İsrail’de Yıkım ve İçten Çöküş Başladı

İsrail’de Yıkım ve İçten Çöküş Başladı

Tarih boyunca zulümle abat olmuş hiçbir milletin, zalimlikle payidar kaldığı görülmemiştir. Firavun’un denizde boğulması, Nemrut’un sinekle helâk edilmesi, Roma’nın ihtişam içinde çözüp gitmesi,  Hepsi birer ibret tablosu. Bugün ise gözlerimizin önünde başka bir tarih yazılıyor: İsrail’in içeriden çözülüşü, dışarıdan tecridi.

Zulmün Taşıyamadığı Yük

Gazze topraklarında yıllardır süren işgal ve saldırılar artık sadece bir savaş değil; insanlığın vicdanına açılmış bir yara. Açlıktan ölen bebekler, yıkılan evler, kuşatma altında nefessiz kalan masumlar… İsrail, zulmün taşını öyle ağır yükledi ki, artık bu yük kendi sırtını çökertmeye başladı.

Nitekim Hollanda’da yaşanan gelişme bunun işaret fişeği oldu. Dışişleri Bakanı ve beraberindeki 8 bakan, İsrail’e yaptırımları engelleyen hükümet politikalarına isyan ederek istifa etti. Avrupa’nın kalbinde bu çatlak, sadece siyasî bir gelişme değil; aynı zamanda insanlığın vicdanından yükselen bir haykırıştır. İsrail şirketlerine kapılar kapanıyor, diplomasi masaları birer birer daralıyor.

Dünyadan Tecrit

Zalimlerin kaderi, gittikleri her yerden kovulmak olmuştur. Yahudi tarihinde de bu gerçeği görmek mümkündür: Babil sürgünü, Roma dağıtımı, Orta Çağ Avrupa’sındaki kovulmalar… Ve şimdi modern çağda yine aynı akıbet beliriyor: İsrail, tecrit ediliyor.

Mossad ve CIA’nin ahtapot kollarıyla dünyayı sarması, artık eskisi kadar etkili değil. Çünkü hakikat güneşi, yalanın perdesini yırtıyor. Dünya artık İsrail’den, ABD’den ve “beşten” büyüktür.

Direniş ve Umut

Yemen’den fırlatılan bir füze, Tel Aviv semalarında sirenleri çaldırdı. Bu sadece bir askerî saldırı değil, aynı zamanda “Sen yenilmez değilsin” mesajıdır. Öte yandan Londra’da yüzbinlerce insan, polis engeline rağmen Filistin için haykırıyor. İstanbul’da 50 ülkeden âlimler bir araya gelip Gazze’nin sadece Filistin’in değil, bütün insanlığın davası olduğunu ilan ediyor. İspanya’dan ve Tunus’tan yola çıkacak “Küresel Sumud Filosu” ise, denizlerde vicdanın bayrağını dalgalandırmaya hazırlanıyor.

En Büyük Çöküş: Zulmün İçten Çürümesi

İsrail’in asıl yıkımı, tanklarla, füzelerle olmayacak. Zulmün çeliği dışarıdan görünse de, çürüme içeriden başlar. Kendi içinde ahlâkî, siyasî ve toplumsal bir çözülme yaşayan İsrail, her gün yeni bir utançla karşı karşıya. Açlıktan ölen bir bebeğin naaşı, bütün insanlığa “zalimler için yaşasın cehennem” dedirtiyor.

Trump’ın sözleri de ibretliktir: “Ukrayna savaşını bitirmek beni cennete götürebilir.” Gazze’nin kanını akıtırken, cennet ümidiyle konuşmak, Firavun’un son nefeste “Ben Musa’nın Rabbine iman ettim” sözünü hatırlatıyor. Lakin, “Cennet ucuz değil, cehennem dahi lüzumsuz değil.” Kanla kirlenmiş ellerle cennetin kapısı çalınmaz.

Tarihin Hakemliği

Bugün Gazze’de akan kan, yarın insanlığın vicdanına yazılacak kara bir lekedir. Ama bu leke İsrail’in alnına kazınacak. Zalimler bir gün mutlaka tarih sahnesinden silinir; fakat mazlumların duası asırlarca yankılanır.

İsrail’in içten çöküşü, Hollanda’daki istifalarda, sokaklardaki protestolarda, Yemen’den yükselen füzelerde, İstanbul’da buluşan âlimlerde şimdiden görünmektedir. Artık hiçbir zulüm gölgesi, hakikat güneşini örtemeyecek.

Sonuç:

İsrail’in çöküşü, sadece bir devletin sonu değil; zulmün akıbetine dair ilâhî bir kanunun yeniden tecellisidir.
Dünya, İsrail’den büyüktür. Dünya, ABD’den büyüktür. Dünya, beşten büyüktür.
Ve en büyük gerçek şudur: Gazze, insanlığın ortak davasıdır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Gazze: İnsanlığın İmtihanı ve Tarihin Kara Sayfası

Gazze: İnsanlığın İmtihanı ve Tarihin Kara Sayfası

Dünya tarihine baktığımızda, kimi zaman savaşlar, kimi zaman salgınlar, kimi zaman da açlık ve kıtlık insanlığın yüzünü acıyla buruşturmuştur. Ancak Gazze’de bugün yaşananlar, bunların her birini aşan bir felaket olarak kayda geçiyor. Birleşmiş Milletler’in resmen açıkladığı “kıtlık” durumu, sadece gıdanın tükenişini değil, insanlığın da vicdanını kaybedişini ilan etmektedir.

Gazze bugün yalnızca açlık ve ölümle değil; aynı zamanda insanlığın geleceğini, adaletin değerini ve tarihin gidişatını da belirleyen bir imtihan sahasıdır.

Edebi ve Hikmetli Bir Çerçeve

Kudüs şairi Mahmud Derviş’in dediği gibi:
“Yeryüzünde yaşamak için bir nedenim olmalı; ya bir ağaç, ya bir kitap, ya da özgürlük.”
Gazze halkı bugün açlığa rağmen hâlâ özgürlük için direniyor. Onların yıkık evleri birer “mabet”, aç karınları birer “dua” ve her şehidi birer “şahit” hükmünde.

Bu tablo bize, Kur’an’ın “Bir insanı öldüren bütün insanlığı öldürmüş gibidir.” (Maide, 32) ayetini hatırlatıyor. Gazzeli bir çocuğun ölümü, insanlığın ruhuna saplanan bir hançerdir.

Tarihî ve İbretli Bir Perspektif

Tarih boyunca nice imparatorluklar zulümle yükseldi, kanla büyüdü ama sonunda enkaz olup tarihin çöplüğünde kayboldu. Firavun’un sarayları, Nemrut’un kuleleri, Roma’nın ihtişamı; mazlumun ahıyla yıkıldı.

Bugün İsrail’in işgalci politikaları ve ABD’nin destekleri, bir süreliğine güçlü görünse de aynı akıbetten kaçamayacaktır. Çünkü zulüm ile abad olanın sonu berbat olur. Tarih, zalimleri değil, mazlumları yaşatır.

Sosyal ve Ahlakî Boyut

Gazze’deki çocukların açlıktan ölmesi, sadece Gazzelilerin değil, bütün insanlığın sorumluluğudur. Bir küçük kız çocuğu, Kur’an kursunda öğrendiği makrome bilekliklerini satarak 1000 lira yardım gönderebiliyorsa, milyar dolarlık bütçelere sahip İslam ülkelerinin suskunluğu affedilebilir mi?

Toplumların vicdanı, en zayıf halkasının korunmasıyla ölçülür. Bugün Gazze, dünyanın vicdanını test ediyor. Mazlumun yanında durmayanın, yarın kendi mazlumiyetinde kimse yanında olmayacaktır.

Siyasi ve Mantıkî Değerlendirme

İsrail’in işgal planlarını açıkça ilan etmesi, ABD’nin bunu desteklemesi, Avrupa’da ise kimi ülkelerin yasak ve yaptırımlarla karşılık vermesi, siyasetin kirli yüzünü gözler önüne seriyor.

ABD: “Terörün babası” gibi hareket ediyor; İsrail’i besliyor.

İsrail: “Terörün kendisi”; masum kanıyla ayakta durmaya çalışıyor.

Avrupa: Çıkarlarına dokunduğunda ses çıkarıyor, ama vahşeti durduracak adımları atmıyor.

İslam Dünyası: Bütünlüğünü kaybetmiş bir halde, ancak konferanslarla vicdanını rahatlatıyor.

Bu tablo, bize şu mantıkî hakikati gösteriyor: “Zalimler birlik olmuşsa, mazlumlar daha güçlü bir birlik kurmak zorundadır.”

İbretli Sonuç ve Hikmet

Gazze’deki kıtlık, sadece ekmeğin değil, insanlığın kıtlığıdır.
Gazze’deki ölümler, sadece bedenlerin değil, vicdanların ölümüdür.
Gazze’deki direniş ise, sadece bir şehrin değil, ümmetin ve insanlığın dirilişidir.

Bugün Gazze, insanlığa şu hakikati haykırıyor:

Malınızla sınanıyorsunuz, Gazze açken siz tok musunuz?

Vicdanınızla sınanıyorsunuz, çocuklar ölürken siz suskun musunuz?

İmanınızla sınanıyorsunuz, zulüm alenileşmişken siz hâlâ tarafsız mısınız?

Sonuç

Gazze’nin acısı, tarihin kara sayfası olarak yazılacaktır. Ancak bu kara sayfada, kimlerin mazlumun yanında, kimlerin zalimin safında olduğu da tek tek kayda geçirilecektir.

Unutmayalım ki, “Zalimler için yaşasın cehennem” sözü, bir slogan değil, bir hakikattir.
Ve unutmayalım: Mazlumun duası, arşı titreten bir güçtür.

📌 Özet:

BM, Gazze’de kıtlığı “felaket” olarak ilan etti.

ABD ve İsrail zulmün baş aktörleri, Avrupa sessiz çıkarcı, İslam dünyası dağınık.

Gazze, insanlığın vicdan testidir.

Tarih boyunca zalimler yıkıldı, mazlumlar hatırlandı.

Bugün Gazze’de çocukların açlığı, insanlığın açlığıdır.

Sonuç: Mazlumun yanında olmayan, zalimin yanında yazılacaktır.

*******

İsrail terörist devlet, ABD ise terörist babası.
Teröristin dayısı, ağa babası.
Neden mi?
Bir çok sebepten…
ABD başkanı Trump, İsrail başbakanına kahraman dedi .
Onu övdü, onunla bir kaç kere görüştü.
Silah verdi, para verdi. Asker gönderdi.
Yardım ekibi olarak gönderdikleri asker olup, yardım ettiklerini arkadan vurdu, taradı, bir çok Gazzeliyi öldürdüler.
Bunlar terörist olmasın da kim olsun?
Gazzedeki bu vahşet ve soykırım; kıyamete kadar silinmez bir leke olarak İsrail ve ABD’ye yeter.
Vicdan azabı olarak dünyaya sızısı yeter.
Utanç olarakta İslam dünyasına yeter.
Unutulmamalıdır ki; Küfür devam eder, zulüm devam etmez.
İsrail de Abd’ de kanlarında boğulacak, içten yıkılacaktır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




İnsanoğlunun Kıyısı ve İhtiyacı: Bir Makale

İnsanoğlunun Kıyısı ve İhtiyacı: Bir Makale

İnsanoğlu, varoluş sahnesinde adeta bir kıyıda durmaktadır. Bir yanında engin, bilinmezliklerle dolu bir okyanus, diğer yanında ise göz kamaştıran bir sahil. Yaşadığı her an, bu iki sonsuzluk arasında bir tercih anıdır aslında.
Metindeki o derin ve hikmetli söz, işte tam da bu durumu anlatır: “İnsanoğlunun ihtiyacı, kendini ihtiyaçsız görmesi, kıyısı ise kendine sınır çizmesidir.”
Bu cümle, bir yandan insanın en derin paradoksunu ifşa ederken, bir yandan da varoluş bir bilgelik sunar.

Hikmetli Bir Bakış: İhtiyacın Kaynağı ve İnkârı

İnsanın en temel ihtiyaçlarından biri, belki de en büyüğü, kendisini ihtiyaçsız sanma yanılmasıdır. Bu, modern dünyanın ve benmerkezci düşüncenin en büyük hastalığıdır. İhtiyaçsızlık maskesi, aslında büyük bir boşluğun üzerini örtmekten başka bir işe yaramaz. Oysa insan, yaratılış gayesi gereği acizdir, fânidir ve her şeye muhtaçtır. Varlığını sürdürebilmesi için oksijene, suya, yiyeceğe muhtaç olduğu gibi, ruhi ve manevi olarak da bir yaratıcıya, bir gayeye, bir sevgiye muhtaçtır.

Tasavvuf ehli bu durumu “fakr” olarak tanımlar. Yani, mutlak yoksunluk ve acziyet. Bu fakr, bir eksiklik değil, aksine varoluşun hakikatine açılan bir kapıdır. Ne zaman ki insan, bu fakrını idrak eder, o zaman gerçek zenginliğe, yani Yaradan’a yönelir. Kendini ihtiyaçsız sanan kibirli insan ise, okyanusun ortasında susuzluktan ölen bir yolcuya benzer. Etrafı sularla çevrili olduğu halde, suyu içemez ve hayatı kaybeder. İhtiyaç, insana acziyetini ve dolayısıyla haddini hatırlatan bir ayna gibidir. Bu aynaya bakmaktan kaçan, kendi gerçeğinden de kaçmış olur.

Edebi Bir Düşünce: Kıyıların Çizgisi
Makalenin ikinci kısmı, “kıyısı ise kendine sınır çizmesidir” ifadesiyle bambaşka bir derinliğe ulaşır. Kıyı, coğrafi bir kavramdan öte, edebi ve simgesel bir anlam taşır.
İnsanın yaşamı, sınırsız arzular ve fütursuzca serbestçe yüzebileceğini düşündüğü bir deniz gibidir. Ancak her denizin bir kıyısı vardır. Bu kıyı, insanın ahlakı, vicdanı, inancı ve toplumsal kurallarıdır. Kendine sınır koymak, bir kısıtlama değil, aslında bir korunma ve özgürleşme eylemidir.
Kıyı, insanın benliğini kaybetmesini engelleyen bir hattır. Kıyıyı aşan, yani kendine sınır çizmekten vazgeçen insan, fırtınalı denizin ortasında yönünü kaybetmeye mahkûmdur. Onurunu, vicdanını, insani değerlerini kaybeder ve en sonunda kendi okyanusunda boğulur. Edebiyat tarihi, kıyılarını aşan karakterlerle doludur. Gururu, hırsı ve ihtirası uğruna vicdanını çiğneyenler, hayatlarının sonunda derin bir boşlukta kendilerini bulmuşlardır. Bu kıyı, aynı zamanda, insanın yaratıcısı ve kendi özü arasındaki mesafeyi koruduğu alandır. Sınırlarını bilmek, haddini bilmektir.

Tarihî Bir İbret: Sınırsızlığın Sonu

Tarih, bu iki kavramın, yani ihtiyaçsızlık yanılmasının ve sınırsızlığın ne kadar yıkıcı olabileceğini gösteren sayısız örnekle doludur. Firavunlar, Nemrutlar ve Neronlar… Kendilerini tanrı ilan eden, sınırsız güç ve kudret peşinde koşan bu liderler, aslında ihtiyaçlarını ve fâniliklerini inkâr etmişlerdir. Mısır piramitleri, bu ihtiyaçsızlık yanılmasının ve sonsuzluk arayışının en somut delilleridir. Ancak tarihin tozlu sayfaları, onların da birer kum tanesi gibi savrulup gittiğini ve yerlerine başka fânilerin geldiğini gösterir.
Osmanlı tarihi ise, bu duruma tam tersi bir ibret sunar. Padişahların, “kul” ve “fakir” olduklarını söyleyen hitapları, onların ihtiyaçlarını ve sınırlarını idrak ettiklerinin bir göstergesidir. Toplumsal düzen, bu sınır bilinci üzerine inşa edilmiştir. Adalet, ahlak ve vicdan, toplumu bir arada tutan ve kıyılarını belirleyen temel direklerdir. Ne zaman ki bu bilinç zayıflamış, ne zaman ki sınırlar aşılmış, o zaman devletler ve medeniyetler çöküşe doğru sürüklenmiştir.

Düşündürücü Bir Sonuç: Gerçek Özgürlük

Sonuç olarak, metindeki o mütevazı ve derin cümle, insana varoluşa ait bir ders verir. Gerçek özgürlük, ihtiyaçsız olmakta değil, ihtiyaçlarını kabullenmekte ve bu kabullenişle beraber bir güce sığınmaktadır. Gerçek özgürlük, sınırsızlıkta değil, kendine ahlaki ve manevi sınırlar çizmektedir. İnsanoğlu, bu iki gerçeği idrak ettiği sürece, yaşadığı kıyıda huzur bulur ve okyanusun derinliklerindeki fırtınalara karşı sağlam bir liman inşa eder. Kendini ihtiyaçsız gören ve sınırlarını aşan, eninde sonunda kendi içinde boğulur. Oysa ihtiyaçlarını bilen ve haddini koruyan, bu fâni dünyada baki bir anlam ve amaç bulur.

Özet
Bu makale, “İnsanoğlunun ihtiyacı, kendini ihtiyaçsız görmesi, kıyısı ise kendine sınır çizmesidir” sözü etrafında şekillenmektedir. Makale, konuyu hikmetli, edebi, tarihi ve düşündürücü açılardan ele alarak bütün bir perspektif sunar. “İhtiyaç” kavramı, insanın acziyetini ve yaratıcısına olan muhtaçlığını inkâr etme yanılgısı olarak değerlendirilirken, tasavvufi bir terim olan “fakr” ile ilişkilendirilir. “Kıyı” ve “sınır” ise, insanın ahlakı, vicdanı ve inancı gibi manevi değerlerini ifade eder. Tarihî örneklerle (Firavunlar ve Osmanlı Padişahları) ihtiyaçsızlık yanılmasının yıkıcılığı ve sınır bilincinin önemi anlatılır. Makale, gerçek özgürlüğün, ihtiyaçları kabul etmek ve kendine manevi sınırlar çizmek olduğunu öne sürerek son bulur.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




“Bismillah”ın Derin Anlamı: Hayatın Başlangıç Noktası ve Sonsuz Kaynağı

“Bismillah”ın Derin Anlamı: Hayatın Başlangıç Noktası ve Sonsuz Kaynağı

İnsan, varlık sahnesine gözlerini açtığı andan itibaren bir eylem içerisinde bulur kendini. Yürümek, konuşmak, düşünmek…
Her biri bir başlangıcı ve bir bitişi olan eylemler silsilesidir. Ancak her eylemin bir başlangıç noktası, bir hareket kaynağı olmalıdır. İşte metindeki söz, bu temel hakikati en sade ve en derin şekilde ifade eder:
“Bismillah her hayrın başıdır. Biz dahi başta ona başlarız. Bil ey nefsim, şu mübarek kelime İslâm nişanı olduğu gibi bütün mevcudatın lisan-ı haliyle vird-i zebanidir.”
Bu cümle, sadece bir dil kuralı ya da ritüel olmanın ötesinde, varoluşun en temel sırlarından birini fısıldar.

Hikmetli Bir Bakış: Yaratılışın Lisan-ı Hali

Hikmetli bir bakış açısıyla meseleyi ele aldığımızda, “Bismillah” kelimesinin sadece bir sözden ibaret olmadığını, evrenin kendisinin bir “Bismillah” fısıltısı olduğunu görürüz. Güneşin doğuşu, çiçeğin açışı, kuşun kanat çırpışı… Her bir eylem, bir kudretin, bir rahmetin ve bir nizamın tecellisidir. Mevcudat, yani var olan her şey, adeta kendi “lisan-ı hali” (hal dili) ile “Bismillah” der. Güneş, “Allah’ın kudretiyle doğuyor ve batıyorum” derken; bir tohum, “Allah’ın rahmetiyle çatlıyor ve yeşeriyorum” der. Bu durum, varlıkların kendi ihtiyaçlarını ve sınırlarını bilerek, tüm kuvvet ve kudreti elinde tutan bir yaratıcıya sığınmalarının en açık göstergesidir. İnsan da bu evrensel koronun bir parçası olarak, kendi eylemlerine Allah’ın adıyla başlayarak bu ahenk ve nizam ile uyum sağlar. Bu, insana hem tevazu kazandırır hem de eylemlerine bereket ve anlam katar.

Edebi Bir Düşünce: Kelimenin Şiirsel Gücü

“Bismillah” kelimesi, sadece bir hikmet değil, aynı zamanda edebi bir inceliktir. İki kelimeden oluşan bu mübarek terkip, sonsuz anlamları barındıran bir şiir gibidir. “Bi-ism-illah”, yani “Allah’ın adıyla…” Bu ifade, insanı bir anda kendi benliğinden, nefsani arzularından arındırır ve tüm eylemlerini aşkın bir güce bağlar. Bu, bir sanatçının eserine imzasını atması gibidir. Ressam fırçasını vurduğunda, şair kalemini oynattığında, eğer “Bismillah” ile başlıyorsa, o eser artık sadece onun değil, aynı zamanda o ilahi kudretin bir yansıması haline gelir. Edebiyatta ve sanatta ilahi ilhamın aranması, bu düşüncenin en güzel yansımalarındandır. “Bismillah”, bu anlamda, ustalık için bir çağrı, bir beslenme ve bir başlangıç noktasıdır.

Tarihi ve İbretli Bir Yaklaşım: Medeniyetlerin Başlangıcı

Tarih, bu mübarek kelimenin sadece bireysel hayatları değil, aynı zamanda medeniyetleri de nasıl şekillendirdiğinin en açık isbatıdır. İslam medeniyetinin yükselişi, adeta “Bismillah” ile başlamıştır. Fetihler, ilim ve bilim sahasında yapılan keşifler, mimari eserler, tümü birer “Bismillah” ile atılan adımlardı. Bu kelime, sadece bir savaş çağrısı ya da bir yönetim düşüncesi değil, aynı zamanda bir medeniyetin temelini oluşturan ahlaki ve manevi bir prensip idi. Müslüman ilim adamları, eserlerine “Bismillah” ile başlar, bu sayede çalışmalarına bereket ve rıza ararlardı. Bu başlangıç, bilimin sadece maddeyi değil, aynı zamanda manayı da anlama gayretini taşımasına sebep olmuştur. Batılı tarihçilerin bile hayranlıkla bahsettiği bu ilmi ve kültürel zenginlik, köklerini “Bismillah”ın getirdiği tevazu ve adanmışlıktan almıştır.

Düşündürücü Bir Sonuç: Hayatın Kaynağına Dönüş

Gelelim işin en can alıcı noktasına: “Bismillah”ın sadece bir sözden ibaret olmadığı, aynı zamanda bir yaşam düşüncesi olduğu gerçeğine. Günümüz insanı, “Bismillah”ı hayatından çıkarmış, kendi gücüne, kendi aklına ve kendi nefsine güvenmeyi tercih etmiştir. Bu durum, modern insanın içine düştüğü en büyük bunalımlardan birinin sebebidir. Başarılar, tatminsizlik ve boşluk hissiyle sonuçlanır; çünkü başlangıç noktası yanlış belirlenmiştir.
Metin bize şu soruyu düşündürmeye sevk eder: Eğer her işe “Bismillah” ile başlarsak, o işin bereketi ve sonucu nasıl olur? Bu kelime, insana bir dayanak noktası, bir “nokta-i istinad” sunar. Bir işe başlarken acizliğimizi ve muhtaçlığımızı idrak ederek Allah’a sığınmak, o işin zorluklarına karşı dayanma gücü verir. “Bismillah” ile başlayan, zorluklar karşısında yılmaz; çünkü bilir ki, kendi gücü değil, sonsuz bir kudretin yardımıyla hareket etmektedir. Bu, modern insanın yitirdiği en büyük manevi güçlerden biridir.

Sonuç olarak, “Bismillah”, sadece dillerde söylenecek bir kelime değil, kalplerde yaşanacak bir inanç ve hayatın her alanına yayılacak bir hikmettir. O, varlığın lisan-ı hali, sanatın ilham kaynağı, medeniyetlerin yapı taşı ve insanın manevi sığınağıdır. Her hayrın başlangıcı olduğu gibi, aynı zamanda tüm hayırların kaynağına giden yoldur.

Özet
Bu makale, “Bismillah her hayrın başıdır” sözü üzerine inşa edilmiştir. Makale, bu cümlenin hikmetli, edebi, tarihi ve düşündürücü boyutlarını ele almaktadır. Hikmetli bakış açısıyla, evrendeki her şeyin bir hal diliyle “Bismillah” dediği ve bu evrensel ahengin bir parçası olmanın önemi anlatılır. Edebi açıdan, “Bismillah”ın sadece bir söz değil, aynı zamanda sonsuz anlamları barındıran bir şiir gibi olduğu ve sanatta ilahi ilhamın kaynağı olduğu düşüncesi işlenir. Tarihi ve ibretli bir yaklaşımla, İslam medeniyetinin bu kelimenin getirdiği prensiplerle yükselişi ve modern insanın bu düşünceyi yitirmesinin sonuçları incelenir. Sonuç bölümünde ise, “Bismillah”ın sadece bir kelime değil, aynı zamanda bir yaşam düşüncesi olduğu, insana zorluklar karşısında dayanma gücü verdiği ve gerçek huzurun kaynağına dönüşü sağladığı belirtilir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Amelin İki Yönü: Niyetin Aynası ve Mahiyeti

Amelin İki Yönü: Niyetin Aynası ve Mahiyeti

İnsanoğlu, varoluşu boyunca sürekli bir eylem halindedir. Konuşur, çalışır, düşünür, ibadet eder. Her bir fiil, bir amelin parçasıdır. Peki, bu amellerin değeri ve mahiyeti ne ile ölçülür? Metindeki derin ve hikmetli söz, bu soruya net bir cevap verir:
“Ef’al-i beşer için iki cihet vardır. Eğer niyet ile Allah’ın hesabına olursa, tecelliyata ma’kes, şeffaf, parlak olur. Eğer Allah hesabına olmasa, zulmetli bir manzarayı göstermiş olur.”
Bu cümle, insan eylemlerinin iç yüzünü ve sonuçlarını gözler önüne seren, adeta bir ışık ve gölge oyunu gibidir. Amel-i salih ile amel-i seyyie arasındaki farkın sadece dış görünüşte değil, asıl olarak deruni niyette yattığını anlatır.

Hikmetli Bir Bakış: Niyetin Sırrı ve Bereketi

Niyet, bir amelin ruhudur, kalbidir. Aynı işi yapan iki kişi, farklı niyetlerle hareket ettiğinde, o işin manevi karşılığı tamamen değişir. Bir tüccarın mal satarkenki niyeti sadece para kazanmak ise, bu durum zulmetli bir manzara ortaya koyabilir.
Ama aynı tüccar, “Allah’ın rızasını kazanmak, helal kazanç elde ederek aileme bakmak ve topluma faydalı olmak” niyetiyle hareket ederse, bu eylem parlak ve şeffaf bir tecelli olur. Bu, İslâm düşüncesinde yer alan “amelin niyetlere göre olduğu” prensibinin temelidir. Niyet, bir fiili sadece bir eylem olmaktan çıkarıp, onu bir ibadete dönüştürme potansiyeline sahiptir. Hikmet, bir şeyin dış kabuğuna değil, özüne ve ruhuna bakabilme sanatıdır. İşte bu söz, bize eylemlerimizin asıl ruhunun niyet olduğunu gösterir. Niyet, bir fiile değer katan ve onu bereketlendiren en önemli unsurdur.

Edebi Bir Düşünce: Işık ve Gölgenin Hareketi

Sözün “tecelliyata ma’kes, şeffaf, parlak” ve “zulmetli bir manzara” ifadeleri, edebi birer imge olarak derin anlamlar taşır. Niyetin temiz ve ilahi bir gayeye matuf olması, bir aynanın tecellileri yansıtması gibidir. “Ma’kes”, yansıtıcı demektir. Niyet, amelin Allah’ın nurunu yansıtmasını sağlayan bir ayna görevi görür. Bu tür ameller, etrafına ışık saçar, parlak ve şeffaftır. Onları görenler, ardındaki ilahi hikmeti ve güzelliği hissedebilirler.
Diğer yandan, niyetin sadece nefsani arzulardan ve dünyevi menfaatlerden ibaret olması, o eylemi karanlık bir manzaraya dönüştürür. “Zulmetli” kelimesi, hem fiziksel bir karanlığı hem de manevi bir boşluğu, bir sıkıntıyı ifade eder. Bu amellerin ardında, bir nur, bir bereket yoktur. Sadece bir çıkar ve benmerkezcilik vardır. Bu edebi tasvir, bize niyetin sadece bir eylemi değil, aynı zamanda insanın iç dünyasını da nasıl şekillendirdiğini gösterir.

Tarihî ve İbretli Bir Yaklaşım: Amelin Tezahürü

Tarih, niyetin insanlığa getirdiği ışık ve karanlık manzaralarla doludur. Bir yanda, Allah’ın rızasını kazanmak için yola çıkan ve ilim, medeniyet ve adaletle donanmış şahsiyetler ve medeniyetler vardır. Selahaddin Eyyubi’nin Kudüs’ü fethetme niyeti sadece siyasi bir amaçtan ibaret değildi; aynı zamanda manevi bir sorumluluktu. Onun bu niyeti, Haçlı seferlerinin zulmüne karşı İslam dünyasına bir diriliş ruhu getirmişti. Yine, birçok vakıf kuran ve hayır işleri yapan insanlar, bu amelleri sadece gösteriş için değil, Allah’ın rızası için yapmışlardı. Onların eserleri asırlar boyu ayakta kalmış ve insanlığa hizmet etmeye devam etmiştir.
Öte yandan, sadece şöhret, güç ve zenginlik hırsıyla hareket eden nice Firavunlar, Nemrutlar ve krallar da olmuştur. Onların yaptıkları büyük saraylar, anıtlar ve savaşlar, dışarıdan parlak görünse de, ardındaki niyetin karanlığından dolayı tarihte birer zulüm simgesi olarak kalmışlardır. Onların amelleri, insanlığa ibretlik birer ders olarak sunulmuştur. Bu durum, bize amellerin asıl kalıcılığını ve değerini belirleyenin niyet olduğunu gösterir.

Düşündürücü Bir Sonuç: Hayatın Niyet Odaklı Yaşanması

Sonuç olarak, metindeki söz, bizlere hayatın her anında kendimize bir ayna tutmayı ve niyetimizi sorgulamayı öğütler. Bir işe başlarken, birine yardım ederken, hatta sıradan bir günlük eylemde bile, “Ben bunu kimin için yapıyorum?” sorusunu sormak gerekir. Eğer cevabımız “Allah’ın rızası için” ise, o eylem en küçük de olsa büyük bir mana kazanır. Eğer cevabımız sadece “kendim için” veya “başkasından bir çıkar sağlamak için” ise, o eylem bizi manevi bir karanlığa sürükleyebilir.
Bu, modern dünyada kaybolan bir düşüncedir. Her şeyin maddiyatla, somut sonuçlarla ve menfaatlerle ölçüldüğü bir çağda, niyetin manevi gücünü anlamak büyük önem taşır. Gerçek başarı, ne kadar kazandığımızla değil, ne kadar samimi bir niyetle hareket ettiğimizle ilgilidir. İnsan, amellerini Allah’ın hesabına yaparak, hem dünya hayatına anlam katar hem de ahiret için parlak bir manzara hazırlar.

Özet
Bu makale, “Ef’al-i beşer için iki cihet vardır…” sözü ekseninde, insan eylemlerinin niyete bağlı olarak nasıl iki farklı sonuç doğurabileceğini anlatmaktadır. Makale, “niyet” kavramını hikmetli bir bakış açısıyla amelin ruhu ve kalbi olarak tanımlar ve niyetin bir ameli ibadete dönüştürme gücüne değinir. Edebi bir yaklaşımla, niyetin saflığının ameli “parlak ve şeffaf” bir manzaraya dönüştürmesi, kötü niyetin ise “zulmetli bir manzara” oluşturması metaforları açıklanır. Tarihi ve ibretli örneklerle (Selahaddin Eyyubi ve Firavunlar) niyetin medeniyetlerin yükselişi ve çöküşü üzerindeki etkisi gösterilir.
Sonuç olarak, makale, niyetin hayatın her alanında sorgulanması gereken temel bir prensip olduğunu ve gerçek başarının maddi sonuçlarda değil, samimi niyetlerde yattığını anlatır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Kur’an’ı Kerim’de sayı ile ilgili geçen ayetler

Kur’an’ı Kerim’de sayı ile ilgili geçen ayetler

🔹 1. Bir (Vahdet)

“İlâhınız bir tek ilâhtır. Ondan başka hiçbir ilâh yoktur; O Rahmân’dır, Rahîm’dir.”
(Bakara, 2/163)
Burada tevhidin esası sayıyla ifade edilir.

🔹 2. İki

“İnsana anne ve babasını tavsiye ettik…”
(Lokman, 31/14; Ankebût, 29/8)
İki ebeveyn zikredilir.

“İki denizi salıvermiştir; birbirine kavuşuyorlar.”
(Rahmân, 55/19)

🔹 3

“O, gökleri yedi kat olarak yaratandır…”
(Mülk, 67/3)
“Yedi” sıkça tekrar eder, ama üç de çokluk ifade eder.

“Üç kişi gizlice konuşmaz ki, mutlaka O onların dördüncüsü olmasın…”
(Mücâdele, 58/7)

🔹 4

“Allah geceyi gündüze katıyor; güneşi ve ayı da buyruğu altına almıştır. Her biri belirli bir süreye kadar akıp gider. İşte Rabbiniz Allah budur. Mülk O’nundur. Ondan başka çağırdıklarınız, bir çekirdeğin zarına bile sahip olamazlar.”
(Fâtır, 35/13)

“Allah gökten bir su indirir de onunla her çeşit bitkiyi çıkarırız, ondan yeşil yapraklar çıkarırız; ondan da üst üste binmiş başaklar çıkarırız; hurma tomurcuğundan sarkan salkımlar, üzüm bağları, zeytin ve nar bahçeleri…”
(En‘âm, 6/99)
Dört çeşit meyve özellikle zikredilir.

🔹 7

“Andolsun, biz gökleri, yeri ve ikisi arasındakileri altı günde yarattık…”
(Kaf, 50/38)
Yaratılış altı gün, gökler ise yedi kat olarak belirtilir.

“Yedi gök ve yer, O’nu tesbih eder.”
(İsrâ, 17/44)

🔹 9

“Andolsun, biz Mûsâ’ya apaçık dokuz âyet verdik.”
(İsrâ, 17/101)

🔹 10

“Kim on gün itikâfta bulunursa…”
(Bakara, 2/187)

“On geceye yemin olsun…”
(Fecir, 89/2)
Çoğu müfessir bunu Zilhicce’nin ilk on günü olarak tefsir etmiştir.

🔹 19

“Onun üzerinde on dokuz (görevli melek) vardır.”
(Müddessir, 74/30)
Cehennem bekçileri.

🔹 40

“Mûsâ ile otuz gece için sözleştik ve onu on gece ile tamamladık; böylece Rabbinin tayin ettiği vakit kırk geceyi buldu.”
(A‘râf, 7/142)

🔹 50

“Andolsun ki biz Nuh’u kendi kavmine gönderdik de o bin yıldan elli yıl eksik bir süre onların arasında kaldı. Sonunda onlar zulümlerini sürdürürken tufan kendilerini yakalayıverdi..”
(Ankebût, 29/14)

🔹 70

“Onlar için ister af dile, ister dileme! Onlar için yetmiş defa af dilesen de Allah onları bağışlamayacaktır.”
(Tevbe, 9/80)
Burada çokluk ifadesi vardır.

🔹 100

“Eğer içinizden sabreden yirmi kişi olursa, iki yüz kişiye galip gelir.”
(Enfâl, 8/65)

🔹 1000

“Kadir gecesi, bin aydan daha hayırlıdır.”
(Kadr, 97/3)

🔹 5000 ve 10000

“Eğer sabreder ve sakınırsanız, onlar hemen bu anda üzerinize gelseler, Rabbiniz size nişanlı beş bin melekle yardım eder.”
(Âl-i İmrân, 3/125)

🔹 Genel Sayı İfadeleri

“On iki pınar” (Bakara, 2/60)

“On iki nakîb” (Mâide, 5/12)

“Üç yüz dokuz yıl mağarada kaldılar” (Kehf, 18/25)

“Sekiz taşıyıcı melek” (Hâkka, 69/17)

“Yetmiş kişi seçti” (A‘râf, 7/155)

📌 Kur’an’da 1’den 1000’e kadar birçok sayı hem tarihî vakıalarda hem de temsilî/manevî hakikatlerde geçmektedir.

********

📊 Kur’ân’da Geçen Sayılar Tablosu

Sayı- Ayet – Konu / Açıklama

1 -Bakara 2/163 Tevhid: “İlahınız bir tek ilahtır.”

2 -Lokman 31/14; Ankebût 29/8 Anne-baba hakkı
Rahmân 55/19 İki denizin birleşmesi

3 -Mücâdele 58/7 “Üç kişi gizli konuşmaz ki O onların dördüncüsü olmasın.”

4 -En‘âm 6/99 Dört çeşit meyve zikri (hurma, üzüm, zeytin, nar)

7- İsrâ 17/44; Mülk 67/3 Yedi gök

9 -İsrâ 17/101 Musa’ya verilen dokuz mucize

10- Fecir 89/2 On geceye yemin (Zilhicce’nin ilk on günü)
Bakara 2/187 İtikâf günleri

12 -Bakara 2/60 İsrailoğulları için on iki pınar
Mâide 5/12 On iki nakîb (temsilci)

19 -Müddessir 74/30 Cehennem üzerinde on dokuz melek

30 + 10 = 40 -A‘râf 7/142 Musa’nın Tur’da kaldığı kırk gece

70 -Tevbe 9/80 Yetmiş kez istiğfar bile fayda vermez
A‘râf 7/155 Musa’nın yetmiş kişiyi seçmesi

300 + 9 = 309 -Kehf 18/25 Ashab-ı Kehf’in mağarada kalma süresi

4000 – 5000 – Âl-i İmrân 3/124-125 Uhud’da meleklerin yardımı

8 -Hâkka 69/17 Arş’ı taşıyan sekiz melek

20 – 200 -Enfâl 8/65 Azların çoklara galip gelişi

950 -Ankebût 29/14 Nuh’un kavmi arasında kaldığı süre

1000- Kadr 97/3 Kadir gecesi, bin aydan hayırlı

5000 -Âl-i İmrân 3/125 Müminlere beş bin melekle yardım

10000 – Ahzâb 33/9 (dolaylı, Hendek Savaşı) Düşman ordusunun çokluğu

Bunun dışında “az – çok – birçok – nice” gibi belirsiz sayılar da sıkça geçmektedir.

*******

📖 Kur’ân’da Sayılar ve Hikmetleri

1️ Bir

Ayet: “İlahınız bir tek ilahtır.” (Bakara, 2/163)

Hikmet: Tevhid ve vahdeti temsil eder. Bütün kâinatın yaratıcısının tek olduğunu vurgular.

2️ İki

Ayet: “İnsana anne ve babasını tavsiye ettik.” (Lokman, 31/14)

Hikmet: Çift yaratılışın, zıtların (gece-gündüz, erkek-dişi, dünya-ahiret) dengede olduğunu gösterir.

3️ Üç

Ayet: “Üç kişi gizli konuşmaz ki, Allah onların dördüncüsü olmasın.” (Mücâdele, 58/7)

Hikmet: Birlikten doğan çokluğu, kuvveti ve bereketi simgeler.

4️ Dört

Ayet: “Allah, gökten su indirir… hurma, üzüm, zeytin ve nar çıkarırız.” (En‘âm, 6/99)

Hikmet: Dört unsur (toprak, su, hava, ateş), dört yön (doğu, batı, kuzey, güney), dört temel meyve. Kâinatta dengeyi ifade eder.

7️ Yedi

Ayet: “Yedi göğü yaratandır.” (Mülk, 67/3)

Hikmet: Külliyet, kemal ve çokluğu temsil eder. Fatiha’da yedi ayet, tavaf yedi şavt, gökler yedi kat…

9️ Dokuz

Ayet: “Musa’ya dokuz mucize verdik.” (İsrâ, 17/101)

Hikmet: Hakikati gösteren delillerin çokluğunu ifade eder.

🔟 On

Ayet: “On geceye yemin olsun.” (Fecir, 89/2)

Hikmet: Kemali ve tamamlanmışlığı temsil eder. Zilhicce’nin on günü, Hac ibadetine işaret eder.

1️2️ On İki

Ayet: “On iki pınar fışkırttık.” (Bakara, 2/60)

Hikmet: Düzen, sistem ve toplulukların idaresi. (On iki kabile, on iki imam telmihleri)

1️9️ On Dokuz

Ayet: “Onun üzerinde on dokuz vardır.” (Müddessir, 74/30)

Hikmet: Hesap, düzen, ilahi nizam. (Bazı müfessirler bunu Kur’an’daki matematiksel mucizelere de işaret sayar.)

4️0️ Kırk

Ayet: “Musa ile otuz gece sözleştik, ona on gece ekledik; kırk gece oldu.” (A‘râf, 7/142)

Hikmet: Olgunluk ve kemali ifade eder. Peygamberlerin çoğu kırk yaşında nübüvvetle vazifelendirilmiştir.

7️0️ Yetmiş

Ayet: “Onlar için yetmiş defa istiğfar etsen de Allah onları bağışlamayacaktır.” (Tevbe, 9/80)

Hikmet: Çokluk, abartı. Arap dilinde “yetmiş” sayısı, sınırı aşan fazlalığı temsil eder.

3️0️9️ Üç Yüz Dokuz

Ayet: “Onlar mağaralarında üç yüz yıl kaldılar, dokuz da ilave ettiler.” (Kehf, 18/25)

Hikmet: Ashab-ı Kehf’in iman uğruna verdiği uzun süreli sabrı gösterir. Dünya ile ahiretin ölçü farkına işaret eder.

9️5️0️ Dokuz Yüz Elli

Ayet: “Nuh, kavminin içinde dokuz yüz elli yıl kaldı.”
Veya: “Andolsun ki biz Nuh’u kendi kavmine gönderdik de o bin yıldan elli yıl eksik bir süre onların arasında kaldı. Sonunda onlar zulümlerini sürdürürken tufan kendilerini yakalayıverdi.”
(Ankebût, 29/14)

Hikmet: Sabır, sebat ve tebliğin uzun süreli mücadelesi.

1️0️0️0️ Bin

Ayet: “Kadir gecesi bin aydan daha hayırlıdır.” (Kadr, 97/3)

Hikmet: Büyük fazilet, çokluk ve bereketi temsil eder.

5️0️0️0️ Beş Bin

Ayet: “Rabbiniz size beş bin melekle yardım edecektir.” (Âl-i İmrân, 3/125)

Hikmet: İlahi yardımın büyüklüğünü, imanla gelen kudreti gösterir.

Genel Değerlendirme

Kur’an’da sayılar:

Gerçek vakıaları bildirmek için (Nuh’un ömrü, Ashab-ı Kehf’in kalışı),

İlahi düzeni göstermek için (yedi gök, on iki pınar),

Manevi hakikatlere işaret etmek için (bin ay, yetmiş istiğfar) kullanılır.

Sayıların arkasında her zaman hikmet, düzen, ölçü ve ibret vardır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




İnsanlık Yolculuğu: Sınavın Durağı ve Sonsuzluk Seferi

İnsanlık Yolculuğu: Sınavın Durağı ve Sonsuzluk Seferi

İnsanoğlu, dünyaya geldiği andan itibaren aslında uzun bir yolculuğa başlamıştır. Çoğu zaman bu yolculuğun sadece gündelik hayatın telaşından ibaret olduğunu sanırız. Oysa metindeki derin ve ibretli söz, bu yanılmayı ortadan kaldırır ve bize asıl gerçeği hatırlatır:
“Bizler uzun bir seferdeyiz. Buradan kabre, kabirden haşre, haşirden ebed memleketine gitmek üzereyiz.”
Bu cümle, sadece bir ölüm ve sonrası tanımı değil, aynı zamanda hayatın her anını anlamlandıran bir pusula gibidir.
Mesela Çölü aşan bir kervanın tasviriyle birlikte, bu manevi seferin zorluklarını ve hedefini gözler önüne serer.

Hikmetli Bir Bakış: Yolculuğun Anlamı

Hayat bir seferdir; bu, sadece bir benzetme değil, varoluşun en temel hikmetlerinden biridir. Sefer, bir yerden bir yere gitmek demektir. Bu yolculukta her durak bir amaca hizmet eder ve her yorgunluk bir sonraki adımı güçlendirir. Dünya hayatı, bu uzun seferin ilk ve en önemli durağıdır. Burada yapılan her eylem, atılan her adım, kabirde, haşirde ve ebediyetteki duraklarımızı belirler. Hikmet, bu yolculuğun sadece bir gidiş değil, aynı zamanda bir hazırlık ve bir sınav olduğunu idrak etmektir. Kervan, acele etmeden, sabırla ve kararlılıkla ilerler. Bu, bize dünya hayatının da bir sabır ve metanet imtihanı olduğunu hatırlatır. Kervanın yükü, insanın dünyada edindiği amelleridir. Ne kadar iyi ameller biriktirirsek, o kadar hafif ve huzurlu bir yolculuk geçiririz.

Edebi Bir Düşünce: Çölün Sembolizmi

Mesela çöl manzarası, bu manevi yolculuğun edebi bir sembolüdür. Çöl, zorlukları, tehlikeleri ve bilinmezlikleri simgeler. Ancak aynı zamanda, kalbin berraklaşmasını, nefsin arınmasını ve insanın asıl gayesini hatırlamasını sağlayan bir mekândır. Çölde yürümek, dünya hayatının gelip geçici tuzaklarından sıyrılmayı, sadece hedefe odaklanmayı gerektirir. Kervan, tek başına değil, bir bütün olarak hareket eder. Bu, İslâm düşüncesindeki cemaat ruhuna, müminlerin birbirine destek olmasına ve birlikte yolculuk etmesine bir göndermedir. Kervan yoldaşları, bu uzun seferde birbirinin yoldaşı, yardımcısı ve rehberidir. Gölgenin uzaması ise, zamanın hızla aktığını ve bu yolculukta her geçen anın kıymetini bilmemiz gerektiğini fısıldar. Edebiyat, bu sembollerle bize ölümün bir son değil, yeni bir başlangıç olduğunu ve asıl memleketimize varışın ancak bu çölü geçmekle mümkün olduğunu anlatır.

Tarihî ve İbretli Bir Yaklaşım: Geçmişin Kervanları

Tarih, bu yolculuğun ne kadar eski ve ne kadar önemli olduğunu gösteren sayısız ibretle doludur. Peygamberler, evliyalar, salih insanlar… Onların hayat hikâyeleri, bu uzun seferin en zorlu kısımlarını nasıl aştıklarının birer örneğidir. Hz. İbrahim’in atıldığı ateşteki imanı, Hz. Nuh’un tufan karşısındaki sabrı, Hz. Yusuf’un zindan ve saray imtihanları… Her biri, dünya hayatının birer durağıydı ve onlar bu durakları “ebed memleketine” ulaşma hedefiyle aşmışlardı.
Yine tarihten nice krallar, padişahlar ve zenginler gelip geçmiştir. Onlar, bu dünya seferinin gelip geçici duraklarında konaklamayı kalıcı sanmış, mal ve mülk biriktirmekle meşgul olmuşlardır. Ancak onların da son durağı kabir olmuş, dünya hayatında biriktirdikleri hiçbir şey onlara ebediyet yolculuğunda yoldaş olamamıştır. Bu durum, bize asıl zenginliğin malda değil, maneviyatta ve salih amellerde olduğunu gösteren en büyük ibrettir.

Düşündürücü Bir Sonuç: Yolculuğun Gerçek Mahiyeti

Bu söz, insana hayatı sadece bugünden ibaret görmemeyi, daha büyük bir resmin parçası olduğunu hatırlatır. Bugün yaşadığımız her an, her eylem, o sonsuz yolculuğun birikimidir. En basitinden, bir namaz kılarken, bu ibadetin sadece o ana özel olmadığını, kabirden haşre giden yolda bizi aydınlatacak bir ışık olduğunu düşünmeliyiz. Birine yardım ederken, bu eylemin ebed memleketinde karşımıza çıkacak bir azık olduğunu bilmeliyiz.
Çöl yolculuğu metaforu, insanın sürekli ilerlemesi, durmaması gerektiğini anlatır. Hayat durmak, yerinde saymak değildir. Her an, bir sonraki durak için bir hazırlıktır. Bu düşünce, insanı miskinlikten ve boş işlerden uzaklaştırır. Hayatın sadece bir mola yeri olduğunu idrak eden bir birey, daha bilinçli, daha sorumlu ve daha anlamlı bir yaşam sürer. Ebedi olanı kazanmak için fâni olanı kullanır. Asıl maharet, bu uzun seferin bilincinde olarak, her adımı Allah’ın rızasına uygun atmaktır.

Özet
Bu makale, “Bizler uzun bir seferdeyiz…” sözü üzerine kuruludur ve hayatın bir yolculuk olduğu fikrini işler. Makale, bu yolculuğu hikmetli, edebi, tarihi ve düşündürücü açılardan ele almaktadır. Hikmetli bakış açısıyla, dünya hayatının bir hazırlık ve sınav durağı olduğu, her eylemin bir sonraki durağı etkilediği anlatılır. Edebi olarak, çöl ve kervan metaforları, zorluklar, bilinmezlikler ve cemaat ruhu gibi konuları sembolize eder. Tarihi ve ibretli bir yaklaşımla, peygamberlerin ve salih insanların bu yolculuğu nasıl bilinçli yaşadığına ve dünya hırsına kapılanların sonunun ne olduğuna dair örnekler verilir.
Sonuç olarak, makale, bu uzun seferin bilincinde olmanın, hayatın her anını anlamlandırdığını ve insanı boş işlerden uzaklaştırarak ebedi hedefe odaklanmaya teşvik ettiğini belirtir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




MÜMİNLERİN SIFATLARI

MÜMİNLERİN SIFATLARI

وَعِبَادُ الرَّحْمٰنِ الَّذ۪ينَ يَمْشُونَ عَلَى الْاَرْضِ هَوْنًا وَاِذَا خَاطَبَهُمُ الْجَاهِلُونَ قَالُوا سَلَامًا‌ـ﴿٦٣‌ـ﴾
63- Rahmân’ın(has) kulları onlardır ki, yeryüzünde tevazu ile yürürler ve kendini bilmez kimseler onlara laf attığında (incitmeksizin) “Selam!” derler (geçerler);
وَالَّذ۪ينَ يَب۪يتُونَ لِرَبِّهِمْ سُجَّدًا وَقِيَامًا‌ـ﴿٦٤‌ـ﴾
64- Gecelerini Rablerine secde ederek ve kıyam durarak geçirirler.
وَالَّذ۪ينَ يَقُولُونَ رَبَّنَا اصْرِفْ عَنَّا عَذَابَ جَهَنَّمَۗ اِنَّ عَذَابَهَا كَانَ غَرَامًاۗ‌ـ﴿٦٥‌ـ﴾
65- Ve şöyle derler: Rabbimiz! Cehennem azabını üzerimizden sav. Doğrusu onun azabı gelip geçici değil, devamlıdır.
اِنَّهَا سَٓاءَتْ مُسْتَقَرًّا وَمُقَامًا‌ـ﴿٦٦‌ـ﴾
66- Orası cidden ne kötü bir yerleşme ve ikamet yeridir!
وَالَّذ۪ينَ اِذَٓا اَنْفَقُوا لَمْ يُسْرِفُوا وَلَمْ يَقْتُرُوا وَكَانَ بَيْنَ ذٰلِكَ قَوَامًا‌ـ﴿٦٧‌ـ﴾
67- (O kullar), harcadıklarında ne israf ne de cimrilik ederler; ikisi arasında orta bir yol tutarlar.  وَالَّذ۪ينَ لَا يَدْعُونَ مَعَ اللّٰهِ اِلٰهًا اٰخَرَ وَلَايَقْتُلُونَ النَّفْسَ الَّت۪ى حَرَّمَ اللّٰهُ اِلَّا بِالْحَقِّ وَلَايَزْنُونَۚ وَمَنْ يَفْعَلْ ذٰلِكَ يَلْقَ اَثَامًاۙ‌ـ﴿٦٨‌ـ﴾
68- Yine onlar ki, Allah ile beraber (tuttukları) başka bir ilâha yalvarmazlar, Allah’ın haram kıldığı cana haksız yere kıymazlar ve zina etmezler. Bunları yapan, günahı(nın cezasını) bulur;
يُضَاعَفْ لَهُ الْعَذَابُ يَوْمَ الْقِيٰمَةِ وَيَخْلُدْ ف۪يه۪ ۫ مُهَانًاۗ‌ـ﴿٦٩‌ـ﴾
69- Kıyamet günü azabı kat kat arttırılır ve onda (azapta) alçaltılmış olarak devamlı kalır.
اِلَّا مَنْ تَابَ وَاٰمَنَ وَعَمِلَ عَمَلًا صَالِحًا فَاُو۬لٰٓئِكَ يُبَدِّلُ اللّٰهُ سَيِّئَاتِهِمْ حَسَنَاتٍۜ وَكَانَ اللّٰهُ غَفُورًا رَح۪يمًا‌ـ﴿٧٠‌ـ﴾
70- Ancak tevbe ve iman edip iyi davranışta bulunanlar başkadır; Allah onların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allah çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.
وَمَنْ تَابَ وَعَمِلَ صَالِحًا فَاِنَّهُ يَتُوبُ اِلَى اللّٰهِ مَتَابًا‌ـ﴿٧١‌ـ﴾
71- Kim tevbe edip iyi davranış gösterirse, şüphesiz o, tevbesi kabul edilmiş olarak Allah’a döner.
وَالَّذ۪ينَ لَا يَشْهَدُونَ الزُّورَۙ وَاِذَا مَرُّوا بِاللَّغْوِ مَرُّوا كِرَامًا‌ـ﴿٧٢‌ـ﴾
72- (O kullar), yalan yere şahitlik etmezler, boş sözlerle karşılaştıklarında vakar ile (oradan) geçip giderler.
وَالَّذ۪ينَ اِذَا ذُكِّرُوا بِاٰيَاتِ رَبِّهِمْ لَمْ يَخِرُّوا عَلَيْهَا صُمًّا وَعُمْيَانًا‌ـ﴿٧٣‌ـ﴾
73- Kendilerine Rablerinin âyetleri hatırlatıldığında ise, onlara karşı sağır ve kör davranmazlar;
وَالَّذ۪ينَ يَقُولُونَ رَبَّنَا هَبْ لَنَا مِنْ اَزْوَاجِنَا وَذُرِّيَّاتِنَا قُرَّةَ اَعْيُنٍ وَاجْعَلْنَا لِلْمُتَّق۪ينَ اِمَامًا‌ـ﴿٧٤‌ـ﴾
74- (Ve o kullar): Rabbimiz! Bize gözümüzü aydınlatacak eşler ve zürriyetler bağışla ve bizi takvâ sahiplerine önder kıl! derler.
اُو۬لٰٓئِكَ يُجْزَوْنَ الْغُرْفَةَ بِمَا صَبَرُوا وَيُلَقَّوْنَ ف۪يهَا تَحِيَّةً وَسَلَامًاۙ‌ـ﴿٧٥‌ـ﴾
75- İşte onlara, sabretmelerine karşılık cennetin en yüksek makamı verilecek, orada hürmet ve selamla karşılanacaklardır.
خَالِد۪ينَ ف۪يهَاۜ حَسُنَتْ مُسْتَقَرًّا وَمُقَامًا‌ـ﴿٧٦‌ـ﴾
76- Orada ebedî kalacaklardır. Orası ne güzel bir yerleşme ve ikamet yeridir.

********

Furkan Sûresi’nin 63-76. ayetleri, “İbâdu’r-Rahmân” yani Rahmân’ın kullarının sıfatlarını anlatıyor. Bu ayetler adeta bir mümin şahsiyet portresi çizer.
Bunlar ise;

  1. Tevazu ve vakar

> “Rahmân’ın kulları, yeryüzünde tevazu ile yürürler.” (Furkan, 25/63)

🔹 Muradif ayetler:

“Yürüyüşünde ölçülü ol, sesini alçalt. Çünkü seslerin en çirkini eşeklerin sesidir.” (Lokman, 31/19)

“Yeryüzünde böbürlenerek yürüme! Çünkü sen ne yeri yarabilirsin, ne de dağlarla boy ölçüşebilirsin.” (İsrâ, 17/37)

  1. Cahillerle muhataplıkta vakar

> “Cahiller onlara laf atınca ‘Selam!’ derler.” (Furkan, 25/63)

🔹 Muradif ayet:

“Onlar, boş söz işittikleri zaman, ondan yüz çevirirler ve ‘Bizim işlerimiz bize, sizin işleriniz size; selâm olsun, biz cahilleri istemeyiz’ derler.” (Kasas, 28/55)

  1. Gece ibadeti (kıyam ve secde)

> “Gecelerini Rablerine secde ve kıyamla geçirirler.” (Furkan, 25/64)

🔹 Muradif ayetler:

“Onlar geceleri pek az uyurlardı; seher vakitlerinde de istiğfar ederlerdi.” (Zâriyât, 51/17-18)

“Gecenin bir kısmında O’na secde et ve uzun geceler boyunca O’nu tesbih et.” (İnsân, 76/26)

  1. Cehennem azabından sakınma

> “Rabbimiz! Cehennem azabını bizden uzaklaştır.” (Furkan, 25/65)

🔹 Muradif ayet:

“Onlar: Rabbimiz! Bizi cehennem azabından koru; çünkü onun azabı daimîdir, derler.” (Âl-i İmrân, 3/16)

  1. İktisad – İsraf ve cimrilikten uzak olmak

> “Harcadıklarında israf etmez, cimrilik de yapmazlar; ikisi arasında orta yol tutarlar.” (Furkan, 25/67)

🔹 Muradif ayetler:

“Eli sıkı olma, büsbütün eli açık da olma; sonra kınanır ve eli boş kalırsın.” (İsrâ, 17/29)

“Yiyin, için fakat israf etmeyin. Çünkü Allah israf edenleri sevmez.” (A‘râf, 7/31)

  1. Büyük günahlardan uzak durmak (şirk, cinayet, zina)

> (Furkan, 25/68-69)

🔹 Muradif ayetler:

“Allah’a ortak koşmayın, haksız yere cana kıymayın, zina etmeyin.” (En‘âm, 6/151)

“Zinaya yaklaşmayın. O, çirkin bir hayasızlık ve kötü bir yoldur.” (İsrâ, 17/32)

  1. Tevbe ve dönüş

> “Tevbe edenlerin günahlarını Allah iyiliklere çevirir.” (Furkan, 25/70-71)

🔹 Muradif ayetler:

“Ey iman edenler! Allah’a içtenlikle tevbe edin.” (Tahrîm, 66/8)

“Allah bütün günahları bağışlar.” (Zümer, 39/53)

  1. Yalan şahitlik ve boş sözden uzak durmak

> “Yalan yere şahitlik etmezler, boş sözle karşılaştıklarında vakar ile geçerler.” (Furkan, 25/72)

🔹 Muradif ayetler:

“Onlar, yalan söylemezler.” (Mü’minûn, 23/8)

“Boş söz işittikleri zaman yüz çevirirler.” (Kasas, 28/55)

  1. Kur’an ayetlerine karşı uyanıklık

> “Rablerinin ayetleri hatırlatıldığında sağır ve kör davranmazlar.” (Furkan, 25/73)

🔹 Muradif ayet:

“Onlara ayetlerimiz okunduğu zaman secdeye kapanarak ağlarlar ve huşû içinde artar.” (Meryem, 19/58)

  1. Aile duası ve nesil terbiyesi

> “Bize gözümüzü aydınlatacak eşler ve nesiller bağışla; bizi takvâ sahiplerine önder kıl.” (Furkan, 25/74)

🔹 Muradif ayetler:

“Rabbim! Beni ve soyumdan gelecekleri namazı devamlı kılanlardan eyle.” (İbrâhim, 14/40)

“Ey Rabbimiz! Bizi Sana teslim olmuş kimseler kıl, neslimizden de Sana boyun eğen bir ümmet çıkar.” (Bakara, 2/128)

  1. Sabır ve cennet mükafatı

> “Onlar sabrettikleri için cennetin en yüce makamlarıyla mükafatlandırılacaklardır.” (Furkan, 25/75-76)

🔹 Muradif ayetler:

“Sabredenlere mükafatları hesapsız verilecektir.” (Zümer, 39/10)

“Melekler onlara: Selam size! Sabrettiğinizden dolayı cennete girin, derler.” (Ra‘d, 13/23-24)

Görüldüğü gibi, Furkan 63-76 ayetleri müminlerin hem ahlaki hem ibadet hem de sosyal boyutlarını tarif eden en kapsamlı pasajlardan biridir.

*******

📜 İbâdu’r-Rahmân’ın Sıfatları ve Muradif Ayetler

Sıfat –  Furkan Sûresi (25)   -Muradif Ayetler

Tevazu ile yürümek

63 – Yeryüzünde tevazu ile yürürler
Lokman 31/19, İsrâ 17/37

Cahillerle vakar ile muhatap olmak

63 – Cahiller onlara laf atınca “Selam!” derler
Kasas 28/55

Gece ibadeti (kıyam-secde)
64 – Gecelerini secde ve kıyamla geçirirler Zâriyât 51/17-18, İnsân 76/26

Cehennemden sakınma duası

65-66 – “Rabbimiz! Bizi cehennem azabından koru” Âl-i İmrân 3/16

İktisad (israf ve cimrilikten uzak)

67 – Ne israf ederler ne de cimrilik, orta yol tutarlar

İsrâ 17/29, A‘râf 7/31

Büyük günahlardan uzak (şirk, cinayet, zina)
68-69 –
Şirk koşmaz, haksız yere cana kıymaz, zina etmezler
En‘âm 6/151, İsrâ 17/32

Tevbe ve dönüş
70-71 –
Tevbe edenlerin günahları iyiliklere çevrilir
Tahrîm 66/8, Zümer -39/53

Yalan şahitlik etmemek, boş sözden uzak durmak
72 – Yalan şahitlik etmez, boş sözden vakar ile geçerler

Mü’minûn 23/8, Kasas 28/55

Kur’an’a karşı duyarlılık- 73 – Ayetlere kör ve sağır davranmazlar Meryem 19/58
Aile duası ve salih nesil istemek
74 – “Bize göz aydınlığı olacak eş ve nesil ver”
İbrâhim 14/40, Bakara 2/128

Sabır ve cennetle mükafat
75-76 – Sabırlarına karşılık cennette en yüksek makam
Zümer 39/10, Ra‘d 13/23-24

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Gazze’nin Sonsuz Acısı: İnsanlığın Sınavı

Gazze’nin Sonsuz Acısı: İnsanlığın Sınavı

Gazze, Akdeniz’in kıyısında, kumların ve denizin arasında sıkışmış bir yaralı ruh gibi yatıyor. Bombaların gölgesinde, çocuklar gökyüzüne bakarken yıldız yerine alev toplarını sayıyor.
Ağustos 2025’te, İsrail’in Gazze Şehri’ni tamamen ele geçirme planı, bu küçük şeridin yüzde 75’ini zaten “operasyonel kontrol” altında tuttuğunu ilan ederken, dünya bir kez daha sessiz bir tanıklığa dönüşüyor.
Bu, bir savaş değil; bir yok oluş senfonisi, tarih sayfalarında tekrarlanan bir trajedi. Ama bu trajedide, hikmet gizli: İnsanlık, zulmün karşısında suskun kaldıkça, kendi vicdanını da gömüyor.

Tarihi bir bakışla başlayalım. Filistin toprağı, binlerce yıldır medeniyetlerin beşiği olmuş, ancak 20. yüzyılın yaralarıyla kanamaya başlamış.
1948 Nakba’sı, yüz binlerce Filistinliyi evlerinden sürerken, 1967 Altı Gün Savaşı’yla İsrail’in işgali genişlemiş. Gazze, 2005’te İsrail askerlerinin çekilmesiyle “özgür” ilan edilmiş olsa da, abluka altında bir açık hava hapishanesine dönüşmüş. Hamas’ın 2007’de kontrolü ele geçirmesi, İsrail’in “güvenlik” gerekçesiyle uyguladığı kuşatmayı yoğunlaştırmış.
Bugün, 2023 Ekim’inde başlayan savaş, iki yıla yaklaşırken 62.000’den fazla Filistinliyi öldürmüş – bunların yüzde 83’ü sivil, İsrail istihbaratının kendi verilerine göre.
Bu, tarihsel bir döngü: İşgal, direniş, misilleme ve daha fazla işgal.
Tarih bize ibret veriyor: Roma İmparatorluğu’nun Yahudi isyanlarını bastırışı gibi, güçlüler zayıfları ezerken, sonunda kendi çöküş tohumlarını eker.

Siyasi açıdan, bu çatışma küresel güç dengelerinin aynası. İsrail Başbakanı Netanyahu, Hamas’ın 60 günlük ateşkes teklifini kabul etse de, “Gideon’un Savaş Arabaları 2” adlı operasyonu başlatmış; beş tümenle Gazze’yi kuşatmış ve 60.000 yedek askeri göreve çağırmış.
Amaç, iddia edildiği üzere Hamas’ı yok etmek; ancak pratikte, 1 milyon Filistinliyi “toplama kamplarına” hapsetmek gibi görünüyor.
Hamas, hayatta kalmayı strateji haline getirmiş, roketlerle ve tünellerle direnirken, İsrail’i uluslararası mahkemelerde “soykırım” suçlamalarıyla karşı karşıya bırakıyor. Uluslararası toplum? BM Genel Sekreteri Guterres, “kaçınılmaz ölüm ve yıkımı önlemek” için acil ateşkes çağrısı yapıyor, İngiltere ve 21 ülke, İsrail’in Batı Şeria’daki “E1 Projesi”ni , Norveç Futbol Federasyonu, Dünya Kupası bilet gelirlerini Gazze’ye bağışlıyor; Norveç’in 1.9 trilyon dolarlık fonu İsrail şirketlerinden çekiliyor.
ABD ise, yardım adı altında katliama karışan askerlerini gizliyor – bir görgü tanığının ifadesine göre, Amerikalı yükleniciler Filistinlilere ateş açıyor. Siyasi mantık burada çöküyor: Güçlü müttefikler, ahlaki erozyonu körüklüyor.

Sosyal boyutu ise yürek parçalayıcı. Gazze’de 200 aile, tahliye uyarısından sonra çadırlarını terk etmiş, bombalar altında sokakta kalmış.
18.885 çocuk öldürülmüş, okullar yıkılmış, açlık ölümleri 212’ye ulaşmış.
Türk anne Nil El Huseyini’nin 27 yıllık hikayesi gibi, binlerce aile bombalar arasında çocuk büyütüyor. Yerinden edilenler, “güvenli bölge” diye güneye sürülüyor, ama orası da hedef. Bu, sosyal bir felaket: Toplumlar parçalanıyor, umutlar söndürülüyor. Gamze Özçelik’in Umut Aşevi gibi girişimler, bombalarla yok ediliyor, ama yeniden kuruluyor – insan ruhunun direnci burada parlıyor.

Ahlaki ve akli olarak, bu savaş bir sınav. Kur’an’daki Furkan Suresi 44. ayet gibi, zulüm yapanlar “hayvanlar gibi” şaşkın addediliyor. İsrail’in gazetecileri öldürmesi – Anas Al-Sharif gibi Pulitzer ödüllü birini – savaş suçu.
Guardian’ın raporu, sivillerin yüzde 83’ünün öldürüldüğünü gösteriyor. Mantık soruyor: Güvenlik adına mı, yoksa intikam için mi? Haaretz gibi İsrail kaynakları bile, bu planın “sürekli savaş” yolu olduğunu söylüyor.
Ahlak, tarafları eşit görmeyi emreder: orantısız verilen ve halki hedef alma durumu soykırım iddialarını haklı kılıyor.

İbret dolu bu tablo, düşündürüyor: Türkiye’nin İsrail gemilerine kısıtlaması gibi adımlar, geç mi kaldı?
Dünya vicdanı uyanıyor mu? Norveç’in bağışı, Avrupa’nın protestoları umut ışığı. Ama hikmet şurada: Zulüm, zalimi de yok eder. Tarih, Firavun’un, Hitler’in çöküşünü hatırlatıyor. Gazze, yalnız değil – eğer biz susmazsak. Düşünelim: Bu acıda, barışın tohumu gizli mi? Yoksa insanlık, kendi sonunu mu yazıyor?

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Gazze: İnsanlığın İmtihanı ve Vicdanın Yankısı

Gazze: İnsanlığın İmtihanı ve Vicdanın Yankısı

Tarih, zulüm ve adaletin yan yana aktığı bir nehir gibidir. Bir yanda Firavunların, Nemrutların, Ebu Cehillerin zulümleri; diğer yanda Musa’nın, İbrahim’in, Muhammed Mustafa’nın (s.a.v.) adalet ve merhamet mücadelesi… Bugün Gazze’de yaşananlar, bu tarihî akışın çağımızdaki canlı bir sahnesidir.

🔥 Zulmün Tekrar Eden Çehresi

İsrail’in işgal politikası, binlerce yıldır aynı zulüm zincirinin yeni bir halkasıdır. Yüce Allah, “Kim bir canı haksız yere öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibidir. Kim de bir canı kurtarırsa, bütün insanlığı kurtarmış gibidir.” (Mâide, 32) buyurmuştu. Buna rağmen, İsrailoğulları tarihte defalarca bu ilahî uyarıya kulak tıkadı. Bugün Gazze’de binlerce masum çocuğun, kadının, yaşlının katledilmesi, o hakikatin ne kadar acı bir şekilde göz ardı edildiğini gösteriyor.

📖 Tarihten Ders: Firavun’un Akıbeti

Firavun’un zulmü de bir dönem “yenilmez” gibi görünmüştü. Orduları vardı, sarayları vardı, teknolojisi vardı. Ama sonunda Kızıldeniz’de boğularak helak oldu. Tarih, zulmün baki olmadığını, hakikatin ise er geç galip geldiğini göstermektedir. Bugün İsrail’in tankları, uçakları, teknolojisi olabilir; fakat hakikatin ve mazlumların duasının önünde hiçbir güç ebediyen duramaz.

🧠 Akıl ve Mantık Boyutu

İsrail’in işgali, sadece ahlaken değil, aklen de iflas etmiştir. Zira bir halkı sürekli öldürmek, kuşatmak, aç bırakmak çözüm değil; yeni kinler, yeni direnişler doğurur. Tarih göstermiştir ki hiçbir millet, zorbalıkla sonsuza dek boyunduruk altında tutulmamıştır. Roma da yıkıldı, Moğollar da dağıldı, Hitler de tarihe kara bir leke olarak geçti. Zulüm, uzun vadede kendi kendini yer bitirir.

🌐 Sosyal ve Siyasi Boyut

Bugün Batı medyasının bile artık soykırımı gizleyememesi, uluslararası vicdanın yavaş da olsa uyanmaya başladığını gösteriyor. Avrupa’da futbol sahalarından sokaklara, akademiden basına kadar birçok alanda “Gazze yalnız değil” mesajı veriliyor. Bu, ümmetin ve insanlığın uyanışına işarettir.

⚖️ Ahlaki ve İbretlik Boyut

Kur’an, zalimlerin ruh halini şöyle tasvir eder:

“Onlar, ancak hayvanlar gibidirler; hayır yol bakımından daha şaşkın (ve aşağı) dırlar. Yoksa (Ey Rasûlüm), onların çoğunu, hakkı işitiyorlar veya hakkı anlıyorlar mı zannediyorsun? Onlar, ancak hayvanlar gibidirler. Doğrusu gidişçe daha sapıktırlar.”Furkân Suresi 44. Ayet.

Katil içeride,
İnsan bozması, insan bozuntusu birer canavar hayvan gibidirler.

Gazze’de çocukların üzerine bomba yağdıran, çadırlarda uyuyan kadınları katleden zihniyet, gerçekten de aklını, vicdanını ve insanlığını kaybetmiş bir güruhtur. Bu, insan kılığında fakat ruhunu şeytana satmış bir varoluştur.

🌱 Umudun Dirilişi

Ama bu karanlığın içinde bir ışık da var. Gazze’nin anneleri, gençleri, çocukları hâlâ “sabır ve umut” kelimeleriyle ayakta duruyor. Bir annenin “Çocuğum şehit oldu, Allah’a hamdolsun” diyebilmesi, Batı’nın tanklarından, toplarından çok daha sarsıcı bir güçtür. Çünkü zulmün karşısında imanla duran bir halkı hiçbir güç yenemez.

📌 Sonuç: Gazze İnsanlığın Aynasıdır

Gazze bugün bize şunu haykırıyor:

Adalet, vicdan ve merhamet insanlığın gerçek sınavıdır.

Zulüm baki değildir; ama hakikat ebedîdir.

Mazlumların duası, zalimlerin füzelerinden daha etkilidir.

Ve asıl ibret şudur: Tarih boyunca zalimler hep güçlü göründü, fakat sonunda hep yenildiler. Bugün de Gazze’deki zulüm, tarihin çöplüğüne gidecek; fakat sabır, direniş ve umut ebediyen kalacaktır.

Özet

Gazze’de yaşananlar tarihin yeniden tekerrür eden bir zulüm sahnesidir.

İsrail’in soykırımı hem ahlaken hem aklen çökmüştür.

Kur’an ayetleri zulmün geçici, hakikatin kalıcı olduğunu anlatır.

Tarihten ibret alınmalı: Firavunlar, Nemrutlar ve Hitlerler nasıl yıkıldıysa, bugünün zalimleri de aynı akıbete uğrayacaktır.

Gazze sadece Filistin’in değil, insanlığın vicdan sınavıdır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Dönüş Yolu

Dönüş Yolu

1960 yılının serin bir sonbaharında Adıyaman’da dünyaya geldiğimde, annemin kolları bana ilk sığınağım olmuştu. Babamın işi sebebiyle, henüz yedi aylıkken İstanbul’un kalabalık sokaklarına taşındık. O yıllar, çocukluğumun hatıralarıyla doludur; sokakta oynadığım arkadaşlar, okula giden kalabalık içinde yürürken duyduğum martı sesleri ve boğazın o keskin iyot kokusu…

İstanbul, on yıl boyunca bana ev oldu. Ama kaderin çizdiği yollar bazen insanı ait olduğu yere döndürür. Babam bir gün eve geldi ve Adıyaman’a geri döneceğimizi söyledi. İçimde garip bir his vardı; İstanbul’dan ayrılmak kolay değildi ama doğduğum topraklara dönmek fikri de bana yabancı gelmiyordu.

Adıyaman’a döndüğümüzde, artık genç bir delikanlıydım. Eğitim hayatım burada şekillendi ve 1978 yılında İmam Hatip Lisesi’ni bitirdim. Mezuniyetin ardından iki yıl boyunca İmam- Hatip olarak görev yaptım. Minberde durup cemaatin yüzlerine baktığımda, her birinde hayatın farklı hikâyelerini görürdüm. Dualarda huzur, kelimelerde anlam aradım. Fakat içimde bir eksiklik vardı; daha fazlasını öğrenmek, daha fazla insana dokunmak istiyordum.

1980 yılında Kayseri İslâm Enstitüsü’ne adım attım. Kayseri’nin soğuk kışlarında kitapların arasında ısındım, dostlarla yapılan uzun sohbetlerde kendimi buldum. Bu yıllar, zihnimin en çok şekillendiği yıllardı.

1986 yılında öğretmen olarak meslek hayatına başladım. O ilk gün, sınıfa girip öğrencilerime baktığımda, içimde büyük bir heyecan vardı. Onlara sadece ders değil, hayata dair bilgiler de öğretmek istedim. Her öğrencim, birer umut ışığıydı. Yıllar birbirini kovaladı, binlerce öğrenci yetiştirdim.

Ve zaman, her şey gibi beni de olgunlaştırdı. 2025 yılına geldiğimizde, yaş haddinden emekli oldum. Artık gençliğimi adadığım mesleğe veda etme vakti gelmişti. Ama öğretmenlik bir meslek değil, bir yaşam biçimiydi. Yüreğime işleyen o sevgi, o bilgi paylaşımı arzusu hiç bitmeyecekti.

Şimdi, geriye dönüp baktığımda, İstanbul’un sokaklarından Adıyaman’ın sıcak topraklarına, Kayseri’nin ilim dolu yıllarından öğretmenlik mesleğime kadar her anın bir anlam taşıdığını görüyorum. Hayatım, tıpkı bir nehir gibi kendi yolunu bulmuş ve beni en güzel kıyılara taşımıştı.

Ve biliyorum ki, her bitiş aslında yeni bir başlangıçtır…

*****

Hayat Okulu

Her şey, 24 Ocak 1986 yılında bir Cuma günü başladı. O gün, Cuma namazını kıldıktan sonra derin bir nefes alıp okulun kapısından içeri girdim. Elimde ders notlarım, zihnimde binbir düşünce, kalbimde tarifsiz bir heyecan vardı. Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi öğretmeni olarak çıktığım bu yolda, yalnızca bir meslek icra etmeye değil, bir neslin kalbine dokunmaya niyetlenmiştim.

İlk dersimi asla unutamam. Sınıfa girdiğimde öğrencilerin meraklı gözleriyle karşılaştım. Kimisi sıraya yaslanmış, kimisi defterine bir şeyler karalıyordu. Derin bir sessizlik hakimdi. Gözlerimi sınıfta gezdirip “Bismillah” dedim ve ilk cümlemi kurdum:

“Çocuklar, bilgi öğrenilir ama ahlak yaşanır. Bugün buradan sadece bilgili bireyler olarak değil, iyi insanlar olarak çıkmanız en büyük dileğimdir.”

Yıllar birbirini kovaladı. Her yeni öğrencimle birlikte ben de yeniden öğrendim. Kitaplardan okuttuğum bilgilerin ötesinde, onlara hayatı anlatmaya çalıştım. Derslerde sadece ezber yaptırmadım, sorular sordum: “İnsan neden dürüst olmalı?”, “Hayatta gerçek başarı nedir?”, “İyi bir insan nasıl olunur?”

Onların gözlerinde bazen şaşkınlık, bazen de derin bir anlam arayışı gördüm. Bu arayışa rehberlik etmek, benim için bir görev değil, bir ibadet gibiydi.

Zamanla, Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi öğretmenliğinden İmam Hatip Meslek Dersleri öğretmenliğine geçtim. Artık sadece inancı öğretmiyor, ilmi bir meslek olarak icra eden gençleri yetiştiriyordum. Onlara mesleğin ruhunu anlatmaya çalıştım. Bir hutbeye çıkmanın, bir gönüle dokunmanın, bir insana umut olmanın ne kadar büyük bir sorumluluk olduğunu hissettirmek istedim.

Tam 43 yıl… Hayatımın en güzel, en anlamlı yılları…

Ve takvim yaprakları 7 Temmuz 2025’i gösterdiğinde, artık vakit gelmişti. Son dersimi verdim, son kez tahtaya yazı yazdım. Sınıftan çıkarken bir an durup geriye baktım. Yüzlerce, belki binlerce öğrencinin geçtiği o sıralar, bana sessizce veda ediyordu.

İçimde bir hüzün vardı ama daha büyük bir huzur taşıyordum. Çünkü biliyordum ki öğretmenlik sadece bir meslek değil, bir ömür süren bir görevdi. Artık devlet okulundan ayrılmıştım ama hayat okulunda öğretecek, öğrenecek daha çok şey vardı.

Elhamdülillah… Bir meslekten değil, bir vazifeden emekli oldum. Ama bir öğretmen asla emekli olmaz…

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Sorumluluğun Yükü: Bireyselliğin ve Adaletin İlanı

Sorumluluğun Yükü: Bireyselliğin ve Adaletin İlanı

İnsanoğlu, varoluş serüveninde daima kendi eylemlerinin sonuçlarıyla yüzleşmiştir. Topluluklar, medeniyetler ve aileler, bireylerin eylemleri üzerine inşa edilir. Ancak bu karmaşık yapı içinde, ahlaki sorumluluğun temel ilkesi çoğu zaman göz ardı edilir. Ayetteki veciz ve net ifade, bu temel gerçeği tekrar hatırlatır: “Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez.” (Necm suresi, 38. Ayet) Bu ayet, sadece bir ilahi yasa değil, aynı zamanda bireysel sorumluluğun, adaletin ve vicdani hesaplaşmanın da temelini oluşturan evrensel bir ilkedir.
Mesela ağır yükü taşıyan bir figür, bu sorumluluğun somut bir metaforudur.

Hikmetli Bir Bakış: Yükün Bireyselliği

Hikmet, bir şeyin dış görünüşünün ötesine geçerek asıl manasını idrak etmektir. “Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez” ilkesi, insanı başkalarını suçlama kolaycılığından kurtaran bir hikmeti ifade eder. Sorumluluktan kaçmak, daima başka bir günahkâr bulmaya çalışmak insanlığın en eski zayıflıklarından biridir. Oysa bu ilke, her bireyin kendi vicdanının ve amellerinin tek sahibi olduğunu ilan eder. İnsanın ameli, bir kimlik kartı gibidir; her bireye özeldir ve başkasına devredilemez. Bir insan, bir başkasının zulmünden dolayı günahkâr sayılmaz. O, sadece kendi seçimleri ve eylemleri yüzünden sorgulanır. Bu, aynı zamanda manevi bir özgürlüktür; zira kimse bir başkasının kötü ameli yüzünden ebediyen mahkûm edilemez. Herkes kendi yükünü taşır ve kendi amellerinin meyvesini yer.

Edebi Bir Düşünce: Yük Taşıyan İnsan

Yuk taşıyan bir figürün sırtında taşıdığı devasa yük, bu bireysel sorumluluğun edebi ve görsel bir tasviridir. Bu yük, insanın dünya hayatında biriktirdiği günahları, hataları ve yanlış seçimleri sembolize eder. İnsanoğlu, bu yükü yorgunlukla ve acıyla taşır. Bu tasvir, başkasının günahını üstlenmenin ne kadar anlamsız ve ağır bir yük olduğunu da gösterir. Çünkü her insanın zaten kendi taşıması gereken bir yükü vardır.
Edebi metinlerde “günahın ağırlığı” veya “vicdanın yükü” gibi ifadeler sıkça kullanılır. Bu metaforlar, manevi bir gerçeği somutlaştırmak için kullanılır. Bir suçlunun vicdan azabıyla yaşaması, bir günahın taşıdığı ağırlığın bir yansımasıdır. Ayet, bu yükün bireysel olduğunu ve kimsenin bu yükü başkasından devralamayacağını edebi bir dille ifade eder. Bu, aynı zamanda adil bir evrenin ilkesidir; zira bir başkasının hatalarının ceremesini çekmek, adaletsizliktir.

Tarihî ve İbretli Bir Yaklaşım: Toplu Ceza ve Bireysel Sorumluluk

Tarih, bu ilkenin çiğnendiği anlarda ne kadar büyük felaketlerin yaşandığını gösteren örneklerle doludur. Kolektif suçlama ve cezalandırma, insanlık tarihinin en karanlık sayfalarından biridir. Sırf bir inanca, bir millete veya bir gruba mensup olduğu için insanların topluca cezalandırılması, ayetin ruhuna tamamen aykırıdır.
Öte yandan, İslâm hukukunun ve ahlakının temelinde bu bireysel sorumluluk ilkesi yatar. Bir toplulukta işlenen bir suç, o suçu işleyen kişinin sorumluluğundadır, tüm topluluğun değil. Peygamberler dahi, ümmetlerinin günahlarından sorumlu tutulmaz, sadece tebliğden sorumlu tutulurlardı. Bu ilke, hem toplumsal adaleti tesis eder hem de her bireyi kendi eylemlerinden sorumlu tutarak ahlaki gelişime teşvik eder.

Düşündürücü Bir Sonuç: Hesabın Tek Kişilik Odası

Bu ayet, bizlere hayatın en temel sorularından biri olan “sorumluluk” kavramını yeniden düşündürür. Başkalarını eleştirirken, suçlarken veya yargılarken, kendi yükümüzün ağırlığını unutmamamız gerektiğini hatırlatır. Herkesin hesabı tek başına verilecektir. Mahşer meydanında, kimse bir başkasının arkasına saklanamaz. Kimse, “Ben onun yüzünden böyle yaptım” diyerek kendini savunamaz.
Bu durum, insanı sadece kendi amellerine odaklanmaya, kendi vicdanına dönmeye ve kendi günahlarından pişmanlık duymaya sevk eder. Başkasının günahını tartışmak yerine, kendi günahının ağırlığını hissetmek, tevbe ve arınma yolunu açar. Bu, aynı zamanda başkalarını affetme ve onlara karşı daha anlayışlı olma erdemini de beraberinde getirir. Çünkü biliriz ki, hepimiz kendi günahlarımızla baş başayız.

Özet
Bu makale, “Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez” ayeti temelinde, bireysel sorumluluk ve adalet kavramlarını ele almaktadır. Makale, konuyu hikmetli, edebi, tarihi ve düşündürücü açılardan inceler. Hikmetli bir bakış açısıyla, ayetin insanı başkalarını suçlama kolaycılığından kurtardığı ve her bireyin kendi amellerinden sorumlu olduğunu ilan ettiği belirtilir. Edebi olarak, mesela ağır yük taşıyan bir figür metaforuyla günahın ve vicdanın ağırlığı somutlaştırılır. Tarihi ve ibretli bir yaklaşımla, toplu cezalandırma ve haksız suçlamaların insanlık tarihinde ne kadar büyük felaketlere yol açtığı anlatılır. Sonuç olarak, ayetin insana kendi amellerine odaklanmayı, başkalarını yargılamak yerine kendini sorgulamayı ve ahiretteki bireysel hesabın bilincinde olmayı öğütlediği ifade edilir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Bu Dünya: Hizmet Yeri mi, Ücret Yeri mi?

Bu Dünya: Hizmet Yeri mi, Ücret Yeri mi?

İnsanoğlu, dünya hayatında sürekli bir çaba, bir koşuşturma içindedir. Bu çabaların birçoğu, maddi kazanç elde etme, makam sahibi olma veya bir ödül alma niyetiyle yapılır. Ancak resimdeki o derin ve hikmetli söz, bu yaygın anlayışa meydan okur:
“Bu dünya dârü’l-hizmettir, ücret almak yeri değildir. A’mal-i salihanın ücretleri, meyveleri, nurları berzahta, âhirettedir. O baki meyveleri bu dünyaya çekmek ve bu dünyada onları istemek, âhireti dünyaya tabi etmek demektir. O amel-i salihin ihlası kırılır, nuru gider.”
Bu cümleler, hayatın gayesine dair köklü bir sorgulama başlatır ve insanı fâni olanla baki olan arasında bir seçim yapmaya davet eder.

Hikmetli Bir Bakış: Amel-i Salihin Bereketi ve Hedefi

Hikmet, bir şeyin asıl gayesini ve hakikatini anlamaktır. Bu sözün hikmeti, salih amellerin (iyi işlerin) gerçek karşılığının bu dünyada aranmaması gerektiğini öğretir. Eğer bir iyiliği, bir hayrı veya bir ibadeti, dünyevi bir makam, şöhret veya menfaat için yaparsak, o amelin ihlasını yani samimiyetini zedeleriz. İhlasın kırılması, amelin nurunun gitmesine ve manevi değerini kaybetmesine yol açar. Bir fidanın meyve vermesi için doğru toprağa ekilmesi gerektiği gibi, salih amellerin meyveleri de doğru “toprakta” aranmalıdır. Bu toprak, dünya değil, ahirettir. Bu bilinç, insanı riyadan (gösterişten), kibirden ve menfaatperestlikten korur. Gerçek bir hizmetkâr, yaptığı işin karşılığını bu dünyada beklemez, çünkü bilir ki asıl ve kalıcı ücret, ebedî âlemde verilecektir.

Edebi Bir Düşünce: Meyve ve Işığın Metaforu

Sözde geçen “meyveler” ve “nurlar” gibi edebi ifadeler, soyut kavramları somutlaştırarak anlatımı zenginleştirir. Salih amellerin meyveleri, ahiretteki nimetleri ve güzellikleri sembolize eder. Bu meyveleri dünyaya çekmek, yani yaptığımız iyiliklerden dünyevi bir karşılık beklemek, bir fidanın meyvesini toprağa geri gömmek gibi anlamsızdır. Bu, tabiat kanunlarına aykırıdır ve amelin fıtratını bozar. “Amelin nuru” metaforu ise, ihlasın, samimiyetin ve Allah rızasının bir fiile kattığı manevi aydınlığı ifade eder. Riyakârlık ve menfaatperestlik, bu nuru söndüren karanlık bir perde gibidir. Edebi açıdan, bu söz, bir eylemin manevi derinliğini ve güzelliğini ancak ihlasın aydınlatabileceğini vurgular.

Tarihî ve İbretli Bir Yaklaşım: Dünya İçin Yapılan Amellerin Sonu

Tarih, bu ilkenin önemini gösteren sayısız ibretle doludur. Dünyevi makam, şöhret veya para kazanmak için ilim yapanlar, iyilik yapanlar ve hatta ibadet edenler, ne kadar başarılı olurlarsa olsunlar, tarihin tozlu sayfalarında silik birer figür olarak kalmışlardır. Bazen bu tür amellerin dünyevi karşılığı gelmiş, ancak onlara ne bir huzur ne de bir mutluluk getirmiştir. Mesela, zalim hükümdarlara yaranmak için yazdığı eserlerle bilinen, ancak samimiyetsizliği yüzünden eserlerinin etkisi kalıcı olmayan ilim adamları tarihte mevcuttur.
Öte yandan, sadece Allah rızası için ilim yapan, hizmet eden ve zorluklara sabreden nice ilim ehli, derviş ve alimler vardır. İmam-ı Azam, İmam Şafiî gibi isimler, dünya makamlarından kaçmış, ancak eserleri ve manevi mirasları asırlar boyunca insanlığa ışık tutmuştur. Onların amelleri, dünyevi bir karşılık beklemedikleri için hem ihlaslı kalmış hem de kalıcı bir nur bırakmıştır. Bu durum, hizmetin karşılığının bu dünyada aranmaması gerektiğinin en büyük tarihî kanıtıdır.

Düşündürücü Bir Sonuç: Gerçek Zenginliğin Yeri

Bu söz, modern dünyanın en büyük yanılgılarından birine, yani her şeyin maddi bir karşılığı olduğu düşüncesine karşı durur. İnsanları, yaptıkları her işten bir kâr, bir menfaat elde etmeye iten bu anlayış, insan ruhunu fakirleştirir ve dahili huzuru yok eder. Gerçek zenginlik, yaptığımız hizmetin karşılığını bu dünyada değil, ahirette beklemektir. Bu, bir nevi manevi yatırım yapmaktır.
Bu anlayış, bir eylemi sadece “yapılması gereken bir iş” olmaktan çıkarıp, onu bir ibadete ve manevi bir yükselişe dönüştürür. Bir anne çocuğuna bakarken, bir işçi işini yaparken, bir öğrenci ders çalışırken, eğer bu işleri Allah rızası için yapıyorsa, bu eylemlerin hepsi birer salih amel haline gelir ve karşılığı kat kat artar. Bu düşünce, dünya hayatını bir hizmet yeri, bir tarla ve bir sınav olarak görmemizi sağlar. Fani olanı değil, baki olanı hedeflemeyi öğretir. İşte o zaman, insan yaptığı her işten gerçek bir manevi tatmin ve huzur duyar.

Özet
Bu makale, “Bu dünya dârü’l-hizmettir, ücret almak yeri değildir” sözü üzerine kuruludur ve hayatın asıl gayesinin hizmet etmek olduğu fikrini işler. Makale, konuyu hikmetli, edebi, tarihi ve düşündürücü açılardan inceler. Hikmetli bir bakış açısıyla, salih amellerin karşılığının ahirette aranması gerektiği, aksi halde amelin ihlasının ve nurunun zedeleneceği belirtilir. Edebi olarak, salih amellerin meyveleri ve nuru metaforları üzerinden, dünya karşılığının amelin değerini nasıl düşürdüğü anlatılır. Tarihi ve ibretli bir yaklaşımla, dünyevi menfaatler için yapılan işlerin kalıcı olamadığı, ancak Allah rızası için yapılan hizmetlerin asırlar boyu devam ettiği örneklerle gösterilir. Sonuç olarak, makale, bu hikmetin insanı dünyevi hırslardan kurtararak manevi bir huzura kavuşturduğunu ve hayatı bir hizmet ve ibadet yeri olarak görmeyi sağladığını anlatır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Bir Cana Kıymanın Bedeli: İlahi Uyarıdan Tarihin Aynasına

Bir Cana Kıymanın Bedeli: İlahi Uyarıdan Tarihin Aynasına

“İşte bundan dolayı İsrâiloğulları’na şöyle yazmıştık: “Bir cana kıymaya veya yeryüzünde fesat çıkarmaya karşılık olması dışında, kim bir kimseyi öldürürse bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de bir can kurtarırsa bütün insanların hayatını kurtarmış gibi olur.” Şüphesiz peygamberlerimiz onlara apaçık deliller getirdiler. Ama bundan sonra da onların çoğu yeryüzünde taşkınlık göstermektedirler.” Mâide Suresi – 32 . Ayet.
Binlerce yıl önce yine İsrailoğullarına Allah tarafından cana kıymanın ne demek olduğu ve bedelinin ne olduğu yazılmıştı.
İki bin yılı aşkın sene sonra bugün de aynı öldürme söz konusu.
Belliki İsrailoğulları ilahi mesajlara kulak tıkamış olmalarından dolayı, bugünde dünyanın sesine ve Gazzedeki çocuk ve mazlumların da sesine sağır olup kulak tıkamaktadırlar.

********

Kur’ân-ı Kerîm, insanlık tarihine yön veren temel hakikati, Mâide Sûresi 32. ayette çarpıcı bir şekilde ortaya koyar:

> “Kim bir canı, bir cana karşılık veya yeryüzünde fesat çıkarmaya karşılık olmaksızın öldürürse bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de bir canı kurtarırsa bütün insanları diriltmiş gibi olur…” (Mâide, 32)

Bu ilahi beyan, yalnızca İsrâiloğulları’na değil, tüm insanlığa kıyamete kadar uzanan evrensel bir mesajdır. Çünkü insana hayat bahşeden Allah, canı kutsal kılmış; onu haksız yere öldürmeyi, kâinatın düzenine vurulan bir darbe, insanlık vicdanına işlenmiş bir cinayet olarak nitelemiştir.

Tarih Boyunca Tekrarlanan Bir İsyan

Kur’ân, tarihin pek çok döneminde insanlığın kan dökme eğilimine dikkat çeker. İlk insan neslinde bile, Hz. Âdem’in oğlu Kabil, kardeşi Hâbil’i haksız yere öldürmüştür. (Mâide, 27-30) Bu ilk cinayet, insanlık tarihinin kara lekesi olmuş; Allah, “kardeşini öldüren Kabil’in pişmanlığı” üzerinden, insanlığa ibret dersleri bırakmıştır.

Ne var ki bu ibret, İsrailoğullarının çoğu tarafından unutulmuş; tarihin her döneminde zulüm, haksızlık ve masumların kanı onların ellerini kirletmiştir. Peygamberleri yalanladılar, hatta bir kısmını öldürdüler (Bakara, 87; Âl-i İmrân, 21). İlahi kitaplar defalarca “öldürmeyin, fesat çıkarmayın” diye hatırlatmasına rağmen, günümüzde de Gazze’de çocukların, masumların kanı akmaya devam ediyor.

İlahi Ölçü: Cana Dokunma, Fesadı Önle

Kur’ân, yaşam hakkını dokunulmaz kılarak şu temel prensibi koyar:

“Allah’ın haram kıldığı cana, haklı bir sebep olmadıkça kıymayın.” (İsrâ, 33)

“Kim bir mümini kasten öldürürse, onun cezası, içinde ebedi kalacağı cehennemdir. Allah ona gazap etmiş, onu lanetlemiş ve onun için büyük bir azap hazırlamıştır.” (Nisâ, 93)

“Yeryüzünde bozgunculuk yapmayın.” (Bakara, 11)

Bu ayetler, hayatın değerini yalnız hukuk ve ahlâk ölçüsüyle değil, aynı zamanda uhrevî bir sorumlulukla korumaktadır. Çünkü bir cana kıymak, sadece dünyada değil, ahirette de telafisi mümkün olmayan bir suçtur.

İlmin Gözüyle Cana Kıymanın Anlamı

Bilimsel açıdan bakıldığında da her insan, eşsiz bir evrendir. Genetik kodları, biyolojik yapısı, zihinsel ve ruhsal dünyasıyla tektir. Dolayısıyla bir insanı öldürmek, eşsiz bir kâinatı söndürmek gibidir. Modern psikoloji ve sosyoloji, şiddetin toplumsal yapıyı çökerten en büyük unsur olduğunu ortaya koymuştur.

Bir canın kurtarılması ise, sadece o kişiyi değil; onun ailesini, neslini, toplumunu ve insanlığın vicdanını diriltir. Dolayısıyla ayetteki “bütün insanları diriltmiş gibi olur” hakikati, hem manevî hem ilmî açıdan evrensel bir gerçektir.

Bugüne Yansıyan İlahi İkaz

Ne acıdır ki, binlerce yıl önce İsrailoğullarına yazılmış olan bu hakikat, bugün yine onların elleriyle ayaklar altına alınmaktadır. Gazze’de masum çocuklar, kadınlar ve yaşlılar hedef alınmakta; dünya vicdanı susturulmak istenmektedir. Bu, yalnızca siyasi bir mesele değil; insanlığın vicdanı ile ilahi ölçüler arasındaki derin bir imtihandır.

Kur’ân, zulmeden kavimlerin akıbetini defalarca hatırlatır:

“Bir millet kendisinde olanı değiştirmedikçe, Allah onların durumunu değiştirmez.” (Ra’d, 11)

“Zulmedenler, yaptıkları haksızlıklardan dolayı nasıl bir inkılâba uğrayacaklarını yakında bilecekler.” (Şuarâ, 227)

Tarih şahittir ki; zulüm ile abad olan hiçbir millet yoktur. Firavun’un sonu, Nemrud’un helâki, zalim kavimlerin yıkılışı, bunun en büyük ibretleridir.

Akıl ve Mantığın Sözü

Akıl ve mantık da şu hükme varır: Eğer bir insanı öldürmek “bütün insanlığı öldürmek” gibiyse, Gazze’de bir günde öldürülen yüzlerce çocuk, aslında insanlığın defalarca öldürülmesi demektir. İnsanlık, kendi varlığına kastetmektedir.

Sonuç ve Özet

Mâide Sûresi’nin 32. ayeti, canın kutsallığını ilan ederek tüm insanlığa evrensel bir ölçü sunmuştur. Tarihin ilk cinayetinden bugüne kadar aynı hata tekrarlanmaktadır. İsrailoğullarına binlerce yıl önce yapılan uyarı, bugün Gazze’de hâlâ yankılanmaktadır.

Özetle:

Bir insanı öldürmek, bütün insanlığı öldürmek gibidir.

Bir canı kurtarmak, bütün insanlığı diriltmek gibidir.

Kur’ân, yaşam hakkını dokunulmaz kılarak ilahi, aklî ve mantıkî bir ölçü koymuştur.

Zulümle ayakta kalan hiçbir millet olmamış; tarihte zulmün sonu daima helâk olmuştur.

Bugün Gazze’de akan kan, insanlığın vicdanını öldürmektedir; suskun kalmak, bu cinayete ortak olmaktır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Namaz: İman ve İyileşme Arasındaki Köprü

Namaz: İman ve İyileşme Arasındaki Köprü

İnsanoğlu, varoluş sahnesinde sürekli bir arayış içindedir. Bu arayış bazen maddi zenginlik, bazen sosyal statü, bazen de iç huzur içindir. Ancak bu arayışın en temelinde, insanın manevi bir boşluğunu doldurma çabası yatar. Metindeki o derin ve hikmetli söz, bu temel gerçeği çok net bir şekilde ortaya koyar:
“Kâinatta en yüksek hakikat imandır, imandan sonra namazdır.” Bu cümle, imanın bir kök, namazın ise bu kökten beslenen bir gövde ve meyve olduğunu anlatır. İman ve namaz, birbiriyle ayrılmaz bir bütündür ve insanın manevi hayatının en temel direkleridir.

Hikmetli Bir Bakış: İmanın Yüksekliği ve Namazın Fonksiyonu

Hikmetli bir bakış açısıyla meseleyi ele aldığımızda, imanın kainatın en yüksek hakikati olduğunu görmemiz gerekir. İman, insanı diğer canlılardan ayıran en temel özelliktir. İman, sadece bir yaratıcıya inanmaktan ibaret değildir; aynı zamanda varoluşun anlamını çözmeye, kâinatı bir nizam ve düzen içerisinde görmeye ve kendi acizliğini idrak etmeye vesile olur.
İmandan sonra namazın gelmesi ise, ibadetin, bu soyut imanın somut bir tezahürü ve devamı olduğunu gösterir. Namaz, imanın pratik uygulaması, günlük hayatta yeniden hatırlanması ve tazelenmesidir. O, bedenin ve ruhun eşsiz bir uyumla bir araya geldiği bir ritüeldir. Namaz, insana haddini, acizliğini ve Allah’ın büyüklüğünü hatırlatır. Bu hatırlama, insanı kibirden, bencillikten ve gafletten korur. Bu nedenle namaz, sadece bir ibadet değil, aynı zamanda manevi bir tedavi ve koruyucudur.

Edebi Bir Düşünce: Namazın Sembolik Dili

Namazın edebi yönü, içindeki hareketlerde ve dualarda saklıdır. Kıyam, insanın yaratıcısı önünde dik duruşunu, rükû, onun karşısındaki tevazusunu, secde ise en yüksek teslimiyeti ve acziyeti ifade eder. Bu hareketler silsilesi, adeta bir şiir gibi, insanın Allah ile olan diyalogunu sembolize eder.
Günde beş vakit kılınan namaz, bir şairin gün içerisinde defalarca ilham aldığı, bir ressamın tablosuna her an yeni fırça darbeleri eklediği gibi, insanın manevi hayatına her vakit yeni bir dokunuş katar.
Ezanın tatlı sesi, insanların dağılmışlığını toparlayan bir davettir. Tıpkı bir çobanın koyunlarını bir araya getirmesi gibi, ezan da insanları dünya meşgalelerinden çekip manevi bir cemaate davet eder. Bu davet, insana hem ruhi bir disiplin hem de toplumsal bir birliktelik hissi verir.

Tarihî ve İbretli Bir Yaklaşım: Medeniyetlerin Mihveri

Tarih, iman ve namazın insanlık ve medeniyetler üzerindeki etkilerini açıkça gösterir. İslam medeniyetinin altın çağında, ilim, sanat ve adalet alanındaki başarılar, iman ve namazın temelinde yükselmiştir. Öncü Müslüman bilim adamları, sanatçılar ve düşünürler, namazla ibadet eder, ilimlerini bu manevi güçle beslerlerdi. Onlar için bilim, namaz gibi Allah’ın sanatını ve kudretini anlamanın bir yoluydu.
Tarihin diğer yüzünde ise, namazdan uzaklaşan, imanın getirdiği disiplini ve ahlakı yitiren toplumların nasıl yozlaştığı ve dağıldığı görülür. Şan, şöhret ve güç peşinde koşan nice devletler, imandan ve namazdan uzaklaştıkça, manevi boşluğa düşmüş ve sonunda yıkılmıştır. Bu durum, insanlığa, namazın sadece bireysel bir ibadet değil, aynı zamanda toplumsal bir nizamın ve huzurun temeli olduğunu gösteren büyük bir ibrettir.

Düşündürücü Bir Sonuç: İnsanın Manen Hastalığına Çare

Metindeki bir diğer söz, namazın manevi yaralara “tiryak” hükmünde olduğunu belirtir. Bu, namazın sadece bir ibadet değil, aynı zamanda ruhsal bir ilaç olduğunu gösterir. Günümüz insanı, modern hayatın getirdiği stres, kaygı ve yalnızlık gibi manevi hastalıklardan muzdariptir. Çoğu zaman bu boşluğu doldurmak için maddi şeylere yönelir, ancak bu durum sadece geçici bir rahatlama sağlar.
Namaz, bu manevi yaralara bir merhem gibidir. Beş vakit namaz, insanın ruhuna düzenli olarak manevi bir vitamin ve enerji verir. O, insanın içinde biriktirdiği negatif enerjiyi boşaltır, kalbi arındırır ve ruha huzur verir. Namazda okunan ayetler ve dualar, insanın içine işler ve onu manevi olarak iyileştirir. Bu nedenle, namazı sadece bir görev olarak görmek yerine, onu manevi bir ihtiyaç olarak görmek gerekir. Tıpkı bedenin yiyeceğe, içeceğe ihtiyacı olduğu gibi, ruhun da namaza ihtiyacı vardır.

Özet
Bu makale, “Kâinatta en yüksek hakikat imandır, imandan sonra namazdır” sözü ve ilgili metinler üzerine odaklanmaktadır. Makale, imanın en yüksek hakikat, namazın ise onun pratik bir tezahürü olduğunu anlatır. Hikmetli bir bakış açısıyla, namazın insanı kibirden ve gafletten koruyan bir fonksiyonu olduğu, edebi bir dille namazın hareketlerinin birer şiir gibi sembolik anlamlar taşıdığı anlatılır.. Tarihi ve ibretli bir yaklaşımla, İslam medeniyetinin iman ve namaz temelinde yükselişi ve namazdan uzaklaşan toplumların çöküşü ele alınır. Sonuç olarak, namazın günümüz insanının manevi yaralarına bir tiryak gibi iyi geldiği, ruhi bir ilaç olduğu ve sadece bir görev değil, bir ihtiyaç olduğu düşüncesi işlenir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com