15 Temmuz’un bir benzeri mi?

15 Temmuz’un bir benzeri mi?

Ekrem İmamoğlu’na, İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) üzerinden açılan soruşturmalar, ayrıca Remzi Sanver başta olmak üzere masonluk sistemiyle bağlantılı ileri sürülen operasyonlar, siyasi–yönetim güç ağlarının yol açtığı sarsıntıların bir yansıması olarak okunabilir.
Özetle:
• İmamoğlu hakkında “örgüt kurmak ve yönetmek”, “ihaleye fesat karıştırmak”, “rüşvet”, “kişisel verileri hukuka aykırı ele geçirmek” gibi suçlamalar yöneltildiği; bu çerçevede çok sayıda şüpheli hakkında gözaltı veya tutuklama kararı verildiği bildirildi.
• Remzi Sanver’in, Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locası Büyük Üstadı ve “masonların lideri” olarak anılması, “Can Holding” soruşturması kapsamında gözaltına alınması gibi gelişmeler kamuoyuna yansıdı.
• Buna ek olarak, çeşitli medya ve sosyal mecralarda “ajanlık”, “yabancı istihbarat”, “gizli veri tabanı kopyalama girişimi”, “seçim sürecinde strateji dış kaynaklı müdahale” gibi güçlü iddialar dolaşıma girdi.
Buna göre, “bir ikinci 15 Temmuz vakâsı mı?” sorusu — yani derin çıkar ağlarının, devlet içi «gizli komite/örgüt» yapılmasının, yabancı istihbarat servislerinin (CIA, MOSSAD, İngiliz servisi vb) devreye girdiği bir senaryonun mu gerçekleştiği sorusu — kamuoyunda yankı bulmuştur.

Olası yapılandırmalar ve dikkat edilmesi gereken hususlar
1. Derin devlet ya da paralel yapı mı?

Türkiye’de tarihi olarak “derin devlet” kavramı; ordudan emniyete, istihbarattan bürokrasiye kadar devlet içi “gizli bağlantılar”, “gölge yapı” ve “arka odalar” fikrini taşımaktadır. Bu noktada:
• İmamoğlu soruşturmasında “örgüt kurmak ve yönetmek” suçlamasının yer alması, “bir yapı içinde faaliyet” imajını destekliyor.
• Masonluk bağlantıları üzerinden yürütülen soruşturma ise sivil–gizli ağların devreye girdirdiği düşüncesini güçlendiriyor.
• Bu tür yapılar genellikle “kamu gücüyle, özel çıkarlara, yabancı çıkarlarla” bağlantılı iddialarla medyaya yansıyor.

2. Yabancı istihbarat servisleri, ajanlık iddiaları

Sözü edilen ‘‘ajanlık’’ iddiaları arasında şunlar yer alıyor:
• İddia edildiği şekilde İmamoğlu’nun seçim sürecine ilişkin “gizli veriler” paylaştığı, yabancı istihbarat elemanlarıyla kriptolu mesajlaşma yaptığı ileri sürülüyor.

3. İBB veri tabanı kopyalama girişimi
“İBB’nin veri tabanını kopyalamaya teşebbüs” gibi bir iddia medya metinlerinde yer alıyor. Örneğin:
“İmamoğlu’nun istanbul’daki bir otelde şüphelilerle görüşmeden önce kameraların bantla kapatıldığı görüntüler soruşturma dosyasına girdi.”
Bu tür iddialar, “bilgi hırsızlığı”, “veri tabanı ele geçirme”, “kişisel verilerin hukuka aykırı ele geçirilmesi” suçlamalarıyla bağdaşabiliyor ki savcılık metninde “kişisel verileri hukuka aykırı ele geçirmek” suçlaması yer alıyor.

4. Masonluk ve kara para aklama ilişkisi

Masonluk kurumunun Türkiye’deki önde gelen ismi Remzi Sanver’in gözaltına alınması, “masonluk + finansal suçlar” bağlantısı konusunda kamuoyunda geniş yankı uyandırdı. Bu, şöyle değerlendirilebilir:
• Masonluk gibi yapıların “sivil topluma açık olmayan”, “gizli bağlantılar ihtiva eden ” üyelik mekanizmaları olması, çıkar ağlarının kolayca devreye girmesine imkân tanıyabilir.
İiddiaların ortaya çıktığı bu vakâ için “şüpheli bağlantılar” söz konusudur.

“15 Temmuz bağlantısı” açısından bakış
15 Temmuz Darbe Girişimi (2016) Türkiye’de büyük bir kırılma noktasıdır: geniş çaplı askeri darbe teşebbüsü, devlet içinde paralel yapılara yönelik değişimler, hukukî ve idari tasfiyeler… Bu açıdan hareketle, “şu anki vakâ 15 Temmuz’un tıpatıp benzeri midir?” sorusuna birkaç bakışla cevap verilebilir:
• Benzer yönleri: Hem 15 Temmuz sonrası süreçte hem de şimdi, “güç odaklarının içerideki yerleşimi”, “devlet ve kurum içi sızıntılar”, “yönetim ve kontrol mekanizmalarının dışında yapılanlar” gibi temalar öne çıkıyor.
• Farklı yönleri: 15 Temmuz askeri-cunta yönelimli bir olaydı; burada öncelikle belediyecilik, ihale, veri güvenliği, sivil kurum bağlantıları görülüyor. “Silahlı askeri darbe” değil; daha çok iddianın “yönetim içi yapılanma + finans + sivil istihbarat” düzeyinde.
• Sonuç çıkarımı: Evet, “büyük çaplı bir yapısal operasyon” izlenimi var; ama “aynı türden askeri darbe” tanımına birebir uymuyor. Yani “ikinci 15 Temmuz” ifadesi mecazi olarak güçlü; ama teknik olarak doğrudan eşleşmiyor.

Makale: “Kanalizasyon Patladı – Gölge Ağların Çatlağı”
Giriş
Devletin muktedir mevkilerinden siyasî yönetime, belediyecilikten finansal sistemlere, sivil topluma ve istihbarata kadar iç içe geçen bir ağızdan damlayan damla gibidir… Şimdilerde Türkiye’nin büyük şehirlerinden birinde göze çarpan bir kırılma var: kira sözleşmelerinden ihale dosyalarına, veri tabanlarından yabancı bağlantılara kadar uzanan bir dizi iddia, “asırlar boyunca süregelen çıkar-bağlantı zinciri”nin çatlağa uğradığını gösteriyor.

Ağın biçimi ve muhtevası

Bu ağın bazı bileşenleri şöyle özetlenebilir:
• Belediye iştirakleri ve bağkurulu şirketleri üzerinden düzenlendiği ileri sürülen “ihale-fesadı”, “vergi ve kazanç kaçırma” gibi mali boyutlar.
• Sadece içerideki kamu görevlileriyle değil; sivil toplum, özel sermaye, uluslararası bağlantılar ve hatta istihbarat teknolojileriyle örülmüş bir sistem.
• Bu sistemin farkında olan ya da olmayan halk tabanı açısından “iyi yönetim”, “şeffaflık”, “hesap verme” gibi temel kavramlar büyük yara alıyor.
Örneğin, İmamoğlu soruşturmasında “kamu kurum veya kuruluşlarının ihalesine fesat karıştırmak”, “hukuka aykırı olarak kişisel verileri kaydetmek” suçlamaları yer aldı. Masonluk soruşturmasında ise “suç işlemek amacıyla örgüt kurma”, “suçtan elde edilen mal varlığı değerlerini aklama” gibi suçlamalar dikkat çekiyor.

Neden şimdi çatladı?
Bu tür ağların bir anda çöktüğü hissi uyandırmasının birkaç nedeni olabilir:
• Dijital çağda “veri” yeni bir güç kaynağı: Belediye veri tabanına müdahale iddiaları, klasik güç ilişkilerinin yerini “bilgi”nin alabileceğini düşündürüyor.
• Siyasî doyum, rakip yapıların tetiklemesi ve iç çekişmeler: Yalnız dış baskı değil, içerideki çıkar gruplarının da birbirine rakip hâle gelmesi, çatışmayı hızlandırıyor.

Masonluk ve siyasal–finansal yapıların birleşim alanı
Masonluk gibi kurumların Türkiye’deki tarihsel aslı, sosyal ağlar, elit bağlantılar ve güç paylaşımı açısından özel bir yer tutar.
Bu kurumların içerisine giren isimler, zamanla yalnızca sosyal değil; ekonomik ve siyasî ağlara da bağlanabilir hâle geliyor. Dolayısıyla “masondur, gizlidir” gibi etiketler değil; önemli soru: bu kurumun çıkar elde etme alanlarına yönelip yönelmediğidir. Burada Remzi Sanver’in gözaltına alınması, “elit bağlantılar”ın da soruşturma kriterine girdiğini gösteriyor.
İşin ciddiyetini ve vahametini gösteriyor.

Sonuç: Fazilet, hesap ve nazar
Bu vakâ, bize birkaç önemli dersi hatırlatıyor:
• Kamu hizmeti yapan kurumların ve yöneticilerin hesap verme kabiliyeti büyük önem taşıyor.
• Her “gizli yapı” illa suç yapmaz; fakat gücü kontrolsüz sınırlar içinde bırakmak, ortak cihan şümul faydaya değil, dar çıkar çevrelerine hizmet etme riski doğurur.
• Toplumun nazar-bakışı, sadece sonucu değil süreci de görmeli: “Hangi veriler, hangi usuller, hangi bağlantılar” üzerinden bu yapı devreye girdi?
• Siyasî arenada “bir sonraki seçim” değil; kurumsal şeffaflık, adil yönetim, erdemli davranış önemsenmeli.

Özet
Türkiye’de ortaya çıkan son yolsuzluk ve istihbarat iddiaları — özellikle İmamoğlu ve masonluk bağlantılı soruşturmalar — “derin yapı”, “yabancı istihbarat”, “masonluk” gibi kavramları bir araya getirerek kamuoyunda büyük bir kırılma olmuştur. Bu durum, klasik bir askeri darbe biçimi olan 15 Temmuz’dan farklıdır; ancak içerideki güç ilişkilerinin, bilgi ağlarının ve çıkar düğümlerinin çözüldüğüne dair bir işaret sayılabilir. Bu vakâ, yönetimde fazilet, şeffaflık ve halkın nazar-bakışı açısından çok önemli bir dönemeçtir.

*******

İşte o haberler:

“İstanbul’da kişisel veri skandalı: Bilgilerimiz yurtdışına çıkarılmış
Ekrem İmamoğlu liderliğinde çıkar amaçlı suç örgütüne yönelik soruşturma kapsamında “İstanbul Senin” isimli mobil uygulama üzerinden yaşanan veri sızıntısına operasyon düzenlendi. Operasyonda 4.7 milyon kullanıcının kişisel verilerinin iki farklı yabancı ülkeye sızdırıldığı, 3.7 milyon kullanıcıya ait verilerin ise dark web üzerinden satışa çıkarıldığı tespit edildi. Yapılan çalışmalarda aynı uygulama içinde yer alan “İBB Hanem” aracılığıyla 11 milyon vatandaşın sandık verilerinin işlenerek dış sistemlere aktarıldığı ortaya çıkarıldı. Operasyon, Murat Ongun ve Serdal Taşkın’ın katıldığı bir toplantıya ait ses kaydının da sırrını çözmüş oldu.[1]

******

Ekrem İmamoğlu’na ‘casusluk’ soruşturması: Operasyonun detayları belli oldu
İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığınca, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı görevinden uzaklaştırılarak tutuklanan Ekrem İmamoğlu’nun ’casusluk’ suçundan sorgulanmak üzere Savcılığa getirilmesi için bulunduğu cezaevine yazı yazıldı. MASAK raporuna göre, herhangi bir ticari faaliyeti olmamasına rağmen 85 milyon liralık transfer gerçekleştirdiği tespit edilen Gün’ün, FETÖ yöneticisi Mustafa Özcan’la yüz yüze görüştüğü, yabancı istihbarat görevlileriyle kriptolu haberleşme programları üzerinden yazıştığı, Necati Özkan’la Ekrem İmamoğlu’nun seçim sürecine ilişkin gizli bilgiler paylaştığı ve seçim stratejileri hazırladığı belirlendi. Soruşturmada, Merdan Yanardağ’ın da Gün ile iş birliği yaparak casusluk faaliyetine dahil olduğu belirlendi. İmamoğlu ve Özkan soruşturma kapsamında ifade verecek. Öte yandan İBB’ye yönelik yolsuzluk soruşturmasında 15 şüpheli yakalandı.[2]

*******

4 Temmuz’da casusluktan tutuklanan Hüseyin Gün’ün İngiliz bağlantıları çıktı. Gün, İngiliz istihbaratçı C.P.M.’ye gönderdiği mesajda, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı kastederek, “Eğer ‘Sublime’ın İngiltere faaliyetleri hakkında ışık tutabilirsen ya da istihbarat faydalı olur” diyor. Gün, kriptolu haberleşme programı “Wickr” üzerinden İmamoğlu’nun danışmanı Necati Özkan ile de irtibat kurmuş.[3]

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
25/10/2025

[1] https://www.yenisafak.com/gundem/istanbulda-kisisel-veri-skandali-bilgilerimiz-yurtdisina-cikarilmis-4761988

[2] https://www.yenisafak.com/gundem/son-dakika-ekrem-imamogluna-casusluk-sorusturmasi-4761589

[3] https://www.yenisafak.com/gundem/ingiliz-istihbaratina-erdogani-sordu-4761926




Bütün Mevcudatın Secde, Tesbih ve İbadeti

Bütün Mevcudatın Secde, Tesbih ve İbadeti

 

Evet hakikat-i halde âyât-ı beyyinatın beyanıyla sabit olan: Bütün mevcudat, her birisi birer mahsus tesbih ve birer hususi ibadet, birer has secde ettikleri gibi bütün kâinattan dergâh-ı İlahiyeye giden, bir duadır.

Ya istidat lisanıyladır. Bütün nebatatın duaları gibi ki her biri lisan-ı istidadıyla Feyyaz-ı Mutlak’tan bir suret talep ediyorlar ve esmasına bir mazhariyet-i münkeşife istiyorlar.

Veya ihtiyac-ı fıtrî lisanıyladır. Bütün zîhayatın, iktidarları dâhilinde olmayan hâcat-ı zaruriyeleri için dualarıdır ki her birisi o ihtiyac-ı fıtrî lisanıyla Cevvad-ı Mutlak’tan idame-i hayatları için bir nevi rızık hükmünde bazı metalibi istiyorlar.

Veya lisan-ı ıztırarıyla bir duadır ki muztar kalan her bir zîruh; kat’î bir iltica ile dua eder, bir hâmi-i meçhulüne iltica eder, belki Rabb-i Rahîm’ine teveccüh eder. Bu üç nevi dua, bir mani olmazsa daima makbuldür.

Dördüncü nevi ki, en meşhurudur, bizim duamızdır. Bu da iki kısımdır: Biri, fiilî ve halî; diğeri, kalbî ve kālîdir. Mesela, esbaba teşebbüs, bir dua-yı fiilîdir. Esbabın içtimaı, müsebbebi icad etmek için değil, belki lisan-ı hal ile müsebbebi Cenab-ı Hak’tan istemek için bir vaziyet-i marziye almaktır. Hattâ çift sürmek hazine-i rahmet kapısını çalmaktır. Bu nevi dua-yı fiilî, Cevvad-ı Mutlak’ın isim ve unvanına müteveccih olduğundan kabule mazhariyeti ekseriyet-i mutlakadır.

İkinci kısım; lisan ile kalp ile dua etmektir. Eli yetişmediği bir kısım metalibi istemektir. Bunun en mühim ciheti, en güzel gayesi, en tatlı meyvesi şudur ki: “Dua eden adam anlar ki birisi var; onun hatırat-ı kalbini işitir, her şeye eli yetişir, her bir arzusunu yerine getirebilir, aczine merhamet eder, fakrına meded eder.”

İşte ey âciz insan ve ey fakir beşer! Dua gibi hazine-i rahmetin anahtarı ve tükenmez bir kuvvetin medarı olan bir vesileyi elden bırakma, ona yapış, a’lâ-yı illiyyîn-i insaniyete çık. Bir sultan gibi bütün kâinatın dualarını kendi duan içine al. Bir abd-i küllî ve bir vekil-i umumî gibi ‎ اِيَّاكَ نَسْتَعٖينُ‎ de. Kâinatın güzel bir takvimi ol.”
23. Söz. Sözler

*******

1. Bütün Mevcudatın Secde, Tesbih ve İbadeti
Metin, her şeyin Allah’ı tesbih ettiği, O’na secde ettiği ve ibadette bulunduğu hakikatiyle başlar. Bu, duanın zeminidir. Dua, bu küllî ibadetin bir cüz’üdür.
Muradif Ayetler:
* Secde ve Tesbihin Küllîliği:
> “Görmedin mi ki, göklerde ve yerde olanlar, güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanlar ve insanların birçoğu Allah’a secde etmektedir. Birçoğunun üzerine de azap hak olmuştur. Allah, kimi alçaltırsa ona saygınlık kazandıracak hiçbir kimse yoktur. Şüphesiz Allah, dilediğini yapar.”
> (Hac Suresi, 22:18)
>
* Tesbihi Anlayamamak:
> “Yedi gök, yer ve bunların içinde bulunanlar O’nu tesbih eder. O’nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Ne var ki siz, onların tesbihini anlamazsınız. O, halîmdir (hemen cezalandırmaz, mühlet verir), çok bağışlayandır.”
> (İsrâ Suresi, 17:44)
>
2. Birinci Nevi Dua: İstidat Lisanıyla Dua
Bu, varlıkların “potansiyel” ve “kabiliyet” lisanıyla yaptığı duadır. Bir çekirdeğin, ağaç olma kabiliyetiyle Allah’ın Musavvir (Şekil Veren) ve Feyyaz (Bol Bol Veren) isimlerine yönelmesidir. “Bütün nebatatın duaları” budur. Onlar, istidatlarıyla kendilerine mahsus sureti (şekli) ve esmâ tecellisini talep ederler.
Muradif Ayetler:
* Her Şeyin Yaratılış Gayesi (İstidat):
> “O, yarattığı her şeyi güzel yaptı ve insanı yaratmaya da çamurdan başladı.”
> (Secde Suresi, 32:7)
>
* İsimlerin Tecellisi (Şekil Verme):
> “O, yaratan, yoktan var eden, şekil veren (el-Musavvir) Allah’tır. Güzel isimler O’nundur. Göklerdeki ve yerdeki her şey O’nu tesbih eder. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.”
> (Haşr Suresi, 59:24)
>
3. İkinci Nevi Dua: İhtiyac-ı Fıtrî Lisanıyla Dua
Bu, canlıların (zîhayat) kendi güçlerinin (iktidarlarının) yetmediği zarurî ihtiyaçlarını “fıtrî” (doğal) bir lisanla talep etmeleridir. Hayvanatın rızık talebi gibi. Bu dua, Allah’ın Cevvad (Cömert) ve Rezzâk (Rızık Veren) isimlerine yöneliktir.
Muradif Ayetler:
* Rızkın Allah’a Ait Olması:
> “Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki, rızkı Allah’a ait olmasın. Her birinin (dünyada) duracakları yeri de (öldükten sonra) emanet konulacakları yeri de O bilir. Bunların hepsi apaçık bir kitapta (Levh-i Mahfuz’da) dır.”
> (Hûd Suresi, 11:6)
>
* İktidar Dışı İhtiyaçların Karşılanması:
> “Nice canlılar vardır ki, rızıklarını taşımazlar (yiyeceklerini biriktirmezler). Onları da sizi de Allah rızıklandırır. O, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.”
> (Ankebût Suresi, 29:60)
>
4. Üçüncü Nevi Dua: Iztırar Lisanıyla Dua
Bu, “muzfar” (çaresiz, zorda) kalanın duasıdır. Bütün sebeplerin sustuğu, aczin tam hissedildiği anda, fıtratın yöneldiği kat’î iltica halidir. Kişi, o anda “hâmi-i meçhul” (bilinmeyen bir koruyucu) zannetse de, aslında doğrudan Rabb-i Rahîm’e yönelir. Metin, bu üç duanın (İstidat, Fıtrî İhtiyaç, Iztırar) “bir mani olmazsa daima makbul” olduğunu belirtir.
Muradif Ayetler:
* Muzfar Kalanın Duasına İcabet:
> “Yahut (onlar mı hayırlı) yoksa darda kalana (muztarra), kendisine dua ettiği zaman icabet eden, sıkıntıyı gideren ve sizi yeryüzünün halifeleri kılan mı? Allah’tan başka bir ilâh mı var? Ne kadar az düşünüyorsunuz!”
> (Neml Suresi, 27:62)
>
* Tehlike Anındaki Yakarış:
> “De ki: “Karanın ve denizin karanlıklarından (tehlikelerinden) sizi kim kurtarır ki? (O zaman) O’na gizli gizli ve alçak gönüllüce ‘Eğer bizi bundan kurtarırsa, andolsun şükredenlerden olacağız’ diye dua edersiniz.”
> De ki: “Ondan ve bütün sıkıntılardan sizi Allah kurtarır. Sonra siz yine O’na ortak koşarsınız.””
> (En’âm Suresi, 6:63-64)
>
5. Dördüncü Nevi Dua: Bizim Duamız (Beşerin Duası)
Bu, en meşhur dua türüdür ve ikiye ayrılır:
A. Fiilî ve Halî Dua (Eylem ve Durum Diliyle Dua):
Bu, “esbaba teşebbüs” yani sebeplere müracaat etmektir. Metne göre, çift sürmek, rızkı topraktan değil, Hazine-i Rahmet’ten talep etmektir; çift sürmek o rahmet kapısını “çalma” fiilidir. Sebepler, neticeyi (müsebbebi) yaratmak için değil, Allah’tan o neticeyi istemek için bir “vaziyet-i marziye” (Allah’ın razı olduğu bir duruş) almaktır. Bu dua, Allah’ın isim ve unvanlarına (mesela, rızık için Rezzâk ismine) yöneldiği için kabulü “ekseriyet-i mutlakadır” (neredeyse kesindir).
Muradif Ayetler:
* Fiil (Çalışma) ve Netice:
> “Şüphesiz insan için ancak çalıştığının (sa’y) karşılığı vardır.”
> (Necm Suresi, 53:39)
>
* Fiilî Tevekkül:
> “…Kim Allah’a tevekkül ederse, O kendisine yeter…”
> (Talâk Suresi, 65:3)
> (Burada tevekkül, sebeplere riayet ettikten sonra neticeyi Allah’tan beklemek manasında fiilî duanın tamamlayıcısıdır.)
>
B. Kalbî ve Kālî Dua (Kalp ve Söz Diliyle Dua):
Bu, lisan ile (sözlü) ve kalp ile yapılan, “eli yetişmediği bir kısım metalibi (talepleri) istemek”tir. Metin, bu duanın asıl gayesinin, maddi bir talep elde etmekten çok, manevî bir idrak olduğunu vurgular.
Duanın En Mühim Ciheti (Meyvesi):
Metnin bu kısmına göre duanın en tatlı meyvesi şudur: “Dua eden adam anlar ki birisi var; onun hatırat-ı kalbini işitir, her şeye eli yetişir, her bir arzusunu yerine getirebilir, aczine merhamet eder, fakrına meded eder.”
Yani dua, taleplerin elde edilmesi vesilesiyle, Allah’ın Semi’ (İşiten), Basîr (Gören), Kadîr (Kudretli), Rahîm (Merhamet Eden) ve Ganiyy (Zengin, Meded Eden) olduğunu idrak etme faaliyetidir. Dua, bir marifet (Allah’ı tanıma) eylemidir.
Muradif Ayetler:
* Allah’ın Yakınlığı ve İcabeti:
> “Kullarım, beni senden sorarlarsa, (bilsinler ki), gerçekten ben (onlara) çok yakınım. Bana dua edince, dua edenin duasına cevap veririm (icabet ederim). O hâlde, doğru yolu bulmaları için benim davetime uysunlar, bana iman etsinler.”
> (Bakara Suresi, 2:186)
>
* Dua Emri ve İcabet Vaadi:
> “Rabbiniz şöyle dedi: “Bana dua edin, duanıza cevap vereyim. Bana kulluk etmeyi kibirlerine yediremeyenler, aşağılanmış bir hâlde cehenneme gireceklerdir.””
> (Mü’min Suresi, 40:60)
>
Netice: Duanın İnsanı Yükseltmesi
Metin, insanı “âciz” ve “fakir” olarak tanımlar. Bu acz ve fakirlik, insanın en büyük zaafları değil, Hazine-i Rahmet’in anahtarı ve Tükenmez Bir Kuvvet’in medarı olan duaya yapışması için bir vesiledir.
İnsan, bu dua ile “a’lâ-yı illiyyîn-i insaniyete” (insanlığın en yüce mertebesine) çıkar. Kendi cüz’î (parçaya ait) duasıyla yetinmez; “bir abd-i küllî” (küllî bir kul) ve “vekil-i umumî” (genel bir vekil) gibi, bütün kainatın dualarını (İstidat, Fıtrî İhtiyaç, Iztırar dualarını) kendi duasına dahil eder.
Bunu yaparken de Fâtiha Suresi’ndeki o küllî beyana müracaat eder:
> “اِيَّاكَ نَسْتَعٖينُ”
> “(Yalnız) Senden yardım dileriz.”
> (Fâtiha Suresi, 1:5)
>
Bu “Biz” (نَسْتَعٖينُ) ifadesiyle, dua eden kişi sadece kendisi namına değil, bütün o tesbih eden, ihtiyaçlarını arz eden ve ıztırar içinde kıvranan mahlukat namına Allah’tan yardım talep etmiş olur. Böylece insan, varlığın anlamını üzerinde toplayan “kâinatın güzel bir takvimi” (özeti, fihristesi) haline gelir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
25/10/2025




KIYAMET VE Şİ‘RÂ’ YILDIZI

KIYAMET VE Şİ‘RÂ’ YILDIZI

“Kur’ân-ı Hakîmin baş haşiyelerinde, âyât-ı Kur’âniyenin adedi altı bin altı yüz altmış altı olmakla, envâr-ı Kur’âniye ve hakikat-i Furkaniye eyyâm-ı şer’iye ile altı bin altı yüz altmış altı sene kadar, küre-i arzda hükmü cereyan edeceğine işaret ettiğine dair sualinize, o vakit zihnim başka yere müteveccih olduğu için, izahlı bir cevap veremedim. Sonra bana ihtar edildi ki: “Âsım’ın suali ehemmiyetlidir, cevap ver.” Ben de o ihtara binaen, üç esasla bir parça izah edeceğim:

Birinci esas: Nasıl ki nur-u Muhammedî ve hakikat-i Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm, divan-ı Nübüvvetin hem fatihası, hem hâtimesidir. Bütün enbiya onun asl-ı nurundan istifaza ve hakikat-i dininin neşrinde onun muînleri ve vekilleri hükmünde oldukları ve nur-u Ahmedî (a.s.m.) cephe-i Âdem’den, tâ zât-ı mübarekine müteselsilen tezahür edip neşr-i nur ederek, intikal ede ede tâ zuhur-u etemle kendinde cilveger olmuştur.

Hem mahiyet-i kudsiye-i Ahmediye, Risale-i Miracta kat’i bir surette ispat edildiği gibi, şu şecere-i kâinatın hem çekirdek-i aslîsi, hem en âhir ve en mükemmel meyvesi olmuş. Öyle de, hakikat-i Kur’âniye zaman-ı Âdem’den şimdiye kadar, hakikat-i Muhammediye (a.s.m.) ile beraber, müteselsilen enbiyaların suhuf ve kütüplerinde nurlarını neşrederek, gele gele tâ nüsha-i kübrâsı ve mazhar-ı etemmi olan Kur’ân-ı Azîmüşşan suretinde cilveger olmuştur.

Bütün enbiyanın usul-ü dinleri ve esas-ı şeriatları, hülâsa-i kitapları Kur’ân’da bulunduğuna, ehl-i tahkik ve ehl-i hakikat ittifak etmişler. Bu sırra binaen fetret i mutlakanın zamanı ihraç edildikten sonra, rivayet-i meşhureyle zaman-ı Âdem’den tâ kıyâmete kadar, eyyam-ı şer’iye ile tâbir edilen yedi bin seneden, fetret-i mutlakanın zamanı tarh edildikten sonra altı bin altı yüz altmış altı sene kadar, din-i İslâmın sırrını neşreden hakikat-i Kur’âniye, küre-i arzda ayrı ayrı perdeler altında neşr-i envar edeceğine, âyâtın adedi işaret ediyor demektir.

İkinci esas: Malûmdur ki, küre-i arzın mihveri üstündeki hareketiyle, gece gündüzler ve medâr-ı senevîsi üstündeki hareketiyle, seneler hâsıl oluyor. Güneşle beraber herbir seyyarenin, belki sevâbitin ve Şemsü’ş-Şümusun dahi, herbirinin mihveri üstünde eyyam-ı mahsusalarını gösteren bir hareketi ve medârı üzerinde deveranı dahi, bir nevi seneleri gösteriyor. Hâlık-ı Arz ve Semâvâtın hitâbât-ı ezeliyesinde, o eyyam ve seneleri dahi irae ettiğine delili şudur ki: Furkan-ı Hakîmde,

ثُمَّ يَعْرُجُ اِلَيْهِ فِى يَوْمٍ كَانَ مِقْدَارُهُ اَلْفَ سَنَةٍ مِمَّا تَعُدُّونَ

تَعْرُجُ الْمَلٰۤئِكَةُ وَالرُّوحُ اِلَيْهِ فِى يَوْمٍ كَانَ مِقْدَارُهُ خَمْسِينَ اَلْفَ سَنَةٍ

gibi âyetler ispat ediyor.

Evet, kış günlerinde ve şimal taraflarında, gurup ve tulû mâbeyninde dört saat günden ve bu yerlerde kışta sekiz dokuz saatten ibaret eyyamlardan tut, tâ güneşin mihveri üstünde bir aya yakın yevminden, hattâ kozmoğrafyanın rivayetine göre, tâ “Rabbü’ş-Şi’râ” tâbiriyle Kur’ân’da nâmı ilân edilen ve şemsimizden büyük “Şi’râ” namında diğer bir şemsin, belki bin seneden ibaret olan gününden, tâ Şemsü’ş-Şümusun mihveri üstündeki elli bin seneden ibaret bir tek yevmine kadar eyyâm-ı Rabbâniye vardır.

İşte semâvât ve arzın Rabbi, o Şemsü’ş-Şümus ve Şi’râ’nın Hâlıkı hitap ettiği vakit, o semâvât ve arzın ecramına ve âlemlerine bakan kudsî kelâmında o eyyamları zikreder ve zikretmesi gayet yerindedir.

Madem eyyâmın lisan-ı şer’îde böyle ıtlâkatı vardır. İlmü’t-tabakatü’l-arz ve coğrafya ve tarih-i beşeriyet ulemasınca, nev-i beşerin yedi bin sene değil, belki yüz binler sene geçirdiğini teslim de etsek, “Âdem’den kıyamete kadar ömr-ü beşer yedi bin senedir” 5 olan rivayet-i meşhurenin sıhhatine ve beyan ettiğimiz altı bin altı yüz altmış altı sene, Nur-u Kur’ân hükümfermâ olduğuna münâfi olamaz, cerh edemez. Çünkü eyyâm-ı şer’iyenin, dört saatten elli bin seneye kadar hükmü ve şümulü var. Fakat nefsü’l-emirdeki eyyâmın hakikati, o rivayet-i meşhurede hangisi olduğu şimdilik bu dakikada kalbime inkişaf ettirilmedi. Demek o sırrın inkişafı münasip değil.

Şu meselede şimdilik delilini gösteremeyeceğim bir müddeâyı beyan ediyorum. Şöyle ki:

Şu dünyanın bir ömrü, ve şu dünyadaki küre-i arzın dahi ondan kısa diğer bir ömrü, ve küre-i arzda yaşayan nev-i insanın daha kısa bir ömrü vardır. Bu birbiri içinde üç nevi mahlûkatın ömürleri, saatin içindeki dakika, saniye, saatleri sayan çarkların nisbeti gibidir. Nev-i insanın ömrü, küre-i arzın iki hareketiyle hasıl olan malûm eyyamla olduğu gibi, zîhayatın vücuduna mazhar olduğu zamandan itibaren, küre-i arzın ömrü ise merkez-i irtibatı olan şemsin hareket-i mihveriyesiyle hasıl olan eyyamla olması hikmet-i Rabbâniyeden uzak değildir. Ve dünyanın ömrü ise Şemsü’ş-Şümusun hareket-i mihveriyesiyle hasıl olan eyyâm iledir.

Şu halde nev-i insanın ömrü yedi bin sene eyyam-ı malûme-i arziyeyle olsa, küre-i arzın hayata menşe olduğu zamandan, harabiyetine kadar, eyyam-ı şemsiye ile iki yüz bin seneden geçer. Ve Şemsü’ş-Şümusa tâbi ve âlem-i bekadan ayrılıp küremize bakan dünyaların ömrü -Şemsü’ş-Şümusun işarât-ı Kur’âniyeyle herbir günü 50.000 (elli bin) sene olmasıyla- yedi bin sene, o eyyâmla yüz yirmi altı milyar (126.000.000.000) sene yaşarlar. Demek, eyyâm-ı şer’iye tâbir ettiğimiz eyyâm-ı Kur’âniyede bunlar dahil olabilirler.

Evet, semâvât ve arzın Hâlıkı, semâvât ve arza bakan bir kelâmıyla semâvât ve arzın sebeb-i hilkati ve çekirdek-i aslîsi ve en mükemmel âhir meyvesi olan bir zâta hitabında, o eyyamları istimal etmek, Kur’ân’ın ulviyetine ve muhatabın kemâline yakışır ve ayn-ı belâgattir.

وَالْعِلْمُ عِنْدَ اللّٰهِ وَاللّٰهُ اَعْلَمُ بِاَسْرَارِ كِتَابِهِ
رَبَّنَا لاَ تُؤَاخِذْنَا اِنْ نَسِينَا اَوْ اَخْطَاْناَ

Said Nursî

• • •
https://sorularlarisale.com/risale-i-nur-kulliyati/barla-lahikasi/250/250

*****

YUKARIDAKİ MEKTUBUN İZAHI:

🌙 I. Genel Muhteva ve Özeti
Bediüzzaman, bir suale cevap verirken Kur’ân’ın 6666 ayetinin, onun nurlu hükmünün 6666 “ilâhî yıl” boyunca yeryüzünde süreceğine işaret ettiğini söyler.
Bu iddiayı açıklamak için üç esas ortaya koyar:
1. Esas: Hakikat-i Muhammediye ve Hakikat-i Kur’âniye’nin zinciri
• Nur-u Muhammedî (a.s.m.) ilk yaratılış nurudur; tüm peygamberler ondan feyiz almıştır.
• Kur’ân hakikati de, Hz. Âdem’den beri gelen bütün suhuf (sayfalar) ve kitapların özüdür.
• Yani Kur’ân, önceki bütün semavî kitapların bir hulâsası, en mükemmel nüshasıdır.
• Bu sebeple, hakikat-i Kur’âniye Hz. Âdem’den kıyamete kadar çeşitli perdeler altında (yani değişen şeriatlar ve peygamberler vasıtasıyla) yayıla yayıla gelmiştir.
• Fetret-i mutlak (vahyin tamamen kesildiği ara dönem) çıkarıldığında, bu nurun yaklaşık 6666 yıl boyunca dünyada hüküm süreceğini bildirir.
2. Esas: “Eyyâm-ı Şer’îye”nin farklı boyutları
Burada “eyyâm” (günler) kelimesinin Allah katındaki anlamı açıklanır:
• Kur’ân’da geçer:
“…Rabbinin katında bir gün, sizin saydığınız bin yıl gibidir.” (Secde, 5)
“Melekler ve Ruh, O’na elli bin sene kadar olan bir günde yükselirler.” (Meâric, 4)
• Yani “gün” kavramı, sadece dünya ölçüsündeki 24 saat değildir.
• Dünyanın kendi ekseninde dönüşü → 1 gün (dünya günü)
• Dünyanın güneş etrafında dönmesi → 1 yıl (dünya yılı)
• Güneşin kendi ekseninde dönüşü → “güneş günü” (yaklaşık 25 gün)
• Şemsü’ş-Şümus (güneşlerin güneşi) olarak anılan merkez yıldızın dönüşü → 50.000 yıllık “ilâhî gün” olabilir.
Dolayısıyla, eyyâm-ı şer’îye dediğimiz ilâhî günler, birkaç saatten elli bin seneye kadar uzanabilir.
Bu yüzden “Âdem’den kıyamete kadar 7000 yıl” hadisi, bizim zaman ölçümüzle değil, Allah katındaki farklı “eyyâm” ölçüsüyle olabilir.
3. Esas: İnsan, Dünya ve Kâinatın Ömrü
Bediüzzaman burada üç katlı bir zaman ölçüsü ortaya koyar:
• İnsanın ömrü, dünyanın kendi hareketleriyle ölçülür (yani bize göre gün ve yıl).
• Dünyanın ömrü, güneşin mihveri (ekseni) üzerindeki dönüşüyle ölçülür.
Bu da yaklaşık 200.000 yıl eder.
• Kâinatın ömrü, Şemsü’ş-Şümus’un (galaksiler merkezindeki büyük yıldızlar sisteminin) hareketiyle ölçülür.
Her bir günü elli bin yıl kabul edilirse, kâinatın ömrü yaklaşık 126 milyar yıl kadar olabilir.
Bu, kozmik ölçekte zamanın farklı işlediğini gösterir.
Her bir “gün”, bağlı bulunduğu sistemin büyüklüğüne göre farklı bir uzunlukta olur.

🌟 II. “Rabbu’ş-Şi’râ” Nedir?
Kur’ân’daki Ayet:
وَأَنَّهُ هُوَ رَبُّ الشِّعْرَىٰ
“Ve doğrusu, Şi’râ yıldızının Rabbi de O’dur.” (Necm, 49 )
İzahı:
• Şi’râ, Arapların Sirius adını verdiği çok parlak bir yıldızdır.
• Gökyüzündeki en parlak yıldızdır.
• Bizim Güneşimizden yaklaşık 25 kat daha parlaktır.
• Eski cahiliye Arapları Şi’râ yıldızına taparlardı.
Bu ayet, onların şirk inancını reddederek, “O yıldızın Rabbi de Allah’tır” buyurur.
• Bediüzzaman, bu yıldızın Kur’ân’da anılmasını “şemsimizden büyük bir yıldız olduğu” için önemli görür.
Ve “Şi’râ” gibi büyük yıldızların da kendi mihverlerinde devrettiklerini, onların her bir “gün”ünün binler, milyonlar sene olabileceğini söyler.
Yani “Rabbu’ş-Şi’râ” tabiri, hem tevhidin ilanı (tapınmayı reddeder) hem de kâinatın genişliğine bir işaret olarak zikredilmiştir.
Kur’ân bu tarz ifadelerle, zamanın ve varlığın genişliğini bildirmektedir.

🌌 III. Netice (Bediüzzaman’ın vardığı mana)
• Kur’ân’ın 6666 ayeti, onun cihanşümul hükmünün 6666 “ilâhî yıl” süreceğini ima eder.
Yani, İslâmiyet ve Kur’ân’ın nuru, farklı perdeler altında uzun çağlar boyunca sürecektir.
• “Eyyâm-ı Şer’îye”, bizim bildiğimiz günlerle sınırlı değildir; Allah katında çok farklı “zaman boyutları” vardır.
• İnsanın ömrü – dünyanın ömrü – kâinatın ömrü arasında, saatin içindeki dişliler gibi orantılı bir düzen vardır.
• İnsan: birkaç bin yıl,
• Dünya: yüzbinler yıl,
• Kâinat: milyarlarca yıl.
• Bu düzen, Allah’ın kudretinin büyüklüğünü ve Kur’ân’ın hitabının ulviyetini gösterir.

🕊️ Son Cümle (Bediüzzaman’ın duası)
وَالْعِلْمُ عِنْدَ اللّٰهِ وَاللّٰهُ اَعْلَمُ بِاَسْرَارِ كِتَابِهِ
“İlim Allah katındadır. Allah, Kitabının sırlarını en iyi bilendir.”
Bu ifadeyle Bediüzzaman, bu kozmik sırların tam açıklığının ancak Allah’a ait olduğunu, kendisinin sadece bir tefekkür penceresi açtığını belirtir.
🔹 Kısaca:
• Kur’ân’ın 6666 ayeti, Kur’ân’ın dünya üzerindeki hüküm süresine bir remizdir.
• “Eyyâm-ı Şer’îye” (ilâhî günler), bizim ölçümüzle değil, Allah katındaki ölçülerle anlaşılır.
• “Rabbu’ş-Şi’râ”, Sirius yıldızının Rabbi, yani en büyük yıldızların bile Allah’ın emrinde olduğunu ilan eder.
• Dünya, insan ve kâinatın ömürleri, birbirine bağlı zaman dişlileri gibidir.
• Son hüküm: Zamanın da mülkün de sahibi Allah’tır.

********

Eyyâm-ı Şer’îye – İlâhî Günler ve Kâinatın Ömrü

Bediüzzaman Said Nursî, Kur’ân’daki ayetlerin sayısı olan altı bin altı yüz altmış altı (6666) adedinin, Kur’ân’ın dünya üzerindeki hüküm süresine işaret ettiğini ifade eder. Bu işaret, Kur’ân’ın nurlarının altı bin altı yüz altmış altı “ilâhî gün” müddetince, yani çok uzun zamanlar boyunca, yeryüzünde farklı perdeler altında hüküm süreceğini gösterir.
Bu mesele anlaşılabilmek için, “eyyâm-ı şer’îye” yani “ilâhî günler” kavramını doğru anlamak gerekir. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm’de geçen “gün” kelimesi, yalnızca bizim bildiğimiz yirmi dört saatlik zaman dilimini ifade etmez. Allah katındaki “gün”ler, mahlûkatın büyüklüğüne ve kâinatın düzenine göre farklı uzunluklarda olabilir.

İnsanın, Dünyanın ve Kâinatın Ömrü
Bediüzzaman, kâinattaki zaman tabakalarını bir saat misaliyle açıklar. Nasıl bir saatte saniye, dakika ve saat dişlileri birbirine bağlı olarak dönüyorsa; insanın, dünyanın ve kâinatın ömürleri de birbirine nispetli şekilde birbirine bağlıdır.
Birinci olarak, insanın ömrü dünya günleriyle ölçülür. Hz. Âdem’den kıyamete kadar olan insanlık tarihi, rivayetlere göre yedi bin sene civarındadır. Bu, bizim bildiğimiz yedi bin dünya yılı demektir.
İkinci olarak, dünyanın ömrü güneşin kendi ekseni üzerindeki dönüşüyle ölçülür. Yani dünya, hayatın başladığı zamandan kıyamete kadar geçen zamanı, “güneş günleri”ne göre yaşar. Güneşin bir günü, yaklaşık yirmi beş dünya gününe denktir. Bu ölçüyle dünyanın ömrü, iki yüz bin dünya yılı kadar olabilir.
Üçüncü olarak, kâinatın ömrü, “Şemsü’ş-Şümus” yani güneşlerin güneşi hükmünde olan merkezî yıldız sistemlerinin hareketiyle ölçülür. Kur’ân’da “Bir gün, sizin saydığınız elli bin sene gibidir” (Meâric, 4) buyurulur. Bu ölçüye göre, kâinatın ömrü yüz yirmi altı milyar dünya yılı kadar sürebilir.
Bu üç tabaka, yani insan, dünya ve kâinat zamanı; birbiri içinde dönen dişliler gibidir. Her biri, bir üstündekine bağlı şekilde devreder.

Eyyâm-ı Şer’îye’nin (İlâhî Günlerin) Mahiyeti
“Eyyâm-ı Şer’îye”, yani “şer’î günler” tabiri, yalnız dünya zamanına mahsus değildir. Kur’ân’da geçen şu ayetler, bu hakikati beyan eder:
“Sonra Allah’a, sizin saydığınız bin yıl kadar bir günde yükselir.” (Secde, 5)
“Melekler ve Ruh, O’na elli bin sene kadar olan bir günde yükselir.” (Meâric, 4)
Bu ayetler gösteriyor ki, Allah katında bir “gün”, bizim ölçülerimizle binlerce, hatta on binlerce seneye denk gelebilir. O hâlde, “Âdem’den kıyamete kadar yedi bin sene” rivayeti de bu ilâhî günlerin bir ifadesidir; bizim takvimimize göre değil, Allah katındaki “eyyâm” ölçüsünedir.
Bediüzzaman, bu hakikati şöyle açıklar:
“Eyyâm-ı şer’iyenin, dört saatten elli bin seneye kadar hükmü ve şümulü vardır.”
Yani “ilâhî günler”, mahlûkatın seviyesine göre genişleyen zaman daireleridir.

Rabbu’ş-Şi’râ – Sirius Yıldızının Rabbi
Kur’ân-ı Kerîm, Necm Sûresi’nin 49. âyetinde şöyle buyurur:
“Ve doğrusu, Şi’râ yıldızının Rabbi de O’dur.”
وَأَنَّهُ هُوَ رَبُّ الشِّعْرَىٰ
“Şi’râ”, bugünkü astronomi ilmine göre Sirius yıldızıdır. Göklerin en parlak yıldızıdır ve güneşimizden yaklaşık yirmi beş kat daha parlaktır. Cahiliye devrinde bazı Arap kabileleri bu yıldıza taparlardı. Bu ayet, onların yanlış inançlarını reddederek, o büyük yıldızın dahi Allah’ın kudreti altında olduğunu beyan eder.
Bediüzzaman, Kur’ân’ın bu ifadeyi kullanışındaki hikmete dikkat çeker. Ona göre Şi’râ yıldızı, “Şemsü’ş-Şümus” türünden yani güneşlerden daha büyük yıldızlardan biridir. Kur’ân’da bu yıldızın zikredilmesi, hem Allah’ın yüceliğini, hem de kâinatın büyüklüğünü gösterir. Aynı zamanda zamanın farklı boyutlarda işlediğine de bir işarettir. Çünkü o yıldızların bir “günü”, bizim binlerce yılımız kadar olabilir.

6666 Ayet ve 6666 İlâhî Yılın İşareti
Bediüzzaman’a göre Kur’ân’daki 6666 ayet, yalnız sayısal bir bilgi değildir. Bu sayı, Kur’ân’ın **nurlarının yeryüzünde hüküm süreceği 6666 “ilâhî yıl”**a da işaret eder. Yani Kur’ân, farklı devirlerde, farklı suretlerde ve perdeler altında hakikatini neşretmeye devam edecektir.
Bu 6666 yıl, bizim takvimimizle değil, “eyyâm-ı şer’îye” denilen Allah katındaki zaman ölçüsüyledir. O hâlde bu işaret, Kur’ân’ın nurunun, kıyamete kadar sürecek olan uzun mânevî hâkimiyetine bir remizdir.
Sonuç ve Hikmet
Netice olarak, insanın ömrü, dünyanın ömrü ve kâinatın ömrü birbiriyle bağlantılıdır. Her biri, Allah’ın kudretine göre tayin edilmiş zaman daireleri içinde döner. Kur’ân-ı Kerîm, yalnız dünya merkezli bir kitap değildir; bütün kâinatı kuşatan bir kelâm-ı ezelîdir.
Kur’ân’da geçen “Rabbu’ş-Şi’râ” gibi ifadeler, hem tevhidin yüceliğini hem de kâinatın büyüklüğünü beyan eder. Zaman, Allah katında izafîdir; mahlûkata göre değişir. Bu sebeple “eyyâm-ı şer’îye” kavramı, bizim sınırlı ölçülerimizi aşan bir mânâ taşır.
Bediüzzaman, bu derin hakikatleri beyan ettikten sonra şu cümleyle meseleyi tamamlar:
“İlim Allah katındadır. Allah, Kitabının sırlarını en iyi bilendir.”
وَالْعِلْمُ عِنْدَ اللّٰهِ وَاللّٰهُ اَعْلَمُ بِاَسْرَارِ كِتَابِهِ
Bu ifadeyle, böyle yüksek meselelerin tam mahiyetini yalnız Allah’ın bileceğini, insanların ise ancak işaretlerden bir kısmını idrak edebileceğini bildirir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
24/10/2025




Kur’an’ın Kendi Kendini Tefsiri: Ayetler Arası Bütünlüğün Temsillerle İzahı

Kur’an’ın Kendi Kendini Tefsiri: Ayetler Arası Bütünlüğün Temsillerle İzahı

​Giriş
​Kur’an-ı Kerim, Allah Teâlâ’nın cihanşümul ve ebedî bir hitabıdır. O, lafzı ve manasıyla bir bütün teşkil eden, ayetleri, sureleri ve hatta kelimeleri arasında fevkalade bir insicam ve tenasüp bulunan mucizevî bir kitaptır. Bu bütünlüğün en mühim isbatlarından biri, “القرآن يفسر بعضه بعضا” (Kur’an’ın bir kısmı diğer bir kısmını tefsir eder) kaide-i esasiyesidir. Bu kaide, Kur’an’ın anlaşılmasında haricî kaynaklardan evvel yine Kur’an’ın kendi metnine müracaat edilmesi gerektiğini ifade eder. Allah Teâlâ, kullarının idrak seviyesini nazar-ı itibara alarak, en derin ve mücerret (soyut) hakikatleri, zihinlerde somut ve kalıcı tesirler bırakacak şekilde “temsiller” yani misaller, kıssalar ve teşbihler vasıtasıyla izah etmiştir. Bu temsiller, Kur’an’ın farklı yerlerinde geçen mücmel (özet) ifadeleri tafsil eder, umumî (genel) hükümleri tahsis eder ve müteşabih (manası kapalı) ayetlere bir ışık tutar.
​Bu makale, Kur’an’ın bu kendi kendini tefsir etme hususiyetinin, bilhassa temsil sanatı üzerinden nasıl tezahür ettiğini misallerle ortaya koymayı gaye edinmektedir.
​1. Temel Esas: Ayetlerin Birbirine Şahitliği
​Kur’an-ı Kerim’in ayetleri, bir zincirin halkaları gibi birbirine bağlıdır. Bir ayette kapalı veya kısa bir şekilde ifade edilen bir mana, başka bir suredeki ayetle veya bir temsilî kıssa ile açılır ve vuzuha kavuşur. Bu durum, metnin beşer üstü bir kaynaktan geldiğinin en kuvvetli delillerindendir. Zira yirmi üç senelik bir nüzul sürecinde, farklı hadiselerin ve ihtiyaçların hâsıl olduğu bir zamanda indirilen ayetler arasında bu denli bir ahenk ve bütünlük olması, ancak her şeyi ilmiyle ihata eden bir Zât’ın kelâmı olmakla mümkündür.
​Temsiller, bu ilahî pedagojinin en latif ve en tesirli vasıtalarıdır. Onlar, aklı ikna ederken kalbi de teskin eden, en avam insandan en has alime kadar her tabakaya hitap eden hikmetli pencerelerdir.

​2. Misallerle Temsillerin Tefsir Gücü
​Kur’an’ın külli yapısı içinde temsillerin nasıl birer tefsir vasıtası olduğunu şu misallerle daha yakından görebiliriz:
​a) İman ve Küfrün Mahiyeti: Nur ve Zulûmat Temsili
​Allah Teâlâ, hidayet ve dalalet gibi mücerret hakikatleri, herkesin müşahade ettiği ışık ve karanlık temsiliyle izah eder. “İman” bir nur, “küfür” ise kat kat karanlıklardır. Bu temel temsil, birçok ayetin anlaşılmasında anahtar vazifesi görür.
​Mesela Bakara Suresi’nde şöyle buyrulur:
​”Allah, iman edenlerin velîsidir; onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Küfredenlerin velîleri ise tâğuttur, onları aydınlıktan karanlıklara çıkarırlar. İşte bunlar cehennemliklerdir, orada devamlı kalırlar.” (Bakara 2:257)

​Bu ayette geçen “karanlıklar” (zulûmat) ve “aydınlık” (nur) ifadelerinin mahiyeti nedir? Bu sorunun cevabını, Kur’an’ın en parlak temsillerinden biri olan Nur Ayeti tefsir eder:
​”Allah, göklerin ve yerin nûrudur. O’nun nûrunun temsili, içinde lamba bulunan bir kandillik gibidir. O lamba bir sırça içindedir; o sırça, sanki inciden bir yıldızdır. Bu lamba, ne doğuya ne de batıya ait, bereketi bol bir zeytin ağacından yakılır. Neredeyse ateşe değmese de yağı ışık verir. Işığı pırıl pırıldır. Allah dilediği kimseyi nûruna iletir. Allah insanlar için temsiller getirir. Allah her şeyi bilir.” (Nur 24:35)

​Bu ayet, hidayetin ve imanın ne kadar parlak, safi ve katmanlı bir hakikat olduğunu; bir mü’minin kalbinin, ilahî nur ile aydınlanmış bir kandil gibi olduğunu tasvir eder. Böylece Bakara Suresi’ndeki “aydınlığa çıkarma” fiilinin ne manaya geldiği, bu muhteşem temsil ile zihinlerde canlanır. İman, sadece bir inanç değil, kalbi ve hayatı aydınlatan katmanlı bir nurdur.

​b) İnfakın Bereketi: Bir Tohum Temsili
​Kur’an, Allah yolunda yapılan harcamanın (infak) zayi olmayıp, bilakis kat kat fazlasıyla geri döneceğini beyan eder. Bu mücerret vaadi, ziraat hayatından alınan canlı bir temsil ile tefsir eder:
​”Mallarını Allah yolunda harcayanların durumu, her başağında yüz dane olmak üzere yedi başak veren bir danenin durumu gibidir. Allah dilediğine kat kat verir. Allah’ın lutfu geniştir, O her şeyi bilir.” (Bakara 2:261)

​Bu ayet, infakın neticesini bir çiftçinin anlayacağı kesinlikte ve bir yatırımcının göreceği netlikte izah eder. Atılan bir tohumun yedi yüz misliyle geri dönmesi gibi, ihlasla verilen bir sadakanın da Allah katındaki karşılığının ne kadar bereketli olduğu tasvir edilir. Bu temsil, “Allah dilediğine kat kat verir” şeklindeki umumî ifadeyi, somut ve çarpıcı bir misalle tefsir etmiş olur.

​c) Allah’tan Başkasına Güvenmenin Acizliği: Örümcek Evi Temsili
​Tevhid akidesinin zıddı olan şirk, yani Allah’tan başka varlıklara sığınma ve onlardan medet umma fikrinin ne kadar çürük ve temelsiz olduğunu Kur’an, son derece beliğ bir temsil ile izah eder:
​”Allah’tan başka velîler edinenlerin durumu, kendine bir ev edinen örümceğin durumu gibidir. Halbuki evlerin en çürüğü şüphesiz örümcek ağıdır. Keşke bilselerdi!” (Ankebût 29:41)

​Bu ayet, Allah’ın kudreti haricinde bir güce dayanmanın, en hafif bir rüzgârla dahi dağılıp gidecek bir örümcek ağına sığınmaktan farksız olduğunu gösterir. Bu temsil, şirkin mantıksızlığını ve acizliğini ispatlamak için haricî delillere ihtiyaç bırakmaz. Temsilin kendisi, en kuvvetli tefsirdir. Şirkin ne olduğunu anlatan diğer bütün ayetler, bu temsilin sunduğu zihnî çerçeve içinde daha net bir şekilde anlaşılır.

​3. Risale-i Nur Nazarında Temsil Metodu
​Asrımızın idrakine Kur’an’ın imanî hakikatlerini ders veren Risale-i Nur Külliyatı, Kur’an’ın bu temsilî izah metodunu esas almıştır. Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, en derin imanî ve felsefî meseleleri, “temsilî hikâyecikler” vasıtasıyla izah ederek anlaşılmalarını kolaylaştırmıştır. O’na göre temsiller, hakikatlerin dürbünüdür; uzak ve mücerret hakikatleri yakınlaştırıp müşahhas hale getirirler.

​ Risale-i Nur, Kur’an’ın kendi kendini tefsir etme prensibinin, temsil yoluyla nasıl işlediğini gösteren parlak bir misaldir.
​Netice
​Kur’an-ı Kerim, kendi içinde kapalı, anlaşılmaz bir metin değildir. Bilakis, ayetleri birbirini aydınlatan, mücmelini mufassalıyla, müteşabihini muhkemiyle açıklayan, canlı ve dinamik bir yapıya sahiptir. Bu yapının en mühim unsurlarından biri olan temsiller, ilahî hikmetin birer tecellisi olarak, en derin manaları en sade ve en tesirli surette izah ederler. Bir ayetteki hakikatin kilidini, başka bir suredeki bir temsil açar. Bu durum, Kur’an’ın her bir parçasının, bütünün manasına hizmet ettiğini ve onun Allah kelâmı olduğunu tereddütsüz bir şekilde ispat eder. Kur’an’a bu külli nazarla bakıldığında, her bir temsilin, aslında büyük bir hakikat sarayının kapısını açan hikmetli bir anahtar olduğu görülecektir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
23/10/2025

 

 




Sayısal Beşerî Bilimler Işığında Tefsir Geleneğine Bakış

Sayısal Beşerî Bilimler Işığında Tefsir Geleneğine Bakış: Seçilmiş Müfessirlerin Yorumlarının Dijital Bir Platform Üzerinden Mukayeseli Tahlili

​Özet
​Kur’an-ı Kerim tefsir geleneği, on dört asrı aşan zengin birikimiyle İslam düşünce tarihinin en mühim hazinelerinden biridir. Taberî’den Râzî’ye, Zemahşerî’den Elmalılı’ya ve asrımızın ihtiyaçlarına cevap veren Risale-i Nur gibi eserlere kadar her bir tefsir, kendi döneminin ilmî, kelâmî ve içtimaî atmosferini yansıtan bir ayna vazifesi görmüştür. Bu zengin külliyatı geleneksel metotlarla mukayeseli olarak tahlil etmek, bir araştırmacının ömrünü aşabilecek bir gayreti gerektirmektedir. Bu makale, sayısal beşerî bilimlerin sunduğu imkânları kullanarak, tarih boyunca yazılmış temel tefsirlerin dijital bir platform üzerinde nasıl mukayese edilebileceğini ve bu usûlün tefsir tarihindeki metodolojik ayrımları, fikrî devamlılıkları ve özgün yorumları ortaya çıkarmadaki potansiyelini ele almaktadır. Örnek bir vaka tahlili olarak Ayetü’l-Kürsî (Bakara, 255) ayetine getirilen yorumlar merkeze alınarak, bu yaklaşımın sağlayacağı derûnî ve bütüncül bakış açısı tasvir edilecektir.
​1. Giriş
​Kur’an-ı Kerim, nazil olduğu andan itibaren anlaşılma ve yorumlanma faaliyetlerinin merkezinde yer almıştır. Bu faaliyetler neticesinde ortaya çıkan ve “tefsir” olarak isimlendirilen ilmî gelenek, hem vahyin manasını sonraki nesillere aktarma mesuliyetini üstlenmiş hem de her asrın idrakine uygun cevaplar üreterek İslam düşüncesinin canlılığını temin etmiştir. Tefsirler, sadece ayetlerin lügavî manalarını açıklayan metinler değil, aynı zamanda müfessirin metodolojisini, meşrebini, kelâmî duruşunu ve yaşadığı devrin meselelerine bakış açısını yansıtan çok katmanlı yapıtlardır.
​Tefsir külliyatının bu zenginliği ve hacmi, mukayeseli çalışmalar için ciddi zorluklar barındırmaktadır. Bir müfessirin belirli bir ayete getirdiği yorumu, diğer onlarca müfessirin yorumuyla külli bir şekilde karşılaştırmak, kaynak kullanımındaki ortak ve farklı noktaları tesbit etmek, lafız ve mana tahlillerindeki incelikleri yan yana görmek, muazzam bir emek ve zaman gerektirir. İşte bu noktada, günümüz teknolojisinin sunduğu dijital platformlar ve metin tahlili yazılımları, bu zorluğun üstesinden gelmek için yeni ve kuvvetli bir vasıta sunmaktadır.
​Bu çalışma, önde gelen müfessirlerin (Taberî, Zemahşerî, Fahreddin er-Râzî, Elmalılı M. Hamdi Yazır) ve imanî hakikatleri tefsir eden Risale-i Nur Külliyatı’nın yorumlarını, tasavvur edilen dijital bir zemin üzerinde nasıl bir araya getirip tahlil edebileceğimizi ve bu tahlilin tefsir usûlü araştırmalarına ne gibi yeni açılımlar getirebileceğini incelemeyi gaye edinmektedir.

​2. Mukayeseye Esas Alınan Tefsirler ve Metodolojik Çerçeveleri
​Mukayeseli tahlilin sıhhati, seçilen örneklerin tefsir geleneğindeki farklı ana damarları temsil etme kabiliyetine bağlıdır. Bu açıdan seçilen isimler şu metodolojik ayrımları temsil etmektedir:
• ​İbn Cerîr et-Taberî (ö. 310/923) – Rivayet Tefsirinin Zirvesi: Tefsirlerin “babası” olarak kabul edilen Taberî, Câmi’u’l-Beyân adlı eserinde ayetleri primarily Peygamberimiz (s.a.v), Sahabe ve Tabiin’den gelen rivayetlerle tefsir eder. Metodolojisi, nakle dayalı ve isbatı önceleyen bir yapıdadır.
• ​Zemahşerî (ö. 538/1144) – Dirayet ve Belağat Odaklı Tefsir: el-Keşşâf adlı eseriyle tanınan Zemahşerî, Kur’an’ın i’câzını (mucizevî yönünü) belağat ve lügat ilimleri çerçevesinde tahlil etmiştir. Mu’tezilî kelâm mektebine mensup olması, yorumlarına bu açıyı da yansıtmıştır.
• ​Fahreddin er-Râzî (ö. 606/1210) – Kelâmî ve Felsefî Tefsir: “İmamü’l-müşekkikîn” (şüphecilerin imamı) lakabıyla da anılan Râzî, Mefâtîhu’l-Gayb (et-Tefsîrü’l-Kebîr) adlı devasa eserinde ayetleri aklî ve kelâmî delillerle, felsefî meselelerle bağlantı kurarak tefsir etmiş, muhtemel bütün sualleri sorup cevaplamaya çalışmıştır.
• ​Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır (ö. 1942) – Modern Dönem Sentezi: Hak Dini Kur’an Dili adlı tefsiri, klasik tefsir birikimini (hem rivayet hem dirayet) modern bilimsel ve felsefî gelişmelerin ışığında yeniden harmanlayan, Türkçe yazılmış en mühim tefsirlerden biridir. Kapsamlı ve dengeli bir usûle sahiptir.
• ​Bediüzzaman Said Nursî (ö. 1960) – Manevî ve İmanî Tefsir: Risale-i Nur Külliyatı, klasik tefsirler gibi ayetleri sırasıyla tefsir etmek yerine, Kur’an’ın imanî ve tevhidî hakikatlerini asrın getirdiği şüphe ve suallere karşı aklî ve kalbî isbatlarla açıklayan bir manevî tefsirdir. Ayetlerin lafzından ziyade, ruhuna ve gayesine odaklanır.

​3. Dijital Platformun Metodolojisi ve Örnek Tahlil: Ayetü’l-Kürsî
​Tasavvur edilen dijital platform, bu eserleri aynı arayüzde, ayet bazında senkronize bir şekilde sunmalıdır. Kullanıcı, bir ayeti seçtiğinde, ilgili ayetin bu beş farklı kaynaktaki yorumunu yan yana görebilmelidir. Platform, anahtar kelime arama, metin içi karşılaştırma ve tematik etiketleme gibi özelliklere sahip olmalıdır.
​Örnek Vaka: Bakara Suresi, 255. Ayet (Ayetü’l-Kürsî)
​Ayetin meali şöyledir:
​”Allah, O’ndan başka ilah yoktur; diridir, her şeyin varlığı O’na bağlı ve dayalıdır. Ne uykusu gelir ne de uyur. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nundur. O’nun izni olmadıkça katında kim şefaat edebilir? O, kullarının yaptıklarını ve yapacaklarını bilir. O’nun bildirdiklerinin dışında insanlar O’nun ilminden hiçbir şeyi tam olarak bilemezler. O’nun kürsüsü gökleri ve yeri içine alır, onları koruyup gözetmek O’na zor gelmez. O, yücedir, büyüktür.” (Bakara 2:255)

​Bu ayet üzerinden yapılacak mukayeseli tahlil, şu neticeleri ortaya çıkaracaktır:
• ​Taberî: Yorumunu “Allahü lâ ilâhe illâ hû” lafzının tefsirine dair Seleften gelen rivayetlerle başlatacaktır. Bilhassa “el-Hayy” (diri) ve “el-Kayyûm” (her şeyin varlığı O’na bağlı) sıfatlarının manası üzerinde duracak, “Kürsî” kelimesi hakkında İbn Abbas (r.a.) ve diğer Sahabeden gelen farklı rivayetleri (Kürsî’nin Allah’ın ilmi olduğu, Arş’ın önünde bir basamak olduğu vb.) senedleriyle birlikte sıralayacaktır. Yaklaşımı tamamen nakil merkezlidir.
• ​Zemahşerî: Ayetin belağat yönüne odaklanacaktır. Cümle yapısındaki zamirlerin kullanımı, “lâ te’huzühû sinetün velâ nevm” (Ne uykusu gelir ne de uyur) ifadesindeki nefyin (olumsuzlamanın) mükemmelliği ve Allah’ı her türlü noksanlıktan tenzih edişi üzerinde duracaktır. “Kürsî” kelimesini, Mu’tezilî meşrebine uygun olarak, Allah’a mekân isnat etmekten kaçınarak “O’nun ilmi, mülkü ve saltanatı” şeklinde mecazî bir mana ile tefsir etme eğiliminde olacaktır.
• ​Fahreddin er-Râzî: Tahliline kelâmî bir soruyla başlayacaktır: “Allah’ın varlığının ve birliğinin delilleri nelerdir?” Ayetteki her bir sıfatı (“el-Hayy”, “el-Kayyûm”) aklî delillerle ispatlamaya girişecek, felsefecilerin ve diğer kelâm ekollerinin görüşlerini zikredip tenkit edecektir. “Kürsî” bahsinde, Taberî’nin zikrettiği rivayetleri aktardıktan sonra bu rivayetlerin aklî ve felsefî açıdan tahlilini yapacak, muhtemel bütün ihtimalleri (cisim olup olmadığı, mahiyeti vb.) uzun uzadıya tartışacaktır. Onun tefsiri, aklî bir istidlal (delil çıkarma) yöntemidir.
• ​Elmalılı Hamdi Yazır: Önceki üç müfessirin birikimini bir potada eritecektir. Ayetin lügavî ve belağî yönlerini Zemahşerî’den istifade ederek açıklayacak, Taberî’nin naklettiği rivayetlere yer verecek ve Râzî’nin aklî tahlillerini özetleyerek sunacaktır. Bunlara ek olarak, modern felsefedeki panteizm gibi akımlara karşı ayetin tevhid dersini vurgulayacak, “Kayyûmiyet” sıfatının tabiat kanunları ve determinizm karşısındaki manasını asrın idrakine uygun bir dille izah edecektir.
• ​Risale-i Nur (Bediüzzaman Said Nursî): Ayeti baştan sona tefsir etmek yerine, ayetin ruhu olan “Kayyûmiyet” sırrını merkeze alacaktır. Örneğin, Sözler veya Lem’alar gibi bir eserde, bu ayeti zikrederek kâinattaki bütün varlıkların kendi başlarına var olamayacaklarını, her an varlıkta durabilmeleri için bir “Kayyûm-u Bâkî”ye muhtaç olduklarını ispat edecektir. “O’nun kürsüsü gökleri ve yeri içine alır” hakikatini, Allah’ın saltanatının ve hâkimiyetinin mutlak olduğunu, hiçbir şeyin O’nun idaresi haricinde kalamayacağını, dolayısıyla tabiatperestlik ve tesadüf gibi yanlış inançları temelden çürüten bir delil olarak kullanacaktır. Yaklaşımı, lafızdan ziyade imanı kuvvetlendiren mananın isbatı üzerinedir.
​4. Bulgular ve Değerlendirme
​Bu dijital mukayese, şu bulguları net bir şekilde ortaya koyacaktır:
• ​Devamlılık: Bütün müfessirler, ayetin ana mesajı olan Tevhid ve Allah’ın yüce sıfatları konusunda hemfikirdir. Sonraki müfessirler, öncekilerin birikiminden (bilhassa Taberî’nin rivayetlerinden) büyük ölçüde istifade etmiştir.
• ​Metodolojik Farklılaşma: Tefsir metodolojisindeki rivayet, dirayet, kelâmî ve manevî yaklaşımların farkı somut bir şekilde görülmektedir. Rivayetçi için en büyük delil Selef’in sözü iken, Râzî için aklî burhan, Zemahşerî için belağat, Bediüzzaman için ise imanî isbattır.
• ​Kavramsal Derinleşme: “Kürsî” gibi müteşabih bir kavramın, tefsir tarihi boyunca nasıl farklı anlayışlara (somut bir varlık, ilim, mülk) konu olduğu ve her müfessirin kendi meşrebine göre birini nasıl tercih ettiği açıkça izlenebilir.
​5. Sonuç
​Tefsir geleneğinin devasa külliyatını dijital bir platform üzerinde mukayeseli olarak tahlil etme imkânı, bu sahada çalışan araştırmacılar için yeni bir devrin kapısını aralamaktadır. Bu yaklaşım, sadece metinler arasındaki farklılık ve benzerlikleri göstermekle kalmaz, aynı zamanda İslam düşünce tarihinin seyrini, kavramların zaman içindeki yolculuğunu ve her bir alimin Kur’an metniyle kurduğu özgün ve derin münasebeti anlamak için de paha biçilmez bir vasıta sunar. Bu teknolojik imkânlar, asla alimin nazarının ve hikmetinin yerini tutamaz; ancak o nazara daha geniş, daha süratli ve daha külli bir bakış açısı kazandıracak mübarek bir hizmetkâr olabilir. Nihayetinde bu tür çalışmalar, Kur’an’ın her asra ve her idrake hitap eden mucizevî beyanının bir başka isbatı olacaktır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
23/10/2025




Kur’an Metninin Derûnî Yapısının Keşfinde Yeni Bir Ufuk: Büyük Veri Analizi ile Kavram Ağlarının Haritalanması

Kur’an Metninin Derûnî Yapısının Keşfinde Yeni Bir Ufuk: Büyük Veri Analizi ile Kavram Ağlarının Haritalanması

​Özet
​Kur’an-ı Kerim, nazil olduğu günden bu yana sayısız tefsire, şerhe ve tetkike konu olmuş, her asrın idrakine hitap eden mana katmanlarını müfessirlere açmış bir hidayet rehberidir. Geleneksel tefsir usûlleri, metnin lügavî, tarihî ve fıkhî yönlerini derinlemesine incelerken, beşerî hafızanın ve nazarın sınırları dahilinde kalmıştır. Günümüzde teknolojinin sunduğu sayısal imkânlar, bilhassa Büyük Veri (Big Data) analizi ve metin teknikleri, Kur’an metninin bütününe şamil, daha önce mümkün olmayan geniş ölçekli analizler yapma fırsatı sunmaktadır. Bu makale, Büyük Veri analizi kullanılarak Kur’an’daki temel kavramların birbiriyle olan münasebetlerinin bir ağ haritası şeklinde nasıl çıkarılabileceğini, bu yaklaşımın geleneksel ilimlere nasıl yeni bir bakış açısı kazandırabileceğini ve bu sahanın potansiyel faydaları ile muhtemel zorluklarını ele almaktadır. Hususen “iman”, “sabır” ve “adalet” gibi merkezî kavramların metin içindeki diğer kelimelerle kurduğu bağlantı ağları incelenerek, Kur’an’ın derûnî mana örgüsüne dair ölçülebilir ve görsel isbatlar sunma imkânı ele alınacaktır.

​1. Giriş
​Allah kelâmı olan Kur’an-ı Kerim, lafzı ve manasıyla mucizevî bir yapıya sahiptir. Ayetler, sureler ve cüzler arasında zahirî ve derûnî bir tenasüp ve insicam mevcuttur. Müfessirler asırlar boyunca bu tenasübü ortaya çıkarmak için gayret göstermiş, ayetlerin siyak ve sibak (öncesi ve sonrası ile olan bağlantısı) ilişkilerini, kelimelerin etimolojik köklerini ve metin içindeki kullanım sıklıklarını dikkate alarak zengin bir tefsir külliyatı miras bırakmışlardır. Bu çalışmalar, ekseriyetle bir alimin veya bir ekolün nazarî derinliği ve tahkik gücüyle sınırlı kalmıştır.
​Teknolojinin gelişmesiyle ortaya çıkan “Sayısal Beşerî Bilimler” (Digital Humanities), metinleri sayısal veriler olarak ele alıp işlemeye imkân tanımıştır. Kur’an metni gibi İlahi bir metne bu usûllerle yaklaşmak, onun manasını basite indirmek veya haşa, mekanik bir yapıya hapsetmek manasına gelmez. Bilakis, bu usûller, metnin bütününde insan nazarının tek başına ihata edemeyeceği kadar geniş ve karmaşık olan kelime ve kavram münasebetlerini objektif verilerle ortaya koyarak müfessirin yorum gücüne destek olacak yeni bir vasıta sunmaktadır.
​Bu makalenin gayesi, Kur’an’ın yaklaşık 77.000 civarında kelimeden müteşekkil metnini bir “veri denizi” olarak kabul edip, bu denizde yer alan “iman”, “sabır”, “adalet” gibi anahtar kavramların hangi diğer kelime ve kavramlarla ne sıklıkta ve hangi surelerde bir arada zikredildiğini analiz ederek bir “kavram ağı haritası” çıkarmanın usûlünü ve neticelerini tasvir etmektir.

​2. Metodoloji: Kavram Ağlarının Sayısal Analizi
​Bu tür bir çalışma, birkaç temel teknolojik adımdan oluşur:
• ​Veri Hazırlığı (Metin Derlemi Oluşturma): Kur’an metninin harekelendirilmiş, güvenilir bir dijital versiyonu temel alınır. Metin; sure, ayet ve kelime bazında yapılandırılmış bir veri tabanına aktarılır. Her kelimenin kök (morfolojik) bilgisi de bu aşamada veriye eklenebilir. Bu, aynı kökten türeyen farklı kelimelerin (örneğin, ‘alim’, ‘ilim’, ‘malûm’) aynı kavramsal küme içinde değerlendirilmesine imkân tanır.
• ​Metin ve Doğal Dil İşleme (NLP): Belirlenen anahtar kavramların (düğüm noktaları) metnin tamamında geçtiği yerler tespit edilir. Ardından, bu kavramların geçtiği her ayette veya belirli bir kelime penceresi (örneğin, 5 kelime öncesi ve sonrası) içinde yer alan diğer bütün kelimeler ve bunların frekansları (tekrarlanma sayısı) hesaplanır. Bu işleme “birlikte kullanım analizi” (co-occurrence analysis) denir.
• ​Ağ Teorisi ve Görselleştirme: Elde edilen veriler, bir ağ grafiğine dönüştürülür.
• ​Düğümler (Nodes): Her bir kelime veya kavram bir düğüm olarak temsil edilir. Kavramın metindeki genel sıklığı veya merkezîliği, düğümün büyüklüğü ile orantılı olabilir.
• ​Bağlantılar (Edges): İki kavram arasındaki birlikte kullanım sıklığı, aralarındaki bağlantının kalınlığı ile temsil edilir. Sık sık birlikte kullanılan kavramlar arasında daha kalın ve güçlü bir bağlantı çizgisi bulunur.
​3. Uygulama Örneği: “İman”, “Sabır” ve “Adalet” Kavram Ağları
​Bu metodolojiyi varsayım olarak uyguladığımızda ortaya çıkması muhtemel haritaları tasvir edelim:
• ​”İman” Kavram Ağı:
• ​Haritanın merkezinde büyük bir “iman” düğümü yer alacaktır.
• ​Bu düğüme en kalın bağlantılarla bağlı olanlar muhtemelen “amel-i salih” (güzel iş), “Allah”, “ahiret”, “takva”, “mü’min” ve “hidayet” gibi kavramlar olacaktır. Bu durum, Kur’an’ın imanı sadece kalbî bir tasdik olarak değil, salih amellerle bütünleşen ve takvayı netice veren bir hayat biçimi olarak sunduğunu sayısal olarak isbat eder.
• ​Daha ince bağlantılarla “gaib”, “kitap”, “resûl”, “infak” gibi kelimelere uzanan kollar görülecektir. Bu da imanın gayba, kitaplara ve peygamberlere inanma şartlarını ve infak gibi pratik tezahürlerini gösterir.
• ​Zıt kutupta ise “küfür”, “nifak”, “zulüm”, “fısk” gibi kavramlarla zayıf veya menfi bir ilişki içinde olduğu görülecektir.
• ​”Sabır” Kavram Ağı:
• ​Merkezdeki “sabır” düğümünün en güçlü bağlantıları “musibet”, “imtihan”, “namaz”, “dua”, “sevap” ve “müjde” kelimeleriyle olacaktır. Bu, sabrın özellikle zorluklar ve imtihanlar karşısında tavsiye edildiğini ve namaz gibi ibadetlerle desteklenmesi gerektiğini nicel olarak ortaya koyar.
• ​ Bakara Suresi 155. ayette geçen, “Andolsun ki sizi biraz korku ve açlıkla, bir de mallar, canlar ve ürünlerden eksilterek deneriz. Sabredenleri müjdele.” ifadesi, bu ağdaki “imtihan”, “mal”, “can” ve “müjde” bağlantılarını doğrudan isbatlayan mükemmel bir misaldir.
• ​”Cennet”, “ecir” ve “felah” gibi kavramlara olan bağlantıları ise sabrın uhrevî karşılığını gözler önüne serer.
• ​”Adalet” (Adl ve Kıst) Kavram Ağı:
• ​”Adalet” düğümü, “hüküm”, “şahitlik”, “ölçü”, “terazi” (mizan), “emanet” ve “hak” gibi kavramlarla çok güçlü bir ilişki içinde olacaktır.
• ​Bu ağ, adaletin sadece mahkemelerdeki bir hükümden ibaret olmadığını; ticaret hayatındaki ölçüden, sosyal hayattaki şahitliğe ve emanete riayete kadar hayatın bütün sahalarını kuşatan bir fazilet olduğunu görselleştirir.
• ​”Zulüm”, “haddi aşma” (tuğyan) ve “heva” (nefsî arzular) gibi kelimelerle olan zıt bağlantısı, adaletin zıddının ne olduğunu net bir şekilde tanımlar.
​4. Potansiyel Faydalar ve Yeni Açılımlar
• ​Külli Bakış: Bu yaklaşım, Kur’an’ı lineer bir okumanın ötesinde, bütün sure ve ayetleriyle birbiriyle konuşan, yaşayan ve bütünleşik bir metin olarak görmeyi sağlar.
• ​Objektif Tespitler: Beşerî yorum ve meyil unsurlarını en aza indirerek, metnin kendi yapısından kaynaklanan kavramsal yakınlıkları ve uzaklıkları doğrudan gösterir. Bu, tefsir ve meal çalışmalarında bir nevi “sağlama” veya “isbat” vasıtası olarak kullanılabilir.
• ​Gizli Münasebetlerin Keşfi: İlk bakışta birbiriyle alakasız gibi görünen iki kavramın, üçüncü bir kavram üzerinden aslında ne kadar yakın bir münasebet içinde olduğu bu ağ haritaları sayesinde ortaya çıkarılabilir.
• ​Eğitimde Kolaylık: Kur’an’daki temel kavramları ve bunların birbirleriyle olan münasebetlerini öğretmede son derece etkili bir görsel eğitim materyali sunar.
​5. Zorluklar ve Tenkit Edilebilecek Yönler
​Bu yaklaşım ne kadar güçlü potansiyeller ihtiva etse de, bazı zorlukları ve sınırları da mevcuttur:
• ​Sayıların Manayı İhata Edememesi: Sayısal analiz, kelimelerin kullanım sıklığını ve birlikteliğini ölçebilir ancak bir kelimenin o bağlantı (kontekst) içindeki ince manasını, mecazî veya istiareli kullanımını tam olarak kavrayamaz. Belağat ve üslûp gibi unsurlar bu analizlerin dışında kalır.
• ​Teknik Kısıtlılıklar: Arapçanın morfolojik (sarf) ve sentaktik (nahiv) yapısının zenginliği, doğal dil işleme algoritmaları için ciddi bir zorluk teşkil etmektedir. Köklerin doğru tesbiti ve kelime anlamlarının ayırt edilmesi (polisemi) hassas bir çalışma gerektirir.
• ​İnsan Faktörünün Zarureti: Bu teknoloji, asla bir müfessirin veya alimin yerini alamaz. O, sadece ham veri ve görselleştirilmiş haritalar sunar. Bu haritaları mana ve hikmet süzgecinden geçirerek yorumlayacak, ayetlerin nüzul sebepleri ve tarihî arka plan gibi haricî bilgilerle birleştirecek olan yine de ilim sahibi insandır. Bu araçlar bir gaye değil, hakikate ulaşmada kullanılan birer vasıtadır.
​6. Sonuç
​Kur’an metnine Büyük Veri ve sayısal teknolojilerle yaklaşmak, geleneksel tefsir ilmine bir alternatif değil, onu tamamlayan ve yeni ufuklar açan mütemmim bir cüzdür. Kavram ağlarının haritalanması, Kur’an’ın kendi kendini tefsir eden mucizevî yönünü, kelimeler ve kavramlar arasındaki derûnî ahengi, insan nazarının ihata etmekte zorlanacağı bir genişlikte gözler önüne serme imkânı sunar. Bu metot, metnin lafız dokusunun arkasındaki mana örgüsünü daha objektif ve külli bir bakış açısıyla anlamak için güçlü bir başlangıç noktasıdır.
​Bu teknolojiler, soğuk ve ruhsuz birer sayı yığınından ibaret görülmemelidir. Bilakis, doğru bir niyet ve usûl ile kullanıldığında, Allah’ın kelâmındaki sonsuz hikmet ve insicamı daha derinden tefekkür etmek için akla ve kalbe birlikte hitap eden yeni pencereler açabilir. Nihai hedef, teknolojinin ışığında, Kur’an’ın hidayet nurundan daha fazla istifade etmenin yollarını aramaktır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
23/10/2025

 

 




Kur’ân-ı Kerîm’de Kelime Seçiminin Derûnî Manaları ve Bağlantılı İncelikleri: Bir Kelime Denemesi

Kur’ân-ı Kerîm’de Kelime Seçiminin Derûnî Manaları ve Bağlantılı İncelikleri: Bir Kelime Denemesi

​Özet
​Bu çalışma, Kur’ân-ı Kerîm’in lafzındaki mucizevî vechi tasvir etmeyi hedeflemektedir. Kur’ân, manalarının derinliği kadar, o manaları ifade için seçtiği kelimelerle de eşsiz bir yapıya sahiptir. Birbirine yakın manalar taşıyan kelimelerden (müteradifât) birinin, muayyen bir ayette neden özellikle tercih edildiği meselesi, tefsir ilminin en mühim bahislerinden biridir. “Kelime Arkeolojisi” olarak isimlendirdiğimiz bu usûl ile, kelimelerin kök manalarına, kullanıldıkları ayetin evveli ve ahiri (siyak ve sibak) ile olan derûnî bağlantısına ve bu seçimin ayetin umumî mesajına kattığı inceliklere odaklanılacaktır.
Bu makalede, havf/haşyet, ce’ale/halaka ve nazar/basar kelime çiftleri üzerinden tahliller yapılacak ve Kur’ân’ın kelime seçimindeki ilahî hikmet isbat edilmeye çalışılacaktır.

​Giriş
​Kur’ân-ı Kerîm, Allah Teâlâ’nın sonsuz ilim ve hikmetini yansıtan, hem manası hem de lafzıyla mucize olan bir kelamdır. Onun her bir ayeti, her bir kelimesi, hatta her bir harfi, en münasip yerde ve en latîf manayı ifade edecek şekilde yerleştirilmiştir. Bu sebeple, Kur’ân metnini sathî bir okuyuşla anlamak mümkün değildir; onun derûnî manalarına nüfuz edebilmek için lafızların arkasındaki hikmetleri aramak gerekir.
​İşte bu noktada “Kelime Arkeolojisi” adını verdiğimiz bir tefekkür ve tahlil usûlü devreye girer. Bu usûl, bir arkeoloğun toprağın katmanlarını dikkatle kaldırarak altındaki tarihî eseri ve o eserin bulunduğu tabaka ile olan alakasını keşfetmesi gibi, ayetteki bir kelimenin etimolojik aslından başlayarak, Kur’ân’ın bütünlüğü içindeki kullanımına ve bulunduğu ayetin bağlantısındaki hususi vazifesine kadar inen bir incelemeyi ifade eder. Müteradif (eş anlamlı) gibi görünen kelimeler arasındaki ince mana farklılıkları, bu incelemenin en kıymetli bulgularıdır. Zira bu farklılıklar, ayetin mesajını nasıl şekillendirdiğini ve ilahî muradın ne denli hassas bir beyan ile bizlere ulaştığını gösterir.
​Bu makalede, bu usûlü üç misal üzerinden tatbik edeceğiz.

​1. Tahlil: Korku ve Saygının İki Vechini Tasvir Eden Kelimeler: Havf (خوف) ve Haşyet (خشية)
​Arap lisanında “korku” manasına gelen pek çok kelime bulunmakla birlikte, Kur’ân’da en sık kullanılanlardan ikisi havf ve haşyettir. İlk nazarda aynı manaya geldikleri zannedilse de, aralarında mühim bir fark vardır ve Kur’ân bu farkı hassasiyetle gözetir.
• ​Havf (خوف): Genellikle zayıflıktan, bir zarara uğrama endişesinden veya sevilen bir şeyi kaybetme korkusundan kaynaklanan, daha umumî ve fıtrî bir korku halini ifade eder. Bu korku, kişinin kendisini korumaya yönelik tabii bir refleksidir. Azaptan, düşmandan, fakirlikten korkmak gibi durumlar için kullanılır. ​Mesela, Bakara Suresi’nde şöyle buyrulur: ​”Andolsun ki sizi biraz korku (şey’in mine’l-havfi) ve açlıkla, bir de mallar, canlar ve ürünlerden eksilterek deneriz. Sabredenleri müjdele.” (Bakara, 2/155) ​Burada kullanılan havf kelimesi, hayatın bir parçası olan, insanın fıtratında bulunan ve imtihanın bir unsuru olan umumî korku, endişe ve belirsizlik halini tasvir eder.

• ​Haşyet (خشية): Bu kelime ise, korkulan varlığın azametini, celalini ve büyüklüğünü bilmekten ve idrak etmekten neş’et eden, hürmet ve saygı ile karışık bir korkuyu ifade eder. Haşyet, cehaletten değil, marifetten (bilgiden) doğar. Bir âlimin, ilminin derinliği nisbetinde Allah’ın azametini idrak ederek O’na karşı duyduğu derin saygı ve titreme hali, haşyetin en güzel misalidir. ​Bu mananın en açık isbatı Fâtır Suresi’ndeki şu ayet-i kerimedir: ​”Göklerden ve yerden nice ürünler indirdiğimizi görmüyor musun? İnsanlardan, hayvanlardan ve davarlardan da yine böyle türlü renkte olanlar var. Kulları içinden ancak âlimler Allah’a karşı derûnî bir saygı ve korku (yahşa’llâhe) duyarlar. Şüphesiz Allah mutlak güç sahibidir, çok bağışlayandır.” (Fâtır, 35/28) ​
Ayette havf değil, haşyet kökünden gelen yahşâ fiilinin kullanılması fevkalade manidardır. Zira Allah’tan hakkıyla korkmanın, O’nun kudretini ve ilmini tefekkür eden “âlimler”e mahsus olduğu bildirilmektedir. Demek ki haşyet, ilim ve marifetle artan, sahibini daha yüksek bir kulluk mertebesine taşıyan faziletli bir korkudur. Havf ise daha ziyade nefsi korumaya yönelik fıtrî bir duygudur. Kur’ân’ın bu iki kelimeyi farklı bağlantılarda kullanması, korkunun dahi mertebeleri olduğunu ve imanın kemâliyle alakalı bir derinlik taşıdığını bizlere ders verir.

​2. Tahlil: Yaratmanın İki Ayrı Fiili: Halaka (خلق) ve Ce’ale (جعل)
​Kur’ân-ı Kerîm’de “yaratmak, yapmak, var etmek” gibi manalara gelen fiillerden en dikkat çekici ikisi halaka ve ce’aledir. Bu iki fiilin kullanımı asla rastgele değildir; her biri, var etmenin farklı bir mertebesine veya keyfiyetine işaret eder.
• ​Halaka (خلق): Bir şeyi yoktan, örneksiz ve benzersiz bir şekilde var etmeyi, icat etmeyi ifade eder. Halaka fiilinde, daha önce var olmayan bir şeyin, bir takdir ve ölçü ile, bir plan dahilinde vücuda getirilmesi manası vardır. Kâinatın, insanın ve canlıların ilk yaratılışı bu fiil ile anlatılır. ​Mesela, Alak Suresi’nin başlangıcında şöyle buyrulur: ​”Yaratan (halaka) rabbinin adıyla oku! O, insanı “alak”tan yarattı (halaka).” (Alak, 96/1-2) ​Burada insanın hiç yokken, bir kan pıhtısından başlayarak mükemmel bir surette vücuda getirilmesi, yani temelden, eşsiz bir şekilde icat edilmesi halaka fiiliyle ifade edilmiştir.

• ​Ce’ale (جعل): Bu fiil ise, genellikle var olan bir şeyden başka bir şey yapmak, bir şeyi bir halden başka bir hale dönüştürmek, tayin etmek veya bir şeye yeni bir vazife ve fonksiyon yüklemek manalarına gelir. Ce’ale fiilinde, bir yoktan var etme değil, bir dönüştürme, düzenleme ve görevlendirme manası hâkimdir. ​Furkan Suresi’ndeki şu ayet, bu farkı çok net bir şekilde ortaya koyar: ​”O, geceyi size bir örtü, uykuyu istirahat zamanı, gündüzü de hareket ve çalışma vakti yapmıştır (ce’ale).” (Furkan, 25/47) ​Ayette gece veya gündüz “yaratıldı” (halaka) denmiyor; “yapıldı, kılındı” (ce’ale) deniyor. Çünkü gece ve gündüz, zaten yaratılmış olan dünyanın ve güneşin hareketlerinden hasıl olan durumlardır. Allah, bu mevcut durumlara insanlar için hususi fonksiyonlar (örtü, dinlenme, çalışma zamanı) tayin etmiştir. İşte bu tanzim ve vazifelendirme fiili ce’ale ile beyan edilmiştir. ​Netice olarak, halaka bir şeyin aslını ve zatını icat etmeyi, ce’ale ise o mevcut olan şeye yeni bir şekil, vazife veya mahiyet vermeyi ifade eder. Kur’ân’ın bu ayrımı yapması, Allah’ın yaratmasındaki (halk) ve kâinattaki her şeye bir vazife ve hikmet yüklemesindeki (ca’l) sonsuz sanatını ve nizamını gözler önüne serer.

​3. Tahlil: Bakmak ve Görmenin Ötesi: Nazar (نظر) ve Basar (بصر)
​Bakmak ve görmek fiilleri de Kur’ân’da farklı kelimelerle ifade edilir. Nazar ve basar kelimeleri, bu sahanın en mühim iki kavramıdır.
• ​Nazar (نظر): Genellikle gözü bir şeye çevirme, bakma, göz atma gibi fizikî bir eylemi ifade eder. Ancak Kur’ân’da sıkça, bu fizikî bakışın tefekkür ve ibret alma maksadıyla yapılması gerektiğine işaret etmek için kullanılır. Nazar, bir hedefe yönelmiş bir bakıştır; lakin bu bakışın kalbe ve akla ulaşması şart değildir. ​Gâşiye Suresi’nde bu kullanıma çarpıcı bir misal verilir: ​”Bakmıyorlar mı (efelâ yenzurûne) o deveye, nasıl yaratıldı? Göğe, nasıl yükseltildi? Dağlara, nasıl dikildi? Yeryüzüne, nasıl yayıldı?” (Gâşiye, 88/17-20) ​Burada insan, kâinattaki harikalara bakmaya (nazar etmeye) davet edilir. Bu, sadece bir göz gezdirme değil, üzerinde düşünülmesi ve ibret alınması gereken bir bakıştır. Nazar, basirete giden yolun ilk adımıdır.

• ​Basar (بصر) / Basîret (بصيرة): Basar, gözün görme gücü ve fiilidir. Ancak Kur’ân’da bu kelime, fizikî görmenin ötesinde, bir şeyin hakikatini idrak etme, anlama, yani “kalp gözüyle görme” manasında kullanılır. Basîret ise bu idrakin ve hikmetli görüşün ismidir. Asıl körlük, gözlerin görmemesi değil, kalplerin hakikati görememesidir. ​Bu manayı en veciz şekilde Hac Suresi’ndeki şu ayet ifade eder: ​”Yeryüzünde gezip dolaşmadılar mı ki, düşünecekleri kalpleri, işitecekleri kulakları olsun? (Dolaştılar, ama ibret almadılar). Gerçek şu ki, gözler (el-ebsâru) kör olmaz; fakat göğüslerdeki kalpler kör olur.” (Hac, 22/46) ​Ayette, fizikî görme organı olan ebsârın (basarların) değil, asıl kalplerin körleştiği vurgulanarak, hakiki “görme”nin manevî bir idrak fiili olduğu belirtilir. Demek ki nazar bir vasıta, basar ve basîret ise o vasıtayla ulaşılması gereken bir gayedir. Kur’ân, insanları kâinata nazar etmeye çağırır ki, bu sayede kalplerinde basîret penceresi açılsın ve hakikati görsünler.

​Netice
​Yapılan bu kısa tahliller dahi göstermektedir ki, Kur’ân-ı Kerîm’de hiçbir kelime tesadüfen veya gelişigüzel seçilmemiştir. Her bir kelime, bulunduğu ayetin manasını en hassas şekilde dokuyan, ona derinlik ve çok boyutluluk katan ilahî bir tercihtir. Havf ve haşyet arasındaki fark, imanın mertebelerini; halaka ve ce’ale arasındaki fark, yaratılışın keyfiyetini ve ilahî nizamı; nazar ve basar arasındaki fark ise bilginin (malumat) idrake (irfan) dönüşme sürecini bizlere öğretir.
​Bu “Kelime Arkeolojisi” metodu, Kur’ân’ın sadece bir mesajlar mecmuası değil, aynı zamanda lafzıyla da eşsiz bir sanat harikası ve bir belağat mucizesi olduğunu isbat eder. Müteradif kelimelerin derinliklerine inmek, Kur’ân’ın i’câzını (aciz bırakıcılığını) daha derinden hissetmemize ve ayetlerin ruhumuza daha tesirli bir şekilde hitap etmesine vesile olur. Bu sebeple Kur’ân’ı anlamak isteyen her akıl, onun kelime hazinesine bir arkeolog titizliğiyle yaklaşmalı ve her bir lafzın arkasındaki ilahî hikmet definelelerini aramalıdır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
23/10/2025

 

 




KÂİNATTAN ÖNCE ALLAH VARDI

KÂİNATTAN ÖNCE ALLAH VARDI
Amâ”nın (عمَاء) Hakikati

Muhyiddin İbn Arabî bir sözünde;
“Allah mahlukatı yaratmadan önce bir ‘AMA’da idi. Ama’nın ne altında hava vardı ne de üstünde (Yani, altında ve üstünde hava olmayan ama’da idi).” (bk. El-Futuhatu’l-Mekkiye, I, 148).
Bunu ise Hadiste gelen bir rivayete dayandırır. şöyledir: Ashap’tan Ebu Rezîn anlatıyor:

“Ben: “Ey Allah’ın Resulü! Rabbimiz, mahlukatı yaratmadan önce neredeydi?” diye sordum. “Allah mahlukatı yaratman önce bir ‘AMA’da idi. Amanın altında da hava yoktu, üstünde de hava yoktu. Sonra Arşını su üzerinde yarattı.” diye cevap verdi.”[1]

Bu, İslam düşünce ve hikmet tarihinde, özellikle Kelâm (İslam teolojisi) ve Tasavvuf (İslam mistisizmi) alanlarında derin münakaşalara konu olmuş mühim bir meseledir. Muhyiddin İbn Arabî Hazretleri’nin (k.s.) Fütûhât-ı Mekkiyye eserinde zikrettiği bu söz, aslında doğrudan Ebu Rezîn el-Ukaylî’den (r.a.) rivayet edilen hadis-i şerife dayanmaktadır.
Bu rivayet ve İbn Arabî’nin iktibası (alıntısı), Allah-alem (kainat) münasebeti, Allah’ın ezeliyeti ve yaratılıştan önceki durumu gibi en derin Tevhid meselelerine temas etmektedir.
Aktarılan hadis, Ehl-i Sünnet’in temel hadis kaynaklarında yer almaktadır.
* İmam Tirmizî (ö. 279/892), bu rivayeti Sünen’inde (Tefsir, Hûd Suresi) nakletmiş ve “Bu, hasen bir hadistir” diyerek sıhhat derecesini belirtmiştir.
* İmam Ahmed b. Hanbel (ö. 241/855) Müsned’inde (IV, 11-12) ve İbn Mâce (ö. 273/887) Sünen’inde (Mukaddime, 13) de bu rivayet mevcuttur.
Dolayısıyla rivayet, Ehl-i Sünnet hadis alimlerince kabul görmüş, en azından “Hasan” (iyi) mertebesinde, yani delil getirmeye elverişli bir rivayettir.
İbn Arabî gibi bir alimin bu hadisi esas alması, onun hadis ilmindeki vukufiyetini de gösterir.
Bununla beraber evvela;
“Evet, Muhyiddin, kendisi hâdî ve makbuldür. Fakat her kitabında mühdî ve mürşid olamıyor. Hakaikte çok zaman mizansız gittiğinden, kavâid-i Ehl-i Sünnete muhalefet ediyor ve bazı kelâmları zâhirî dalâlet ifade ediyor.”[2]

Zira kendisi kendisi için şunu söylüyor:
“Yani,”Bizden olmayan ve makamımızı bilmeyen, kitaplarımızı okumasın, zarar görür.” Evet, bu zamanda Muhyiddin’in kitapları, hususan vahdetü’l-vücuda dair meselelerini okumak zararlıdır.”


*********

“Amâ”nın (عمَاء) Hakikati:
Hadisin hakikati, yani “Amâ” kelimesinin ne manaya geldiği, meselenin kilit noktasıdır.
* Lügat (Dil) Manası: “Amâ” (عمَاء), Arap dilinde genellikle “ince bulut”, “sis” veya “gözün görmesine engel olan duman” gibi manalara gelir. Kelimenin aslı (kökü) “amâ” (عمى), yani “körlük, görememek, gizlilik” manasındadır.
* Mecazî Manası: Bu kelime, bir mekân bildirmekten ziyade, mahlukatın (yaratılmışların) idrakinden gizli olma halini ifade eder. Yani, “Neredeydi?” sorusu, mahlukatın zihnindeki “mekân” (yer) tasavvuruna göre sorulmuş bir sorudur. Verilen cevap (“Amâ’da idi”) ise, mekânın henüz yaratılmadığı bir durumu tasvir eder.
Hadisin devamındaki “Altında da hava yoktu, üstünde de hava yoktu” ifadesi, bu “Amâ”nın bildiğimiz manada fizikî bir bulut veya hava katmanı olmadığını, mekânsal boyutların (alt-üst) ve mahlukatın (hava) bulunmadığı bir hali ifade ettiğini güçlendirir.

2. Ehl-i Sünnet Alimlerinin Bu Konudaki Tenkit ve Yorumları Nelerdir?
Bu hadisin yorumlanmasında Ehl-i Sünnet alimleri arasında temel olarak iki ana yaklaşım belirginleşir:
A. Selef (İlk Dönem) ve Mütekaddimîn (Önceki Alimler) Yorumu:
Bu yaklaşım, başta İmam Ahmed b. Hanbel olmak üzere, hadisi olduğu gibi kabul edip mahiyeti (keyfiyeti) hakkında derin felsefî yorumlara girmemeyi esas alır.
* Onlara göre “Amâ”, Allah’ın mahlukatı yaratmadan önce var olan, mahiyetini bilemediğimiz yaratılmış bir “ince bulut” veya “sistir”.
* Allah, mekândan münezzehtir (mekâna muhtaç değildir). Ancak Allah, Zatı ile mahlukatından ayrıdır ve üstündedir.
* Bu hadis, Allah’ın Arş’ı, suyu ve havayı yaratmadan önceki durumunu haber verir. O “Amâ”nın ne olduğunu, nasıl olduğunu (keyfiyetini) Allah bilir. Biz metne iman eder ve manasını Allah’a havale ederiz (Tefviz) veya “istivâ” gibi, manasını anlarız ama keyfiyetini bilemeyiz (Selef’in genel metodu).
* Onların tenkidi, daha çok bu hadisi kullanarak Allah’a mekân isnat etmeye çalışan Müşebbihe (Allah’ı yaratılmışlara benzetenler) veya Allah’ın mahlukatıyla iç içe olduğunu iddia eden Hulûl (bir şeye girme) ve İttihad (birleşme) akımlarına yöneliktir.
B. Müteahhirîn (Sonraki Dönem) Kelamcıları (Eş’arî ve Mâtürîdî) Yorumu:
Bu alimler, Allah’ın mekândan ve zamandan mutlak surette münezzeh (aşkın) olduğu (Tenzih) akidesini esas alırlar.
* Onlara göre, “Allah neredeydi?” sorusu, esasen Allah’ın Zatı için geçersizdir. Çünkü “nerede” (eyn) sorusu, mekânı varsayar. Allah ise mekânı yaratandır.
* Bu hadis, te’vil edilmelidir (mecazî veya sembolik manası anlaşılmalıdır).
* “Amâ” (gizlilik, bulut), Allah’ın mekânı değil, mahlukatın O’nu idrak edemediği mutlak gizlilik halinin veya yaratılış öncesi hiçlik durumunun bir tasviridir.
* Yani “Amâ’da idi” demek, “mahlukata nisbetle mutlak bir gizlilik (gayb) içindeydi, O’nu idrak edecek hiçbir varlık yoktu” demektir.
C. Muhyiddin İbn Arabî ve Tasavvufî Yorum (Tenkide Uğrayan Nokta):
İbn Arabî’nin yorumu, yukarıdaki Ehl-i Sünnet yorumlarından daha farklı bir düşünce ve hikmet açısı taşır. Onun Vahdet-i Vücud (Varlığın Birliği) meşrebinde:
* “Amâ”, sadece “yaratılmış bir bulut” veya “yokluk” değildir.
* O, “Mutlak Zat” (Hiçbir sıfat ve isimle kayıtlanmamış Mutlak Varlık) ile “tecelli” (manifesto olma, görünür aleme çıkma) arasındaki ilk mertebedir.
* İbn Arabî’ye göre “Amâ”, Hakk’ın Nefesi (Nefes-i Rahmânî) olarak da tabir edilen, bütün varlıkların “potansiyel” (bilkuvve) olarak bulunduğu, henüz zahire (dışa) çıkmadığı ilk taayyün (belirginleşme) sahasıdır. Varlık, bu “Amâ” (sis) içinden zuhur etmiştir.
Tenkit (Eleştiri):
Ehl-i Sünnet kelamcılarının ve bazı Selef alimlerinin İbn Arabî’nin bu yorumuna yönelik tenkitleri şu noktada toplanır:
* Hulûl ve İttihad Endişesi: İbn Arabî’nin “Amâ”yı, Allah’ın Zatı’ndan ayrı mahluk bir varlık değil de, Zat’ın tecellisinin ilk mertebesi olarak görmesi, Yaratan (Hâlık) ile yaratılanın (mahluk) arasındaki kesin ayrımı (mübâyenet) muğlaklaştırdığı iddiasıyla tenkit edilmiştir.
* Yaratılmışlık (Hudûs): Ehl-i Sünnet’e göre Allah’tan başka her şey (Arş, su, Amâ, hava) sonradan yaratılmıştır (hâdistir). İbn Arabî’nin “Amâ” yorumunun, onu kadîm (ezelî) bir mertebe gibi gösterdiği düşünülmüştür. (Bu, İbn Arabî’nin düşüncesinin incelikli bir yorumudur ve İbn Arabî’nin kendisi de Allah’ın Zat’ının mahlukattan ayrı olduğunu savunur, ancak ifadesi tenkide açık bulunmuştur).
3. Bundan Kasıt Nedir?
Hadis-i şeriften ve İbn Arabî’nin iktibasından (alıntısından) anlaşılan kasıt (maksat), insanoğlunun aklına gelebilecek en temel sorulardan birine cevap vermektir: “Her şeyden önce ne vardı?”
Peygamber Efendimiz (s.a.v.), bu soruya, soruyu soran insanın (Ebu Rezîn) anlayış seviyesine ve dilin imkanlarına göre cevap vermiştir:
* Mekânın Reddi: “Altında ve üstünde hava yoktu” diyerek, bildiğimiz fizikî boyutları ve mahlukatı (hava) nefyetmiştir (reddetmiştir).
* Mutlak Öncelik: Allah’ın Arş’tan, sudan ve havadan önce var olduğunu (Kıdem) beyan etmiştir.
* İdrakin Sınırı: “Amâ” (Gizlilik/Bulut) tabirini kullanarak, o halin insan idraki tarafından tam olarak kuşatılamayacağını, “gizli” (gayb) bir keyfiyette olduğunu ifade etmiştir.
Kasıt, Allah’ın mutlak ezeliyetini ve yaratılıştan önceki idrak edilemez aşkınlığını (münezzeh oluşunu) tasvir etmektir.
4. Ayet ve Muradifleri ve de Müfessirlerin Yorumları Hangi Çerçevededir?
Bu hadisin doğrudan bağlantılı olduğu ve müfessirlerin (tefsir alimlerinin) birlikte ele aldığı ayet, hadisin son cümlesinde de zikredilen “Arş’ın su üzerinde olması” meselesidir.
Allah Teâlâ, Hûd Suresi’nin 7. ayetinde şöyle buyurur:
> “O, hanginizin daha güzel amel yapacağını sınamak için gökleri ve yeri altı günde (evrede) yarattı. O’nun Arş’ı ise (bundan önce) su üzerinde idi. Eğer onlara, “Ölümden sonra şüphesiz diriltileceksiniz” desen, inkâr edenler mutlaka, “Bu, apaçık bir sihirden başka bir şey değildir” derler.”
> (Hûd Suresi, 11:7)
>
Müfessirlerin Yorum Çerçevesi:
* Yaratılışın Sırası: Müfessirler (Taberî, Kurtubî, İbn Kesîr, Râzî vb.), bu ayeti tefsir ederken Ebu Rezîn’in “Amâ” hadisini delil getirirler. Bu ayet ve hadisten yola çıkarak yaratılışın bir sırasını tesbit etmeye çalışırlar.
* Arş ve Sudan Önce: “Amâ” hadisi, ayette zikredilen “Arş ve Su” yaratılmadan önceki bir durumu haber verir. Yani Ehl-i Sünnet’in genel kabulüne göre:
* Önce Allah vardı ve O’nunla birlikte hiçbir şey yoktu.
* Sonra Allah, “Amâ”yı (keyfiyetini bilmediğimiz o bulutu/sisi) yarattı.
* Sonra Arş’ı ve Suyu yarattı. Arş, su üzerindeydi.
* Sonra Kalem’i yarattı (başka rivayetlere göre).
* Sonra gökleri ve yeri altı günde (evrede) yarattı.
* Çerçeve (Bağlantı): Müfessirlerin çerçevesi, “Amâ”yı, Arş ve Su’dan (yani bilinen ilk yaratılmışlardan) daha önce var olan ve mahiyeti müphem (belirsiz) olan “ilk mahluk” veya “yaratılış öncesi hal” olarak konumlandırmaktır.
Özetle:
* Hadis, sıhhat bakımından “Hasan” derecesindedir ve muteberdir.
* “Amâ”, Ehl-i Sünnet’in cumhuruna (çoğunluğuna) göre, Allah’ın mekânı değil, yaratılıştan önceki durumu veya ilk yaratılmış (mahiyeti bilinmeyen) bir sis/bulut halini tasvir eder.
* İbn Arabî’nin yorumu, bunu tasavvufî bir mertebe (Vahdet-i Vücud’daki ilk taayyün) olarak görmüş; bu yorum, Allah’ın Zatı ile mahlukatın münasebeti konusunda Ehl-i Sünnet kelamcılarının tenkitlerine (bu yorumun Hulûl ve İttihad’a kapı aralama ihtimali nedeniyle) konu olmuştur.
* Ayetlerdeki (Hûd 7) çerçeve ise, Arş ve Su’yun yaratılışın başlangıcındaki yerini belirtirken, bu hadis o başlangıçtan da önceki “Amâ” halini haber vermektedir.

*Peygamber Efendimiz (asm.)
“Allah vardı; beraberinde başka bir şey yoktu.” Buyurur.
Buhârî, Megâzî, 67, 74, Bed’u’l-Halk 1, Tevhid 22; Tirmizî, Menâkıb, 3946.
*“Allah göklerin ve yerin nurudur.” (Nur, 24/35)
“Yer Rabb’inin nuru ile parladı.” (Zümer, 39/69),
“Görmediniz mi Allah nasıl yeri, göğü birbiri üstünde tabaka tabaka yarattı ve ayı bunların içinde nur yaptı, güneşi de bir lamba yaptı.” (Nuh, 71/15-16)[3]

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
23/10/2025

 

 

[1] Ahmed b. Hanbel; IV, 11-12; Tirmizî, Tefsir, 12; İbn Mace, Mukaddime, 13)
Bak: https://sorularlaislamiyet.com/muhyiddin-arabi-allaha-buluta-benzer-bir-duman-seklinde-olmasidir-demis-bu-dogru-mu-allahin-onceki

[2] https://kulliyat.risaleinurenstitusu.org/lemalar/yirmi-sekizinci-lem-a/272
http://kulliyat.risaleinurenstitusu.org/arama/Muhyiddin

https://kulliyat.risaleinurenstitusu.org/lemalar/yirmi-sekizinci-lem-a/273

[3] Bak: https://tesbitler.com/2025/10/19/varligin-hakikati-nur-unsuru/




RUHUN BEKASI VE NEFSİN FENASI

RUHUN BEKASI VE NEFSİN FENASI

İnsan, kâinatın küçük bir misâlidir. Kâinat nasıl ki bir “emir âlemi” (emr-i kün fe yekûn) ile bir “halk âlemi”nin birleşmesinden ibaret ise, insanın mahiyeti de ruh ile nefsin terkibinden ibarettir.
Ruh, “varlık, vücûd ve Vacibü’l-Vücûd” cihetini temsil eder; nefs ise “mümkinat ve mâsivâ” cihetini…

RUH: BEKAYA NAMZET BİR NUR

Ruh, ezelî bir kaynaktan üflenen bir emirdir. Cenâb-ı Hak, “Sana ruhtan soruyorlar. De ki: Ruh, Rabbimin emrindendir” (İsrâ Sûresi, 17/85) buyurmakla, ruhun kaynağını beyan eder.
Demek ki ruh, mahlûk olsa da emr âlemine dâhildir; onun mahiyeti, nuranî ve bekâya namzettir.
Ruh, “Bekâ cihetini temsil ettiği” için adem ile zıttır. Belâ ve musibetler ona yöneldiğinde, beka ve Bâkî ile irtibatı dolayısıyla yokluğa gitmez; bilakis, saflaşır, arınır ve yücelir.
Nitekim Kur’an buyurur:
“Her nefis ölümü tadacaktır. Sonra bize döndürüleceksiniz.”
(Ankebût, 29/57 )
Burada “nefs”in ölümü tatacağı, fakat ruhun rücû ile asıl menziline döneceği bildirilmiştir. Ölüm, ruh için bir yokluk değil, bir bekâ kapısıdır.
Ruh, “Bâkî olan Zât’a” nisbetle bâkîdir. Çünkü “Allah’ın zatından başka her şey fânidir.” (Kasas, 28/88) âyetiyle fânilik hükmü, Allah’tan gayrısına verilmiştir. Lâkin o gayr içinde, Bâkî’ye nisbetle beka sırrına mazhar olan ruh, “fena içinde bekâ” bulur.

NEFS: FENAYA MAHKÛM BİR GÖLGE

İnsanın diğer yüzü, yani nefs tarafı ise, mümkünat âlemine bağlıdır. Tabiatın değişkenliği, nefsin aslına sinmiştir. Onun için Kur’an, “Nefse ve onu düzgün bir biçimde yaratana andolsun ki; sonra ona fücurunu ve takvâsını ilham etti.” (Şems, 91/7-8) buyurur.
Demek ki nefis, hem aşağıya meyleder hem de yücelmeye kabiliyeti vardır.
Ancak fenâ ve zevâl onun yapısına dercedilmiştir. O, sürekli değişir; dünün arzusu bugüne yetmez, bugünün hevesi yarına kalmaz.
Nefsin bu geçiciliği, cihanın da geçiciliğidir. Zira her ikisi de halk âlemindendir. Bu yüzden Kur’an buyurur:
“Sizin yanınızdaki tükenir, Allah katındaki ise bâkîdir.”
(Nahl, 16/96 )
İnsanın nefsî ciheti “sizin yanınızdaki”dir; geçici, değişken, fânî…
Ruh ciheti ise “Allah katındaki”dir; bâkî, sâbit, ebedî…

CENNET VE RUHUN BENZERLİĞİ

Nitekim Cennet de “ruh âleminden” bir tecellidir. Onun içindekiler, dünyadaki gibi çürüme, çözülme, dağılma ve yoklukla yüz yüze değildir. Kur’an buyurur:
“Onlara ne bir yorgunluk dokunur, ne de oradan çıkarılırlar.”
(Hicr, 15/48 )
Bu beyan, beka âleminin sıfatıdır.
Ruh da Cennet gibidir; çünkü her ikisi de Bâkî’ye bağlıdır.
Nefs ise dünya gibidir; sürekli bir değişim, çözülme ve fenâ halindedir.
İnsan, bu iki kutbun arasında bir denge noktasıdır. Ruh, insana ebediyet hissini verir; nefis ise faniliği tattırır. Ruhun sesi “ben Rabbime döneceğim” derken, nefsin sesi “ben var olacağım” diye direnir.
İşte bu direniş, imtihanın özüdür.

RUHUN BELÂ İLE ARINMASI

Belâlar, musibetler ve ıztıraplar, nefsin kabuğunu çatlatır; içinden ruhun nuru görünür.
Yani Belâlar, musibetler, imtihanlar birer tazyiktir ki, nefsi kırar, ruhu serbest bırakır.”
Yani belâ, ruhun bekâya meyli için bir fırsattır. Çünkü o, Bâkî’ye dönmek ister. Nefis ise belâdan kaçar; çünkü o, fenaya mahkûmiyetinin farkındadır.

EBEDÎ YURDA HAZIRLIK

İnsan, iki âlem arasında duran bir varlıktır. Nefisle aşağıya, ruhla yukarıya bakar.
Kur’an bu gerçeği şöyle dile getirir:
“Kim Rabbine mülâkî olmayı arzu ederse bilsin ki, o buluşmanın vakti mutlaka gelecektir.”
(Kehf, 18/110 )
O buluşma, fânînin Bâkî’ye vuslatıdır.
İnsan, ruh cihetiyle beka âlemine, nefsiyle ise fenâ sahasına aittir.
Fakat ruhun üstünlüğü sebebiyle, insan bütünüyle bekaya namzettir.
Bu namzetlik, imanla tahakkuk eder.
İman, ruhun gıdası; ibadet, ruhun fiilidir.

HÜLÂSA

İnsanın ruhu, varlık ve Vacibü’l-Vücûd cihetini temsil eder; bu yüzden beka ile irtibatlıdır, yokluğa gitmez.
Nefsi ise mümkinat ve masivayı temsil eder; fani, değişken ve dağılmaya mahkûmdur.
Ruh, “Bâkî ile bağlantılı” olduğu için belâ ve musibetlerden yokluk değil, kemal bulur.
Cennet gibi ruh da bekâ âlemindendir; çözülme ve ayrışma kabul etmez.
İnsan, bu iki zıt cevherin birleşimidir: Ruhuyla ebediyetin yolcusu, nefsiyle faniliğin misafiridir.
O halde insana düşen, ruhunu beslemek; nefsini ise terbiye etmektir. Çünkü ruh, bekaya gidecek, nefis ise fenada eriyecektir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
23/10/2025




NEFSİN TERBİYESİNE DAİR KUR’ANÎ BİR TAHLİL

NEFSİN TERBİYESİNE DAİR KUR’ANÎ BİR TAHLİL

İnsanın yaratılışında iki zıt kutup vardır: Ruh ve nefs. Ruh, “emr âleminden” gelen nuranî bir latîfe; nefis ise “halk âleminden” gelen karanlık bir cevherdir.
Ruh, Bâkî’ye yönelirken; nefis, fanî olana meyleder. Bu sebeple insan, bir terbiye ve tezkiye sahnesidir. Nefsin terbiyesi, kâinatın en derin davasıdır.

NEFSİN MAHİYETİ VE İMTİHANIN ESASI

Kur’an-ı Kerim, insanın içindeki bu zıtlığa dikkat çeker:
“Nefse ve onu düzgün bir biçimde yaratana andolsun ki, sonra ona fücurunu ve takvâsını ilham etti.”
(Şems, 91/7-8 )
Bu âyet, nefsi hem fücura (sapkınlığa) hem de takvâya (korunmaya) meyyal olarak tanımlar. Yani nefis, hem şerre hem hayra kabiliyeti olan bir varlıktır.
Cenâb-ı Hak, nefsi insanın hizmetine vermiştir; ancak terbiye edilmezse insanın efendisi olur.
Nefsin özü itibariyle meyli, emniyet ve hazza doğrudur. O, sıkıntıdan kaçar, sabrı sevmez; kolaylığı ister, meşakkate tahammül etmez. Bu yüzden Kur’an buyurur:
“Doğrusu insan azar; kendini müstağnî gördüğünde.”
(Alak, 96/6-7 )
İşte bu istigna hâli, nefsi firavunlaştırır. Terbiye edilmezse nefis, ene ve enaniyet şeklinde büyür, kendini Rab gibi görmeye başlar.

TERBİYE: NEFSİN DİZGINLENMESİ

Kur’an, nefsi ıslahın yolunu “tezkiye” kavramıyla ifade eder:
“Nefsini arındıran kurtuluşa ermiştir. Onu kirleten de ziyana uğramıştır.”
(Şems, 91/9-10 )
Burada “tezkiye” yalnızca günahları bırakmak değil, nefsin kendini merkeze alma alışkanlığını kırmak demektir.
Nefsin terbiyesi, kalbin hâkimiyetini yeniden kurmaktır.
Nitekim Nefis, kendini daima haklı görür, kusurunu görmez. Terbiyesi, o körlüğü açmakladır.
Demek ki nefsi terbiye etmek, onun gözünü açmak, hakikati görmesini sağlamaktır.
Bu da, marifetullah ve murakabe ile olur. Çünkü nefis, kendi varlığını Allah’a nisbetle idrak ettiğinde, kibrin yerini tevazu alır.

KUR’AN’DA NEFS MERTEBELERİ

Kur’an, nefsin terbiyesini mertebelerle anlatır. Bu mertebeler, insanın iç dünyasında yükseliş basamakları gibidir:
• Nefs-i Emmâre (Emreden Nefis)
“Nefis elbette kötülüğü emreder.” (Yûsuf, 12/53 )
Bu mertebede nefis, arzularının esiridir; haz, hırs, şehvet ve öfke hükmeder.
Terbiyesi için sabır, oruç, zikir ve ibadet gerekir.
• Nefs-i Levvâme (Kendisini Kınayan Nefis)
“Kendisini kınayan nefse yemin ederim.” (Kıyâme, 75/2 )
Artık vicdan uyanmıştır; insan kötülüğünün farkındadır.
Bu safha, tevbe ve murakabe devridir.
• Nefs-i Mutmainne (Tatmin Bulmuş Nefis)
“Ey itminan bulmuş nefis! Rabbine dön, O’ndan razı ve O da senden razı olarak!”
(Fecr, 89/27-28 )
Artık nefis, Rabbine teslim olmuş, huzura ermiştir.
Bu, nefsin en yüce terbiyesi ve insanın nihai gayesidir.

TERBİYEDE KUR’AN’IN METODU

Kur’an, nefsi ıslah için üç temel usul kullanır:
• Tefekkür (Düşünme):
Kâinatın hikmetle dolu düzeni, nefse kendi aczini ve sınırlılığını gösterir.
“Yeryüzünde dolaşmazlar mı ki düşünebilsinler?” (Hacc, 22/46 )
Tefekkür, nefsin kibir perdesini yırtar.
• Tezkiye (Arınma):
Günahlardan temizlenmek, nefsin karanlık tabakasını inceltir.
“Onların mallarından sadaka al ki, onunla kendilerini temizleyesin.” (Tevbe, 9/103 )
• Tefvîz (Teslimiyet):
“De ki: Benim namazım, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm âlemlerin Rabbi Allah içindir.”
(En‘âm, 6/162 )
Teslimiyet, nefsi terbiye eden en kuvvetli ilaçtır.

NEFSİN İMTİHANI VE RAHMETİN SIRRI

Nefsin isyanı, aslında insanın yükselme vesilesidir. Çünkü nefis olmasaydı, sabır, tevazu, şükür, istiğfar ve muhabbet bilinmezdi.
Zira Nefsin varlığı, ubudiyetin inkişafı içindir; nefis olmazsa kulluk bilinmez.
Yani nefis, düşman gibi görünse de aslında imtihanın anahtarıdır.
Nefsin terbiyesi, onu yok etmek değil; onu emir altına almaktır.
Bir at nasıl dizginsizken tehlikeli, fakat biniciyle faydalıysa; nefis de terbiye ile insanın yükselişine hizmet eder.

BEKAYA GÖTÜREN TERBİYE

Ruhun bekâya, nefsin fenâya meyli vardır. Lâkin nefsin terbiyesiyle insan, fena içinde bekâ sırrına mazhar olur.
Kur’an bu mertebeye şöyle işaret eder:
“Onlar, inananlar ve kalpleri Allah’ı anmakla huzura kavuşanlardır. Biliniz ki, kalpler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur.”
(Ra‘d, 13/28 )
Kalp, nefsin arınmış hâlidir.
Zikir, tefekkür ve ibadetle nefis, kalp olur; kalp, ruhla birleşir; ruh, Rabbine döner.

HÜLÂSA

Nefis, insanın içinde var edilmiş bir imtihan mihveridir.
Fıtraten hem fücur hem takvâ kabiliyetine sahiptir.
Kur’an, onu tezkiye ve terbiye etmeyi emreder.
Tezkiye; sabır, tefekkür, teslimiyet ve ibadetle olur.
Nefsin terbiyesi, onun varlığını yok etmek değil; emir altına almak, ruha hizmetkâr kılmaktır.
Terbiye edilmiş bir nefis, insanı mutmainne mertebesine taşır ve beka yolculuğunun kapısını açar.
Çünkü “Nefsini arındıran kurtuluşa ermiştir.” (Şems, 91/9)

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
23/10/2025




RUH VE NEFS ARASINDAKİ DENGE: İNSANIN İÇ ÂLEMİNDEKİ CİHAD-I EKBER

RUH VE NEFS ARASINDAKİ DENGE: İNSANIN İÇ ÂLEMİNDEKİ CİHAD-I EKBER

İnsanın iç âleminde sessiz ama kesintisiz bir muharebe vardır.
Bir tarafında Ruh – ki o, Bâkî olan Zât’tan bir nefhadır; diğer tarafında Nefs – ki o, arzın ve hevânın toprağından yoğrulmuştur.
İşte bu iki kutbun arasındaki mücadeleye Kur’ân ve hikmet nazarıyla bakıldığında, karşımıza “Cihad-ı Ekber” çıkar.

CİHAD-I EKBERİN MAHİYETİ

Peygamber Efendimiz (s.a.s.) bir gazadan dönerken ashâbına şöyle buyurmuştur:
“Küçük cihaddan büyük cihada dönüyoruz.”
“—Ya Resûlallah, büyük cihad nedir?” diye sorulduğunda buyurdu ki:
“O, insanın kendi nefsiyle mücadelesidir.”
(Hadis: Beyhakî, Zühdü’l-Kebîr, c.2, s. 165)
Demek ki asıl savaş, kılıçla değil; insanın kendi içinde, ruh ile nefis arasında cereyan eder.
Dış düşman yenildiğinde muharebe biter; fakat iç düşman olan nefis daima diridir.

RUH: BEKAYA MEYLETTİREN IŞIK

Ruh, Vacibü’l-Vücûd’un emrinden bir nefhadır.
“Sana ruhtan soruyorlar. De ki: Ruh, Rabbimin emrindendir.”
(İsrâ, 17/85 )
Ruh, ezelî bir kaynaktan geldiği için beka ve kemale yönelir.
Onun istikameti, nurun kaynağına doğrudur.
İyilik, ihsan, sabır, şükür, teslimiyet gibi faziletler hep ruhun sesidir.
Ruh, insanı “ulvî” âleme çağırır; fıtratı gereği Allah’a meyillidir.

NEFS: FENAYA VE HEVÂYA MEYLETTİREN GÖLGE

Nefis ise arzın unsurlarından yaratılmıştır; meyli aşağıya, hevâya ve keyfe doğrudur.
“Nefis, elbette kötülüğü emreder.”
(Yûsuf, 12/53 )
Nefis, varlığını korumak ve arzularını tatmin etmek ister.
Ama bu istek, terbiye edilmezse insanı esarete sürükler.
Ruh, Allah’a kul olmak ister; nefis ise kendi hevesine ilah olmak ister.
Kur’ân bu hâli şöyle anlatır:
“Hevâsını kendisine ilah edinen kimseyi gördün mü?”
(Câsiye, 45/23 )
İşte insanın asıl cihadı, ruh ile nefis arasındaki bu hâkimiyet mücadelesidir.

İÇ DENGE: NEFSE ZİNCİR, RUHA KANAT

İnsandaki denge, bu iki kuvvetin nizâmına bağlıdır.
Nefis tamamen öldürülmez, fakat terbiye edilir; ruh tamamen serbest bırakılmaz, hikmetle yönlendirilir.
Kur’ân, bu dengeye şöyle işaret eder:
Allah, iki yolu da gösterdi.
“Biz ona eğri ve doğru iki yolu da göstermedik mi?”
(Beled, 90/10 )
Yani insana hem hayır hem şer yolu gösterilmiştir.
Ruh, hayra çağırır; nefis, şerre iter.
İnsanın büyüklüğü, bu iki davet arasında doğru tercihte bulunmasıdır.
Nefis, daima şeytana kul olmak ister; ruh ise Rahman’a abd olmayı ister. Bu iki zıt kuvvet, insanda imtihanın mihveridir.

CİHAD-I EKBERİN SAFHALARI

Cihad-ı ekber, bir seferdir; nefisten kalbe, kalpten ruha doğru bir seyir.
Bu yolculukta insan, üç mertebeden geçer:
• Muhasebe:
İnsan, her gün kendini hesaba çeker.
“Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve herkes yarına ne hazırladığına baksın.”
(Haşr, 59/18 )
Muhasebe, cihadın ilk adımıdır.
• Mücahede:
Nefsin arzularına karşı durmak, sabırla direnmek.
“Bizim uğrumuzda cihad edenleri, elbette yollarımıza eriştiririz.”
(Ankebût, 29/69 )
Mücahede olmadan terbiye olmaz.
• Müşahede:
Nefis kırılıp ruh parladığında, insan artık “Allah ile olma” hâline erişir.
“Allah’ın zikriyle kalpler huzur bulur.”
(Ra’d, 13/28 )
Bu hâl, cihad-ı ekberin zaferidir.

RUH VE NEFSİN DENGESİNDE AKIL VE KALBİN ROLÜ

Ruhun rehberi kalp, nefsin dizgini ise akıldır.
Kalp, Allah’a yönelir; akıl, doğruyu araştırır.
Kalp kör olursa ruh sükût eder; akıl zayıflarsa nefis azgınlaşır.
Kur’an buyurur:
“Kalpleri vardır, onunla anlamazlar; gözleri vardır, onunla görmezler.”
(A’râf, 7/179 )
Demek ki insanın en büyük vazifesi, kalbini nurlandırmak ve aklını kullandırmaktır.
Zira ruhun sesi kalpte, nefsin sesi hevada yankılanır.
Kalp galip gelirse, ruh parlayan bir güneş olur; nefis onun önünde gölgeye çekilir.

NEFSİN DİZGİNİ: SABIR VE ZİKİR

Nefsin en güçlü terbiyesi sabır ve zikirdir.
Sabır, nefsin taşkınlığını durdurur; zikir ise ruhun gıdasıdır.
“Sabır ve namazla yardım isteyin. Şüphesiz Allah sabredenlerle beraberdir.”
(Bakara, 2/153 )
Sabır, ruhun direncidir; zikir, ruhun neşvesi.
Her zikirde ruh parlar, nefis silinir.
Her sabırda ruh genişler, nefis daralır.

RUHUN GALİBİYETİ VE BEKAYA YÜKSELİŞ

Cihad-ı ekberin zaferi, nefsin itaat, ruhun hâkimiyet kazanmasıdır.
O zaman insan, Kur’an’ın övdüğü o hitaba mazhar olur:
“Ey itminan bulmuş nefis! Rabbine dön, O senden razı, sen de O’ndan razı olarak!”
(Fecr, 89/27–28 )
Bu hitap, ruhun bekâ âlemine giriş iznidir.
Artık o insanın iç âleminde barış hâkimdir: Ruh sultan, nefis hizmetkâr olmuştur.
Ve işte o an, cihad-ı ekberin fethi gerçekleşmiştir.

HÜLÂSA

Ruh, beka âleminden gelen bir nur; nefis, fena âleminden gelen bir gölgedir.
İnsan bu iki kutup arasında bir denge arar.
Cihad-ı ekber, işte bu iç savaşın adıdır.
Terbiye edilmiş bir nefis, ruha hizmet eder; azgınlaşmış nefis ise insanı mahveder.
Ruhun rehberi kalp, nefsin dizgini akıldır.
Sabır, zikir ve muhasebe bu dengeyi sağlar.
Sonunda ruh galip gelir, nefis teslim olur.
Ve insan, “mutmainne” mertebesine erişerek beka kapısına girer.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
23/10/2025

 

 




MAHŞERİN DEHŞETİ

MAHŞERİN DEHŞETİ

يَوْمَ يَفِرُّ الْمَرْءُ مِنْ أَخِيهِ (Yevme yefirrul mer’u min ehîh) ayeti, Kur’ân’da mahşer gününün dehşetini tasvir eden en sarsıcı sahnelerden biridir.
📜 Ayet:
“يَوْمَ يَفِرُّ الْمَرْءُ مِنْ أَخِيهِۙ وَأُمِّهِ وَاَبِيهِۙ وَصَاحِبَتِهِ وَبَنِيهِۙ لِكُلِّ امْرِئٍ مِّنْهُمْ يَوْمَئِذٍ شَأْنٌ يُغْن۪يهِۜ”
(Abese, 34-37):
“O gün kişi kardeşinden, annesinden, babasından, eşinden ve çocuklarından kaçar.
O gün onların her birine, kendine yetecek kadar işi vardır.”
🌋 Ayetin Tasviri:
Bu ayetlerde mahşer meydanının öyle bir dehşetle tasvir edildiğini görüyoruz ki,
insan kendi nefsinden başka hiçbir şeyi düşünemez hale gelir.
Kardeş, ana-baba, evlat, eş…
Dünya hayatında insanın en yakınları olan bu kimselerden, mahşer günü herkes kaçar, uzaklaşır.
• “يَفِرُّ” (yefirrü) kelimesi, kaçmak, uzaklaşmak, sığınacak yer aramak mânâsına gelir.
• Kökü ف ر ر (ferre) olup; korkudan kaçmak, yüz çevirmek, ürküp uzaklaşmak anlamlarını taşır.
• Bu kelimenin muradifleri (eş anlamlıları) arasında şunlar vardır:
• هرب (he-re-be) → kaçmak, firar etmek, kurtulmak
• نَجَا (neca) → kurtulmak, sıyrılmak
• وَلَّى vella) → yüz çevirmek, uzaklaşmak
• تَوَلَّى (tevellâ) → dönüp gitmek, geri çekilmek
Bu fiillerin tümü, insanın dehşet karşısında çaresiz kalışını ve nefsine yönelişini anlatır.

Mahşer Gününün Dehşetini Tasvir Eden Diğer Ayetler:
1. Hac Sûresi 1-2
يَا أَيُّهَا النَّاسُ اتَّقُوا رَبَّكُمْ اِنَّ زَلْزَلَةَ السَّاعَةِ شَيْءٌ عَظ۪يمٌۜ يَوْمَ تَرَوْنَهَا تَذْهَلُ كُلُّ مُرْضِعَةٍ عَمَّا أَرْضَعَتْ وَتَضَعُ كُلُّ ذَاتِ حَمْلٍ حَمْلَهَا وَتَرَى النَّاسَ سُكَارٰى وَمَا هُمْ بِسُكَارٰى وَلٰكِنَّ عَذَابَ اللّٰهِ شَد۪يدٌ:
“Ey insanlar! Rabbinizden korkun! Şüphesiz kıyametin sarsıntısı büyük bir şeydir.
Onu gördüğünüz gün, her emzikli kadın emzirdiğini unutur, her hamile kadın yükünü düşürür, insanları sarhoş görürsün; halbuki onlar sarhoş değildir. Fakat Allah’ın azabı çok şiddetlidir.”
• Burada “زَلْزَلَةَ السَّاعَةِ” (zelzeletü’s-sâa) — kıyametin sarsıntısı — tabiri,
mahşerin fizikî ve psikolojik dehşetini bir arada anlatır.
• Muradifleri: رجفة (recfe), صاخة (sâhha), قارعة (kâria) — hepsi “şiddetli sarsıntı, çarpış, dehşet veren ses” anlamına gelir.

2. Tekvîr Sûresi 1-14
“İzâ’ş-şemsu kuvviret…”
(Güneş dürülüp karardığında, yıldızlar döküldüğünde, dağlar yürütüldüğünde…)
Bu sûre, kıyametin tabiatın düzeninin çözülmesiyle başlayan safhasını anlatır.
• “كُوِّرَتْ (kuvvirat)” → dürülmek, toplanmak, sönmek
• “انْتَثَرَتْ (inteserât)” → saçılmak, dağılmak
• “سُيِّرَتْ (suyyiret)” → yerinden yürütülmek, kaldırılmak
Bu fiillerin muradifleri:
• طُمِسَتْ (tumiset) → silinmek, yok olmak
• تَبَدَّلَتْ (tebeddelat) → yer değiştirip
başka hâle gelmek

3. Kâria Sûresi 1-5
اَلْقَارِعَةُۙ مَا الْقَارِعَةُۙ وَمَا اَدْرٰيكَ مَا الْقَارِعَةُۜ
“Kâria (çarpan, sarsan felaket)! Kâria nedir, bilir misin? O gün insanlar etrafa saçılmış pervaneler gibi olurlar, dağlar da atılmış yün gibi olur.”
• Kâria kelimesi “şiddetle çarpan, yürekleri sarsan felaket” mânâsına gelir.
• Muradifleri: الصَّاخَّةُ (sâhha), الطَّامَّةُ (tâmme), الزَّلْزَلَةُ (zelzele).

4. İnfitâr Sûresi 1-5
“İzâ’s-semâu’nfatarat…”
(Gök yarıldığı, yıldızlar dağıldığı, denizler fışkırdığı, kabirler alt üst edildiği zaman…)
Burada kozmik düzenin çözülüşü, ölüm sonrası hesap bilincine geçiş anlatılır.
• “اِنْفَطَرَتْ” → yarılmak, çatlamak (muradifi: اِنْشَقَّتْ (inşakkat))
• “اِنْتَثَرَتْ” → saçılmak (muradifi: تَبَدَّدَتْ
(tebeddedet)
💠 Sonuç:
Mahşer ve kıyamet sahneleri Kur’ân’da:
• dehşet (şiddetli korku),
• çözülüş (tabiatın dağılması),
• yalnızlık (herkesin kendi nefsiyle baş başa kalması)
temalarıyla anlatılır.
“يَوْمَ يَفِرُّ الْمَرْءُ مِنْ أَخِيهِ” ayeti ise bu sahnelerin en derûnîsidir;
çünkü orada artık ne sevgi, ne şefkat, ne de merhamet kalır; herkes amellerinin hesabıyla baş başadır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
23/10/2025




KIYAMETİN O DEHŞET ANI

KIYAMETİN O DEHŞET ANI

Kur’ân-ı Kerîm, kıyametin dehşetli kopuşunu hem tasvirî (manzaralı) hem de ikaz edici bir üslûpla anlatır. Bu tasvirler, insanın idrakine hitap eden sarsıcı, düşündürücü ve derûnî beyanlardır.

🌩️ 1. Zilzâl Sûresi (Yer sarsıntısı)
“Yeryüzü şiddetle sarsıldığı zaman,
ve yer, ağırlıklarını dışarı çıkardığı zaman,
ve insan, ‘Ona ne oluyor?’ dediği zaman…”
(Zilzâl, 99/1-3 )
🔹 Muradifler ve İzah:
• Zilzâl (زلزال): Şiddetli sarsıntı, zelzele. Kıyametin dehşetini ifade eder.
Muradifleri: Sarsılma, deprem, titreme.
• Esgaleha (أثقالها): Yükler, ağırlıklar. Yerin içindekileri (ölüleri, madenleri, sırları) dışarı atması.
Bu, dünyanın “emanetini boşaltması” gibidir.
• İnsân (إنسان): Bütün insanlık, şaşkınlık içinde “ne oluyor” diyecek.
Bu ifade, kıyametin beklenmedik anlığını ve dehşetini gösterir.

🌪️ 2. Tekvîr Sûresi (Karanlığa bürünen Güneş)

“Güneş dürülüp karardığı zaman,
yıldızlar dökülüp karardığı zaman,
dağlar yürütüldüğü zaman,
vahşi hayvanlar bir araya toplandığı zaman…”
(Tekvîr, 81/1-5 )

🔹 Muradifler ve İzah:

• Kuvviret (كُوِّرَتْ): “Dürülmek” anlamında.
Muradifleri: Kapanmak, bükülmek, sönmek.
Güneşin enerjisinin sönmesi, sistemin çöküşü.
• İnkederat (انكدرَت): Yıldızların dökülmesi.
Muradifleri: Sönmek, dağılmak, düşmek.
• Suyyirat (سُيِّرَت): Dağların yürütülmesi.
Muradifleri: Yerinden kopmak, savrulmak, kaymak.
Bu, dünyanın düzeninin bozulduğunu gösterir.

🌊 3. İnfitar Sûresi (Yarılma)

“Gök yarıldığı zaman,
yıldızlar dökülüp dağıldığı zaman,
denizler kaynatıldığı zaman,
kabirler altüst edilip açıldığı zaman…”
(İnfitar, 82/1-4 )

🔹 Muradifler ve İzah:

• İnfeṭarat (انفطرت): Yarılmak.
Muradifleri: Parçalanmak, çatlamak, açılmak.
• İnteserat (انتثرت): Dağılmak.
Muradifleri: Savrulmak, saçılmak.
• Füccirat (فُجِّرَت): Kaynatılmak, taşmak.
Muradifleri: Kabarma, coşma, fışkırma.
Bu, denizlerin birbirine karışıp taşmasını anlatır.
• Buʿsiret (بُعْثِرَتْ): Altüst edilmek.
Muradifleri: Devrilmek, ters çevrilmek, boşaltılmak.
Kabirlerin açılması, haşir sahnesine işarettir.

🔥 4. İnşikak Sûresi (Yarılma)

“Gök yarıldığı,
ve Rabbine boyun eğip gereğini yaptığı zaman…”
(İnşikak, 84/1-2 )

🔹 Muradifler ve İzah:

• İnşakkat (انشقت): Yırtılmak, parçalanmak.
Muradifleri: Yarılmak, bölünmek, çatlamak.
• Ezinet (أذنت): İtaat etmek, dinlemek.
Göğün, Allah’ın emrine boyun eğmesi mecazîdir; tabiat unsurlarının bile emre râm olduğunu gösterir.

5. Hâkka Sûresi (Gerçekleşen Olay)

“O vakit Sur’a bir defa üfürülür.
Yeryüzü ve dağlar yerlerinden kaldırılır,
bir defada birbirine çarpılıp darmadağın edilir.”
(Hâkka, 69/13-14 )

🔹 Muradifler ve İzah:

• Nufiha (نُفِخَ): Üflenmek.
Muradifleri: Üflemek, seslenmek, çağrılmak.
İsrafil’in sura üflemesi, kıyametin başlangıç alametidir.
• Dükketa (دُكَّتَا): Parçalanmak, un ufak olmak.
Muradifleri: Ezilmek, ufalanmak, kırılmak.

💥 6. Târiḳ Sûresi ve Kâria Sûresi (Sarsan Çarpış)

“Kâria! O sarsıcı çarpış!
Kâria nedir bilir misin?
O gün insanlar, etrafa dağılmış kelebekler gibi olacak,
dağlar da atılmış yün gibi olacak.”
(Kâria, 101/1-5 )

🔹 Muradifler ve İzah:
• Kâria (القارعة): Vurucu, çarpıcı, sarsıcı olay.
Muradifleri: Tokmak, darb, çarpış.
• Menfuş (منفوش): Atılmış, savrulmuş yün.
Dağların pamuk gibi dağılmasını anlatır; hafiflik ve dağılma mecazıdır.

🌠 7. Tefcîr ve Tasvirin Manası

Kur’an’ın bu sahnelerdeki tasvir gücü, kıyameti sanki bir “göz önüne serilmiş hâdise” gibi anlatır.
Bu ayetler:
• Korku (havf),
• Dehşet (şiddetli korku),
• Sarsıntı (zilzâl),
• Çözülme (infitar, inşikak)
gibi kelimelerle kozmik çöküşü haber verir.

🔹 Netice:

Kur’an’ın kıyameti tasvir eden ayetleri, sadece korkutma gayesi taşımaz;
aynı zamanda inkârı iskat, imanı isbat eder.
İnsana der ki:
“Ey insan! Bu kâinat fânîdir;
seni de, arzı da, göğü de yaratan Allah, onları da seni de yeniden diriltecektir.”

*******

Kur’an-ı Kerîm’de kıyametin dehşetli kopuşunu anlatan ayetlerdeki kelimelerin Arapça kök tahlili (sarf ve asıl kökleri) ve edebî sanat yönleri..
Bu, hem lafızdaki hikmeti, hem de mana derinliğini gösterecektir.

🌋 1. Zilzâl Sûresi (99/1-3)
إِذَا زُلْزِلَتِ الْأَرْضُ زِلْزَالَهَا
“Yeryüzü şiddetle sarsıldığı zaman.”
🔹 Kelime Kökü ve Tahlil:
• زُلْزِلَتْ (zulzilet) → kökü: ز ل ز ل (zelzele)
Bu kök, “tekrarlanan sarsıntı, titreme” anlamındadır.
Arapçada tekit (şiddet ve süreklilik) manası taşır.
Aynı kökten “zelzele” (deprem) kelimesi gelir.
Bu tekrarlı yapı, sarsıntının sürekliliğini ve korkunçluğunu gösterir.
🔹 Edebî Sanat:
• Tecânüs (ses benzerliği): zulzilat zilzâlehâ kelimelerindeki ses tekrarı,
titreme hissini kulakta uyandırır — bu, sesle mananın birleştiği bir belâgat örneğidir.
• Tasvir sanatı: Yerin canlı gibi “sarsılması” ve “ağırlıklarını dışa atması” teşhis (kişileştirme)dir.

🌠 2. Tekvîr Sûresi (81/1-3)

إِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ
“Güneş dürülüp karardığı zaman.”
🔹 Kelime Kökü ve Tahlil:
• كُوِّرَتْ (kuvvirat) → kökü: ك و ر (k-v-r)
“Dürmek, sarmak, toparlamak” anlamındadır.
Araplar sarığı başa dolamaya “tekvîr” derdi.
Burada “güneşin ışığının dürülmesi”, yani nurunun sönmesi, görevini tamamlaması mecazîdir.
🔹 Edebî Sanat:
• İstiare : Güneşin “dürülmesi” bir sarık gibi sarmak benzetmesiyle anlatılmıştır.
• Teşbih: Güneşin son hâli, bir “sönen kandil”e benzetilir.

🌌 3. İnfitar Sûresi (82/1-3)

إِذَا السَّمَاءُ انْفَطَرَتْ
“Gök yarıldığı zaman.”
🔹 Kelime Kökü ve Tahlil:
• انْفَطَرَتْ (infatarat) → kökü: ف ط ر (f-t-r)
“Yarmak, çatlatmak, bölmek” anlamındadır.
Aynı kökten fıtrat gelir; “yaratılış” demektir.
Burada gök, ilk yaratılışın tersi olarak yeniden parçalanıyor.
🔹 Edebî Sanat:
• Mecaz-ı mürsel: Gök “yarılıyor” ifadesi, düzenin bozulmasını mecazla anlatır.
• Teşhis: Gök adeta bir “canlı gibi” Allah’ın emrine boyun eğiyor.
• “Yıldızlar dökülüp etrafa saçıldığı zaman,” (82/2).

🌊 4. İnşikâk Sûresi (84/1-2)

إِذَا السَّمَاءُ انشَقَّتْ
“Gök yarıldığı zaman.”
🔹 Kelime Kökü ve Tahlil:
• انشَقَّتْ (inşakkat) → kökü: ش ق ق (ş-q-q)
“Yarmak, ikiye bölmek, parçalamak.”
Aynı kökten şakka (zahmet çekmek), meşakkat (sıkıntı) gelir.
Yani kıyamet ânında göğün parçalanması, büyük bir sıkıntı ve sarsıntı hâlidir.
🔹 Edebî Sanat:
• Tezat (zıtlık): Gök, düzenin sembolüyken burada “yarılması” düzenin bozulmasını gösterir.
• Tashbih: Parçalanan gök, “yırtılmış perde”ye benzetilir.

🔥 5. Hâkka Sûresi (69/13-14)

فَإِذَا نُفِخَ فِي الصُّورِ نَفْخَةٌ وَاحِدَةٌ
“Sur’a bir defa üfürüldüğü zaman.”
🔹 Kelime Kökü ve Tahlil:
• نُفِخَ (nufiha) → kökü: ن ف خ (n-f-h)
“Üflemek, nefes vermek.”
Burada “üflemek”, İsrafil’in sura üflemesiyle hayatın son bulmasını anlatır.
Aynı kökten “nefeha” (nefes) ve “nefes” kelimeleri gelir.
🔹 Edebî Sanat:
• İltifat (hitap değişimi): Önce “yeryüzü” ve “dağlar” anlatılırken, birden “Sur”a geçilir. Bu geçiş, sarsıcı bir etki oluşturur.
• Tecsim (somutlaştırma): Kıyamet, “bir üfleme” gibi kısa ama kudretli bir fiille tasvir edilir.

🌩️ 6. Kâria Sûresi (101/1-5)

الْقَارِعَةُ مَا الْقَارِعَةُ
“O sarsıcı çarpış! Kâria nedir, bilir misin?”
🔹 Kelime Kökü ve Tahlil:
• قَارِعَة (kâria) → kökü: ق ر ع (q-r-ʿ)
“Vurmak, çarpmak, kapıya tokmakla vurmak.”
Kıyametin bu isimle anılması, sarsan ve titreten çarpışma mânâsınadır.
Aynı kökten “kar‘u’l-bâb” (kapı çalmak) gelir.
🔹 Edebî Sanat:
• Tekrar sanatı (tekrir): Kâria, mâ’l-kâria, ve mâ edrâke mâ’l-kâria dizilişi,
dehşet ve bilinmezliği vurgular.
• İstifham (soru üslubu): “Kâria nedir bilir misin?” — bu, tehekküm (şiddetli uyarı) maksadı taşır.

🌌 7. Edebî ve Belâgatî Tablonun Özeti
Edebî Sanat / Ayet Örneği / Mana Etkisi
Teşbih (benzetme) /Dağlar, atılmış yün (Kâria 101/5) /Hafiflik, dağılma, çöküş
İstiare (mecaz) / Güneşin dürülmesi (Tekvîr 81/1) /Kozmik son, kapanış
Tecânüs (ses uyumu) / zulzilat / zilzalehâ / Sarsıntının ses etkisi
Tekrir (tekrar) / mâ’l-kâria /
Dehşeti pekiştirme
Teşhis (canlandırma) / Yerin ağırlıklarını atması (Zilzâl 99/2) / Canlı bir tasvir
İltifat / Gökten yere geçiş (İnfitar, İnşikak) / Dramatik anlatım geçişi

🔹 Netice:
Kur’an’ın kıyamet tasvirleri, sadece bir dehşet sahnesi değil;
tefekkür, ikaz ve imanî bir tecellîdir.
Her kelimesi seçilmiş, ses olarak da mana olarak da insanın ruhunda yankılanır.

******

Şimdi kıyamet sahnelerini Kur’an’ın tabiat unsurları üzerinden — yani güneş, gök, dağ, deniz ve arz (yeryüzü) unsurlarının bilimsel ve hikmetî değişim süreciyle Kur’anî açıdan inceleyelim.
Bu, hem ayetlerin zahirî (dış) hem de derûnî (iç) manasını ortaya koyar.

🌞 1. Güneşin Kararması – (Tekvîr 81/1)

“Güneş dürülüp karardığı zaman.”
(Tekvîr, 81/1 )

🔹 Kur’anî Tasvir:
Güneşin “dürülmesi” (كُوِّرَتْ – kuvvirat) kelimesiyle anlatılır.
Bu, ışığının söndürülmesi, nurlarının toplanması demektir.
🔹 Hikmet ve Bilimsel Yön:
• Güneş’in içinde hidrojen – helyum füzyonu vardır.
Kıyamet vakti geldiğinde, bu enerji dengesi bozulacak ve yıldız kendi içine çökecektir (astrofizikte “white dwarf” veya “black hole” süreci).
• Kur’an’ın “dürülmesi” tabiri, bu çökme (collapse) hâlini tam manasıyla anlatır.
Adeta bir lamba sönmesi gibi nur perdelenir.

• Güneşin sönmesi, zamanın perdesinin kapanmasıdır.
Çünkü “gündüz” güneşle, “gece” onun gizlenmesiyle bilinir.
O kaybolunca, vakit kavramı da yok olur.
Yani ebediyet âleminin başlangıcı olur.

🌌 2. Göklerin Yarılması – (İnfitar 82/1, İnşikak 84/1)
“Gök yarıldığı zaman.”
🔹 Kur’anî Tasvir:
• İnfitar (yarılma) ve inşikak (çatlama) fiilleriyle, semavî düzenin bozulması anlatılır.
• Gökyüzü “itaat eder” (İnşikak 84/2), yani Allah’ın emrine râm olur.
🔹 Hikmet ve Bilimsel Yön:
• Kozmolojide, kâinatın yapısı genişleme üzerinedir (Big Bang).
• “Göğü, gücümüzle Biz kurduk; şüphesiz biz onu genişleticiyiz.” Zâriyât Sûresi(51) 47. Ayet
Kur’an, Enbiyâ 21/30’da “gök ile yer bitişikti, Biz ayırdık” buyurur.
Kıyamet ise bunun tersi, yani çöküş ve kapanma (Big Crunch) sürecidir.
• Semanın “yarılması”, uzay dokusunun parçalanması, çekim alanlarının dağılması manasına gelir.
🔹 Hikmetî Yön:
• Gök, insan için emniyet kubbesidir (Enbiyâ 21/32).
Onun yarılması, bu emniyetin kalkmasıdır.
Böylece mahlûkat, İlâhî kudretin çıplak tecellîsiyle karşılaşır.

🏔️ 3. Dağların Yürütülmesi – (Tekvîr 81/3, Tâhâ 20/105-107)
“Dağlar yürütüldüğü zaman.”
(Tekvîr, 81/3)
“Dağlar savrulup toz duman hâline gelir, yeryüzü dümdüz olur.”
(Tâhâ, 20/105-107 )
🔹 Kur’anî Tasvir:
• Dağlar önce yerlerinden koparılır, sonra savrulur.
• Kimi ayette “atılmış yün gibi” (Kâria 101/5), kimi ayette “duman gibi” (Vâkia 56/5) olur.
🔹 Hikmet ve Bilimsel Yön:
• Dağlar, yer kabuğunun sabitleyicileridir (Nebe 78/6-7).
Yer sarsıntısını dengeler.
Kıyamet anında yer kabuğu kırılacağı için bu denge unsurları da uçucu toz hâline gelir.
• Dağların “yürütülmesi”, tektonik tabakaların tamamen yer değiştirmesi ve kabuk yapısının çözülmesi demektir.
🔹 Hikmetî Yön:
• Dağların kalkması, dünya misafirhanesinin kapatılmasıdır.
Çünkü dağ, istikrar sembolüdür; o gidince fânilik mutlaklaşır.

🌊 4. Denizlerin Kaynatılması – (İnfitar 82/3, Tekvîr 81/6)
“Denizler kaynatıldığı zaman.”
(İnfitar, 82/3 )
🔹 Kur’anî Tasvir:
“Füccirat” fiili kullanılır; fışkırmak, taşmak, kaynamak demektir.
🔹 Hikmet ve Bilimsel Yön:
• Denizlerin kaynaması, yerin ısısının artması, magma tabakasının yüzeye çıkması anlamına gelir.
Bu, jeotermal dengenin tamamen bozulmasıdır.
• Aynı zamanda kutup buzlarının çözülmesi, suların birbirine karışması olarak da yorumlanır.
🔹 Hikmetî Yön:
• Deniz, hayatın kaynağıdır; onun kaynaması, hayatın bitmesidir.
Yani suyun tabiatı (rahmet), artık azaba dönüşmüştür.

🌍 5. Yeryüzünün Devrilmesi ve Ağırlıklarını Atması – (Zilzâl 99/1-2)
“Yeryüzü şiddetle sarsıldığı zaman, ağırlıklarını dışarı çıkardığı zaman.”
🔹 Kur’anî Tasvir:
Yerin “ağırlıkları” (eskâlehâ) — yani ölüler, madenler, sırlar — dışarı atılır.
🔹 Hikmet ve Bilimsel Yön:
• Bu, yerkürenin merkezinde bir enerji patlaması veya çekirdek dengesinin bozulması demektir.
• Depremler, kıyametin küçük misalleridir;
Zilzâl Sûresi, bu “küçük kıyametlerin” bir numûne-i kübrâya dönüşeceğini bildirir.
Büyük kıyamet başlar.
🔹 Hikmetî Yön:
• Dünya, insanı barındıran bir rahim gibidir;
kıyamet günü onu doğurur ve ahirete teslim eder.

🌟 Sonuç:

Kur’an’ın kıyamet tasvirleri, hem fizikî çöküşü hem de metafizik uyanışı anlatır.
Bu sahneler:
• Bilimsel olarak evrenin termodinamik sonunu,
• İmanî olarak ise dünyanın fânîliğini ve ahiretin ebedîliğini gösterir.
“O gün yer, haberlerini anlatır.” (Zilzâl 99/4)
Çünkü o da Allah’ın emriyle konuşur.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
23/10/2025

 

 




Kur’an’ın Hitap Tarzı: İskat ve İsbât

Kur’an’ın Hitap Tarzı: İskat ve İsbât

Giriş
Kur’an-ı Kerim, sadece bir kitap değil; ilahi kelamın insan aklına, kalbine ve vicdanına yönelik hikmetli bir hitabıdır. O, insanı ikna eden değil, irşad eden, zorlayan değil, delil ile susturan (iskat eden) ve ardından hakikati beyan eden (isbat eden) bir ilahi kelam mucizesidir.
Kur’an’ın üslûbunda bu iki yön—iskat ve isbat—birbirini tamamlayan iki hakikat gibidir: biri batılı yıkmak, diğeri hakkı inşa etmek içindir.

1. İskat: Batılı Susturma ve Yanlışı Düşürme Üslûbu

Kur’an, inkârcıların zayıf delillerini çürütmek, batıl iddialarını geçersiz kılmak için sıkça “iskatî hitap tarzı” kullanır. Bu tarzda Kur’an, muhatabının yanlış anlayışını önce ortaya koyar, sonra onun içindeki çelişkiyi açığa çıkararak susturur.
a) Allah’a Ortak Koşanların Susturulması
“Yoksa, Onu (Muhammed) uydurdu mu diyorlar? De ki: Eğer sizler doğru iseniz Allah’tan başka, gücünüzün yettiklerini çağırın da (hep beraber) onun benzeri bir sûre getirin.”
(Yûnus, 10/38)
Bu ayet, müşriklerin batıl ilah anlayışını delille çürütür (iskat). Putların ne fayda ne zarar verebildiğini mantıkî bir ispatla gösterir.
Bir diğer ayette:
“Onlara: ‘Gökleri ve yeri kim yarattı?’ diye sorsan mutlaka ‘Allah’ derler. De ki: ‘Andolsun ki onlara: Gökleri ve yeri kim yarattı? diye sorsan, elbette «Allah’tır» derler. De ki: Öyleyse bana söyler misiniz? Allah bana bir zarar vermek isterse, Allah’ı bırakıp da taptıklarınız, O’nun verdiği zararı giderebilir mi? Yahut Allah, bana bir rahmet dilerse, onlar O’nun bu rahmetini önleyebilirler mi? De ki: Bana Allah yeter. Tevekkül edenler, ancak O’na güvenip dayanırlar.”
(Zümer, 39/38)
Bu, Kur’an’ın iskatî hitabının zirvesidir. Zira inkârcıyı kendi ikrarı üzerinden susturur. Cevap kendi ağızlarından alınır; sonra o cevabın mantıki sonucu karşılarına konur.

b) Dirilişi (Haşri) İnkar Edenlerin Susturulması
“Kendi yaratılışını unutarak bize bir örnek getirdi ve dedi ki: ‘Şu çürümüş kemikleri kim diriltecek?’
De ki: ‘Onları ilk defa yaratan diriltecektir. O, her yaratmayı hakkıyla bilendir.’”
(Yâsîn, 36/78-79)
Burada Kur’an önce inkârcının sorusunu tasvir eder (iskat için zemin hazırlar), sonra yaratılış deliliyle cevap verir (isbat eder).

2. İsbât: Hakikatin Delil ile Ortaya Konması

Kur’an, iskatla batılı susturduktan sonra, isbat ile hakikati kalplere yerleştirir. Kur’an’ın isbat üslûbu; tefekkür, kıyas, temsil ve nazar yoluyla aklı ve kalbi aydınlatır.
a) Allah’ın Birliği Üzerine İsbât
“Eğer yerde ve gökte Allah’tan başka ilahlar olsaydı, ikisinin de düzeni bozulurdu.”
(Enbiyâ, 21/22)
Bu ayet, tevhidin mantıkî isbatıdır. Birden fazla ilahın varlığının nizamı bozacağı deliliyle Allah’ın birliği aklen isbat edilir.
b) Haşrin İsbâtı
“Ey insanlar! Öldükten sonra dirilme konusunda en küçük bir şüpheniz varsa, şunu bilin ki, biz sizi başlangıçta topraktan, sonra bir nutfeden, sonra rahim cidârına yapışan bir hücreden, sonra esas unsurlarıyla yaratılışı tamamlanmış ama bütün azalarıyla henüz tamamlanmamış bir çiğnem et görünümünde bir ceninden yarattık ki, size kudretimizi gösterelim. Dilediğimizi rahimlerde belli bir süreye kadar bekletir, sonra sizi bir bebek olarak dünyaya çıkarırız. Sonra güçlü kuvvetli çağınıza ulaşmanız için sizi besleyip büyütürüz. İçinizden kimi erkenden, hatta çocuk yaşta ölür. Kimi de ömrün en düşkün çağına kadar yaşatılır da, daha önce bazı şeyler öğrenmişken artık hiçbir şey bilmez hâle gelir. Ayrıca yeryüzünü de kupkuru ve ölü bir halde görürsün; fakat biz üzerine yağmur indirdiğimizde o, kıpırdanır, kabarır, her türden göz alıcı, gönül açıcı bitkiyi erkekli-dişili bitirir.”
(Hacc, 22/5)
Burada insanın yaratılış merhaleleri gösterilerek, yeniden dirilişin imkânı ve Allah’ın kudreti isbat edilir.
c) Vahyin Hak Oluşunun İsbâtı
“Bu Kur’an Allah’tan başkası tarafından uydurulmuş bir şey değildir. Ancak kendinden öncekini doğrulayan ve o Kitab’ı açıklayandır. Onda şüphe yoktur, o âlemlerin Rabbindendir.”
(Yûnus, 10/37)
Bu ayet, Kur’an’ın ilahi kaynağını isbat eder. Çünkü hem önceki kitaplarla mutabık, hem de onların tahrif edilen kısımlarını tashih eden bir hitap tarzına sahiptir.

3. Tarihten İskat ve İsbât Örnekleri
a) Hz. İbrahim’in (Aleyhisselâm) Nemrud’la Münazarası
“İbrahim dedi ki: ‘Rabbim diriltir ve öldürür.’ Nemrud dedi ki: ‘Ben de diriltirim ve öldürürüm.’
İbrahim dedi ki: ‘Şüphesiz Allah, güneşi doğudan getiriyor; sen de onu batıdan getir bakalım!’
Bunun üzerine inkârcı şaşırıp kaldı.”
(Bakara, 2/258)
Burada İbrahim Aleyhisselâm önce Nemrud’un yanlış kıyasını iskat eder, ardından Allah’ın kudretini isbat eden açık bir delille onu susturur.
b) Hz. Musa’nın Firavun’la Münazarası
“Firavun dedi ki: ‘Âlemlerin Rabbi de nedir?’
Musa dedi ki: ‘O, göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin Rabbidir. Eğer kesin inanıyorsanız.’”
(Şuarâ, 26/23-24)
Hz. Musa burada Firavun’un “Rablık iddiasını” ilahi nizam deliliyle iskat eder ve Allah’ın rububiyetini isbat eder.

4. Kur’an Üslûbunun Hikmeti
Kur’an’ın iskat ve isbat tarzı, hem aklı hem kalbi ikna eden cihan-şümul bir hitap biçimidir.
• İskat, batılı susturur; nefsi kibirden arındırır.
• İsbât, kalbi nurla doldurur; hakikate teslim eder.
Böylece Kur’an, evvelâ batılı reddeder, sonra hakkı isbat eder. Çünkü hakikatin tecellisi, evvelâ menfîlerin izalesiyle olur.

Sonuç
Kur’an’ın hitap tarzı, belâgatın zirvesi olan bir dengeye sahiptir. O, aklî delil ile susturur, kalbî delil ile ikna eder.
Bir tarafta iskat ile batılın kökünü keser, diğer tarafta isbat ile iman ağacını kalplerde yeşertir.
Bu sebeple Kur’an’ın üslûbu yalnızca tarihî bir hitap değil, kıyamete kadar sürecek bir irşad metodudur:
Batılı susturur, hakkı konuşturur.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
22/10/2025




Kur’an’daki Yemin (Kasem) İfadelerinin Sistematik Tahlili

Kur’an’daki Yemin (Kasem) İfadelerinin Sistematik Tahlili: Mûksemun Bih ve Cevâbü’l-Kasem Arasındaki Derûnî Münasebet

​Özet
​Bu makale, Kur’an-ı Kerim’in belâgat üslupları içinde mühim bir yer tutan yemin (kasem) ifadelerini sistematik bir surette tahlil etmeyi amaçlamaktadır. Çalışma, üzerine yemin edilen varlıklar (el-mûksemun bih) ile yeminin cevabı olarak sunulan hakikat (cevâbü’l-kasem) arasındaki lafzî ve manevî münasebeti ortaya çıkarmayı hedeflemektedir. Kur’an’da güneş, ay, zaman, kalem, incir ve zeytin gibi mahlukat üzerine yemin edilmesinin keyfî bir tercih olmadığı, bilakis bu varlıkların, yeminle teyit edilen konunun anlaşılması için birer tefekkür anahtarı vazifesi gördüğü misaller üzerinden ispat edilecektir. Bu tahlil, Kur’an’daki kasemlerin, insanın nazarını tabiattaki ilâhî sanat eserlerine çevirerek, kâinat kitabını okumaya ve oradan imanî hakikatlere ulaşmaya sevk eden mucizevî bir üslup olduğunu göstermeyi gaye edinmektedir.
​Giriş
​İlâhî kelâmın muhataplarının zihin ve kalplerinde en derin tesiri bırakmak için kullandığı eşsiz beyan üsluplarından biri de kasemdir. Arap dilinde ve edebiyatında önemli bir tekit (pekiştirme) vasıtası olan yemin, Kur’an-ı Kerim’de beşerî yeminden farklı olarak, bir hakikati isbat etmekten ziyade, o hakikatin ehemmiyetine ve şerefine dikkat çekmek, muhatabın zihnini teyakkuz haline getirmek ve onu tefekküre sevk etmek gibi ulvî gayelere hizmet eder.
​Allah Teâlâ’nın Kendi Zât’ı üzerine yemin etmesinin yanı sıra, mahlukatından olan güneş, ay, gece, gündüz, incir, zeytin, kalem gibi varlıklar üzerine yemin etmesi, tefsir ve belâgat âlimlerinin üzerinde hassasiyetle durduğu bir konudur. Zira mahlukun Hâlık’tan başkası adına yemin etmesi yasaklanmışken, Hâlık’ın mahluku adına yemin etmesi, üzerine yemin edilen o varlığa müstesna bir kıymet atfeder ve onu ilâhî bir “âyet” (delil, işâret) mertebesine yükseltir.
​Bu yemindeki asıl mucizevîlik, üzerine yemin edilen şey (mûksemun bih) ile yeminin neticesinde vurgulanan hakikat (cevâbü’l-kasem) arasında kurulan ince ve derin manevî bağlantıda gizlidir. Bu çalışma, mezkûr bağlantıyı muhtelif surelerden misallerle tahlil ederek, kasemlerin Kur’an’ın tefekkür odaklı üslubunun nasıl bir parçası olduğunu ortaya koyacaktır.
​1. Kasemin Mahiyeti ve Unsurları
​Belâgat ilminde kasem, genellikle üç temel unsurdan oluşur:
• ​Kasem Edatı: “Vav” (و), “Be” (ب), “Te” (ت) gibi harfler.
• ​El-Mûksemun Bih: Üzerine yemin edilen varlık veya kavram.
• ​Cevâbü’l-Kasem: Yeminin delâlet ettiği, doğruluğu veya ehemmiyeti tekit edilen asıl konu.
​Kur’an’daki kasemlerin i’câzı, bilhassa ikinci ve üçüncü unsurlar arasındaki mana bütünlüğünde kendini gösterir. Üzerine yemin edilen varlık, yeminin cevabı olan hakikatin âdeta somut bir misali, görünen âlemdeki bir delili gibidir.
​2. Mûksemun Bih ve Cevâbü’l-Kasem Münasebetine Dair Tahlilî Misaller
​2.1. Şems Suresi: Kâinattaki Zıtlıklar ve İnsan Nefsindeki Zıt Kutuplar
​Şems Suresi, kasem üslubunun en parlak misallerinden birini sunar. Sure, peş peşe gelen on bir yemin ile başlar ve bu yeminlerin cevabı olarak insan nefsindeki (canındaki) iki temel potansiyele dikkat çeker.
​”Güneşe ve onun aydınlığına andolsun,”
“Onu izlediğinde Ay’a andolsun,”
“Onu ortaya çıkardığında gündüze andolsun,”
“Onu bürüdüğünde geceye andolsun,”
“Gökyüzüne ve onu bina edene andolsun,”
“Yere ve onu yayıp döşeyene andolsun,”
“Nefse ve onu düzgün bir biçimde şekillendirip,”
“Ona kötülük duygusunu ve takvasını (kötülükten sakınma yeteneğini) ilham edene andolsun ki,”
“Nefsini arındıran kurtuluşa ermiştir.”
“Onu kötülüklere gömüp kirleten kimse de ziyana uğramıştır.” (Şems, 91/1-10)

• ​Mûksemun Bih (Üzerine Yemin Edilenler): Güneş ve onun aydınlığı, onu takip eden ay, gündüz ve gece gibi birbirini takip eden ve birbirinin zıddı olan kozmik hadiseler.
• ​Cevâbü’l-Kasem (Yeminin Cevabı): Nefsini arındıranın kurtulacağı, kirletenin ise hüsrana uğrayacağı hakikati.
​Bağlantı: Surede üzerine yemin edilen varlıklar, bir zıtlık ve denge esasına göre yaratılmıştır. Güneşin parlaklığına karşılık gecenin karanlığı, gündüzün aydınlığına karşılık ayın loş ışığı… Bu kevnî (kozmolojik) zıtlıklar, yeminin cevabı olan konuya mükemmel bir hazırlık teşkil eder. Nasıl ki kâinatta aydınlık ve karanlık mücadelesi varsa, aynı şekilde insanın nefsinde de “fücur” (kötülük, isyan) ve “takva” (iyilik, sakınma) olarak isimlendirilen iki zıt potansiyel mevcuttur. Allah Teâlâ, âfâktaki (dış dünyadaki) bu açık delillere yemin ederek, enfüsteki (iç dünyadaki) bu en mühim hakikate, yani insanın hidayet ve dalâlet arasındaki imtihanına nazarımızı çevirir.
​2.2. Tîn Suresi: Mukaddes Mekânlar ve İnsanın Yaratılışındaki Kudsiyet
​Bu surede yeminler, belirli meyveler ve mukaddes mekânlar üzerine edilir.
​”Tîn’e ve zeytûn’a andolsun,”
“Sîna dağına andolsun,”
“Ve bu güvenli şehre (Mekke’ye) andolsun ki,”
“Biz, gerçekten insanı en güzel bir biçimde yarattık.” (Tîn, 95/1-4)

• ​Mûksemun Bih: İncir, zeytin, Sina Dağı ve Mekke şehri.
• ​Cevâbü’l-Kasem: İnsanın “ahsen-i takvîm” yani en güzel kıvamda ve biçimde yaratıldığı.
​Bağlantı: Tefsirlerde incir ve zeytinin, Hz. Âdem ve Hz. Nuh gibi peygamberlerin vatanı olan bereketli topraklara; Sina Dağı’nın Hz. Musa’ya vahyin geldiği mekâna; “güvenli şehir” olan Mekke’nin ise Hz. İbrahim ve son Peygamber Hz. Muhammed’e (s.a.v.) işaret ettiği belirtilmiştir. Dolayısıyla üzerine yemin edilen bu şeyler, vahyin indiği, büyük peygamberlerin zuhur ettiği ve manevî bereketin merkezleri olan yerlerdir. Bu mukaddes ve bereketli mekânlara yemin edilerek varılan netice şudur: Nasıl ki bu mekânlar maddî ve manevî olarak en seçkin yerler ise, ey insan, sen de mahlukat içinde en mükerrem, en seçkin ve “en güzel biçimde” yaratılmış varlıksın. Yemin edilenlerle yeminin cevabı arasında bir “şeref ve kıymet” ortak paydası bulunmaktadır.
​2.3. Kalem Suresi: Kalem ve Yazının Şahitliğinde Peygamberin Ahlâkı
​Bu surenin başlangıcı, hakikatin kaydı ve muhafazası üzerine bir yeminle başlar.
​”Nûn. Kaleme ve satır satır yazdıklarına andolsun ki,”
“Sen -Rabbinin lütfu sayesinde- bir deli değilsin.” (Kalem, 68/1-2)

• ​Mûksemun Bih: Kalem ve onunla yazılanlar.
• ​Cevâbü’l-Kasem: Hz. Peygamber’in (s.a.v.) mecnun olmadığı, aksine yüce bir ahlâk üzere olduğu hakikati.
​Bağlantı: Kalem ve onun yazdıkları, bilginin, medeniyetin, hakikatin ve vahyin kayıt altına alınmasının ve nesilden nesile aktarılmasının en mühim vasıtasıdır. Kalem, ilim ve hikmeti sembolize eder. Allah Teâlâ, bu şerefli vasıtalara yemin ederek, müşriklerin Peygamber Efendimiz’e yönelik “deli” iftirasını reddetmektedir. Bu yeminin zımnî manası şudur: Ey insanlar, kalemin ve yazının şahitliğinde, yani vahyin, ilmin ve hikmetin şahitliğinde bilin ki, bu Elçi, onların iddia ettiği gibi aklını yitirmiş biri değil, tam aksine hakikatin ve yüce ahlâkın ta kendisini getiren kişidir. Kalemin temsil ettiği akıl, hikmet ve hakikat, O’nun isnatlardan münezzeh olduğunun en büyük şahididir.
​3. Kasemin Tefekkür ve Nazarı Yönlendirmesi
​Yukarıdaki misallerden de anlaşılacağı üzere, Kur’an’daki kasemler sadece birer tekit edatı değildir. Her bir kasem, muhatabı bir tefekkür yolculuğuna çıkarır:
• ​Nazarı Çevirme: Yemin edilen varlık (güneş, ay, kalem vb.), muhatabın zihninde anında bir görüntü ve mana oluşturur. İnsan, günlük hayatta alıştığı bu varlıklara yeniden ve daha dikkatli bir nazarla bakmaya davet edilir.
• ​Delilden Medlûle Geçiş: Üzerine yemin edilen varlığın özellikleri üzerinde düşünen insan, bu özellikler ile yeminin cevabında gizli olan mana arasındaki bağlantıyı kurmaya başlar. Böylece tabiattaki bir hadise (delil), imanî bir hakikatin (medlûl) anlaşılması için bir köprü olur.
• ​İmanî Hakikati Pekiştirme: Kâinattaki somut delillerle desteklenen imanî hakikat, sadece mücerret bir bilgi olmaktan çıkar, âdeta gözle görülür, elle tutulur bir kesinliğe bürünür.
​Sonuç
​Kur’an-ı Kerim’deki yemin ifadeleri, Allah’ın kelâmındaki i’câzın ve belâgatın en derinlikli tezahürlerinden biridir. Bu yeminler, tesadüfî veya sadece süslü birer ifade olmaktan çok uzaktır. Her bir kasem, üzerine yemin edilen varlık ile yeminin hedeflediği hakikat arasında zekice ve hikmetle örülmüş bir mana ağı kurar.
​Bu üslup, kâinatı bir “kitap”, içindeki her bir varlığı ise iman hakikatlerini anlatan birer “kelime” olarak okumayı öğretir. Güneşin ve ayın hareketinden insan nefsindeki ahlâkî imtihana, bereketli topraklardan insanın yaratılışındaki mükemmelliğe, kalemin satırlara döktüğü hikmetten Peygamber’in yüce ahlâkına uzanan bu yolculuk, Kur’an’ın insanı hem aklıyla hem de kalbiyle nasıl kuşattığının en parlak isbatıdır. Dolayısıyla Kur’an’daki kasemler, birer tefekkür davetiyesi ve kâinattaki ilâhî sanata açılan birer penceredir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
22/10/2025