Gazze: İnsanlığın Vicdan Terazisi

Gazze: İnsanlığın Vicdan Terazisi

Tarih boyunca zulüm, yalnızca zulme uğrayanı değil, seyredenin de sınavıdır. Bugün Gazze’de yaşananlar, insanlık tarihinin bu ezelî imtihanını en çıplak haliyle gözler önüne seriyor. Bombaların tozu, açlığın suskunluğu, çocuk çığlıklarının yankısı… Bütün bunlar, “medeniyet” iddiasındaki dünyanın yüzüne çarpılan en ağır tokattır.

Tarihin Tekerrürü: Firavunlar, Nemrutlar, Netanyahular

Zulüm, isim değiştirir ama mahiyeti değişmez. Bir zamanlar Firavun, “Ben sizin en yüce rabbinizim” derken Nil kenarında çocukları boğduruyordu. Bugün aynı ruh, Gazze’de masum yavruların üzerine ölüm yağdırıyor. Nemrut’un ateşle yaptığı zulmü, modern çağın tankları, uçakları ve algoritmaları sürdürüyor.

Netanyahu’nun “Büyük İsrail” hezeyanı, yalnızca siyasi bir hayal değil; tarihten beri gelen emperyal kibirin ve kutsalı çarpıtan ideolojik sapkınlığın güncel versiyonudur. Firavun’un “Nil bana aittir” iddiası ne kadar boş ise, bu hayal de o kadar beyhudedir.

Medyanın Çöküşü: Yalan Duvarının Yıkılışı

7 Ekim’den bu yana İsrail’in uyguladığı medya sansürü, Batı’nın kirli propaganda makinesini işletti. Ancak sahadan gelen gerçek görüntüler, yalan duvarını tuzla buz etti. Dünya, bir süre kandırılabileceğini ama hakikatin eninde sonunda kendini göstereceğini bir kez daha gördü.

İnsanlığın vicdanı, bazen silahların değil, kameraların, kalemlerin, hakikat uğruna canını veren gazetecilerin çabalarıyla galip gelir. İsrailli gazetecilerin bile meslektaşları için meydanlara çıkması, hakikatin milliyet tanımadığının isbatıdır.

Açlık ve Sessizlik: İki Katil

Gazze’de ölüm artık sadece bombalardan gelmiyor. BM bile “açlıktan ölümler sıradanlaştı” diyorsa, bu sıradanlaşma en büyük felakettir. Açlıktan ölen bir çocuğun yüzü, tarihte tüm insanlığın alnına kazınacak kara bir leke olarak kalacaktır.

Ve asıl tehlike, bu ölümler kadar sessizliktir. Gazze Sivil Savunma Sözcüsü’nün haykırdığı gibi: “Daha ne zamana kadar kadın ve çocuklar ölecek?” Bu soru, sadece İsrail’e değil, dünyadaki tüm vicdan sahiplerine yöneliktir.

Tarihten Ders Alamayanlar

Haçlı Seferleri’nin yağmacı orduları, Moğol istilalarının taş yürekli komutanları, Endülüs’teki engizisyon mahkemeleri… Hepsi tarihin kara sayfalarında yerini aldı. Ama dikkat edin: Hiçbiri sonsuza kadar hüküm süremedi. Zulmün ömrü, mazlumun duası kadardır.

İsrail, bugün gücüne güvenerek Orta Doğu’yu şekillendireceğini sanıyor. Oysa güç, zulmü değil, adaleti tesis etmek için kullanıldığında kalıcı olur.

Aklın ve Hikmetin Çağrısı

İlmen ve aklen, İsrail’in uyguladığı politika kendi geleceğini de tüketiyor. Bir halkı yok etmek, onu tarihten silmek mümkün değildir. Aksine, zulme uğrayan halklar, hafızalarını diri tutar, kimliklerini güçlendirir. Filistin direnişi bunun en açık örneğidir.

Mantıken de şu açıktır: Bir devletin güvenliği, başka bir halkı yok etmek üzerine kurulamaz. Tıpkı geçmişte Yahudilere yapılan zulmün asla meşru olmayışı gibi, bugün Filistinlilere yapılanlar da meşru olamaz.

Sonuç: Gazze, Dünya İçin Ayna

Gazze bugün sadece Filistinlilerin değil, insanlığın imtihanıdır. Her ülke, her toplum, hatta her birey bu aynada kendine bakıyor:

Zalimden yana mıyım, mazlumdan yana mı?

Suskunluğum, zalimin ekmeğine yağ mı sürüyor?

Vicdanım, açlıktan ölen bir çocuğun duasına ortak mı oluyor?

Tarihin adaleti, mutlaka tecelli edecektir. Ancak o gün geldiğinde, kimimizin alnında “Zulme karşı durdu” yazacak, kimimizin ise “Sessiz kaldı” damgası kazınacaktır.

**********

Aslında ipin ucu puştun elinde.
Gerek Abd ve gerekse Batı devletlerinde özellikle yöneticilerin ipi İsrail’in elinde.

Gerek siyasi, gerek ekonomik, gerek şantaj ve gerekse koltuk tehdidi ile kontrol edilmektedirler.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




KAPANMASI GÜÇ BİR YARA

KAPANMASI GÜÇ BİR YARA

“Hem Türk unsurunda ebedî kabil-i iltiyam olmamak suretinde bir inşikak çıkacak. O vakit milletin kuvveti, bir şık bir şıkkın kuvvetini kırdığı için, hiçe inecek. İki dağ birbirine karşı bir mizanın iki gözünde bulunsa, bir batman kuvvet, o iki kuvvetle oynayabilir, yukarı kaldırır, aşağı indirir.”

https://kulliyat.risaleinurenstitusu.org/mektubat/yirmi-dokuzuncu-mektub/425

B ifade Bediüzzaman Said Nursî’nin, Osmanlı ve sonrasındaki millet yapısına dair çok derin bir sosyolojik ve siyasî tesbitidir.

Ebedî Kabil-i İltiyam Olmamak: Türk Unsurunda Çıkacak İnşikâk

Tarihin uzun koridorlarında yürürken, kimi zaman milletler öyle bir kavşakla karşılaşır ki; orada alınan yön, yüzyıllar boyunca düzeltilmesi imkânsız bir ayrılığın kapısını açar. Bediüzzaman’ın “Türk unsurunda ebedî kabil-i iltiyam olmamak suretinde bir inşikâk” sözü, işte böyle bir yarılmaya işaret eder.

  1. Ebedî Kabil-i İltiyam Olmamak Ne Demektir?

“İltiyam” kelimesi, tıpta yaranın kapanması, parçaların tekrar birleşmesi anlamına gelir.
“Ebedî kabil-i iltiyam olmamak” ise öyle bir yarık, öyle bir kopuş ki, artık asla tam olarak kapanmaz demektir.

Bu ifade, milletin ana gövdesini oluşturan Türk unsurunun içinde öyle bir bölünme, öyle bir karşıtlık oluşacağını anlatır ki, bu ayrılık zamanla benimsenir, nesiller boyu sürer ve kalıcı bir zafiyet haline gelir.

  1. İnşikâkın Mahiyeti: Ne Tür Bir Yarılma?

Bediüzzaman’ın kastettiği “inşikâk” sadece siyasî bir hizipleşme değildir. Daha derin, kimlik ve yöneliş temelli bir bölünmedir.
Bunu birkaç boyutta okuyabiliriz:

  1. İnanç ve Değerler Ayrılığı: Bir kısmın millî ve İslâmî değerlerde ısrar etmesi, diğer kısmın ise Batı tarzı seküler hayatı benimsemesi.
  2. Kültür ve Yaşam Tarzı Uyuşmazlığı: Giyimden sanata, eğitimden aile yapısına kadar iki ayrı dünya görüşünün çatışması.
  3. Siyasî ve İdeolojik Kutuplaşma: İki kesim, birbirini tamamlayacağı yerde, birbirini törpüleyen ve yıpratan güçler haline gelir.

III. İki Dağın Mizanı: Kuvvetin Sıfıra İnmesi

Bediüzzaman, bu bölünmeyi iki dağın mizan terazisinin iki kefesi gibi tasvir eder:
Eğer bir milletin yarısı diğer yarısına karşı durursa, milletin toplam kuvveti dışa karşı kullanılmaz; içte birbirini nötralize eder.
Bir batman ağırlık, bu iki kuvveti dengede tutup kolayca oynatabilir. Bu, dış güçlerin, iç çatışmaları kullanarak milleti istediği gibi yönlendirmesi anlamına gelir.

  1. Tarihî Örnekler

Osmanlı’nın Son Dönemi: Meşrutiyetçiler – Mutlakiyetçiler, İttihatçılar – Hürriyetçiler, Batıcılar – İslamcılar çekişmesi, dış müdahalelere davetiye çıkardı.

Cumhuriyet’in İlk Yılları: Laiklik-İslamcılık, köy-kent kültürü, batılılaşma-yerlileşme tartışmaları, milletin enerjisini içeride tüketti.

Günümüz: Siyasi kutuplaşma, kimlik tartışmaları, dinî ve ideolojik cepheleşmeler, aynı tehlikeyi sürdürmektedir.

  1. Hikmetli Değerlendirme

Milletin gücü, farklılıkların bir potada erimesiyle ortaya çıkar. Bu pota kırıldığında, parçalar birbirine batmaya başlar.
Kur’ân-ı Kerim, “Hepiniz Allah’ın ipine sımsıkı sarılın, ayrılığa düşmeyin” (Âl-i İmrân 103) ayetiyle, iç barışın medeniyetin temeli olduğunu bildirir.

Bu tesbit, bir **“sosyolojik alarm”**dır: Eğer bu inşikâk kalıcı hale gelirse, milletin ebedî zafiyeti olur.

  1. İbret ve Çıkış Yolu

Ortak Paydalar: Dil, tarih, kültür ve iman bağlarını öne çıkarmak.

Medeniyet Sentezi: Batı’nın ilmini, Doğu’nun hikmetiyle birleştirmek.

Siyasî Üslup: Fikir çatışmasını düşmanlığa dönüştürmemek.

Eğitim: Yeni nesle “biz” bilincini kazandırmak.

Özet:
“Ebedî kabil-i iltiyam olmamak” ifadesi, milletin içinde asla tam kapanmayacak bir yarılma tehlikesini ifade eder. Bu yarılma; inanç, kültür, ideoloji ve hayat tarzı ekseninde oluşabilir. Tarih, böyle bölünmelerin milleti dış müdahalelere açık hale getirdiğini göstermiştir. İbret odur ki, farklılıklar düşmanlık sebebi değil, güç birliği vesilesi yapılmadıkça, milletin enerjisi kendi içinde tükenir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Osmanlı’nın Batı’ya Yönelişi: Hikmet, Tarih ve İbret Penceresinden

Osmanlı’nın Batı’ya Yönelişi: Hikmet, Tarih ve İbret Penceresinden

Osmanlı Devleti, asırlar boyunca doğunun ilim, irfan ve hikmet mirasını taşıyan, batının ise korku ve hayranlıkla seyrettiği bir medeniyetin temsilcisi idi. Ancak zamanın rüzgârı 17. yüzyıldan itibaren farklı esmeye başladı. Yüzyıllarca kendi değerleriyle “veren el” olan Osmanlı, bir süre sonra Batı’dan “alan el” konumuna geçti. Bu yönelişin başlangıcı, sebepleri ve sonuçları, hem tarihî hem de ibretlik derslerle doludur.

  1. Başlangıç: Duraklama ve İlk Batı Teması

Osmanlı’nın Batı’ya yönelişi genellikle III. Selim ve II. Mahmud dönemleriyle anılır; ancak bunun kökleri daha geriye, Karlofça Antlaşması (1699) sonrasına dayanır.
Bu antlaşma ile Osmanlı ilk kez büyük toprak kayıplarını kabul etti. Artık “cihan devleti”nin zafer dönemi geride kalmış, Batı karşısında yenilgiler zinciri başlamıştı. Devlet adamları şu soruyla yüzleşti:

> “Biz nerede hata yaptık, onlar neyi doğru yaptı?”

Bu sorunun cevabını bulmak için Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi 1720’de Paris’e elçi olarak gönderildi. Dönüşünde yazdığı “Sefâretnâme”, Batı’nın bilim, teknik, şehircilik ve sosyal düzenini Osmanlı’ya tanıtan ilk ciddi belge oldu. Ancak bu raporlar o günün toplumunda “taklit mi, tedbir mi?” tartışmalarını başlattı.

  1. Sebepler: Neden Batı’ya Yönelindi?

Batı’ya yönelişin arkasında birkaç temel sebep vardı:

  1. Askerî Gerileme: Osmanlı ordusu, özellikle top ve tüfek teknolojisinde geri kalmıştı. Batı ise sanayi ve savaş tekniğinde hızla ilerliyordu.
  2. İlmî Durgunluk: Medreseler, içtihat ve ilmi gelişim kapılarını yavaş yavaş kapatmış, tekrarcı bir yapıya bürünmüştü.
  3. Ekonomik Baskı: Ticaret yollarının değişmesi, kapitülasyonların ağırlaştırılması Osmanlı ekonomisini Batı’ya bağımlı hâle getirdi.
  4. Siyasî Şok: Art arda gelen yenilgiler, Batı’nın üstünlüğünü kabul ettiren siyasi tablolar oluşturdu.

III. Yöntem: Batı’dan Ne ve Nasıl Alındı?

Batı’dan alınan şeyler üç ana başlıkta toplanabilir:

  1. Askerî Islahatlar: Nizam-ı Cedid (III. Selim), Sekban-ı Cedid ve Asakir-i Mansure-i Muhammediye (II. Mahmud) gibi yeni ordular kuruldu. Mühendishaneler açıldı.
  2. Teknik ve Bilim Transferi: Matbaa, modern haritacılık, denizcilik teknikleri ve tıbbi bilgi Batı’dan getirildi.
  3. Kurumsal Yenilikler: Posta, modern mektepler, yeni kanun düzenlemeleri ve Batı tarzı bürokrasi Osmanlı’ya girdi.

Fakat problem şuydu: Bu yenilikler çoğu zaman öz ile değil, şekil ile sınırlı kaldı.
Boylece;
> “Avrupa’dan fen ve sanat alınması gerekirken, sefahat ve rezaleti alındı.”

  1. Sonuçlar: Zafer mi, Zafiyet mi?

Osmanlı’nın Batı’ya yönelmesi iki yönlü bir miras bıraktı:

Olumlu Sonuçlar: Askerî teknik gelişti, modern okullar açıldı, bilim ve teknolojiye kısmen erişildi.

Olumsuz Sonuçlar: Batı’nın sadece tekniği değil, kültürel yozlaşması da alındı. Kendi kimliğinden uzaklaşma, toplumsal bölünme ve değer erozyonu başladı. “Alafranga” ve “alaturka” çatışması doğdu.

Bu süreçte Osmanlı, Batı’yı taklit ettikçe kendi köklerinden uzaklaştı; hem kendi irfanını hem de Batı’nın ilmini tam manasıyla birleştiremedi.

  1. Hikmetli Değerlendirme

Osmanlı’nın Batı’ya yönelmesi aslında “bilgi ve teknik” arayışının doğal bir sonucuydu. Fakat mesele “neyi” ve “nasıl” alacağımız sorusunda düğümlendi.
Mesele, Faydalı olanı almak, zararlı olandan sakınmak.
Eğer Batı’dan sadece ilim, teknik ve çalışkanlık alınsaydı; ahlâkî yozlaşma değil, medeniyet sentezi doğabilirdi.

  1. İbret

Tarih, bize şu gerçeği fısıldar:

Taklit, aslı yaşatmaz; ancak aslı bilenler yeniliği inşa eder.

Gücünü kaybeden, başkasının değerleriyle değil, kendi kökleriyle ayağa kalkar.

Medeniyet, teknoloji ile ahlâkın birleştiği yerde yeşerir.

Özet:
Osmanlı’nın Batı’ya yönelmesi, 18. yüzyıldan itibaren askerî ve ilmî gerilemenin bir sonucu olarak başladı. Karlofça sonrası elçilikler, teknik yenilikler ve kurumsal reformlar yapıldı; ancak Batı’dan sadece teknik değil, kültürel yozlaşma da taşındı. Neticede medeniyet sentezi yerine kimlik karmaşası doğdu. Bu süreç bize, başka medeniyetlerden faydalanırken köklerimizden kopmamamız gerektiğini öğretiyor.

*********

ÖLÇÜSÜZ TAKLİT

Sikke-i Tasdik-i Gaybî, Sekizinci Lem’a’da şöyle buyrulur:

> “Hakîkatli bir latîfe: Sultan Süleymân-ı Kanûnî, kesretli kırk çeşme sularını İstanbul’a getirdiği vakit, Şeyhül-İslâm Zembilli Ali Efendi ona demiş: ‘Hilâf-ı şeriat kanunları Avrupa’dan getirdiğin cihetle, İstanbul’a öyle bir bok sıçtın ki, o getirdiğin suların cümlesi üzerinden akıp geçse yüz senede temizleyemez.’”

  1. “Latife” Olarak Anlatım:

Bu söz, Bediüzzaman Hazretleri tarafından “latîfe” ifadesiyle aktarılmıştır; yani, sembolik ve mizahî bir üslupla ciddi bir eleştiri ihtiva eden bir anlatımdır.

  1. Şeriata Aykırı Kanunlara İhtar:

Zenbilli Ali Efendi, bu ifade ile doğrudan Sultan Süleyman’ın yaptığı hayrı küçümsemek değil, Avrupa’dan alınarak uygulanan örfî kanunların şeriat şartlarına muhalif olarak benimsenme eğilimini hicvetmiştir. Yani esas eleştiri, yeni kanun yapımında ölçüsüz taklit ve Kur’an-ı esas almama durumudur.

  1. Tarihi Tutarsızlık (Zaman Hatası):

Tarihî gerçek şu ki, Zembilli Ali Efendi 1526’da vefat ederken, Kırk Çeşme suyunun İstanbul’a getirilişi 1554 civarında gerçekleşmiştir. Bu durumda söz konusu olayın zamanlama olarak doğrudan Osmanlı kaynağı olmayan, risalede geçen bir “latîfe” niteliğinde olduğu açıktır. Yani bir tarihî olay olarak değil, düşündürücü bir uyarı ve sembol olarak değerlendirilmelidir.

  1. Fetvayı Uygulayıcı Makamın Cesur İkazı:

Zembilli Ali Efendi’nin padişaha açıkça bu şekilde tepki vermesi, ilmiye sınıfının (dinî makamların) otoritesinin ve bağımsız görüş ifade özgürlüğünün Osmanlı döneminde hâlâ ne kadar güçlü olduğuna işaret eder. Bu bakımdan, olayın formunda absurde kaçsa da ruhunda ciddi bir uyarı barındırdığı açıktır.

Özet Tablo: Hakikat ve Anlam

Kaynak Risale-i Nur — Sikke-i Tasdik-i Gaybî, Sekizinci Lem’a
İçerik Latîfe üslûbuyla şeriata aykırı kanun alımına yönelik güçlü bir eleştiri
Tarihî Gerçeklik Zamanlama tutarsız — sembolik anlatım olarak düşünülmeli
Anlam Avrupa’dan ithal kanunlarla şeriat ilkelerinin zedelenmesine dikkat çekme
İlmî ve Siyasi Boyut Şeyhül-İslâm’ın padişaha yüzüne karşı ikaz edebilmesi, dinî otoritenin gücünü gösterir

Sonuç:

Risale-i Nur’daki bu ifade gerçek bir tarihi olayı birebir yansıtmaz; fakat şeriatın dışında ve şüpheli örfî düzenlemelere karşı, soyut olarak verilen güçlü bir moral ve hukukî ikazdır. Sembolizm yoluyla, ileride benzer sapmaların musibet oluşturabileceğini anlatan manidar bir latîfedir.

*********

Zenbilli Ali Efendi Kanuni Sultan Süleyman’a şeyhülislamlık yapmıştır.
Kendisi II. Bayezid, Yavuz Sultan Selim ve Kanuni Sultan Süleyman dönemlerinde olmak üzere toplam 24 yıl bu görevde kalmıştır. Zenbilli Ali Efendi, Kanuni’nin hükümdarlığının ilk yıllarında şeyhülislamlık yapmış, 1526’da vefat edene kadar bu makamı korumuştur.
Kanuni döneminde Rodos’un fethine katılmış ve camiye çevrilen Saint Jean Katedrali’nde ilk cuma namazını kıldırmıştır. Aynı zamanda, padişahın kanun koyma yetkisini dahi dinin adalet anlayışı çerçevesinde dengelemesiyle tanınan, sözü geçen bir alimdir. Vefatından sonra yerine Ebussuud Efendi şeyhülislamlık makamına getirilmiştir.[1]

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

[1] Bak.
https://www.google.com/amp/s/sorularlarisale.com/kesretli-kirk-cesme-sularini-istanbula-getirdigi-vakit-seyhulislam-zenbilli-ali-efendi-ona-demis-burada-seyhulislam%3famp

https://www.google.com/amp/s/sorularlarisale.com/hilaf-i-seriat-kanunlari-avrupadan-getirdigin-cihetle-istanbula-oyle-bir-bok-sictin-ki-o-getirdigin-sularin-cumlesi%3famp

 




Gazete Manşetlerinin Düşündürdükleri: Gazze’nin Acısı ve İBB’nin Rüşvet Skandalı

Gazete Manşetlerinin Düşündürdükleri: Gazze’nin Acısı ve İBB’nin Rüşvet Skandalı

Bugün gazete manşetlerine göz gezdirdiğimizde iki ana konunun ağırlıklı olarak yer kapladığını görüyoruz:
İsrail’in Gazze’ye yönelik insanlık dışı saldırıları ve
İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) bünyesindeki rüşvet skandalı.
Farklı gazetelerin bu iki olayı ele alış biçimleri, hem güncel siyasi ve toplumsal durumu yansıtıyor hem de okuyucuya derinlemesine düşünme fırsatı sunuyor.

Gazze konusu, özellikle “Doğru Haber” ve “Yeni Şafak” gibi gazetelerde büyük puntolarla, yürekleri burkan başlıklarla ele alınmış. “Doğru Haber”in “Soykırımı Durdurun!” manşeti, olayın vahametini ve aciliyetini anlatırken, “Yeni Şafak”ın “Bu Zalimleri Kim Durduracak?” başlığı, sadece durumu tesbit etmekle kalmıyor, aynı zamanda uluslararası topluma bir çağrı niteliği taşıyor.
Bu manşetler, Gazze’deki masum insanların yaşadığı dramı, sadece bir haber konusu olmaktan çıkarıp, vicdani bir mesele haline getiriyor. Gazetelerin bu duyarlılığı, okuyucuyu Gazze’deki trajediye karşı kayıtsız kalmamaya ve bir vicdan muhasebesi yapmaya davet ediyor.

Öte yandan, “Akit,” “Milat,” “Sabah” ve “Yeni Şafak” gibi gazeteler, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ndeki rüşvet skandalını gündeme taşıyor. “Akit”in “Ekrem Jetle, Adamları Poşetle” manşeti, skandalı ironik ve çarpıcı bir dille özetlerken, “Sabah”ın “İBB’de Rüşvet Poşetlere Sığmadı” başlığı, olayın boyutunun ne kadar büyük olduğunu gözler önüne seriyor. Bu manşetler, sadece bir yolsuzluk haberini değil, aynı zamanda kamu kaynaklarının nasıl hoyratça kullanıldığını ve güvenin nasıl sarsıldığını da işaret ediyor.

Skandalın detayları, kamuoyunda derin bir hayal kırıklığına ve siyasete olan güvenin sorgulanmasına yol açıyor.
Bu iki olayın aynı günün manşetlerinde yer alması, aslında modern dünyanın çarpıcı bir portresini sunuyor. Bir yanda uluslararası bir krizin, insanlık trajedisinin en şiddetli hali yaşanırken, diğer yanda ülke içinde kamu vicdanını yaralayan bir yolsuzluk skandalı patlak veriyor. Bu durum, bize hem küresel hem de yerel düzeyde ahlaki değerlerin ne kadar önemli olduğunu bir kez daha hatırlatıyor.
Gazze’deki acı, uluslararası hukukun ve insan haklarının ne denli kolayca çiğnenebildiğini gösterirken, İBB’deki rüşvet skandalı, yerel yönetimlerde şeffaflık ve hesap verebilirliğin ne kadar hayati olduğunu ortaya koyuyor.

Bu manşetler, sadece günün haberlerini değil, aynı zamanda geleceğe dair ibretli dersler de barındırıyor. Gazze’deki trajedi, insanlığın ortak bir vicdan etrafında birleşmesinin ne kadar elzem olduğunu gösterirken, İBB’deki skandal, siyasette temiz ellerin ve dürüst yönetimin ne kadar değerli olduğunu hatırlatıyor. Her iki olay da, bize daha adil, daha vicdanlı ve daha dürüst bir dünya inşa etme sorumluluğunu yüklüyor. Gazete manşetlerinin düşündürdükleri, bu tarihi ve ibretli dersleri göz ardı etmememiz gerektiğini haykırıyor.

**********

Özet

Günün gazete manşetlerinde iki olay öne çıkıyor:

  1. Gazze’deki trajedi – İsrail’in insanlık dışı saldırıları, özellikle “Doğru Haber” ve “Yeni Şafak” tarafından vicdan çağrısı yapan başlıklarla duyuruluyor.
  2. İBB rüşvet skandalı – “Akit”, “Sabah” gibi gazeteler olayı çarpıcı başlıklarla gündeme taşıyor.

Bu iki olayın aynı anda manşetlerde yer alması, hem küresel hem yerel ahlaki krizleri gözler önüne seriyor. Gazze örneği, insan haklarının nasıl kolay çiğnendiğini; İBB örneği ise yerel yönetimlerde şeffaflık ve dürüstlük ihtiyacını hatırlatıyor. Ortak mesaj: Vicdan, adalet ve dürüstlük hem uluslararası hem de yerel düzeyde vazgeçilmezdir.

Tarihî ve Kur’ânî Bağlantı: Şuayb Peygamber ve Tartıda Hile

Kur’ân-ı Kerim’de Medyen halkına gönderilen Şuayb Peygamber (a.s.), özellikle tartıda ve ölçüde hile yapan, ticarette aldatıcı, ahlaki çöküntü içindeki toplumuna şu çağrıyı yapmıştı:

> “Ölçüyü ve tartıyı tam yapın, insanların eşyasını eksiltmeyin. Yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın.” (A’râf, 85)

Ancak Medyen halkı, hem ekonomik yolsuzluk hem de toplumsal ahlaksızlık içinde ısrar etti. Kazancı putlaştırdılar, adaleti rafa kaldırdılar, yöneticiler haksızlığa göz yumdu. Neticede, şiddetli bir sarsıntı (racfe) ile helak edildiler (A’râf, 91).

Yolsuzluk ile Helak Arasındaki Benzerlik

Gazze olayı, güç sahiplerinin zulmünü, masumların kanını hiçe saymasını gösteriyor. Bu, Kur’ân’da “yeryüzünde fesat çıkarmak” olarak nitelenen suçun en büyüğüdür.

İBB rüşvet skandalı, Şuayb (a.s.) kavminin ölçü ve tartıda hile yapmasına benzer bir kamu malını eksiltme suçudur. Farkı şu ki: Tartı hilesi bir terazide olur, rüşvet hilesi ise kamu bütçesinde. Ama ikisi de “emanete ihanet”tir.

Tarih boyunca milletlerin çöküş sebepleri arasında ahlaki yozlaşma ve yolsuzluk en başta gelir. Roma’nın, Endülüs’ün, Osmanlı’nın bazı dönemlerinde ahlakın bozulması ve rüşvetin yayılması, devletin çözülmesini hızlandırmıştır.

Kur’ân’dan İkaz

> “Ey iman edenler! Birbirinizin mallarını batıl yollarla yemeyin. Ancak karşılıklı rıza ile yapılan ticaret müstesna. Kendinizi öldürmeyin. Allah size karşı çok merhametlidir.” (Nisâ, 29)

> “Ölçü ve tartıda haksızlık edenlerin vay haline!” (Mutaffifîn, 1)

Bu ayetler gösteriyor ki, ister terazide, ister kamu ihalesinde, ister diplomatik ilişkide olsun; hile, yolsuzluk ve zulüm Allah katında büyük günah ve toplumsal felaket sebebidir.

Sonuç ve İbret

Gazze’nin acısı ve İBB skandalı, iki farklı sahnede aynı hakikati gösteriyor: Zulüm ve yolsuzluk, toplumu da devleti de çökerten zehirdir. Şuayb (a.s.)’ın kavmi bu zehrin pençesinde helak oldu. Bugün bizler, aynı akıbeti yaşamamak için adalet, dürüstlük ve emanete riayeti yeniden ihya etmek zorundayız.

**********

Gazze’den Medyen’e: Zulüm ve Yolsuzluğun Ortak Sonu

Günün gazete manşetleri, iki farklı ama aynı kökten beslenen büyük ahlaki çöküşü gözler önüne seriyor:

Gazze’deki insanlık dramı – Masum halkın bombalar altında yaşam mücadelesi.

İstanbul’daki rüşvet skandalı – Kamu malının hoyratça talanı ve emanete ihanet.

Biri küresel bir zulüm, diğeri yerel bir yolsuzluk… Ama ikisinin de kaynağı aynı: Ahlaki değerlerin çökmesi, adaletin yok sayılması ve menfaatin ilah hâline getirilmesi.

Tarihî ve Kur’ânî Perspektif

Kur’ân-ı Kerim’de Şuayb Peygamber’in (a.s.) kıssası, bu iki olayın ortak noktasını ortaya koyar. Medyen halkı, ticarette ölçü ve tartıyı eksiltir, insanların hakkını gasp eder, yeryüzünde fesat çıkarırdı. Şuayb (a.s.) onları uyardı:

> “Ölçüyü ve tartıyı tam yapın, insanların hakkını eksiltmeyin, yeryüzünde bozgunculuk yapmayın.” (A’râf, 85)

Ama halk ısrarla zulme devam etti. Neticede şiddetli bir sarsıntı ile helak oldular (A’râf, 91).

Buradaki ölçü ve tartı hilesi, sadece terazide gram eksiltmek değildir; bugün bu, ihale oyunlarıyla, rüşvetle, kamu malını kişisel çıkar için kullanmakla aynı anlama gelir. Zulüm ise sadece savaş meydanlarında değil; adaletin çiğnendiği her yerde ortaya çıkar.

Gazze ile Medyen’in Ortak Noktası

Gazze’deki zulüm, Kur’ân’da “yeryüzünde fesat çıkarmak” olarak nitelenen büyük bir suçtur.

İBB skandalı, kamu malını çalmak, emanete ihanet etmek ve toplumsal güveni yok etmektir.
Her iki durumda da güç sahipleri kendi çıkarları uğruna halkın hakkını gasp etmekte, adaleti ayaklar altına almaktadır.

Tarih Boyunca İbretler

Tarih, yolsuzluğun ve zulmün sonunun çöküş olduğunu tekrar tekrar göstermiştir:

Roma İmparatorluğu, ahlaki yozlaşma ve rüşvetle çöktü.

Endülüs, iç fitneler ve emanetin zedelenmesiyle zayıfladı.

Osmanlı’nın son dönemlerinde yolsuzluk, devleti zayıflatan faktörlerden biri oldu.

Kur’ân’dan Uyarılar

> “Ey iman edenler! Birbirinizin mallarını batıl yollarla yemeyin…” (Nisâ, 29)
“Ölçü ve tartıda haksızlık edenlerin vay haline!” (Mutaffifîn, 1)

Kur’ân’a göre, ister savaşta zulüm, ister ticarette hile olsun; her ikisi de Allah’ın gazabına yol açan büyük suçlardır.

Sonuç ve Davet

Gazze’nin acısı bize insanlığın vicdanını; İBB skandalı ise ülkemizin ahlaki değerlerini sorgulatıyor. İkisi de bize daha adil, daha dürüst ve daha vicdanlı bir düzen inşa etme zorunluluğunu hatırlatıyor.

Bugün bizler, Şuayb (a.s.)’ın kavminin helak sebeplerinden ders almalı, emaneti korumak, adaleti tesis etmek ve haksız kazançtan uzak durmak için üzerimize düşeni yapmalıyız.

“Tartıda hile yapan toplum çöker; zulüm eden devlet yıkılır. Gazze’nin gözyaşı ile İstanbul’daki rüşvet aynı kitabın uyarısında buluşuyor.”

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




NURLU HAKİKATLER – 3 –

NURLU HAKİKATLER  – 3 –

  1. Zerrelerden Gelen Ses: Tevhidin Dili

Bediüzzaman Said Nursi’nin, “Herbir zerre, mebde’-i hareketinde lisan-ı hal ile ‘Ben, Allah’ın namıyla, hesabıyla, ismiyle, izniyle, kuvvetiyle hareket ediyorum.’ der.” sözü, kâinatın derin bir tevhidi dili olduğunu ifade eder. Bu söz, en küçük atomdan en büyük galaksiye kadar, evrendeki her zerrenin hareketinin ve varlığının tesadüfî olmadığını, aksine sonsuz bir ilim, irade ve kudret sahibi olan Allah’ın kontrolünde gerçekleştiğini anlatır.

Makale, bu sözden hareketle, modern bilimin de ulaştığı evrendeki düzen ve ahenk gerçeğini ele alır. Bir elektronun çekirdek etrafındaki dönüşünden, bir gezegenin yörüngesindeki seyrine, bir çiçeğin açmasından bir canlının büyümesine kadar her olay, kendi başına değil, ilahi bir emir ve kanun dairesinde meydana gelir. Bu, kâinatın bir kaos değil, aksine her zerresinde bir düzenin ve hikmetin hüküm sürdüğü bir kitap olduğunu gösterir. İnsan, bu ‘lisan-ı hal’i işitebildiği takdirde, varlık âlemindeki her hareketin, Yaratıcı’yı işaret ettiğini idrak eder ve tevhid inancı, sadece bir soyut kabul olmaktan çıkar, somut bir hakikate dönüşür. Bu durum, insanı derin bir tefekküre ve Yaratıcı’ya karşı saygıya sevk eder.

  1. Gaflet Uykusundan Uyanmak: Sonsuz Hayata Hazırlık

İnsanın bu dünyadaki varoluş gayesini ve ahiret inancının önemi ile ilgili olarak;”Size böyle nimet eden bir zât, sizi başıboş bırakmaz ki, kabre girip kalkmamak üzere yatasınız.” ve “Başını kaldır, kendini tanıttırmak isteyen faal ve kudretli bir Zâtın hârika işlerine bak! Sen başıboş olmadığın gibi, bu hâdiseler de başıboş olamazlar.” ifadeleri, kâinattaki mükemmel düzenin, tesadüflerle açıklanamayacağını ve bu düzenin Yaratıcısı’nın insanı başıboş bırakmayacağını anlatır.

Makale, bu iki sözü bir araya getirerek, insanın sorumluluğuna ve ahiret inancının mantıksal zeminine odaklanır. Bir yandan, etrafımızdaki nimetlerin (yeme, içme, duyular) varlığı, bir “nimet veren”in varlığını gösterir. Bu nimetlerin karşılığında, insanın hiçbir sorumluluğu olmadan yok olup gideceğini düşünmek, hem akla hem de bu nimetlerin hikmetine aykırıdır. Diğer yandan, gökyüzündeki şimşekler, depremler, volkanlar gibi “hârika işler”, kâinatın faal ve kudretli bir Zat tarafından yönetildiğini gösterir. Bu Zat’ın insanı da başıboş bırakmayacağı, dolayısıyla ölümden sonra bir hesap gününün olacağı fikri, derin bir ibret ve düşünce kaynağıdır. Bu düşünce, insanı gaflet uykusundan uyandırır ve hayatını daha anlamlı, daha sorumlu bir şekilde yaşamaya yöneltir.

III. Şeytanın Hilesi ve İstiğfarın Kalkanı

“Şeytanın en büyük desisesi, insana kusurunu itiraf ettirmemesidir.-ta ki istiğfar ve istiaze yolunu kapatsın-.” sözü, nefis terbiyesi ve manevi arınma sürecine dair önemli bir hikmet sunar. Bu söz, şeytanın insanı yanıltmak için en sık başvurduğu yöntemin, onu hatalarını görmezden gelmeye veya meşrulaştırmaya ikna etmek olduğunu belirtir. Çünkü bir insan kusurunu itiraf etmediği sürece, af dileme (istiğfar) ve sığınma (istiaze) kapılarını da kapatmış olur.

Makale, bu sözün psikolojik ve manevi derinliğini ele alır. İnsan fıtratında, kendi hatalarını görmeme veya başkalarını suçlama eğilimi vardır. Şeytan, bu eğilimi kullanarak insanı tövbe kapısından uzaklaştırır. Oysa kusurunu itiraf etmek, sadece bir pişmanlık belirtisi değil, aynı zamanda nefsin kibir ve gururundan arınma ve Yaratıcı’ya karşı acizliğini kabul etme eylemidir. İstiğfar ve istiaze, bu açıdan, insanın manevi kalkanıdır; Allah’a sığınarak, nefsin ve şeytanın tuzaklarından korunmanın bir yoludur. Bu söz, insana sürekli bir iç muhasebe yapma, hatalarını kabul etme ve daima Allah’a sığınma çağrısında bulunur.

  1. Kâinat Bir Şeceredir: İnsanın Yaratılıştaki Yeri

“İ’lem eyyühe’l-aziz! Kâinat bir şeceredir. Anâsır onun dallarıdır. Nebatat yapraklarıdır. Hayvanat onun çiçekleridir. İnsanlar onun semereleridir.” sözü, kâinatın organik bir bütünlüğünü ve insanın bu bütün içindeki özel yerini hikmetli ve edebi bir dille anlatır. Kâinat, köklü bir ağaca (şecere) benzetilir. Cansız elementler (anâsır) dalları, bitkiler (nebatat) yaprakları, hayvanlar (hayvanat) çiçekleri ve insanlar ise bu ağacın en kıymetli meyveleri (semere) olarak tasvir edilir.

Makale, bu teşbihin hikmetini ele alarak, insanın yaratılıştaki üstün konumunu ve sorumluluğunu anlatır. İnsan, sadece bu ağacın bir parçası değil, aynı zamanda onun varoluş gayesidir. Diğer tüm varlıklar, insanın hizmetine verilmiş, onun için birer nimet ve ibret levhası kılınmıştır. Bu düşünce, insana büyük bir onur ve sorumluluk yükler. İnsan, bu ağacın meyvesi olarak, yaratılışın gayesini anlamak, Yaratıcı’sını tanımak ve O’na kulluk etmekle yükümlüdür. Bu söz, aynı zamanda, tabiata ve diğer canlılara karşı merhametli ve bilinçli bir yaklaşımın da gerekliliğini düşündürür.

Özet
Bu makale, Risale-i Nur’dan iktibas edilen hikmetli sözleri, tevhid, ahiret, nefis ve insanın kâinattaki yeri açısından ele almaktadır. Her zerrenin Yaratıcı’yı tesbih ettiğini (tevhid), insanın bu dünyada başıboş bırakılmadığını ve ahirete hazırlanması gerektiğini, şeytanın en büyük hilesinin insana kusurunu unutturmak olduğunu ve bu durumun istiğfar kapısını kapattığını ve kâinatın bir ağaç gibi olduğu bu ağacın en değerli meyvesinin ise insan olduğunu anlatmaktadır. Her bir söz, birbiriyle bütünleşerek, insanın varoluşunu, sorumluluklarını ve manevi arınma yollarını ele alan derin bir dünya görüşü sunmaktadır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




NURLU HAKİKATLER -2-

NURLU HAKİKATLER -2-

  1. Zulüm ve Adalet: Beşerin Kudreti ve Kaderin Hükmü

“Beşer zulmeder; Kader adalet eder.” sözü, insanlık tarihinin en kadim ve en önemli meselelerinden biri olan zulüm ve adalet dengesine dair çarpıcı bir tesbittir. Bu söz, insanın (beşerin) kendi iradesiyle zulme meyledebilme potansiyeline dikkat çekerken, evrenin ve hayatın işleyişini düzenleyen ilahi bir kanun olan kaderin ise her zaman adaleti tecelli ettireceğini anlatır.
Makale, bu sözü tarihi ve ibretli örneklerle zenginleştirir. Tarih, Firavunlar, Nemrutlar, zalim krallar ve diktatörlerle doludur. Bunların her biri, kendi güçlerine güvenerek zulmetmiş, masumların kanını akıtmış, hakları çiğnemiştir. Ancak tarih, aynı zamanda bu zalimlerin sonlarının nasıl hüsranla bittiğini de kaydetmiştir. Zalimin kudreti, bir nehir gibi akıp giden zamanın karşısında duramamış, kaderin adaleti mutlaka tecelli etmiştir. Bu söz, zulme uğrayan mazlumlar için bir teselli ve umut kaynağı olurken, zalimler için ise bir uyarı niteliği taşır. İnsana düşen, kendi iradesini adalet ve hakkaniyet yolunda kullanmak, beşerin zulmüne karşı kadere teslim olup neticenin mutlaka hayır olacağına inanmaktır.

  1. Zamanın Ayracı: Gerçek İnsan ve Oyunbozanlar

“Zaman en güzel ayraçtır. Ayırır insan olanı da, insanla oynayanı da.” sözü, edebi ve düşündürücü bir şekilde insan karakterinin en nihayetinde ortaya çıkacağını ifade eder. Bu söz, ilişkilerde, dostluklarda ve genel olarak hayatta, insanların gerçek niyetlerinin, samimiyetlerinin ve karakterlerinin hemen anlaşılamayabileceğini, ancak zamanın geçmesiyle birlikte gerçeklerin su yüzüne çıkacağını anlatır.

Makale, bu sözden yola çıkarak, insan ilişkilerinin karmaşıklığını ve zamanın bu ilişkilerdeki rolünü irdeler. Başlangıçta samimi görünen bir dostluk, çıkar ve menfaatler çatıştığında bozulabilir. Kendini iyi ve dürüst gösteren bir kişi, zamanla gerçek yüzünü, yani ‘insanla oynayan’ yönünü ortaya koyabilir. Zaman, bir süzgeç görevi görerek, sahte ve yapmacık olanı ayıklayıp, özü sözü bir olan, karakteri sağlam ve insanlığa yakışır bir duruş sergileyen ‘insan olanı’ ortaya çıkarır. Bu söz, insanlara, sabırlı olmaları, ilişkilerini aceleyle değerlendirmemeleri ve zamanın her şeyin en iyi şahidi olduğunu hatırlatır.

III. Şirk Yolu: Akla ve Fıtrata Aykırı Bir Sapma

“Şirk yolu; tarîk-ı haktan ve tevhid yolundan yüz bin defa daha müşkülâtlıdır, nihayet derecede gayr-ı makûldür.” sözü, tevhidin (Allah’ın birliği) akıl ve mantık açısından ne kadar kolay ve doğru bir yol olduğunu, şirkin (Allah’a ortak koşma) ise ne kadar karmaşık ve akıldışı olduğunu anlatır. Bu söz, Mektubat’tan alınarak, Risale-i Nur’un ana düşüncesini oluşturan tevhidi isbatın bir özetidir.

Makale, bu sözün hikmetini, tevhidin getirdiği sade ve güçlü dünya görüşü ile şirkin sebep olduğu karmaşa ve kafa karışıklığı arasındaki karşıtlık üzerinden açıklar. Tevhid, tüm varlık âleminin tek bir Yaratıcı’dan geldiğini kabul ederek, evreni anlaşılır ve düzenli bir bütün haline getirir. Oysa şirk, her olaya farklı bir ilahın müdahil olduğunu düşünerek, kâinatı birbiriyle çatışan güçlerin arenası haline getirir. Bu, hem akıl için yorucu ve karmaşık hem de ruhen insanı tatmin etmekten uzaktır.

Makale, bu sözden hareketle, tevhidin sadece bir inanç esası değil, aynı zamanda insanın fıtratına ve aklına en uygun yaşam biçimi olduğunu, şirkin ise insanı kendi içinde bile çıkmazlara sürükleyen bir sapma olduğunu düşündürür.

  1. Takva: Bu Asrın Sığınak ve Kalkanı

“Bu zamanda tahribat ve menfi cereyan dehşetlendiği için, takva bu tahribata karşı en büyük esastır. Farzları yapan, kebireleri işlemeyen, kurtulur.” sözü, çağımızın manevi zorluklarına karşı bir reçete sunar. Bediüzzaman Said Nursi, modern çağın getirdiği olumsuz akımların (menfi cereyan) ve manevi tahribatın dehşet verici boyutlara ulaştığını tesbit eder ve bu duruma karşı en büyük korunma yolunun “takva” olduğunu belirtir.

Makale, takvanın sadece bir korku hali olmadığını, aksine bilinçli bir yaşam biçimi, Allah’ın emirlerine uyma ve yasaklarından kaçınma çabası olduğunu açıklar. Bu çağda, imanı sarsacak, ahlakı bozacak nice akımların ve fitnelerin varlığı, insanın manevi kalesini güçlendirme ihtiyacını doğurur.

Sözde belirtilen “farzları yapmak” (namaz, oruç vb.) ve “kebireleri (büyük günahları) işlememek” ise bu takvanın en temel ve kurtuluşa götüren pratik adımlarıdır. Bu makale, takvanın, bir korku duvarı değil, aksine modern çağın olumsuz etkilerine karşı sağlam bir sığınak ve manevi bir kalkan olduğunu, bu temel prensiplere bağlı kalmanın, zor zamanlarda dahi doğru yolda kalmanın en güvenli yolu olduğunu düşündürür.

  1. Kur’an-ı Kerim: Kalplerin Şifası ve Ruhların Terbiyecisi

“Kur’an-ı Kerim bütün insanlara rahmettir. Çünkü herbir insanın şu hakikî âlemden kendisine mahsus hayalî bir âlemi olduğu gibi, herkes kendi meşrebine göre Kur’an’dan fehm ve iktibas ettiği (hâfızasında) kendisine has bir Kur’an’ı vardır ki, onun ruhunu terbiye, kalbini tedavi eder.” sözü, Kur’an’ın evrensel ve kişisel boyutuna dair enfes bir edebi ve hikmetli bakış açısı sunar. Kur’an, bütün insanlığa gönderilmiş bir rahmet kaynağı olmakla birlikte, her bir bireyin kendi iç dünyasına, kendi anlayış ve meşrebine göre farklı bir şekilde hitap ettiğini belirtir.

Makale, Kur’an’ın bu çok katmanlı yapısını ele alır. Herkes, Kur’an’ı kendi hayat tecrübesi, bilgisi ve manevi seviyesine göre farklı bir şekilde anlar ve ondan farklı dersler çıkarır. Bu, Kur’an’ın canlı ve dinamik bir kitap olduğunu, sadece geçmişe ait tarihi bir metin olmadığını, aksine her zaman ve her yerde insanlara hitap eden bir rehber olduğunu gösterir.
Makale, bu sözü, Kur’an’ın ruhları terbiye etme ve kalpleri tedavi etme özelliğini anlatarak tamamlar. Kur’an, bir ilacın her hastaya farklı bir şekilde etki etmesi gibi, her insanın manevi hastalığına, sıkıntısına ve ihtiyacına göre bir şifa kaynağıdır.

Özet
Bu makale, beş farklı sözü bir araya getirerek, insanın hayatına dair derinlikli bir bakış sunmaktadır. “Beşer zulmeder; Kader adalet eder” sözüyle zulme karşı adaletin, “Zaman en güzel ayraçtır” sözüyle insan ilişkilerinde sabrın, “Şirk yolu… gayr-ı makûldür” sözüyle tevhidi imanın mantıksal üstünlüğünün, “Takva bu tahribata karşı en büyük esastır” sözüyle modern çağın zorluklarına karşı manevi korunmanın ve son olarak “Kur’an-ı Kerim bütün insanlara rahmettir” sözüyle de Kur’an’ın evrensel ve kişisel bir şifa kaynağı olduğunun altı çizilmektedir. Her bir söz, birbirinden bağımsız konuları ele alsa da, hepsi insanın hayatına anlam katma, doğru yolu bulma ve manevi olarak yükselme hedefine hizmet etmektedir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




NURLU HAKİKATLER -1-

NURLU HAKİKATLER -1-

  1. İhlâs ve Rıza-yı İlâhî: Kulluğun Özü ve Yüce Hedefi

“Madem çok sevap istersin; ihlâsı esas tut ve yalnız rıza-yı İlâhîyi düşün.” sözü, ibadet ve amellerin kabulünün temel şartı olan ihlas mefhumunu ele almaktadır. Bediüzzaman Said Nursi’nin bu hikmetli sözü, ibadetlerin ve iyiliklerin sadece Allah’ın rızasını kazanmak amacıyla yapılması gerektiğini anlatır. Sevap, Cennet, şan ve şöhret gibi dünyevi veya uhrevi beklentiler, ancak bu yüce amacın birer neticesi olarak düşünülmelidir. İhlâs, yapılan her ameli gösterişten, riyadan ve her türlü dünyevi kaygıdan arındırarak, sadece ve sadece Allah’a has kılmaktır.

Makale, bu sözden hareketle ihlasın manevi hayattaki merkeziyetini işler. İhlâslı bir amel, küçük dahi olsa, büyük bir sevap kapısı açarken, gösteriş için yapılan büyük ameller bile boşa gidebilir. Bu, Müslüman’ın hayatının her alanına sirayet etmesi gereken bir prensiptir. Bir iyilik yaparken, bir namaz kılarken, bir söz söylerken, kalpte sadece Allah’ın rızasını gözetmek, ruhu arındırır ve amelleri bereketlendirir. Bu ibretli ders, insanın sadece dışarıdan görünen amellerine değil, kalbinin derinliklerindeki niyetine de odaklanması gerektiğini düşündürür.

  1. Hz. Muhammed (A.S.M.): Tevhidin Şahidi ve Delili
    “Öyle bir Allah ki, vücub-u vücuduna ve Vâhid, Ehad, Ferd, Samed olduğuna Hazret-i Muhammed (A.S.M.) bir şahid-i sadık ve bir bürhan-ı nâtıktır.” sözü, İslam’ın temel direği olan tevhid inancının isbatında Hz. Peygamber’in (s.a.v.) oynadığı eşsiz rolü anlatır. Vücub-u vücut, Allah’ın varlığının zorunluluğu; Vâhid, Ehad, Ferd, Samed ise Allah’ın birliğini, eşsizliğini ve her şeyin O’na muhtaç olduğunu ifade eden sıfatlarıdır. Hz. Peygamber (s.a.v.) bu hakikatlerin en sadık şahidi ve en açık delilidir.
    Makale, bu sözü tarihi ve edebi bir yaklaşımla işler. Hz. Muhammed’in (s.a.v.) hayatı, bir beşer olarak sergilediği yüksek ahlak, peygamber olarak getirdiği evrensel mesaj ve gerçekleştirdiği mucizelerle, Allah’ın varlığına ve birliğine en güçlü delil olmuştur. O, yalan söylemeyen, güvenilir bir şahit (şahid-i sadık) olarak, Allah’tan getirdiği vahyi eksiksiz ve dosdoğru bir şekilde insanlığa ulaştırmıştır. Kâinatın sessiz delilleri ve mantığın gereği olan tevhid inancı, onun “konuşan delili” (bürhan-ı nâtık) ile kemale ermiştir. Bu söz, her Müslüman’a, tevhidin sadece akli bir kabul değil, aynı zamanda Hz. Peygamber’in (s.a.v.) hayatıyla tasdik edilmiş somut bir gerçeklik olduğunu hatırlatır.

III. İman ve Tövbe: Kalbin Tedavisi ve Günahlardan Arınma

İman ve tövbeye dair sözler, manevi hayatın iki temel direğini bir araya getirir. “İman etmek: Kur’an-ı Azîmüşşan’ın ders verdiği gibi, O Hâlık-ı sıfatı ile, isimleri ile umum kâinatın şehadetine istinaden kalben tasdik etmek ve elçileriyle gönderdiği emirleri tanımak; ve günah ve emre muhalefet ettiği vakit, kalben tövbe ve nedamet etmek iledir.” ifadesi, imanın sadece bir kelime olmadığını, aynı zamanda kainatın şahitliğiyle desteklenen bir kalp tasdiki ve Yaratıcı’nın emirlerine boyun eğme olduğunu anlatır. İman, tövbe ve pişmanlık ile tamamlanır. “Büyük günahları serbest işleyip istiğfar etmemek ve aldırmamak, o imandan hissesi olmadığına delildir.” kısmı ise, imanın eylemle ve vicdani bir hassasiyetle bütünleşmesi gerektiğini anlatır.

Makale, bu sözleri derinlemesine analiz ederek, imanın pasif bir inançtan öte, aktif bir duruş ve vicdan muhasebesi olduğunu gösterir. Gerçek iman, insanı günahlara karşı duyarlı hale getirir ve hata yaptığında pişmanlık duyarak tövbe etmeye sevk eder. Bu, kalbin bir nevi tedavisi ve ruhun arınmasıdır. Bir insan, günahları umursamadan yaşamaya devam ediyorsa, bu durum onun imanının zayıf olduğuna, hatta imandan nasibinin olmadığına dair bir ibret levhası olarak kabul edilir. Bu makale, imanın sadece sözde kalmaması, kalp ve eylem bütünlüğünü gerektirmesi gerektiğini düşündürür.

  1. Siyasi Olanı Değil, Akl-ı Selimi Öğütlemek

Tur Suresi’nin 29. ayeti olan “(Ey Muhammed!) Sen öğüt ver; sen Rabbinin nimeti sayesinde, ne bir kahinsin ne de bir deli.” sözü, Hz. Peygamber’in (s.a.v.) görevinin mahiyetini ve üslubunu açıklar. Ayet, Peygamber’in tebliğ metodunun sadece öğüt vermek olduğunu, bu öğütlerin de kendi kişisel kapasitesinden değil, Rabbinden gelen bir nimet (vahiy) sayesinde olduğunu belirtir. Bu, onun bir falcı (kahin) ya da akli dengesi yerinde olmayan (deli) birisi olmadığını kesin bir dille ifade eder.

Makale, bu ayetin hikmetini, İslam tebliğindeki doğru üslubun bir örneği olarak ele alır. Hz. Peygamber (s.a.v.), tebliğinde insanları zorlamamış, onlara baskı yapmamış, sadece Rabbinin vahyini, hikmet ve güzel öğütle ulaştırmıştır. Bu, tüm müslümanlar için bir rehberdir. İslam, akıl ve kalp yoluyla kabul edilmesi gereken bir dindir; zorlamayla, baskıyla ve siyasi güçle yayılan bir ideoloji değildir. Bu ayet, İslam davetçilerine, muhataplarına karşı sabırlı, merhametli ve ikna edici bir dil kullanmaları gerektiğini düşündürür.

  1. Tarikat ve Hakikat: İmanî Gerçekliklerin İnkişafı

“Bütün tarikatların müntehası ve en büyük maksadları, hakaik-i imaniyenin inkişafıdır.” sözü, tasavvufi yolların (tarikatların) temel gayesini çok açık bir şekilde ortaya koyar. Bu söz, tarikatların asıl amacının, insanın iman hakikatlerini (hakaik-i imaniyenin) keşfetmesi ve bu hakikatleri daha derinlemesine idrak etmesi olduğunu belirtir. Tarikat, bu yolda bir araçtır, bir yöntemdir; asıl hedef ise imanın hakiki manada yaşanmasıdır.

Makale, bu sözü tasavvuf tarihinden ve edebiyatından örneklerle destekler. Birçok mutasavvıf, manevi yolda ilerlerken, Allah’ın varlığına, birliğine, isim ve sıfatlarına dair iman hakikatlerini daha yakından hissetmiş ve bu hisleri şiirlerle, hikmetli sözlerle dile getirmiştir. Tarikatlar, zikir, tefekkür, riyazat gibi yöntemlerle bu imanî gerçekliklerin kişide inkişaf etmesini, yani açığa çıkmasını, çiçeklenmesini hedefler. Bu makale, tarikatların zahiri ritüellerinden ziyade, dahili ve manevi dönüşüme odaklanan, imanı güçlendiren bir yol olduğunu düşündürür.

Özet
Bu makale, resimlerdeki beş farklı sözü birbiriyle uyumlu bir şekilde ele almaktadır. “İhlâs ve Rıza-yı İlâhî” sözüyle amellerin temel şartı olan ihlas, “Hz. Muhammed (A.S.M.)” sözüyle tevhidin en büyük şahidi ve delili, “İman ve Tövbe” sözüyle imanın kalp tasdiki ve amelle bütünlüğü, “Tur Suresi” ayetiyle tebliğde doğru üslup ve “Tarikat” sözüyle manevi yolların hakiki gayesi işlenmiştir. Her bir konu, İslam’ın temel prensiplerini, insanın manevi hayatını ve Yaratıcı ile olan ilişkisini derinlemesine anlamamıza yardımcı olmaktadır. Bu sözler, Müslüman’ın hayatını anlamlandırmasına ve daha bilinçli bir varlık olmasına katkı sağlamaktadır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Deprem: Afet mi, Rahmet mi?

Deprem: Afet mi, Rahmet mi?

Hata ve beceriksizliklerimizi depreme mal ettik, depremi hep tahribatı yönüyle olumsuz olarak değerlendirdik.
Oysa Japonya’da ve dünyanın farklı yerlerinde de oluyor, bizdeki gibi tahribat oluşmuyor.
İşte konu hakkında ehlinin bakış açısı;

“DEPREM AFET DEĞİL, NİMETTİR”

6 büyüklüğündeki bir depremde hiçbir yapının yıkılmaması gerektiğini söyleyen Dr. Bayraktutan, şöyle konuştu:

“Yıkılıyorsa, burada kesinlikle rapor hazırlayan ve yapıyı inşa eden mühendislerin sorumluluğu vardır. Kimse depremi suçlayamaz. Deprem bir afet değil, nimettir. Çünkü depremler sayesinde iklim değişimleri yumuşatılmakta, atmosfer temizlenmekte, yeryüzünde hidrolojik sistem dengelenmektir. Ne aşırı kuraklık ne de aşırı yağış ve sellerin tahribatı en aza indirilir. Deprem yeryüzündeki hayatın varlığını sağlayan ve devamına imkân veren bir rahmettir. Bu benim kişisel görüşüm. Depremi hiçbir zaman doğal afet olarak kabul etmiyorum. Deprem sel ve yangın gibi bir afet değildir. Evlerimiz sağlam olsa deprem olduğu için şükretmemiz gerekir. Depremde oluşan kırıklar, çökmeler yoluyla atmosfere birçok magmadan kaynaklanan gaz topluluğu atmosfere çıkmaktadır. Bu da hem yeryüzüne yakın meteorolojik değerleri terbiye eder hem de canlı hayatında süreklilik sağlar. Ayrıca jeotermal kaynaklar, tuz, jips ve traverten gibi endüstriyel ham maddelerin oluşumunda rol almaktadır.”[1]

 

***********

**Deprem: Afet mi, Rahmet mi?

İbretler, İlim ve Hikmetler Işığında Bir Değerlendirme**

İnsanlık tarihi boyunca deprem, kimi zaman yıkımın, acının ve felaketin sembolü olarak anılmış; kimi zaman da yeryüzünün dengesini koruyan bir düzenin parçası olarak görülmüştür. Ne var ki çoğu zaman, kendi ihmallerimizi, yanlış şehirleşmemizi, malzeme hırsımızı ve liyakatsizliğimizi göz ardı ederek tüm faturayı “deprem”e kesmişizdir. Oysa, hakikate adaletle bakıldığında, depremin tabiatı gereği kötü değil; bizim tedbirsizliğimizin neticesinde acı verici olduğu anlaşılır.

Depremin İlmi Gerçekliği

Yer kabuğu, devasa levhalardan oluşan ve sürekli hareket halinde olan bir yapıdır. Bu hareketlilik, fay hatlarında enerji birikmesine ve belirli aralıklarla bu enerjinin boşalmasına yol açar. Bu boşalma, yeryüzü hayatı için birçok fayda sağlar:

İklim dengelerinin korunması

Atmosferin temizlenmesi

Yer altı kaynaklarının yüzeye çıkması

Jeotermal enerji, mineraller ve endüstriyel ham maddelerin oluşumu

Dr. Mehmet Salih Bayraktutan’ın ifade ettiği gibi, deprem aslında “yeryüzü için bir denge unsuru”dur. Bir şehri yıkan deprem değil, hatalı mühendislik, denetimsizlik ve ahlaki çöküştür. 6 büyüklüğünde bir depremde bile binanın yıkılması, yapının yönetmeliklere uygun yapılmadığının isbatıdır.

Kur’ân ve Tarihi Perspektif

Kur’ân-ı Kerim, yeryüzündeki sarsıntılardan hem maddi hem manevi dersler çıkarmamızı ister. Depremler sadece fiziksel bir olay değil, aynı zamanda ibret vesilesidir.
Cenâb-ı Hak buyurur:

> “Yeryüzünde meydana gelen hiçbir musibet yoktur ki, Biz onu yaratmadan önce bir kitapta (levh-i mahfuzda) yazılmış olmasın. Şüphesiz bu, Allah’a göre kolaydır.”
(Hadîd, 22)

Bir başka ayette ise uyarır:

> “Size isabet eden herhangi bir musibet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir. (Bununla beraber) Allah çoğunu da affeder.”
(Şûrâ, 30)

Tarihte, Lût Kavmi, Semud ve Medyen halkı gibi birçok toplum, maddi-manevi zulümlerinin ardından helak edilmiştir. Şuayb Peygamber’in kavmi, ticarette ölçü ve tartıda hile yaptığı, adaleti çiğnediği için azapla karşılaşmıştır. Onları helak eden şey, “deprem”in kendisi değil, zulüm ve haksızlıklarının sonucunda gelen ilahî adalet tecellisidir.

Afet Anlayışında Yanılma

Modern toplum, çoğu zaman tabiat olaylarını sadece yıkım penceresinden değerlendirmektedir. Hâlbuki deprem, sel, rüzgâr gibi olaylar, yaratılış düzeninin bir parçasıdır. Bizi asıl felakete sürükleyen şey, bu gerçekleri görmezden gelerek binalarımızı, şehirlerimizi ve sistemlerimizi tedbirsizlik üzerine inşa etmemizdir.

Deprem, yeryüzünü diri tutan bir “rahmet hareketi” olabilir; ama tedbirsizlik ve ahlaksızlık, onu felakete çevirir. İnsanın görevi, “musibet”i suçlamak değil, onunla uyumlu yaşayacak tedbirleri almaktır.

İbret ve Sorumluluk

Bugün Erzurum’da ortaya çıkarılan 1700 yıllık aktif fay hatları, bize hem ilmin hem tarihin uyarısını veriyor:

İlim: Fay hattının varlığını bilmek, ona uygun mühendislik yapmak demektir.

Tarih: Geçmişte bu bölgelerde yaşamış toplumlar, depremleri atlatarak bugüne ulaşmıştır. Onların tecrübeleri, bizim için kılavuz olmalıdır.

Ahlak: Yolsuzluk, hile, liyakatsizlik ve denetimsizlik, depremden daha tehlikeli “görünmez depremler”dir.

Depremi “rahmet”e dönüştürmek elimizdedir. Yeter ki adaleti, dürüstlüğü ve ehliyeti merkeze alalım.

Özet

Deprem, yeryüzü hayatının dengesini koruyan ilahi ve mukadder bir olaydır.
Tesadüf değildir. Zira;
“Gaybın anahtarları Allah’ın yanındadır; onları O’ndan başkası bilmez. O, karada ve denizde ne varsa bilir; O’nun bilgisi dışında bir yaprak bile düşmez. O, yerin karanlıklarındaki tek bir taneyi bile bilir. Yaş ve kuru ne varsa hepsi apaçık bir kitaptadır.” En’am.59.
Onu felakete dönüştüren, insanın tedbirsizliği, liyakatsizliği ve ahlaki çöküşüdür. Kur’ân, musibetlerin çoğunun insanın kendi eliyle işlediği hatalardan kaynaklandığını bildirir. Depremi “afet” olarak görmek yerine, ondan ders çıkarıp sağlam yapılar kurmak, adaleti tesis etmek ve ahlaki yozlaşmayı engellemek gerekir. Depremi suçlamak yerine, kendimize bakmalı ve “rahmeti felakete dönüştüren” sebepleri ortadan kaldırmalıyız.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

[1] https://www.haber7.com/foto-galeri/93500-erzurumun1700-yillik-3-ayri-fay-hatti-gun-yuzune-cikti/p5

Bakınız:

https://tesbitler.com/2023/02/15/depremle-imtihanimiz-devam-ediyor/

https://kulliyat.risaleinurenstitusu.org/arama/Zelzele%20
https://kulliyat.risaleinurenstitusu.org/sozler/on-dorduncu-soz/157
https://kulliyat.risaleinurenstitusu.org/sozler/on-dorduncu-soz/158
https://kulliyat.risaleinurenstitusu.org/sozler/on-dorduncu-soz/159
https://kulliyat.risaleinurenstitusu.org/sozler/on-dorduncu-soz/160
https://kulliyat.risaleinurenstitusu.org/sozler/on-dorduncu-soz/161

 




Gazze: İnsanlığın Aynası ve Vicdanın Ölüm Kalım Sınavı

Gazze: İnsanlığın Aynası ve Vicdanın Ölüm Kalım Sınavı

 

Gazze’de 22 aydır süren vahşet, artık sadece bir coğrafyanın değil, bütün insanlığın sınavı hâline gelmiştir. Bebek, kadın, yaşlı, doktor, gazeteci… Hiç kimseye merhamet gösterilmeden yürütülen bu soykırım, tarihin en karanlık sayfalarıyla yarışır hale gelmiştir. Açlık, susuzluk, abluka ve sistematik katliam… Bu tablo, yalnızca Filistin halkını değil, insanlığın ortak vicdanını da kuşatma altına almıştır.

Tarihî ve Ahlaki Perspektif

Tarih boyunca zulüm düzenleri, kendi güçlerinin sonsuz olduğunu zannederek ayakta kalabileceklerini düşündüler. Firavun, Nemrud, Ebrehe… Hepsi, gücü putlaştırarak halkını ezdi. Ancak zulüm üzerine kurulu her iktidar, er ya da geç kendi enkazı altında kaldı.

Kur’ân bu gerçeği defalarca hatırlatır:

> “Zulmedenler nasıl bir inkılapla devrileceklerini göreceklerdir.” (Şuarâ, 227)
“Allah, zalimlerin yaptıklarından habersiz değildir. Ancak onları, gözlerin dehşetle donup kalacağı bir güne erteler.” (İbrahim, 42)

Bugün İsrail’in yaptığı zulüm, Firavun’un Nil kıyısında çocukları boğazlamasından, Ebrehe’nin Kâbe’yi yıkma girişiminden, Moğolların şehirleri yerle bir etmesinden farksızdır.

Uluslararası Sistem ve BM’nin Aczi

Venezuela Devlet Başkanı Maduro’nun “BM ölümcül bir yara aldı” sözleri, hakikatin soğuk yüzünü ortaya koymaktadır. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra barışı koruma iddiasıyla kurulan BM, Gazze’deki vahşeti durdurmada tamamen etkisiz kalmıştır. Bu durum, bize şunu hatırlatıyor: Ahlaki değerleri olmayan bir kurum, ne kadar güçlü görünürse görünsün, adalet üretemez.

Kur’ân, zulüm karşısında sessiz kalanları da sorumlu tutar:

> “Fitne (zulüm ve baskı) kalmayıncaya ve din yalnız Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın.” (Bakara, 193)

Susmak, zalimin zulmünü onaylamaktır.

Bilimsel ve Aklî Bakış

Sosyoloji ve siyaset bilimi, toplumsal düzenin üç temel sütun üzerinde durduğunu söyler: adalet, güven ve kaynakların adil paylaşımı. Gazze’de bunların tamamı yok edilmiş durumda. Açlık ve yetersiz beslenmeden ölümler, sadece fiziksel bir yıkım değil, nesiller arası bir toplumsal soykırım anlamına gelmektedir.

Psikoloji açısından bakıldığında ise, 22 ay süren bu travma, Filistin toplumunda kalıcı ruhsal yaralar bırakmakta; çocukların güven duygusu, gelecek umudu tamamen yok edilmektedir.

İlahi Adalet ve Kıyamet Gerçeği

Kur’ân’a göre zulüm, Allah katında en ağır suçlardan biridir:

> “Zulmeden bir topluluğu asla doğru yola iletmez.” (Âl-i İmrân, 86)
“Zalimlere meyletmeyin; yoksa size ateş dokunur.” (Hûd, 113)

İlahi kanun değişmez: Zulüm devam ederse, tarihî bir inkılap mutlaka gelir. Bugün Gazze’de akan kan, dünyayı adalet terazisinde imtihan etmektedir. İnsanlık bu imtihanda başarısız olursa, sonuç yalnızca Gazze’nin değil, bütün dünyanın felaketi olacaktır.

İbretler ve Son Söz

Gazze gerçeği, bize üç önemli hakikati haykırıyor:

  1. Zulüm, hangi isim ve ideolojiyle yapılırsa yapılsın, Allah katında lanetlenmiştir.
  2. Sessizlik, zalimin suçuna ortak olmaktır.
  3. Adalet terazisi bozulursa, medeniyet çöker.

Bugün Filistin’de yaşananlar, yarın başka coğrafyalarda da yaşanabilir. Bu yüzden vicdan, sınır tanımayan bir sorumluluktur.

Özet

Gazze’de 22 aydır süren soykırım, tarihin en ağır zulümlerinden biridir.

Tarihî örnekler gösteriyor ki, zulümle ayakta kalan hiçbir sistem uzun süre var olamamıştır.

BM gibi uluslararası kurumlar, ahlaki temeller olmadan adalet üretemez.

Kur’ân, zulme karşı durmayı imanî bir sorumluluk olarak tanımlar.

Gazze, insanlığın vicdan sınavıdır; kaybedilirse bedel bütün insanlık tarafından ödenir.

********

🎬 Video Belgesel Senaryosu

Başlık: Gazze: Vicdanın Ölüm Kalım Sınavı
Süre: 6-8 dakika
Tarz: Belgesel + Duygusal Anlatım

  1. Açılış Sahnesi – Sessizlik ve Çığlık

🎥 Görseller:

Yavaş çekimde yıkılmış binalar, toz içinde aranan çocuklar.

Açlıktan zayıf düşmüş bebeklerin hastane görüntüleri.

Siyah ekran üzerinde şu yazı belirir: “Gazze – 22 aydır süren sınav”.

🎵 Müzik: Hafif piyano + çello (hüzünlü, yavaş tempo).

🎙 Anlatım:

> “Gazze… 22 aydır, yalnızca taş duvarlar değil, insanlığın vicdanı da yıkılıyor. Bebek, kadın, yaşlı, doktor, gazeteci… Hiç kimse bu zulmün hedefi olmaktan kurtulamadı. Açlık, abluka, bombardıman… Peki bu sessizlik, bu umursamazlık neden?”

  1. Tarihî Perspektif – Zulmün Kaçınılmaz Sonu

🎥 Görseller:

Firavun devrinin tasvirleri.

Ebrehe ordusunun minyatürleri.

Moğol istilasında yıkılmış şehirler.

🎵 Müzik: Hafif gerilim artışı, vurmalı çalgılarla destek.

🎙 Anlatım:

> “Tarih bize gösterdi: Firavun, Nemrud, Ebrehe… Hepsi gücü putlaştırdı. Hepsi halklarını ezdi. Ama zulüm, kendi kendini yok eden bir zehirdir. Güçlü görünen her zulüm düzeni, kendi enkazı altında kalır.”

  1. Kur’anî Uyarılar

🎥 Görseller:

Karanlık fon üzerine altın yazıyla ayetler.

Filistinlilerin direniş görüntüleri.

🎵 Müzik: Ud ve ney karışımı, derin ve ağır bir ton.

📜 Ayet Geçişleri:

Şuarâ, 227: “Zulmedenler nasıl bir inkılapla devrileceklerini göreceklerdir.”

İbrahim, 42: “Allah, zalimlerin yaptıklarından habersiz değildir…”

Hûd, 113: “Zalimlere meyletmeyin; yoksa size ateş dokunur.”

🎙 Anlatım:

> “Kur’ân, sadece zalimi değil, zalime sessiz kalanı da sorumlu tutar. Susmak, zalimin suçuna ortak olmaktır.”

  1. BM’nin Aczi ve Uluslararası Sessizlik

🎥 Görseller:

BM binasının görüntüsü.

Gazze’deki açlık ve yardım konvoylarının engellenmesi.

🎵 Müzik: Yavaş tempolu, umutsuzluk hissi veren ton.

🎙 Anlatım:

> “BM, kuruluş amacını unuttu. Gazze’de akan kanı durdurmakta aciz kaldı. Maduro’nun dediği gibi: ‘BM ölümcül bir yara aldı.’ Adalet olmadan güç, sadece zulmün sopasına dönüşür.”

  1. Bilimsel ve Mantıksal Değerlendirme

🎥 Görseller:

Açlıktan ölen çocuklar.

Yıkılmış okullar, hastaneler.

🎙 Anlatım:

> “Sosyoloji bize der ki: Bir toplum, adalet, güven ve adil paylaşım sütunları üzerine ayakta durur. Gazze’de bu sütunların tamamı yıkıldı. Bu sadece bir savaş değil; gelecek nesilleri hedef alan bir soykırım.”

  1. Kapanış – Vicdana Çağrı

🎥 Görseller:

Filistinli bir çocuğun kameraya bakışı.

Dünya haritasında Gazze’nin küçük bir nokta olarak gösterilmesi.

🎵 Müzik: Umutlu, hafif yükselen ton.

🎙 Anlatım:

> “Gazze, insanlığın vicdan sınavıdır. Kaybedersek bedeli sadece Filistinliler değil, hepimiz ödeyeceğiz. Adalet terazisi bozulursa, medeniyet çöker. Sesini çıkar, zalimin karşısında dur, çünkü sessizlik suç ortaklığıdır.”

📜 Kapanış Ayeti:

> “Fitne kalmayıncaya kadar onlarla mücadele edin.” (Bakara, 193)

🎥 Ekran Kapanış Yazısı: “Gazze için ses ver – Adalet için ses ver”

*******
Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




HAFTALIK ÖZ VE ÖZET MAKALELER – 1

HAFTALIK ÖZ VE ÖZET MAKALELER – 1

Önceki Yazıların Hulâsası:

Geçtiğimiz haftalarda kaleme aldığımız yazılarda Risale-i Nur’un merkezî kavramlarını merkeze alarak;

Kayyûmiyet ve Kâinatın Devamı başlığı altında Allah’ın her an her şeyi ayakta tutan bir kudretle kâinata müdahalesini,

Fabrika-i Dimağiye yazısında insanın akıl merkezli yaratılış hikmetini,

Secdesizlik ve Huzursuzluk yazısında secdenin mahiyetini ve secdeden uzak kalmanın insandaki manevî boşluklarını,

Kıyâmetin Hikmeti yazısında kıyâmetin zaruretini ve kâinatın nihayete ermesinin mantıkî gerekçelerini,

İlâhî Hitap ve Kelâmullah yazısında Kur’ân’ın beşer kelâmı olamayacak azamet ve mucizeliğini,

Yaratılış ve İmtihanın Hikmeti yazısında, şeytan ve Âdem kıssasındaki sırları, emir ve nehiy arasındaki ince hikmetleri,

Kayyumiyetin kesilmesi halinde kâinatın yok olması bahsinde, varlığın Allah’a her an muhtaç olduğunu,

çok yönlü izahlarla ele aldık. Her yazı, Risale-i Nur’dan doğrudan iktibaslarla temellendirilerek, Kur’ânî ve ilmî açılımlarla desteklendi.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




HAFTALIK ÖZ VE ÖZET MAKALELER – 5. HAFTA

HAFTALIK ÖZ VE ÖZET MAKALELER – 5. HAFTA

Tarihte İmanla Dirilenler: Hz. Eyyûb’un Sabrı

> “Eyyûb Aleyhisselâm’a gelen musibet, maddî idi. Bizim musibetimiz ise mânevîdir… Onunkinden daha ziyade sabır ister.”

🌿 Giriş:

Tarih, sadece olayların değil, imanla dirilen insanların hikâyesidir. Onlardan biri de sabrın sembolü olan Hz. Eyyûb’dur. Malıyla, canıyla, bedeniyle imtihan edildi ama bir an olsun Rabbine küsmek, şikâyet etmek nefsine ağır geldi. O sadece dua etti; hem de edebin zirvesinde bir niyazla…

🤲 Hz. Eyyûb’un İmtihanı Neydi?

Bedeni yara bere içinde kaldı,

Evlatlarını kaybetti,

Halktan uzaklaştırıldı,

Ama sabırdan vazgeçmedi.

Onun duası sadece bir yardım istemek değil, edep ve teslimiyetin bir fihristiydi:

> “Ya Rabbi, bana zarar dokundu. Sen Erhamü’r-Râhimînsin.”
(Enbiyâ, 21/83)

🧠 Risale-i Nur’un Bakışıyla:

Bediüzzaman Hazretleri, Hz. Eyyûb’un kıssasını sadece tarihî bir anlatım olarak görmez; onu günümüz müminine örnek olacak bir sabır dersi olarak yorumlar:

> “Hazret-i Eyyüb aleyhisselâmın zâhirî yara hastalıklarının mukabili, bizim bâtınî ve ruhî ve kalbî hastalıklarımız vardır. İç dışa, dış içe bir çevrilsek, Hazret-i Eyyüb’den daha ziyade yaralı ve hastalıklı görüneceğiz. Çünkü işlediğimiz her bir günah, kafamıza giren her bir şüphe, kalp ve ruhumuza yaralar açar.”
(Lem’alar. 2. Lem’a)

Zira Hz. Eyyûb’un bedenini saran yaralar yerine, bugün kalpleri saran isyanlar, zihinleri kemiren şüpheler, ruhları karartan gafletler daha tehlikelidir.

🔥 Sabır Ne Demektir?

  1. Teslimiyettir: Başına gelenin hikmetli olduğunu bilmektir.
  2. Şikâyeti terktir: İnsanlara değil, sadece Allah’a yönelmedir.
  3. Zorlukta imanı muhafaza etmektir.

📖 Kur’ân’dan Bir Sabır Dersi

> “Sabredenlerle beraber olun. Allah sabredenleri sever.”
(Bakara, 2/153)

Sabır, sadece bir bekleyiş değil; imanı diri tutma eylemidir.
Sabır, suskunluk değil; imanla konuşan bir sessizliktir.

🧘 Kapanış ve Teemmül:

Her çağın Eyyûb’ları vardır. Bedeni yara almayan ama ruhu yorgun düşen. Malı eksilmeyen ama maneviyatı çoraklaşan.
Bugün senin sabrın neyle sınanıyor?

> “Eyyûb Aleyhisselâm hastaydı ama isyan etmedi. Peki senin mânevî yaraların, seni nereye götürüyor?”

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




HAFTALIK ÖZ VE ÖZET MAKALELER – 5. HAFTA

HAFTALIK ÖZ VE ÖZET MAKALELER – 5. HAFTA

Tarihte İmanla Dirilenler: Hz. Eyyûb’un Sabrı

> “Eyyûb Aleyhisselâm’a gelen musibet, maddî idi. Bizim musibetimiz ise mânevîdir… Onunkinden daha ziyade sabır ister.”

🌿 Giriş:

Tarih, sadece olayların değil, imanla dirilen insanların hikâyesidir. Onlardan biri de sabrın sembolü olan Hz. Eyyûb’dur. Malıyla, canıyla, bedeniyle imtihan edildi ama bir an olsun Rabbine küsmek, şikâyet etmek nefsine ağır geldi. O sadece dua etti; hem de edebin zirvesinde bir niyazla…

🤲 Hz. Eyyûb’un İmtihanı Neydi?

Bedeni yara bere içinde kaldı,

Evlatlarını kaybetti,

Halktan uzaklaştırıldı,

Ama sabırdan vazgeçmedi.

Onun duası sadece bir yardım istemek değil, edep ve teslimiyetin bir fihristiydi:

> “Ya Rabbi, bana zarar dokundu. Sen Erhamü’r-Râhimînsin.”
(Enbiyâ, 21/83)

🧠 Risale-i Nur’un Bakışıyla:

Bediüzzaman Hazretleri, Hz. Eyyûb’un kıssasını sadece tarihî bir anlatım olarak görmez; onu günümüz müminine örnek olacak bir sabır dersi olarak yorumlar:

> “Hazret-i Eyyüb aleyhisselâmın zâhirî yara hastalıklarının mukabili, bizim bâtınî ve ruhî ve kalbî hastalıklarımız vardır. İç dışa, dış içe bir çevrilsek, Hazret-i Eyyüb’den daha ziyade yaralı ve hastalıklı görüneceğiz. Çünkü işlediğimiz her bir günah, kafamıza giren her bir şüphe, kalp ve ruhumuza yaralar açar.”
(Lem’alar. 2. Lem’a)

Zira Hz. Eyyûb’un bedenini saran yaralar yerine, bugün kalpleri saran isyanlar, zihinleri kemiren şüpheler, ruhları karartan gafletler daha tehlikelidir.

🔥 Sabır Ne Demektir?

  1. Teslimiyettir: Başına gelenin hikmetli olduğunu bilmektir.
  2. Şikâyeti terktir: İnsanlara değil, sadece Allah’a yönelmedir.
  3. Zorlukta imanı muhafaza etmektir.

📖 Kur’ân’dan Bir Sabır Dersi

> “Sabredenlerle beraber olun. Allah sabredenleri sever.”
(Bakara, 2/153)

Sabır, sadece bir bekleyiş değil; imanı diri tutma eylemidir.
Sabır, suskunluk değil; imanla konuşan bir sessizliktir.

🧘 Kapanış ve Teemmül:

Her çağın Eyyûb’ları vardır. Bedeni yara almayan ama ruhu yorgun düşen. Malı eksilmeyen ama maneviyatı çoraklaşan.
Bugün senin sabrın neyle sınanıyor?

> “Eyyûb Aleyhisselâm hastaydı ama isyan etmedi. Peki senin mânevî yaraların, seni nereye götürüyor?”

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Kısasta Hayat Vardır – Adaletin İlahi Denge Noktası

Kısasta Hayat Vardır – Adaletin İlahi Denge Noktası

Kur’ân’ın kısa ama derin anlamlı ayetlerinden biri olan “Ey akıl sahipleri! Kısasta sizin için hayat vardır. Umulur ki korunursunuz.” (Bakara, 179), adaletin ve toplum düzeninin temel taşlarından birini ifade eder.
Bu ayet, ilk bakışta paradoks gibi görülebilir: Bir canın alınması nasıl olur da hayata hizmet eder? Fakat meseleye hikmet penceresinden bakıldığında, bu ilahi beyanın hem bireysel hem toplumsal anlamda hayat kurtarıcı olduğu anlaşılır.

  1. Kısas: İlahi Adaletin Sigortası

Kısas, İslam hukukunda “işlenen suçun misliyle cezalandırılması” anlamına gelir. Ancak bu, intikam duygusunun değil, adalet terazisinin işlemesidir. İlahi adalet, kin ve öfke üzerine değil, hak ve hakkaniyet üzerine bina edilir.
Suçun cezasız kalması, toplumda güveni yıkar, kaosu büyütür; kısas ise suçun önünü alır, mazlumu korur, zalime sınır çizer.

  1. “Hayat”ın Derin Manası

Ayette geçen “hayat” kelimesi sadece biyolojik yaşamı ifade etmez. Buradaki hayat; toplumun huzuru, emniyeti, güvenliği, ahlaki düzenin sürekliliği demektir.
Bir katilin cezasız kaldığı bir toplumda korku, intikam zinciri ve kan davaları başlar. Kısas hükmü uygulandığında ise potansiyel katiller caydırılır, suçların önü kesilir, masumlar korunur. İşte bu, adaletin sağladığı “hayat”tır.

  1. Tarihten Bir Sayfa

Tarih boyunca toplumların ayakta kalmasının en büyük unsuru, adaletin işlerliğiydi. Roma hukukunda, eski Türk töresinde, Babil kanunlarında ve İslam hukukunda suçun karşılığını bulması, devletin devamı için şart görülmüştür.
İslam öncesi Arap toplumunda kan davaları nesiller boyu sürer, yüzlerce masum insan ölürdü. Kur’ân, kısas ile bu zinciri kırdı: “Suçlu cezalandırılır, masum korunur.” Böylece intikam kanunu, yerini adalet yasasına bıraktı.

  1. Akıl ve Hikmet Vurgusu

Ayetin başında özellikle “Ey akıl sahipleri” denmesi, meselenin sadece dini değil, akli bir hakikat olduğunu vurgular. Çünkü kısasın amacı, ceza vermekten çok caydırmaktır.
Bir toplumda adalet ne kadar güçlü işlerse, suç oranı o kadar düşer. Bu, bugün modern ceza hukukunun da kabul ettiği bir ilkedir. İlahi hüküm ile aklın tesbit ettiği kural, burada tam bir uyum içindedir.

  1. Merhamet Boyutu

İlginçtir ki kısas, aynı zamanda merhamet ihtiva eder. Çünkü İslam’da kısasın uygulanması şart değildir; mağdur taraf dilerse affedebilir, kan bedeli (diyet) kabul edebilir. Bu hem affın kapısını açık tutar hem de intikam duygusunu törpüler. Böylece kısas, “adalet” ile “merhamet” arasında ilahi bir denge kurar.

Sonuç

Bakara 179, insanlığın en kadim problemlerinden biri olan adalet meselesine ilahi bir çözüm sunar. Kısas, can güvenliğini sağlamakla kalmaz, toplumu anarşiden korur, suçluyu caydırır, mazlumu muhafaza eder.
Bu ayet hem geçmişte hem bugün hem de yarın için geçerli bir toplumsal reçetedir. Çünkü adalet, hayatın sigortasıdır; adaletin olmadığı yerde hayat, hayat olmaktan çıkar.

Özet

  • Kısas, intikam değil adalet mekanizmasıdır.
  • Toplumu korku, kaos ve kan davasından korur.
  • “Hayat” kelimesi hem bireysel yaşamı hem toplumsal düzeni ifade eder.
  • Tarihte güçlü adalet sistemi, devletlerin devamını sağlamıştır.
  • Akıl ve hikmet kısasın caydırıcılığını onaylar.
  • Affetme ve diyet gibi seçeneklerle merhamet kapısı da açıktır.

 




NAMAZIN EMREDİLİŞ SIRASI VE TEDRİCÎLİĞİN HİKMETİ

NAMAZIN EMREDİLİŞ SIRASI VE TEDRİCÎLİĞİN HİKMETİ

İbadetler içerisinde namaz, Allah ile kul arasındaki bağı en güçlü tutan iptir. Bu bağ, insanın hayatına birden değil, tedricen, adım adım girmiştir. Zira insanın kalbi, yükü bir anda değil, yavaş yavaş taşıyabilir. İlâhî hikmet hem akla hem ruha hem de toplumsal yapıya uygun olan bu tedriciliği, namazın teşri sürecinde açıkça göstermiştir.

  1. Mekke Döneminde Başlangıç: Gece Namazı ile Terbiye

İlk vahyin ardından inen Müzzemmil Sûresi’nde, Peygamber Efendimiz (asm) ve ona tabi olanlara gece kalkmaları emredildi. Bu, henüz günde beş vakit farz namazın olmadığı dönemdi.
Gece ibadeti, az sayıdaki mümini, iman yükünü taşıyacak manevî güçle donatmak için bir ruh terbiyesi vazifesi gördü. Bu dönemde namaz, daha çok müminlerin gönüllerini eğiten bir mektep oldu.

  1. Günde İki Vakit Namaz – Mekke’nin Orta Dönemi

Mekke davetinin ilerleyen yıllarında, İsra Sûresi 78. ayet ile sabah ve akşam olmak üzere iki vakit namaz kılınması emredildi.
Bu, bir bakıma sabah yeni bir hayata doğuşu, akşam ise günü Allah ile kapatmayı simgeliyordu. Müminler artık, günün başı ve sonunu secde ile mühürlemeyi öğreniyorlardı.

  1. Mi’rac Gecesi – Beş Vakit Farziyet

Hicretten yaklaşık bir buçuk yıl önce, büyük mucize Mi’rac gerçekleşti. Mi’rac’ta, Allah Resûlü’ne (asm) ümmeti için günde elli vakit namaz farz kılındı.
Ancak rahmetin tecellisi olarak bu sayı, Hz. Musa (as) ile yapılan istişarelerde beş vakte indirildi, sevabı ise elli vakit olarak bırakıldı. Böylece farz namaz, beş vakit olarak sabitlendi.
Bu olay, ibadetlerdeki tedriciliğin zirvesidir: Önce gece namazı, sonra iki vakit, en sonunda beş vakit… Ruh, adım adım hazırlandı.

  1. Medine Dönemi – Cemaat ve Düzen

Hicretin hemen ardından Mescid-i Nebevî inşa edildi. Namaz artık yalnız bireysel bir ibadet değil, toplumu birleştiren bir cemaat ibadeti haline geldi.
Ezanla birlikte vakitler netleşti, namaz saati geldiğinde Medine adeta durur, herkes Rabbine yönelirdi. Bu hem düzen hem birlik hem de kimlik inşasıydı.

Tedriciliğin Hikmeti

Namazın teşri sürecinde tedricilik, insan fıtratına uygunluğun, rahmetin ve hikmetin göstergesidir.

  • Psikolojik hikmet: İnsanın kalbi ağır sorumluluklara bir anda değil, alışarak bağlanır.
  • Toplumsal hikmet: İman esasları kökleşmeden ibadet yükümlülüğü tam olarak konulmamıştır.
  • Edebi hikmet: Allah, kulunu tedricen huzuruna davet eder; önce gece yalnızlığında, sonra günün başında ve sonunda, en sonunda ise bütün vakitlerde…
    Bu süreç, imanla ibadetin nasıl iç içe geliştiğinin canlı bir şahididir.

İbret ve Düşündürücü Boyut

Namaz, İslam’ın ilk günlerinden bugüne, hiçbir vakit terk edilmeyen en temel ibadettir. Bir milletin dirilişi de çöküşü de namazla ilgilidir. Mekke’de zulme direnen o küçük topluluk, namazla ayakta durdu.
Tedricilik bize şunu öğretir: Büyük dönüşümler bir anda değil, istikrarlı adımlarla olur. İman, amel, ihlas… Hepsi sabırla büyür. Namazın emrediliş süreci, her Müslüman’a kendi hayatında bir manevî inşa modeli sunar.

ÖZET

  • Mekke başı: Gece namazı (Müzzemmil Sûresi) – Ruh terbiyesi.
  • Mekke ortası: Sabah ve akşam iki vakit namaz – Günü Allah’la başlatmak ve bitirmek.
  • Mi’rac: Beş vakit farz namaz – Rahmetle kolaylaştırma.
  • Medine: Cemaat, ezan, düzen – Toplumsal kimlik.
  • Hikmet: Fıtrata uygun, rahmet dolu, sabır ve istikrar gerektiren ilahî bir terbiye süreci.
    Namazın emredilişindeki tedricilik, hem ibadet terbiyesinin hem de hayatın değişim yasasının en büyük derslerinden biridir.

 




7. HAFTA ÖZ ve ÖZET MAKALE

  1. HAFTA ÖZ ve ÖZET MAKALE

Benlik ve İlahlık Dâvâsı: Firavunlardan Günümüze Enaniyet

  1. Giriş: Enaniyetin Kökü Nereden Geliyor?

“Ben sizin en yüce rabbinizim.” (Nâziât, 79/24)
Bu söz, tarihin en ibretli kibir çığlığıdır. Mısır Firavunu’nun bu sözü, sadece bir kişinin değil, bir zihniyetin, bir çağlar üstü ilahlık dâvâsının özüdür. Enaniyetin karanlık aynasında kendine tapan insanın, Rabbin nurunu gölgelemeye çalışmasıdır.

Enaniyetin temeli şu şekilde teşhis edilir ve izah edilir:
Enaniyet, mahiyet-i insaniyenin bir noktasıdır ki, Cenab-ı Hakk’ın ehadiyetini ve samediyetini anlamak için bir vahid-i kıyasî hükmünde olabilir.

Ancak bu vahid-i kıyasî, yani ölçü birimi olan enaniyet yerinde kullanılmayıp, kendine bir vücut, bir kudret, bir rablık izâfe ettiğinde; Firavunlaşma başlar.

  1. Firavunluk Sadece Tarihte Kalmadı: Modern Firavunluklar

Her çağın bir Firavunu, her zihniyetin bir ilahlık iddiası vardır.
Bugünün Firavunları, “ben yaptım”, “ben yönetirim”, “ben karar veririm” diyen seküler, materyalist ve kibirli zihniyetlerde gizlidir.

Bu çağdaş Firavunlar şöyle teşhis edilir:
Enâniyet cihetiyle kendini unutup, kendi nefsine mâlik zanneder. Ve hayat-ı dünyeviyeyi esas maksat bilir.

İşte bu zihniyetle insan, artık kendini bir kul değil, bir hâkim gibi görmeye başlar. Emir almaya değil, emir vermeye; ibadete değil, ibadet edilmeye yönelir. Böylece kendini, kendi nefsinin putu yapar.

  1. Enaniyetin En Tehlikeli Şekli: İlmî Enaniyet ve Manevî Firavunluk

Zamanımızın en sinsi Firavunluğu, din kisvesiyle gelen enaniyettir.
İlmî ve manevî kisveye bürünmüş, ama kendi nefsini hakikatlerin önüne geçirmiş insan tipi, toplumları ifsat eder.
Bediüzzaman bu noktaya özetle şöyle dikkat çeker:
Enâniyetin en tehlikelisi, enâniyet-i ilmiyedir,der.

Bu enaniyet, kişinin kendini âlim, mürşid, rehber veya “seçilmiş kişi” görmesiyle başlar; sonra da Allah’ın kullarına kendi nefsini otorite yapar. Böylece bâtınî Firavunluk doğar.

  1. Enaniyetin Panzehiri: Tevhid ve Ubudiyet

Firavunluğu yıkan şey, Musa’nın asası değil, onun arkasındaki tevhid inancıydı. Enaniyetin panzehiri ubudiyettir.

Kendini Cenab-ı Hakk’ın mâliki değil, memlûkü ve abd-i olduğunu bilse; o vakit enâniyet, mahiyet-i insaniyenin camiiyetine bir ayine-i samediyet olur.

Yani enaniyet, doğru kullanıldığında “Ben bir kulum, o ise Rabbim” diyeceğimiz bir aynadır. Ama yanlış kullanıldığında bu ayna kendine çevrilir, Rabbini değil, nefsini gösterir.

  1. Netice: İçimizdeki Firavunla Hesaplaşmak

Günümüz insanı dışındaki Firavunlara söverken, içindeki Firavunla yüzleşmezse hiçbir şey değişmez.
Zira,Nefis Firavun gibidir. Fakat, menfaati için en hasîs şeylere ibadet eder.

İçimizdeki enaniyeti terbiye etmek; ilahlık iddiasını değil, kulluk iddiasını yaşamakla olur.

  1. Özet:

Firavunluk, sadece tarihî bir şahsiyet değil; çağlar boyunca süren bir enaniyet hastalığıdır.

Modern çağın Firavunları, kibirle karar veren, kendini ilahlaştıran kişi ve sistemlerdir.

En tehlikeli Firavunluk, manevî enaniyetle gelen “ilmî Firavunluk”tur.

Bu tuzağa düşmemek için kişi, “Ben kulum” diyebilmeli; tevhid aynasında kendi nefsini değil, Rabbini görebilmelidir.

Gerçek kurtuluş, enaniyeti ubudiyete inkılâp ettirmekle mümkündür.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com