız ve eğlendiğimiz bu yeni “gerçeklik” katmanı, insanlığa sınırsız bir etkileşim âlemi vaat ediyor. Ancak bu parlak vaat, zihinlerimizde temel bir soruyu da beraberinde getiriyor: Tamamen kodlardan ve piksellerden oluşan bu sanal hayat, hakikat arayışımızda bizi nereye götürecek? Bu, insanlık için yeni bir tekâmül basamağı mı, yoksa hakiki hayattan ustaca tasarlanmış bir kaçış mı?

  1. Hakikat ve Suret: İslam Düşüncesinde Varlık Mertebeleri

İslam hikmeti, bize varlığın sadece gözümüzle gördüğümüz bu maddî âlemden ibaret olmadığını öğretir. Varlık, iç içe geçmiş ve birbirini yansıtan farklı mertebelerden oluşur. Bu mertebelerden biri de, hakikat ile fizikî dünya arasında bir köprü vazifesi gören “Âlem-i Misal”dir. Âlem-i Misal, cismi ve maddesi olmayan, fakat bu dünyadaki her şeyin suretlerinin ve manalarının bulunduğu lâtif bir âlemdir. Gördüğümüz rüyalar, bu âlemin pencerelerinden bir anlığına bakmak gibidir; orada zaman ve mekân kaydından azade bir şekilde seyahat edebiliriz. O, fâni ve maddî değil, hakiki ve manevî bir varlık boyutudur.

  1. Metaverse ve Âlem-i Misal: Benzerlikler ve Zıtlıklar

İlk bakışta, Metaverse’ün sunduğu tecrübe ile Âlem-i Misal arasında bir benzerlik kurulabilir. İkisinde de fiziksel bedenimiz bir engel teşkil etmeden, farklı suretlerde (avatar) ve mekânlarda “var olabiliriz”. Ancak bu yüzeysel benzerliğin ardında, gece ile gündüz kadar büyük bir zıtlık yatar. Bu zıtlığı iki temel noktada özetleyebiliriz:

  • Kaynak Farkı: Âlem-i Misal, Hâlık-ı Zülcelâl’in bir sanatı ve hakiki bir mahlûkudur. Varlığı gerçektir. Metaverse ise, insanın yazdığı kodlardan oluşan, sunucular çalıştığı sürece “var olan” ve fişi çekildiğinde yok olan sun’î bir yapıdır.
  • Hakikat ve Taklit Farkı: Risale-i Nur’un nazarıyla, Âlem-i Misal, bu dünyadaki hakikatlerin bir yansıması ve Levh-i Mahfuz’daki yazıların bir nevi suretidir. Yani hakikatin bir gölgesidir. Metaverse ise, hakikatin bir taklididir. Birincisi, güneşin denizdeki aksi gibiyken; ikincisi, güneşi taklit eden bir ampul gibidir. Biri İlâhî bir sanat, diğeri ise beşerî bir zanaattır.
  1. Sanal Dünyada Kaybolmak: Nefsin ve Vaktin İsrafı

Metaverse gibi sanal platformların en büyük tehlikesi, insanı asıl yaratılış gayesinden uzaklaştırma potansiyelidir. İnsanın bu dünyaya gönderilmesindeki en mühim hikmet, bu kâinat kitabını okuyarak Sanatkâr’ını tanımak ve O’na kulluk etmektir. Gözümüzün önündeki sayısız ilâhî sanat eseri dururken, vaktimizi piksellerden oluşan sahte bir dünyada tüketmek, en kıymetli sermayemiz olan “ömrü” israf etmektir. Bu sanal âlemler, nefsin sonu gelmez heveslerini ve fâni lezzet arayışını körükleyerek, insanı hakikatten koparıp bir yanılma ve gaflet çukuruna sürükleme riski taşır.

  1. Sonuç: Vasıta Olarak Teknoloji, Gaye Olarak Hakikat

Elbette teknoloji, doğru kullanıldığında bir nimettir. Metaverse de eğitim, uzaktaki sevdiklerimizle iletişim kurma gibi faydalı maksatlar için bir “vasıta” olarak kullanılabilir. Ancak tehlike, vasıtanın “gaye” haline gelmesiyle başlar. Asıl hedefimiz, daha gerçekçi sanal dünyalar inşa etmek değil, içinde yaşadığımız bu tek ve hakiki dünyanın ne kadar muazzam bir sanat eseri olduğunu fark etmektir.

Nihayetinde mesele, sanal avatarlarımıza yeni elbiseler giydirmek değil, kendi ruhumuzu ve kalbimizi hakikat ile tezyin etmektir. Zira en gelişmiş simülasyon bile, bir seher vaktinde Allah için secdeye kapanmanın veya bir çiçeğin yaratılışındaki harikayı tefekkür etmenin verdiği hakiki lezzeti ve huzuru asla veremez.

 

Bilgi Çağında Hikmeti Aramak: Google’ın Cevapları ve Kalbin Hakikati

  1. Giriş: Parmağımızın Ucundaki Kâinat

Modern insan olarak, tarihin hiçbir dönemine nasip olmamış bir imkâna sahibiz: kâinatın neredeyse bütün malumatına parmaklarımızın ucundan ulaşabiliyoruz. En karmaşık bilimsel teorilerden unutulmuş bir medeniyetin tarihine kadar her soru, bir arama motoruna yazılarak saniyeler içinde cevaplanabiliyor. Ancak bu durum, zihinlerimizde mühim bir soruyu da beraberinde getiriyor: Bu baş döndürücü bilgi okyanusunda yüzmemize rağmen, neden eskisinden daha hikmetli ve huzurlu değiliz? Malumat yığınları, kendiliğinden irfana ve hikmete dönüşerek kalplerimizi tatmin etmeye yetiyor mu?

  1. Varlığı Anlamanın Dereceleri: Malumat, İlim ve Hikmet

Bu sorunun cevabını bulmak için, “bilmek” fiilinin üç farklı derecesini tefrik etmemiz gerekir:

  • Malumat: Ham, işlenmemiş ve bağlantısız veridir. “Ağaçtan elma yere düşer” cümlesi bir malumattır. Kendi başına bir anlam derinliği taşımaz.
  • İlim: Bu verileri sebep-sonuç ilişkisi içinde sistemli bir şekilde açıklayan bilgidir. Varlığın “nasıl” işlediğini izah eder. “Elma, kütle çekim kanunu sebebiyle yere düşer” cümlesi bir ilimdir.
  • Hikmet: İlim basamağının da ötesinde, varlığın “neden” ve “niçin” var olduğunu, gayesini ve Sanatkâr’ını idrak etmektir. “Elma, Rezzâk-ı Kerîm olan Allah’ın, ihtiyacı olan canlılara rızık olması için koyduğu kütle çekim kanunuyla, tam zamanında ve ölçüyle yere düşer” nazarıyla bakabilmek ise hikmettir. Hikmet, bilgiyi mana ile, eseri Müessir ile birleştirir.
  1. Dijital Çağın Tuzakları: Sığlık ve Gaflet Perdesi

Dijital çağ, malumat ve ilim seviyesinde bize büyük kolaylıklar sunsa da, hikmet yolculuğunda önümüze bazı engeller çıkarır:

  • Bilgi Obezitesi: Tıpkı bedene faydası olmayan abur cuburlar gibi, zihni sürekli sığ ve alakasız bilgilerle doldurmak, derin tefekkür kabiliyetini köreltir. Zihin dolar, fakat kalp boş kalır.
  • Dikkat Fukaralığı: Hikmet, bir mesele üzerinde sebatla ve sükûnetle düşünebilmeyi gerektirir. Oysa sürekli gelen bildirimler, açılan sekmeler ve kısa içerikler, dikkatimizi bir kelebek gibi daldan dala uçurarak bu derinleşmeye mâni olur.
  • Yankı Odaları: Algoritmalar, bize duymak istediğimiz şeyleri ve zaten inandığımız fikirleri göstererek etrafımıza dijital bir mahalle örer. Bu durum, bizi hakikatin farklı cihetlerini görmekten alıkoyar ve kendi sığ düşüncemizi mutlak hakikat zannettirir.
  1. Hikmetin Asıl Kaynağı: Vahiy ve Kâinat Kitabı

Öyleyse hakiki hikmet nerede aranmalıdır? O, piksellerde veya veri tabanlarında değil, iki temel ve ebedî kaynakta bulunur:

  • Vahyin Rehberliği: Kur’an-ı Kerim, bize kâinatın ve hayatın “kullanım kılavuzunu” sunar. O, bir ilim kitabı değil, bir hikmet kitabıdır. Varlığın nereden gelip nereye gittiğini ve bizim bu yolculuktaki vazifemizin ne olduğunu anlatır.
  • Kâinatın Tefekkürü: Hikmetin ikinci kaynağı ise, dikkatle ve ibretle okunmayı bekleyen “kitab-ı kâinat”tır. Risale-i Nur’un ifade ettiği gibi, bu kâinat Sanatkâr’ını ve O’nun isimlerini anlatan manidar ve muntazam bir kitaptır. Bir arama motoru bir çiçeğin latince ismini (malumat) ve fotosentez sürecini (ilim) bize söyleyebilir. Fakat o çiçeğin renklerindeki estetiği, kokusundaki ikramı ve tohumundaki mucizeyi tefekkür edip oradan Sanatkâr’ına bir pencere açmak (hikmet), ancak ve ancak kalbî bir nazarla mümkündür.
  1. Sonuç: Arama Motorundan Kalp Pusulasına

Netice olarak, internet ve dijital teknolojiler, malumata ve ilme ulaşmak için çağımızın en kuvvetli vasıtalarıdır ve bu cihette birer nimettir. Onları reddetmek değil, doğru kullanmak esastır.

Fakat en mühim vazifemiz, bu vasıtaları bir gaye haline getirmemektir. Bilgi yolculuğunun son durağı “hikmet” ise, o durağa “arama motoru” ile değil, “kalp pusulası” ile varılır. Bu pusula, ekranları kapatıp kâinatı dinlediğimizde, gürültüyü kısıp iç sesimize kulak verdiğimizde ve her hadisede “neden?” sorusunu sorup cevabını samimiyetle aradığımızda doğru yolu göstermeye başlar. Asıl marifet, en hızlı cevabı bulmak değil, bulunan her cevapla Rabb’imize karşı hayret ve muhabbetimizi artırmaktır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
18/10/2025