Fani Dünya ve Baki Âhiret: Hayatın İbretli Sırları

Fani Dünya ve Baki Âhiret: Hayatın İbretli Sırları

Hayat, kimi zaman akıntıya kapılmış bir gemi gibi bizi sürüklerken, kimi zaman da önümüze çıkan derin ve anlamlı duraklarla bizi durup düşünmeye sevk eder.
Her biri, hayatın farklı bir yönüne ışık tutan, ancak temelde tek bir gerçeğe işaret eden birer fener gibi. Bu fenerlerin ışığında, dünya ve ahiret, nefs ve ruh, ümit ve tevekkül gibi temel kavramları yeniden idrak etmeye çalışalım.

  1. Dünyanın Kırılganlığı ve Ahiretin Sağlamlığı
    Bediüzzaman Said Nursi’nin hikmet dolu sözüyle başlayalım: “Dünyaya ait işler, kırılmaya mahkûm şişeler hükmündedir. Bâki umur-u uhreviye ise, gayet sağlam elmaslar kıymetindedir.” Bu söz, dünya hayatına bakışımızı yeniden şekillendiriyor. Tarih boyunca nice imparatorluklar, nice servetler ve nice şöhretler, birer cam şişe gibi kırılarak toz olup gitmiştir. Firavunların piramitleri, Roma’nın görkemli arenaları, tüm ihtişamına rağmen zamanın ve değişimin rüzgârında birer fani iz olarak kalmıştır. Zira dünyaya ait her şey, doğası gereği fani ve kırılgandır. Oysa ahirete ait işler, yani salih ameller, ilim ve güzel ahlak, elmas gibi sağlamdır. Bir fakire uzatılan yardım eli, bir yetimin başının okşanması, Allah rızası için yapılan her eylem, zamanın aşındırmasına karşı koyan bir elmas gibi parlamaya devam eder. Bu söz, bize, kalbimizi fani olanın değil, baki olanın peşine düşürmemiz gerektiğini hatırlatır. Gerçek zenginlik, kırılgan şişelerde değil, ahirete yatırım yaptığımız sağlam elmaslardadır.
  2. Ümitsizliğin Karanlığından Ümidin Aydınlığına

“Sakın ümitsizliğe kapılanlardan olma!” diyerek bizi Hicr Suresi’nin 55. ayetine götürür. Tarih, ümitsizliğin insanı nasıl çaresizliğe ve yıkıma sürüklediğinin hikâyeleriyle doludur. Yıllar süren kıtlıklar, salgın hastalıklar, savaşlar… İnsanlık, bu zorlu sınavlardan geçerken, ümidini yitirenlerin pes ettiğine, ancak ümidini koruyanların yeni yollar ve çözümler bulduğuna şahit olmuştur. Nuh tufanından sonra yeryüzünün yeniden hayat bulması, Hz. Musa’nın Kızıldeniz’i aşması, tüm bunlar imanın ve ümidin somut birer göstergesidir. Ümitsizlik, şeytanın bir fısıltısıdır. Allah’ın rahmetinin enginliğine inanan bir mümin için hiçbir durum mutlak bir çıkmaz değildir. Gökyüzü ne kadar bulutlu olursa olsun, güneşin varlığı asla inkar edilemez. Bu mesaj, bizi her koşulda Allah’ın rahmetine sığınmaya, zorluklar karşısında metanetli olmaya ve her zaman bir çıkış yolu olduğuna inanmaya davet eder.

  1. Nefsi Terbiye: Ruhun Yüceltilmesi

Bediüzzaman’ın “Nefsine muhabbet ise: Ona acımak, terbiye etmek, zararlı hevesattan men’etmektir…” sözü, dahili bir mücadeleye işaret eder. Nefis, insanın en büyük imtihanıdır. Tarih boyunca peygamberler ve alimler, nefislerini terbiye etmenin, onu hevaya değil hidayete yöneltmenin mücadelesini vermişlerdir. Hz. Yusuf’un nefsine karşı koyması, Hz. İbrahim’in putları kırması, içlerindeki nefis putunu da kırmanın bir sembolüdür. Nefsine uyanlar, hırsın, kibrin ve bencilliğin esiri olurken, nefsini terbiye edenler, ruhlarını yücelterek hakikatin ışığına ulaşmışlardır. Bu söz, bize nefsin bir binek atı gibi olduğunu, ona binmeyi öğrenerek onu doğru istikamete, yani hidayete yönlendirmemiz gerektiğini öğütler. Gerçek özgürlük, nefsin esaretinden kurtulmaktır.

  1. Yalnızlıkta Sığınılacak Tek Dost
    “Sizin için Allah’tan başka ne bir dost ne de yardımcı vardır.” (Bakara Suresi, 107), insanın dünyadaki en temel arayışlarından biri olan dostluk ve yardım kavramına net bir cevap verir. İnsanlık tarihi, sadakatsiz dostlukların, vefasız yardımların ve menfaat odaklı ilişkilerin acı hikâyeleriyle doludur. Zalimler, tahtlarını korumak için en yakın dostlarını bile feda etmiş, nice liderler, kendi çıkarlarının peşine düşen yardımcıları tarafından terk edilmiştir. Bu ayet, bize, tüm fani dostlukların ve yardımların bir gün sona ereceğini, ancak Allah’ın dostluğunun ve yardımının baki olduğunu hatırlatır. Gerçek dostluk, Allah ile kurulan o manevi bağdır. Zor zamanlarda sığınılacak, umutsuzluk anlarında dayanılacak tek kapı O’nundur. Bu mesaj, bizi, samimi bir kalp ile O’na yönelmeye ve O’ndan başka hiçbir şeye tam anlamıyla güvenmemeye davet eder.
  2. Kâinatın Tesbihi ve Allah’ın Hükümranlığı

Tegâbûn Suresi’nin 1. ayeti, “Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah’ı tesbih eder. Mülk O’nundur, hamd O’nadır. O her şeye kadirdir.” diyerek evrensel bir gerçeği gözler önüne serer. Kâinattaki her şeyin, en küçük atomdan en büyük galaksiye kadar her bir varlığın, bir tesbihin parçası olduğunu anlatır. Bir dağın görkemi, bir çiçeğin zarafeti, bir kuşun cıvıltısı, hepsi Allah’ın sonsuz kudretinin ve sanatının birer delilidir. Tarih boyunca nice ilim adamı, doğayı inceleyerek bu ahenk ve düzen karşısında Allah’ın varlığını idrak etmiştir. Bu ayet, bize, sadece sözle değil, tüm varlığımızla O’nu tesbih etmemiz gerektiğini hatırlatır. Evrendeki her bir zerrenin uyum içinde Allah’ı anması gibi, biz de hayatımızın her anında O’nun hükümranlığını ve kudretini idrak ederek şükür ve hamd içinde olmalıyız. Mülk O’nundur ve bizler, sadece emanetçileriz.

Makale Özeti
Bu makalede, beş farklı ilham kaynağından yola çıkarak hayatın temel gerçekleri ele alınmıştır. İlk olarak, dünya işlerinin fani ve kırılgan, ahiret işlerinin ise baki ve sağlam olduğu anlatılmıştır

İkinci olarak, ümitsizliğin yıkıcılığına karşı Allah’ın rahmetine olan ümidin önemi işlenmiştir.

Üçüncü olarak, nefsi terbiye etmenin, onu hevaya değil hidayete yönlendirmenin manevi yükseliş için ne kadar kritik olduğu anlatılmıştır.

Dördüncü olarak, dünya dostluklarının geçiciliğine karşı Allah’ın dostluğunun tek baki ve güvenilir liman olduğu belirtilmiştir.

Son olarak ise, kâinattaki her şeyin Allah’ı tesbih ettiği ve mülkün yalnızca O’na ait olduğu gerçeği üzerinde durulmuştur. Bu beş hikmetli talim, bize hayatı daha bilinçli, anlamlı ve ibretli bir şekilde yaşamamız için yol gösterir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Yaratılışın Ziyafeti, İnsanlığın Sorumluluğu ve Ahiretin Gerçeği

Yaratılışın Ziyafeti, İnsanlığın Sorumluluğu ve Ahiretin Gerçeği

Hayat, kimi zaman akıl almaz bir faaliyet, kimi zaman da derin bir sorumluluk bilinciyle karşılaştığımız bir imtihan sahnesidir. Bize sunulan bu durumlar iki temel gerçeği, birbiriyle uyum içinde, farklı açılardan ele almaktadır. Her biri, insanın kâinatla, yaratıcıyla ve kendi nefsiyle olan ilişkisini sorgulamamıza vesile olacak birer anahtar niteliğindedir. Bu anahtarların ışığında, yaratılışın mucizelerini, insanın sorumluluklarını ve ahiretin kaçınılmaz hakikatini idrak etmeye çalışalım.

  1. Kâinat Ziyafetinin Sunumu: Rahmetin Hediyeleri
    Mesela, “Gözümüzle görüyoruz birisi var ki, bize zemin yüzünü rahmetin binlerle hediyeleriyle doldurmuş, bir ziyafetgâh yapmış.” denilmektedir. Bu söz, aslında kâinatın derin manasını özetlemektedir. Tarih boyunca nice medeniyetler, toprağın bereketinden, suyun hayat verici gücünden ve meyvelerin lezzetinden ilham alarak Yaratıcıya şükran duymuşlardır. Antik Mısır’da Nil Nehri’nin taşıdığı bereket, Mezopotamya’da Fırat ve Dicle’nin hayat kaynağı olması, insanlık için daima ilahi bir rahmetin göstergesi olmuştur. Bu söz, bize sadece bir meyvenin lezzetini değil, o lezzetin ardındaki muazzam rahmeti ve cömertliği görmeyi öğretir. Zemin yüzü, insan için özenle hazırlanmış, her mevsim farklı nimetlerle donatılmış bir sofradır. Görmeyi bilen gözler için her bir meyve, her bir çiçek, Yaratıcı’nın sınırsız cömertliğinin bir delilidir.
  2. Kâinatın İntizamı ve İnsanın Sorumluluğu

“Fâtır-ı Hakîm ve Kadir-i Alîm, kemal-i intizamla herşeyi güzel yaratmış, güzel teçhiz etmiş, güzel gayelere tevcih etmiş, güzel vazifelerle tavzif etmiş, güzel tesbihat yaptırıyor, güzel ibadet ettiriyor. Ey insan! İnsan isen, şu güzel işlere, tabiatı, tesadüfü, abesiyeti, dalaleti karıştırma; çirkin etme, çirkin yapma, çirkin olma.” Bu söz, bizi tabiata ve evrene daha dikkatli bakmaya davet eder. Bir kuşun kanadından, bir çiçeğin rengine, gezegenlerin yörüngesindeki ahenge kadar her şeyde ilahi bir plan ve mükemmel bir düzen vardır. İslam medeniyeti, bu düzeni keşfetmek için bilim ve sanatta büyük ilerlemeler kaydetmiştir. El-Cezeri’nin otomatlarından, El-Biruni’nin astronomi çalışmalarına kadar pek çok örnek, bu ilahi intizamı anlama çabasının bir sonucudur. Ancak insan, bu muazzam düzeni görmezden gelerek, her şeyi tabiata veya tesadüfe bağlayarak bu güzelliği kirletebilir. Bu söz, bizi, evrenin güzelliğini idrak ederek, kendi varlığımızı ve eylemlerimizi de bu ilahi düzene uygun hale getirmeye çağırır.

  1. Hayvanların Tesbihi ve İnsanın İbret Alması

Şu söz, hayvanların yaratılışındaki hikmete dikkat çeker: “Her bir inek, deve, koyun, keçi gibi mübarek hayvanlar Bismillah der. Rahmet feyzinden birer süt çeşmesi olur. Bizlere Rezzak namına en latif, en nazif, âb-ı hayat gibi bir gıdayı takdim ediyorlar.” Bu söz, sadece bir besin kaynağı olarak gördüğümüz hayvanların, aslında ne kadar derin bir manayı taşıdığını gösterir. Hayvanlar, yaratılış gayelerine uygun hareket ederek, Allah’ın isimlerinin birer tecellisi olurlar. Süt veren bir hayvan, Rızk veren (er-Rezzâk) isminin bir yansımasıdır. Bu, bize sadece gıdalanmanın ötesinde, her nimetin bir rahmet feyzi olduğunu hatırlatır. Antik toplumlarda dahi hayvanlar kutsal sayılmış, yaşamın döngüsünde önemli bir yer tutmuşlardır. Ancak bu söz, kutsal saymanın ötesinde, her canlının Yaratıcısına olan tesbihini ve insanlara sunduğu ibret dolu dersi anlatır.

  1. Ebedi Sorgu ve Sorumluluk Bilinci

Ayette, “Yapmakta olduğunuz şeylerden mutlaka sorguya çekileceksiniz.” (Nahl Suresi, 93) diyerek, önceki üç konunun üzerine, insanın sorumluluğunu koyar. Yeryüzünün ziyafetinden faydalanan, kâinatın düzenini idrak etmesi gereken ve hayvanların tesbihinden ibret alması gereken insan, eylemlerinden sorumlu tutulacaktır. Bu, sadece bir dini inanç değil, aynı zamanda evrensel bir ahlaki ilkedir. Tarihteki adalet ve hesap verme mekanizmaları, bu temel ilkenin yansımasıdır. Kralların, padişahların ve liderlerin eylemlerinden dolayı tarihin önünde yargılanması, bu dünyadaki bir sorgu biçimidir. Ancak ayet, daha derin bir sorgudan, ahiretteki nihai hesaptan bahseder. Bu mesaj, her anımızın, her sözümüzün ve her davranışımızın bir kaydı olduğunu, dolayısıyla hayatımızı bu bilinçle yaşamamız gerektiğini hatırlatır.

  1. Fuzuli’nin Hikmetli Sözü: Hamurdaki Eşeklik
    Fuzuli’ye ait sözde, “Mey biter saki kalır. Her renk solar haki kalır. İlim insanın cehlini alsa da, hamurunda varsa eşeklik; baki kalır.” diyerek, bilginin tek başına yeterli olmadığını anlatır. Bu söz, tarihte nice alimin, bilge kişinin sadece bilgiyle yetinip, karakterlerini geliştirmeyi ihmal ettiklerini, kibir ve nefsin tuzaklarına düştüklerini anlatır. İlim, karanlığı aydınlatır, ancak kalpteki karanlık birikimi, yani hamurdaki “eşeklik” denilen inatçılık, nefsin kötü huyları ve ahlaki zaaflar, ilmin nurunu dahi karartabilir. Fuzuli, bize, asıl mücadelenin ilimden ziyade, karakterimizi ve ahlakımızı arındırmak olduğunu öğütler.

Makale Özeti
Bu makalede, yaratılışın bir ziyafet olduğu, kâinattaki her şeyin mükemmel bir düzen içinde yaratıldığı ve hayvanların dahi bir tesbih içinde olduğu gerçeği ele alınmıştır. Bu muazzam nimetler ve düzen karşısında insanın, yaptığı her eylemden sorumlu tutulacağı anlatılmıştır.
Son olarak ise, bilginin tek başına yeterli olmadığı, asıl olanın insanın hamurundaki ahlaki zaafları arındırmak olduğu Fuzuli’nin hikmetli sözüyle ifade edilmiştir. Bu beş farklı konu, bir araya geldiğinde, insana sorumluluk bilinci, şükran duygusu ve sürekli bir ahlaki gelişim içinde olması gerektiğini hatırlatan bütün bir yaşam hikmetini sunar.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Benlik ve İlahlık Dâvâsı: Firavunlardan Günümüze Enaniyet

Benlik ve İlahlık Dâvâsı: Firavunlardan Günümüze Enaniyet

“Enaniyet, insanda yerleştirilen bir mihenktir. Lakin terbiye edilmezse, Firavunluk vehmine inkılâp eder.”

İnsan, kendini bilen, hisseden ve düşünen bir varlık olarak “ben” diyebilen tek mahlûktur. Fakat bu “ben” kelimesi, ya insanı Rabbini tanımaya götüren bir anahtar olur, ya da onu putlaştıran bir ilahlık iddiasına sürükler. İşte tarih boyunca Nemrutlardan Firavunlara, Ebu Cehillerden modern diktatörlere kadar bütün azgınlar, bu “ben”in putuna tapmışlardır.

Kur’ân, Firavun’un şu sözüyle bunu özetler:
“Ben sizin en yüce Rabbinizim.” (Nâziât, 79/24)

Bu iddia, sadece bir firavunla sınırlı kalmadı. Her çağın firavunları farklı kılıklarda, ama aynı benlik sevdasıyla ortaya çıktı. Enaniyet, “ben merkezli” bir düşünceyi doğurdu ve bu da insanın kendini ilâhlaştırmasına yol açtı. Hâlbuki enaniyet, bir ölçü aleti, bir kıyas vasıtası olarak insana verilmişti.
Oysa enaniyet hülaseten;

> Enaniyet, mahiyetiyle bir vahidi kıyasîdir ki, onunla şuunat-ı Rububiyet bilinir.

Ancak bu kıyas aracı, eğer nefsin elinde bir hâkimiyet aracına dönüşürse, insanın içindeki Firavun uyanır. İnsan artık sadece Allah’a değil, herkese benliğini ve üstünlüğünü kabul ettirmeye çalışır.

Modern çağda enaniyetin maskesi değişmiştir:
Kimi zaman ideoloji olur, kimi zaman “ben yaparım, ben bilirim” şeklinde konuşur.
Kimi zaman “bireysellik” adı altında yayılır, kimi zaman “özgürlük” kisvesine bürünür.
Bugünün firavunları artık sadece tahtlarda oturmuyor; ekranlarda, ofislerde, sokaklarda, kalplerde yaşıyor.

En tehlikelisi de, insanın kendi içindeki Firavun’u fark etmemesidir.
Zira enaniyetin en gizli hali, kişinin kendi nefsini sorgulamadan başkalarını yargılamasıdır.
Kendi küçük hükümranlığında her şeyi kontrol etme arzusu, insanı “ben”den “ilahım” noktasına taşır.

Çözüm nedir?
Enaniyeti, mahiyetine uygun bir terbiye ile yola getirmek.
Benliği Hakk’a ayna yapmak.
Kendini bilmek, haddini bilmek ve nihayet Rabbinin kudreti önünde secdeye varmak.

Çünkü enaniyet secdesizliktir, secdesizlik ise şeytanî bir ısrardır.

🌿 Özet:

Enaniyet, insanın kendini tanıması için verilen bir kıyas ölçüsüdür.

Terbiye edilmediğinde insanı ilahlık vehmine sürükler.

Firavunluk her çağda farklı kılıklarda ortaya çıkar.

En tehlikeli enaniyet şekli, kişinin kendi içindeki Firavun’u fark edememesidir.

Çözüm: Enaniyeti marifetullah ile terbiye etmek ve secdeyle benliği eritmek.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Zina Edenlerle Evlenme Hakkında Nur Suresi 3. Ayet

Zina Edenlerle Evlenme Hakkında Nur Suresi 3. Ayet

> “Zina eden erkek, ancak zina eden veya müşrik olan bir kadınla evlenir; zina eden kadınla da ancak zina eden veya müşrik olan bir erkek evlenir. Bu müminlere haram kılınmıştır.”
(Nur Suresi, 24:3)

  1. Tefsirlerdeki Görüşler
  2. Ayetin nüzul sebebi
    Mufessirler, ayetin özellikle Medine döneminde zinanın yaygın olduğu bazı Yahudi ve müşrik ailelerin yaşam tarzına karşı bir uyarı olarak indiğini belirtir. Rivayetlere göre, Müslümanlardan bazıları güzellikleri veya servetleri nedeniyle zina ile meşhur kadınlarla evlenmek istemişti. Bunun üzerine bu ayet nazil oldu ve mü’minlere, böyle bir hayat tarzına bulaşmış kimselerle nikâh kıymanın yasaklandığı bildirildi. (İbn Kesîr, Taberî, Kurtubî)
  3. Mufessirlerin farklı yorumları
  4. Hakiki (suretî) anlamda yasak:
    Bir grup âlim (İbn Abbas’ın bazı rivayetleri, Mücahid, Hasan-ı Basrî) ayetin, zinadan tevbe etmeyen kişilerle evlenmenin haram olduğu anlamına geldiğini söylemiştir.
  5. Mecazî anlamda uyarı:
    Bazı âlimlere göre burada “zina eden” ifadesi, sadece fiilî zina değil, ahlâksızlık ve hayasız yaşam tarzı olan kişileri de kapsar. Yani ayet, mü’minlere “ahlâken kirli olanlarla evlenmeyin” mesajı verir.
  6. Tevbe şartı:
    İmam Şafiî, Ahmed b. Hanbel ve bazı Hanefî fakihler, bu ayetin tevbe etmemiş zinakârlar için geçerli olduğunu, tevbe edip hayatını düzelten kimselerle evlenmenin ise caiz olduğunu söylemişlerdir. Burada delil olarak Nur Suresi 5. Ayet’te geçen “Ancak tevbe edenler müstesna” hükmü gösterilir.
  7. Diğer Ayetlerle Bağlantısı

Bu ayet, Kur’an’ın zinaya dair bütüncül yaklaşımının bir parçasıdır. Bağlantılı ayetlerden bazıları:

İsra Suresi 32:
“Zinaya yaklaşmayın. Çünkü o, son derece çirkin bir hayâsızlık ve çok kötü bir yoldur.”

Nur Suresi 2:
“Zina eden kadın ve zina eden erkekten her birine yüz değnek vurun…”

Nur Suresi 5:
“Ancak tevbe edip durumlarını düzeltenler müstesna…”

Nisa Suresi 3, 25:
Evlilikte iffetli kimselerin tercih edilmesi emredilir.

Bu bütünlükte, Nur Suresi 3. Ayet hem ahlâkî filtre hem de hukuki önlem niteliği taşır: Mü’min toplumun zinaya bulaşmış kişilerle nikâh bağını kurarak o fiili normalleştirmesini engeller.

  1. Hukuki Hüküm

Fıkıh mezheplerine göre:

Hanefîler: Tevbe etmemiş zinakârla evlenmek haramdır. Tevbe edenle evlilik caizdir.

Şafiîler: Zina sabit olmuşsa (şahit veya ikrar ile), o kişi tevbe etmedikçe evlenilmez.

Hanbelîler: Hanefî ve Şafiîlerle benzer; tevbe şartı öne çıkar.

Mâlikîler: Bazı görüşlerinde daha serttir; zinakârların evlenmesine kesin olarak karşı çıkar.

Sonuç:
Fıkhî olarak, tevbe etmeden zinakâr olan bir kişiyle evlenmek haramdır. Tevbe eden, geçmişinden tamamen dönmüş bir kimseyle evlenmek ise caizdir.

  1. Hikmetli, Edebî, Tarihî ve Düşündürücü Yönleri

Toplumsal Hijyen: Bu ayet, toplumun ahlâkî sağlığını korumak için “nikâh” kurumunu bir filtre gibi kullanır. Evlenme, sadece duygusal bir bağ değil, ahlâkî bir ortaklık demektir.

Tevbenin Kapısı: Ayet, zinakârları ebedî olarak dışlamaz. Tevbe edenler bu yasaktan istisnadır. Böylece hem günahkâra dönüş imkânı verir hem de toplumu korur.

Tarihî Etki: İslâm’ın ilk dönemlerinde bu hüküm, zinanın yaygın olduğu Mekke ve Medine çevresinde ahlâkî devrim niteliğindeydi. Zina, putperestlik ve fuhuş sektörünü destekleyen bir alışkanlıktı. Ayet, hem bu kirli ekonomik düzeni hem de ahlâkî yozlaşmayı kırmıştır.

Mantıkî Boyut: Zina eden, iffeti zedelemiş ve güveni sarsmış olur. Mü’min, bu fiile ortak olmamalı; evlilikte güven ve sadakat temel olmalıdır.

İlmi/Bilimsel Yön: Modern psikoloji, evlilikte güvenin ve ahlâkî uyumun mutlak önemini anlatır. Araştırmalar, sadakatsizlik geçmişinin evliliklerde ciddi güven sorunlarına yol açtığını gösterir.

İbret: Ahlâksızlık, bulaşıcıdır. Kötü yaşam tarzı, eşe ve çocuklara sirayet eder. Bu nedenle Kur’an, sadece bireyi değil, gelecek nesli de koruma altına alır.

Özet

Nur 24:3 ayeti, tevbe etmemiş zinakâr ve müşriklerle evlenmenin mü’minlere haram olduğunu bildirir.

Müfessirler, bu yasağın tevbe edenler için kalktığında hemfikirdir.

Ayet, ahlâkî toplum inşasında evliliğin temiz bir temel üzerine kurulmasını amaçlar.

Bu hüküm, zinayı normalleştiren sosyal düzeni reddeder, iffeti ve sadakati korur.

Tevbe, kapıları kapatmaz; geçmişi temizler, geleceğe yeni bir sayfa açar.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




İNSAN ÇOK NANKÖRDÜR

İNSAN ÇOK NANKÖRDÜR

“Günde 24 saatte 1 saat” ve
“Şüphesiz insan Çok Nankördür”
İnsanın Allah’a karşı olan şükran borcunu ve bu borcu yerine getirmedeki gafletini ifade eder. Hayat, Allah tarafından insana bahşedilmiş en büyük lütuftur ve her anı bir emanettir. Ancak insan, çoğu zaman bu lütfun farkına varamaz ve hayatını sadece dünyevi işlerle doldurur. “Günde 24 saatte 1 saat” ifadesi, Allah’ın sınırsız cömertliğini, “1 saat” ise insanın bu cömertlik karşısındaki küçük fedakarlığını simgeler.
Hac Suresi’nden iktibas edilen:”Şüphesiz insan Çok Nankördür” ayeti, bu duruma Kur’an’dan bir ibretlik delil sunar. İnsanlık tarihi, bu nankörlüğün sayısız örnekleriyle doludur. Allah’ın nimetlerini unutup, sadece kendi gücüne ve aklına güvenen nice medeniyetler ve bireyler, sonunda büyük bir hüsrana uğramışlardır.
Bu bize, hayatımızın amacının sadece yaşamak değil, aynı zamanda bu hayatı bize verene şükretmek ve ona hizmet etmek olduğunu hatırlatan, düşündürücü bir uyarıdır.

**********

“Cisminin küçüklüğüne bakıp da günahlarını küçük zannetme.”
Bediüzzaman Said Nursi’ye ait olan bu söz, insanın varoluş zıtlıklarını çarpıcı bir şekilde ortaya koyar. İnsan bedeni fiziksel olarak küçük olsa da, işlediği günahların etkisi sınırsız olabilir. “Cisminin küçüklüğü” metaforu, insanın fiziksel olarak ne kadar güçsüz olduğunu gösterirken, “günahlarının büyüklüğü” ise, bu güçsüzlüğün arkasında yatan manevi potansiyeli ve sorumluluğu anlatır.
Bu söz, bize, bir günahın sadece o anı etkilemekle kalmayıp, aynı zamanda kişinin manevi dünyasında derin yaralar açabileceğini ve bu yaraların, ahiret hayatını da etkileyebileceğini hatırlatır. Tarihte, küçük bir hatanın, bir gurur anının veya küçük bir günahın, büyük felaketlere yol açtığına dair sayısız ibretlik olaylar vardır. Bu söz, bizi, görünüşte küçük gibi duran günahların, aslında ne kadar tehlikeli olabileceği konusunda uyarır.

*******

“İnsan kalben ve fikren hakaik-i ilahiyeye bakıp düşündüğü zaman…”
Mesnevi-i Nuriye’den alınan bu metin, insanın iç dünyasındaki manevi mücadeleyi, yani vesvese ile olan savaşı edebi bir dille anlatır. Namaz ve ibadet anında, şeytanın ve nefsin getirdiği vesveselerin, “sinekler gibi kalbe ve akla hücum” ettiğini belirtir. Ancak bu vesveselerle doğrudan mücadele etmek yerine, onlara “müdafaayı terk edip” ilahi hakikatlere odaklanmak gerekir. Metin, arı metaforuyla bu durumu açıklayarak, arılarla uğraşıldıkça hücumlarının arttığını, ancak onlara karşı koyulmadığında uzaklaştıklarını söyler. Bu, manevi mücadelede, negatif düşüncelerle savaşmak yerine, pozitif ve ilahi düşüncelere yönelmenin daha etkili olduğunu anlatır.
Bu bize, manevi bir huzura ulaşmanın yolunun, iç dünyamızdaki olumsuz düşüncelerle değil, ilahi hakikatlerle olan bağımızı güçlendirmekten geçtiğini öğreten, hikmetli bir derstir.

**********

“Fıravun boğulacağı anda: …Artık ben de Müslümanlardanım, dedi. Allah şöyle buyurdu:
Şimdi mi?”
Yunus Suresi’nden iktibas edilen bu ayetler, bir son dakika tövbesinin ve imanın kabulü meselesine dair derin bir mesaj ihtiva eder. Firavun, hayatı boyunca ilahi hakikatlere karşı gelmiş, kendisini bir ilah gibi görmüştür. Ancak ölümün eşiğinde, denizin azabıyla yüzleştiği anda, çaresizlik içinde iman etmeye kalkar. Allah’ın “Şimdi mi?” sorusu, bu imanın samimiyetsizliğini ve geç kalmışlığını anlatır. Bu, ilahi adaletin bir tecellisidir. İnsan, hayatı boyunca iradesini ve aklını kullanarak doğru yolu seçme fırsatına sahiptir. Ancak bu fırsatı değerlendirmeyip, sadece bir felaketle veya ölümle yüzleştiğinde inanmaya kalkışırsa, bu imanın bir değeri kalmayabilir. Bu metin, bize, imanın bir lütuf olduğunu ve bu lütfu, hayatın her anında samimiyetle yaşamak gerektiğini hatırlatan, tarihi ve ibretlik bir derstir.

*********

“Elbette, en bahtiyar odur ki, dünya için ahireti unutmasın…”
Risale-i Nur Külliyatı’ndan alınan bu metin, gerçek mutluluğun tanımını yapar. “En bahtiyar” insan, “dünya için ahireti unutmayan”, “ahiretini dünyaya feda etmeyen” ve “hayat-ı ebediyesini, hayat-ı dünyeviye için bozmayan” insandır. Bu metin, dünya hayatının bir “misafirhane” ve insanın da bir “misafir” olduğu metaforunu kullanarak, dünya hayatının geçiciliğini ve fani olduğunu anlatır. Misafir, misafirhane sahibinin emirlerine göre hareket etmeli, ancak buraya bağlanıp kalmamalıdır. Bu metin, bizi, dünya hayatına aşırı bağlanmaktan ve ahireti unutmaktan kaçınmaya davet eder. “Malayani şeylerle ömrünü telef etmesin” uyarısı, insanın ömrünü anlamsız ve boş şeylerle harcamaması gerektiğini hatırlatır. Tarih, bu uyarılara kulak asmayan, dünyevi zevklerin peşinden koşan nice insanların, en sonunda büyük bir pişmanlık duyduğuna dair sayısız örnekle doludur.

Özet: Bu makalede incelenen metinler, insanın manevi yolculuğuna ve varoluş sorgulamalarına dair derin bir rehberlik sunar. “Nankörlük” metni, Allah’ın nimetlerine karşı şükran borcumuzu ve gafletimizi; “Küçük günahlar” sözü, günahların görünüşteki boyutuna aldanmamamız gerektiğini; “Vesvese” metni, manevi mücadelede doğru stratejinin ne olduğunu anlatır. Firavun’un hikayesi, son dakika tövbelerinin geçersizliğini ve imanın samimiyetinin önemini vurgular. “En bahtiyar odur ki” metni ise, gerçek mutluluğun, dünya hayatını ahirete feda etmemekte ve ömrü anlamlı bir şekilde kullanmakta yattığını açıklar. Bu metinler, bize, dünya hayatının geçici bir durak olduğunu ve asıl amacımızın, manevi sorumluluklarımızı yerine getirerek kalıcı olan ahiret hayatına hazırlanmak olduğunu hatırlatan, hikmetli, ibretli ve düşündürücü derslerdir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




MANSETLERDEKİ MESAJLAR

MANSETLERDEKİ MESAJLAR

Gazete sayfalarından sosyal medya paylaşımlarına uzanan metinler ve görseller, bir toplumun tarihine, kimliğine ve vicdanına dair derin sorular sormamıza neden oluyor. Her biri, kendi açısından birer iddia, birer yorum veya birer sorgulama olarak karşımıza çıksa da, aslında hepsi, ortak bir zeminde buluşuyor: Tarihin, inancın ve siyasetin karmaşık hareketi.
Bu yazıda, her bir metni, kendi konusu içinde ele alarak, ibretlik, düşündürücü ve edebi bir makale sunmayı amaçlıyorum.

“Sabatayist Yahudi Yolcular” Başlıklı Metin ve Tarihi Sorgulamalar
Bu metin, 1930’lu yılların İstanbul’una dair bir fotoğrafın altına yazılan, Sabatayist Yahudilerin göçü ve onların Türkiye’nin başına “bela” olduğu iddiasını dile getiriyor. Tarih, çoğu zaman bir ayna gibidir; ona nasıl baktığınız, neyi görmek istediğinize bağlıdır. Ancak tarih, aynı zamanda bir laboratuvardır da; orada olayların nedenlerini, sonuçlarını ve aralarındaki karmaşık ilişkileri anlamaya çalışırız.
İstanbul’un kozmopolit yapısı, farklı medeniyetlerin ve inançların bir arada barış içinde var olabileceğinin bir yandan da edebi bir isbatıdır.

***********

“Allah’ı da, Sultanla Birlikte Tahttan İndirdik!” Başlıklı Metin ve İnanç Mücadelesi
Refik Ahmet Sevengil’e atfedilen bu söz, Cumhuriyet’in kuruluş yıllarındaki radikal değişim rüzgârlarını ve laiklik tartışmalarını özetler niteliktedir. “Allah’ı tahttan indirmek” gibi bir ifade, sadece siyasi bir devrimi değil, aynı zamanda o dönemdeki zihniyet devrimini de sembolize eder. Bu söz, Tanrı’nın otoritesinin, dünyevi işlerden, özellikle de siyasi iktidardan ayrılmasını savunan bir yaklaşımı yansıtır. Ancak bu ifadenin edebi bir analizi, onun sadece siyasi bir eylemden ibaret olmadığını gösterir. Bu, aynı zamanda, yüzyıllardır süregelen “din-devlet” ilişkisinin bir reddiyesidir.
İbretlik olan şudur ki, siyasetin dini kullanması da, dinin siyaseti kullanması da, her iki taraf için de yıkıcı sonuçlar doğurabilir.

Bu söz, dine olan hıncını ve dine alınan cephenin açık bir ifadesidir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




İNSAN VE KÂİNATI ANLAMAYA YÖNELİK BİR YOLCULUK

İNSAN VE KÂİNATI ANLAMAYA YÖNELİK BİR YOLCULUK

Aşağıdaki metinler, bize farklı düşünce ve inanç dünyalarından sesleniyor. Bir kısmı Kur’an ayetleri, bir kısmı tefsirlerden alıntılar, bir kısmı ise özlü sözler… Her biri, kendi içinde derin bir manaya sahip olsa da, aslında hepsi, insanı, evreni ve varoluşu anlamaya yönelik kadim bir arayışın farklı durakları gibidir.

“Ahzâb Suresi 72. Ayet” ve Emanet Meselesi
Kur’an-ı Kerim’den alınan bu ayet, insanlık tarihi boyunca hikmet erbabını, teologları ve şairleri derinden etkilemiş bir konuyu, yani “emanet” meselesini ele alıyor. Ayet, “Biz o emaneti göklere, yere ve dağlara arz ettik, onlar onu yüklenmeye yanaşmadılar, ondan korktular da onu insan yüklendi, o cidden çok zalim, çok câhil bulunuyor” diyor. Bu ayet, insanın varoluş yükünü ve bu yükün ne kadar ağır olduğunu edebi bir dille anlatıyor. Göklerin enginliği, dağların heybeti ve yeryüzünün azameti dahi bu emaneti kaldıramazken, “zalim” ve “câhil” olarak nitelenen insan, bu büyük sorumluluğu üstlenmiştir. Buradaki “zalim” ve “câhil” nitelemeleri, insanın kendi nefsine karşı işlediği zulmü ve hakikate karşı olan cehaletini ifade eder. Ancak bu, bir suçlama değil, bir uyarıdır. İnsanın bu emaneti hakkıyla taşıması için, cehaletinden arınması ve nefsine zulmetmekten kaçınması gerekir. Bu ayet, bize, insan olmanın sadece fiziksel bir varoluştan ibaret olmadığını, aynı zamanda büyük bir sorumluluk ve bilgelik arayışı gerektirdiğini hatırlatan derin bir ibrettir.

********

Bahar Mevsimindeki Diriliş

Said Nursi’nin “Mesnevi-i Nuriye” eserinden alıntılanan metinde, bahar mevsimindeki dirilişi, yani “nebatî haşirleri” tasvir ederek, ahiretteki dirilişin akla ve mantığa ne kadar yakın olduğunu anlatır. Metin, “altı gün zarfında” eski, çürümüş tohumlardan binlerce yeni bitkinin yaratılışına dikkat çekerek, tüm bu “karışık nebatatın tohumlarından ölmüş, çürümüş, kaybolmuş olan cesedleri” yeniden inşa etme kudretine sahip olan Allah’ın, gökleri ve yeri altı günde yaratmaktan aciz olmadığını anlatır. Bu metnin edebi değeri, tabiattaki her bir detayın, ilahi kudretin bir delili olarak sunulmasında yatar. Bahar, sadece bir mevsim değişikliği değil, aynı zamanda bir “haşir meydanı”dır. Her bir çiçek, her bir yaprak, her bir filiz, yeniden dirilişin, yeniden yaratılışın bir isbatıdır. Bu metin, bize, etrafımızdaki tabiatı sadece biyolojik bir süreç olarak değil, aynı zamanda ilahi bir sanat eseri ve derin bir tefekkür vesilesi olarak görmemiz gerektiğini öğretir.

********

“Zelzele” ve İman Ehlinin Uyarılması
Risale-i Nur Külliyatı’nda deprem (zelzele) hadisesini, “gafilleri uyandırmak için” bir uyarı ve “ehl-i imanı” namaza ve niyaza yönlendirmek için bir sarsıntı olarak yorumlar. Bu yorum, bir afetin sadece fiziksel bir doğa olayı olmadığı, aynı zamanda manevi bir boyutunun da olduğu düşüncesine dayanır. Bu metnin ibretlik yanı, felaketlerin sadece bir yıkım getirmekle kalmayıp, aynı zamanda insanları gaflet uykusundan uyandıran, onları kendi varoluşlarını, inançlarını ve Yaratan’la olan ilişkilerini sorgulamaya iten birer vesile olarak görülmesidir. Depremin sarsıntısı, sadece yeryüzünü değil, aynı zamanda kalpleri ve vicdanları da sarsar. Bu sarsıntı, insanı, dünya hayatının geçiciliğini ve asıl varlık amacını düşünmeye sevk eder. Bu metin, bize, hayatın zorlu anlarında bile bir hikmet aramanın ve felaketleri bir tefekkür vesilesine dönüştürmenin edebi ve manevi yolunu gösterir.

***********

“Münafıklar Cehennemin En Alt Katındadırlar” Ayeti
Nisâ Suresi’nden alınan bu ayet, münafıkların, yani iki yüzlü insanların, ahiretteki konumunu belirtir. “Şüphe yok ki münafıklar cehennemin en alt katındadırlar; artık onlara asla bir yardımcı bulamazsın.” Bu ayet, sadece bir uyarı değil, aynı zamanda ahlaki bir duruşun da ifadesidir. İki yüzlülük, samimiyetsizlik ve ikiyüzlü davranış, sadece bir ahlaki kusur değil, aynı zamanda imanın temelini sarsan bir hastalıktır. Bu ayet, bize, dürüstlüğün, sadakatin ve samimiyetin ne kadar önemli olduğunu hatırlatır. İnsan, kendi içinde birbiriyle çelişen iki ayrı kimliği barındırdığında, hem kendine hem de başkalarına karşı adaletsizlik etmiş olur. Bu metin, bize, doğru yolda kalmak için kalbinin sesini dinlemesi, dürüstlükten şaşmaması ve inancını bir maske olarak kullanmaması gerektiğini öğütleyen derin bir hikmet barındırır.

********

“Ben İmanın Cereyanındayım” Sözü
Bediüzzaman Said Nursi’ye ait bu söz, “Ben imanın cereyanındayım. Karşımda imansızlık cereyanı var. Başka cereyanlarla alakam yok” ifadesiyle, inanç ve inançsızlık arasındaki temel ayrımı net bir şekilde ortaya koyar. Bu söz, bir yandan kişisel bir duruşun ifadesi iken, diğer yandan da tüm toplumsal ve siyasi tartışmaların temelinde yatan inana ait ayrışmaya işaret eder. Bu sözün edebi gücü, “cereyan” kelimesinin hem bir akım, hem de bir fikir hareketini ifade etmesinden gelir. Hayatın karmaşık akışında, insanın bir “cereyana” dahil olması, bir duruş sergilemesi kaçınılmazdır. Bu söz, bu duruşun, inanç temelinde olması gerektiğini anlatır. Diğer “cereyanlarla” yani siyasi, ideolojik veya dünyevi akımlarla alakası olmadığını ifade etmesi ise, inancın, tüm bu geçici ve dünyevi akımların ötesinde, daha yüce ve kalıcı bir değer olduğunu gösterir. Bu söz, bize, kimliğimizi ve duruşumuzu belirlerken, geçici ve aldatıcı cereyanlardan uzak durarak, temel inançlarımıza sıkı sıkıya sarılmamız gerektiğini hatırlatır.

Özet: Bu metinler, insanlık durumunun farklı yönlerini ele alan derin ve düşündürücü dersler sunmaktadır. Ahzâb Suresi’ndeki emanet ayeti, insanın varoluş sorumluluğunu ve cehaletini; “Mesnevi-i Nuriye”den alıntı, tabiattaki dirilişin ilahi kudrete işaretini; “Zelzele” yorumu, felaketlerin manevi bir uyarı ve tefekkür vesilesi olabileceğini anlatır. Nisâ Suresi’ndeki ayet, samimiyetin ve dürüstlüğün önemini; Said Nursi’nin sözü ise, inancın tüm dünyevi akımların ötesinde bir duruş gerektirdiğini anlatır. Her biri, insanın kendi iç dünyasını, evreni ve Yaratan’la olan ilişkisini sorgulamasına, böylece daha hikmetli ve ibret dolu bir hayat sürmesine yönelik edebi ve manevi bir çağrı niteliğindedir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




İSLÂM DÜŞÜNCESİ

İSLÂM DÜŞÜNCESİ

Metinler, İslam düşüncesinin derinliklerinden, tasavvufun inceliklerinden ve Kur’an’ın hikmetli mesajlarından beslenen, farklı konulara değinen ancak temelinde aynı manevi kaynaktan beslenen birer düşünce pınarı gibidir.
Her biri, insanın varoluş meselelerine, dünya hayatının geçiciliğine ve ahiretin gerçekliğine dair önemli dersler ihtiva eder.

“Ey ehl-i iman! Bu müthiş düşmanlarınıza karşı zırhınız, Kur’an tezgahında yapılan takvadır…”
Bu metin, manevi bir savaşın metaforunu kullanarak, müminlerin bu savaşta nasıl donanmaları gerektiğini anlatır. Düşman, sadece fiziki bir düşman değil, aynı zamanda nefsin, şeytanın ve dünya heveslerinin oluşturduğu “müthiş düşmanlar”dır. Bu düşmanlara karşı savaşta kullanılan silahlar ve zırhlar da manevidir. “Zırhınız, Kur’an tezgahında yapılan takvadır” ifadesi, takvanın, yani Allah’a karşı sorumluluk bilincinin, insanı tüm kötülüklerden koruyan sağlam bir kalkan olduğunu edebi bir dille ifade eder. “Sipere” benzetilen Peygamber’in sünneti, hayatın zorlu anlarında sığınılacak güvenli bir liman gibidir. “Silah” olarak nitelenen istiğfar (bağışlanma dilemek) ve istiaze (sığınmak), ise manevi güç kaynaklarıdır. Bu metin, bize, hayatın sadece dünyevi bir mücadeleden ibaret olmadığını, asıl mücadelenin nefsimizle ve kötü niyetli güçlerle olduğunu ve bu mücadeleyi kazanmak için manevi donanıma ihtiyacımız olduğunu hatırlatan, ibretlik bir derstir.

********

“Kabrin öbür tarafındaki endişe-i istikbal her ferdin en mühim meselesidir.”
Bu söz, insanı, dünya hayatının geçici heveslerinden uzaklaştırarak, asıl ve kalıcı olan meseleye, yani ölümden sonraki hayata yönlendirir. “Endişe-i istikbal” (gelecek endişesi) ifadesi, insanların dünyevi gelecekleri için duydukları kaygıların ne kadar boş olduğunu ima eder. Asıl ve en büyük gelecek, kabrin öbür tarafındadır. Bu metin, insanı, dünya hayatını sadece bir amaç olarak değil, aynı zamanda ahiret hayatının bir hazırlığı olarak görmeye davet eder. Tarihte, büyük liderlerin, bilim insanlarının ve sanatçıların bile, ölümsüzlük arayışları içinde olduklarını görürüz. Ancak bu arayışın gerçek karşılığı, dünyevi başarılar değil, manevi olgunluk ve ahirete hazırlıktır. Bu metin, bize, hayatımızın en önemli meselesinin, ölümden sonraki hayatımız olduğunu ve bu gerçeği asla unutmamamız gerektiğini öğütleyen, düşündürücü bir hikmettir.

************

“O zakkum ağacı; günahkar olanın yemeğidir…”Duhân Suresi 43-44
Kur’an-ı Kerim’den alınan bu ayetler, cehennem azabının dehşetini tasvir ederek, günahların ve kötü amellerin sonuçlarına dair güçlü bir uyarı sunar. “Zakkum ağacı” metaforu, cehennemdeki azabın sadece bir cezadan ibaret olmadığını, aynı zamanda günahkarın kendi iç dünyasında hissettiği manevi bir azabı da temsil ettiğini düşündürür. “Pota gibi karınlarda kaynar durur” ifadesi, günahın, insanı içten içe yakan bir ateşe dönüştüğünü edebi bir dille anlatır. Bu metin, bize, dünya hayatında işlenen her bir günahın, ahirette bir karşılığı olduğunu ve bu karşılığın ne kadar şiddetli olabileceğini hatırlatır. İnsanlık tarihi, hırsın, kibrin ve zulmün, eninde sonunda insanı kendi ateşiyle yaktığına dair sayısız ibretlik örnekle doludur. Bu ayetler, bu gerçeği, en çarpıcı şekilde ortaya koyarak, bizi kötü amellerden sakınmaya davet eder.

***********

“Tevekkül ile bela yüzünde gül, tâ o da gülsün. O güldükçe küçülür, eder tebeddül.”
Bu metin, manevi bir derinlik taşıyan, tevekkülün (Allah’a güvenip dayanmanın) gücünü anlatan edebi bir ifadedir. “Bela yüzünde gülmek”, belaya karşı isyan etmek yerine, onu tevekkülle karşılamak ve Allah’tan geldiği için sabretmek demektir. Bu tavır, belayı manevi olarak küçültür ve dönüştürür. “Tebeddül” kelimesi, belanın, tevekkül sayesinde bir rahmet ve tecrübe kaynağına dönüşebileceğini ifade eder. Tarihte, zorlu imtihanlardan geçmiş, ancak tevekkül sayesinde ayakta kalmış ve manen yücelmiş nice peygamberler, evliyalar ve alimler vardır. Bu metin, bize, hayatın zorlu anlarında bile umutsuzluğa kapılmamayı, her şeyin Allah’ın takdiriyle olduğunu bilerek teslim olmayı ve bu teslimiyetin, en büyük belaları bile küçültebileceğini öğütleyen, hikmet dolu bir derstir.

*********

“Kendine güvenen ve ebedî zanneden mağrur insan, zevale mahkûmdur…”
Bu söz, insanı, gururun ve kibrin tehlikelerinden sakındırır. Kendini “ebedî” zanneden mağrur insan, dünya hayatının geçiciliğini ve fani olduğunu unutur. “Hane-i insan olan dünya ise, zulümat-ı ademe sukut eder” ifadesi, dünyanın, insan için bir konaklama yeri olduğunu ve sonunda yokluğun karanlığına gömüleceğini anlatır. Bu metnin en can alıcı noktası ise “Emeller bekasız, elemler ruhta bâki kalır” cümlesidir. Bu, dünyevi emellerin, makam ve mevkilerin ne kadar geçici olduğunu, ancak bu uğurda çekilen manevi acıların, yani “elemlerin” ruhun derinliklerinde kalıcı izler bıraktığını ifade eder. Tarih, gururlarının kurbanı olmuş, kendilerini ebedi sanan nice kralların, imparatorların ve liderlerin hikayeleriyle doludur. Bu metin, bize, tevazu ve alçakgönüllülüğün, insanı manevi olarak yücelttiğini ve kalıcı olanın, dünyevi başarılar değil, ruhun kemale ermesi olduğunu hatırlatır.

********

“İnsan varlığın Fatihâ’sıdır…”
Muhyiddin İbn Arabi’ye atfedilen bu söz, insanın yaratılışındaki ilahi sırrı ve insanın evrendeki merkezi konumunu anlatır. “Varlığın Fatiha’sı” olmak, insanın, Kur’an’ın ilk suresi olan Fatiha gibi, tüm varlığın bir özeti, bir başlangıcı ve bir anahtarı olduğunu ifade eder. “Allah onunla varlıkların kilitlerini açar” ifadesi ise, insanın, doğru bir manevi donanım ve akıl ile, evrenin sırlarını, Allah’ın varlığını ve kudretini keşfedebileceğini anlatır. Bu metin, insanın, sadece biyolojik bir varlık değil, aynı zamanda ilahi bir sırrı taşıyan, tefekkür kabiliyeti olan ve bu kabiliyeti sayesinde evreni anlama potansiyeline sahip, şerefli bir yaratık olduğunu anlatır. İnsanlık tarihi, bu ilahi emaneti hakkıyla taşıyan, bilime, sanata ve hikmete yönelerek varlığın sırlarını çözmeye çalışan nice büyük düşünürle doludur.

Özet: Bu metinler, insanın manevi dünyasına ve varoluş problemlerine derin bir rehberlik sunar. “Zırh, siper ve silah” metni, manevi mücadelenin araçlarını; “Kabrin öbür tarafındaki endişe” sözü, ahiretin önemini ve dünya hayatının geçiciliğini anlatır. “Zakkum ağacı” ayetleri, günahın ahiretteki karşılığını; “Tevekkül” sözü, belalara karşı sabrın ve tevekkülün gücünü; “Mağrur insan” sözü, gurur ve kibrin yıkıcılığını; son olarak “Varlığın Fatiha’sı” sözü ise, insanın evrendeki merkezi konumunu ve potansiyelini anlatır. Tüm bu metinler, bize, dünya hayatını sadece bir amaç olarak değil, manevi bir yolculuk olarak görmemiz gerektiğini hatırlatan, hikmetli, ibretli ve düşündürücü derslerdir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




VAR OLUŞ SEBEBİMİZ

VAR OLUŞ SEBEBİMİZ

“Mevcudiyetimizin Hâmisi Olan İslâmiyetten Elini Gevşetme, Dört El ile Sarıl; Yoksa Mahvolursun.”
Risale-i Nur Külliyatı’ndan alınan bu söz, bir toplumun ve bireyin varoluş dayanağını “İslâmiyet” olarak tanımlar.
“Hami” kelimesi, koruyucu, himaye eden anlamına gelir. Bu söz, inanç sisteminin, sadece bir ibadetler bütünü olmadığını, aynı zamanda bir toplumun varlığını, kimliğini ve ahlaki değerlerini koruyan bir kalkan olduğunu ifade eder.
“Dört el ile sarılmak”, bu inanca tam bir teslimiyetle, samimiyetle ve kararlılıkla bağlı kalmanın bir metaforudur. Tarih, bu sözün doğruluğuna dair sayısız ibretlik örnekle doludur. İnançlarından uzaklaşan, manevi bağlarını yitiren nice medeniyetlerin, bir süre sonra çözüldüğünü ve tarihin tozlu raflarında kaybolduğunu görürüz. Bu söz, bizi, modern dünyanın karmaşık ve yozlaştırıcı akımları karşısında, manevi değerlerimize sıkıca sarılmaya ve böylece var olarak, bir felaketten kaçınmaya davet eder.

*********

“Ne var, ne yok? Dediler. ‘Yoktan var eden, var ettiğini yâr eden Allah var, gam yok’ dedim.”
Bu edebi ve hikmetli söz, tasavvufi bir derinlik taşır. Hayatın zorlu anlarında, insana “Ne var, ne yok?” diye sorulduğunda, verilecek en güzel cevabın, tüm varlığın yaratıcısı olan Allah’a sığınmak olduğunu ifade eder. Bu söz, sadece bir inanç beyanı değil, aynı zamanda bir teslimiyet ve tevekkül duruşudur. İnsan, ne kadar zor durumda olursa olsun, “yoktan var eden” bir yaratıcının varlığını bildiği sürece, “gam” duymaması gerektiğini öğütler. Bu söz, bizi, dünyanın geçici sıkıntılarının ve kaygılarının, ilahi kudret ve rahmet karşısında ne kadar küçük kaldığını düşünmeye davet eder. Bu, aynı zamanda, tarihte büyük zorluklarla karşılaşmış, ancak Allah’a olan tevekkülleri sayesinde ayakta kalmış ve umutlarını yitirmemiş nice müminlerin manevi duruşunu da özetler.

**********

“Hayat apartmanı yıkılıyor. Ömür tayyaresi şimşek gibi geçiyor…”
Bu metin, dünya hayatının geçiciliğini ve fani oluşunu, modern imgelerle (apartman, tayyare, sel) anlatan, düşündürücü bir ibret dersidir. “Hayat apartmanı yıkılıyor” ifadesi, insanın bedensel varlığının, zamanın acımasız akışı karşısında nasıl yıprandığını ve eninde sonunda yok olacağını simgeler. “Ömür tayyaresi şimşek gibi geçiyor” benzetmesi, zamanın ne kadar hızlı aktığını ve bu kısacık ömrün, aslında ne kadar değerli olduğunu hatırlatır. “Zamanın sel dolapları” ve “arz sefinesi” benzetmeleri ise, evrenin ve zamanın durmaksızın bir hareket halinde olduğunu ve bu hareketin, bir gün her şeyi sona erdireceğini anlatır. Bu metin, bizi, dünya hayatının geçiciliğinin farkına vararak, ömrümüzü daha anlamlı ve manevi değerlerle doldurmaya davet eder. Bu, tarihin bize defalarca tekrarladığı bir derstir: Dünya hayatına aldananlar, eninde sonunda büyük bir hüsrana uğramışlardır.

*********

“Naziat Suresi 34-41. Ayetler” ve Kıyamet Günü Gerçeği

Bu ayetler, kıyamet gününün dehşetini ve o gün insanların dünya hayatında neyin peşinden koştuğunu nasıl hatırlayacaklarını tasvir eder. “Gözleri faltaşı gibi açacak olan ateş, herkesin göreceği şekilde ortaya çıkarılır” ifadesi, ahiret gününün, herkesin yüzleşmek zorunda kalacağı bir gerçeklik olduğunu anlatır. Ayetler, dünya hayatını ahirete tercih edenlerin sonunun “cehennem” olduğunu belirtirken, Rabbinin makamından korkup kendini kötülüklerden alıkoyanların sonunun ise “cennet” olduğunu müjdeler. Bu, sadece bir inanç meselesi değil, aynı zamanda ahlaki bir tercih meselesidir. İnsan, hayatı boyunca, dünyevi zevkler ile manevi sorumluluklar arasında bir seçim yapmak zorunda kalır. Bu ayetler, bu seçimin sonucunun ne kadar belirleyici olduğunu gösterir. Bu, tarihin bize, adaletin, erdemin ve vicdanın, tüm dünyevi iktidarlardan ve zevklerden daha değerli olduğunu defalarca gösterdiği bir gerçektir.

Özet: Bu makalede incelenen metinler, birbiriyle uyum içinde, ancak farklı konulara değinerek, insanın manevi ve dünyevi dünyasını ele alır. “Mevcudiyetimizin hâmisi” sözü, inancın toplumsal bir dayanak olduğunu; “Yoktan var eden Allah var, gam yok” sözü, tevekkülün ve teslimiyetin gücünü; “Hayat apartmanı yıkılıyor” metni, dünya hayatının geçiciliğini vurgular. Naziat Suresi ayetleri, ahiretin ve ahlaki seçimin önemini gösterir. Tüm bu metinler, bize, hayatın sadece görünen yüzünden ibaret olmadığını, aynı zamanda derin bir manevi boyutunun da olduğunu ve bu boyuta sahip çıkarak daha anlamlı ve ibretli bir hayat sürebileceğimizi anlatan, düşündürücü ve hikmetli derslerdir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Sonunu Hazırlayan Zulüm: Tarihin Aynasında İsrail’in Akıbeti

Sonunu Hazırlayan Zulüm: Tarihin Aynasında İsrail’in Akıbeti

Tarih, zulmün ve haksızlığın en sadık şahididir. Her çağda, güç sarhoşluğuna kapılan topluluklar, hakikati çiğneyip zulmü hükümran kıldıklarında, kendi sonlarını da inşa etmişlerdir. Firavun’un taş duvarlı saraylarından, Roma’nın mermer sütunlarına; Moğol istilasının yıkıntılarından, 20. yüzyılın zalim ideolojilerine kadar uzanan bu zincir, tek bir hakikati haykırır: Zulmün evi temelsizdir, çöküşü kaçınılmazdır.

Gazze’deki zulmün arka planı

İsrail, 1948’den bugüne, politik ve askerî gücünü, korku ve işgal üzerine bina etti. Ancak bu güç, vicdanların önünde eriyor. Gazze’de gazetecilerin, çocukların, annelerin hedef alınması; açlığı, susuzluğu bir silaha dönüştürmesi, yalnızca bölgesel bir trajedi değil, insanlığın vicdan defterine kazınmış kara bir leke oldu.

Bugün dünyada Yahudi karşıtlığının yükselmesi, yalnızca antisemitist ideolojilerin ürünü değil; bizzat İsrail’in politikalarının, kendi halkını küresel izolasyona sürüklemesinin bir sonucudur. Propaganda savaşını kaybettiklerini bizzat kendi liderleri itiraf ediyor. Çünkü hiçbir medya gücü, bombalanmış bir çocuğun sessiz bakışını susturamaz.

Tarihten ibret tabloları

Roma İmparatorluğu, adalet yerine köleliği ve zulmü yücelttiğinde, barbar kavimler onun görkemli şehirlerini ateşe verdi.

Haçlı Seferleri, “kutsal” söylemiyle başlayan ama katliamla anılan bir hareket olarak, nihayetinde İslam dünyası karşısında yenilip dağıldı.

Nazizm, ırk üstünlüğü iddiasıyla milyonlarca insanı katlederken, kendi milletini de savaşın enkazında bıraktı.

Güney Afrika’daki apartheid rejimi, zulüm politikasının küresel boykot ve diplomatik tecrit karşısında çözüldüğünü gördü.

İsrail de aynı tarihî kanuna tabidir: Zulüm, hem zalimi hem düzenini çürütür. Bugün uyguladığı politikalar, yalnızca Filistin’i değil, kendi güvenliğini ve geleceğini de yok ediyor.

İlahi kanun ve toplumsal yasalar

Kur’ân-ı Kerîm, zalim toplumların akıbetini tekrar tekrar hatırlatır:

> “Biz bir ülkeyi helâk etmek istediğimizde, oranın varlıklılarına emrederiz; onlar orada kötülük işlerler, böylece o ülke üzerine hüküm hak olur. Biz de orayı kökünden yıkarız.” (İsrâ, 16)

Sosyoloji de benzer bir gerçeği dile getirir: Bir toplum, adalet terazisini bozarsa, o toplumun iç bütünlüğü çözülür. İsrail, bugün sadece Filistinlilerin değil, Yahudi halkının da güvenliğini yok eden bir nefret iklimi üretiyor. Bu nefret, bir gün kendi kapısını da çalacaktır.

Bilimsel ve aklî perspektif

Tarih biliminde “meşruiyet krizi” kavramı, bir devletin yıkılışındaki kritik eşiği ifade eder. İsrail, uluslararası hukuku, insan haklarını ve vicdani değerleri çiğnedikçe, küresel meşruiyetini kaybediyor. Ekonomik boykotlar, diplomatik tecritler, kültürel izolasyon — bunlar başlangıçtır. Sosyal psikolojide “geri tepme etkisi” diye bilinen olgu, baskının bizzat karşıt güçleri büyüttüğünü gösterir. Bugün Gazze’deki her saldırı, İsrail karşıtlığını daha geniş bir halkaya yayıyor.

Akıbetin işaretleri

Diplomatik yalnızlık: Birçok ülke, büyükelçilerini çekiyor; uluslararası mahkemelerde davalar açılıyor.

Ekonomik baskılar: Boykot kampanyaları, şirketleri İsrail yatırımlarından çekilmeye zorluyor.

Kültürel izolasyon: Spor, sanat, akademi gibi alanlarda İsrailli temsilcilere yönelik protestolar artıyor.

Güvenlik krizi: İçerde toplum bölünüyor; dışarda ise dost sayısı azalıyor.

Hikmet penceresinden bakış

Zulüm, kendi içinde bir intihar mekanizması taşır. Unutulmamalıdır ki;

> “Zulm ile abad olunmaz; zalimin zulmü, kendine eder.”
Çünkü zulüm, adaletle ayakta duran evrenin düzenine savaş açmaktır. Adaletin sahibi olan Allah, zulmün devamına izin vermez.

İbret ve sorumluluk

Gazze bugün bir turnusol kâğıdıdır: İnsanlığın vicdanı nerede, kim adaletten yana? Sessizlik, suça ortak olmaktır. Bu nedenle, yalnızca Filistinliler değil, bütün insanlık İsrail zulmüne karşı durmalıdır. Çünkü adaletsizlik, yalnızca mazlumu değil, seyirci kalanları da mahveder.

Özet

İsrail’in Gazze’deki saldırıları, yalnızca Filistin halkına değil, kendi geleceğine de zarar veriyor. Tarih boyunca zulümle hükmeden güçler, hem içten hem dıştan çöküşe uğramıştır. İsrail, bugün diplomatik yalnızlık, ekonomik boykot ve kültürel tecrit sürecine girmiştir. İlahi ve toplumsal yasalar, zulmün uzun süre devam edemeyeceğini gösterir. Vicdan sahibi herkes, bu zulme karşı durmakla sorumludur; aksi halde zulmün ateşi, zalimi de seyirciyi de yakar.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




KUR’ÂN: HER ASRIN VE ZAMANIN MESELELERİNE CEVAP

KUR’ÂN: HER ASRIN VE ZAMANIN MESELELERİNE CEVAP

  1. Kur’ân’ın Zaman-Üstü Perspektifi

Kur’ân-ı Kerim, yalnızca 7. yüzyıl Arap toplumuna hitap eden bir kitap değildir. O, kıyamete kadar gelecek bütün nesillerin aklını, kalbini ve vicdanını aydınlatacak ilahi bir rehberdir. Kur’ân’ın ele aldığı meseleler; insanın yaratılışından itibaren var olan, bugün hâlâ gündemde olan ve kıyamete kadar da tartışılacak olan meselelerdir.

Bu nedenle Kur’ân’daki her konu, belli bir coğrafyaya veya döneme hapsedilemez.
“Biz Kitap’ta hiçbir şeyi eksik bırakmadık.” (En‘âm, 38) ayeti, Kur’ân’ın hayatın bütün alanlarını kapsayan bir rehber olduğunu açıkça ortaya koyar.

  1. İnsanlığın Ortak Problemleri: Kur’ân’dan Örnekler
  2. a) Tevhid ve Şirk Meselesi

İnsanlık tarihi boyunca en temel tartışma, tek yaratıcıya iman ile çok tanrılı inançlar arasında olmuştur. Hz. Nuh’tan, Hz. İbrahim’e, Hz. Musa’dan Hz. Muhammed’e kadar bütün peygamberler aynı daveti yapmıştır:
“Allah’a kulluk edin, O’ndan başka ilahınız yoktur.” (A‘râf, 59)
Bu mesele, günümüzde de farklı formlarda sürmektedir; putların yerini ideolojiler, paralar, güç merkezleri almıştır.

  1. b) Adalet ve Zulüm

Adalet, sadece mahkemelerde değil, toplumun bütün düzeninde olması gereken bir ilkedir. Tarihte Firavunlar, Nemrutlar, Karunlar; güçlerini zulüm için kullanmışlardır. Kur’ân, bu zulümleri örnek verirken, aynı zamanda her dönemde tekrar eden güç yozlaşmasına işaret eder.
“Zulmedenler kurtuluşa eremezler.” (En‘âm, 135)

  1. c) Servet, Fakirlik ve Paylaşım

Karun kıssası (Kasas, 76-82), zenginliğin bir imtihan olduğunu gösterir. İnsanlık tarihindeki ekonomik adaletsizlikler, bugünkü gelir uçurumu, kapitalist düzenin sömürü mekanizmaları — hepsi bu konunun hâlâ gündemde olduğunu ispatlar.

  1. d) Savaş, Barış ve İnsan Onuru

Bedir, Uhud, Hendek gibi savaş örnekleri; adalet, savunma hakkı ve saldırmazlık prensipleri çerçevesinde Kur’ân’da yer alır. Ancak savaşın amacı yok etmek değil, zulmü durdurmaktır.
“Size savaş açanlarla, Allah yolunda savaşın; haddi aşmayın.” (Bakara, 190)

  1. e) Ahlak ve Fesat

Lût Kavmi’nin helakı (A‘râf, 80-84) sadece cinsel sapkınlık meselesi değil; ahlaki çöküşün toplumsal yıkıma yol açacağı gerçeğidir. Bugün de ahlaki yozlaşma, aile kurumunun çöküşü ve sosyal bağların zayıflamasıyla kendini gösteriyor.

  1. İlmî, Aklî ve Mantıkî Değerlendirme

Kur’ân’ın konuları, salt dini nasihat değil; insan fıtratına, toplumsal düzenin doğasına, hatta biyolojik ve psikolojik gerçeklere uygundur. Örneğin:

İçki yasağı (Maide, 90) modern tıp tarafından da doğrulanan zararlara dayanır.

Faiz yasağı (Bakara, 275) ekonominin krizlere sürüklenmesini önler.

Adalet emri (Nisâ, 135) evrensel hukuk normlarıyla birebir uyumludur.

Mantıkî açıdan Kur’ân’ın mesajı şudur: İnsanın problemleri değişmez; sadece isim ve şekil değiştirir. Bu yüzden çözüm reçetesi de zamanlar üstü olmalıdır.

  1. Tarihten İbret ve Ders

Firavun’un zulmü, Karun’un hırsı, Lût Kavmi’nin ahlaksızlığı; hepsi tarihte yaşandı. Ama aynı hatalar bugün başka isimler ve sistemler altında tekrar ediyor. Kur’ân, tarihten ders almayanların aynı akıbete uğrayacağını bildirir:
“Onlardan öncekilerin başına gelenler, bunların da başına gelmedi mi?” (Tevbe, 70)

  1. Ayetlerle Destek

Tevhid: “Senden önce hiçbir peygamber göndermedik ki ona, ‘Benden başka ilah yoktur, bana kulluk edin’ diye vahyetmiş olmayalım.” (Enbiyâ, 25)

Adalet: “Allah size emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder.” (Nisâ, 58)

Zulüm: “Zulmedenlere meyletmeyin, sonra size ateş dokunur.” (Hud, 113)

Paylaşım: “Onların mallarında muhtaç ve yoksullar için bir hak vardır.” (Zâriyât, 19)

Özet

Kur’ân’ın ele aldığı meseleler, belirli bir dönemin değil, insanlık tarihinin değişmeyen problemleridir. Tevhid, adalet, paylaşım, ahlak, zulümle mücadele gibi konular; hem ilk insandan beri vardır hem de kıyamete kadar sürecektir. Bu konular tartışıldıkça insanlık var olacak; tamamen çözüldüğünde ise dünya imtihanı sona erecektir. Kur’ân, bu meseleleri hem ilahî hikmet hem bilimsel gerçek hem de aklî delillerle ele alır.
Sonuç olarak, insanlık Kur’ân’a kulak verdiği ölçüde huzur bulacak, kulak tıkadığında ise tarihin tekerrür eden felaketlerini yaşayacaktır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




MANŞETLERİN DİLİ-1-

MANŞETLERİN DİLİ-1-

Bugün (11.08.2025 tarihi itibariyle), önümüzdeki gazetelerin manşetleri, bizi sadece güncel olaylar hakkında bilgilendirmekle kalmıyor, aynı zamanda insanlık durumumuza, tarihimizin derinliklerine ve vicdanımızın en mahrem köşelerine dair düşündürücü birer ayna tutuyor. Büyük puntolarla atılan başlıklar, aslında birer çığlık, birer yakarış, birer uyarı niteliğindedir. Her biri, kendi açısından bir hikaye, bir ibret ve bir ders barındırır.

“SEÇİLMİŞ DEĞİL ŞEYTANSINIZ” manşeti, tarihin en kadim çekişmelerinden birine, hak ile batılın mücadelesine bir atıftır. Bu başlık, kendini üstün gören, ilahi bir seçilmişlik kisvesine bürünerek zulmü meşrulaştıran bir zihniyete karşı dik duruşu simgeler. Ancak bu, sadece siyasi bir eleştiri değil, aynı zamanda felsefi ve ahlaki bir meydan okumadır. Kutsallık iddiasının arkasına saklanan şeytanın, yani bencilliğin, açgözlülüğün ve insanlık dışılığın ta kendisi olduğunu haykırır. İnsanlık tarihi, bu tür seçilmişlik vehimlerinin yol açtığı felaketlerle doludur. Unutmamalıyız ki, hakikat, kibri değil, tevazuu; zulmü değil, adaleti; nefreti değil, sevgiyi emreder. Bu başlık, bize, insanın, kendini diğerlerinden üstün görme eğiliminin ne kadar tehlikeli olabileceğini ve gerçek seçkinliğin, erdemli olmakla, alçakgönüllü olmakla ve tüm insanlığa hizmet etmekle mümkün olduğunu hatırlatır.

********

“ZULME KARŞI BÜYÜK YÜRÜYÜŞ” başlığı, zulmün karşısında susmayan vicdanların bir araya gelişini, bir nevi “hakikat ordusunu” tasvir eder. Bu yürüyüş, sadece fiziksel bir hareket değil, aynı zamanda manevi bir direniştir. Tarih boyunca, zalimlerin gücü karşısında bireylerin veya küçük toplulukların değil, bir araya gelmiş vicdanların, hakikate susamış kalabalıkların zafer kazandığına şahit olduk. Bu başlık, bize, bir araya gelmenin, dayanışmanın ve ortak bir ideal uğruna mücadele etmenin gücünü gösterir. Unutmamalıyız ki, zulüm bireysel olabilir, ancak zulmün sona ermesi ancak kolektif bir iradeyle mümkündür.

**********

“100 ÇOCUK AÇLIKTAN ÖLDÜ” başlığı, vicdanımızın en derinliklerinde bir yara açar. Bu, sadece bir istatistik değil, yüzlerce küçük hayatın, umudun ve geleceğin yok oluşunun sembolüdür. Açlık, sadece bir gıda eksikliği değil, aynı zamanda bir insanlık krizidir. Bu başlık, bizi, dünyanın kaynaklarının adil olmayan dağılımı, siyasi çekişmelerin masum çocukları nasıl kurban ettiğini sorgulamaya davet eder. Her bir çocuk, potansiyel bir bilim insanı, bir sanatçı, bir lider olabilirdi. Onların ölümü, sadece bir kayıp değil, aynı zamanda geleceğe vurulan bir darbedir. Bu başlık, bize, başta Gazze olmak üzere dünyanın her köşesindeki yoksulluk ve adaletsizliğe karşı duyarsız kalamayacağımızı, her birimizin bu soruna karşı bir sorumluluğu olduğunu hatırlatır.

***********

“ALLAH’IN NURUNU KİNİNİZLE SÖNDÜREMEZSİNİZ” manşeti, bir inanç ve direniş beyanıdır. Bu başlık, tarihin en kadim tecrübelerinden biri olan, hakikatin ve adaletin, ne kadar güçlü olursa olsun kin ve nefretle yok edilemeyeceğini vurgular. Zorbaların, baskıcıların ve nefretin tohumlarını ekenlerin tarihi, daima kısa ömürlü olmuştur. Çünkü hakikat, daima bir ışık gibi yolunu bulur. Bu başlık, bizlere, umudun, sabrın ve inancın gücünü anlatır. Unutmamalıyız ki, en karanlık gecenin bile bir sabahı vardır ve hakikat ışığı, en kalın perdelerin arkasından bile sızar.

Özet: Bu gazete manşetleri, insanlık durumunun farklı yönlerini ele alan birer ders niteliğindedir. “Seçilmiş Değil Şeytansınız” ile kibir ve zulme karşı duruşu, “Zulme Karşı Büyük Yürüyüş” ile dayanışmanın ve ortak mücadelenin gücünü, “100 Çocuk Açlıktan Öldü” ile vicdanın sesini ve küresel sorumluluğu, “Allah’ın Nurunu Kininizle Söndüremezsiniz” ile ise inancın ve hakikatin sarsılmazlığını anlatmaktadır. Her biri, bireysel ve kolektif sorumluluklarımızı, tarihten aldığımız dersleri ve geleceğe dair umutlarımızı hatırlatan, derin ve düşündürücü birer metindir.

******

Günümüz dünyasının karmaşık ve acımasız gerçekleri, çoğu zaman gazete manşetlerinin soğuk ve çarpıcı puntolarında kendisini gösterir. Bugün, önümüzdeki gazetenin manşetlerinden biri, sadece bir olayı değil, aynı zamanda insanlığın en derin vicdanî yaralarından birini de gözler önüne seriyor:
“5816 giyotin gibi”. Bu başlık, sadece bir sayıyı ve bir benzetmeyi ihtiva etmiyor; aynı zamanda binlerce masumun, özellikle de çocukların, hayatını ve geleceğini tehdit eden sistemik bir zulmü ve adaletsizliği sembolize ediyor.
“Giyotin”, tarih boyunca haksız yargılamaların, acımasız idamların ve politik tasfiyelerin sembolü olmuştur. Fransız Devrimi’nin kanlı sahnelerinden, totaliter rejimlerin muhaliflerini susturma araçlarına kadar, giyotin, daima gücün acımasız yüzünü temsil etmiştir. Bu başlıkta bu eski idam aracına yapılan gönderme, modern dünyanın karmaşık hukuk sistemlerinde dahi, adaletin nasıl bir “giyotin” gibi işleyebileceğini, hele de bu sistemin hedefinde savunmasız çocuklar varsa, ne kadar yıkıcı olabileceğini vurgulamaktadır.

Bu başlık, bizi sadece güncel bir haberin detaylarına değil, aynı zamanda tarihin ibretlik sayfalarına da götürür. İnsanlık tarihi, masumların kurban edildiği, çocukların savaşların ve siyasi çekişmelerin ortasında kaldığı trajedilerle doludur. Spartalıların zayıf çocukları uçurumdan atmasından, Haçlı Seferleri’nde masum çocukların ön saflarda savaştırılmasına; Endüstri Devrimi’nin karanlık günlerinde çocuk işçiliğin sömürülmesine kadar, tarih, çocuklara yönelik zulmün çeşitli biçimleriyle doludur. Bu “giyotin”ler, şekil değiştirse de, özünde hep aynı kalmıştır: güçlü olanın, savunmasız olan üzerindeki acımasız iktidarı.
Bu başlık, sadece bir hukuki sorunun değil, aynı zamanda ahlaki, vicdanî ve toplumsal bir çöküşün de habercisidir.
Bu başlık bizi, modern dünyanın karmaşıklığı içinde adaletin ne anlama geldiğini, “hukuk” kılıfı altında yapılan “hukuksuzlukların” nasıl işlediğini sorgulamaya davet ediyor. Giyotin, sadece bir infaz aracı değildir; aynı zamanda adaletin ve vicdanın öldürülmesinin bir sembolüdür.
Dünya tarihinde hiç bir zaman, firavun ve nemrutlarda dahil, kanunla bu derece hukuksuz ve keyfi olarak uygulanmamıştır.
Bu tarihe ve tarihi hakikatlere vurulan bir pranga ve bir tehdittir.
Özet: “5816 giyotin gibi” başlığı, modern dünyada insanlara ve özellikle çocuklara yönelik adaletsizliği sembolize eden güçlü bir ifadedir. Giyotin benzetmesi, bu adaletsizliğin ne kadar yıkıcı ve acımasız olabileceğini anlatır. Tarihi olarak, masumların kurban edilmesi, toplumların vicdanını zedelemiştir. Bu başlık, bize bir toplumun kendi halkına nasıl davrandığının, o toplumun ahlaki düzeyinin bir göstergesi olduğunu hatırlatır.
Sonuç olarak, bu haber, bizi sadece güncel bir olayı okumaya değil, aynı zamanda insanlık vicdanının ve adalet kavramının en temel ilkelerini yeniden sorgulamaya davet eden, hikmetli ve ibret dolu bir ders niteliğindedir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




HAFTALIK ÖZ VE ÖZET MAKALELER- 7.

HAFTALIK ÖZ VE ÖZET MAKALELER- 7.

Benlik ve İlahlık Dâvâsı: Firavunlardan Günümüze Enaniyet

“Ben sizin en yüce Rabbinizim!” (Nâziât, 24)
Bu çığlık, sadece Nil kıyısında yankılanmadı. Tarih boyunca, ilahlık davasına kalkışan her despotun ağzından bu cümle başka şekillerde de çıktı: “Herkes bana muhtaç.”, “Ben olmazsam hiçbir şey yürümez.”, “Benden başka sığınacak yeriniz yok.”

Bu Firavunî ruh, sadece saraylarda veya tahtlarda değildir. O, her çağda şekil değiştirerek insanın içine, toplumların dokusuna ve medeniyetlerin merkezine kadar sızmıştır.

Bir Tesbit :

> “Enâniyet, mahiyet itibariyle bir ‘nokta-i istinaddır.’ Yani, mânevî bir ‘dayanak noktası’ gibi görünür. Fakat, tevehhüm-ü istiklâl ile hâkimiyet dâvâ eder. Kendi zatında hiç hükmünde olduğu halde, bizzat varım, hâkimim der. Hattâ, mabudiyet dâvâ edecek dereceye çıkar.”

Açıklama ve Genişletme:

Enaniyet, insanın benliğini merkeze alarak her şeyi kendi etrafında döndürme çabasıdır. Risale-i Nur’da enaniyetin “tevehhüm-ü istiklâl” (bağımsız olduğunu vehmetme) şeklinde tarif edilmesi, onun özünü ifşa eder: Kendi aczini, fakrını, ihtiyaçlarını unutup sanki her şeyi kontrol edebilecek bir güce sahip olduğunu zannetmek.

Bu düşünce tarzı, Firavunların saraylarında olduğu kadar, günümüz bireyinde de vardır. Kimi zaman bir makamda oturan kişi, kimi zaman bir servetin başında duran biri, kimi zaman ise bir ekran karşısında milyonları etkileyen bir medya gücü, bu enaniyetle ilahlık taslayabilir.

Firavunî Zihniyetin Günümüzdeki Yansımaları:

Modern Putlar: Teknoloji, bilim, ideoloji ve şahsi görüşler mutlak doğru gibi sunuluyor. “Benim görüşüm en doğrudur” anlayışı, modern bir ilahîlik taslamadır.

Sosyal Medya Enaniyeti: Beğeni, takipçi ve etkileşim ile beslenen bir “ben” inşası var.

Devletlerarası Siyaset: Uluslararası sistemde bazı güçler, kendilerini dünyanın hakimi ve düzenleyicisi gibi görüp adalet yerine çıkarlarını kutsallaştırıyor.

Tarihten Misaller:

Nemrut: Ateşe atılmak pahasına hakikati haykıran Hz. İbrahim’e karşı “Ben de diriltirim, öldürürüm” diyerek kibirle ilahlık davası güden bir despot.

Firavun: Hz. Musa’nın tebliğine karşı “Ben sizin en büyük Rabbinizim” diyerek hem halkını kandırdı hem kendini helake sürükledi.

Modern Firavunlar: Hitler, Stalin, Mao gibi modern diktatörler; kendi sistemlerini tanrılaştırarak, milyonların kanını dökerek aynı hastalığın çağdaş versiyonlarını temsil ettiler.

İlahi Terbiye: Enaniyetin Kırılması

Cenab-ı Hak, kulunu terbiye ederken bazen acizlik, fakirlik, hastalık, ölüm gibi musibetlerle onun benliğini kırar. Çünkü insan, gerçek kudreti ve büyüklüğü anlamak için önce kendi küçüklüğünü idrak etmelidir.

> İnsan, enâniyetin menfi cihetini bırakıp, müsbet cihetine baksa ve onu bir ‘ayna’ gibi bilse, o vakit enâniyet bir ‘mîzân-ı marifetullah’ olur.

Risale-i Nur’un Teklif Ettiği Yol:

Enaniyeti mutlak anlamda yok etmek değil, onu “ayna” yapmak gerekir. Yani insan, benliğini ilahlık taslamak için değil; acz, fakr, naks ve kusur aynasında Allah’ı tanımak için kullanmalıdır.

Risale-i Nur, bu noktada “benliğin iptalini değil, istikametli kullanılmasını” teklif eder. Çünkü insan, kendi küçüklüğüyle Allah’ın azametini idrak edebilir.

Sonuç ve Öz:

Firavunlar öldü ama Firavunluk ruhu yaşıyor. Enaniyetin türlü şekilleri, bireyden toplumlara kadar yayılıyor. Risale-i Nur, bu çağın hastalığı olan benlik davasına Kur’anî bir ilaç sunar: Acz, fakr, şefkat ve tefekkür. Bu dört esasla hareket eden bir insan, enaniyetin zulmünden kurtulur; kulluğun izzetine kavuşur.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




GAZZE: 21. Asrın İmtihanı ve İnsanlığın Zafiyeti

GAZZE: 21. Asrın İmtihanı ve İnsanlığın Zafiyeti

  1. Tarihin Tekerrürü: Zulmün Aynası

Tarih boyunca mazlum ile zalim arasındaki mücadele, sadece toprak, maden veya güç savaşı değil; hak ile batılın, vicdan ile zulmün çarpışması olmuştur. Firavun’un Nil’i kana boyaması, Nemrut’un ateşi tutuşturması, Moğol’un şehirleri yakıp yıkması… Her biri kendi döneminde insanlığın hafızasına kazınan kara lekelerdi. Bugün Gazze’de yaşananlar ise bu asrın kara lekesidir.

Gazze, sadece bombalarla değil, açlıkla öldürülüyor. İnsanlık tarihinde açlık çoğu zaman kuraklık, afet veya yoksulluk sebebiyle yaşanmışken; burada açlık bilinçli bir silah olarak kullanılıyor. Bu, tarihin gördüğü en aşağılık savaş yöntemlerinden biridir. Aç bırakılan çocuk, suyu kesilen yaşlı, ilacı olmayan hasta… Hepsi “uluslararası toplum”un gözleri önünde ölüyor ve oluyor.

Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de zalimlerin bu tavrı, “Ve onlar, Allah’ın yolundan alıkoyarlar; üstelik onu eğri göstermeye çalışırlar. Onlar ahireti inkâr edenlerdir.” (Hud, 19) şeklinde tanımlanır. Bu, hakka set çekme, hayat hakkını engelleme ve insanı temel ihtiyaçlarından mahrum bırakma tavrıdır.

  1. Kur’ân’ın Perspektifinden Zulüm ve Adalet

Kur’ân, zulmü sadece başkasına haksızlık olarak tanımlamaz; aynı zamanda bütün bir düzeni fesada uğratmak olarak görür.
“Fitne öldürmekten beterdir.” (Bakara, 191) ayeti, fitnenin toplumsal çürüme ve kitleleri yok etme boyutunu ortaya koyar. Gazze’de uygulanan abluka, hem maddi hem manevi anlamda bir fitnedir.

Bilimsel veriler, açlığın çocuklar üzerindeki etkilerini açıkça gösterir: Yetersiz beslenme, gelişim geriliğine, bağışıklık sisteminin çökmesine ve erken ölüme yol açar. Ancak burada mesele, doğal bir felaket değil, planlı bir aç bırakma politikasıdır. Bu, “İnsanları yurtlarından haksız yere çıkaran, sadece ‘Rabbimiz Allah’tır’ demelerinden dolayı düşmanlık edenler” (Hac, 40) tanımına uyar.

Kur’ân’da adalet, sadece mahkeme salonlarında değil, tüm hayatın düzeninde gözetilmesi gereken bir ilkedir:
“Ey iman edenler! Kendiniz, anne babanız ve yakınlarınız aleyhine de olsa, adaleti titizlikle ayakta tutun.” (Nisâ, 135)
Bugün Gazze’de adaletin ayakta durması için gereken, sadece kınama değil; somut müdahale, zulmün durdurulmasıdır.

  1. Dünya ve İslam Âleminin İmtihanı

Gazze, sadece İsrail’in değil, bütün dünyanın imtihanıdır. Modern çağın tüm hukuk, insan hakları ve insancıllık iddiaları, Gazze’nin enkazı altında kalmıştır. “Bir daha asla” denilen soykırımların, 21. yüzyılda canlı yayında yapılabildiğini gördük.

İslam âlemi açısından ise durum daha da acıdır. Siyasi çıkar, enerji anlaşmaları, diplomatik hesaplar; mazlumun ahının önüne geçmiştir. Osmanlı tokadı misali caydırıcı bir irade ortaya konulmamış, “stratejik sabır” adı altında stratejik zillet yaşanmıştır.

Kur’ân, zalime karşı susmayı zulme ortak olmak olarak nitelendirir:
“Zulmedenlere meyletmeyin, sonra size ateş dokunur.” (Hud, 113)
Bu meyil, fiili destek kadar, sessizlik ve pasiflik şeklinde de ortaya çıkabilir.

  1. Mantıkî ve İlmi Değerlendirme

Tarihte hiçbir zulüm, sonsuza kadar sürmemiştir. Zulmün ömrü, mazlumun sabrıyla değil, zalimin haddi aşmasıyla kısalır. İsrail’in bugün yaptığı, hem uluslararası hukukta hem de vicdanlarda geri dönüşü olmayan bir suç inşa etmektir. Amerikan desteği bu suçun ömrünü uzatabilir, ama nihai çöküşünü engelleyemez.

Sosyal bilimler bize şunu gösteriyor: Toplumlar, haksızlığa uzun süre dayanabilir ama bir noktada bu, küresel dengeleri değiştirir. Nitekim tarih, Filistin meselesinin sadece bölgesel bir mesele değil, küresel vicdanın kırılma noktası olduğunu isbatlayacaktır.

Özet

Gazze, 21. yüzyılın soykırım laboratuvarı hâline getirildi. Açlık, susuzluk ve bombalar; modern dünyanın “insan hakları” yalanını ifşa etti. Kur’ân’ın zulüm, adalet ve fitneye dair uyarıları, bugün birebir karşımızda duruyor. Dünya, bu imtihanda sınıfta kaldı; İslam âlemi ise siyasi korkaklık ve çıkar hesaplarıyla zillete düştü. Ancak tarih bize şunu öğretir: Zulüm ile abad olunmaz. İsrail, kısa vadede güçlü görünse de, mazlumun ahı ve tarihin adaleti karşısında nihai yenilgiden kaçamayacaktır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




MAKALELER – 9 –

MAKALELER  – 9 –

Hayatın İmtihanı ve İnsan Olmak

Hayat, fani bir misafirlik, bitmez bir yolculuk ve çetin bir imtihan sahnesidir. Bu sahne, adalet, musibet, şükür ve nihayetinde ebedi saadetin sırlarını barındırır. İnsan, bu sahnede, kendisine verilen görevleri yerine getirmekle yükümlü, başıboş bırakılmamış bir varlıktır.
Bu makale, insan olmanın manevi boyutunu, hayatın zorlukları karşısında takınmamız gereken duruşu ve ebedi kurtuluşun anahtarlarını ele alacaktır.

Adalet ve Kur’an-ı Kerim

“Saadet-i beşeriye dünyada adalet ile olabilir. Adalet ise doğrudan doğruya Kur’an’ın gösterdiği yol ile olabilir…” (Hutbe-i Şamiye)
İnsanlığın yegâne saadeti, adil bir düzende yaşayabilmesinde saklıdır. Ne var ki, bu adalet, kişisel çıkarların, nefsin ve dünyevi heveslerin gölgesinde değil, ilahi bir kaynaktan beslenerek tesis edilebilir. Kur’an-ı Kerim, insanlığa bu adaletin en mükemmel örneğini sunar. Hukuktan ahlaka, sosyal ilişkilerden ekonomik düzene kadar hayatın her alanında adaletli bir yol gösterir. Kur’an’ın gösterdiği bu yoldan sapan toplumlar, zulme ve kaosa sürüklenmeye mahkumdur.

Musibetler ve Tasaffi (Saflaşma)

“Hayat musibetlerle, hastalıklarla tasaffi (saflaşma) eder, kemal bulur, kuvvet bulur, terakki eder, netice verir, tekemmül eder; vazife-i hayatiyeyi yapar.” (Lemalar – 9)
Hayat, sadece neşe ve sevinçten ibaret değildir. Musibetler ve hastalıklar, insan ruhunu arındıran, olgunlaştıran ve kâmil bir noktaya ulaştıran birer imtihan vesilesidir. Bir hastalık, bedeni zayıflatırken, sabır ve tevekkül ile ruhu güçlendirir. Bir musibet, dünya nimetlerinin geçiciliğini hatırlatır ve insanı asıl yurduna, ahirete yöneltir. Bu musibetler, vazife-i hayatiyemizi, yani bu dünyadaki görevimizi hatırlatır ve bizi daha ileriye götürür.

Şükür ve Kanaat

“Şükrün mikyâsı kanaattir ve iktisattır ve rızadır ve memnuniyettir. Şükürsüzlüğün mizanı hırstır ve israftır, hürmetsizliktir, haram-helâl demeyip rast geleni yemektir.” (Risale-i Nur)
Şükür, sadece dil ile “elhamdülillah” demek değildir. Şükür, yaşamın her anında, nimetlerin kıymetini bilmek ve israftan kaçınmaktır. Elindekiyle yetinmek, kanaat etmek ve her şeyin Allah’tan geldiğini bilerek razı olmak, şükrün en büyük alametidir. Mesela ekmek israfı, şükürsüzlüğün ve hürmetsizliğin acı bir tablosudur. Hırs ve israf, nimete karşı nankörlüğün, haram-helal demeden her şeyi tüketme eğiliminin bir sonucudur.

Ebedi Yolculuk ve Vazife-i Beşeriye

“Lâyemut değilsin, başıboş değilsin, bir vazifen var. Gururu bırak, seni yaratani düşün, kabre gideceğini bil, öyle hazırlan.” (Şualar, Risale-i Nur)
“Kur’an’ı dinlemek, hükmüne inkıyad etmek, namazı kılmak, kebairi terk etmek; ebedü’l-âbâd yolculuğunda ne kadar mühim…” (Bediüzzaman)
İnsan, ölümsüz değil, başıboş da değildir. Bu dünyada belirli bir görevi vardır ve ebedi bir yolculukta ilerlemektedir. Gururu ve benliği bir kenara bırakarak, yaratıcısını düşünmek ve kabre hazırlık yapmak, bu yolculuğun en önemli adımıdır. Kur’an-ı Kerim’i dinlemek, hükümlerine uymak, namazı kılmak ve büyük günahlardan uzak durmak, bu yolculukta insana rehberlik eden temel ibadetlerdir.

Yâ Bâkî ve Şükür Borcu

“Yâ Bâkî (Ya Baki) ‘Madem sen bâkisin, yeter; herşeye bedelsin. Madem sen varsın, herşey var.'” (Lemalar – 15)
“İnsanın Cenab-ı Hak’tan hiçbir hakkı talep etmeye hakkı yoktur. Bilakis daima ona şükretmeye medyundur. Çünkü mülk onundur. İnsan onun memluküdür.” (Mesnevi-i Nuriye – 229)
Fani dünyada her şeyin geçici olduğu gerçeği karşısında, insanın en büyük tesellisi, ebedi olan Bâkî ism-i şerifi’ne sığınmaktır. Bâkî olan Allah, her şeyin sahibi ve kaynağıdır. İnsanoğlu, O’nun mülkünde bir misafirdir ve O’na karşı bir hak talep etmek şöyle dursun, daima şükretmekle yükümlüdür. Bu şükür, hayatın her anında, O’nun varlığına ve nimetlerine karşı duyulan bir minnetin ifadesidir.

Özet
Makale, insan olmanın manevi boyutunu, hayatın imtihanlarını ve ebedi kurtuluşun anahtarlarını ele alıyor. İnsanlığın saadeti için Kur’an’ın gösterdiği adalet yolunun önemini anlatıyor. Musibetlerin ve hastalıkların, insan ruhunu arındıran ve olgunlaştıran birer imtihan vesilesi olduğunu belirtiyor. Şükrün sadece dil ile değil, aynı zamanda kanaat, iktisat ve memnuniyetle gerçekleştiğini, israfın ise şükürsüzlüğün bir göstergesi olduğunu açıklıyor. İnsanın bu dünyada bir görevi olduğunu ve ebedi bir yolculukta olduğunu hatırlatarak, Kur’an’a uymanın, namaz kılmanın ve büyük günahlardan kaçınmanın bu yolculukta ne kadar önemli olduğunu hatırlatıyor.
Son olarak, her şeyin sahibi ve ebedi olan Allah’a karşı insanın bir hak talep edemeyeceğini, aksine daima şükretmekle yükümlü olduğunu belirtiyor.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com