MAKALELER – 8 –

MAKALELER  – 8 –

Dünya Hayatının Gerçek Anlamı ve İmtihanın Sırları

İnsan, bu dünyaya sadece eğlenmek, keyif sürmek ve rahat bir ömür geçirmek için gelmemiştir. Bu fani hayat, bir imtihan sahnesi, ebedi bir yolculuğun başlangıç noktasıdır.
Dünya Hayatının Gerçek Mahiyeti
Bediüzzaman Said Nursi’nin de belirttiği gibi, “İnsan bu dünyaya yalnız güzel yaşamak için ve rahatla ve safa ile ömür geçirmek için gelmemiştir.”
Bu söz, dünya hayatının temel amacının nefsi arzuları tatmin etmek olmadığını, aksine daha yüce bir gayenin peşinde koşmak olduğunu hatırlatır. Bu gaye, Yaratıcı’yı tanımak, O’na kulluk etmek ve O’nun rızasını kazanmaktır.

Bu yolda en büyük engellerden biri, nefsin, heveslerin ve bedenin geçici lezzetlerinin esiri olmaktır. “Ya Rabbi! Aklımızı midemize, ruhumuzu cesedimize, kalbimizi nefsimize hakim eyle” duası, bu mücadelenin anahtarını sunar. Akıl, beden ve kalp arasında bir denge kurmak, dünya hayatının imtihanlarından başarıyla çıkmanın yegâne yoludur. Bu dengeyi kuran kişi, fani lezzetlere takılıp kalmaz, ebedi mutluluğun peşine düşer.

İnsan İlişkileri ve Sabır İmtihanı

Kur’an-ı Kerim’de (Furkân, 20) buyurulduğu gibi: “(EY İNSANLAR!) Sizi birbiriniz için imtihan aracı kıldık. (Bakalım) sabredecek misiniz?” Bu ayet, insan ilişkilerinin basit bir sosyalleşme aracı olmadığını, aksine bir sabır ve tahammül imtihanı olduğunu tebarüz ettirir.. İnsanlar arası ilişkilerde karşılaşılan zorluklar, yanlış anlamalar ve anlaşmazlıklar, sabır ve hoşgörü faziletlerini geliştirmek için birer fırsattır. Bu imtihanı başarıyla geçenler, hem dünyada huzura kavuşur hem de ahirette yüksek derecelere ulaşır.

Kelamın ve Gıybetin Önemi
Şems-i Tebrizi’nin “Sözü süz de söyle, gönlü bulandırmasın. Sözü diz de söyle, kulağa inci diye takılsın. Sözü yüze söyle, gıybet olup utandırmasın” sözü, dilin ve kelamın ne kadar önemli bir emanet olduğunu gösterir. Sözler, insanları birbirine yaklaştırabileceği gibi, kin ve nefrete de sebep olabilir. Gıybet, yani bir kimsenin arkasından konuşmak, bu emanete ihanetin en büyük göstergesidir. Kelamımızı süzmek, güzel ve faydalı sözler söylemek ve gıybetten kaçınmak, insan olmanın ahlaki ve edebi bir gereğidir.

Ebedi Yolculuk ve Fani Nimetler
“Bu elbise hiç giyilmeyecek gibi davranıyoruz. Ama herkes mutlaka giyecek! Modası geçmeyen tek şey kefendir. Hâlâ cebi yok, hâlâ beyaz.”
Bu sözler, dünya hayatının fani ve geçici olduğunu, ölümün ise kaçınılmaz bir son olduğunu çarpıcı bir şekilde hatırlatır. İnsan, ne kadar zengin olursa olsun, ne kadar makam sahibi olursa olsun, en sonunda kefene sarılıp toprağa verilecektir. Bu gerçek, dünyaya aşırı bağlanmaktan, gurur ve kibirden uzak durmamız gerektiğine dair önemli bir uyarıdır.

Bediüzzaman Said Nursi’nin “Nimetin zevalinden elem çekme. Çünkü rahmet hazinesi tükenmez… Ağacı baki ise, meyve gitse de yerine gelen var” sözü ise, fani olan her şeyin yerine ebedi ve daimi olanın geleceğini müjdeler. Geçici nimetlerin elden çıkmasından dolayı üzülmek yerine, asıl olan rahmet hazinesine yönelmek, müminin en büyük tesellisidir.

Zamanın Kıymeti ve Ebedi Olanı Seçmek
“Bâkî-i Hakikî’nin muhabbet, marifet, rızası yolunda bir saniye, bir senedir. Eğer onun yolunda olmazsa, bir sene bir saniyedir.” (Lemalar – 16)
Bu hikmetli söz, zamanın göreceliğini ve gerçek kıymetinin ne olduğunu gösterir. Allah’a olan sevgi, marifet ve rıza yolunda geçen her an, ebedi bir kazanç kapısıdır. Bu yolda geçirilen bir an bile, fani dünya hayatının bir senesinden daha değerlidir. O’nun yolundan sapıldığında ise, uzun bir ömür bile boşa harcanmış bir andan ibaret kalır.

Özet
Makale, hikmetli sözler ışığında, dünya hayatının gerçek anlamını ve insan olmanın manevi sorumluluklarını ele almaktadır. İnsanların bu dünyaya sadece eğlenmek için değil, imtihan olmak için geldiği anlatılır. Akıl, ruh ve kalp arasındaki dengeyi kurmanın önemi üzerinde durulur. İnsanlar arasındaki ilişkilerin bir sabır imtihanı olduğu, kelamın dikkatli kullanılması ve gıybetten kaçınılması gerektiği belirtilir. Ölümün kaçınılmaz bir gerçek olduğu, kefenin modasının geçmediği ve dünyanın fani nimetlerine aşırı bağlanmaktan kaçınılması gerektiği hatırlatılır. Son olarak, zamanın değerinin, Allah’ın sevgisi, marifeti ve rızası yolunda harcanan her an ile ölçüldüğü anlatılarak, ebedi olanı seçmenin önemi anlatılır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




MAKALELER – 7 –

MAKALELER  – 7 –

Fani Dünyanın Aldatmacası ve Ebedi Kurtuluşun Yolu

Dünya, her ne kadar cazip ve süslü görünse de, perişan ve fani bir hanedir. İnsan, bu fani mekânda, aciz ve miskin bir varlık olarak, ebedi bir memlekete doğru yolculuk etmektedir. Görsellerde yer alan ayetler, hadisler ve hikmetli sözler, bu yolculuğun anlamını, insan olmanın sorumluluklarını ve ahiretteki gerçek yurdumuza nasıl hazırlanmamız gerektiğini bizlere hatırlatır.

İnsanlığın Fani Tabiatı ve Ebedi Olanı Aramak

Bediüzzaman Said Nursi, “Evet şu perişan dünyada, âvâre nev-i beşer içinde, semeresiz bir hayatta; hâmisiz bir surette; âciz, miskin bir insan, bütün dünyanın sultanı da olsa kaç para eder” diyerek insanın fani tabiatını ve dünya hayatının geçiciliğini vurgular. En yüksek makam ve servet bile, aciz bir insanı ölümden ve ebedi hayattaki yalnızlıktan kurtaramaz. Asıl olan, bu perişan dünyada bir hami, bir sahip bulmaktır ki bu da ancak Rabbimizdir.

İnsan bu acizliği ve fâniliği karşısında, daimi ve gerçek bir memlekete hazırlanmalıdır.

“Hazırlanınız; başka, daimî bir memlekete gideceksiniz. Öyle bir memleket ki, bu memleket ona nisbeten bir zindan hükmündedir” sözü, bizi dünya hayatına aşırı bağlanmaktan alıkoyar ve asıl vatanımızın ahiret olduğunu hatırlatır. Bu idrak, bizi boş heveslerden uzaklaştırır ve ebedi hayatımız için salih amellerde bulunmaya teşvik eder.

Ebedi Cennete Hazırlık ve Salih Amel

Araf Suresi’nin 42. ayeti, “iman edenler ve salih amellerde bulunanlar -ki biz hiç kimseye güç yetireceğinden fazlasını yüklemeyiz- onlar da cennetin ashabı (halkı)dırlar. Onda sonsuz olarak kalacaklardır” diyerek, ebedi cennete giden yolu açıkça gösterir. Bu yol, iman etmek ve salih amellerde bulunmaktır. Allah, kimseye taşıyamayacağı bir yük yüklemez. Herkes, kendi gücü ve imkanı dahilinde sorumlu tutulur. Bu, Allah’ın rahmetinin ve adaletinin bir göstergesidir. Cennet, sadece iman edenlere değil, aynı zamanda bu imanı salih amellerle süsleyenlere de vaat edilmiştir.

Ahlak ve İnsan İlişkileri

Hadis-i Şeriflerde de anlatıldığı gibi, “Mü’minler arasında imanca en kâmil olanı, ahlâkça en güzel olanıdır. En hayırlılarınız da kadınlarına ahlâkça güzel davrananlarınızdır.”

Bu hadis, imanın sadece kalpte bir tasdikten ibaret olmadığını, aynı zamanda güzel ahlakla da tezahür etmesi gerektiğini belirtir. Gerçek mümin, çevresine karşı adil, merhametli ve hoşgörülü olandır. Aile içinde, özellikle kadınlara karşı sergilenen güzel ahlak, bu imanın en önemli göstergelerinden biridir.

Yunus Emre’nin “Bir bahçeye giremezsen, durup seyran eyleme. Bir gönül yapamazsan, yıkıp viran eyleme” sözü, insan ilişkilerinde takınılması gereken hassas duruşu özetler.
İnsanların kalpleri, Allah’ın evidir. Bu evleri inşa edemiyorsak bile, yıkmaktan kaçınmalıyız. Bu söz, iyilik yapamıyorsak kötülükten de uzak durmanın önemini anlatır.

Kalbin Sızısı ve İman Koruması

“Teessür ve ızdırab karşısında kalbden bir parça kopsa idi, bir genç dinsiz olmuş haberi karşısında o kalbin atom zerratı adedince paramparça olması lâzım gelir.”
Bu söz, bir müminin iman kardeşlerine karşı duyduğu derin şefkati ve sorumluluğu ifade eder. Maddi bir kayıp karşısında duyulan üzüntüden çok daha fazlası, bir insanın imanını kaybetmesi karşısında hissedilmelidir. Bu, müminin kendi imanını koruması ve çevresindeki insanlara da sahip çıkması gerektiğinin bir göstergesidir.

Bu açıdan Tahrim Suresi’nin 6. ayeti bizlere yol gösterir: “Ey iman edenler! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun…”
Bu ayet, her müminin kendisine ve ailesine karşı bir koruma kalkanı vazifesi üstlenmesi gerektiğini vurgular. İman ve salih ameller, bu koruma kalkanının en önemli unsurlarıdır.

Özet
Makale, dünya hayatının perişan ve fani bir konak olduğunu, insanın ise bu hayatta ebedi bir memlekete doğru yolculuk ettiğini ele alıyor. İnsanın acizliğine ve dünyanın geçiciliğine dikkat çekerek, asıl gayenin Allah’a sığınmak ve ahirete hazırlanmak olduğunu anlatıyor.

Cennete giden yolun, iman ve salih amellerden geçtiğini, Allah’ın kimseye taşıyamayacağından fazlasını yüklemediğini belirtiyor. İmanın sadece bir inanç değil, aynı zamanda güzel ahlakla da tezahür etmesi gerektiğini, özellikle aile içinde bu ahlakın önemini hadis-i şeriflerle açıklıyor. Yunus Emre’nin sözleriyle insan ilişkilerinde gönül yapmanın önemine değiniyor.
Son olarak, bir müminin iman kardeşlerine karşı duyduğu sorumluluğu ve kendisini ve ailesini cehennem ateşinden koruma vazifesini ayet ve hadislerle destekleyerek konuyu bütünlüyor.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




MAKALELER – 6 –

MAKALELER  – 6 –

Maneviyatın Yüceliği ve İnsan Olmanın Sırları
İnsanoğlunun hayat yolculuğu, sadece maddi kazanımlardan ibaret değildir. Bu yolculuk, aynı zamanda manevi bir arayış, edep, ihlas, hak ve adalet mücadelesiyle şekillenir. Görsellerde yer alan hikmetli sözler, bu derin manevi yolculuğa ışık tutarak, fani dünyanın aldatmacalarına karşı bizi uyarır ve ebedi kurtuluşun anahtarlarını sunar.
Maddi Kazanımların Aldatmacası ve Gerçek Kazanç
İmam Gazali’nin “Her gün ömürleri azalmasına rağmen, malları arttığından dolayı sevinen ahmaklar gibi olma! Mal artıyor ama ömür azalıyor. Bunun neresinde hayır var. İlmin ve amelin dışında hiçbir şeye sevinme..!” sözü, insanın en büyük yanılgısını gözler önüne serer. Dünya malı ve serveti, ömür azaldıkça bir anlam ifade etmez. Asıl değerli olan, ömür sermayesinin ilim ve salih amellerle değerlendirilmesidir. Gerçek kazanç, fani olanı biriktirmek değil, baki olan için çaba sarf etmektir. İlmin ve amelin getirdiği manevi tatmin, geçici dünya lezzetlerinden çok daha üstündür.

İhlas ve Neticesiz Kalmayan Dua
Bediüzzaman Said Nursi’nin belirttiği gibi, “Samimî bir ihlas, şerde dahi olsa neticesiz kalmaz. Evet ihlas ile kim ne isterse Allah verir.” İhlas, bir işi sadece Allah rızası için yapmaktır. Bu samimiyet, duaların kabul olmasının, niyetlerin gerçekleşmesinin ve en zor durumlarda bile bir çıkış yolunun bulunmasının anahtarıdır. Hatta şer gibi görünen bir durumda bile, ihlaslı bir kalple yapılan dua, mutlaka bir hayra vesile olur. Bu, Allah’ın vaadidir ve O’nun kereminin bir tecellisidir.

Edep ve Kâmil İnsan Olmak
İmam Şa’rânî’nin “Edebi olanlar, kendilerini noksan başkalarını kâmil görürler. Edebi az olanlar ise kendilerini kâmil başkalarını noksan görürler” sözü, tevazu ve edep ahlakının temelini oluşturur. Gerçek edep sahibi kişi, kendini daima eksik ve kusurlu görürken, başkalarının fazilet ve iyiliklerini takdir eder. Bu, kişiyi gurur ve kibirden uzak tutar, sürekli olarak kendini geliştirmeye sevk eder. Edepsizliğin en büyük göstergesi ise, kendini kusursuz görmek ve başkalarını hor görmektir. Bu tutum, insanı hem dünyada hem de ahirette alçaltır.

Hak ve Haksızlık Karşısında Duruş
“Haksızlığı hak iddia edenlere karşı hak dava etmek ve onlara müracaat etmek; bir haksızlıktır, hakka karşı bir hürmetsizliktir.”
Bu söz, hak ve adalet mücadelesinde takınılması gereken hassas duruşu ifade eder. Haksızlık yapan birine, hakkın isbatı için tekrar haksızlık yoluyla başvurmak, hakkın kendisine karşı bir saygısızlıktır. Hak, her zaman doğru ve meşru yollarla aranmalıdır. Haksızlık, başka bir haksızlıkla düzeltilemez. Bu, ahlaki ve manevi bir prensip olarak, hak mücadelesinin sınırlarını belirler.

Kur’an ve Kerem Sahibi Allah
“Kur’an âyetleri İslâmiyetin muhteşem bünyesinde altun bir kordon gibi işlenmiştir.”
Bu benzetme, Kur’an-ı Kerim’in İslam dinindeki merkezi ve birleştirici rolünü vurgular. Kur’an ayetleri, İslam’ın temel direklerini oluşturan bir bütünlük içindedir ve bu bütünlük, tüm müminleri bir araya getiren manevi bir bağdır. Her ayet, İslam binasının bir parçasıdır ve bu parçalar, altın bir kordon gibi birbirine bağlıdır.

Hazreti Mevlânâ’nın “Sükût bürünmüşse dillere, Yara derindir! Yara derinse Allah kerimdir!” sözü ise, çaresizlik anlarında dahi Allah’a olan tevekkülün ve O’nun keremine sığınmanın önemini anlatır. En derin yaralar karşısında dahi, konuşmaktan aciz kalınsa bile, Allah’ın sonsuz keremi ve lütfu vardır. O, tüm dertlere çare, tüm yaralara merhemdir. Bu söz, müminlere umut ve teselli aşılar.

Özet
Makale, manevi değerlerin maddi kazanımlardan üstün olduğunu, ömür sermayesinin ilim ve salih amellerle değerlendirilmesi gerektiğini İmam Gazali’nin sözleriyle ele alıyor.

İhlasın, duaların kabul olmasının ve her durumda hayra vesile olmasının anahtarı olduğunu Bediüzzaman Said Nursi’den alıntılarla açıklıyor. Edep sahibi olmanın, kendini noksan, başkasını kâmil görmekle mümkün olduğunu İmam Şa’rânî’nin sözüyle vurguluyor.
Hak ve adalet mücadelesinde bile haksızlığa başvurmanın, hakka karşı bir hürmetsizlik olduğunu belirtiyor.
Kur’an-ı Kerim’in İslamiyet bünyesindeki birleştirici ve merkezi rolünü altın kordon benzetmesiyle açıklıyor.

Son olarak, Hazreti Mevlânâ’nın sözleriyle en derin yaralar karşısında dahi Allah’ın sonsuz keremine sığınmanın önemine değiniyor ve makaleyi bu manevi derinlikle tamamlıyor.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




MAKALELER – 5 –

MAKALELER  – 5 –

Yâ Rab! Kusurumuzu affet…
İnsanoğlu, varoluşunun başlangıcından itibaren fani ve aciz bir varlık olduğunu idrak eder. Bu idrak, onu yüce bir güce, Rabbine yöneltir. İnsanın yaratılış gayesi, Allah’a kulluk etmek ve O’nun rızasını kazanmaktır. Bu yolda işlenen her hata, yapılan her kusur, insanı Rabbinden uzaklaştıran birer engel teşkil eder. Bu nedenle mümin, daima Rabbine sığınır ve “Yâ Rab! Kusurumuzu affet” yakarışında bulunur. Bu yakarış, sadece bir dilek değil, aynı zamanda bir teslimiyetin, bir pişmanlığın ve bir umudun ifadesidir.

Tarih boyunca peygamberler ve alimler, bu teslimiyeti en güzel şekilde yaşamışlardır.
Hz. Adem, işlediği hatanın ardından Rabbine yönelerek tövbe etmiş ve af dilemiştir. Hz. Yusuf, iftiraya uğradığında sabırla Rabbine sığınmış ve O’nun affını beklemiştir.
Hz. Muhammed (s.a.v.), hayatı boyunca Allah’a olan bağlılığını ve kulluğunu en yüksek seviyede tutmuş, her fırsatta O’na yönelerek af ve mağfiret dilemiştir.
Bu yakarış, sadece bireysel bir kurtuluş değil, aynı zamanda toplumsal bir şuurun da anahtarıdır. Bir toplum, fertleri kusurlarının farkında olup tövbe ettikçe, Allah’ın rahmetine ve mağfiretine nail olur. Aksine, kusurlarını görmezden gelen, kibir ve gurura kapılan bir toplum, ilahi azaba davetiye çıkarır.

“Bizi kendine kul kabul et” ifadesi, insanın en yüce makamını, yani kulluğu arzuladığını gösterir. Kulluk, sadece bir itaat değil, aynı zamanda bir sevgi, bir teslimiyet ve bir bağlılık ilişkisidir. İnsan, kendi arzularından, heveslerinden ve nefsinden sıyrılarak, Allah’ın iradesine boyun eğdikçe gerçek özgürlüğe kavuşur.

**********

Bu açıdan, “Risale-i Nur Külliyatı”ndan Bediüzzaman Said Nursi’nin şu sözleri derin bir anlam taşır: “Ubudiyet, emr-i ilâhiye ve rızâ-yı ilâhiye bakar. Ubudiyetin dâisi emr-i ilâhî ve neticesi rızâ-yı Hakk’tır. Semerâtı ve fevâidi, uhreviyedir.” Yani kulluk, ilahi emirlere ve Allah’ın rızasına yönelir. Kulluğun sebebi ilahi emir, neticesi ise Allah’ın rızasıdır. Bunun meyveleri ve faydaları ahirete aittir.

“Emanetini kabzetmek zamanına kadar bizi emanette emin kıl” duası ise, fani hayatımızın en önemli gayelerinden birini ortaya koyar. Bedenimiz, ruhumuz, malımız, mülkümüz, hatta ömrümüz, Allah’ın bize emanetidir. Bu emanetlere ihanet etmemek, onları en güzel şekilde korumak ve geliştirmek, her müminin görevidir.

Bu noktada, “En’am suresi 95. Ayet” bize önemli bir ders verir: “Şüphesiz ALLAH, tohumu ve çekirdeği çatlatandır; ölüden diriyi, diriden de ölüyü çıkarandır. İşte ALLAH budur. O halde haktan nasıl döndürülüyorsunuz?”
Bu ayet, Allah’ın her şeye gücü yettiğini ve O’nun iradesi dışında hiçbir şeyin olamayacağını anlatır. Bu güç ve kudret karşısında, emanetine sadık kalmak ve O’nun yolundan sapmamak, aklıselim her insanın yapması gerekendir.

Sonuç olarak, bu üç temel yakarış, insanın dünya ve ahiret mutluluğunu temin eden birer anahtardır. Kusurlarımızı itiraf etmek, Allah’a kul olmak ve emanetine sadık kalmak, bizi ilahi rızaya ulaştıran yoldur.

Özet
Makale, insanın fani ve aciz bir varlık olduğunu, bu nedenle daima Rabbine yönelmesi gerektiğini anlatır.
“Yâ Rab! Kusurumuzu affet, bizi kendine kul kabul et, emanetini kabzetmek zamanına kadar bizi emanette emin kıl” duasının anlamını ve önemini ele alıyor.

Tarihten ve Risale-i Nur Külliyatı’ndan örnekler vererek, kulluğun sadece bir itaat değil, aynı zamanda bir sevgi ve teslimiyet olduğunu açıklıyor. Emanete sadık kalmanın önemini ve bu sadakatin ahiret mutluluğuna nasıl bir katkı sağladığını anlatıyor.

Makale, Allah’ın kudretini anlatan En’am suresi 95. ayetiyle de konuyu destekliyor ve insanın bu kudret karşısında doğru yoldan sapmaması gerektiğine işaret ediyor.
Sonuç olarak, bu duanın insanın dünya ve ahiret mutluluğunu temin eden temel bir anahtar olduğunu belirtiyor.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




MAKALELER – 4 –

MAKALELER  – 4 –

“65 Yıllık Sevginin Sırrı: Tamir ve İhya Etmek”

“Yaşlı amcaya sormuşlar; Nasıl 65 yıl evli kaldınız?
‘Bizim zamanımızda bir şeyler kırıldığın da; Çöpe atılmaz tamir edilirdi.'”

Modern çağın hızına kapılmış, tüketim odaklı dünyamızda, ilişkiler de maalesef tek kullanımlık eşyalar gibi görülmeye başlandı. Ufak bir pürüzde, en küçük bir anlaşmazlıkta kolayca pes etme ve yeni arayışlara girme eğilimi, evlilik gibi kutsal bağları dahi sarsıyor. Oysa yaşlı amcanın 65 yıllık evliliğinin ardındaki o bilgece söz, sadece bir evlilik sırrını değil, aynı zamanda kaybolmaya yüz tutmuş bir hayat felsefesini de gözler önüne seriyor: Tamir ve İhya Etme Sanatı.

Tarih sayfalarında gezinirken, sağlam temeller üzerine kurulmuş medeniyetlerin, kırılanı onarmayı, eskiyeni yenilemeyi ve zayıflayanı güçlendirmeyi ilke edindiğini görürüz. Roma İmparatorluğu’nun yıkılan köprüleri yeniden inşa etmesi, Selçuklu mimarlarının yıpranan kervansarayları restore etmesi, bu medeniyetlerin ayakta kalma azminin birer göstergesidir. Tıpkı bir binanın temelindeki çatlak gibi, bir ilişkinin de temelinde anlaşmazlıklar, yanlış anlamalar ve incinmeler olabilir. Ancak önemli olan bu çatlakları görmezden gelmek değil, onları özenle onarmak, üzerini yeni bir sevgi harcıyla sıvamak ve binayı eskisinden daha sağlam hale getirmektir.
Yaşlı amcanın sözü, bize yalnızca bir ilişkiyi kurtarmayı değil, aynı zamanda kendi benliğimizi de onarmayı hatırlatır. Kırılan hayaller, zedelenen gururlar, yapılan hatalar… Hepsi birer çöpe atılacak enkaz değildir. Her biri, ders alınacak, tecrübe edinilecek ve yeniden inşa edilecek birer malzemedir. Tıpkı bir Japon sanatında olduğu gibi, kırılan bir vazonun parçalarını altınla birleştiren Kintsugi sanatı, kusurların gizlenmesi yerine onurlandırılmasını öğütler. Kırılanın daha değerli hale geldiği bu felsefe, insan ilişkileri için de geçerlidir. Kırılan gönüller, tamir edildiğinde ve yeniden inşa edildiğinde, önceki halinden daha derin, daha anlamlı ve daha değerli bir bağa sahip olur.

Sonuç olarak, yaşlı amcanın sözü, bir ilişkinin sadece aşk ve sevgi üzerine kurulmadığını, aynı zamanda sabır, fedakarlık ve onarım yeteneği üzerine inşa edildiğini gösterir. Bir şeylerin kırıldığı, zedelendiği zamanlarda hemen vazgeçmek yerine, tamir etme, onarma ve daha iyi hale getirme çabası, sadece evlilikleri değil, aynı zamanda insanlık bağlarını da güçlendirir. Bu, kaybolmaya yüz tutmuş bir bilgeliktir ve modern dünyanın hızına karşı duran, zamana meydan okuyan bir duruştur.

Özet: Yaşlı bir adamın 65 yıllık evliliğinin sırrını “kırılanı tamir etmek” olarak açıklaması, günümüzün tüketim odaklı ilişkilerine önemli bir ders sunmaktadır. Makale, bu hikmetli sözü, medeniyetlerin onarım ve yenileme çabalarıyla, Japon sanatı Kintsugi’nin kusurları onurlandırma felsefesiyle ilişkilendirerek derinleştirir.
Sonuç olarak, makale, bir ilişkinin sağlamlığının, kırıldığında tamir etme ve daha güçlü bir bağ kurma becerisine bağlı olduğunu vurgulayarak, bu felsefenin sadece evlilikler için değil, tüm insanlık bağları için geçerli olduğunu ortaya koyar.

***********

“Nimet ve Şükür Arasındaki Köprü: Besmele”

“Her bir nimetin bidayetinde, mü’min olan kimse Besmeleyi okusun. Ve o nimetin Allah’tan olduğunu kastetmekle, kendisi ancak Allah’ın ismiyle Allah’ın hesabına aldığını bilerek, Allah’a minnet ve şükranla mukabelede bulunsun.” (Risale-i Nur)

İnsanoğlu, yeryüzünde var olduğu andan itibaren sayısız nimetle kuşatılmıştır. Soluduğumuz hava, içtiğimiz su, yediğimiz ekmek, hepsi birer nimet zincirinin halkalarıdır. Ancak ne yazık ki, çoğu zaman bu nimetlerin varlığını normal görür, onları birer hak olarak görürüz. Oysa İslam ahlakının temel taşlarından biri olan şükür, bu normalleştirmenin perdesini yırtar ve bize her bir nimetin ardındaki ilahi eli gösterir. Risale-i Nur’dan alınan bu hikmetli söz, işte bu şükür yolculuğunun ilk ve en önemli adımı olan Besmeleyi işaret eder.
Tarih boyunca, Besmele’nin sadece bir sözden ibaret olmadığı, aynı zamanda bir duruş, bir niyet ve bir bilinçlilik hali olduğu görülmüştür. Gemi kaptanları fırtınalı denizlere Besmele ile açılmış, çiftçiler tarlalarına Besmele ile tohum atmış, alimler ilim yolculuğuna Besmele ile başlamışlardır. Bu, sadece bir başlangıç ritüeli değil, aynı zamanda tüm eylemleri ilahi bir maksada bağlama, yapılan işin sadece dünyevi bir amaç taşımadığını, aynı zamanda bir kulluk vazifesi olduğunu idrak etme eylemidir. Besmele, adeta bir anahtar gibidir; her nimetin, her eylemin kapısını ilahi bir boyuta açar.
Besmele okumak, bir yiyeceği tüketirken sadece biyolojik bir ihtiyacı karşılamaktan öteye geçerek, o yiyeceğin yaratıcısını, toprağı, suyu ve güneşi var edeni hatırlamaktır. Bu bilinç hali, insanı bencillikten, nankörlükten ve israftan korur. O yemeğin sofraya gelene kadar geçen süredeki zahmetleri, alın terlerini ve en nihayetinde o nimeti lütfeden Rabb’i düşünmek, insana derin bir tevazu ve minnettarlık hissi kazandırır. Bu şükürle beslenen ruh, sadece maddesel doyuma ulaşmakla kalmaz, aynı zamanda manevi bir huzur ve tatmin de bulur.

Sonuç olarak, Besmele, sadece dini bir görev değil, aynı zamanda bir yaşam felsefesidir. O, nimetlerle aramızdaki köprüyü kurar, bize her anın ve her şeyin bir lütuf olduğunu hatırlatır. Bu köprüden geçenler, sadece midelerini değil, aynı zamanda ruhlarını da doyurur. Besmele ile başlayan her iş, berekete ve hayra kapı aralar; Besmele ile yenen her lokma, şükürle harmanlanır ve kalbi aydınlatır. Böylece insan, Rab’bine minnet ve şükranla mukabelede bulunarak, hem bu dünyada hem de ahirette huzur bulur.

Özet: Makale, Risale-i Nur’dan alınan “Besmele”nin önemi hakkındaki sözü ele almaktadır. Besmele’nin sadece bir sözden ibaret olmadığını, aynı zamanda bir duruş ve niyet hali olduğunu anlatır. Tarihten örneklerle Besmele’nin, eylemleri ilahi bir amaca bağlama ve nimetlerin yaratıcısını hatırlama faaliyetini anlatır. Besmele’nin şükür bilincini artırarak insanı bencillikten ve nankörlükten koruduğunu belirtir. Sonuç olarak, Besmele’nin bir yaşam tarzı olduğunu ve onunla başlayan her işin berekete, her lokmanın ise manevi huzura vesile olduğunu anlatır.

***********

“Çocuğun Kalbi: Ekin Biçen Bir Bahçıvanın Mesuliyeti”

“Çocuğun kalbi ekilmemiş tarlaya benzer; ne eksen tutar.” (Hz. Ali (r.a))

Hz. Ali’nin (r.a.) bu derin hikmeti, çocuk eğitimine dair söylenmiş en veciz ve en etkili sözlerden biridir. Bir çocuğun kalbini “ekilmemiş tarlaya” benzetmesi, aslında ebeveynlere ve eğitimcilere ne kadar büyük bir sorumluluk yüklendiğini gösterir. Bu tarla, boş ve verimli bir zemindir; ne ekersen, ne dikersen, o yeşerir ve o ürün verir. Bu, sadece bir pedagoji dersi değil, aynı zamanda insanın inşasına dair, geleceğin tohumlarının nasıl atıldığına dair bir ibrettir.
Tarih boyunca, büyük düşünürler ve liderler, çocuk eğitiminin toplumun geleceği için ne kadar kritik olduğunu anlamışlardır. Sokrates’in “yetişkinleri eğitmeyin, gençlere yönelin” sözü ve öğüdü, hep bu tarlaya ne ekileceği sorusunun cevaplarıdır. İslam medeniyetinde de çocuk terbiyesine verilen önem, Hz. Peygamber’in (s.a.v.) “çocuklarınıza iyi isim verin ve iyi ahlak öğretin” tavsiyesinde kendini gösterir. Bu sözler, çocuğun kalbine sadece bilgi değil, aynı zamanda ahlak, fazilet, sevgi ve merhamet gibi değerlerin de ekilmesi gerektiğini anlatır.
Bir çocuğun kalbi, ekilmemiş bir tarla gibi olduğu için, onu ihmal etmek, boş bırakmak en büyük hatadır. İhmal edilen bir tarla, ya yabani otlarla dolar ya da çoraklaşır. Çocuk da böyledir; ona güzel ahlak, doğruluk, dürüstlük ve sevgi tohumları ekilmezse, kalbi kötü niyetlerin, kıskançlığın ve nefretin yabani otlarıyla dolabilir. Bu sebeple ebeveynler ve eğitimciler, birer bahçıvan gibi, bu tarlayı sadece ekmekle kalmamalı, aynı zamanda onu sulamalı, havalandırmalı ve zararlı otlardan arındırmalıdır.
Çocuğa ne ekersek, sadece onun geleceğini değil, aynı zamanda toplumun geleceğini de belirleriz. Ektiğimiz bir sevgi tohumu, yarın koca bir merhamet ağacına dönüşebilir; ektiğimiz bir adalet tohumu, yarın adil bir toplumun temeli olabilir. Tersine, ektiğimiz bir nefret tohumu ise, gelecekteki toplumsal çatışmaların tohumu olabilir. Bu sebeple, bir çocuğun kalbine ekilen her tohum, sadece o çocuğun hayatını değil, bir neslin ve bir medeniyetin kaderini de şekillendirir.
Özet: Hz. Ali’nin (r.a.) “çocuğun kalbi ekilmemiş tarlaya benzer” sözü, çocuk eğitiminin ve ebeveynliğin önemini anlatmaktadır.
Makale, bu sözü, tarihteki filozofların ve peygamberlerin çocuk eğitimine dair görüşleriyle destekleyerek konuyu derinleştirir. İhmal edilen bir tarlanın yabani otlarla dolması gibi, eğitilmeyen bir çocuğun kalbinin de kötü niyetlerle dolabileceğini belirtir. Sonuç olarak, makale, çocuklara ekilen her tohumun, sadece o çocuğun değil, aynı zamanda toplumun ve geleceğin kaderini de şekillendirdiğini anlatarak ebeveynlere ve eğitimcilere büyük bir sorumluluk yükler.

************

“Âlemin Kıymeti: Mana-yı Harfiyle Bakış”
“Kezâlik bu âlem de, eğer Kur’an’ın tarif ettiği gibi mana-yı harfiyle, yani Cenab-ı Hakk’ın azametine bir âlet nazarıyla bakılırsa, o nisbette kıymetdar olur.” (Onuncu Risale, Mesnevi-i Nuriye – 228)

Bediüzzaman Said Nursi’nin bu sözü, kainatın varlık sebebine ve insanın ona nasıl bakması gerektiğine dair derin bir perspektif sunar. “Mana-yı harfiyle” bakış açısı, bir varlığa kendi başına bir anlam yüklemek yerine, onu yaratanın azametine ve sanatına bir ayna olarak görmeyi ifade eder. Bu bakış, sadece dini bir talim değil, aynı zamanda evrenin güzelliğini, düzenini ve inceliğini derinden idrak etmeye yönelik hikmetli bir duruştur.
Tarih boyunca bilim ve sanatın gelişimi, bu “mana-yı harfiyle” bakış açısının bir yansımasıdır. Astronomlar yıldızlara, gezegenlere bakarken sadece fiziksel cisimler görmemiş, aynı zamanda ilahi bir düzenin ve kudretin izlerini aramışlardır. Sanatçılar bir çiçeği, bir kuşu resmederken, sadece o varlığın suretini çizmekle kalmamış, onun ardındaki estetik ve yaratılış mucizesini de yakalamaya çalışmışlardır. Bu, varlıkları kendi başlarına birer “şey” olarak görmekten ziyade, onları birer “ayet” olarak okuma çabasıdır. Her bir varlık, her bir varlık, Allah’ın isim ve sıfatlarının birer tecellisi, O’nun azametine işaret eden birer harf, birer kelimedir.
Bu perspektif, insanı dünyevi ve gelip geçici olanın ötesine taşır. Bir kuşun cıvıltısı, sadece bir ses değil; bir çiçeğin kokusu, sadece bir koku değil; bir ağacın gölgesi, sadece bir gölge değildir. Bunlar, yaratıcının sanatının, merhametinin ve cömertliğinin birer delilidir. Bu bilinçle kainata bakan bir kişi, içinde bulunduğu âlemi kuru bir madde yığını olarak görmekten kurtulur ve onu canlı, anlamlı ve ilahi bir mektup olarak okumaya başlar. Bu, hayatı sıradanlıktan kurtaran, her anı ve her şeyi ibretle dolduran bir bakış açısıdır.
Öte yandan, “mana-yı ismiyle” yani varlıklara kendi başlarına birer amaç olarak bakıldığında ise, âlem ve içindekiler kıymetini yitirir, manasız birer enkaz haline gelir. Tüketim toplumunun getirdiği bu bakış açısı, doğayı sadece bir kaynak olarak görmeye, insanı sadece bir meta olarak değerlendirmeye iter. Bu, hem insanın hem de âlemin manevi bir çoraklaşmasına yol açar.

Özet: Makale, Risale-i Nur’dan alınan “mana-yı harfiyle” bakış açısını ele almaktadır. Bu bakış açısının, varlıklara kendi başlarına bir anlam yüklemek yerine, onları yaratıcının azametine işaret eden birer araç olarak görmeyi ifade ettiğini anlatır. Tarihten örneklerle, bilim ve sanatın bu düşünceyle nasıl geliştiğini gösterir. Bu perspektifin insanı dünyevi olandan öteye taşıdığını, her varlığı bir “ayet” olarak okumayı öğrettiğini belirtir. Karşıt olarak, varlıklara “mana-yı ismiyle” bakmanın manevi bir çoraklaşmaya yol açtığını vurgulayarak, makale, bu derin bakış açısının hayatı nasıl anlamlı hale getirdiğini ortaya koyar.

************

“Suyun Çekilmesi: En Büyük İbret”

“‘Hiç düşündünüz mü ki: suyunuz çekilse, size kim temiz bir su getirebilir?’ (67- Mülk suresi 30)”

Mülk Suresi’ndeki bu ayet, sadece bir su sorunu uyarısı değil, aynı zamanda insanın acizliğini ve kainatın mutlak sahibi karşısındaki konumunu hatırlatan derin bir ibrettir. Su, hayatın kaynağıdır. Medeniyetler su kenarlarında kurulmuş, şehirler su yolları sayesinde gelişmiştir. Ancak modern insanın suya bakışı, maalesef onu kabullenmiş bir kaynak, tükenmeyecek bir nimet olarak görme eğilimindedir. Bu ayet ise bu kabullenmeyi sarsar ve bize bir kez daha hatırlatır: En büyük nimetlerin bile kaynağı, bizim kontrolümüz dışında, ilahi bir kudretin elindedir.
Tarih boyunca, su kıtlığının ve kuraklığın nice medeniyetleri yok ettiğine, nice güçlü toplumları zayıflattığına şahit olduk. Mayalar’ın gizemli çöküşünün ardında, su kaynaklarının tükenmesi olduğuna dair teoriler, suyun medeniyetler için ne kadar hayati olduğunu gösterir. Bugün dahi, küresel ısınma ve iklim değişikliği gibi sorunlar, dünyanın farklı bölgelerinde su savaşlarının habercisi niteliğindedir. Bu durum, bize suyun çekilmesi ihtimalinin sadece bir ayet meselesi olmadığını, aynı zamanda günümüzün en büyük gerçeklerinden biri olduğunu gösterir.
Bu ayet, suyun varlığının bir lütuf, bir hediye olduğunu bize tekrar tekrar hatırlatır. Suyun çekilmesi ihtimali, bizi sadece gelecekteki mümkün olan bir felaket konusunda uyarmakla kalmaz, aynı zamanda elimizdeki nimete şükretmeye, onu israf etmemeye ve onu korumaya davet eder. “Size kim temiz bir su getirebilir?” sorusu, aynı zamanda insanın sahip olduğu tüm imkanlara, teknolojik gelişmelere rağmen, bazı temel ihtiyaçlar karşısında ne kadar aciz kalabileceğini de gösterir. En gelişmiş arıtma teknolojileri dahi, suyun kaynağını, yağmurun bulutlardan inmesini sağlayamaz.

Sonuç olarak, Mülk Suresi’ndeki bu ayet, sadece suyun önemine dikkat çeken bir uyarı değil, aynı zamanda bir ibret dersidir. O, insana haddini bilmeyi, yaratıcının kudretini ve lütfunu idrak etmeyi öğretir. Suyun çekilmesi ihtimali, bizi sadece bir felaket senaryosuyla korkutmak için değil, aynı zamanda sahip olduğumuz en temel nimetlere şükretmeye, onları korumaya ve onları var edenin sonsuz kudretini düşünmeye davet etmek içindir.

Özet: Makale, Mülk Suresi’ndeki “suyunuz çekilse, size kim temiz bir su getirebilir?” ayetini temel alarak suyun önemini ve insanın acizliğini işler. Tarihten örneklerle su kıtlığının medeniyetlerin çöküşündeki rolünü ve günümüzdeki iklim değişikliği sorununu ilişkilendirir. Ayetin, suyun bir lütuf olduğunu hatırlatmakla kalmayıp, sahip olunan nimetlere şükretmeye ve onları korumaya davet ettiğini vurgular.
Son olarak, ayetin, en temel ihtiyaçlar karşısında dahi insanın ne kadar aciz kaldığını ve yaratıcının kudretinin idrak edilmesi gerektiğini öğrettiğini belirtir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




MAKALELER – 3 –

MAKALELER  – 3 –

“Ölümün Çalacak Kapısı ve İnsanlık Vazifesi”

Modern dünyanın koşturmacası içinde, insanoğlu genellikle en önemli gerçeği göz ardı etme eğilimindedir: Ölüm.
Ölüm telefonu çaldığı her an, aslında ölümün bize ne kadar yakın olduğunu fısıldıyor.
“Ölüm seni her an arayabilir” ifadesi, sadece bir uyarı değil, aynı zamanda hayatın kırılganlığına ve her an sona erebilecek bir nefeslik mühlet olduğuna dair edebi bir ifadedir. Bu, bizi, hayatın sonsuz bir döngüden ibaret olmadığı, her anın bir sonun başlangıcı olabileceği gerçeğiyle yüzleştirir.
Tarih sayfalarında, bu gerçeği idrak eden nice şahsiyetin hikayeleri vardır. Kimi zalim hükümdarlar, ölümün soğuk nefesini enselerinde hissettiklerinde tövbe kapısına yönelmiş, kimi bilgeler ise bu gerçeği bir ibret vesilesi yaparak hayatlarını anlamlandırmışlardır.
“Hesaba çekilmeden önce kendinizi hesaba çekin” hakikati, bu bilincin en güzel örneklerinden biridir.
Ölüm bilinci, kişiyi dünyevi hırs ve boş meşguliyetlerden uzaklaştırarak, asıl gayeye yönlendirir: İman, salih amel ve kulluk vazifesi.

Ölümün kapısını çalmasını beklemek yerine, o kapıyı çalmadan önce hazırlıklı olmak gerekir. Bu hazırlığın en önemli iki sütunu ise tövbe ve namazdır. Tövbe, insanı günahlarından arındıran, kalbin pasını silen manevi bir yıkım aracıdır. Yapılan hataların pişmanlığıyla Allah’a yöneliş, kalbi yeniden diriltir. Namaz ise, yaratıcıyla kurulan en özel ve en güçlü bağdır. O, sadece bir beden hareketinden ibaret değil, aynı zamanda kalbin Allah ile buluştuğu, ruhun huzur bulduğu bir miraçtır. Her namaz, adeta bir sonraki hayata hazırlık provasıdır; her secde, dünyanın geçiciliğini ve Allah’ın yüceliğini hatırlatır.

Sonuç olarak, Ölüm, her an çalabilecek bir telefondur ve ne zaman çalacağı bilinmez. Bu nedenle, o çağrı gelmeden önce tövbe ve namaz ile kendimizi hazırlamak, hayatın en büyük sorumluluğudur. Unutmamalıyız ki, tövbenin samimiyeti ve namazın huşusu, ölümün soğukluğunu giderecek, ahiret yurdunun aydınlığını sağlayacaktır.

Özet: Bu makale, “Ölüm seni her an arayabilir” uyarısını merkeze alarak, ölüm bilincinin önemini vurgulamaktadır.
Makalede, bu çağrıya hazırlıklı olmanın yolunun tövbe ve namazdan geçtiği belirtilir. Tövbe’nin manevi bir arınma, namazın ise Allah ile kurulan özel bir bağ olduğu anlatılır.
Sonuç olarak, makale, ölüm gelmeden önce bu iki temel ibadete sarılmanın, hayatın en büyük sorumluluğu olduğunu belirtir.

************

“İman ve Amel: Ecrin Zayi Olmadığı Vaadi”

“İMAN EDİP DÜNYA VE AHİRET İÇİN YARARLI İŞLER YAPANLAR BİLMELİDİRLER Kİ, BİZ GÜZEL İŞ YAPANLARIN ECRİNİ ASLA ZÂYİ ETMEYİZ. (KEHF, 18/30)”

Yeryüzünde insanoğlu var olduğu günden beri, yaptığı işlerin bir karşılığı olup olmadığını merak etmiştir. İyilik yapanlar, fedakarlık gösterenler ve zor zamanlarda doğru yolda kalanlar, emeklerinin boşa gitmeyeceğinin bir garantisini aramışlardır. Kehf Suresi’ndeki bu ayet, işte bu arayışa en kesin ve en güven verici cevabı sunar: İyilik, asla zayi olmaz. Bu, sadece bir dini vaat değil, aynı zamanda evrenin ve hayatın temel bir kanunudur.
Tarih, bu kanunun sayısız örneğiyle doludur. Yalnızca imanlarıyla değil, aynı zamanda insanlığa faydalı işler yaparak iz bırakan nice şahsiyet vardır. Sokrates’in öğrencilerine ahlakı öğrettiği, İbn-i Sina’nın tıp alanında çığır açtığı, Mevlana’nın insanlara sevgi ve hoşgörüyü aşıladığı çalışmalar, sadece kendi dönemlerine ışık tutmakla kalmamış, asırlar boyu insanlığın yolunu aydınlatmıştır. Onların bıraktıkları bu miraslar, dünyevi bir karşılıktan öte, Allah katında ebedi bir ecir olarak kabul edilmiştir. Zira ayetin de ifade ettiği gibi, güzel işlerin asıl karşılığı, sonsuzluk yurdundadır.
Bu ayet, bir yandan insanı iyilik yapmaya teşvik ederken, diğer yandan da yaptığı iyiliklerin karşılığını bekleme kaygısından kurtarır. İyilik, bir karşılık için değil, sadece Allah rızası için yapılmalıdır. Çünkü biliyoruz ki, en küçük bir iyilik dahi, en ufak bir zerre kadar bile olsa, karşılıksız kalmayacaktır. Bu, insanı ihlasa yönlendirir, yani yaptığı işlerde sadece Allah’ın hoşnutluğunu gözetmeye teşvik eder. İyilik, bir ticaret değildir; o, imanın amele dönüşmüş halidir.
Sonuç olarak, Kehf Suresi’ndeki bu ayet, insanlık için bir umut kaynağı ve bir eylem çağrısıdır. O bize, dünya hayatının geçiciliğinde boğulmak yerine, ebedi hayat için yatırım yapmayı öğretir. İmanla birleşen ve insanlığa faydalı olan her güzel iş, bir tohum gibi ekilir ve ahiret yurdunda en güzel meyveleri verir. Bu nedenle, yaptığımız her güzel işin, söylediğimiz her güzel sözün, gösterdiğimiz her fedakarlığın karşılıksız kalmayacağını bilerek, iyilikten vazgeçmemeli ve güzel işler yapmaya devam etmeliyiz.
Özet: Bu makale, Kehf Suresi’ndeki “güzel iş yapanların ecrini asla zayi etmeyiz” ayetini ele almaktadır. Makale, iyiliğin asla karşılıksız kalmayacağı inancının, hem tarihte iz bırakan şahsiyetlerin hayatlarında hem de İslam ahlakında temel bir yer tuttuğunu belirtir. Ayetin, iyiliği bir karşılık beklemeden, sadece Allah rızası için yapmaya teşvik ettiğini anlatılır.
Sonuç olarak, makale, imanla yapılan her faydalı işin, dünyevi karşılığının ötesinde, ahiret yurdunda sonsuz bir ecirle mükafatlandırılacağını belirterek insanları iyiliğe davet eder.

***********

“Eş: Huzurun ve Aşkın Kaynağı”

“A’raf Suresi 189. Ayet Meali: Allah, sizi bir tek nefisten yaratan ve kendisi ile huzur bulsun diye eşini ondan var edendir. (İnsan) eşiyle birleşince eşi hafif bir yük yüklenir (gebe kalır) ve (bir müddet) onu taşır…”

A’raf Suresi’ndeki bu ayet, evliliğin ve eşlerin birbirine olan ilişkisinin, sadece biyolojik bir birliktelikten ibaret olmadığını, aynı zamanda derin bir manevi temele dayandığını anlatan ilahi bir beyandır.
“Kendisi ile huzur bulsun diye” ifadesi, evliliğin asıl gayesinin, iki insanın birbiri için birer sığınak, birer liman ve birer huzur kaynağı olması gerektiğini gösterir. Bu, modern dünyanın yalnızlaştırdığı insan için, manevi bir sığınak arayışına cevap veren, en güzel tariflerden biridir.
Tarih boyunca, güçlü toplumların ve sağlam ailelerin temelinde, eşler arasındaki bu huzur ve güven bağının olduğu görülmüştür. Asil bir aile kurmanın, sadece nesil yetiştirmekten öte, birbirine destek olan, merhametle yaklaşan ve zor zamanlarda birlikte omuz omuza duran eşler sayesinde mümkün olduğu bilinir.
Ayetteki “hafif bir yük yüklenir (gebe kalır)” ifadesi, evliliğin sadece huzur ve sevgi anlarından ibaret olmadığını, aynı zamanda fedakarlık, sabır ve sorumluluk gerektiren zorlu bir yolculuk olduğunu da gösterir.
Bu ayet, aynı zamanda eşlerin, özellikle de kadınların kutsal annelik vazifesine yönelik büyük bir saygıyı da barındırır. Gebeliğin, “hafif bir yük” olarak adlandırılması, aslında yaratıcının bu sürece ne kadar hassasiyetle baktığının bir göstergesidir. Bir can taşımanın, yeni bir hayatın müjdecisi olmanın ağırlığına rağmen, bu süreci sabırla ve şükürle karşılamak, annelik vazifesinin ilahi bir lütuf olduğunu hatırlatır. Eşlerin bu süreçte birbirlerine olan duaları ve destekleri, bu kutsal yolculuğu daha da anlamlı hale getirir.

Sonuç olarak, A’raf Suresi’ndeki bu ayet, evliliğin, sadece bir nikah sözleşmesinden ibaret olmadığını, aksine derin bir manevi bağın, huzurun, sevginin ve fedakarlığın harmanlandığı kutsal bir yolculuk olduğunu öğretir. Eşler, birbirleri için birer huzur kaynağı olduklarında, aile de bir sığınak haline gelir ve bu sığınakta yetişen nesiller, hem kendileri hem de toplumları için birer umut ışığı olur.

Özet: Bu makale, A’raf Suresi’ndeki evliliğin temel amacını anlatan 189. ayet mealini işlemektedir. Ayetin, eşler arasındaki ilişkinin bir huzur ve sığınak kaynağı olması gerektiğini anlatır. Tarihsel olarak güçlü toplumların sağlam aile yapılarından örnekler verilerek, bu bağın önemine değinilir. Ayetteki gebelikle ilgili kısım, annelik vazifesinin kutsallığını ve eşler arasındaki fedakarlığı anlatmak için ele alınır.
Sonuç olarak, makale, evliliğin manevi bir yolculuk olduğunu ve eşlerin birbirine huzur kaynağı olmasının önemini ortaya koyar.

***********

“İnsanlığın Üç Vazifesi: Ubûdiyet, Takva ve Cihad”
“İnsanın Allah’a karşı ubudiyet, vazifesidir. Terk-i kebair takvasıdır. Nefis ve şeytanla uğraşması, cihadıdır.” (Mesnevi-i Nuriye)

Bediüzzaman Said Nursi’nin bu sözü, insan hayatının amacını ve sorumluluklarını üç ana başlık altında toplar: Ubûdiyet (kulluk), takva ve cihad. Bu üç kavram, sadece dini birer terim değil, aynı zamanda insanın bu dünyadaki varoluş serüveninin birer yol haritasıdır. Her biri, insanın kendi benliğiyle, çevresiyle ve nihayetinde yaratıcısıyla olan ilişkisini düzenleyen temel ilkelerdir.
Ubûdiyet (Kulluk): Bu, insanın varlığının en temel amacıdır. İnsan, yaratıcısına karşı acizliğini, minnetini ve muhtaçlığını idrak ederek, O’na teslim olur. Bu teslimiyet, bir kölelik değil, aksine en yüce özgürlüktür. Zira sadece Allah’a kul olanlar, dünyevi hırsların, tutkuların ve diğer insanların esaretinden kurtulurlar. Ubûdiyet, namazda eğilmek, oruçta nefsi terbiye etmek ve hayatın her anında Allah’ın rızasını gözetmektir. Bu, insanın varlığa anlam katan en temel vazifesidir.
Terk-i Kebâir (Büyük Günahları Terk Etmek) Takvası: Takva, sadece dindar görünmek değil, aynı zamanda Allah’ın haram kıldığı şeylerden uzak durmaktır. “Terk-i kebâir” yani büyük günahları terk etme takvası, bu yolda atılan en önemli adımlardan biridir. Zira büyük günahlar, kalbi karartan, ruhu kirleten ve insanı yaratıcısından uzaklaştıran manevi zehirlerdir. Bir insan, büyük günahlardan sakındıkça, kalbi arınır, ruhu aydınlanır ve takva derecesi yükselir. Bu, nefsi terbiye etmenin ve manevi olarak yükselmenin bir yoludur.
Nefis ve Şeytanla Uğraşmak (Cihad): Cihad, genellikle yanlış anlaşılıp sadece savaşla ilişkilendirilen bir kavramdır. Ancak bu söz, cihadın en önemli cephesini, yani insanın kendi iç dünyasında verdiği mücadeleyi anlatır. Nefsin bitmek bilmeyen arzularıyla, şeytanın vesveseleriyle mücadele etmek, en büyük cihadlardan biridir. Bu, insanın kendi zaaflarıyla yüzleşmesi, kötü alışkanlıklarını terk etmesi ve nefsini terbiye etme çabasıdır. Bu mücadele, dış dünyadaki düşmanlarla yapılan savaştan daha zor ve daha önemlidir. Zira insan, önce kendi nefsini yendiğinde, diğer tüm zorlukların üstesinden gelebilir.

Sonuç olarak, Mesnevi-i Nuriye’den alınan bu söz, insan hayatının bir bütün olduğunu ve bu bütünlüğün üç temel direk üzerine kurulduğunu gösterir: Kulluk bilinciyle yaşamak, haramlardan sakınmak ve nefisle mücadele etmek. Bu üç vazifeyi yerine getiren bir insan, sadece dünyada huzur ve manevi bir tatmin bulmakla kalmaz, aynı zamanda ahiret yurdunda da en yüce mertebelere ulaşır.

Özet: Makale, Mesnevi-i Nuriye’den alınan bir sözü temel alarak insanın üç temel vazifesini ele almaktadır: Ubudiyet (kulluk), takva (büyük günahları terk etmek) ve cihad (nefis ve şeytanla mücadele). Her bir kavramın anlamı ve önemi ayrı ayrı açıklanır. Ubudiyet’in varoluşun temel amacı olduğu, takvanın büyük günahlardan sakınarak kalbi arındırdığı ve cihadın en büyük cephesinin insanın kendi iç dünyasında verdiği mücadele olduğu anlatılır.
Sonuç olarak, bu üç vazifenin bir bütün olarak insan hayatını anlamlandırdığı ve hem dünyada hem de ahirette huzur getirdiği belirtilir.

************

“Âyâtın Belâgatına Secde: Sanat ve Aşkınlık”
“Hem bedevi bir edib: ‘FASDAĞ BİMA TÜ’MER’ âyeti okunurken işittiği vakit secdeye kapanmış. Ona demişler: ‘Sen müslüman mı oldun?’ O demiş: ‘Hayır, ben bu âyetin belâgatına secde ettim.'” (Asay-ı Musa)

Kur’an’ın sadece bir din kitabı değil, aynı zamanda eşsiz bir edebi mucize olduğunu anlatan en etkileyici örneklerden biridir. “Âyâtın belâgatına secde eden” o bedevi edip, İslam’ın kutsal kitabının sanatını, derinliğini ve dilbilimsel gücünü, herhangi bir dini kabulden bağımsız olarak dahi idrak edebilen bir dehanın sembolüdür. Bu olay, bize, Kur’an’ın evrenselliğini ve sadece inananlara değil, tüm insanlığa hitap eden edebi bir eser olduğunu gösterir.
Tarih, Kur’an’ın edebi gücü karşısında hayranlık duyan nice şahsiyetin hikayeleriyle doludur. İslam’ın ilk dönemlerinde, şairler ve edipler, Kur’an’ın eşsiz üslubu ve nazmı karşısında kendi şiirlerinin zayıflığını kabul etmişlerdir. O dönemin en büyük şairlerinden olan Lebid bin Rabia, İslam’ı kabul ettikten sonra şiiri tamamen bırakmış ve “Kur’an varken artık ne şiir?” demiştir. Bu, sadece bir iman eylemi değil, aynı zamanda edebi bir teslimiyettir. O bedevi edibin hikayesi de, bu tarihi teslimiyet zincirinin halkalarından biridir. O, bir dahi olarak, kelimelerin ötesinde bir gücün, bir sanatkarlığın varlığını hissetmiş ve bu his, onu secdeye kapatacak kadar etkilemiştir.
Bu hikaye, aynı zamanda sanata ve estetiğe bakış açımızı da sorgular. Günümüzde sanat, genellikle dünyevi hazlar ve geçici güzellikler üzerine kuruludur. Oysa o bedevinin secdesi, sanatın asıl amacının, insanı yaratılışın ve yaratıcının büyüklüğüne yönlendirmek olduğunu gösterir. Kelimelerin gücüyle, ilahi bir mesajın insan kalbine nasıl dokunabileceğini, nasıl bir huşu ve hayranlık uyandırabileceğini isbatlar. Bu, sadece edebi bir metin okumak değil, aynı zamanda bir varlık felsefesini, bir estetik anlayışını idrak etmektir.

Sonuç olarak, “âyâtın belâgatına secde eden” bedevi edibin hikayesi, bize Kur’an’ın sadece bir inanç sistemi değil, aynı zamanda insanlığa sunulmuş eşsiz bir edebi mucize olduğunu hatırlatır. O, sadece inananlara değil, sanatı, güzelliği ve hakikati arayan herkese hitap eder. Bu hikaye, bizi, Kur’an’ı sadece dini bir görev olarak okumaktan ziyade, onun edebi derinliğini, sanatsal inceliğini ve belâgatını anlamaya ve takdir etmeye davet eder.

Özet: Bu makale, bir bedevi edibin Kur’an ayetinin belagatı karşısında secdeye kapanması hikayesini ele almaktadır. Olay, Kur’an’ın sadece bir inanç kitabı değil, aynı zamanda eşsiz bir edebi mucize olduğunu anlatmak için kullanılır. Makalede, İslam’ın ilk dönemlerinde şairlerin ve ediplerin Kur’an’ın edebi gücü karşısında duydukları hayranlık ve teslimiyetten örnekler verilir. Bu hikayenin, sanatın asıl amacının insanı yaratıcının büyüklüğüne yönlendirmek olduğunu gösterdiği belirtilir. Sonuç olarak, makale, Kur’an’ın edebi derinliğinin sadece inananlara değil, tüm insanlığa hitap eden evrensel bir güzellik taşıdığını anlatır.

*********

“İnkâr ve Mağlubiyetin Kaderi”
“İnkâr edenlere de ki: Yakında mağlûp olacaksınız ve cehenneme sürükleneceksiniz…” (Âl-i İmrân Sûresi, 12)

Âl-i İmrân Suresi’nin bu ayeti, sadece inkâr edenlere yönelik bir uyarı değil, aynı zamanda tarihin tecellisinin ve ilahi adaletin bir beyanıdır. Ayet, inkârın ve zulmün sonunda mağlubiyeti ve ahiretteki cezayı kaçınılmaz bir son olarak gösterir. Bu, sadece geleceğe dair bir kehanet değil, aynı zamanda geçmişte yaşanan ve gelecekte yaşanacak olan her zalimliğin ortak kaderidir.
Tarih, bu ayetin haklılığını isbatlayan sayısız örnekle doludur. Firavun’un kudretli ordusunun denizde boğulması, Nemrut’un kibirle kurduğu imparatorluğun yıkılışı, zalimlerin zulümlerinin kendi sonlarını getirmesi, hep bu ilahi kanunun tecellisidir. En güçlü ordular, en sarsılmaz görünen imparatorluklar dahi, inkâr ve zulüm üzerine kurulu olduklarında er ya da geç mağlubiyete uğramışlardır. Bu, sadece askeri bir yenilgi değil, aynı zamanda ahlaki ve manevi bir çöküştür.
Ayet, bugünün dünyasına da ışık tutar. Kendini yenilmez sanan, güç ve kibirle hareket eden her zulüm odağı, bu ilahi kanunun bir hedefi haline gelir. Zira zulüm, kendi içinde yıkım tohumlarını taşır. Mazlumların ahı, zalimlerin saltanatını sarsar ve en nihayetinde o saltanatın yıkılışına neden olur. Bu, sadece bir inanç meselesi değil, aynı zamanda toplumsal bir kanundur: Zulmün olduğu yerde huzur, adalet ve barış kalıcı olamaz.
Ancak ayetin en ibretlik tarafı, mağlubiyetin sadece dünyevi bir sonla sınırlı kalmayacağını, aynı zamanda cehenneme sürüklenme gibi sonsuz bir cezayla da sonuçlanacağını belirtmesidir. Bu, zulmün ve inkârın asıl ve en büyük bedelinin ahirette ödeneceğini hatırlatır. Bu nedenle, bu ayet, sadece zalimlere bir uyarı değil, aynı zamanda mazlumlara bir umut kaynağıdır. Zalimin geçici zaferlerinin, sonsuz bir mağlubiyetin habercisi olduğunu bilmek, mazlumlara sabır ve direnç verir.
Özet: Bu makale, Âl-i İmrân Suresi’ndeki, inkâr edenlerin mağlup olacağı ve cehenneme sürükleneceği mealindeki ayeti ele almaktadır. Makale, bu ayetin sadece bir uyarı değil, aynı zamanda tarihin tecellisi ve ilahi adaletin bir beyanı olduğunu anlatır. Firavun ve Nemrut gibi tarihi örneklerle, inkâr ve zulüm üzerine kurulu her gücün er ya da geç mağlup olduğunu gösterir. Ayetin, zulmün sadece dünyevi bir sonla kalmayıp, sonsuz bir cezayla da sonuçlanacağını hatırlattığı belirtilir. Sonuç olarak, makale, bu ayetin zalimlere bir uyarı, mazlumlara ise bir umut kaynağı olduğunu ortaya koyar.

*********

“Musibetler ve Şükür: Kula Yakışan Duruş”
“Musibeti Allah’a şekva etmeli, yoksa Allah’ı insanlara şekva eder gibi, ‘Eyyvah! Of!’ deyip, ‘Ben ne ettim ki, bu başıma geldi’ diyerek, âciz insanların dikkatini tahrik etmek zarardır, manasızdır.” (Risale-i Nur – Mektubat – 281)

İnsan hayatı, musibetler, sıkıntılar ve imtihanlarla doludur. Bu zorlu anlarda, insanoğlunun ilk tepkisi genellikle şikayet etmek, isyan etmek ve başına geleni başkalarına anlatmak olur. Ancak Risale-i Nur’dan alınan bu hikmetli söz, musibetlere karşı takınılması gereken en doğru duruşu gösterir. Musibeti “Allah’a şekva etmek”, yani sabırla, tevekkülle ve dua ile Allah’a yönelmek, kula yakışan asil bir davranıştır.
Tarih boyunca, nice büyük şahsiyet, musibetlere karşı bu tevekkül ve sabır duruşunu sergilemiştir. Peygamberler, en ağır imtihanlardan geçerken bile isyan etmemiş, aksine musibetleri birer dua kapısı olarak görmüşlerdir. Hz. Eyyub’un (a.s.) sabrı, Hz. Yakub’un (a.s.) evlat acısıyla çektiği hüzün, hep Allah’a yönelişle ve O’ndan yardım dilemeyle neticelenmiştir. Bu örnekler, musibetlerin sadece birer ceza değil, aynı zamanda kulun Allah’a daha çok yakınlaşması için birer vesile olduğunu gösterir.
Sözün diğer kısmı ise, musibeti insanlara şikayet etmenin “zarar ve manasız” olduğunu vurgular. “Ben ne ettim ki, bu başıma geldi” diyerek, başkalarının merhametini veya dikkatini çekmeye çalışmak, aslında bir nevi Allah’ı insanlara şikayet etmektir. Bu, hem Allah’ın takdirine karşı bir isyan belirtisi taşır, hem de insanı aciz ve zayıf gösterir. Zira insanlar, musibetler karşısında bize ne bir fayda ne de bir zarar verebilirler. Aksine, bizim bu zor anlarda sığınacağımız tek merci, her şeye gücü yeten Yüce Yaratıcı’dır.
Sonuç olarak, musibetler karşısında doğru duruş, ne isyan ne de şikayettir; o, sabır, şükür ve tevekküldür. Musibeti Allah’a şikayet etmek, aslında O’nun takdirine razı olmak ve O’ndan yardım dilemektir. Bu, hem ruhumuzu güçlendirir, hem kalbimizi huzurla doldurur, hem de musibeti birer manevi yükseliş basamağına dönüştürür. Unutmamalıyız ki, zor zamanlarda sığınacağımız tek liman Allah’ın rahmetidir ve O’na tevekkül edenlerin kalbi asla yalnız kalmaz.
Özet: Bu makale, Risale-i Nur’dan alınan, musibetler karşısında takınılması gereken doğru duruşu anlatan sözü ele almaktadır. Musibetlerin Allah’a şikayet edilmesi gerektiği, yani sabır ve dua ile O’na yönelinmesi gerektiği anlatılır. Peygamberlerin musibetlere karşı sabır ve tevekkül örnekleri verilerek, zor zamanların kulun Allah’a yakınlaşması için birer vesile olduğu belirtilir. Musibeti insanlara şikayet etmenin ise manasız ve zararlı olduğu, bu durumun Allah’a karşı bir isyan belirtisi taşıdığı ifade edilir. Sonuç olarak, makale, musibetler karşısında sabır, şükür ve tevekkülün önemini anlatır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




MAKALELER – 2 –

MAKALELER  – 2 –

“İnsan, Seyyiatından Mes’uldür: Özgür İradenin Bedeli”
Evet:
“İnsan, seyyiâtından tamamen mes’uldür. Çünkü seyyiâtı isteyen odur.” (Risale-i Nur)

Yolların ikiye ayrıldığı, İyilik ve kötülük arasındaki tercih. “İnsan, seyyiâtından tamamen mes’uldür. Çünkü seyyiâtı isteyen odur.” sözü, sadece bir ahlak dersi değil, aynı zamanda insanın özgür iradesine ve bu iradenin getirdiği ağır sorumluluğa dair mantıki bir beyandır.
Tarih boyunca, nice düşünür ve hikmet erbabı, insanın iyi ve kötü arasındaki tercihini sorgulamıştır. Hristiyanlıkta “İlk Günah” kavramı, insanlığın doğuştan getirdiği bir zaafı işaret ederken, İslam, insanın fıtratının temiz olduğunu, ancak kötüye yönelme eğiliminin nefis ve şeytanın etkisiyle oluştuğunu belirtir. Ancak bu söz, tüm mazeretleri ortadan kaldırır ve insanı kendi eylemlerinden sorumlu tutar. Kötülüğü, günahı, yanlışı seçen ve isteyen, bizzat insanın kendisidir. Bu, kader inancıyla çatışmaz; aksine, kaderin, insanın özgür iradesine müdahale etmediğini, ona sadece iyilik ve kötülük yollarını gösterdiğini hatırlatır.
Bu söz, insana vicdan muhasebesi yapmayı öğretir. Kötü bir şey yaptığında, “Şeytan beni kandırdı” demek kolaydır. Ancak bu söz, asıl kandırılanın kendi nefsi olduğunu, kendi iradesinin bu kötü eyleme meylettiğini gösterir. Bu, suçu başkasına atmak yerine, sorumluluğu üstlenmeyi ve hatalardan ders çıkarmayı gerektirir. Kötülük, dışarıdan gelen bir zorlama değil, içeriden gelen bir arzudur. Bu nedenle, insan kötü arzularını terbiye etmek, nefsine hakim olmak ve doğru yolu seçmekle yükümlüdür.

Sonuç olarak, Her gün, her an iyilik ve kötülük yollarının kesiştiği bir kavşakta duruyoruz. Risale-i Nur’un bu hikmetli sözü, bize hangi yolu seçersek seçelim, sonuçlarından tamamen sorumlu olduğumuzu hatırlatır. Kötülüğü seçen, kendi iradesiyle seçer ve o kötülüğün tüm bedelini ödemekle yükümlüdür. Bu, hem dünyada hem de ahirette geçerli olan temel bir ilkedir. İnsan, ancak bu sorumluluğu idrak ettiğinde, özgür iradesini doğru ve hayırlı işlerde kullanabilir.

Özet: Bu makale, Risale-i Nur’dan alınan “insan, seyyiâtından tamamen mes’uldür” sözünü ele almaktadır. Yolların ayrımıyla ilişkilendirilerek, insanın iyilik ve kötülük arasındaki seçiminden bizzat sorumlu olduğu fikri işlenir. Makale, bu sözün insanın özgür iradesini ve bu iradenin getirdiği sorumluluğu ifade  ettiğini belirtir. Kötülüğün dışarıdan gelen bir zorlama değil, içeriden gelen bir arzu olduğunu anlatarak, insanı nefis muhasebesi yapmaya davet eder.
Sonuç olarak, makale, insanın özgür iradesiyle yaptığı seçimlerin tüm sonuçlarından sorumlu olduğunu ve bu sorumluluğun idrak edilmesinin doğru yolu bulmada kritik bir rol oynadığını ortaya koyar.

************

“Âhiret: Kuruyan Toprağın Yeşil Umudu”
“Madem Allah var, elbette âhiret vardır.” (Risale-i Nur)

Güneşin kavurduğu, çatlamış bir toprak üzerinde filizlenen yeşil bir yaprak…Risale-i Nur’dan alınan veciz sözün en çarpıcı ifadesi “Madem Allah var, elbette âhiret vardır.”
Bu söz, sadece bir inanç beyanı değil, aynı zamanda varoluşun ve adaletin temel bir mantıki sonucudur. Yeryüzünün, sonsuz kudret ve hikmet sahibi bir yaratıcı tarafından var edildiği gerçeği, bu yeryüzünde yaşanan her şeyin bir karşılığının olması gerektiği fikrini zorunlu kılar.
Tarih boyunca, insanlar, ölümden sonra bir hayat olup olmadığını merak etmişlerdir. Pek çok medeniyetin, ölülerini ahiret inancına göre hazırladığı görülmüştür. Antik Mısır’da firavunların mezarlarına eşyalarının konulması, eski Türklerde kurganlara ölülerin atlarıyla birlikte gömülmesi, hep bu sonsuzluk arayışının birer yansımasıdır. Zira insan fıtratı, bu dünyada yaşanan adaletsizliklerin, çekilen acıların ve yapılan iyiliklerin karşılıksız kalmayacağını hissetmektedir. Bir zalimin zulmünün yanına kalması, bir mazlumun acısının dinmemesi, bu sonsuz adalet hissini zedeler. İşte ahiret inancı, bu zedelenmiş hissi onarır ve evrensel bir adalet vaadi sunar.
Kurumuş topraktan yeşeren taze bir filiz, bu inancın en güzel sembolüdür. Nasıl ki ölüm zannettiğimiz bir tohumdan, yepyeni bir hayat filizleniyorsa, nasıl ki kışın cansız görünen tabiat, baharın gelmesiyle yeniden diriliyorsa, insan da öldükten sonra yeniden diriltilecektir. Bu, yaratılışın bir kanunudur ve bu kanun, ölümün bir yok oluş değil, aksine sonsuzluğa açılan bir kapı olduğunu gösterir. Ahiret, bu dünyadaki tüm güzelliklerin, tüm iyiliklerin ve tüm adalet arayışlarının asıl karşılığını bulacağı yerdir.

Sonuç olarak, “Madem Allah var, elbette âhiret vardır” sözü, sadece bir iman ilkesi değil, aynı zamanda aklı ve kalbi tatmin eden bir hakikattir. Bu söz, bizi, dünyanın geçiciliğinde boğulmak yerine, ahiret için çalışmaya, adaleti tesis etmeye ve iyilikleri çoğaltmaya davet eder. Çünkü biliyoruz ki, çatlamış topraktan filizlenen o küçük yeşil yaprak gibi, ölüm de bir son değil, sonsuzluğun bir başlangıcıdır.

Özet: Bu makale, “Madem Allah var, elbette âhiret vardır” sözünü, çatlamış bir topraktan yeşeren filiz temsiliyle ilişkilendirerek ele almaktadır. Makale, ahiret inancının sadece dini bir dogma değil, aynı zamanda evrensel bir adalet ve mantık sonucu olduğunu anlatır. Tarihten örneklerle, insanların daima sonsuzluk arayışında olduğunu gösterir. Kurumuş topraktan yeşeren filiz metaforuyla, ölümün bir son değil, sonsuzluğun bir başlangıcı olduğu fikrini işler.
Sonuç olarak, makale, ahiret inancının insanın dünyadaki eylemlerini anlamlandırdığını ve ona bir umut kaynağı sunduğunu belirtir.

***********

“Âhirzaman Fitnesi: Nefsin Esaretinden Kurtuluş”

“Rivayette var ki: ‘Fitne-i âhirzaman o kadar dehşetlidir ki, kimse nefsine hâkim olmaz.’ Bunun için, binüçyüz sene zarfında emr-i Peygamberîyle bütün ümmet o fitneden istiaze etmiş…” (Şuâlar)

Bediüzzaman Said Nursi’nin bu sözü, günümüz dünyasının manevi atmosferine dair derin bir tahlil sunar.
“Fitne-i âhirzaman o kadar dehşetlidir ki, kimse nefsine hâkim olmaz” ifadesi, sadece dini bir uyarı değil, aynı zamanda modern insanın yaşadığı deruni krizin bir tasviridir. Bu çağda, bilgiye erişimin kolaylığı, dünyevi zevklerin çeşitliliği ve nefsin bitmek bilmeyen arzuları, insanı adeta bir girdaba sürüklemektedir. Bu girdapta, nefsin esaretinden kurtulmak, en büyük cihad haline gelmiştir.
Tarih boyunca, İslam ümmeti, Peygamber Efendimiz’den (s.a.v.) miras kalan bir bilinçle, bu büyük fitneden Allah’a sığınmıştır. Cihadın kılıçla yapılanı kadar, nefisle yapılanı da önemlidir. Hatta bir rivayette, asıl cihadın, nefisle yapılan mücadele olduğu belirtilmiştir. Âhirzaman, bu cihadın en çetin geçtiği zamandır. Zira şeytanın ve nefsin vesveseleri, en görünmez ve en sinsi yollarla kalplere nüfuz etmektedir. Bilgi kirliliği, ahlaki yozlaşma ve materyalist yaşam tarzı, nefsi terbiye etmeyi neredeyse imkansız hale getirmektedir.
Ancak bu söz, bir umutsuzluk mesajı değil, aksine bir kurtuluş reçetesidir. Binüçyüz yıl boyunca tüm ümmetin bu fitneden istiaze etmesi, yani Allah’a sığınması, bize yol gösterir. Bu, sadece dua etmekle kalmayıp, aynı zamanda aktif bir şekilde nefse karşı mücadele etmek, manevi bağları güçlendirmek ve ilahi hakikatlere sarılmak demektir. Bu çağın fitnesinden korunmanın yolu, Kur’an’ın hikmetine sarılmak, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) sünnetini takip etmek ve manevi hayatı canlı tutmaktır.

Sonuç olarak, âhirzaman fitnesi, insanı nefsine esir etme tehlikesi taşır. Ancak bu tehlike, aynı zamanda büyük bir manevi uyanışın da kapısını aralar. Nefsine hakim olmakta zorlanan her insan, kendisini bu büyük cihadın bir neferi olarak görmeli ve Allah’a sığınarak, manevi gücünü artırmalıdır. Bu bilinçle hareket edenler, âhirzamanın dehşetinden kurtulur ve nefsin esaretinden azat olarak, gerçek özgürlüğe kavuşurlar.

Özet: Bu makale, “Âhirzaman fitnesi o kadar dehşetlidir ki, kimse nefsine hâkim olmaz” rivayetini ele almaktadır. Günümüzün manevi krizini bu fitne kavramıyla ilişkilendirir ve nefsin esaretinden kurtulmanın en büyük cihad olduğunu anlatır. Tarih boyunca ümmetin bu fitneden nasıl Allah’a sığındığını anlatarak, bu durumun bir kurtuluş reçetesi sunduğunu belirtir.
Sonuç olarak, makale, âhirzaman fitnesinden korunmanın yolunun, manevi bağları güçlendirmek ve nefisle mücadele etmekten geçtiğini anlatarak okuyucuyu bir uyanışa davet eder.

**********

“Ey Âlem-i İslam UYAN! Kur’an’a sarıl; İslamiyete maddi ve manevi varlığınla müteveccih ol!” (Risale-i Nur)

Sözler, sadece harflerden ibaret değildir; bazıları, içinde bulunduğumuz zamanın ve mekanın ruhunu sarsan birer feryat, birer davet haline gelir. Risale-i Nur’dan alınan bu çağrı da, “Ey Âlem-i İslam UYAN!”, tam da böylesi bir feryattır. Bu söz, İslam dünyasının içinde bulunduğu dağınıklığa, pasifliğe ve manevi gaflete karşı yükselen, tarihi bir ikazdır.
Tarih, İslam’ın en parlak dönemlerinde, Müslümanların Kur’an’a ve İslamiyet’e maddi ve manevi varlıklarıyla yöneldikleri zamanlar olduğunu gösterir. Endülüs’te ilmin, sanatın ve mantığın zirveye çıktığı, Osmanlı’nın adalet ve hoşgörüyle üç kıtaya hükmettiği dönemler, hep bu uyanışın birer neticesidir. O dönemlerde Müslümanlar, sadece ibadetlerini yerine getirmekle kalmamış, aynı zamanda bilime, sanata, ticarete ve toplumsal adalete de tüm varlıklarıyla sarılmışlardır. Bu, İslam’ın sadece bir ibadetler bütünü değil, aynı zamanda bir medeniyet ve yaşam biçimi olduğunu gösterir.
Ancak, ne yazık ki, günümüzde bu uyanışın yerini, bir nevi uyku hali almıştır. İslam dünyası, siyasi parçalanmışlık, ekonomik geri kalmışlık ve manevi zayıflıkla boğuşmaktadır. Bu durum, bizi, “Kur’an’a sarıl!” çağrısının ne kadar hayati olduğunu yeniden düşünmeye sevk eder. Kur’an, sadece bir okuma kitabı değil, aynı zamanda bir hayat rehberidir. O, bireylere ahlakı, toplumlara adaleti, devlete ise yönetim ilkelerini öğretir. Kur’an’a sarılmak, sadece onun ayetlerini okumak değil, aynı zamanda onun ilkelerini hayata geçirmek, onun adaletini tesis etmek ve onun merhametini yaşatmaktır.

Sonuç olarak, bu çağrı, İslam dünyasının içinde bulunduğu durumdan kurtuluşunun reçetesini sunar: Uyanmak, Kur’an’a sarılmak ve İslamiyet’e tüm maddi ve manevi varlıkla yönelmek. Bu, sadece bir temenni değil, aynı zamanda bir zorunluluktur. Zira ancak bu uyanışla, İslam dünyası, geçmişindeki parlak günlere geri dönebilir, zalimin karşısında dimdik durabilir ve insanlığa yeniden huzur ve adalet getirebilir.

Özet: Bu makale, “Ey Âlem-i İslam UYAN! Kur’an’a sarıl” çağrısını ele almaktadır. Bu sözün, İslam dünyasının içinde bulunduğu dağınıklığa ve gaflete karşı bir ikaz olduğunu belirtir. Tarihten Endülüs ve Osmanlı gibi örneklerle, Müslümanların Kur’an’a tüm varlıklarıyla sarıldıklarında nasıl bir medeniyet inşa ettiklerini anlatır. Günümüzdeki problemlerin, bu uyanışın kaybedilmesinden kaynaklandığını anlatır.
Sonuç olarak, makale, İslam dünyasının kurtuluşunun ancak Kur’an’ın ilkelerini hayata geçirmekle mümkün olacağını belirtir.

***********

“Âhiret ve Kıyamet: Sarayların Harabesi”

“Mevt-i dünya ve kıyamet kopması ise: Bir anda bir seyare veya bir kuyruklu yıldızın emr-i Rabbanî ile küremize, misafirhanemize çarpması; bu hanemizi harab edebilir. On senede yapılan bir saray, bir dakikada harab olması gibi…” (Risale-i Nur – Şuâlar)

Bediüzzaman Said Nursi’nin bu sözü, dünyanın ve kıyametin sonunu, insana en anlaşılır ve en etkileyici bir şekilde anlatır. “On senede yapılan bir saray, bir dakikada harab olması gibi…” benzetmesi, dünya hayatının geçiciliğini ve kıyametin ne kadar ani ve yıkıcı olabileceğini edebi bir dille ifade eder. Bu, sadece bir kıyamet senaryosu değil, aynı zamanda insanın fani varlığına dair derin bir ibrettir.
Tarih boyunca, nice kavim ve medeniyet, kendi saraylarını, kalelerini, şehirlerini inşa ederken, bunların sonsuza dek süreceğini sanmıştır. Roma’nın ihtişamı, Babil’in asma bahçeleri, Mısır’ın piramitleri, hepsi insanlığın sonsuzluk arayışının ve dünyevi gücün birer simgesi olmuştur. Ancak zamanın ve ilahi takdirin hükmü karşısında, hepsi birer harabeye dönüşmüştür. Bu, dünyevi olanın geçiciliğini ve sonsuzluğun sadece Allah’a ait olduğunu gösterir.
Bu söz, aynı zamanda insanın hayatı inşa etme çabasıyla, o hayatın ani bir şekilde sona ermesi arasındaki tezatı da gözler önüne serer. İnsan, bir ömür boyu çalışır, çabalar, mal mülk edinir, evler yapar, ancak ölüm ve kıyamet, tüm bu çabaların bir anda anlamsız hale gelebileceğini hatırlatır. Tıpkı on yılda inşa edilen bir sarayın, bir dakikada harab olması gibi, bir ömürlük birikimler ve planlar da bir anda anlamsız hale gelebilir. Bu, insanın dünyevi hırslarını sorgulamasına, asıl yatırımını sonsuzluk için yapması gerektiğine dair bir uyarıdır.
Sonuç olarak, bu söz, kıyameti, bilimsellikten ve soyutluktan çıkararak, somut bir metaforla anlatır. “Misafirhanemiz” olarak adlandırılan küremizin, ilahi bir emirle bir anda harab olabileceği gerçeği, bizi, bu misafirhanede ne kadar sorumlu olduğumuzu düşünmeye davet eder. Bu, hem dünyayı imar etmekten vazgeçmemeyi, hem de onun geçiciliğini asla unutmamayı öğütler. Zira asıl gaye, geçici olanı sonsuzluğa bağlamaktır.
Özet: Bu makale, Bediüzzaman Said Nursi’nin kıyameti, bir sarayın bir dakikada harab olması benzetmesiyle anlatan sözünü ele almaktadır. Makale, bu benzetmenin, dünya hayatının geçiciliğini ve kıyametin ne kadar ani olabileceğini belirtir. Tarihteki medeniyetlerin yıkılışından örnekler vererek, dünyevi olanın fani olduğunu gösterir. Sözün, insanın dünyevi hırslarını sorgulamasını ve asıl yatırımını ahiret için yapması gerektiğini öğütlediğini anlatır.
Sonuç olarak, makale, dünyanın geçiciliğinin ve kıyametin yakınlığının, bizi daha sorumlu ve anlamlı bir hayata yöneltmesi gerektiğini anlatır.

************

“Rabbim! Gönlüme Ferahlık Ver: Kalbin Huzuru İçin Dua”

“Rabbim! Gönlüme ferahlık ver.” (Tâ-Hâ 25)

Tâ-Hâ Suresi’ndeki bu dua, sadece Hz. Musa’nın (a.s.) zalim Firavun’a karşı tebliğ vazifesine başlamadan önce ettiği bir yakarış değildir; aynı zamanda, tarihin her döneminde, zorluklarla, sıkıntılarla ve endişelerle dolu bir hayatta, insanın kalbinin huzur bulması için sığınabileceği en güzel dualardan biridir. “Rabbim! Gönlüme ferahlık ver” ifadesi, insanın iç dünyasındaki karmaşaya, sıkıntıya ve bunalıma karşı en güçlü ilacı sunar: İlahi bir huzur ve ferahlık talebi.

Tarih boyunca, nice peygamberler, alimler, dervişler ve sıradan insanlar, zor zamanlarda bu duaya sığınmışlardır. Hz. Musa, Firavun’un zulmü karşısında bu duayı ederek, kalbinin ferahlamasını, dilinin bağının çözülmesini ve tebliğ vazifesini kolayca yerine getirmeyi dilemiştir. Bu, bize, gönül ferahlığının sadece bir konfor meselesi değil, aynı zamanda zorlu görevlerin üstesinden gelmek için gereken manevi bir güç kaynağı olduğunu gösterir. Gönlü ferah olan bir insan, en zor anlarda bile sabırla ve dirayetle hareket edebilir.
Modern çağın insanı için, bu duanın anlamı daha da derindir. Teknolojinin getirdiği hız, rekabetin getirdiği stres ve dünyevi kaygıların getirdiği yorgunluk, insan kalbini adeta daraltmakta, sıkıntıya boğmaktadır. Bu durumda, dışarıdaki huzur arayışları yetersiz kalır. Asıl huzur, kalpte başlar. Bu dua, insana, dış dünyanın karmaşasından uzaklaşarak, kendi iç dünyasına dönmeyi ve bu dahili huzuru doğrudan Yaratıcı’dan dilemeyi öğretir.

Sonuç olarak, “Rabbim! Gönlüme ferahlık ver” duası, sadece bir sözden ibaret değildir; o, insanın kalbindeki tüm sıkıntıları gidermek, ruhunu aydınlatmak ve hayatın zorluklarına karşı güç kazanmak için bir anahtar gibidir. Bu duaya sığınanlar, en karanlık anlarda bile bir umut ışığı bulur, kalplerindeki huzurla hem kendilerine hem de çevrelerine ferahlık saçarlar.

Özet: Bu makale, Tâ-Hâ Suresi’ndeki “Rabbim! Gönlüme ferahlık ver” duasını ele almaktadır. Bu duanın sadece Hz. Musa’ya özel olmadığını, zor zamanlarda kalbin huzuru için en etkili yakarışlardan biri olduğunu belirtir. Hz. Musa’nın Firavun karşısındaki duruşuyla bu duanın, zor görevler için manevi bir güç kaynağı olduğu anlatılır. Makale, modern çağın getirdiği stres ve sıkıntıya karşı asıl huzurun kalpte başladığını ve bu duanın bu deruni huzuru sağlamada bir anahtar olduğunu anlatır.

**********

“Zulme Karşı Yakınlık ve Adaletin Bedeli”

“Zulüm yapanlara yakınlık göstermeyin ki, size de ateş dokunmasın.” (Hud, 113) ve “Nasıl bin masumların hukukunu çiğneyen bir zalimi cezalandırmak… adalet içinde mazlumlara bin rahmettir. Ve o zalimi affetmek ve canavarı serbest bırakmak, bir tek yolsuz merhamete mukabil yüzer bîçarelere yüzer merhametsizliktir.” (Risale-i Nur)

Hud Suresi’ndeki bu ayet ve Risale-i Nur’dan alınan bu hikmetli söz, adalet kavramının en temel ve en hassas noktasını aydınlatır: Zulme karşı duruş. “Zulüm yapanlara yakınlık göstermeyin ki, size de ateş dokunmasın” uyarısı, sadece zulme ortak olmaktan değil, aynı zamanda ona sessiz kalmaktan, ona destek vermekten de kaçınmayı emreder. Bu, insanın vicdani ve ahlaki bir sorumluluğudur.
Tarih, zulme yakınlık gösterenlerin, o zulmün ateşinde nasıl yandığını gösteren sayısız örnekle doludur. Zalim hükümdarların çevresindeki dalkavuklar, onların zulümlerine ortak olarak kendi sonlarını hazırlamışlardır. Bu, sadece dünyevi bir cezayla sınırlı kalmamış, aynı zamanda onların ahiretteki konumlarını da tehlikeye atmıştır. Ayetteki “ateş” uyarısı, bu dünyevi ve uhrevi sonuçların bir habercisidir. Zulüm, bir veba gibidir; ona yakın duran herkesi kendi ateşiyle yakar.
Risale-i Nur’dan alınan ikinci kısım ise, adalet ve merhamet arasındaki ince çizgiyi çizer. “Bir zalimi cezalandırmak… mazlumlara bin rahmettir.” Bu söz, merhametin yanlış anlaşılmaması gerektiğini ifade eder. Bir zalimi affetmek, o zalimin zulmünün devamına izin vermek ve dolayısıyla nice masumun canına, malına ve onuruna zarar vermek demektir. Bu, bir tek kişiye gösterilen yanlış bir merhamete karşılık, yüzlerce masuma karşı işlenmiş büyük bir merhametsizliktir. Bu, adaletin, merhametten önce geldiğini ve gerçek merhametin, zulmün kökünü kazımakla mümkün olduğunu gösterir.
Bu hikmet, bugün de geçerliliğini korur. Dünyanın çeşitli yerlerinde yaşanan zulümlere karşı sessiz kalanlar, bu zulümlerin devamına dolaylı olarak ortak olmaktadırlar. Zalimin cezalandırılmasını istemeyenler, aslında mazlumların acılarının devam etmesini istemektedirler. Bu, vicdanları sarsan, insanlığı sorgulatan bir durumdur.
Özet: Bu makale, Hud Suresi’ndeki “Zulüm yapanlara yakınlık göstermeyin” ayeti ve Risale-i Nur’dan alınan adalet hakkındaki sözü ele almaktadır. Makale, ayetin zulme sessiz kalmamanın önemini ifade ettiğini ve zalime yakın duranların o zulmün ateşinde yanacağını belirtir.
İkinci kısımda ise, adalet ve merhamet arasındaki ilişki işlenir; bir zalimi cezalandırmanın binlerce mazluma rahmet olduğu, onu affetmenin ise büyük bir merhametsizlik olduğu anlatılır. Sonuç olarak, makale, zulme karşı aktif bir duruş sergilemenin ve adaleti tesis etmenin, hem dünyevi hem de uhrevi bir sorumluluk olduğunu anlatır.

***********

“Mü’minlerin Misali: Vahdetin Beden-i Temsili”

“Birbirlerini sevmede, birbirlerini merhamette, birbirlerini şefkatte müminlerin misali, bir bedenin misalidir. Ondan bir uzuv rahatsız olsa, diğer uzuvlar uykusuzluk ve hararette ona iştirak ederler.” (Hadis-i Şerif)

Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) bu Hadis-i Şerifi, İslam ümmetinin ideal birliğini, edebi ve akılda kalıcı bir metaforla anlatır: Vahdetin beden-i temsili. Bir bedenin uzuvları gibi, Müslümanlar da birbirlerine sevgi, merhamet ve şefkatle bağlı olmalıdır. Bu, sadece bir toplumsal ilişki tavsiyesi değil, aynı zamanda manevi bir bütünlüğün ve dayanışmanın temel ilkesidir.
Tarih boyunca, Müslümanların bu vahdet bilincine en güçlü şekilde sarıldıkları dönemler, aynı zamanda en güçlü ve en parlak oldukları dönemlerdir. Asr-ı Saadet’te Ensar ve Muhacir’in kardeşliği, farklı köklerden gelen Müslümanların bir araya gelerek büyük medeniyetler kurması, hep bu bedenin bir uzvu gibi hareket etme bilincinin bir sonucudur. O dönemlerde bir Müslüman, dünyanın diğer ucundaki bir Müslümanın derdine derman olmaya çalışır, onun acısını kendi acısı bilir, onun sevincine ortak olurdu.
Ancak, ne yazık ki, günümüzde bu beden-i temsili parçalanmış, uzuvlar birbirinden kopmuştur. İslam dünyasının bir köşesinde kan akarken, diğer köşelerinde Müslümanlar buna sessiz kalabilmektedir. Bu, Hadis-i Şerif’in ruhuna aykırı bir durumdur. Bir uzvun rahatsızlığına, diğer uzuvların uykusuzluk ve hararetle iştirak etmemesi, o bedenin hasta olduğunun en açık göstergesidir. Bu parçalanmışlık, İslam dünyasını zayıflatmakta, zalimlerin zulmüne karşı savunmasız bırakmaktadır.
Bu Hadis-i Şerif, bize sadece Müslümanların birbirine olan sorumluluğunu hatırlatmakla kalmaz, aynı zamanda bir ibret vesilesi olarak, vahdetin gücünü ve parçalanmışlığın zayıflığını gösterir. Vahdet, sadece siyasi bir birlik değil, aynı zamanda kalbi bir birlikteliktir. Müslümanlar, kalplerini birbirine bağladıklarında, aralarındaki mesafeler ve farklılıklar anlamsız hale gelir ve büyük bir güç doğar.
Özet: Bu makale, Müminlerin birbirini seven, merhamet eden ve şefkat gösteren bir bedenin uzuvları gibi olduğunu anlatan Hadis-i Şerifi ele almaktadır. Makale, bu Hadis’in, İslam ümmetinin ideal birliğini ve dayanışmasını sembolize ettiğini belirtir. Tarihten Asr-ı Saadet dönemindeki kardeşlik gibi örneklerle, bu bilincin Müslümanları nasıl güçlü kıldığını anlatır. Ancak günümüzde bu vahdetin zayıfladığını ve bunun İslam dünyasının gücünü azalttığını anlatır.
Sonuç olarak, makale, Müslümanların yeniden bu vahdet bilincine dönerek güçlenmesi gerektiğini ortaya koyar.

*********

“İnsan Kalbinin Cihatları”

“Bütün cihazat-ı insaniyenin ve kalb ve akıl ve ruh gibi büyük ve mühim letaifin böyle ayrı ayrı vazifeleri, lezzetleri ve elemleri vardır.” (Sözler)

İnsan, sadece etten ve kemikten oluşan bir varlık değildir. O, içinde akıl, kalp, ruh gibi manevi “cihazat” ve “letaif” barındıran, çok katmanlı ve karmaşık bir yapıdır. Risale-i Nur’dan alınan bu söz, bu iç dünyamızın zenginliğini ve her bir manevi duygunun ayrı bir vazifesi, lezzeti ve hatta acısı olduğunu anlatır. Bu söz, bizi, hayatı sadece maddi bir boyutta yaşamak yerine, iç dünyamızın derinliklerine yolculuk yapmaya davet eder.
Tarih boyunca, büyük düşünürler ve maneviyat önderleri, insanın bu iç dünyasını keşfetmeye çalışmışlardır. Mevlana’nın “Ney’den” bahsederken, kalbin ve ruhun çektiği aşkın acısından bahsetmesi, İbn-i Arabi’nin “Vahdet-i Vücud” felsefesiyle, ruhun ilahi bir varlıkla birleşme arzusunu dile getirmesi, hep bu deruni yolculukların birer eseridir. Her bir manevi duygu, kalbin bir dileği, aklın bir sorgulaması, ruhun bir özlemi olarak ayrı bir maceradır. Bu macerada, her birinin farklı bir lezzeti olduğu gibi, farklı bir acısı ve zorluğu da vardır. Aklın şüpheyle yüzleşmesi, kalbin kırılması, ruhun gurbet acısı çekmesi, bu acıların birer tecellisidir.
Ancak bu acılar, birer yok oluş değil, aynı zamanda manevi bir terbiye aracıdır. Acı çeken bir kalp, merhameti öğrenir. Şüpheyle yoğrulan bir akıl, imanı daha sağlam bir temele oturtur. Gurbet acısı çeken bir ruh, asıl vatanına olan özlemini pekiştirir. Bu, hayatın sadece keyifli anlardan ibaret olmadığını, aynı zamanda elemlerin de manevi gelişim için birer vesile olduğunu gösterir.

Sonuç olarak, bu söz, insanı tek boyutlu bir varlık olmaktan çıkarır ve onun içindeki manevi zenginliği keşfetmeye davet eder. Akıl, kalp ve ruh gibi letaiflerin ayrı ayrı vazifeleri, lezzetleri ve elemleri olduğunu idrak etmek, hayatın her anını daha anlamlı hale getirir. Bu dahili cihada sarılanlar, sadece kendi benliklerini değil, aynı zamanda varoluşun sırlarını da keşfederler.

Özet: Bu makale, Risale-i Nur’dan alınan, insanın iç dünyasındaki akıl, kalp ve ruh gibi manevi duyguların ayrı ayrı vazifeleri, lezzetleri ve elemleri olduğunu anlatan sözü işlemektedir. Makale, bu sözü, insanın dahili bir yolculuğa daveti olarak yorumlar. Mevlana ve İbn-i Arabi gibi tarihi figürlerden örneklerle, bu dahili keşfin maneviyat için önemini anlatır. Acıların ve elemlerin manevi bir terbiye aracı olduğunu belirterek, hayatın çok boyutlu yapısını anlatır. Sonuç olarak, makale, insanın iç dünyasını keşfetmesinin, hayatı daha anlamlı kıldığını ve varoluşun sırlarını açığa çıkardığını belirtir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Zulümle Âbâd Olan, Zulmüyle Berbâd Olur: Gazze ve İsrail’in Kendi Sonunu Hazırlayan Tarihi

Zulümle Âbâd Olan, Zulmüyle Berbâd Olur: Gazze ve İsrail’in Kendi Sonunu Hazırlayan Tarihi

Tarih, mazlumların ahıyla yıkılan imparatorlukların sessiz mezarlığıdır. Firavunlar, Nemrutlar, Karunlar, Hitlerler… Her biri zulmün zirvesinde “yenilmez” sanılırken, tarihin tozlu sayfalarında birer ibret vesikası olarak kaldılar. Bugün Gazze’de yaşananlar, tarihin bu değişmez kanununu bir kez daha hatırlatmaktadır:

> “Zalim, zulmüyle tarihten silinecektir.”

Gazze’de İnsanlık Dramı

7 Ekim 2023’ten bu yana İsrail’in Gazze’ye uyguladığı saldırılar, yalnızca bir askeri operasyon değil; açlık, kuşatma ve toplu cezalandırma yöntemleriyle işleyen bir soykırım tablosudur.

61 bini aşkın sivil hayatını kaybetti.

200’den fazla insan açlıktan öldü, bunların neredeyse yarısı çocuk.

18 binden fazla Filistinli tutuklandı.

Yardım noktaları bile hedef alındı, ekmek almak için odun satan küçük Halid’in feryadı dünya vicdanını kanattı.

Bu tablo, Birleşmiş Milletler’in tanımıyla “insanlığa karşı suç” olmanın ötesinde, Kur’ân’ın tarif ettiği zalim kavimlerin akıbetine birebir uyan bir haldir:

> “Nice memleketleri helâk ettik ki, halkı zulmediyordu. Şimdi o memleketler, çatılarının üstüne yıkılmış, kuyuları susuz, sarayları bomboş kalmıştır.”
(Hacc, 45)

İsrail’de Çatırdayan Sistem

Bugün İsrail yalnızca Gazze’de değil, kendi içinde de büyük bir krizin eşiğinde.

Kabine içi bölünmeler, ordu ve istihbarat çatışmaları.

Batılı müttefiklerin giderek mesafe koyması.

Akademisyenler, mimarlar ve şehir plancılarının hükümete karşı ses yükseltmesi.

Bu durum, tarihte Roma İmparatorluğu’nun çöküşüne benzer bir “içten çözülme” sürecidir. Roma da bir dönem dünyanın en güçlü devleti iken, hem içeriden ahlaki çöküş hem dışarıdan adalet talebi karşısında çökmüştü.

İlmi ve Aklî Boyut

Toplum bilimleri bize şunu öğretir: Devletlerin bekası adaletle mümkündür. Adalet yok olduğunda, halk desteği ve uluslararası meşruiyet erir. Bugün İsrail, sadece Filistinlilerin değil, kendi halkının da vicdanında sorgulanır hale gelmiştir.
Sosyoloji ve tarih, zulmün sürdürülebilir bir yönetim biçimi olmadığını teyit eder.

İbn Haldun’un şu tesbiti, yaşananların ilmi özeti gibidir:

> “Zulüm, medeniyetleri harap eder. Harap olan medeniyet, devleti yıkar.”

Hikmet ve İbret

Gazze halkı, açlık ve bombalar arasında bile kalemini bırakmayan, hakikati yazmaktan vazgeçmeyen bir direniş örneği sergiliyor. 21 yaşındaki Sara Awad’ın sözleri, ümmete bir ders gibidir:

> “Açlık bile bizi hakikati anlatmaktan alıkoyamaz.”

Bu, Kur’ân’ın “sabredenler” tarifine uyan bir duruştur:

> “Sabredenlere mükâfatları hesapsız verilecektir.”
(Zümer, 10)

Tarihî Yasa: Zulmün Sonu

İsrail hükümetinin Gazze’de uyguladığı politika, Firavun’un İsrailoğullarına uyguladığı baskının bir yansımasıdır. Ancak Firavun’un akıbeti, zulmün değişmez sonunu ilan etmiştir:

> “Firavun ve askerleri, yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar… Nihayet onları denizde boğduk.”
(Kasas, 39-40)

Bugün Netanyahu’nun adımları, hem içeriden hem dışarıdan İsrail’i zayıflatıyor. Zulüm, zalimi kendi eliyle yıkar.

Düşündürücü Sonuç

Dünya, bir yanda israf içinde yüzüyor; diğer yanda Gazze çocukları bir avuç un için odun topluyor. Bu zıtlık, insanlığın ahlaki iflasını gözler önüne seriyor. İnsanoğlu, sahip olduğu teknoloji ve zenginliği merhametle değil, güç yarışıyla kullanıyor.

Kur’ân, bu ahlaki çöküşün sonucunu şöyle bildirir:

> “İnsanların elleriyle yaptıkları yüzünden karada ve denizde fesat çıktı. Allah, yaptıklarının bir kısmını onlara tattırır ki belki dönerler.”
(Rûm, 41)

Özet

Gazze’de yaşananlar, modern çağın en büyük insanlık trajedilerinden biri ve soykırım boyutuna ulaşmıştır.

İsrail içinde siyasi ve toplumsal çatırdama artmakta, bu durum tarihî “zulmün sonu” yasasını hatırlatmaktadır.

Tarihî örnekler (Firavun, Roma vb.) zulmün uzun süre ayakta kalamayacağını gösterir.

Bilimsel ve sosyolojik olarak adaletin kaybolduğu devletler kendi içlerinden çöker.

Kur’ân zulmün sonunun yok oluş olduğunu açıkça beyan eder.

İbret: Gazze’nin direnişi, zalimin geçiciliği ve hakikatin kalıcılığıdır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Zulümle Âbâd Olan, Zulmüyle Berbâd Olur: Gazze ve İsrail’in Kendi Sonunu Hazırlayan Tarihi

Zulümle Âbâd Olan, Zulmüyle Berbâd Olur: Gazze ve İsrail’in Kendi Sonunu Hazırlayan Tarihi

Tarih, mazlumların ahıyla yıkılan imparatorlukların sessiz mezarlığıdır. Firavunlar, Nemrutlar, Karunlar, Hitlerler… Her biri zulmün zirvesinde “yenilmez” sanılırken, tarihin tozlu sayfalarında birer ibret vesikası olarak kaldılar. Bugün Gazze’de yaşananlar, tarihin bu değişmez kanununu bir kez daha hatırlatmaktadır:

> “Zalim, zulmüyle tarihten silinecektir.”

Gazze’de İnsanlık Dramı

7 Ekim 2023’ten bu yana İsrail’in Gazze’ye uyguladığı saldırılar, yalnızca bir askeri operasyon değil; açlık, kuşatma ve toplu cezalandırma yöntemleriyle işleyen bir soykırım tablosudur.

61 bini aşkın sivil hayatını kaybetti.

200’den fazla insan açlıktan öldü, bunların neredeyse yarısı çocuk.

18 binden fazla Filistinli tutuklandı.

Yardım noktaları bile hedef alındı, ekmek almak için odun satan küçük Halid’in feryadı dünya vicdanını kanattı.

Bu tablo, Birleşmiş Milletler’in tanımıyla “insanlığa karşı suç” olmanın ötesinde, Kur’ân’ın tarif ettiği zalim kavimlerin akıbetine birebir uyan bir haldir:

> “Nice memleketleri helâk ettik ki, halkı zulmediyordu. Şimdi o memleketler, çatılarının üstüne yıkılmış, kuyuları susuz, sarayları bomboş kalmıştır.”
(Hacc, 45)

İsrail’de Çatırdayan Sistem

Bugün İsrail yalnızca Gazze’de değil, kendi içinde de büyük bir krizin eşiğinde.

Kabine içi bölünmeler, ordu ve istihbarat çatışmaları.

Batılı müttefiklerin giderek mesafe koyması.

Akademisyenler, mimarlar ve şehir plancılarının hükümete karşı ses yükseltmesi.

Bu durum, tarihte Roma İmparatorluğu’nun çöküşüne benzer bir “içten çözülme” sürecidir. Roma da bir dönem dünyanın en güçlü devleti iken, hem içeriden ahlaki çöküş hem dışarıdan adalet talebi karşısında çökmüştü.

İlmi ve Aklî Boyut

Toplum bilimleri bize şunu öğretir: Devletlerin bekası adaletle mümkündür. Adalet yok olduğunda, halk desteği ve uluslararası meşruiyet erir. Bugün İsrail, sadece Filistinlilerin değil, kendi halkının da vicdanında sorgulanır hale gelmiştir.
Sosyoloji ve tarih, zulmün sürdürülebilir bir yönetim biçimi olmadığını teyit eder.

İbn Haldun’un şu tesbiti, yaşananların ilmi özeti gibidir:

> “Zulüm, medeniyetleri harap eder. Harap olan medeniyet, devleti yıkar.”

Hikmet ve İbret

Gazze halkı, açlık ve bombalar arasında bile kalemini bırakmayan, hakikati yazmaktan vazgeçmeyen bir direniş örneği sergiliyor. 21 yaşındaki Sara Awad’ın sözleri, ümmete bir ders gibidir:

> “Açlık bile bizi hakikati anlatmaktan alıkoyamaz.”

Bu, Kur’ân’ın “sabredenler” tarifine uyan bir duruştur:

> “Sabredenlere mükâfatları hesapsız verilecektir.”
(Zümer, 10)

Tarihî Yasa: Zulmün Sonu

İsrail hükümetinin Gazze’de uyguladığı politika, Firavun’un İsrailoğullarına uyguladığı baskının bir yansımasıdır. Ancak Firavun’un akıbeti, zulmün değişmez sonunu ilan etmiştir:

> “Firavun ve askerleri, yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar… Nihayet onları denizde boğduk.”
(Kasas, 39-40)

Bugün Netanyahu’nun adımları, hem içeriden hem dışarıdan İsrail’i zayıflatıyor. Zulüm, zalimi kendi eliyle yıkar.

Düşündürücü Sonuç

Dünya, bir yanda israf içinde yüzüyor; diğer yanda Gazze çocukları bir avuç un için odun topluyor. Bu zıtlık, insanlığın ahlaki iflasını gözler önüne seriyor. İnsanoğlu, sahip olduğu teknoloji ve zenginliği merhametle değil, güç yarışıyla kullanıyor.

Kur’ân, bu ahlaki çöküşün sonucunu şöyle bildirir:

> “İnsanların elleriyle yaptıkları yüzünden karada ve denizde fesat çıktı. Allah, yaptıklarının bir kısmını onlara tattırır ki belki dönerler.”
(Rûm, 41)

Özet

Gazze’de yaşananlar, modern çağın en büyük insanlık trajedilerinden biri ve soykırım boyutuna ulaşmıştır.

İsrail içinde siyasi ve toplumsal çatırdama artmakta, bu durum tarihî “zulmün sonu” yasasını hatırlatmaktadır.

Tarihî örnekler (Firavun, Roma vb.) zulmün uzun süre ayakta kalamayacağını gösterir.

Bilimsel ve sosyolojik olarak adaletin kaybolduğu devletler kendi içlerinden çöker.

Kur’ân zulmün sonunun yok oluş olduğunu açıkça beyan eder.

İbret: Gazze’nin direnişi, zalimin geçiciliği ve hakikatin kalıcılığıdır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Fırat Altınları: Kıyametin Sessiz İşaretlerinden Biri

Fırat Altınları: Kıyametin Sessiz İşaretlerinden Biri

Tarih boyunca nehirler, yalnızca su kaynakları değil; medeniyetlerin beşiği, ticaret yollarının kalbi ve insanlığın kaderini belirleyen unsurlar olmuştur. Fırat Nehri ise bu nehirler içinde ayrı bir yere sahiptir. Mezopotamya’nın ana damarı olan Fırat, hem kadim medeniyetlere hayat vermiş hem de nice sırları bağrında saklamıştır. Ne var ki, Resûl-i Ekrem (s.a.v.)’in haber verdiği üzere bu nehir, kıyamete yakın zamanlarda büyük bir sırrını açığa çıkaracaktır: Altın hazinesi…

Hadislerin Işığında Fırat’ın Sırrı

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

> “Pek yakında Fırat nehrinin suyu çekilerek aktığı yatakta bir altın hazinesi meydana çıkacaktır. O günü gören kimse, o hazineden kesinlikle bir şey almasın.” (Buhârî, Fiten 24; Müslim, Fiten 29-32. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Melâhim 13; Tirmizî, Sıfatü’l-cenne 26).

“Fırat nehrinin suyu çekilip, aktığı yatakta bulunan bir altın dağı meydana çıkmadıkça ve kurtulup kazanan ben olayım diye birbiriyle çarpışan her yüz kişiden doksan dokuzu ölmedikçe kıyamet kopmaz.” (Buhârî, Fiten 24; Müslim, Fiten 29).

Bu iki rivayet, bize hem maddî bir hakikati hem de derin manevi uyarılar sunmaktadır. Maddî hakikat şudur: Bir gün gerçekten Fırat’ın yatağında değerli bir maden açığa çıkacaktır. Manevi uyarı ise, insanların bu servet uğruna birbirlerini boğazlayacak noktaya geleceğidir.

Tarihî ve Jeopolitik Yön

Fırat, Mezopotamya uygarlıklarının doğum yeri olmuştur: Sümerler, Akadlar, Babiller, Asurlar, Urartular, Hititler… Bu uygarlıklar, nehrin sağladığı bereketle altın, gümüş, bakır gibi madenleri işleyip ihtişamlı yapılar inşa etmişlerdir. Günümüzde bu medeniyetlerin kalıntıları hâlâ Fırat’ın kıyılarında ve suları altında yatmaktadır.

2002 yılında basına yansıyan uydu görüntüleri, Fırat’ın derinliklerinde altın rezervleri olabileceğini ortaya koydu. Bu keşif hadislerle çarpıcı bir paralellik arz etmektedir. Ancak nehrin altındaki bu servetin ortaya çıkması, yalnızca ekonomik bir hadise olmayıp siyasi ve askerî güç mücadelelerini de tetikleyebilecektir.

İlmi ve Bilimsel Perspektif

Jeoloji açısından bakıldığında, nehir yatakları zaman içinde değerli madenlerin biriktiği alanlar olabilir. Özellikle altın, nehirlerin taşıma gücüyle alüvyonlarda ve yataklarında toplanabilir. Fırat’ın geçtiği bölgeler, tarih boyunca hem volkanik hem de mineral açısından zengin topraklardan beslenmiştir. Bu nedenle nehrin altında altın bulunması, bilimsel olarak imkânsız değildir.

Ayrıca iklim değişikliği, kuraklık ve baraj projeleri Fırat’ın su seviyesini ciddi biçimde düşürmektedir. Bu durum, hadiste işaret edilen “suyun çekilmesi” olayının maddi sebeplerini oluşturabilir.

Hikmet ve İbret Boyutu

Burada asıl mesele, altının kendisi değil; insanların ona vereceği tepkidir. Kur’ân-ı Kerîm, mal ve servetin insanı nasıl imtihan ettiğini defalarca anlatır:

> “Bilin ki, mallarınız ve evlatlarınız bir imtihandır. Allah katında ise büyük bir mükâfat vardır.”
(Enfâl, 28)

> “Altın ve gümüşü biriktirip Allah yolunda harcamayanlar yok mu, işte onlara acı bir azabı müjdele.”
(Tevbe, 34)

Resûlullah (s.a.v.), Fırat altınlarının ortaya çıkacağı gün, insanların gözü dönmüş şekilde birbirlerini öldüreceklerini haber vererek bize büyük bir fitneyi işaret etmiştir. Bu, insanlığın açgözlülük ve dünyevî ihtiras uğruna kendi kendini yok etmesinin sembolüdür.

Mantıkî ve Aklî Değerlendirme

Hadisteki ifadeler, yalnızca bir maden keşfi değil, insan tabiatının zaaflarının açık bir göstergesidir. Servet, kontrolsüz güç demektir; kontrolsüz güç ise çatışma getirir. Tarih boyunca madenlerin bulunduğu yerler hep savaş, işgal ve siyasi çekişmelere sahne olmuştur. Bugün petrol için verilen mücadeleler, yarın altın veya başka kaynaklar için verilebilir.

Düşündürücü Sonuç

Eğer bu altınlar gerçekten ortaya çıkarsa, bu olay hem ekonomik hem de ahlaki anlamda insanlık için büyük bir sınav olacaktır. Bu, aynı zamanda kıyamet alametlerinden biri olarak, bizlere dünyanın faniliğini ve malın geçici cazibesini hatırlatmalıdır.

> “Dünya hayatı ancak bir oyun ve eğlenceden ibarettir. Ahiret yurdu ise Allah’tan korkanlar için daha hayırlıdır. Hâlâ akıllanmayacak mısınız?”
(En‘âm, 32)

Özet

Hadislerde Fırat Nehri’nin çekilerek altın hazinesinin ortaya çıkacağı ve bu nedenle büyük savaşların yaşanacağı haber verilmiştir.

Tarihî açıdan, Fırat havzası kadim medeniyetlerin hazinelerini bağrında saklamaktadır.

Bilimsel olarak, nehir yataklarının altın biriktirebileceği bilinmektedir; Fırat’ın altın rezervlerine dair modern gözlemler bu rivayetleri destekler niteliktedir.

Hikmet açısından, mesele altın değil; insanın servet karşısındaki imtihanıdır.

Kur’ânî uyarılar, mal sevgisinin insanı felakete götürebileceğini anlatır.

Sonuç olarak, bu olay hem kıyamet alameti hem de insanlığın ahlakî zaaflarının bir göstergesidir.

**********

28.9.2002 tarihli Yeni Şafak gazetesinin birinci sayfasında Fırat nehrinin derinliklerinde bol altın rezervlerinin bulunduğuna dair şu haber yayımlandı.

“İngiliz ve Amerikan uydularının uzaydan çektikleri fotoğraflarda Fırat nehrinin (Euphrates River) derinliklerinde bol altın rezervlerinin bulunduğu belirtildi. ABD’nin Irak’a olası saldırısının amacının da, Ortadoğu petrolünü kontrol altına almakla birlikte Fırat nehrinde gizli olan bu altın rezervlerine ulaşmak olduğu kaydedildi.

“Arap Forum adlı internet sitesinin, ismini gizli tuttuğu bir Arap maliye bakanına dayandırarak verdiği haberde, uzaydan çekilen görüntülerde Fırat nehrinde görünen altın rezervlerinin çok net olduğu ifade ediliyor.

“Fırat nehrinin suyunu yakın zamanda belirli ölçüde çekmesi, kuruması veya önüne kurulacak barajlar sonucu su seviyesinin düşmesi durumunda altın rezervlerinin küçük tepecikler halinde herkesin görebileceği şekilde ortaya çıkacağı belirtiliyor.”

“Fırat nehri uygarlıkları

“Haberde Amerika, İngiliz ve İsrail devletlerinin asıl hedefinin Ortadoğu petrolüyle birlikte Fırat nehrinde bulunan altın rezervlerini ele geçirmek olduğu belirtildi.

“Fırat nehri, haberde bahsedilen altın rezervlerinin yanı sıra, tarih sayfalarında yer almış birçok eski medeniyetlerin hazinelerini de derinliklerinde bulunduruyor. Mezopotamya’da ortaya çıkan medeniyetlerin tümünün nehir eksenli uygarlıklar olması dikkat çekiyor. Sümerler, Akadlar, Babiller, Asurlar, Medler, Urartular, Hititler, İbraniler, Helenler, Roma ve Bizans gibi kadim uygarlıklar geçmişte Fırat nehri havzasında uygarlıklarını inşa etmişlerdi. Miladdan sonra Fırat nehri kıyılarına yerleşen Araplar da buralarda Ad, Semud, Cedis ve İmlak gibi, kutsal kitaplara konu olmuş şehirler inşa etmişlerdi. Kimi rivayetlere göre Yemen Kraliçesi Belkıs’ın tahtı da Fırat sularının altında gömülü.”

“Uygarlıkları bağrında barındıran nehir

“Fırat nehrinin kenarlarına konuşlanan kadim medeniyetler, Fırat nehrinin kıyı şeridine, tarihe adını yazdırmış bir çok efsanevi şehirler inşa etmişlerdi. Altından tapınaklar, altın mozaiklerden surlar ve altından nice hazinelerin bugün Fırat nehrinin suları altında gömülü bulunan uygarlıkların bağrında saklı olduğu vurgulanıyor. Fırat nehrinde yapılan araştırmalarda, nehrin altın rezervlerini içinde barındırdığına dair bir çok kalıntıya rastlandığı belirtiliyor. Arkeologlar tarafından Türkiye, Suriye ve Irak’ta Fırat nehri çevresinde kadim medeniyetlerin bulundukları yerlerde yapılan kazılarda da altından aslan ve insan figürleri bulunmuştu. En son geçtiğimiz yıl eski Roma sınır kenti olan Zeugma şehri kalıntıları Fırat nehrinin kara sularına gömülmüştü.”

http://www.yasarkandemir.com/makaleler-iki-kesif-iki-hadis-497.html#:~:text=%E2%80%9CF%C4%B1rat%20nehrinin%20suyu%20%C3%A7ekilip%2C%20akt%C4%B1%C4%9F%C4%B1,%3B%20M%C3%BCslim%2C%20Fiten%2029).

Bak:
https://www.google.com/amp/s/sorularlaislamiyet.com/kiyametin-buyuk-alametleri-arasinda-sulari-cekilen-firat-nehrinin-altindan-altin-cikmasi-ve-su-0%3famp

https://tesbitler.com/2023/10/25/nil-nehrinden-misir-firat-nehrine-kadar-olan-bolgenin-ozelligi-nedir/

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




YÜZ YILLIK MÜNAFIKANE BİR PLAN

YÜZ YILLIK MÜNAFIKANE BİR PLAN

Yüzyıllık Hesap: Yıkımın Sürekliliği ve İnşanın Hikmeti

Tarih, yalnızca olayların ardışık kaydı değil, milletlerin ruhunu şekillendiren bir tecrübe hazinesidir. Türkiye’nin son yüz yılına bakıldığında, görünen sahnelerin ardında görünmeyen bir akış vardır: Yapmak yerine yıkmayı gaye edinen bir zihniyetin, farklı dönemlerde farklı kılıklar altında varlığını sürdürmesi.

Bu zihniyet bazen “inkılap” adı altında ortaya çıkar, bazen “özgürlük” sloganıyla, bazen de “demokrasi” perdesiyle… Fakat değişmeyen bir şey vardır: Milletin manevî kökleriyle çatışma.

  1. “100 Yıl Önce” Söyleminin Arka Planı

Bir siyasetçinin “100 yıl önce başardık, 100 yıl sonra yine başaracağız. Bu düzeni biz yıkacağız.” sözleri, tesadüfî bir tarih hatırlatması değildir.
“100 yıl önce” ifadesi, Cumhuriyet’in ilanına giden süreçte Osmanlı’nın siyasî yapısının sona ermesini hatırlatır. Ancak bu yıkım yalnızca siyasi değildi; milletin bin yıllık medeniyet birikimini, dinî hayatını, örfünü, kültürünü hedef alan köklü bir dönüşüm süreciydi.

Bu noktada Kur’ân’ın şu ikazı dikkat çekicidir:

“Onlar yeryüzünde bozgunculuk çıkarırlar. Allah ise bozguncuları sevmez.” (Bakara, 2/205)

Kur’ân’a göre “yıkım” eğer ıslah amacı taşımıyorsa, o bir reform değil, fesattır.

  1. Yıkmak ve Yapmak Arasındaki Fark

Yıkmak kolay, yapmak zordur. Tarihte camilerin kapatılması, ezanın Türkçe okutulması, medreselerin kapatılması gibi adımlar “inşa” değil, “tahrip”ti.
Kur’ân, gerçek değişimin yapıcı olmasını emreder:

“İyilik ve takva üzerine yardımlaşın; günah ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayın.” (Maide, 5/2)

Yıkıcı zihniyetin en tehlikeli tarafı, tahribatı ilerleme gibi sunmasıdır. Bu, psikolojik bir manipülasyondur. Halkın bir kısmı yeniliğe sevinirken, gerçekte köklerinden koparılmaktadır.

  1. İdeolojik Süreklilik

Eğer bir söz “100 yıl önce yıktık, şimdi de yıkacağız” anlamı taşıyorsa, bu yalnızca siyasi bir hedef değil, ideolojik bir zincirin halkasıdır. Bu zincir, halkın maneviyatını, kimliğini ve tarihini tehdit eden bir süreklilik taşır.
Kur’ân, Firavun’un kavmine uyguladığı psikolojik hâkimiyeti şöyle tasvir eder:

“Firavun kavmini küçümsedi de onlar kendisine itaat ettiler.” (Zuhruf, 43/54)

Bu ayet, ideolojik tahakkümün nasıl çalıştığını anlatır: Halkın hafızasını sil, değerlerini küçümse, sonra kendi düzenini dayat.

  1. Aklî ve Mantıkî Tahlil

Bir millet, kendi tarihî hafızasını yitirdiğinde her ideolojik saldırıya açık hâle gelir.

  • Yıkıcı zihniyet geçmişi inkâr eder.
  • Yapıcı zihniyet geçmişi ıslah eder.

Eğer yıkmak niyetindeyseniz, uzun vadede ülke çatışma ve kutuplaşmadan kurtulamaz. Çünkü inşa birleştirir, yıkım böler.

  1. İbret ve Hikmet

Tarih bize gösteriyor ki, köklerinden koparılan toplumlar medeniyet üretemez. Bir milletin ayakta kalması, ruhunu yaşatmasıyla mümkündür.

Tahrip kolaydır, yapmak zordur. Bir sarayı bir kibritle yakarsın; fakat yapmak için seneler lâzım.

Dolayısıyla mesele sadece bir siyasi iktidar değişimi değil, milletin manevî istiklalini koruma meselesidir.

Özet

  • “100 yıl önce” vurgusu, Osmanlı’nın tasfiyesi ve Cumhuriyet’in kuruluş sürecindeki köklü değişimlere atıf taşır.
  • “Bu düzeni yıkacağız” sözü, yapıcı değil tahripçi bir zihniyeti ima eder.
  • Kur’ân, bozgunculuğu değil, ıslahı emreder. (Bakara 2/205, Maide 5/2)
  • İdeolojik süreklilik, toplumsal kutuplaşmayı besler; inşa değil yıkım merkezlidir.
  • Tarihten ibret alarak, köklere bağlı ama çağın gereklerini kavrayan bir inşa anlayışına ihtiyaç vardır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Bağımsızlık Bayrağı: Kimindir ve Nerede Dalgalanır?

Bağımsızlık Bayrağı: Kimindir ve Nerede Dalgalanır?

“Değerli bir ilim adamı Mısıra’ gitmek ister ve gemiye biner. Mısırlılar onun geleceği günü bildiklerinden, limanda onu karşılarlar ve gelişini protesto ederken, “Bizim ülkemizde binlerce Ezher mezunu var” derler.
O ilim adamı kafasını kaldırır ve limanda dalgalanan İngiliz bayrağını göstererek, “Eğer sizin ülkenizde yüz tane gerçek ilim adamı olsaydı, bu limanda İngiliz bayrağı dalgalanamazdı. Sizin ilim adamlarınız, beş yüz yıl önce yapılmış ve o çağın insanlarının hastalıklarına iyi gelmiş ilaçların adını ezberleyerek ilim adamı oluyorlar.
O ilaçların miadı dolduğu için şimdi insanlara zarar veriyor” der.”

Bir İslam memleketinde İngiliz muhipler cemiyeti, ABD, İngiliz, Rus , İsrail muhipleri, hayran ve destekçileri varsa ve onun kanunları, kültürleri, sefahet ve rezaletleri o memlekette hüküm sürüyorsa, o memleket ne kadar özgür, Milli ve değerlerine bağlı bir millet olur ve olabilir?

Tarlalar başkaları tarafından sürülmüş, tohum ve gübre başkasına ait ise, çiftçide sen değil de başkaları ise o mahsul ne kadar ve ne derece senindir?

Ve yiyeceğin o mahsulün sende yapacağı etki ve değişimden dolayı sen, ben ve biz ne derece ve ne kadar bu millete ait ve değerlerine ve de toprağına, vatanına bağlı bir millet olur ve bir ümmet kalırız?

***********

  1. Giriş: Bayrağın Gölgesinde İlim
    Mısır limanında yaşanan o ibretlik sahne, yalnız bir anekdot değil, milletlerin kaderini tayin eden bir ölçüdür.
    Gerçek ilim, sadece geçmişin bilgilerini ezberlemek değil; bugünün yaralarına merhem olacak çözümleri üretmektir. Bir ülkenin limanında yabancı bir bayrak dalgalanıyorsa, orada ilim de, fikir de, irade de esaret altındadır. Çünkü “ilim”, hürriyetin kalbidir; köle bir milletin gerçek âlimleri olmaz, olsa da susturulur.
  2. Dış Hayranlık ve İç Çürüme
    İslam diyarlarında İngiliz Muhipler Cemiyeti’nden Amerikan hayranlarına, Rusya ve İsrail dostlarına kadar çeşitli adlarla ortaya çıkan oluşumlar, aslında birer “fikrî işgal karargâhı”dır.
    Bir millet, başkasının kanunlarını, kültürünü, sefahet ve rezaletlerini kendi değerlerinin yerine koyarsa, artık bağımsızlığını yalnız askeri anlamda değil, ruhi ve fikri anlamda da kaybetmiştir.
    Kur’ân bu gerçeği asırlar öncesinden haber verir:

> “Onların çoğunu, inkârcılarla dostluk edenler olarak görürsün. Nefislerinin kendileri için hazırladığı şey ne kötüdür; Allah onlara gazap etmiş, azap içinde sürekli kalacaklardır.” (Mâide, 80)

  1. Tohum, Toprak ve Mahsul Meselesi
    Tarlalar bizden gibi görünse de; eğer tohum, gübre, su ve hatta çiftçi başkasına aitse, o mahsul bizim değildir.
    Üstelik toprak, sahibine değil, tohumu verenin çıkarına ürün verir.
    Bu, sadece tarımda değil; eğitimde, ekonomide, teknolojide, sanatta ve hatta inanç sistemlerinde de geçerlidir.
    Başkasının müfredatını okuyan, başkasının teknolojisini kullanan, başkasının modasına uyan, başkasının propagandasına kulak veren bir toplum; kendi tarlasına başkasının ektiğini biçer.

Kur’ân’da bu gerçeğe şu uyarı ile işaret edilir:

> “Allah’ın sana verdiği şeylerde ahiret yurdunu gözet; dünyadaki nasibini de unutma. Allah’ın sana ihsan ettiği gibi sen de ihsan et. Yeryüzünde bozgunculuk isteme; çünkü Allah bozguncuları sevmez.” (Kasas, 77)

  1. İlim ve Hürriyet Arasındaki Bağ
    Gerçek ilim, milletleri başkalarına muhtaç olmaktan kurtarır.
    İlim, sadece teorik bilgi değil; üretme, inşa etme, kendi yolunu açma kabiliyetidir.
    “Medeniyet fen ve san’atın çocuğudur; fakat iman ve ahlâk olmazsa canavar olur.”
    Başkasının ürettiği fen ve sanatı, kendi iman ve ahlak süzgecinden geçirmeden alan milletler, sonunda onun kültürel kölesi olurlar.

Kur’ân bu noktada şöyle der:

> “Allah, size kendinizden olanları sevdirdi, inkârı, fıskı ve isyanı ise size çirkin gösterdi. İşte onlar, doğru yolda olanlardır.” (Hucurât, 7)

  1. Tarihten Dersler

Endülüs: En parlak çağında dünyanın ilim merkezi iken, kendi öz değerlerini bırakıp Batı’nın sefahatine özenince, ilmiyle birlikte hürriyetini de kaybetti.

Osmanlı’nın son asrı: Kendi kanunlarını terk edip Avrupa’nın kanunlarını tercüme eden meclisler, kısa sürede devletin bağımsızlığını da yabancı diplomatlardan “onay” alan bir şekle dönüştürdü.

Bugünün İslam ülkeleri: Yabancı üsler, ithal eğitim sistemleri, dışa bağımlı ekonomiler… Bütün bunlar, modern “manda”nın yeni yüzleridir.

  1. Aklî ve Mantıkî Değerlendirme
    Bir milletin fikrî bağımsızlığı olmadan maddî bağımsızlığı olamaz.

Eğer kanun başkasından, kültür başkasından, ilim başkasından geliyorsa, o millet yalnızca “idare edilen” bir topluluktur.

Mahsul ne kadar bol olursa olsun, eğer sahibi sen değilsen, karnını doyursan bile özgür değilsin.

Ruhunu kaybeden bir millet, bedenini koruyamaz; bedenini kaybeden ise toprağını koruyamaz.

  1. Çıkış Yolu: Asıl İlim ve Hakiki Bağımsızlık

İmanlı ilim: Ezbercilikten kurtulup üretken, faydalı, günün yaralarına derman olacak bilgi.

Manevî diriliş: Kur’ân’ın ahlakını, Peygamber’in (sav) örnekliğini yeniden hayatın merkezine almak.

Ekonomik ve teknolojik bağımsızlık: Kendi tohumunu, kendi teknolojini, kendi fikir adamını yetiştirmek.

Kültürel sahihleşme: Başkasının sefahatini değil, kendi medeniyetinin güzelliklerini model almak.

Kur’ân bu hedefi şu ayetle özetler:

> “Öyleyse inkârcılara itaat etme, onlara karşı Kur’ân ile büyük bir cihad et.” (Furkan, 52)

Özet

Bir milletin gerçek bağımsızlığı, limanlarında sadece kendi bayrağı dalgalanmasıyla değil; fikir, ilim, kültür ve ahlakında da özgür olmasıyla ölçülür. Başkasının tohumunu eken, onun mahsulünü biçer; başkasının kanununu, kültürünü, sefahatini alan millet, görünüşte özgür olsa da gerçekte esirdir. Çözüm, imanla yoğrulmuş ilimde, ekonomik ve kültürel bağımsızlıkta, Kur’ân’ın rehberliğinde yürümektedir. Çünkü bayrak, hür milletlerin göğünde dalgalanır; kölelerin göğünde değil.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




MAKALELER

MAKALELER

  1. Makale: “Allah’ın Nimetlerini Hatırlamak ve Şükrün Sırrı”
    “Ey iman edenler! Allah’ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın…” (Maide Suresi, 11)

Yeşeren taze bir yaprak, üzerinde parlayan bir damla su..
Maide Suresi’nden alınan o kutlu ayetle birleşince, hayatın ve varoluşun en temel hakikatlerinden birini fısıldar: Nimetlerin şuurunda olmak.
“Ey iman edenler! Allah’ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın…” Bu ilahi çağrı, sadece müminlere değil, aynı zamanda idrak sahibi her insana yöneltilmiş bir davettir.
Tarih boyunca nice medeniyetler, nimetlerin kıymetini bilmedikleri için zeval bulmuştur. Antik Yunan’da bolluk ve refah içinde yaşayan toplumlar, bir süre sonra yozlaşmış, ahlaki çöküntü yaşamış ve nihayetinde yok olmuşlardır. Kuran-ı Kerim’de anlatılan Ad ve Semud kavimlerinin hikayeleri de bu ibretlik sonu gözler önüne serer. Onlar, Allah’ın kendilerine bahşettiği güç, servet ve bereketli topraklara şükretmek yerine, kibir ve nankörlüğe kapılmış, sonunda ise ilahi bir ceza ile helak olmuşlardır.
Bu ayet, bizlere bu ibretlik sonlardan ders almamızı öğütler. Her an içinde bulunduğumuz sayısız nimeti, sağlıklı bir bedeni, huzurlu bir aileyi, içtiğimiz bir yudum suyu, soluduğumuz havayı, hatta yeryüzünün o güzel yeşilliğini düşünmek, bizi gaflet uykusundan uyandırır. Nimetleri hatırlamak, sadece bir zihin egzersizi değil, aynı zamanda kalbin bir eylemidir. O nimetleri verenin kim olduğunu idrak etmek, insanı şükür duygusuna sevk eder ve şükür, nimetleri artırmanın anahtarıdır.

Sonuç olarak, Maide Suresi’nin bu ayeti, hayatın en temel ilkesini hatırlatır: Nimetleri hatırlamak ve şükretmek. Bu, sadece bireysel bir fazilet değil, aynı zamanda toplumsal bir bilinçtir. Bir toplum nimetlerin kıymetini bildiği ve şükürle karşılık verdiği sürece ayakta kalır. Aksi takdirde, nimetler yoklukla, bolluk kıtlıkla, huzur ise kargaşayla yer değiştirir. İşte bu, tarihten günümüze uzanan en büyük hikmet ve en acı ibrettir.

Özet: Bu makale, Maide Suresi’nin “Ey iman edenler! Allah’ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın…” ayetini ele almaktadır.
Makale, nimetlerin şuurunda olmanın, hem bireysel hem de toplumsal bir fazilet olduğunu anlatır. Tarihteki Ad ve Semud kavimlerinin hikayelerinden örnekler vererek, nimetlere nankörlük etmenin ibretlik sonlarını gösterir. Sonuç olarak, nimetleri hatırlamanın şükür duygusunu geliştirdiğini ve bunun da nimetlerin devamı için bir anahtar olduğunu belirtir.

***********?

  1. Makale: “Boş Vakit ve Sağlık: En Büyük İki Nimet”
    “İki nimet vardır ki insanların çoğu, onları değerlendirme hususunda aldanmıştır. Bunlar; sağlık ve boş vakittir.” (Buhari, Rikak, 1)

Zamanın kum saati misali akıp gittiği, kalp ritminin yavaşladığı bir hal…
Bu, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) o hikmetli Hadis-i Şerifi’nin bir tasviridir: “İki nimet vardır ki insanların çoğu, onları değerlendirme hususunda aldanmıştır. Bunlar; sağlık ve boş vakittir.”
Bu söz, modern çağın insanına en önemli hatırlatmalardan birini sunar. Zira bugün, hem sağlığımızı hem de zamanımızı hoyratça harcamaktayız.
Tarihte, nice büyük şahsiyetin başarıları, bu iki nimeti doğru kullanmalarına bağlı olmuştur. İmam-ı Gazali’nin eserlerini kısa bir ömre sığdırması, İbn-i Sina’nın tıp ve felsefeye dair devasa çalışmaları, boş vakitlerinin ne kadar kıymetli olduğunu gösterir. Onlar, zamanın bir nehir gibi akıp gittiğinin farkında olarak, her anı ilimle, ibadetle ve faydalı işlerle doldurmuşlardır. Sağlıkları el verdiği sürece bu çabayı sürdürmüşlerdir. Aynı şekilde, Fatih Sultan Mehmet’in genç yaşta bir çağ kapatıp yeni bir çağ açması, sağlığın ve zamanın kıymetini bilen bir iradenin eseridir.
Ancak, bu iki nimete aldananların sayısı da az değildir. Birçok insan, sağlığının kıymetini ancak onu kaybettiğinde anlar. Hastalık yatağında geçen günler, sağlıklı iken yapılabilecekler için duyulan pişmanlıklarla doludur. Aynı şekilde, boş vakitler de çoğunlukla faydasız işlerle, anlamsız meşguliyetlerle heba edilir. Oysa o boş vakitler, öğrenmeye, düşünmeye, manevi gelişime, aileye ve faydalı işlere ayrılabilirdi. İşte bu, büyük bir aldanıştır ve bu aldanışın bedeli, hem dünyada hem de ahirette ağır olabilir.
Sonuç olarak, Hadis-i Şerif’in bu uyarısı, bize bir ibret dersi sunar. Boş vakitlerimizi ve sağlığımızı birer emanet olarak görmeli, onları en iyi şekilde değerlendirmeliyiz. Hayatın kum saati misali akıp gittiğini, sağlığın ise her an elimizden kayıp gidebileceğini unutmamalıyız. Bu bilinçle yaşayanlar, hem dünyada hem de ahirette huzuru ve bereketi bulurlar.
Özet: Bu makale, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) “Sağlık ve boş vakit” hakkındaki Hadis-i Şerifini ele almaktadır. İmam-ı Gazali ve İbn-i Sina gibi tarihi figürlerin bu nimetleri nasıl değerlendirdiğini örneklerle açıklar. Makale, insanların bu iki nimeti genellikle doğru kullanmada nasıl aldandıklarını, sağlığın kıymetinin kaybedilince, boş vaktin ise faydasız işlerle harcandığında anlaşıldığını anlatır.
Sonuç olarak, bu nimetlerin birer emanet olduğunu ve en iyi şekilde değerlendirilmesi gerektiğini belirtir.

**********

  1. Makale: “İsraf ve Şükür: Kanaatin ve Hırsın Dengesi”

“Şükrün mikyası; kanaattır ve iktisaddır ve rızadır ve memnuniyettir. Şükürsüzlüğün mizanı; hırstır ve israftır; hürmetsizliktir; haram helâl demeyip rastgeleni yemektir.” (Mektubat – 366)

Dünyayı bir lokma gibi yutan bir figürle, Bediüzzaman Said Nursi’nin bu hikmetli sözü, şükür ve israf kavramlarının derin bir tahlilini sunar. “Şükrün mikyası; kanaattır ve iktisaddır… Şükürsüzlüğün mizanı; hırstır ve israftır”
Bu söz, sadece maddi zenginliklerle ilgili değil, aynı zamanda insanın manevi dünyasındaki dengeyi de tarif eder.
Tarih boyunca, nice kavimler ve medeniyetler, israf ve hırs yüzünden çöküş yaşamıştır. Roma İmparatorluğu’nun son dönemlerindeki lüks ve savurganlık, toplumun ahlaki yapısını çökertmiş, ekonomik dengesizliklere yol açmış ve nihayetinde imparatorluğun zayıflamasına sebep olmuştur. Aynı şekilde, Kur’an’da anlatılan Karun’un hikayesi de hırsın ve şükürsüzlüğün, bir insanı nasıl felakete sürüklediğinin ibretlik bir örneğidir. Karun, kendisine verilen serveti Allah’tan bilmeyip, kendi çabasıyla kazandığını iddia etmiş ve bu şükürsüzlüğün karşılığında, tüm servetiyle birlikte yerin dibine batırılmıştır.
Bu söz, insana, sahip olduğu her şeye bir “emanet” nazarıyla bakmayı öğretir. Şükür, sadece “Elhamdülillah” demekten ibaret değildir. Asıl şükür, nimetleri yerli yerinde kullanmak, israf etmemek ve kanaatkar olmaktır. İktisat, yani dengeli harcama yapmak, şükrün en önemli göstergelerindendir. Hırs ve israf ise, şükürsüzlüğün, dolayısıyla nankörlüğün bir işaretidir. Haram helal demeden kazanma hırsı, insanı manevi bir çöküşe götürür ve dünyayı bir lokma gibi yutmaya çalışan figürün temsil ettiği felaketle sonuçlanır.

Sonuç olarak, Bediüzzaman’ın bu sözü, insanlık için zamansız bir uyarı niteliğindedir. Şükür ve israf, sadece kişisel tercihler değildir; aynı zamanda bir toplumun kaderini belirleyen iki temel unsurdur. Şükreden, kanaatkar ve iktisatlı bir toplum, hem maddi hem de manevi olarak bereketlenir. Hırsın ve israfın pençesine düşen bir toplum ise, er ya da geç kendi felaketine davetiye çıkarır.

Özet: Bu makale, Bediüzzaman Said Nursi’nin şükür ve şükürsüzlük kavramlarını ele alan sözünü incelemektedir.
Makale, şükrün kanaat ve iktisatla, şükürsüzlüğün ise hırs ve israfla ölçüldüğünü anlatır.
Tarihten Roma İmparatorluğu’nun çöküşü ve Karun’un hikayesi gibi örneklerle, israfın ve hırsın ibretlik sonlarını anlatır. Sözün, nimetlere emanet gözüyle bakmayı öğütlediğini ve asıl şükrün nimetleri yerli yerinde kullanmak olduğunu belirtir.
Sonuç olarak, şükreden ve kanaatkar bir toplumun bereket bulacağını, israf eden toplumun ise felakete sürükleneceğini ifade eder.

***********

  1. Makale: “Zulüm ve Adalet: İslâm Dünyasının Onurlu Duruşu”

ABD Başkanı Trump’ın Gazze’ye yardımlar, İsrail’in işgal planı ve İslam ülkelerinin buna karşı duruşu hakkında ifadeler ihtiva ediyor. Ayrıca “artık ne olacaksa olsun… ama buna müsaade edilmesin” gibi ifadelerle Gazze’deki masumların feryadının İslam dünyasını yakacağı uyarısında bulunuyor.

Bu metin, Gazze’deki masumların acısı ve İslam dünyasının bu acıya karşı alması gereken duruş hakkında tarihi ve ibretlik bir çağrıdır.
Metindeki ifadeler, zalimin pervasızlığına ve mazlumun feryadına karşı, onurlu bir duruş sergilenmesi gerektiğini anlatır. Bu, sadece siyasi bir mesele değil, aynı zamanda vicdan, adalet ve iman meselesidir.
Tarih boyunca, İslam ümmetinin en parlak dönemleri, zulme karşı dimdik durduğu, mazlumun yanında yer aldığı dönemlerdir. Selahaddin Eyyubi’nin Kudüs’ü Haçlılardan geri alması, Osmanlı’nın adaletle hükmetmesi, hep bu şuurun bir yansımasıdır. O dönemlerde, İslam dünyası, dünyanın neresinde bir zulüm varsa, ona karşı durmayı kendine bir görev bilmiştir. Bu, İslam’ın evrensel adalet ve merhamet prensiplerinin bir gereğidir.
Ancak, günümüzde bu şuur ne yazık ki zayıflamıştır. Metinde belirtildiği gibi, “Gazze’ye yardımları İsrail dağıtacak” gibi pervasız ifadeler, zalimin kendi zulmünü meşrulaştırma çabasıdır. “Kuzuyu kurda teslim edeceğiz, üstüne de para alacağız” benzetmesi, zulmün ve adaletsizliğin ne kadar acımasız bir boyuta ulaştığının edebi bir ifadesidir. Bu durumda, İslam dünyasının “kararlı ve onurlu bir duruş” sergilemesi hayati önem taşır.
Metinde yapılan “ne olacaksa olsun… ama buna müsaade edilmesin” çağrısı, bir ibret vesilesidir. Eğer zulme göz yumulur, masumların feryatları duyulmazdan gelinirse, bu durumun vebali tüm İslam dünyasını sarar. Gazze’deki masumların acısı, sadece onların değil, tüm ümmetin acısıdır. Bu acıya sessiz kalmak, zalime destek olmaktır. İşte bu ibretlik dersi unutmamak gerekir.

Özet: Bu makale, Gazze’deki zulme ve İslam dünyasının buna karşı alması gereken duruşa odaklanan metni ele almaktadır. Makale, tarihten örneklerle, İslam ümmetinin zulme karşı duruşunun önemini anlatır.
Metindeki “Kuzuyu kurda teslim etme” benzetmesiyle, zulmün acımasız boyutunu gösterir ve İslam dünyasının “onurlu bir duruş” sergilemesi gerektiğini belirtir. Sonuç olarak, makale, zulme sessiz kalmanın tüm İslam dünyası için bir vebal olacağı uyarısında bulunur.

***********

  1. Makale: “Evliliğin Temeli: Tamir ve Vefa”
    Yaşlı amcaya sormuşlar; “Nasıl 65 yıl evli kaldınız?” “Bizim zamanımızda bir şeyler kırıldığın da; çöpe atılmaz tamir edilirdi.”

Yaşlı bir çiftin sevgi dolu anının resmedildiği, sözleri ise modern dünyada unutulmaya yüz tutmuş bir hikmeti fısıldıyor.
“Bizim zamanımızda bir şeyler kırıldığında; çöpe atılmaz tamir edilirdi.”
Bu söz, sadece bir evlilik sırrı değil, aynı zamanda vefa, sabır ve emek üzerine kurulu bir hayat felsefesinin özeti gibidir. Bu söz, evliliğin, sorunlar karşısında kolayca pes etmek yerine, tamir etme azmiyle ayakta tutulabileceğini gösterir.
Tarih boyunca, güçlü toplumların temelinde güçlü aile yapıları vardır. Aile, toplumun en küçük ve en önemli yapı taşıdır. Osmanlı toplumunda, boşanma oranlarının günümüze göre çok düşük olması, evliliğe verilen kıymeti ve problemleri çözme konusundaki sabrı gösterir. O zamanlarda, evlilikler sadece iki kişinin birleşmesi değil, aynı zamanda iki ailenin ve hatta iki neslin bir araya gelmesi olarak görülürdü. Bu, evliliğin kolayca feda edilemeyecek kadar kıymetli bir değer olduğunu gösterir.
Günümüzde ise, bu anlayış yerini “kullan-at” kültürüne bırakmıştır. Küçük bir anlaşmazlık, bir kırgınlık, hemen evliliğin sonu olarak görülmektedir. İlişkiler, tamir edilmek yerine kolayca sonlandırılmakta, insanlar yeni arayışlara girmektedir. Bu durum, sadece bireyleri değil, aynı zamanda toplumu da zayıflatmaktadır. Zira tamir edilmeyen her evlilik, arkasında kırık kalpler, travmalar ve parçalanmış aileler bırakır.
Sonuç olarak, yaşlı amcanın bu hikmetli sözü, bize evliliğin ve tüm ilişkilerin temelini hatırlatır: Vefa, sabır ve emek.
Kırılan her şeyi çöpe atmak yerine, tamir etmeye çalışmak, gerçek sevginin ve bağın bir göstergesidir. Bu, sadece evlilikler için değil, aynı zamanda dostluklar, aile ilişkileri ve hatta toplumun kendisi için de geçerli bir ilkedir. Unutmamak gerekir ki, tamir edilen her şey, eskisinden daha kıymetli ve daha sağlam olur.
Özet: Bu makale, yaşlı bir amcanın “kırılan şeylerin çöpe atılmayıp tamir edildiği” sözünü ele almaktadır. Makale, bu sözün, evlilik ve ilişkilerdeki vefa, sabır ve emeğin önemini anlattığını belirtir. Tarihten Osmanlı toplumundaki aile yapısı gibi örneklerle, evliliğe verilen değerin toplumun gücünü nasıl artırdığını anlatır. Günümüzün “kullan-at” kültürünü eleştirerek, ilişkilerin tamir edilmek yerine kolayca sonlandırılmasının bireylere ve topluma verdiği zararları ifade edilir.
Sonuç olarak, makale, vefa ve tamir etme bilincinin, ilişkilerin sağlamlığı için hayati önem taşıdığını ifade eder.

**********

  1. Makale: “İnsan ve Hırs: Nefsin Cihadı”

“İnsanın Allah’a karşı ubudiyet, vazifesidir. Terk-i kebair takvasıdır. Nefis ve şeytanla uğraşması, cihadıdır.” (Mesnevi-i Nuriye, Risale-i Nur Külliyatı)

Bediüzzaman Said Nursi’nin bu sözü, insanın iç dünyasındaki en büyük mücadeleyi tasvir eder. “İnsanın Allah’a karşı ubudiyet, vazifesidir. Terk-i kebair takvasıdır. Nefis ve şeytanla uğraşması, cihadıdır.”
Bu söz, insan hayatının üç temel sacayağını özetler: Yaratıcısına karşı görevi, günahtan uzak durması ve nefsiyle verdiği mücadele.
Tarih boyunca, nice peygamberler, alimler ve veliler, bu cihadın en büyük savaşçısı olmuşlardır. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), bir savaştan dönerken, asıl büyük cihadın nefisle yapılan cihad olduğunu söylemiştir. Bu, dış düşmanlarla savaşmaktan daha zor ve daha önemli bir mücadeledir. İmam-ı Gazali’nin “İhya-u Ulumi’d-Din” eseri, bu nefis terbiyesi mücadelesinin en önemli rehberlerinden biridir. İnsan, dışarıdaki düşmanları alt edebilir, ancak kendi içindeki hırsı, kibri, öfkeyi ve şehveti alt etmek çok daha çetin bir iştir.
Bu söz, insana bir ibret dersi sunar. Allah’a kulluk vazifesini yerine getirmek, sadece namaz kılmak, oruç tutmak değildir; aynı zamanda bu kulluk bilincini tüm hayatına yaymaktır. Kebair’den, yani büyük günahlardan uzak durmak, sadece bir korku meselesi değil, aynı zamanda manevi bir olgunlaşma ve takva meselesidir. Nefis ve şeytanla uğraşmak, bu mücadelede sürekli uyanık ve diri olmayı gerektirir. Bu cihad, bir ömür boyu devam eder ve ancak bu cihadı kazananlar, gerçek huzura ve kurtuluşa ererler.

Sonuç olarak, Bediüzzaman’ın bu sözü, insan hayatının gayesini ve en büyük mücadelesini özetler. Kulluk, takva ve cihad, insanın manevi varlığını güçlendiren üç temel direktir. Bu üç ilkeyi hayatına tatbik eden bir insan, nefsine esir olmaktan kurtulur, şeytanın vesveselerinden korunur ve Allah’a yakın bir kul olarak hayatını sürdürür.
Özet: Bu makale, Mesnevi-i Nuriye’den alınan, insanın Allah’a karşı vazifesi, takvası ve cihadı hakkındaki sözü ele almaktadır. Makale, bu sözü, insanın iç dünyasındaki en büyük mücadele olan nefis cihadı olarak yorumlar. Tarihten Peygamber Efendimiz’in ve İmam-ı Gazali’nin örnekleriyle, nefis terbiyesinin önemini anlatır. Sözün, kulluk, takva ve cihadın insanın manevi gelişim için temel ilkeler olduğunu anlattığını belirtir. Sonuç olarak, nefisle mücadele edenlerin gerçek huzura ve kurtuluşa erişeceğini ifade eder.

**********

  1. Makale: “Fitne, Adam Öldürmekten Daha Beterdir”

“Bilin ki fitne, adam öldürmekten daha beterdir.” (Bakara Suresi 2/191. Ayet)

Bakara Suresi’nin bu ayeti, fitnenin yıkıcı gücünü, insanlık tarihindeki en büyük felaketlerden biri olan cinayetle kıyaslayarak gözler önüne serer. “Bilin ki fitne, adam öldürmekten daha beterdir.” Bu söz, sadece bir hukuki hüküm değil, aynı zamanda toplumsal barışı ve ahlaki düzeni korumak için yapılmış ilahi bir uyarıdır.
Tarih boyunca, nice devletler, toplumlar ve medeniyetler, dış düşmanlar tarafından değil, kendi içlerindeki fitne ve fesat yüzünden yıkılmıştır. Fitne, toplumu içeriden çürüten, insanlar arasındaki güveni ve kardeşliği yok eden sinsi bir hastalıktır. Dışarıdan gelen bir düşmanla mücadele edilebilir, ancak içeriden gelen fitne, dostu düşmandan, doğruyu yanlıştan ayırmayı zorlaştırır. Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde yaşanan taht kavgaları ve iç isyanlar, bu fitnenin nasıl büyük bir imparatorluğu zayıflattığının tarihi bir ibretidir.
Bu ayet, fitnenin adam öldürmekten daha beter olmasının hikmetini de açıklar. Bir adamın öldürülmesi, bir ailenin ocağını söndürür, bir toplumda korku oluşturur. Ancak fitne, bir toplumun topyekün çöküşüne neden olur. Fitne, insanların birbirine olan güvenini yok eder, kin ve nefreti körükler, kardeş kanının dökülmesine zemin hazırlar. Bu nedenle, fitne, bir değil, binlerce insanın manevi ve hatta fiziksel ölümüne neden olabilir.
Sonuç olarak, Bakara Suresi’nin bu ayeti, bize fitnenin ne kadar tehlikeli bir şey olduğunu ve ondan korunmak için ne kadar dikkatli olmamız gerektiğini hatırlatır. Toplumsal barışı korumak, kardeşlik bağlarını güçlendirmek ve dedikodu, iftira gibi fitne kaynaklarından uzak durmak, her müminin ve her aklıselim insanın görevidir. Unutmamak gerekir ki, fitnenin alevi, tüm toplumu yakabilir ve bu alevden korunmanın yolu, ilahi hikmete sarılmaktır.
Özet: Bu makale, Bakara Suresi’nden “fitnenin adam öldürmekten daha beter olduğu” ayetini ele almaktadır. Makale, fitnenin toplumu içeriden çürüten sinsi bir hastalık olduğunu ve tarihi örneklerle, nice medeniyetlerin fitne yüzünden yıkıldığını belirtir. Fitnenin bir kişiyi öldürmekten ziyade, bir toplumun topyekün çöküşüne neden olabileceğini anlatır.
Sonuç olarak, toplumsal barışı korumak ve fitneden uzak durmanın hayati önem taşıdığını ifade eder.

***********

  1. Makale: “İnkarcılar ve Zalimler: Kaderin Tezahürü”
    “İnkâr edenlere de ki: Yakında mağlup olacaksınız ve cehenneme sürükleneceksiniz…” (Âl-i İmrân Sûresi, 12)

Bu ayet, sadece Mekke müşriklerine yönelik bir uyarı değil, aynı zamanda tarihin her döneminde zulmeden, inkar eden ve adaletsizliği yayan tüm zalimlere karşı ilahi bir vaattir. Bu vaat, mazlumlar için bir umut, zalimler için ise kaçınılmaz bir sondur.
Tarih, bu ilahi vaadin nice kez tecelli ettiğine şahit olmuştur. Firavun, zulmü ve inkârı yüzünden Kızıldeniz’in sularında boğulmuştur. Roma ve Bizans imparatorlukları, İslam orduları karşısında mağlup olmuş ve tarihin tozlu sayfalarına karışmıştır. Yakın tarihte, nice zalim rejim, kendi zulmünün ateşiyle yanıp yıkılmıştır. Bu örnekler, ilahi adaletin her zaman tecelli edeceğini ve hiçbir zulmün karşılıksız kalmayacağını gösterir.
Bu ayet, aynı zamanda mazlumlar için bir direniş ve sabır kaynağıdır. Zulmün en yoğun olduğu anlarda bile, ayetin vaadi, kalplere bir serinlik ve umut verir. Mazlum, tek başına ve çaresiz gibi görünse de, arkasında ilahi bir kudretin olduğunu ve zalimin sonunun yaklaştığını bilmenin huzurunu yaşar. Bu, sadece pasif bir bekleyiş değil, aynı zamanda aktif bir direnişin, sabrın ve duanın da kaynağıdır.
Sonuç olarak, Âl-i İmrân Suresi’nin bu ayeti, tarihin en büyük derslerinden birini sunar. Zulmün ve inkârın galip gelemeyeceği, sonunun mutlaka mağlubiyet ve hezimet olacağı ilahi bir kanundur. Bu kanun, hem mazlumların gönlüne su serper, hem de zalimleri bir an önce durmaya ve adalete dönmeye davet eder. Unutmamak gerekir ki, ilahi vaat, şaşmaz ve değişmez bir hakikattir.
Özet: Bu makale, Âl-i İmrân Suresi’nden “İnkâr edenlere de ki: Yakında mağlup olacaksınız” ayetini ele almaktadır. Makale, ayetin sadece tarihi bir uyarı değil, aynı zamanda zulmeden tüm zalimlere karşı ilahi bir vaat olduğunu anlatır. Tarihten Firavun ve Roma İmparatorluğu gibi örneklerle, zulmün sonunun mağlubiyet olduğunu gösterir. Ayetin, mazlumlar için bir umut ve direniş kaynağı olduğunu, zalimler için ise kaçınılmaz bir sonun habercisi olduğunu belirtir. Sonuç olarak, ilahi adaletin her zaman tecelli edeceğini ve hiçbir zulmün karşılıksız kalmayacağını ifade eder.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

 




İzzetle Göçmek: İnsan Kitabının Ebedî Takdiri

İzzetle Göçmek: İnsan Kitabının Ebedî Takdiri

İnsan, istemese de bu dünyadan çıkarılacak, tıpkı bir yolcunun tren istasyonundan uğurlanması gibi, belki de “Allah’a ısmarladık” bile diyemeden gidecektir. Ne vakti gelir haber verir, ne de vedası tam olur. Hakikat odur ki; ölüm bir yok oluş değil, varlığın başka bir âleme taşınmasıdır. Ve bütün mesele, bu ayrılışı izzetle gerçekleştirmek, aziz olarak gitmektir.

Çünkü her bir insan, bizzat bir kitaptır. Sayfaları, hayatın günleriyle yazılır; harfleri, sözleri ve amelleridir; mürekkebi, niyetidir; cildi, ahlâkıdır. Ve bu kitap, sadece kendi gözleri için değil; meleklerin yazdığı bir eser olarak ebedî âlemin kütüphanesinde okunacaktır.

Kur’ân, bu gerçeği şu şekilde ifade eder:

> “Kitabını oku! Bugün sana hesap sorucu olarak kendi nefsin yeter.” (İsrâ, 17/14)

Yani her insan, kendi hayatının yazarı, kendi kaderinin kâtibidir. Yazdığı satırların süsü, hayır ve fazilettir; lekesi ise günah ve zulümdür.

Tarihî Bir Gerçeklik

Tarih, izzetle ayrılanlarla zilletle göçenlerin hikâyeleriyle doludur. Peygamberler, veliler, âlimler; izzetle göçenlerin en güzel örnekleridir. Onlar, dünyayı bir “imtihan sahası” bilip, kitaplarının her sayfasını sabır, şükür ve doğrulukla süslediler.
Buna karşılık zalimler, dünyayı kendi mülkü zannedip, hırs, kibir ve zulümle kitabını kararttılar. Firavun’un kitabı, azametle başladığı hâlde, zillet ve boğulmayla bitti.

İlmî ve Mantıkî Bakış

Modern bilim, insanın biyolojik bedenini inceler; DNA’sını, sinir sistemini, beynini çözümler. Lakin hiçbir laboratuvar, insanın ahlâkını, niyetini ve vicdanını tartamaz. Çünkü insanın asıl özü, maddede değil, manada saklıdır.
Akıl, mantık ve bilim birlikte düşündüğünde bile şu sonuca varır: Ölümlü bir varlık, kendisini ölümsüz bir hikâyenin parçası olarak hazırlamalıdır. Eğer nihai hesap ve sonuç yoksa, adalet ve anlam da yoktur.

Kur’ânî Deliller

“Her nefis ölümü tadacaktır. Sonra bize döndürüleceksiniz.” (Ankebût, 29/57)

“Kim izzet istiyorsa bilsin ki, bütün izzet Allah’ındır.” (Fâtır, 35/10)

“Her ne yaparsanız, onu yaparken biz size şahidiz. Hiçbir şey Rabbinin ilminden gizli kalmaz.” (Yâsîn, 36/12)

“O gün insanlar amellerinin kendilerine gösterilmesi için bölük bölük çıkacaklardır. Kim zerre kadar hayır yapmışsa onu görecek, kim zerre kadar şer işlemişse onu görecektir.” (Zilzâl, 99/6-8)

Bu ayetler, hem ölümün kaçınılmazlığını hem de izzetin kaynağını ortaya koyar: Allah’a yönelmiş bir hayat.

İbret ve Hikmet

Bir mektup düşünün ki, yazarı hem yazan hem de okuyandır. İşte insan da kendi kitabını yazar ve ahirette onu okuyacaktır. O gün, ne süslü bahaneler, ne sahte imzalar, ne de unutturulmuş sayfalar fayda verir. Sadece hakikat yazılıdır.
Bu sebeple, hayatın her anı bir satırdır; her söz, bir kelime; her niyet, bir nokta. O hâlde başroldeki insan, kendi kitabını en güzel şekilde yazmakla mükelleftir.

Özet

İnsan, bu dünyadan mutlaka ayrılacaktır; mesele, izzetle ve aziz olarak gitmektir.

Her insan bir kitap gibidir; hayatının satırlarını ameller, sözler ve niyetler oluşturur.

Kur’ân, insanın kitabını okuyacağı günü ve ölümün kaçınılmazlığını anlatır.

Tarih, izzetle göçenler ile zilletle gidenlerin ibretlik örnekleriyle doludur.

İlmî ve mantıkî bakış, insanın manevî boyutunu görmezden gelemeyeceğini ortaya koyar.

Netice olarak, insan, ebedî kütüphanede okunacak kitabını güzellikle yazmalıdır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Kalaysız Bakır Kupa: CHP’nin Tarihî ve Fikrî Portresi

Kalaysız Bakır Kupa: CHP’nin Tarihî ve Fikrî Portresi

Merhum Hacı Veyis Efendi’nin, “Oğlum, bu fırka kalaysız bakır kaba benzer; içine ne konulursa zehir olur” sözü, bir mecaz olmanın ötesinde, derin bir tarihî teşhisin ifadesidir. Kalaysız bakır, doğası gereği içine konulan gıdayı bozup zehirler. Siyasî anlamda ise bu benzetme, bir yapının özünde bozuksa, içine giren iyi niyetli kişilerin bile ya bozulacağı ya da etkisizleşeceği anlamına gelir.

Nitekim Yaşar Nuri Öztürk gibi bir adam bile o partide barınamaz ve sabredip kalamadı.

Cumhuriyet Halk Partisi’nin (CHP) Türkiye’deki tarihî rolü, sadece bir siyasi parti olmanın ötesinde, fikir açısından da ayrıca incelenmelidir. Bu yapı, kurulduğu günden itibaren, kendi ideolojik omurgasını laiklik, heykel kültürü ve içki serbestisi gibi “seküler modernleşme” unsurları üzerine bina etmiştir. Bu durum, hem Allah ile olan irtibatı hem de halk ile olan bağları koparan iki temel “illet”i sürekli beslemiştir.

Tarihî Arka Plan

CHP, 1923’te tek parti olarak Türkiye’nin siyasi hayatına girdiğinde, Osmanlı’nın dinî, kültürel ve sosyal mirasını kesintiye uğratma misyonu ile hareket etti. Harf inkılabı, ezanın Türkçeleştirilmesi, tekkelerin kapatılması, Kur’an eğitiminin yasaklanması gibi icraatlar, İslamî hayat damarlarının kurutulmasına yönelikti.
Bu süreçte “heykel” siyasî bir sembol, “içki” ise Batı’ya öykünmenin bir göstergesi olarak öne çıktı. İki unsur da cahiliye dönemindeki putperestlik ve sefahatin modern tezahürleri olarak okunabilir.

Kur’ânî Perspektif

Kur’ân-ı Kerim, bu tür zihniyet ve uygulamaları iki ayrı kategoride ele alır:

  1. Putlaştırma ve sembolleşmiş şirk unsurları:

> “Siz ve atalarınızın taktığı birtakım isimlerden başka, sizin taptıklarınız yoktur. Allah onlar hakkında hiçbir delil indirmemiştir.” (Necm, 53/23)

  1. Aklı ve vicdanı iptal eden, toplum düzenini bozan sarhoşluk:

> “Ey iman edenler! İçki, kumar, dikili taşlar (putlar) ve fal okları ancak şeytan işi birer pisliktir. Bunlardan uzak durun ki kurtuluşa eresiniz.” (Maide, 5/90)

Bu iki ayet, CHP’nin tarihî pratiğinde öne çıkan “heykel ve içki” kültürünün, İslâmî ölçülerle taban tabana zıt olduğunu açıkça ortaya koyar.

İlmî ve Mantıkî Tahlil

Kalaysız bakır benzetmesi, bilimsel olarak da isabetlidir. Bakır, koruyucu bir tabaka olmadan (kalay) asidik veya bazik gıdalarla temas ettiğinde, kimyasal tepkimeye girer ve zehirli bakır tuzları ortaya çıkar. Bu, “iyi niyetle gelen her şeyin bozulması”nın bilimsel izahıdır.
Siyasette de benzer şekilde, kuruluş felsefesi bozuk bir yapıya ne kadar iyi niyetli kadro gelirse gelsin, ya o kadrolar yapıyı değiştiremez ya da bizzat yapı onları dönüştürür.

İbretlik Tarihî Vakalar

Tek Parti Dönemi zulümleri: Şapka Kanunu ile darağaçları, İstiklal Mahkemeleri ile infazlar.

Dinî yasaklar: Kur’an kurslarının kapatılması, Arapça ezanın yasaklanması.

Milli kimliğin zedelenmesi: Osmanlıca’nın, geleneklerin, vakıfların ortadan kaldırılması.

Bütün bu icraatlar, Hacı Veyis Efendi’nin teşhisini doğrular niteliktedir.

Hikmetli Ders

Bir milletin kalbini iman besler, ruhunu değerler ayakta tutar. Bu bağlar koptuğunda, heykel ve içki gibi cahiliye kalıntıları, milletin yeni “kutsalı” hâline getirilir. CHP’nin tarihî pratiği, bu değişimin canlı örneğidir. Bu sebeple, kim bu yapıya girerse girsin, eğer kalay (yani sağlam bir iman ve ahlâk) yoksa, zamanla o zihniyetin tesirine girer.

Özet

CHP, kurulduğu günden itibaren İslâmî değerlerle çatışan bir modernleşme projesi yürütmüştür.

Hacı Veyis Efendi’nin “kalaysız bakır” teşbihi, hem ilmî hem siyasî olarak isabetlidir.

Parti tarihinde heykel ve içki, sembolik ve pratik olarak öne çıkmıştır.

Kur’ân, bu iki unsuru “şirk” ve “şeytan işi pislik” olarak nitelendirir.

İzzet ve kurtuluş, bu zihniyetten uzak durmakla mümkündür.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com