Celladına Âşık Edilenler: Dersim’den Günümüze Fitne Oyunu

Celladına Âşık Edilenler: Dersim’den Günümüze Fitne Oyunu

Tarihin en acımasız cilvelerinden biri, bir topluluğun kendi celladını alkışlamasıdır. Kendi evini yakanın ateşine odun taşımasıdır. Bu hâl, sadece bireylerde değil, milletlerde de görülmüştür.

Dersim ve Kanlı Hafıza

1938’de Dersim’de yaşanan hadiseler, bu toprakların en derin yaralarından biridir. Binlerce masumun kanı dökülmüş, ocaklar sönmüş, diller susturulmuştur. Bu kıyımı yapan iradenin siyasî sembolü, yıllar boyunca aynı bölgenin oylarını almayı sürdürmüş, hatta bu oylarla devletin merdivenlerinde yükselmiştir. Ne gariptir ki, tarihin bu trajedisi üzerine yeterince düşünülmemiş, hakikat perdesi çoğu zaman örtülü kalmıştır.

Celladına Âşık Olmak

Şairin dediği gibi:
“Celladına âşık olmuşsa bir millet,
İster ezan ister çan dinlet,
İtiraz etmiyorsa sürü gibi illet,
Müstahaktır ona her türlü zillet.”

İnsan, tarihini unutunca celladına muhabbet besler. Mazlumu ezen sisteme minnet duyar. Ve bu hâl, sadece Alevî kesimde değil, toplumun birçok tabakasında tezahür eder. Zira zalimin gölgesinde huzur arayan, hakikatte kendi zilletini imzalamaktadır.

Fitne Oyunu: Alevî-Sünnî Çatışması

Türkiye’nin zemini, tarih boyunca fitneye müsait olmuştur. Dış mihrakların daima el attığı bu topraklarda, en çok kullanılan tuzaklardan biri Alevî-Sünnî ayrılığıdır. Osmanlı’nın son dönemlerinden itibaren körüklenen, Cumhuriyet’in ilk yıllarında zaman zaman fitillenen bu ayrılık, 1970’lerde Maraş, Çorum, Sivas hadiseleriyle daha da derinleştirilmeye çalışılmıştır.

Bugün aynı oyunun başka bir perdesi sahnelenmektedir. Suriye’nin başına getirilen mezhep fitnesi nasıl ki milyonları yerinden ettiyse, aynı ateş Türkiye’ye de taşınmak istenmektedir. Bu oyunu görmek, akıl ve ferasetin en temel gereğidir.

Aklî ve Mantıkî Bakış

Bir milletin bekası, birlik ve beraberliğe bağlıdır. Mezhep üzerinden ayrışmak, sadece düşmanın ekmeğine yağ sürmektir. Çünkü “böl, parçala, yönet” siyasetini en kolay işletecek zemin, mezhep ve etnik farklılıklardır.
Alevî de Sünnî de, Kürt de Türk de bu toprakların asli unsurudur. Birinin yokluğu, diğerinin felaketi demektir.

Hikmetli İbret

Tarih, bize defalarca göstermiştir ki:

Fitneye düşen milletler zayıflar.

Mazisini unutan toplumlar aldanır.

Celladına muhabbet edenler zillete mahkûm olur.

Bugün yapılması gereken, acıları istismar etmek değil; onları hikmetle okumak, ders çıkarmaktır. Dersim, sadece bir bölgenin değil, bütün Türkiye’nin imtihanıdır. O gün dökülen kanlardan alınacak ders, mezhep fitnesine karşı yekvücut olmaktır.

Sonuç: İbretle Uyanmak

Türkiye’nin önündeki en büyük tehdit, dıştan gelen saldırılardan çok, içteki fitnedir. Eğer biz akıl, iman ve tarih şuuru ile hareket etmezsek; celladımıza âşık olmaya devam edersek, zillet kapımızda beklemektedir.
Fakat hakikati görür, birliğimizi muhafaza eder, kardeşlik şuuruyla hareket edersek; bu toprakların üzerinde oynanan bütün oyunlar bozulacaktır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Hayatın Satırları ve Hakikatin Mektupları: Kainat Kitabının Okunması

Hayatın Satırları ve Hakikatin Mektupları: Kainat Kitabının Okunması

İnsanoğlu, varoluşunun başlangıcından beri, içinde yaşadığı kainatı anlama, yorumlama ve ondan dersler çıkarma çabası içindedir. Bu arayış, çoğu zaman sadece maddi olanla sınırlı kalmamış, aynı zamanda manevi ve metafizik boyutları da kapsamıştır. Bu derin ve anlamlı yolculukta, tabiat, evren, ve insanın kendisi, en büyük öğretmenler olmuştur.

Bu makalede, dört farklı metinden yola çıkarak, kainatın bize sunduğu ilahi mesajları, hayatın satırlarını ve bu satırlardan nasıl ibretli dersler çıkarabileceğimizi inceleyeceğiz.

Her bir metin, kendi konusu içinde bir hakikat parçasını aydınlatarak, tüm bu parçaların nasıl bütün bir tablo oluşturduğunu gösterecektir.

  1. Kainatın Satırlarını Mutalaa Etmek: Gökten Gelen Mektuplar

Fırtınalı bir gökyüzü altında duran bir yol ve üstünde duran bir kitabın görüntüsüyle, Bediüzzaman Said Nursi’nin derin bir sözünü akla getiriyor:
“Kâinatın satırlarını dikkatle mütalâa et. Zira onlar, Mele-i Âlâdan sana gönderilmiş mektuplardır.”
Bu söz, kainatın, sadece bir fiziksel varlıklar bütünü değil, aynı zamanda ilahi bir mesaj kitabı olduğunu anlatır. Gök gürültüsü, şimşek, gökkuşağı, yağmur ve yolun kendisi, Yaratıcı’nın kudretini, sanatını ve iradesini gösteren birer harftir. İnsan, bu satırları okumayı, yani evreni derinlemesine tefekkür etmeyi öğrendiğinde, varoluşun sırlarına vakıf olabilir. Bu ibretli ders, bize her olayın, her manzaranın ve her canlı varlığın bir anlamı olduğunu, bunların tesadüfi değil, ilahi bir planın parçası olduğunu hatırlatır. Bu anlayış, hayatı daha bilinçli ve anlamlı yaşamamızı sağlar.

  1. Bağışın Bereketi: Bakara Suresi 261. Ayet Işığında İnfak Bilinci
    Kur’an-ı Kerim’den Bakara Suresi’nin 261. ayetinde:
    “Mallarını Allah yolunda harcayanların durumu, yedi başak bitiren ve her başakta yüz tane bulunan bir tohum gibidir…”
    Bu ayet, infakın, yani Allah yolunda harcamanın sadece bir maddi yardım eylemi olmadığını, aynı zamanda bereketin ve katlanarak artan bir karşılığın anahtarı olduğunu gösterir. Bir tohumun toprağa atılıp yüzlerce kat ürün vermesi gibi, Allah yolunda harcanan bir mal da manevi ve maddi olarak kat kat karşılık bulur. Bu ilahi matematik, insanlara cömertliğin ve yardımseverliğin ne kadar değerli ve bereketli bir davranış olduğunu öğretir. Bu tarihi ve edebi metafor, cimriliğin aksine, cömertliğin ve paylaşmanın, toplumsal ve bireysel refahın temelini oluşturduğunu bizlere düşündürücü bir şekilde anlatır.
  2. Çiçeklerin Mührü: Tabiatta Yaratıcı’nın İmzası

Parlak bir çiçek ve üzerinde Risale-i Nur Külliyatı’ndan bir cümle:
“Bu çiçek kimin turrası ise, kimin sikkesi ise ve kimin mührü ise ve kimin nakşı ise; elbette bütün zemin yüzündeki o nevi çiçekler, onun mühürleridir, sikkeleridir.”
Bu derinlikli ifade, her çiçeğin, her yaprağın ve her canlının, Yaratıcı’nın eşsiz sanatının birer mührü ve imzası olduğunu anlatır. Bir çiçeğin narin yapısı, parlak rengi ve kendine özel kokusu, sadece biyolojik bir oluşum değil, aynı zamanda ilahi bir sanatkârın varlığına işaret eden birer delildir. Bu düşünce, bizi etrafımızdaki her şeye daha dikkatli bakmaya, her bir varlıkta Yaratıcı’nın güzelliğini ve kudretini görmeye davet eder. Bu ibretli ders, kainatın tesadüfen değil, bilinçli ve sanatlı bir yaratılışın sonucu olduğunu anlamamızı sağlar.

  1. Rızık ve Kudret: Yunus Suresi 31-32. Ayetlerdeki Sorgulama

Yağmur damlalarının düştüğü bir çiçek ve üzerinde, Yunus Suresi’nin 31 ve 32. ayetleri.
Ayetler, “De ki: Size gökten ve yerden kim rızık veriyor?…” diyerek, Yaratıcı’nın kainattaki mutlak kudretini ve rızık verici olduğunu sorgular. Bu ayetler, insana, kendi varoluşunun ve içinde yaşadığı evrenin kaynağını sorgulaması gerektiğini hatırlatır. İşitme, görme yetenekleri, ölümden diriyi, diriden ölüyü çıkarma gücü gibi her türlü işi kimin yürüttüğü sorusu, muhatabı derin bir düşünceye sevk eder. Bu sorgulama, insanın acizliğini ve Yaratıcı’ya olan bağımlılığını anlamasını sağlar. Ayetler, “Gerçeğin dışında sapkınlıktan başka ne olabilir ki?” diyerek, hakikatin tek ve biricik olduğunu, sapkınlığın ise ondan uzaklaşmak olduğunu ifade eder. Bu düşündürücü metin, insanı tevhid inancına ve gerçek rabbin kim olduğunu anlamaya davet eder.

Özet
Bu makale, dört farklı metinden yola çıkarak, kainatın bir kitap gibi okunması gerektiğini, her bir varlığın bir ilahi mesaj taşıdığını ele almıştır.
İlk olarak, kainatın satırlarının, Yaratıcı’dan gelen mektuplar olduğu ve tefekkür edilmesi gerektiği işlenmiş.
İkinci olarak, infakın bereketli bir eylem olduğu ve Allah yolunda yapılan harcamaların kat kat karşılık bulduğu anlatılmıştır. Üçüncü olarak, tabiattaki her bir çiçeğin ve canlının, Yaratıcı’nın birer mührü ve imzası olduğu belirtilerek, sanatın yaratıcısına işaret ettiği üzerinde durulmuştur.

Son olarak, Yunus Suresi’nden alıntılanan ayetlerle, rızık ve kudretin kaynağının sorgulanması ve tevhid inancının önemi anlatılmıştır.
Makale, bu dört farklı konuyu birbiriyle bütünleştirerek, evrensel ve ibretli bir bakış açısı sunmayı amaçlamıştır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Birlik, Kardeşlik ve İmanın Sığınağı

Birlik, Kardeşlik ve İmanın Sığınağı

İnsanlık tarihi boyunca süregelen çekişme ve düşmanlıkların ortasında, farklı inanç ve düşünce sistemleri, bireylerin ruhsal ve toplumsal yaşamını derinden etkilemiştir. Bu karmaşık ve zorlu süreçte, hakikat arayışı, bireylerin ve toplumların huzur ve sükunete ulaşabilmesi için hayati bir önem taşır.
Bu açıdan, Bediüzzaman Said Nursi’nin kaleme aldığı Risale-i Nur Külliyatı, yüzyılımızın en önemli eserlerinden biri olarak, derinlikli bir yol gösterici ve ibret verici bir düşünce hazinesi sunmaktadır. Bu makalede, dört farklı metinden yola çıkarak, bu külliyatın temel prensiplerini ve insanlık için sunduğu mesajları inceleyeceğiz.

Düşmanlık ve Dostluk Dengesi: Maide Suresi 5/82. Ayet Işığında İnsan İlişkileri

Kur’an-ı Kerim’den Maide Suresi’nin 82. ayetini ve Türkçe mealinde: “İnananlara en şiddetli düşman olarak, insanlardan yahudileri ve Allah’a eş koşanları bulursun.” Bu ayet, müminlerin, dinlerinin temel prensiplerine karşı çıkan ve düşmanlık besleyen gruplara karşı dikkatli olmalarını anlatır. Ayet, inanca karşı beslenen düşmanca tavırların ve bu tavrı benimseyenlerin şiddetini ortaya koyar.
Buradan çıkarılacak hikmetli ders şudur: Mümin, düşmanını iyi tanımalı, ancak düşmanlık duygusuyla hareket etmek yerine, hikmetle ve adaletle davranmalıdır. Birlik ve beraberliği bozacak söz ve eylemlerden kaçınmalı, asıl düşmanın nefsani arzular, cehalet ve taassup olduğunu unutmamalıdır. Düşmanlık yerine, İslamiyet’in mizacı olan muhabbet, uhuvvet ve sevgi bağlarını güçlendirmek, asıl amaç olmalıdır.

Emanet Olan Vücut ve Yaratılışın Sanatı: İnsanın Değeri ve Sorumluluğu

Bediüzzaman Said Nursi’nin Mesnevi-i Nuriye’sinden bir alıntıda: “İnsanın vücudu ve cesedi bile onun değildir. Çünkü kendisinin eser-i san’atı değildir. O vücudu yolda bulmuş, lakîta olarak temellük de etmiş değildir.”
Bu derinlikli ifade, insan hayatının ve varlığının bir emanet olduğunu hatırlatır. İnsan, kendi vücudunun bile yaratıcısı değildir, dolayısıyla ona bir emanet olarak bakmalı ve bu emanete en iyi şekilde sahip çıkmalıdır. Her bir hücremiz, her bir organımız, Yüce Yaratıcı’nın eşsiz sanatının birer delilidir. Bu gerçeğin farkına varan insan, kendisini değersiz, sahipsiz ve başıboş hissetmekten kurtulur. Vücudunu kötüye kullanmaktan, israf etmekten, ona zarar vermekten kaçınır.
Bu ibretli ders, insanın varlığını bir hediye ve bir sorumluluk olarak görmesini, böylece hayatına anlam katmasını sağlar.

Hayatın Görevleri ve Ölüm Sonrası Yolculuk: Ruhu ve Görev Bilincini Anlamak

Risale-i Nur Külliyatı’ndan bir başka iktibasta: “Vazife-i hayatını bitirenler, bu dâr-ı fâniden, manen mesrurane, dağdağasız diğer bir âleme giderler. Tâ yeni vazifedarlara yer açılsın, gelip çalışsınlar.”
Bu sözler, hayatın bir görevden ibaret olduğunu anlatır. İnsanın bu dünyadaki varlığı, bir misafirlik ve bir vazife bilinciyle sürmelidir. Ölüm, yok oluş değil, görevini başarıyla tamamlayanların huzurlu bir şekilde başka bir âleme geçişidir. Bu bakış açısı, ölüm korkusunu ortadan kaldırır ve hayatın her anını anlamlı kılar. Aynı zamanda, yeni nesillerin gelip, dünya sahnesindeki görevlerini yerine getirmeleri için bir alan açar. Bu düşünce, sadece bireysel değil, toplumsal bir sorumluluğu da ifade eder. Her nesil, bir sonraki nesle daha yaşanılabilir ve daha bilinçli bir dünya bırakma görevini üstlenir.

İslamiyet’in Mizaç ve Sığınağı: Sevgi, Kardeşlik ve Birliktelik

Bediüzzaman Said Nursi’nin bir başka sözü bizleri karşılar: “MUHABBET, UHUVVET, SEVMEK: İslâmiyet’in mizacıdır, rabıtasıdır.” Bu söz, İslam dininin temelinde sevgi, kardeşlik ve birliktelik duygusunun yattığını belirtir. İslam, bireyleri düşmanlık ve ayrılık yerine, karşılıklı saygı ve dayanışma temelinde bir araya getirmeyi hedefler. Bu rabıta, yani bağ, sadece Müslümanlar arasında değil, tüm insanlık arasında kurulması gereken bir bağdır. Bu tarihi ve evrensel prensip, tüm din ve düşünce sistemleri içinde en güçlü ve kalıcı olanıdır. Birlik ve beraberlik, sadece kişisel bir fazilet değil, aynı zamanda toplumların ayakta kalması ve gelişmesi için bir zorunluluktur.

Özet
Bu makalede incelenen dört metin, Risale-i Nur Külliyatı’nın temel prensiplerini ve insanlığa sunduğu evrensel mesajları özetlemektedir.

İlk olarak, düşmanlık ve dostluk kavramları ele alınarak, asıl düşmanın nefis ve cehalet olduğu anlatılmıştır.

İkinci olarak, insanın vücudunun bir emanet olduğu ve yaratılışın sanat eseri olduğu gerçeği ortaya konulmuştur.

Üçüncü olarak, hayatın bir görev bilinciyle yaşanması ve ölümün bir son değil, yeni bir başlangıç olduğu düşüncesi işlenmiştir.

Son olarak, İslamiyet’in temelinin sevgi, kardeşlik ve birlik olduğu belirtilerek, insanlık için huzurlu ve anlamlı bir yaşamın bu değerlere bağlı kalmakla mümkün olacağı ifade edilmiştir.
Bu makale, her bir görselin kendi içinde barındırdığı derin anlamları bir bütünlük içinde ele alarak, okuyucuya düşündürücü ve ibret verici bir bakış açısı sunmayı amaçlamıştır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Gazze: İnsanlığın Aynasında Zulmün En Karanlık Yüzü

Gazze: İnsanlığın Aynasında Zulmün En Karanlık Yüzü

İnsanlık tarihi boyunca nice savaşlar, katliamlar ve zulümler yaşandı. Fakat Gazze’de işlenen cürümler, adeta insanlığın en karanlık defterine düşülmüş kara bir lekedir. Zira burada yalnızca insanlar öldürülmüyor; hakikat, vicdan, adalet ve insaf da öldürülüyor.

Bir asırdır süren bu işgal ve zulüm, son yıllarda tarihte eşi benzeri görülmemiş boyutlara ulaştı. İki yüzü aşkın gazeteci, gerçeği kayda almak uğruna hedef alınarak şehit edildi. Doktorlar, hemşireler, sağlık çalışanları –yani hayat kurtarmaya adanmış eller– kurşunlara hedef oldu. Hastaneler bombalandı, sağlık hizmetleri imkânsız hale getirildi. Bir milletin yaralarını sarmakla görevli eller kırıldı ki, yaralar kan içinde kalsın.

Bu vahşetin yanında, açlık bir başka silah olarak devreye sokuldu. Birleşmiş Milletler, Gazze’deki insani durumu “felaketin ötesinde” diye tanımladı. Her gün ortalama 30 insan engelli hale gelirken, yüz binlerce Gazzeli sakat bırakıldı. Bu, yalnızca bir savaştan değil; sistematik bir yok edişten, bir “soykırımdan” başka nedir?

Zulmün İki Yüzü: Ev Sahibinin Kovulması

Sinsice yerleşilen topraklarda, ev sahipleri kendi yurtlarından kovuluyor. Sanki babalarının malıymış gibi gasp edilen Gazze, masa başında çizilen haritalarda Somali’ye taşınacak bir halkın sürgün planına dönüşüyor. “Gazze işgal edilmeli” diyen İsrail generallerinin yanında, ABD’nin kirli elleri, Avrupa’nın ikiyüzlü sessizliği, dünyanın mafya düzeni yükseliyor.

Ama bütün bu planlara rağmen, tarihin adaleti hep aynı soruyu soruyor: “Hangi zalim zulmüyle payidar kalabildi?”

İtiraflar ve Çatlak Sesler

İsrail generallerinin dudaklarından dökülen sözler, işlenen cinayetleri açık ediyor: “Her İsrailli için 50 Filistinli…” İşte zalimliğin mantığı bu kadar ucuz, bu kadar vahşi, bu kadar gayriinsanî…
Fakat aynı zamanda, BM raportörü Francesca Albanese gibi vicdan sahibi sesler, bu zulmün “Nazi suçları”ndan farksız olduğunu ilan ediyor. Halklar sokaklara çıkıyor; Mexico City’den Tel Aviv’e kadar protestolar yükseliyor. Milyonların vicdanı, bombaların dumanını yarıp insanlığa sesleniyor.

Zulmün Geri Tepmesi

Tarihte nice işgalci devletler vardı; hepsi aynı yanılgıya düştü: “Kuvvetle her şeyi yapabiliriz.” Fakat kuvvetle yalnızca bedenler öldürülür; ruhlar, hakikatler, inançlar öldürülemez. Bugün İsrail ordusu içinde intihar eden askerlerin artışı, korkudan altını ıslatan gençlerin haberleri, bu gerçeğin en açık göstergesidir. Zulüm sahibine döner, tıpkı zehirli dumanın kendisini boğması gibi.

Tarihten İbret

Firavun, Musa’ya karşı Nil’in sularında boğuldu. Nemrut, ateşini kendi zulmünün içinde söndürdü. Hitler, zulmünün enkazı altında yok oldu. Tarih şunu kaydetti: Hiçbir zalim, zulmüyle baki kalmadı.
Bugün Gazze’de çocukların üzerine yağdırılan bombalar, yarın zalimlerin evlerini yangın yerine çevirecek. Çünkü zulmün kaderi budur: Bir gün sahibini vurur.

Vicdana Sesleniş

Gazze yalnız Filistin’in meselesi değil; insanlığın aynasıdır. Orada işlenen zulüm, aslında her birimizin vicdanında işleniyor. Sessiz kalan her insan, tarihin mahkemesinde yargılanacak.
Bugün BM’nin, küresel inisiyatiflerin, sivil hareketlerin “Gazze’ye silahlı koruma gücü gönderilmeli” çağrısı, aslında insanlığın son sınavıdır. Eğer bu çağrı da cevapsız kalırsa, gelecek nesiller bizi şu cümleyle yargılayacak: “Çocuklar katledilirken siz ne yaptınız?”

Son Söz

Gazze’nin taşları kanla yıkanıyor, fakat o taşlardan fışkıran sabır, iman ve direniş de tarihe yazılıyor. Her şehit edilen çocuk, her yıkılan ev, her yanan hastane, insanlığa tek bir hakikati haykırıyor:
“Zulüm payidar olmaz. Adalet er ya da geç tecelli eder. Allah, mazlumların yanındadır.”

Ve biz de biliyoruz ki, “Bir gün gelecek, bu zulüm bitecek. Ama zulme sessiz kalanların utancı asla bitmeyecek.”

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Tarihin Tozlu Sayfalarından Yükselen Feryat: Gazze

Tarihin Tozlu Sayfalarından Yükselen Feryat: Gazze

Tarihin akışı içinde kimi olaylar vardır ki, sadece yaşandıkları anın değil, tüm insanlık vicdanının bir sınavı haline gelir. Gazze’de yaşananlar, işte tam da böyle bir sınavın en acımasız ve en çıplak haliyle karşımızda duruyor.
Bu topraklar, binlerce yıldır farklı medeniyetlere, inançlara ve kültürlere ev sahipliği yapmışken, bugün bir yıkımın, bir vahşetin ve insanlık onurunun ayaklar altına alınışının sembolü haline gelmiştir.
Gazze’nin hikayesi, sadece haritalardaki küçük bir şeridin hikayesi değil, aynı zamanda sinsi bir planın, küresel güç dengelerinin ve vicdansızlığın hikayesidir.
Bir zamanlar babadan kalma topraklarında huzurla yaşayan insanlar, şimdi yurtlarından çıkarılıyor, evleri başlarına yıkılıyor ve bir “terörist” ya da “direnişçi” etiketiyle yaftalanıyor. Bu, sadece fiziki bir işgal değil, aynı zamanda bir kimliğin, bir varoluşun yok edilme çabasıdır.
Bu trajedinin en acı yönlerinden biri de, gerçeğin sesinin susturulmaya çalışılmasıdır. İki yüzün üzerinde gazeteci, kalemini ve kamerasını bu vahşete siper ederken, canlarından oldular. Onlar, sadece haber peşinde koşan insanlar değildi; onlar, dünyanın dört bir yanına ulaşan sessiz çığlıkların sesiydi. Onların susturulması, aslında gerçeğin susturulmasıdır. Aynı şekilde, hastanelerin bombalanması ve sağlık çalışanlarının öldürülmesi de, sadece bir savaş suçu değil, aynı zamanda yaralı bir vicdanın son umut ışığının da söndürülmesidir.
Ancak zulüm ne kadar güçlü olursa olsun, vicdanın sesi asla tamamen susturulamaz. Meksika’dan Türkiye’ye, dünyanın dört bir yanında Filistin’e destek yürüyüşleri düzenleniyor. Gazze’deki vahşet, Tel Aviv’de bile milyonları sokağa döküyor. Bu protestolar, Gazze’nin yalnız olmadığını, insanlığın hala direndiğini ve adalete olan inancın hala canlı olduğunu gösteriyor.
Birleşmiş Milletler gibi küresel kurumlar, soykırımın ve savaş suçlarının uluslararası hukuka göre kabul edilemez olduğunu dile getiriyor. Francesca Albanese gibi cesur raportörler, gerçeği olduğu gibi ifade ederek Hamas’ı sadece bir terör örgütü olarak değil, aynı zamanda bir direniş hareketi olarak tanımlıyor ve bu hareketin seçimle işbaşına geldiğini, altyapı hizmetleri sunduğunu söylüyor. Bu, sadece bir açıklama değil, aynı zamanda mevcut anlatıma karşı bir meydan okumadır.
Yaşananlar, Batı’nın çifte standartlarını da gözler önüne seriyor. Bir yandan demokratik değerleri savunduğunu iddia edenler, diğer yandan çocuk istismarcısı bir İsrailli yetkilinin serbest bırakılması için devreye giriyor. Bu durum, küresel güçlerin çıkarları için ahlaki değerlerden ne kadar kolay vazgeçebileceğini gösteriyor.
ABD gibi bir ülkenin bu vahşete tam destek vermesi, adeta dünyanın vicdanının karanlık bir köşeye hapsedildiğinin isbatıdır.
Ancak unutulmamalıdır ki, zulüm hiçbir zaman kalıcı değildir. Gazze’yi savunan mücahidlerin direnişi, İsrail ordusunda büyük bir buhran yaratmış, askerlerin psikolojik olarak çöktüğünü, intihar vakalarının arttığını ve savaşmaktan korktuklarını ortaya koymuştur. Bu durum, tankların, füzelerin ve uçakların gücünün, haklı bir davanın ve sağlam bir imanın karşısında ne kadar etkisiz kalabileceğini göstermektedir.
Gazze’de her gün onlarca insan engelli kalırken, insani yardım çalışanları katledilirken ve tüm dünya bu acıya tanık olurken, biz nasıl rahat uyuyabiliyoruz? Bu soru, sadece Gazze halkının değil, tüm insanlığın kendisine sorması gereken bir sorudur. Zira Gazze’deki acı, sadece bir coğrafyanın değil, tüm insanlık ailesinin ortak acısıdır.
Gazze’de yaşananlar, sadece bir işgal değil, aynı zamanda insanlığın kendine yabancılaşmasıdır. Bu, tarihin tozlu sayfalarına sadece bir savaş hikayesi olarak değil, aynı zamanda insanlık vicdanının ne denli karanlığa gömülebileceğini gösteren bir ibret vesikası olarak geçecektir. Ancak aynı zamanda, bu karanlığın içinden yükselen direniş, umut ve adalet arayışı da insanlık onurunun hala ayakta olduğunu göstermektedir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Hayatın Hakikati, Tevhid ve Sırlı Yolculuk

Hayatın Hakikati, Tevhid ve Sırlı Yolculuk
Bu makale, insanoğlunun varlık gayesini, tevhidin sırlarını, dünya hayatının geçiciliğini ve manevi yolculuğun önemini ele almaktadır. Her bir mesaj, hayatın farklı bir yönüne ışık tutarak, birbiriyle bütünleşen bir hikmet zinciri oluşturmaktadır.

  1. Tevhid ve Kalbin İlahi Güzelliğe Yönelişi (“Lâ ilâhe illallah”)
    İnsan ruhunun en derin ihtiyacı, kalbin manevi gıdasını bulmasıdır. Tevhid, yani Allah’ın birliğini tasdik etmek, bu ihtiyacın en temel kaynağıdır.
    Bediüzzaman Said Nursi’nin ifadesiyle, “Lâ ilâhe illallah” zikri ve tekrarı, tevhidin cemal ve kemal-i ilâhîsinin kalpte görünmesi ve ruhta hissedilmesidir.
    Bu, sadece bir dilin hareketi değil, aynı zamanda ruhun ilahi bir lezzete ulaşmasıdır. Tarihte ve günümüzde pek çok evliya ve salih kul, bu zikirle en tatlı manevi rızıkları bulmuş, ruhlarını arındırmış ve ilahi huzura ermiştir. Bu, aynı zamanda insanın, tüm dünyevi lezzetlerin ötesinde, kalbinin O’nunla dolmasıyla hakiki mutluluğu bulacağı anlamına gelir.
  2. Sadece O’na Yöneliş: İman ve Küfür Muvazeneleri
    Hayat, pek çok yöneliş ve arayışla doludur. İnsan, bazen yardım için başkalarına, bazen sevgi için fani varlıklara, bazen de bilgi için yetersiz kaynaklara yönelir. Ancak Bediüzzaman, bu arayışların manevi bir muvazenesini sunar. Gerçekten istenmeye layık olanın yalnız bir Zat olduğunu, yardıma gelenin yalnızca O olduğunu, talebin ancak O’na yöneltilmesi gerektiğini anlatır. Zira diğerleri, ya eksiktir, ya zeval perdesinde saklıdır, ya da faydasızdır. Bu, tevhidin pratik bir yansımasıdır. İnsan, kalbini ve aklını sadece yaratıcısına yönelttiğinde, fani şeylerin aldatıcılığından kurtulur ve sağlam bir dayanak bulur. Gerçek konuşma, O’nun adını anmaktır; O’na ait olmayan sözler ise çoğu zaman boş ve anlamsızdır.
  3. Mülkün Sahibi: Emanet ve Kaybolan Hazineler
    İnsan, dünya hayatında sahip olduğu her şeyi kendi malı zannetme yanılgısına düşer. Oysa, Bediüzzaman’ın Mesnevi-i Nuriye’de belirttiği gibi, tüm mülk Allah’a aittir ve bizdeki her şey bir emanettir. Mal, mülk, sağlık, yetenek, hepsi birer emanettir. Eğer bu emaneti layıkıyla kullanıp Allah yolunda harcarsak, O, onu bizim için muhafaza eder ve kat kat artırır. Ancak, eğer bu emaneti sadece kendi heva ve hevesimiz için kullanır, O’nun rızasını gözetmezsek, bu emanetler elimizden bedelsizce kayıp gider. Bu, tarihin derinliklerinde nice zenginliklerin, güçlerin ve medeniyetlerin yok oluşunda görülen acı bir derstir. İbret odur ki, insan ne kadar zengin olursa olsun, eğer mülküne emanet gözüyle bakmazsa, sonunda hiçbir şeyi kalmayacaktır.
  4. Dünya Yolcusu ve Yaklaşan İhtiyarlık Şafağı
    Dünya, durmayan bir nehir gibi akıp gider. İnsan da bu nehrin içinde bir yolcudur. Aklı başında olan insan, dünya hayatının geçici kazançlarına sevinmez ve kaybettiklerine üzülmez. Zira bilir ki, dünya da, kendisi de sürekli bir değişim ve gidiş halindedir. Bediüzzaman, bu hakikati ihtiyarlık şafağının tulu etmesiyle somutlaştırır. Beyazlaşan saçlar, ölüme bir yaklaşmanın ve ahirete doğru bir yolculuğun habercisidir. Gittikçe artan hastalıklar ise, bu yolculuğun keşif kollarıdır. Bu durum, insana fani dünyanın aldatıcılığından uyanması ve asıl yurduna hazırlık yapması gerektiğini düşündürür.
  5. Tesettür: Kadın Fıtratının Doğal Giysisi
    Tesettür konusu, sadece bir giyim meselesi değil, aynı zamanda fıtratın bir yansımasıdır. Bediüzzaman, tesettürün kadınlar için fıtri olduğunu, yani kadın fıtratına uygun bir şey olduğunu belirtir. Tesettür, kadını gözlerin mahrem bakışlarından koruyan bir kalkan, onun zarafetini ve saygınlığını artıran bir manevi örtüdür. Tesettürün kaldırılması ise fıtrata aykırıdır. Tarihi olarak baktığımızda, medeniyetlerin bozulması ve ahlaki çöküşlerin başlaması, genellikle tesettürün ihmal edilmesiyle paralel bir seyir izlemiştir. Bu, fıtrata uygun yaşamanın, toplumun huzuru ve bireyin saygınlığı için ne kadar önemli olduğunun bir göstergesidir.
  6. Risale-i Nur ve Duaların Gücü
    İnsan, aciz ve zayıf bir varlıktır. O’nun kudretine sığınmaya her zaman muhtaçtır. Peygamberlerin mucizeleri, Hz. Musa’ya denizin, Hz. İbrahim’e ateşin, Hz. Davud’a dağın boyun eğmesi, ilahi kudretin birer tecellisidir.
    Risale-i Nur’un kalplere ve akıllara musahhar kılınması, nefsin ve şeytanın şerrinden korunma ve kabir azabından muhafaza olma talebi, insanın acziyetini ve Allah’a olan mutlak ihtiyacını yansıtır. Bu dua, aynı zamanda manevi bir kalkan arayan her mümin için bir yol haritasıdır.

Makale Özeti:
Bu makale, Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur’dan İktibas edilmiş sözleri ve duaları temel alarak, insanın hayat yolculuğunu, tevhidin sırlarını ve ahirete hazırlığın önemini ele almaktadır. Tevhidin kalbe verdiği manevi lezzetten, fani varlıklara yönelmenin anlamsızlığına, mülkün emanet olduğu hakikatinden, dünya hayatının bir yolculuk ve mezarlıkların bir son durak olduğu gerçeğine, tesettürün fıtri bir gereklilik olduğuna ve son olarak da duaların manevi bir kalkan olduğuna değinilmektedir. Makale, okuyucuyu hayatın geçiciliği üzerine düşünmeye, dünya malına değil, manevi değerlere yatırım yapmaya ve her şeyin yegane sahibi olan Allah’a yönelmeye teşvik eden hikmetli bir yol haritası sunmaktadır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Hayatın Hakikati ve Ahirete Yolculuk

Hayatın Hakikati ve Ahirete Yolculuk

  1. Sabah Namazı: Şahitli Bir Başlangıç (İsra Suresi)

Hayatın her anı bir anlam taşır. Ancak bazı anlar vardır ki, sıradanlığın ötesine geçer ve birer şahitlik haline gelir. Sabah namazı da bu anlardan biridir. Tıpkı bir bebeğin masumiyeti ve neşesiyle yeni bir güne başlaması gibi, sabah namazı da inanan için günün en bereketli ve en şahitli başlangıcıdır. Sabahın alacakaranlığında, dünya henüz uyanmamışken, bir kulun tüm benliğiyle Rabbinin huzurunda durması, hem kendisi için bir arınma, hem de meleklerin şahit olduğu bir yücelme anıdır. Bu an, dünya telaşının unutturduğu hakikatleri hatırlatır ve insana günün geri kalanında yönünü tayin etme gücü verir.

  1. Kaybedilen Namaz ve Azabın Gölgesi (Meryem Suresi, 59)
    Tarih, nice nesillerin yükselişine ve çöküşüne şahitlik etmiştir. Kur’an-ı Kerim’de Meryem Suresi’nin 59. ayeti, ibretlik bir ders sunar. Bu ayet, namaz gibi temel ibadetleri terk eden, dünya zevklerinin ve tutkularının peşine düşen bir neslin geleceğini haber verir. Bu, sadece bir tarihi anlatım değil, aynı zamanda her çağın insanına bir uyarıdır. İnsanoğlu, dünyanın geçici cazibesine kapıldığında, manevi değerlerini yitirdiğinde, aslında kendi felaketini hazırlar. Namaz, ruhun gıdasıdır; onu terk etmek, manevi bir çölleşmeye davetiye çıkarmaktır. Bu durum, sonunda büyük bir azaba dönüşür, zira ahiret, bu dünya hayatındaki amellerin bir yansımasıdır.
  2. Kazancın Gerçek Yeri: Ahiret (En’am Suresi, 135)
    Dünya, bir ticaret ve imtihan yeridir. İnsanlar, mal, mülk, makam, şöhret gibi geçici kazançlar peşinde koşarken, Kur’an’ın En’am Suresi, 135. ayeti, onlara gerçek kazancın ne olduğunu hatırlatır. Bu ayet, dünya hayatının son bulacağını ve o zaman kimin gerçekten kârlı çıktığının ortaya çıkacağını bildirir. Mezarlıklar, bu hakikatin sessiz tanıklarıdır. Orada, ne zenginlik, ne makam, ne de dünyevi güç bir anlam ifade eder. Sadece Allah’ın rızasını kazanmak için yapılan ameller, insanın yol arkadaşı olur. Bu ibretlik tablo, insana dünya hayatındaki önceliklerini yeniden gözden geçirmesi gerektiğini hatırlatır. Asıl kazanç, ahiret yurduna yatırım yapmaktır.
  3. Kadere İman ve Huzur
    Hayat, kimi zaman belirsizliklerle doludur. İnsan, yaşadığı zorluklar karşısında “neden ben?” sorusunu sorar. İşte bu noktada, kadere iman, insana büyük bir manevi huzur verir. Bediüzzaman Said Nursi’nin Mesnevi-i Nuriye’de belirttiği gibi, her şey bir kader planı içinde takdir edilmiştir. Bu, pasif bir kabulleniş değil, aksine, olaylar karşısında tevekkül ve teslimiyetle ayakta durabilme gücüdür. Başına gelen her şeyin, ilahi bir hikmetle olduğunu bilen bir insan, isyan etmek yerine, sabır ve şükürle yoluna devam eder. Kaderine razı olmak, ruhu isyanın ve hayal kırıklığının zehrinden arındırır ve insana deruni bir güç bahşeder.
  4. Kur’an’ın Ebedi Kanunları
    İnsanlık tarihi, pek çok ideolojinin, felsefenin ve kanunun yükselişine ve çöküşüne şahit olmuştur. Ancak Kur’an’ın kanunları, zamanın ve mekânın ötesindedir. Bediüzzaman Said Nursi’nin dediği gibi, Kur’an’ın kanunları ezelden gelip ebede gidecektir. Bu, onun ilahi kaynağına ve insanlığın temel ihtiyaçlarına hitap eden evrensel doğrular ihtiva etmesine dayanır. Kur’an, sadece bir ibadet kitabı değil, aynı zamanda hayatı anlamlandırma, ahlakı inşa etme ve adaleti tesis etme rehberidir. Onun düsturları, her çağda tazeliğini korur ve insanlığa doğru yolu gösterir. Bu, aynı zamanda Kur’an’ın, değişen dünya şartlarına rağmen geçerliliğini koruyacak tek ilahi kitap olduğunun bir isbatıdır.
  5. Her Zorluktan Sonra Bir Kolaylık (Talak Suresi, 7)
    Hayat, zorluk ve kolaylık döngüsü üzerine kuruludur. İnsan, karşılaştığı sıkıntılar karşısında umutsuzluğa kapılabilir. Ancak Kur’an-ı Kerim’de Talak Suresi’nin 7. ayeti, her zorluğun ardından bir kolaylığın geleceğini müjdeler. Bu, sadece bir teselli değil, aynı zamanda ilahi bir kanundur. Tıpkı bir çiçeğin zorlu topraklardan filizlenmesi gibi, insan da zorluklar karşısında manevi olarak güçlenir. Bu ayet, müminin asla ümidini kaybetmemesi gerektiğini, sabır ve duayla zorlukların üstesinden gelebileceğini hatırlatır. Allah, kulunun çektiği sıkıntıları bilir ve ona bir çıkış yolu sunar. Bu, tevekkülün ve Allah’a olan güvenin bir yansımasıdır.

Makale Özeti:
Bu makale, hayatın ve ahiretin hakikatini, ibret verici ve düşündürücü bir şekilde ele almaktadır.
Sabah namazının bereketli başlangıcından, namazı terk eden nesillerin acı sonuna; dünya hayatının geçici kazançlarından ahiretin gerçek kazancına; kaderin insana verdiği huzurdan Kur’an’ın ebedi düsturlarına ve son olarak da her zorluktan sonra gelen kolaylık müjdesine kadar pek çok konuyu Kur’an ayetleri ve Bediüzzaman Said Nursi’nin sözleri ışığında incelemektedir.

Makale, okuyucuya dünya hayatındaki önceliklerini gözden geçirmesi, ibadetlere sarılması, kadere teslim olması ve zorluklar karşısında umudunu yitirmemesi gerektiğini hatırlatır. Her bir mesaj, insanın manevi yolculuğunda farklı bir durak sunar ve hayatın bütünlüğü içinde derin bir anlam taşır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Gazze’de Kırılan Vicdan, Tarihin Aynasında İnsanlığın İmtihanı

Gazze’de Kırılan Vicdan, Tarihin Aynasında İnsanlığın İmtihanı

Dünya, tarihin en büyük sessiz soykırımlarından birine tanıklık ediyor. Gazze’de bir çocuğun feryadı, “Kurtar bizi, Ey Allah’ım” sözleriyle göğe yükselirken, aslında bütün insanlığın imtihanı ilan ediliyor. Bir avuç ekmek, bir damla su için ölüme sürüklenen bebeklerin gözyaşı, uygarlık naraları atan modern dünyanın maskesini yırtıyor.

Bugün İsrail, yalnız Gazze’yi değil, insanlığın onurunu da bombalıyor. Microsoft’un teknolojisinden, Amerikan silahından, Avrupa’nın sessiz onayından güç alan bu zulüm; aslında küresel ortaklığın kara bir utanç belgesi haline geldi. Bir yandan teknoloji şirketleri “etik” tartışmaları yaparken, öte yandan çocukların parçalanmış bedenleri dijital veriler gibi “bulut”larda depolanıyor.

Tarihten Bugüne İbret

Tarih boyunca zulüm, hiçbir zaman uzun ömürlü olmadı. Firavun’un Nil’e attığı masum çocukların çığlığı, Musa’nın asasıyla imparatorluğu yere serdi. Nemrud’un ateşi, İbrahim’i yakamadı. Roma’nın arenalarında parçalanan mazlumlar, gün geldi o imparatorluğu tarihin çöplüğüne gömdü. Haçlı Seferleri, Kudüs’ü kanla boyasa da İslam’ın adalet güneşiyle söndü.

Bugün Gazze’de yaşanan zulüm, aynı zulmün modern maskelerle yeniden sahneye sürülmesinden başka bir şey değildir. Dünün Firavunları, bugünün Netanyahu’sunda; dünün zalim orduları, bugünün uçak ve tanklarında; dünün putları, bugünün sahte “özgürlük ve demokrasi” sözlerinde yeniden karşımızdadır.

İbretli Bir Hakikat: Zulmün Ortağı Sessizliktir

Gazze’de akan kanın bir parçası, sessiz kalan dillerin ve kıpırdamayan ellerin mesuliyetidir. Bir Gazzeli gazetecinin dediği gibi: “Kıyamet gününde sessizliğinizin hesabını vereceksiniz. Sessizliğiniz bize savaştan daha ağır geldi.” Bu sözler, yalnız bugünün Müslümanlarına değil, bütün insanlığa bir tokat gibi inmektedir.

Çünkü zalim, zulmünü zulmüyle değil, çoğu zaman sessiz kalanın ihanetiyle büyütür. İşte bugün İslam coğrafyasında yönetimlerin bir kısmı, Kâbe’nin gölgesinde dahi “Gazze” demeyi suç sayacak kadar acizleşmiş; Batı başkentlerinde ise insan hakları nutukları atanlar, İsrail’in kanlı perdesi arkasında silah ticaretini büyütmüştür.

Hikmetli Bir Çıkış: Direnişin İki Sahibi

Bugün Gazze’yi kurtaracak olan iki güç vardır:

  1. İçteki direniş: Zulme teslim olmayan halk, Kassam mücahidinin dediği gibi, “Allah Gazze’yi terk edenleri affetmesin” diyerek, canı pahasına işgale karşı durmaktadır.
  2. Dıştaki vicdan: Dünyanın her yerinde sokağa çıkan yüzbinler, gazeteciler, aktivistler ve vicdan sahipleri, sessizliği kırarak zalimin maskesini düşürmektedir.

İşte bu iki direniş birleştiğinde, tarihin terazisi yeniden dengeye gelecek; zalimin sarayları Firavun’un sarayı gibi suya gömülecek, Nemrud’un ateşi gibi kendi kendini tüketecektir.

Sonuç: İnsanlık Vicdanı için Son Çağrı

Gazze, yalnız bir coğrafya değil; insanlığın vicdanıdır. Orada açlıktan ölen her çocuk, aslında modern çağın adaletsizliğine atılmış bir tokattır. Zulme ortak olan sessizlik, kıyamet gününde ağır bir hesap olarak karşımıza çıkacaktır.

Unutmayalım ki, Kur’an’ın uyarısı hâlâ baki:

> “Zulmedenlere en küçük bir meyil göstermeyin, yoksa size ateş dokunur.” (Hud, 113)

Bugün Gazze, ümmeti ve insanlığı çağırıyor:
Kimi ses vererek, kimi dua ederek, kimi kalemiyle, kimi malıyla, kimi canıyla… Ama mutlaka bir adım atarak. Çünkü yarın, Allah soracak:

“Gazze için ne yaptın?”

@@@@@@#

Tarihten İbretli Kıssalar

  1. Firavun’un Sonu

Nil’in sularına boğulan Firavun, kendisini “rab” ilan etmişti. Musa’nın getirdiği hakikate karşı diklendi, mazlumları ezdi. Ama sonunda ordusuyla birlikte denizde boğuldu. Kur’an onun ibretlik sonunu şöyle haber verir:

> “Bugün senin cesedini kurtaracağız ki, senden sonrakilere ibret olsun.” (Yunus, 92)
Bugün Gazze’yi kuşatan Firavunvari güçler de aynı akıbete yürümektedir.

  1. Ebrehe’nin Fillere Hüsranı

Kâbe’yi yıkmak isteyen Ebrehe, ordusunu fillerle Mekke’ye yürüttü. Ancak küçücük Ebabil kuşları, gökten attıkları taşlarla o dev orduyu darmadağın etti. (Fil Suresi)
Bugün Gazze’de tanklara, uçaklara, füzelerle meydan okuyan bir avuç mücahid, Ebabil kuşlarının ruhunu taşımaktadır.

  1. Nemrud’un Ateşi

Nemrud, ateşle İbrahim’i yakmak istedi. Ama Allah, o ateşi gül bahçesine çevirdi:

> “Ey ateş! İbrahim için serinlik ve selamet ol!” (Enbiya, 69)
Zalimler ateşle, bombayla mazlumları yakmak istese de Allah’ın kudretiyle o zulüm, mazlumların cennetine vesile olur.

  1. Endülüs’ün İbretli Düşüşü

Sekiz asır boyunca İslam’ın medeniyet ışığını taşıyan Endülüs, Müslümanların ihtilafı ve dağınıklığı sebebiyle Hristiyanların eline geçti. Cordoba’nın ilim meclisleri küle döndü, binlerce Müslüman sürgün edildi.
Gazze’nin çığlığı, ümmete aynı dersi veriyor: “Birlik olmazsak Endülüs gibi kaybederiz.”

  1. Haçlıların Kudüs Katliamı

1099’da Haçlılar Kudüs’ü işgal ettiğinde sokaklar Müslüman kanıyla doldu. Ama yalnız 88 yıl sonra Selahaddin Eyyubi, adalet ve merhametle Kudüs’ü yeniden fethetti. Haçlı vahşetini merhametle gölgeledi.
Bu kıssa bize şunu öğretir: Zulmün ömrü kısadır; adaletle gelen bir zafer, asırlara ışık olur.

Son Çağrı

Tarih, zalimlerin akıbetini tekrar tekrar göstermiştir. Bugün Gazze için ayağa kalkmayanlar, yarın tarih önünde Firavun’un, Ebrehe’nin, Nemrud’un yanında yazılacaktır.
Ama ses verenler, adalet için direnenler, Selahaddin’in, Musa’nın, İbrahim’in yolunda yazılacaktır.

Gazze’nin çağrısı şudur:
“Bizi unutmayın, sessiz kalmayın. Çünkü zulüm, sessizlikle büyür.”

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Hayatın Büyük Sermayesi ve Hikmetin Işığında İbret Dersi

Hayatın Büyük Sermayesi ve Hikmetin Işığında İbret Dersi

Azim Sermaye ve Ebedi Ticaret

Risale-i Nur’dan Lem’alar’da geçen “Azim bir sermaye elinde bulunan insan, burada ticaret ile ebedi daimi bir hayatın saadetine çalışmak için gelmiştir. Onun eline verilen sermaye de ömürdür.” ifadesi, insan hayatının derin bir hikmetle dolu olduğunu hatırlatır. Bu cümle, ömrün bir nimet olarak insana verilmiş en değerli sermaye olduğunu ve bu sermayenin ebedi bir saadet için değerlendirilmesi gerektiğini vurgular. Gelin, bu düşünceyi hikmet, edebiyat, tarih, ibret ve tefekkür penceresinden ele alalım.

#### Hikmet: Bilgiyle Görülen Gerçekler
Hikmet, ilimle şekillenir ve hakikati anlamayı sağlar. “Hikmet ile iş görmek ilim ile olur” ifadesi, insanın ömrünü bilinçli bir şekilde değerlendirmesi gerektiğini ortaya koyar. Ömür, bir yolculukta harcanan bir sermaye gibi düşünülebilir; her anı bir hikmet taşıyan bir fırsat olarak değerlendirilmelidir. Bu açıdan, insan, ömrünü boş yere tüketmek yerine, ilimle donanarak ve hakikat arayışında bulunarak geçirmelidir. Hikmet, sadece bilgiyi değil, bu bilginin hayatı anlamlandırma sanatını da içerir.

#### Edebiyat: İnayetin ve Lütfun Dili
Edebiyat, insan ruhuna hitap eden bir ayna gibidir. “İnayetkârane, lütufkârane iş gören; elbette bilir ve bilerek yapar” ifadesi, edebi bir üslupla kainatın her bir parçasında bir düzen ve merhamet olduğunu anlatır. Şiirsel bir dille, her yaprakta, her damlada bir ilahi lütuf gizlidir. Ömür, bu lütfu fark ederek ve şükrederek geçirilirse, insan kendi hikayesini ebedi bir güzellikte yazabilir. Edebiyat, bu bilinçle kalbe dokunarak ömrün değerini hissettirir.

#### Tarih: İnsanın Yaratılışındaki Büyük Plan
Tarih, insanlığın ömrünü ve çabalarını gözler önüne seren bir kitaptır. “Makine-i insaniyede yüzler âlet var. Her birinin elemî ayır, lezzetî ayır, vazifesi ayır, mükâfatı ayırdır. Âdetâ insan-ı ekber olan âlemde tecelli eden bütün esmâ-i ilahiye, bir âlem-i asgar olan insanda dahi o esmânın umumiyetle cilveleri var” ifadesi, insanın yaratılışındaki eşsiz tasarımı işaret eder. Tarih boyunca, büyük medeniyetler, bu sermayeyi nasıl kullandıklarıyla anılmıştır. Ömür, tarih sahnesinde bir iz bırakmak için bir fırsattır; bu iz, ilahi isimlerin tecellisiyle anlam kazanır.

#### İbret: Ömür ve Hesap Günü
İbret, geçmişten ders çıkarmaktır. “Kıyamet günü için, Adalet terazileri kuracağız. Öyle ki, hiç bir kimseye, zerre kadar zulmedilmeyecek. Yapılan iş, bir hardal tanesi ağırlığınca da olsa, onu getirip ortaya koyacağız. Hesap görücü olarak Biz yeteriz” ayeti, ömrün her anının bir gün hesaba çekileceğini hatırlatır. İbret alınmazsa, bu sermaye boşa harcanır. Tarihteki kavimlerin helakı, ömürlerini yanlış yerde kullanmalarının bir sonucudur. Bu, insana derin bir tefekküre davetiye çıkarır.

#### Tefekkür: Latif ve Habir Olan Yaratıcı
Tefekkür, insanın kendi varlığını ve ömrünü sorgulamasıdır. “O, yarattığını bilmez mi? O, Latîf’tir, Habîr’dir” ayeti, her şeyin bir bilginin ve merhametin ürünü olduğunu gösterir. Ömür, bu Latif ve Habir olan Yaratıcı’nın bir emanetidir. Tefekkür eden insan, her nefeste bu emanetin değerini kavrar ve onu ebedi saadet için harcamaya özen gösterir. Doğa, bir ağacın dalları arasında uzanan yol gibi, insanı bu hakikate yönlendirir.

#### Özet
Bu makale, Risale-i Nur’dan alınan “Azim bir sermaye elinde bulunan insan, burada ticaret ile ebedi daimi bir hayatın saadetine çalışmak için gelmiştir. Onun eline verilen sermaye de ömürdür” ifadesini merkeze alarak ömrün hikmetli bir nimet olduğunu ele aldı. Hikmetle ilimle şekillenmesi, edebiyatla ruha dokunması, tarihte bir iz bırakması, ibretle ders çıkarılması ve tefekkürle anlam kazanması gerektiği vurgulandı. Ömür, bilinçli kullanıldığında ebedi saadete giden bir köprü olur; aksi halde, hesaba çekileceği bir yük haline gelir. Bu düşünceler, birbirine uyum içinde, insanı derin bir farkındalığa davet eder.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Yaratılışın Hikmeti ve İnsan Vazifesi

Yaratılışın Hikmeti ve İnsan Vazifesi

Erzak Sarayı ve Kaçışsız Gerçek

Risale-i Nur Külliyatı’ndan “Sözler” risalesinde geçen ifade, kainatın bir erzak deposu olarak insanın hizmetine sunulduğunu ve bu nimetlerden kaçış olmadığını anlatır: “Yani, size ağaçtan meyveyi ve ateşi ve ottan erzakı ve hububu ve topraktan hayvanatı ve nebatatı verdiği gibi zemini size hoş her bir erzakınızın içinde konulmuş bir beşik ve âlemi, güzel ve bütün levazımatınızın içinde bulunan bir saray yapan bir zattan kaçıp, başıboş kalıp, ademe gidip saklanılmaz. Vazifeniz olup, kabre girip, uyandırılmamak üzere rahat yatamazsınız.”
Bu söz, insanın başıboş olmadığını, her nimetin bir vazife yüklediğini hatırlatır. Gelin, bu hakikati hikmet, edebiyat, tarih, ibret ve tefekkür açısından inceleyelim, her biri kendi açısından derinleşerek bütünlük oluştursun.

#### Hikmet: Kainatın Düzeni ve İnsan Nizamı

Hikmet, her şeyin bir amaçla yaratıldığını gösterir. Kainat, bir misafirhane gibi düzenlenmiştir; ağaçlar meyve verir, toprak hayvan ve bitki üretir, her şey insanın ihtiyaçlarına göre tasarlanmıştır. “Kendini başıboş zannetme. Zira şu misafirhane-i dünyada nazar-ı hikmetle baksan, hiçbir şeyi nizamsız gayesiz göremezsin. Nasıl sen nizamsız, gayesiz kalabilirsin?” ifadesi, bu düzeni anlatır. Hikmet nazarıyla bakıldığında, insan da bu nizamın bir parçasıdır; vazifesi, bu nimetleri şükürle karşılamak ve Yaratıcı’ya itaat etmektir. Başıboşluk, hikmetin reddidir ve kainatın dengesini bozar. Bu bakış, insanı sorumsuzluktan kurtarır, her nefesi bir hikmet fırsatı kılar.

#### Edebi: Nimetlerin Şiirsel Sarayı
Edebiyat, kainatı bir şiir gibi tasvir eder. Âlem, “güzel ve bütün levazımatınızın içinde bulunan bir saray” olarak tasvir edilir; ağaçlar meyve dallarıyla, toprak bereketiyle süslenmiş bir mekan. Bu edebi üslup, insanın bu sarayda bir misafir olduğunu, kaçışın imkansızlığını anlatır.
“Kur’an kulübe kut ve gıda ve ukule kuvvet ve gınadır ve ruha mâ ve ziyâ ve nüfusa devâ ve şifâ olduğundan usandırmaz” sözü, Kur’an’ı edebi bir kaynak olarak sunar; o, ruhun şiiri, kalbin ilhamıdır. Edebi bir dille, kabir bir uyku yeri değil, uyanış kapısıdır; insan, bu saraydan ademe kaçamaz, çünkü her nimet bir mısra gibi vazife çağrısıdır.

#### Tarihi: Geçmişten Gelen Dersler ve Ebedi Sultan
Tarih, insanlığın bu hakikatle yüzleşmesini kaydeder. Bediüzzaman Said Nursi’nin eserlerinde, tarih bir ayna gibidir; eski medeniyetler, nimetleri başıboşça harcayanların akıbetini gösterir.
“Sultan-ı Ezelî’ye iman ile intisab eden ve amel-i sâlih ile itaat eden bir insan, şu misafirhane-i dünya menzillerinden ve âlem-i berzah ve âlem-i mahşer dairelerinden ve hâkeza kabirden sonraki bütün âlemlerin geniş hududlarından berk ve burak sür’atinde geçer. Tâ saadet-i ebediyeyi bulur” ifadesi, tarihi bir perspektiften imanın gücünü anlatır. Tarih boyunca, peygamberler ve salihler bu vazifeyi yerine getirerek ebedi saadete ulaşmış; başıboşlar ise helak olmuştur. Bu, insanı tarihi bir yolculuğa çıkarır, geçmişten bugüne nimetlerin hesabını sorar.

#### İbret: Kaçışsız Hesap ve Kabir Gerçeği
İbret, yaşananlardan ders çıkarmaktır. Kainatın erzak sarayından kaçış yoktur; “kabire girip, uyandırılmamak üzere rahat yatamazsınız” uyarısı, ölümü bir son değil, bir geçiş olarak gösterir. Tarihteki ibretlik olaylar, gibi firavunların mumyaları veya unutulmuş medeniyetlerin kalıntıları, başıboşluğun boşunalığını isbatlar. Bu ifade, insanı uyarır: Nimetler verilmişse, vazife de vardır; ademe sığınmak, kabirde huzursuzluk getirir. İbret nazarıyla, her nimet bir emanettir; onu başıboş harcamak, ebedi pişmanlığa yol açar. Bu, okuyucuyu derin bir muhasebeye davet eder, hayatın geçiciliğini somutlaştırır.

#### Düşündürücü: Tefekkür ve Ebedi Saadet
Düşündürücü yön, tefekkürü teşvik eder. “Kur’an-ı Mucizü’l-Beyan’ın daire-i kudsiyesine girenler, daima nura, ihlasa, imana kuvvet verecekler ve öyle gukurlara sukut etmeyeceklerdir” sözü, tefekkürü bir kalkan olarak sunar. İnsan, bu sarayda başıboş mu, yoksa vazifeli mi? Tefekkür, nimetlerin kaynağını sorgulatır; ağaçtan meyve, topraktan hayat veren Zat’tan kaçış mümkün mü? Bu düşünce, insanı ebedi saadete yönlendirir; iman ve amel-i salih, kabir ötesi âlemleri aşmanın anahtarıdır. Düşündürücü bir bakışla, hayat bir sınavdır; başıboşluk, en büyük yanılmadır.

#### Özet
Bu makale, Risale-i Nur’dan alınan “size ağaçtan meyveyi… rahat yatamazsınız” ifadesini temel alarak, kainatın bir erzak sarayı olduğunu ve insanın başıboş olmadığını ele aldı. Hikmetle düzenin, edebiyatla güzelliğin, tarihle derslerin, ibretle uyarıların ve tefekkürle sorgulamanın altını çizdi. Her bölüm, bütünlük içinde vazifeyi anlatır: Nimetler kaçışsız bir sorumluluk getirir, imanla ebedi saadete ulaştırır. Bu hakikat, insanı derin bir farkındalığa çağırır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




İnsan, Yaratılışın Gayeli Misafiri

İnsan, Yaratılışın Gayeli Misafiri

İnsanlık tarihi, çağlar boyunca varoluşun ve bu varoluşun getirdiği sorumlulukların bilinciyle yoğrulmuş, ilahi bir denge üzerine kurulu bir hikayeden ibarettir. Kutsal metinler, bilgelik sözleri ve edebiyatın en derin eserleri, bu hikayeyi farklı açılardan ele alarak insanı, evrenin ve ilahi düzenin merkezine yerleştirmiştir.
Bu merkezi konumun getirdiği sorumlulukları, ömür sermayesini ve en nihayetinde ebedi hayatın kaçınılmazlığını ele alalım.

Kendini Başıboş Zannetme:

Misafirhanenin Hikmeti
“Kendini başıboş zannetme. Zira şu misafirhane-i dünyada nazar-ı hikmetle baksan, hiçbir şeyi nizamsız, gayesiz göremezsin. Nasıl sen nizamsız, gayesiz kalabilirsin?” sözü, insanın bu dünyadaki varoluşunun temel bir amacının olduğunu anlatır. Tarih boyunca, insanlık varoluşun anlamını sorgulamıştır. Edebi eserler, bu sorgulamayı işlerken, tabiat bilimleri kâinatın mükemmel düzenini keşfederek bu hikmetli bakış açısını desteklemiştir. Bir ağacın büyümesi, bir çiçeğin açması, gezegenlerin yörüngelerinde dönmesi… Her şey bir nizama, bir düzene tabidir. İnsanın bu düzenin dışında, amaçsız bir şekilde var olması düşünülemez. İnsan, bu misafirhaneye bir görevle gelmiştir ve bu görevin bilinciyle yaşamalıdır.

Vazifesiz Kalınmaz: Kabir ve Diriliş
“Vazifesiz olup, kabre girip, uyandırılmamak üzere rahat yatamazsınız.” ifadesi, insanın bu dünyadaki görevinin, ölümle son bulmayacağını hatırlatır. Tarihi ve edebi metinlerde, ölüm sonrasında bir diriliş ve hesap inancı daima var olmuştur. Mısır piramitlerinden, eski Yunan mitolojisine, semavi dinlere kadar birçok kültür, ölümün bir son değil, bir başlangıç olduğuna inanmıştır. Bu inanç, insanı, sadece bu dünyalık bir varlık olarak değil, ebedi bir yolculuğun yolcusu olarak konumlandırır. İnsan, kendisine verilen nimetleri (meyve, ateş, hububat, hayvanat, nebatat) ve bu nimetlerin içindeki mükemmel sanatı görmeli ve bu güzelliklerin yaratıcısından kaçıp, görevsiz bir şekilde yok olamayacağını anlamalıdır.

Sultan-ı Ezelî’ye İntisap ve Ebedî Saadet
“Sultan-ı Ezelî’ye iman ile intisab eden ve amel-i sâlih ile itaat eden bir insan, şu misafirhane-i dünya menzillerinden ve âlem-i berzah ve âlem-i mahşer dairelerinden ve hâkeza kabirden sonraki bütün âlemlerin geniş hududlarından berk ve burak sür’atinde geçer. Tâ saadet-i ebediyeyi bulur.” sözü, bu yolculuğun nasıl hızlanacağını ve nihai amacına nasıl ulaşılacağını açıklar. İman ve salih amel, insanın ebedi hayata giden yoldaki en büyük azığıdır. Tarihte, inançları uğruna büyük fedakarlıklar yapan insanlar bu yolu göstermişlerdir. Edebi eserler, bu zorlu ama kutlu yolculuğu, maceralı bir hikaye olarak işlemiştir. Bu söz, insanı, sadece dünyaya odaklanmak yerine, ebedi mutluluğa ulaşmak için çalışmaya teşvik eden, ibretli bir mesaj taşır.

Kur’an: Kalplere Şifa, Akıllara Kuvvet
“Kur’an kulûbe kut ve gıda ve ukule kuvvet ve gınâdır ve ruha mâ ve ziyâ ve nüfusa devâ ve şifâ olduğundan usandırmaz.” ve “Kur’an-ı Mu’cizül-Beyan’ın daire-i kudsiyesine girenler; daima nura, ihlasa, imana kuvvet verecekler…” ifadeleri, bu yolculukta en büyük rehberin Kur’an olduğunu anlatır. Tarihte Kur’an’ın getirdiği medeniyetler, bilim, sanat ve hikmet alanında büyük atılımlar yapmıştır. Edebi açıdan Kur’an, hem manevi bir gıda hem de ruhsal bir şifa kaynağıdır. Kur’an’ın ilahi mesajları, insan aklını aydınlatır, kalbini besler ve ruhuna huzur verir. Bu da, insanın bu dünyadaki görevi olan hikmet ve ilim arayışında en büyük yardımcıdır.

Sonuç: Bütünlüğün Anlamı
Bu beş farklı mesajlar, aslında tek bir bütünün parçalarıdır. İnsan, kendisine verilmiş ömür sermayesini, Kur’an’ın rehberliğinde, iman ve salih amelle kullanarak, bu misafirhaneden geçip ebedi saadete ulaşmak için yaratılmıştır. Kendini başıboş zannetmek yerine, kâinatın ve kendi varlığının mükemmel düzeni üzerine tefekkür etmeli ve bu düzenin Yaratıcısına karşı görevlerinin bilincinde olmalıdır. Her eylem, her düşünce, bu büyük yolculuğun bir parçasıdır ve kabirde son bulmayan bir geleceğin kapısını açar. Bu bütünlük, insanı sadece fiziksel bir varlık olarak değil, ruhsal ve manevi derinliği olan, sorumluluk sahibi bir varlık olarak ele alır. Bu açıdan, hayat bir oyun alanı değil, ebedi bir geleceğin inşası için bir fırsattır.

Makale Özeti:
Bu makale, yüklenen metinlerden hareketle, insanın bu dünyadaki varoluşunun anlamını ve amacını ele almaktadır. Makale, kâinattaki mükemmel düzenin, insanın da amaçsız olamayacağını gösterdiğini; ölümün bir son değil, ebedi bir geleceğe açılan bir kapı olduğunu; bu yolculukta imanın ve salih amelin en büyük azık olduğunu ve Kur’an’ın bu yolculuk için en büyük rehber olduğunu anlatmaktadır. Bu kavramlar bir bütün olarak ele alındığında, hayatın amacının, bilinçli ve sorumlu bir şekilde yaşanması gereken, ebedi bir geleceğe hazırlık olduğu sonucuna varılmaktadır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Risale-i Nur Külliyatı’ndan Kadınlarla İlgili Konular: Hikmet, İbret ve Hakikat

Risale-i Nur Külliyatı’ndan Kadınlarla İlgili Konular: Hikmet, İbret ve Hakikat

Kadın, Risale-i Nur Külliyatı’nda yalnızca toplumsal bir figür olarak değil, aynı zamanda manevi bir varlık, ailenin direği ve neslin devamının en önemli unsuru olarak ele alınır. Bediüzzaman Said Nursi, eserlerinde kadını, yaratılış gayesi, fıtri özellikleri ve toplumdaki yeri açısından derin bir hikmet ve ibret nazarıyla inceler. O, kadının bu kainat içindeki ehemmiyetini; ruhunun inceliği, şefkatinin derinliği ve aklının hassasiyetiyle birlikte ele alır.

Kur’an-ı Kerim’de, “Onlar (kadınlar) sizin için bir elbisedir, siz de onlar için bir elbisesiniz” (Bakara, 187) buyrulur. Bu ayet, eşler arasındaki ilişkiyi sadece fiziksel bir birliktelikten öte, birbirini koruyan, tamamlayan ve güzelleştiren manevi bir bağ olarak tasvir eder. Risale-i Nur, bu ilahi hakikati işleyerek, kadının fıtrî yapısındaki zarafet ve merhamet ile nasıl bir manevi elbise olduğunu ortaya koyar.
Ayetlerle Desteklenmiş İktibaslar:
* Şefkat ve Rahmet Odaklı Yaratılış:
Risale-i Nur, kadının yaratılışında en öne çıkan özelliğin şefkat olduğunu belirtir. Bu şefkat, annelik vasfıyla zirveye ulaşır. Hz. Peygamber’in (s.a.v.) “Cennet annelerin ayakları altındadır” (Nesâî) hadisi de bu hikmeti teyit eder. Nursi, bu şefkatin sadece biyolojik bir duygu olmadığını, aynı zamanda Allah’ın Rahman ve Rahim isimlerinin tecellisi olduğunu anlatır. Kadın, bu tecelli sayesinde, nesillerin yetişmesinde ve manevi terbiye kazanmasında en büyük rolü üstlenir.
* İlgili ayet: “Ey insanlar! Şüphesiz biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışasınız diye sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık. Allah katında en şerefliniz, takvada en ileri olanınızdır…” (Hucurat, 13)
* İffet ve Manevi Zenginlik:
Külliyat, kadının manevi güzelliğinin ve gücünün en temel kaynağının iffet ve haya olduğunu ifade eder. Bu özellikler, kadını fıtri yapısı gereği dış etkilere karşı korur ve ona manevi bir zırh sağlar. Bu zırh, aynı zamanda ailenin ve toplumun manevi yapısını koruyan bir kaledir. Risale-i Nur’da, iffetin getirdiği ulviyet ve saygınlık, kadını sadece cinsel bir obje olmaktan çıkarıp, ona manevi ve kutsal bir kimlik kazandırır.
* İlgili ayet: “Mümin kadınlara da söyle, gözlerini (haramdan) sakınsınlar ve ırzlarını korusunlar…” (Nur, 31) Bu ayet, iffetin hem erkek hem de kadın için geçerli olduğunu ve her iki tarafın da manevi korunması için temel bir ilke olduğunu anlatır.

* İslam’da Kadın ve Modernleşme:
Bediüzzaman, Risale-i Nur’da kadının toplumsal hayatta hürriyet kazanması ve ilerlemesi gerektiğine inanır. Ancak bu hürriyet, fıtrata ve İslam’ın temel ahlaki prensiplerine uygun olmalıdır. Ona göre, Batı’nın modernleşme adı altında kadını metalaştırması ve iffetini zedelemesi, onun manevi değerini ve sosyal konumunu düşürmektedir. Gerçek hürriyet, nefsin esaretinden kurtulmak ve manevi değerlerle yükselmektir. Bu açıdan, edep ve haya, kadını yücelten, ona saygınlık kazandıran ve onu kötü niyetli bakışlardan koruyan esaslardır.

Makalenin Özeti
Risale-i Nur Külliyatı, kadına dair meseleleri, Kur’an’ın hikmetli bakış açısıyla ele alır. Kadını, şefkat, iffet ve haya gibi fıtrî özelliklerle donatılmış, ailenin ve toplumun manevi direği olarak tanımlar. Bu eserlerde kadın, sadece toplumsal bir unsur değil, aynı zamanda Allah’ın Rahman ve Rahim isimlerinin tecelligahı olarak görülür.
Makale, Kur’an-ı Kerim’deki Bakara 187, Hucurat 13 ve Nur 31 gibi ayetlerle bu hakikatleri destekleyerek, kadının gerçek hürriyetinin maddi süslerden ve metalaşmadan uzak, manevi değerlerle olgunlaşmakta olduğunu ortaya koyar. Bediüzzaman’a göre, kadın, bu değerlerle hem kendisine hem de topluma büyük bir fayda sağlayabilir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Risale-i Nur Külliyatı’ndan Kadınlarla İlgili Konular: Hikmet, İbret ve Hakikat

Risale-i Nur Külliyatı’ndan Kadınlarla İlgili Konular: Hikmet, İbret ve Hakikat

Kadın, Risale-i Nur Külliyatı’nda yalnızca toplumsal bir figür olarak değil, aynı zamanda manevi bir varlık, ailenin direği ve neslin devamının en önemli unsuru olarak ele alınır. Bediüzzaman Said Nursi, eserlerinde kadını, yaratılış gayesi, fıtri özellikleri ve toplumdaki yeri açısından derin bir hikmet ve ibret nazarıyla inceler. O, kadının bu kainat içindeki ehemmiyetini; ruhunun inceliği, şefkatinin derinliği ve aklının hassasiyetiyle birlikte ele alır.

Kur’an-ı Kerim’de, “Onlar (kadınlar) sizin için bir elbisedir, siz de onlar için bir elbisesiniz” (Bakara, 187) buyrulur. Bu ayet, eşler arasındaki ilişkiyi sadece fiziksel bir birliktelikten öte, birbirini koruyan, tamamlayan ve güzelleştiren manevi bir bağ olarak tasvir eder. Risale-i Nur, bu ilahi hakikati işleyerek, kadının fıtrî yapısındaki zarafet ve merhamet ile nasıl bir manevi elbise olduğunu ortaya koyar.
Ayetlerle Desteklenmiş İktibaslar:
* Şefkat ve Rahmet Odaklı Yaratılış:
Risale-i Nur, kadının yaratılışında en öne çıkan özelliğin şefkat olduğunu belirtir. Bu şefkat, annelik vasfıyla zirveye ulaşır. Hz. Peygamber’in (s.a.v.) “Cennet annelerin ayakları altındadır” (Nesâî) hadisi de bu hikmeti teyit eder. Nursi, bu şefkatin sadece biyolojik bir duygu olmadığını, aynı zamanda Allah’ın Rahman ve Rahim isimlerinin tecellisi olduğunu anlatır. Kadın, bu tecelli sayesinde, nesillerin yetişmesinde ve manevi terbiye kazanmasında en büyük rolü üstlenir.
* İlgili ayet: “Ey insanlar! Şüphesiz biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışasınız diye sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık. Allah katında en şerefliniz, takvada en ileri olanınızdır…” (Hucurat, 13)
* İffet ve Manevi Zenginlik:
Külliyat, kadının manevi güzelliğinin ve gücünün en temel kaynağının iffet ve haya olduğunu ifade eder. Bu özellikler, kadını fıtri yapısı gereği dış etkilere karşı korur ve ona manevi bir zırh sağlar. Bu zırh, aynı zamanda ailenin ve toplumun manevi yapısını koruyan bir kaledir. Risale-i Nur’da, iffetin getirdiği ulviyet ve saygınlık, kadını sadece cinsel bir obje olmaktan çıkarıp, ona manevi ve kutsal bir kimlik kazandırır.
* İlgili ayet: “Mümin kadınlara da söyle, gözlerini (haramdan) sakınsınlar ve ırzlarını korusunlar…” (Nur, 31) Bu ayet, iffetin hem erkek hem de kadın için geçerli olduğunu ve her iki tarafın da manevi korunması için temel bir ilke olduğunu anlatır.

* İslam’da Kadın ve Modernleşme:
Bediüzzaman, Risale-i Nur’da kadının toplumsal hayatta hürriyet kazanması ve ilerlemesi gerektiğine inanır. Ancak bu hürriyet, fıtrata ve İslam’ın temel ahlaki prensiplerine uygun olmalıdır. Ona göre, Batı’nın modernleşme adı altında kadını metalaştırması ve iffetini zedelemesi, onun manevi değerini ve sosyal konumunu düşürmektedir. Gerçek hürriyet, nefsin esaretinden kurtulmak ve manevi değerlerle yükselmektir. Bu açıdan, edep ve haya, kadını yücelten, ona saygınlık kazandıran ve onu kötü niyetli bakışlardan koruyan esaslardır.

Makalenin Özeti
Risale-i Nur Külliyatı, kadına dair meseleleri, Kur’an’ın hikmetli bakış açısıyla ele alır. Kadını, şefkat, iffet ve haya gibi fıtrî özelliklerle donatılmış, ailenin ve toplumun manevi direği olarak tanımlar. Bu eserlerde kadın, sadece toplumsal bir unsur değil, aynı zamanda Allah’ın Rahman ve Rahim isimlerinin tecelligahı olarak görülür.
Makale, Kur’an-ı Kerim’deki Bakara 187, Hucurat 13 ve Nur 31 gibi ayetlerle bu hakikatleri destekleyerek, kadının gerçek hürriyetinin maddi süslerden ve metalaşmadan uzak, manevi değerlerle olgunlaşmakta olduğunu ortaya koyar. Bediüzzaman’a göre, kadın, bu değerlerle hem kendisine hem de topluma büyük bir fayda sağlayabilir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Risale-i Nur Külliyatı’ndan Çocuklarla İlgili Konular ve İktibaslar

Risale-i Nur Külliyatı’ndan Çocuklarla İlgili Konular ve İktibaslar

Risale-i Nur Külliyatı, Bediüzzaman Said Nursi’nin eserlerinde çocuklar, özellikle onların manevi eğitimi, ölüm karşısındaki tesellileri, ebedi hayatları ve aile içindeki rolleri gibi konulara sıkça değinilmektedir. Aşağıda, külliyattan seçilmiş bazı ilgili iktibaslar ve konular yer almaktadır.

  1. **Çocukların Cennet Fikriyle Ölüm Karşısında Teselli Bulması** (Sözler, Onuncu Söz):
    “Nev-i beşerin hemen yarısını teşkil eden çocuklar, yalnız Cennet fikriyle, onlara dehşetli ve ağlatıcı görünen ölümlere ve vefâtlara karşı dayanabilirler. Ve gayet zayıf ve nâzik vücudlarında bir kuvve-i mâneviye bulabilirler. Ve her şeyden çabuk ağlayan gayet mukàvemetsiz mizâc-ı ruhlarında, o Cennet ile bir ümit bulup, mesrurâne yaşayabilirler. Meselâ, Cennet fikriyle der: ‘Benim küçük kardeşim veya arkadaşım öldü; Cennetin bir kuşu oldu, Cennette gezer, bizden daha güzel yaşar.’ Yoksa, her vakit etrafında kendi gibi çocukların ve büyüklerin ölümleri, o zayıf bîçarelerin endişeli nazarlarına çarpması, mukàvemetlerini ve kuvve-i mâneviyelerini zîr ü zeber ederek, gözleriyle beraber ruh, kalb, akıl gibi bütün letâifini dahi öyle ağlattıracak; ya mahvolup veya divâne bir bedbaht hayvan olacaktı.”
    Bu iktibas, çocukların ölüm korkusunu Cennet inancıyla aşabileceğini anlatır.
  2. **Çocuk Vefatı Üzerine Teselli** (Mektubat, On Yedinci Mektup):
    Bu mektup, bir çocuğun vefatı üzerine yazılmış olup, beş nokta üzerinden teselli sunar. Örneğin:
    – Birinci Nokta: “Kur’an’da geçen ‘وِلْدَانٌ مُخَلَّدُونَ’ ayeti, müminlerin büluğ çağına ermeden vefat eden çocuklarının cennette ebedî, sevimli ve ebeveynlerine sürur vesilesi olarak kalacağını müjdeler.”
    – İkinci Nokta: “Çocuğun vefatı, ebeveyninin nezaretinden alınıp cennete gönderilmesi gibidir; çocuğun saadeti için bir yükseliştir ve ebeveyne şefaatçi olur.”
    – Üçüncü Nokta: “Çocuk, Rahîm bir Hâlık’ın mahlukudur ve ebeveyne muvakkaten emanet edilmiştir.”
    – Dördüncü Nokta: “Dünya fânî bir misafirhane olduğundan, çocuk vefatı ebedî bir ayrılık değildir.”
    – Beşinci Nokta: “Şefkat, Rahmet-i İlahiyenin en latîf cilvelerindendir ve ebeveyni Allah’a yakınlaştırır.”
    Bu mektup, çocuk kaybının manevi hikmetlerini ele alır.
  3. **Çocukların Ebedi Çocukluğu** (Sözler, Otuz İkinci Söz):
    “Zira çocuklar sinn-i teklife girmediklerinden, ebedî, sevimli, şirin çocuk olarak kalacaklar.”
    Cennette çocukların ebedi olarak çocuk kalacağı belirtilir.
  4. **Hasta Çocuk ve Hekim Benzetmesi** (Sözler, Yirmi Üçüncü Söz):
    “Meselâ, hasta bir çocuk çağırır: ‘Yâ hekim, bana bak.’ Hekim ‘Lebbeyk,’ der. ‘Ne istersin?’ Cevap verir. Çocuk ‘Şu ilâcı ver bana’ der.”
    Bu, dua ve talebin hikmetini çocuk üzerinden anlatır.

Bu iktibaslar, Risale-i Nur’un çocuklar konusunu manevi eğitim, teselli ve ebedi hayat açısından işlediğini gösterir.

### Çocuklar: Manevi Bir Emanet ve Ebedi Saadet Vesilesi

Çocuklar, kainatın en narin çiçekleri gibidir; rüzgarın hafif esintisinde titreyen, ama kökleri hikmet dolu bir ağacın dallarında yeşeren. Tarih boyunca medeniyetler, çocukları geleceğin tohumu olarak görmüş; Antik Yunan’da Platon’un “Cumhuriyet”inde ideal devletin temeli olarak eğitilmeleri savunulmuş, Ortaçağ İslam alimleri gibi İbn-i Sina, çocuk sağlığını ilmi bir disiplin haline getirmişti. Ancak Risale-i Nur’un penceresinden bakıldığında, çocuklar yalnızca biyolojik bir miras değil, ilahi bir emanet ve imtihan vesilesidir. Bu makale, çocukları hikmetli bir bakışla ele alacak; edebi bir üslupla onların masumiyetini, tarihi örneklerle geçmişteki değerini, ibretli hikayelerle derslerini, ilmi ve bilimsel verilerle önemini, akli ve mantıki delillerle sorumluluğumuzu, düşündürücü sorularla derinliğini irdeleyecek. Ve tüm bunları, Kur’an-ı Kerim’in ilgili ayetleriyle destekleyerek.

Edebi bir tasvirle başlayalım: Çocuk, bir bahar yağmuru gibi taze ve bereketlidir; gözlerinde kainatın sırları gizli, gülüşünde cennetin yansıması vardır. Bediüzzaman’ın ifadesiyle, çocuklar “gaybî bir el ile idare ve terbiye olunurlar.” Tarih, bize çocuklara dair ibretli dersler sunar. Örneğin, Hz. Yusuf’un kıssasında kardeşleri tarafından kuyuya atılması, çocuk masumiyetinin nasıl zulme uğrayabileceğini gösterir; ama ilahi hikmetle Mısır’a sultan olması, sabrın meyvesini anlatır. Benzer şekilde, modern tarihte, II. Dünya Savaşı’nda milyonlarca çocuğun kaybı, savaşın vahşetini ve barışın değerini düşündürür. Bu tarihi gerçekler, bizlere sorar: Çocuklarımızı hangi emanete layık görüyoruz?

İlmi ve bilimsel açıdan, çocuklar beyin gelişiminin en hızlı olduğu dönemde, nöroplastisite sayesinde öğrenmeye en açık varlıklardır. Psikoloji bilimi, Piaget’in bilişsel gelişim teorisinde çocukların aşamalı olarak mantık kazandığını gösterir; bu, akli bir delil olarak, ebeveynlerin erken eğitimdeki rolünü mantıki bir zorunluluk haline getirir. Mantıken düşünelim: Bir çocuk, çevresinden aldığı girdilerle şekillenir; eğer sevgi ve ilimle beslenmezse, toplumun yarası olur. Düşündürücü bir soru: Bilim, genetik mirasın %50’sini çevreye bağlarken, neden manevi eğitimi ihmal ediyoruz?

Kur’an-ı Kerim, bu hikmetleri ayetlerle destekler. Örneğin, Teğâbun Suresi 15. ayette: “Mallarınız ve çocuklarınız birer imtihan vesilesidir. Allah’ın sevgi ve taatini mal ve evlat sevgisine tercih edenleri Allah katında büyük bir mükâfat beklemektedir.”
Bu ayet, çocukların bir fitne (imtihan) olduğunu bildirir; akli olarak, onları aşırı sevmek dünyevi bağları artırır, mantıken ise Allah’a yönelmeyi teşvik eder. Benzer şekilde, Enfâl Suresi 28. ayette: “İyi bilin ki, mallarınız ve evlatlarınız sizin için ancak birer imtihan sebebidir. Büyük mükâfatın ise yalnız Allah’ın yanında olduğunu unutmayın.”
Bu, tarihi bir ibretle eşleşir: Hz. İbrahim’in oğlu İsmail’i kurban etme emri, evlat sevgisinin ilahi sevgiye tabi olmasını öğretir.

Çocuk yetiştirme konusunda, Bakara Suresi 233. ayet: “Anneler, emzirme süresini tamamlatmak isteyen babalar için çocuklarını iki tam yıl emzirirler… Kimse gücünün yetmeyeceği şeyle sorumlu tutulamaz.”
Bu ayet, bilimsel olarak anne sütünün bağışıklık sistemini güçlendirdiğini destekler; edebi bir hikmetle, şefkatin ilahi bir cilve olduğunu gösterir. İsra Suresi 31. ayette: “Fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin. Onların da sizin de rızkınızı elbette biz veriyoruz.”
Bu, cahiliye döneminin kız çocuklarını diri diri gömmesini ibretli bir tarih dersi olarak kınar; düşündürücü olarak, modern toplumda ihmal edilen çocukların geleceğini sorgulatır.

Nisa Suresi 9. ayet: “Arkalarında eli ermez, gücü yetmez küçük çocuklar bıraktıkları takdirde, onların halleri nice olur diye endişe edenler, aynı endişeyi diğer insanlar için de taşıyıp yetimlerin hakkına dokunmaktan öylece korkup ürpersinler.”
Bu, yetim çocuklar için empatiyi mantıki bir emir kılar; ilmi olarak, travma yaşayan çocukların psikolojik gelişimini etkilediğini biliriz. Tahrim Suresi 6. ayet: “Ey iman edenler! Hem kendinizi hem de âilenizi yakıtı insanlar ve taşlar olan o müthiş cehennem ateşinden koruyun!”
Bu, ebeveynliğin manevi sorumluluğunu anlatır; hikmetli bir şekilde, çocuğun eğitimiyle ailenin kurtuluşunu bağlar.

Sonuçta, çocuklar birer nurdur; onları hikmetle yetiştirmek, ebedi saadetin anahtarıdır. Düşündürücü bir soruyla bitirelim: Ya çocuklarımıza Cennet’i öğretmezsek, onlar ölümün karanlığında nasıl dayanır?

### Makalenin Özeti

Bu makale, Risale-i Nur’un çocuklar hakkındaki görüşlerini temel alarak, onların manevi emanet olduğunu anlatır. Tarihi, ibretli ve edebi örneklerle çocukların değerini, ilmi ve bilimsel verilerle gelişimlerini, akli ve mantıki delillerle sorumluluklarımızı ele alır. Kur’an ayetleri (örneğin Teğâbun 15, Enfâl 28, Bakara 233, İsra 31, Nisa 9, Tahrim 6) ile desteklenen muhteva, çocukların imtihan vesilesi olduğunu ve doğru yetiştirilmelerinin ebedi saadete vesile olacağını düşündürür. Özetle, çocuklar Cennet’in kuşlarıdır; onları şefkatle korumak, ilahi bir vazifedir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Tesettür: İffetin Kudret Tacı

Tesettür: İffetin Kudret Tacı

İnsan, yaratılış itibarıyla şerefli ve muhterem bir varlıktır. Bu şerefin muhafazası, fıtrî kanunlara riayetle mümkündür. Tesettür de bu fıtrî kanunlardan biridir. Risale-i Nur Külliyatı’nda tesettür, sadece bir örtünme meselesi değil; iman, edep, hikmet ve sosyal hayatın saadetini temin eden bir esas olarak ele alınır. 

### **1. Tesettürün Hikmeti ve Fıtrîliği**
Bediüzzaman Said Nursî, *Lem’alar* eserinde tesettürü, “kadınlar için fıtrî bir emr-i İlâhî” olarak nitelendirir. (Lem’alar, 24. Lem’a) Tesettür, kadının izzetini koruyan bir zırhtır. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de:
**“Ey Peygamber! Eşlerine, kızlarına ve mü’minlerin kadınlarına söyle, dış örtülerini üzerlerine alsınlar. Bu, onların tanınıp incitilmemelerine en elverişli olandır.”** (Ahzâb Sûresi, 33:59)
buyrulur. Bu ayet, tesettürün toplumsal huzurun temini için bir emir olduğunu gösterir. 

Bediüzzaman, tesettürün hikmetini şöyle açıklar:
*“Kadınlar, hilkat-i fıtriyesi itibarıyla nazik ve nazenindir. Onların açık saçıklığı, hem kendi şahsiyetlerini zedeler, hem de toplumun ahlâkî dengesini bozar.”* (Sözler, 24. Söz) 

### **2. Tesettür ve Toplumun Huzuru**
Tarih boyunca medeniyetler, kadının iffeti üzerine bina edilmiştir. Roma’nın çöküşünde, Pompei’nin helâkinde ahlâkî çözülmenin rolü inkâr edilemez. Kur’ân’da iffetin emredilmesi, toplumun saadeti içindir:
**“Mü’min kadınlara da söyle: Gözlerini haramdan sakınsınlar, ırzlarını korusunlar…”** (Nûr Sûresi, 24:31) 

Bediüzzaman, *Hanımlar Rehberi*’nde şu ibretli tesbiti yapar:
*“Kadın, ya pırlanta gibi mücevherattan sayılır, saklanır; ya da süflî hislerin hedefi olur. Birinci yol izzet, ikinci yol zillettir.”* 

### **3. Tesettürün Akli ve İlmî Delilleri**
– **Psikolojik Boyut:** Modern psikoloji, insanın mahremiyet ihtiyacını kabul eder. Tesettür, ruhî asalet ve özgüveni besler.
– **Sosyolojik Boyut:** Açık-saçıklık, aile kurumunu zayıflatır. Batı’da artan boşanma oranları bunun isbatıdır.
– **Biyolojik Boyut:** Kadın ve erkek fıtratı farklıdır. Tesettür, fıtrî çekim kanununu disipline eder. 

### **4. Tesettür: İbadet ve İman Bağı**
Tesettür, sadece bir kıyafet meselesi değil, kalbin Allah’a bağlılığıdır. Nûr Sûresi’nde:
**“Bu (örtünme), takvâ elbisesidir. Böylece tanınıp eziyet görmemeleri umulur.”** (Nûr Sûresi, 24:60)
Bediüzzaman, *“Tesettür, imanın bir cilvesidir”* der. (Mektubat, 29. Mektup) 

### **5. Tarihten İbret: İffetin Zaferi**
Hz. Meryem’in iffeti, Kur’ân’da övülür. (Meryem Sûresi, 19:16-22) Asr-ı Saadet’te tesettür, kadınların izzetini yükseltmiştir. Bugün Batı’da “modest fashion” (iffetli moda) akımının yükselişi, tesettürün evrenselliğini gösterir. 

### **Özet**
1. **Tesettür, fıtrî bir emirdir.** Kadının ve toplumun huzuru için farzdır.
2. **Kur’ân’ın emridir.** Ahzâb 59 ve Nûr 31 gibi ayetler, tesettürü emreder.
3. **Akıl ve ilim tesettürü destekler.** Psikolojik, sosyolojik ve biyolojik faydaları vardır.
4. **Tesettür, imanın gereğidir.** Takvâ elbisesidir.
5. **Tarih, iffeti övmüştür.** İffetli toplumlar ayakta kalmıştır. 

**Sonuç:** Tesettür, kadını değerli kılan bir taçtır. Onu sıradanlıktan kurtarır, “pırlanta” yapar. 

**“İffet, insanın kendine saygısıdır. Tesettür ise bu saygının süsüdür.”**

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com