Zulmün Devam Eden Yüzü: Gazze, İnsanlık ve Geleceğe Dair Tesbitler

Zulmün Devam Eden Yüzü: Gazze, İnsanlık ve Geleceğe Dair Tesbitler

Geçmişte insanlığın en büyük yaralarından biri olan Nazizm, zulüm ve soykırımın sembolü haline gelmişti. Bugün ise aynı zihniyetin farklı bir kılıfla devam ettiğini, Gazze’de yaşananlarla açıkça görmekteyiz.
Javier Bardem’in “İsrail ordusu Naziler gibi davranıyor” benzetmesi, gerçeğin sanatçılar dilinden ifade edilmiş şeklidir. Ancak bu hakikat yalnızca sanatçıların değil, uluslararası kuruluşların ve vicdan sahibi insanların da seslendirdiği bir çığlığa dönüşmüştür.

Mevcut Durum: Zulmün Fotoğrafı

Altyapının hedef alınması: MSF’nin raporlarına göre 60’tan fazla su arıtma tesisinin devre dışı bırakılması, insanların en temel yaşam hakkı olan suyun kasıtlı şekilde engellenmesi, modern çağın en acımasız savaş suçlarındandır.

Kıtlık politikası: BM raporları Gazze’de resmen kıtlık ilan etti. Bu, insan eliyle oluşturulan ve sistematik olarak yürütülen bir aç bırakma stratejisidir.

Dini kılıf: Bazı hahamların “Gazze’de tek bir can bile bırakmayın” çağrısı, bu savaşın sıradan bir güvenlik meselesi değil; ideolojik ve dini bir nefret üzerinden beslendiğini gösteriyor.

Uluslararası sessizlik: ABD’den Avrupa’ya kadar birçok ülkenin çifte standardı, İsrail’e verilen açık çek, zulmün devamını sağlayan en büyük faktörlerden biridir.

Yayılmacı tehdit: İsrail’in Kıbrıs’tan Yemen’e, Gazze’den Lübnan’a kadar saldırgan politikaları, yalnızca Filistin’i değil bütün bölgeyi ateşe atmaktadır.

Problemler ve Geleceğe Dair Tehlikeler

  1. İnsanlığın vicdan kaybı: Sessiz kalan dünya, kendi hukukunu ve değerlerini çiğnemektedir. Bu, gelecekte yeni Nazizm benzeri yapıları doğuracaktır.
  2. İslam dünyasının dağınıklığı: 50 ülkeden 150 âlimin İstanbul’da toplanması önemli olsa da, hâlâ İslam ülkeleri arasında siyasi birliktelik sağlanamamaktadır. Bu da zulmün daha kolay işlenmesine yol açmaktadır.
  3. İsrail’in geleceği: Gazze’de çocukları aç bırakan bir devlet, kendi çocuklarına kin, korku ve nefret dolu bir dünya hazırlamaktadır. Bu, yalnızca Filistin’i değil İsrail’i de yok oluşa sürükleyecek bir intihardır.
  4. Bölgesel savaş tehlikesi: Yemen saldırıları, Lübnan ve Suriye gerilimleri, Kıbrıs üzerindeki işaretler, İsrail’in ateşi büyüttüğünü göstermektedir. Bu ateşin, bütün bölgeyi sarma ihtimali çok yüksektir.

Çözüm Yolları

İttihad-ı İslam: İslam dünyasının siyasi, ekonomik ve askerî bir araya gelmesi artık bir tercih değil, zaruret haline gelmiştir.

Uluslararası baskı: Dünya kamuoyu, “Gazze yalnızca Filistinlilerin meselesi değil, bütün insanlığın meselesidir” bilincine ulaşmalıdır. Bunun için sürekli medya, diplomasi ve halk hareketleriyle baskı artırılmalıdır.

İnsani diplomasi: Pakistan’ın gönderdiği yardımlar, Türkiye’deki âlimlerin konferansı gibi adımlar çoğaltılmalı, insani yardımların önü açılmalıdır.

Vicdanların uyanışı: Avrupa’da, Amerika’da seslerini yükselten aydınlar ve sanatçılar desteklenmeli, bu seslerin daha geniş kitlelere ulaşması sağlanmalıdır.

İsrail halkı için farkındalık: Zulmün devamı, İsrail halkını da felakete sürüklemektedir. Barış isteyen Yahudilerle iletişim güçlendirilmeli, “zulüm, sadece mazlumun değil zalimin de sonunu getirir” hakikati onlara anlatılmalıdır.

Sonuç

Gazze bugün yalnızca bir coğrafya değil, insanlığın vicdan aynasıdır. Bu aynaya bakanlar ya kendi insanlığını görecek ya da zulmün ortağı olacaktır. Zulüm geçici, adalet ise kalıcıdır. Tarih göstermiştir ki, Firavunların, Nemrutların, Hitlerin saltanatı yıkılmıştır. Siyonist zulüm de aynı akıbeti yaşayacaktır. Ancak bu akıbetin hızlanması için Müslümanların birlik olması, insanlığın vicdanını ayağa kaldırması şarttır.

Gazze yalnızca bir şehir değil, imanın ve insanlığın sınav noktasıdır. Bu sınavda kim zalimin yanında, kim mazlumun yanında olduğunu gösterecektir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Tebliğ mi? Temsil mi? Yoksa İkisi de mi?

Tebliğ mi? Temsil mi? Yoksa İkisi de mi?

Biz nerede veya nerelerde hata yaptik; Tebliğ de mi, Temsil de mi?
Yoksa her ikisinde mi?
Evvela itiraf etmeliyim ki; bizler bir asırdır millet olarak maddi ve manevi kıtlıkta yetişmiş, islamin suyuyla sulanmayıp kurumuş, Kur’an’ı Kerim’in ruhunu kaybetmiş bir milletiz.
Bahçeye gelen su arkları kapanmış, susuz kalmışız.
Üzerimize giydirilen deli gömlekleriyle delirmişiz.
Nice zorluklarla merdiven altlarında yetişmişiz.
Islamı ne kadar bilmişiz ki, o kadar tebliğ edelim!
Bildiğimiz kadar.

******

Kur’ân’ı Kerim’de sorumluluk Tebliğle başlar.[1]
Tebliğde esas olan hikmetle davettir.
Hiddetle değil.
Tıpkı Allah’ın Hz. Musa’yı Firavuna gönderirken; Kavli leyyin yani yumuşak bir dille davet etmesini emretmesi gibi.
Yeteri kadar tebliğde başarılı olamadık.
Nefsimiz; ortam müsait değildi, engeller vardı, bir çok maniler engel oldu, dese de…

Ancak bu tebliği hakkiyla yapamasak da, Temsiliyeti hal dili ve halimizle gösterebilirdik.
En büyük kaybımızda; dahilde ve hariçte, Müslümanda gayri müslimde İslami temsiliyet rolümüzü yerine getiremeyişimizdir.
Nitekim Bediüzzaman;” “Eğer biz ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakaik-i imaniyenin kemalâtını ef’âlimizle izhar etsek, sair dinlerin tâbileri elbette cemaatlerle İslâmiyete girecekler. Belki, küre-i arzın bazı kıt’aları ve devletleri de İslâmiyete dehalet edecekler.”
Yani islam’ı hakkıyla temsil etmemiz de gayri Müslim bile İslamiyete girerse, Müslüman zaten islam’ın içinde iken, neden bağlanmasın ve sarılmasın?
Acaba biz tebliğde islam’ı sevdirelim derken nefret mi ettirdik?
Meslekdaşlarıma şunu söylüyordum;
Evvelden öğrencilere en azından İslamı sevdirmeye çalışıyorduk.
Artık bugün nefret ettirmemeye çalışmalıyız.
Hadiste:“Kolaylaştırın, zorlaştırmayın! Müjdeleyin, nefret ettirmeyin ve işlerde uygunluk gösterin!..” buyrulur.

*******

İslam’ın Mesajını Yaşamak ve Yaşatmak Üzerine Bir Muhasebe

Tarih boyunca İslâm’ın dünyaya yayılışında iki büyük yol vardır: tebliğ ve temsil.
Tebliğ, diliyle anlatmak; temsil ise haliyle ve yaşayışıyla göstermektir. Kur’ân-ı Kerim, peygamberlerin en temel görevi olarak tebliği zikreder:

> “Peygambere düşen ancak apaçık bir tebliğdir.” (Nahl, 35)

Ancak sadece sözle değil, yaşayışla da İslâm’ı göstermek zaruridir. Zira temsil, sözü kuvvetlendiren bir şahitliktir. Bediüzzaman’ın ifadesiyle:

> “Eğer biz ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakaik-i imaniyenin kemalâtını ef’âlimizle izhar etsek, sair dinlerin tâbileri elbette cemaatlerle İslâmiyete girecekler.”

Bu durumda sorulması gereken soru şudur: Biz nerede hata yaptık? Tebliğde mi, temsilde mi, yoksa her ikisinde mi?

  1. Tebliğde Eksikliklerimiz

Kur’ân, tebliğ metodunu “hikmet” ve “güzel öğüt” ile sınırlandırır:

> “(Resûlüm!) Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır; onlarla en güzel şekilde mücadele et.” (Nahl, 125)

Ne yazık ki bir asırdır bu hikmetli üslubu kaybettik. Zaman zaman tebliğ yerine hiddeti, hikmet yerine sertliği, kolaylaştırma yerine zorlaştırmayı tercih ettik. Halbuki Resûlullah (sav) buyurur:

> “Kolaylaştırın, zorlaştırmayın! Müjdeleyin, nefret ettirmeyin!” (Buhârî, İlim 11)

Bu düsturun zıddına davranışlarımız, kimi zaman İslam’ı tanımak isteyen gönüllerde korku ve nefret uyandırdı.

  1. Temsilde Zafiyetimiz

Tebliğ kadar, hatta ondan da fazla etkili olan temsil, yani hal diliyle İslam’ı yaşamak ve yaşatmak ise en büyük kaybımızdır.
Tarih şahittir ki; İslam, çoğu kez kılıçla değil, ahlakın ve güzel temsilin gücüyle yayıldı. Endonezya, Malezya ve Afrika’nın birçok bölgesinde İslam, tüccarların güzel ahlakıyla kök saldı.

Kur’ân bu hakikati şöyle teyit eder:

> “Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülükten men eder ve Allah’a iman edersiniz.” (Âl-i İmrân, 110)

Bugün ise Müslümanların ticarette, siyasette, ilimde, ahlakta zaaf göstermeleri; temsil gücünü kırmış, güveni sarsmıştır. Halbuki İslam’ı hakkıyla yaşayan bir toplum, en büyük tebliğcidir.

  1. Tarihî ve Sosyal Boyut

Osmanlı’nın yükseliş döneminde İslam’ın gücü, yalnız kılıçtan değil; adaletten, hoşgörüden, vakıf kültüründen, ahlâktan doğuyordu. Batı’dan gelen seyyahlar bile Müslüman toplumların dürüstlüğünü, misafirperverliğini hayranlıkla kaydetmiştir.

Bugün ise biz, bir asırlık travmaların ardından, “kendi değerlerini unutmuş bir millet” manzarası veriyoruz.
Deli gömlekleri giydirilmiş, su arkları kapatılmış bir millet…
Hem cehaletin, hem taklitçiliğin, hem de gafletin gölgesinde tebliği ihmal ettik; temsilimizi de zayıflattık.

  1. İlmî ve Aklî Açıdan Değerlendirme

Tebliğ, bilgiye; temsil ise ahlaka dayanır. Biz ne ilimde yükseldik, ne ahlakta. Halbuki Kur’ân iki ayağı birlikte yürütür:

İlim: “De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” (Zümer, 9)

Ahlak: “Sen elbette yüce bir ahlak üzeresin.” (Kalem, 4)

İlimsiz tebliğ kuru kalır; ahlaksız temsil ise sahte olur. İslam’ı yeniden ayağa kaldırmak için ilim ve ahlak birlikteliğini yeniden inşa etmek zorundayız.

  1. Siyasi ve Sosyal Yansımalar

İslam’ın temsil edilemeyişi, sadece bireysel bir eksiklik değil, siyasi ve toplumsal bir krizdir. Müslüman toplumların iç çekişmeleri, çıkarcılık ve ikiyüzlülükleri, İslam’ın evrensel adaletini perdelemiştir. Bu yüzden gayrimüslimler değil, Müslüman gençler bile İslam’dan uzaklaşma eğilimi göstermektedir.

  1. Sonuç ve Çıkış Yolu

Biz hem tebliğde, hem temsilde eksik kaldık. Sözümüz güzel olmadı, halimiz örnek olmadı. Oysa İslam’ın mesajı, ancak bu ikisinin birleşmesiyle gönüllere yerleşir. Çözüm:

  1. Tebliğde hikmet: Öfkeyi değil, hikmeti öne çıkarmak.
  2. Temsilde ahlak: İslam’ın adaletini, merhametini, dürüstlüğünü yaşayarak göstermek.
  3. İlim ve ahlak birlikteliği: Bilgiyle yoğrulmuş, ahlakla süslenmiş bir İslamî şahsiyet inşa etmek.
  4. Kendi nefsimizden başlamak: Tebliğ ve temsil, önce bireyin kendisinde tecelli etmelidir.

Özet

Kur’ân’a göre tebliğ, hikmet ve güzel öğütle yapılmalıdır (Nahl, 125).

Hadisler kolaylaştırmayı, müjdelemeyi ve nefret ettirmemeyi emreder.

Tarihte İslam en çok temsil gücüyle yayılmıştır.

Biz hem tebliğde (sertlik, bilgisizlik) hem temsilde (ahlak zafiyeti) hata ettik.

Çıkış yolu, hikmetli tebliğ ve ahlaklı temsil ile yeniden İslam’ın güzelliğini yaşamak ve yaşatmaktır.

“Doğrudan doğruya Kur’ân’dan alıp ilhamı,
Asrın idrakine söyletmeliyiz İslâmı”
M. Akif Ersoy.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

[1] https://tesbitler.com/index.php?s=Tebli%C4%9F+




İ’lâ-yı Kelimetullah ve Asrımızın Yolu

İ’lâ-yı Kelimetullah ve Asrımızın Yolu

1000 yıllık tarihimize ve geçmişimize baktığımız zaman ilayı kelimetullah yani islam’ın dünyaya yayılması önce tüccarlar yoluyla ve ticaret kanalıyla gerçekleşmiş, arkasından dervişler, din adamları oraya giderek islam’ın tohumunu ekmişlerdir.
Dün böyle olduğu gibi bugün de aynı şekilde öyledir ve ancak öyle mümkün olacaktır.
Bediüzzaman’ın ifadesiyle:”Bu zamanda islam’ın terakkisi maddeden terakkiye mütevakkıftır.” Yani İslam’ın yükselişi maddi yükselişle orantılıdır.
Birincisi bu iken,
ikincisi ise ;
“Vicdanın ziyası, ulûm-u diniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecellî eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit, birincisinde taassup, ikincisinde hile, şüphe tevellüd eder.”
Yani aklı fen ilimleriyle, kalbi din ilimleriyle tatmin etmek.
Bu iki cihaz ile teçhiz olan bir gençlik ile islam’ın tealisi,yükseliş ve tebliği, ilayı kelimetullah gerçekleşebilir.
İşte o zamandayız.

******

Tarihimize baktığımızda, İslâm’ın geniş coğrafyalara yayılışında kılıçtan önce kalemin, savaş arabasından önce ticaret kervanlarının, ordulardan önce dervişlerin ve ilim adamlarının öncü olduğunu görürüz.
Müslüman tüccarlar mallarını götürdükleri diyarlara aynı zamanda ahlâklarını, adaletlerini, dürüstlüklerini ve Kur’ân’ın nurunu da taşımışlardır. Ardından gelen dervişler ve âlimler, o topraklara İslâm’ın tohumlarını ekmiş, böylece gönüller fethedilmiştir.

Bugün de aynı hakikat geçerlidir. Çünkü insanlık kalem ile, fikir ile, ilim ve medeniyet ile yoğrulmaktadır. Bediüzzaman Said Nursî’nin ifadesiyle:

“Bu zamanda İslâm’ın terakkisi maddeden terakkiye mütevakkıftır.”

Yani İslâm’ın yükselişi, mü’minlerin maddî sahalarda da geri kalmamasına bağlıdır. Zira bugünün insanı; gözüyle gördüğü, aklıyla tarttığı, deney ve teknoloji ile doğruladığı şeylere kıymet vermektedir. Gözleri kamaştıran teknolojilere sahip olan, söz sahibi olmaktadır. Bu nedenle maddî terakkiden uzak kalan bir ümmet, sözünü güçlü bir şekilde haykıramaz.

Aklın Nuru, Kalbin Ziyası

Bediüzzaman, İslâm’ın geleceği için esaslı bir ölçü koyar:

“Vicdanın ziyası, ulûm-u diniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecellî eder.”

Din ilimleri kalbe ışık verir, fen ve medeniyet ilimleri aklı aydınlatır. Bir gençlik, bu iki kanat ile donandığında hakikatin göğünde kanat açabilir. Eğer din ilimleri fenlerden koparılırsa taassup doğar; fen ilimleri dinden koparılırsa şüphe ve hile doğar.

İşte bugünkü ihtiyacımız tam da budur: Kalbi imanla, aklı ilimle tatmin olmuş bir gençlik. O gençlik ki, hem bilim laboratuvarında çalışır hem secdede gözyaşı döker; hem bilgisayar yazılımında mahir olur hem Kur’ân’ın ayetlerini hayata tatbik eder. Böyle bir nesil, İ’lâ-yı Kelimetullah’ın gerçek mümessili olacaktır.

Tarihten İbret, Gelecekten Mesaj

Osmanlı’nın üç kıtaya hükmetmesinin arkasında yalnızca askeri kudret yoktu; ilim, adalet, ahlâk ve irfan vardı. Endülüs’ün asırlık yükselişinde yalnız kılıç değil, ilim, hikmet, astronomi, tıp ve edebiyat vardı.

Bugün Müslümanların geri kalmışlığı, çoğu zaman bu iki kanadı ihmal etmelerinden kaynaklanmaktadır. Kalbi ilimden, aklı dinden kopardık; neticede ya taassubun dar çerçevesinde boğulduk ya da kör taklit ve şüphelerin girdabında sürüklendik.

Sosyal ve Ahlâkî Boyut

İ’lâ-yı Kelimetullah yalnız bir şiar veya slogan değildir. O, adaletle hükmetmek, insan haklarına riayet etmek, muhtaçların derdiyle dertlenmek, ahlâkta, dürüstlükte, merhamette zirveye çıkmaktır. Çünkü İslâm’ın hakikati ancak güzel ahlâkla temsil edildiğinde karşılık bulur.

Tarih şahitlik eder ki, en güçlü tebliğ metodu bizzat yaşanan İslâm’dır. Sözden ziyade hal ile, davetten ziyade ahlâkla yayılan bir dindir İslâm.

İlmi ve Mantıkî Yön

Bugün dünya insanı, hakikati ilimle, mantıkla, akıl ve deneyle anlamak istiyor. O halde tebliğ ve temsil, çağın diliyle yapılmalıdır. Kur’ân’ın hakikatleri fen ilimleriyle teyit edilmeli; iman, akla hitap edecek delillerle tahkim edilmelidir. İşte Risale-i Nur’un yaptığı tam da budur: İmanı, aklın terazisinde, ilmin mikyasında isbat etmek.

Sonuç

İ’lâ-yı Kelimetullah; kılıçla değil, ilimle, güzel ahlâkla, teknolojiyle, adaletle ve merhametle mümkündür. Tarih bunu göstermiştir, bugün de ancak bu yolla mümkündür. Müslümanların yükselişi, fen ve din ilimlerinin birleşmesiyle, aklın ve kalbin beraber tatmin edilmesiyle olacaktır.

Eğer böyle bir nesil yetişirse; dünyaya adalet, insanlığa huzur, kalplere iman nuru yeniden hâkim olacaktır. Çünkü hakikati taşıyan iki kanat budur: İlim ve iman.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Hayatın Tarlası ve Sonsuzluğun Hasadı

Hayatın Tarlası ve Sonsuzluğun Hasadı

Hayat, tıpkı geniş bir tarla gibidir. Bizler de bu tarlaya tohumlar eken çiftçileriz. Bu tarladaki her bir eylemimiz, her bir düşüncemiz, her bir sözümüz geleceğin hasadını belirleyen bir tohumdur. Asırlar öncesinden, çağlar ötesine ışık tutan büyük düşünür Bediüzzaman Said Nursi, bu gerçeği ne kadar da veciz bir şekilde dile getirmiştir: “Ebedi ömrün önündedir. O ömr-ü bakide göreceğin rahat ve lezzet, ancak bu fani ömründe sa’y ve çalışmalarına bağlıdır.”
Bu fani dünya hayatı, sonsuz bir yolculuğun sadece ilk adımıdır. Bu adımı nasıl attığımız, nasıl yaşadığımız, son durağımızı belirler.

İnsan, kendi yetenekleri ve potansiyeli nispetinde, yani “istidadı nisbetinde burada ekiyor ve ekiliyor, âhirette mahsul alıyor.” Bu dünyada yaptığımız her şey, ahiret yurdunun bir yansımasıdır. Çalıştığımız, çabaladığımız, iyilik yaptığımız her an, sonsuzluk bahçemize bir fidan dikmektir. Tıpkı bir çiftçinin yazın ekin biçmek için ilkbaharda toprağı işlemesi gibi, biz de ebedi hayatın rahatını ve lezzetini kazanmak için bu geçici dünyada gayret göstermeliyiz.
Peki, bu gayreti nasıl göstereceğiz? Sadece ekin biçmekle mi kalacağız? Hayır.

İnsan, sadece fizyolojik ihtiyaçlarını gidermek, zevk ve sefa içinde yaşamak için yaratılmış başıboş bir varlık değildir. Hayat, sadece otlakta otlamak değildir.

İşte bu yüzden,
“İNSAN ipi boğazına SARILIP, İSTEDİĞİ YERDE OTLAMAK İÇİN BAŞIBOŞ BIRAKILMAMIŞTIR.”
Bu söz, insana verilen aklın, iradenin ve yeteneklerin ne kadar önemli bir amaca hizmet ettiğini anlatır. İnsan, yaratılışındaki bu önemli görevle, alemlerin Rabbi’ni tanımalı, O’na ibadet etmeli ve şükretmelidir.

Unutulmamalı ki, insan, “umum mevcudat içinde ehemmiyetli bir vazifesi, ehemmiyetli bir istidadı olsun da, insanın Rabbi de insana bu kadar muntazam masnuatıyla kendini tanıttırsa, mukabilinde insan imân ile O’nu tanımazsa; hem, bu kadar rahmetin süslü meyveleriyle kendini sevdirse, mukabilinde insan ibâdetle kendini O’na sevdirmese; hem, bu kadar bu türlü nimetleriyle muhabbet ve rahmetini ona gösterse, mukabilinde insan şükür ve hamd ile O’na hürmet etmese; cezasız kalsın, başıboş bırakılsın, o izzet, gayret sahibi Zât-ı Zülcelâl, bir dâr-ı mücâzât hazırlamasın?”
Elbette ki bu, ilahi adalete aykırı olurdu.
Bu manzum tablo, bize insanoğlunun kâinattaki yerini ve sorumluluğunu gösterir. Sadece dünyalık işlere odaklanmak, nefsin arzularına göre yaşamak ve Allah’a karşı nankörlük etmek, sonuçsuz kalmayacaktır. Her eylemin bir karşılığı, her amelin bir hesabı vardır. Dünyadaki geçici zevkler ve rahatlıklar, sonsuzluğun yanında bir hiçtir. Gerçek lezzet ve mutluluk, ancak bu dünyada gösterilen samimi gayret ve çabanın bir meyvesi olarak ahirette tadılacaktır. Bu dünyada ektiğimiz iyilik tohumları, ahirette sonsuz meyveler veren bir cennet ağacına dönüşürken, kötülükler de acı ve ızdırap dolu bir hasatla sonuçlanacaktır.

Özet
Bu makale, hayatı bir tarla metaforu üzerinden ele alarak, insanın bu dünyadaki eylemlerinin ahiretteki sonsuz yaşamı üzerindeki etkisini anlatmaktadır. Bediüzzaman Said Nursi’nin sözlerinden hareketle, bu fani ömrün, ebedi hayat için bir hazırlık süreci olduğu anlatılır. İnsanın sadece yeme, içme gibi basit zevkler için yaratılmadığı, önemli bir vazifesi olduğu belirtilir. Allah’ın insana sunduğu nimetlere karşılık iman, ibadet ve şükürle O’na yönelmenin gerekliliği açıklanır. Makale, bu dünyada ekilen her şeyin ahirette karşılık bulacağını, dolayısıyla bu hayatta gösterilen çabaların boşa gitmeyeceğini ve her amelin bir hesabının olacağına işaret ederek son bulur.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Kısır Döngülerin Bedeli: Ceviz Kabuğunda Kaybolan Bir Millet

Kısır Döngülerin Bedeli: Ceviz Kabuğunda Kaybolan Bir Millet

Türkiyenin millet olarak devlet olarak günlük,gündelik gündemlerle uğraşmayı bıraıp,daha ciddi,önemli, geleceğe yönelik, bilimsel,hikmetli,
ahlaki,insani, teknolojik meselelerle ilgilenmesi gerek.
Çok basit meselelerle uğraşıyor, birbirimizi uğraştırıp meşgul ediyoruz.
Günün sonunda ceviz kabuğunu doldurmayacak şeyler ortaya çıkıyor.
Ve heba olan zamanlar.
Kısır zihniyetli insanlar, toplumu da bunlarla meşgul edip hem kısırlaştırıyor ve hemde enerjisini, gücünü tüketiyor.
Koca yıllar üç beş meseleye hatta kişilere feda ediliyor.
Atı alan ise çoktan Üsküdarı geçiyor.
Veya cambaza bak misali devletin kasalarını boşaltıyor.

******

Milletler tarih sahnesinde kalıcı izler bırakmak istediklerinde, bakışlarını günlük çekişmelerden ve dar ufuklu tartışmalardan kaldırıp ufuklara yöneltmişlerdir. Çünkü bir milletin büyüklüğü, kısır gündemlere ne kadar kapıldığıyla değil; hakiki meselelerle ne kadar hemhâl olduğu ile ölçülür.

Bugün Türkiye, potansiyeliyle çağının çok ilerisinde bir rol oynayabilecek iken, çoğu zaman ceviz kabuğunu doldurmayan gündemlerin içinde debelenmektedir. Medyada, mecliste, kahvehanelerde ve sosyal platformlarda konuşulan başlıkların çoğu; dünün davası, bugünün dedikodusu, yarının pişmanlığı olmaktan öteye gitmez. Halbuki milletin zaman sermayesi, bir altın hazinesi kadar kıymetlidir. Ve altın boşa harcandığında geri dönmez.

Tarihî İbretler

Osmanlı’nın yükseliş devrinde, Fatih’in çağını aşan vizyonuyla İstanbul’u fethinden Kanuni’nin kıtaları sarsan adaletine kadar, gündem kısır değildi. Bilakis; devlet adamları ve âlimler, bilimden sanata, hukuktan teknolojiye kadar daima ufka bakıyordu. Lakin çöküş dönemlerinde, saray entrikaları, mezhep çekişmeleri, basit ikbal kavgaları ön plana çıkınca devasa imparatorluk, kısır gündemlerin ağırlığında eriyip gitti.

Bugün de aynı tehlike kapımızdadır. Eğer dikkat edilmezse, tarih sadece bir ibret levhası olmaktan öteye geçemez.

Cambaza Bak Oyunu

Milleti küçük tartışmalara boğanların maksadı çoğu zaman büyüktür. Tarih boyunca nice hükümdar, kitleleri “cambaza bak” misali küçük meselelerle oyalarken, arka planda hazineleri boşaltmış, devleti parçalamış, ülkeyi sömürgeye açık hale getirmiştir. Günümüzde de farklı değildir; bir kısım menfaat sahipleri, milletin aklını kısır tartışmalara mahkûm ederek kendi saltanatlarını sürdürmektedir.

Asıl Gündem: İnsani, Ahlaki ve Bilimsel Meseleler

Halbuki bugün milletimizin asıl gündemi şunlar olmalıdır:

Bilim ve teknoloji: Gençlerin zekâsını tüketen değil, aklını Fen ilimleriyle ve kalbini de Din ilimleriyle doldurup geliştiren bir eğitim düzeni.

Ahlak ve insanlık: Toplumu yozlaştıran, aileyi çökerten kültürel yozlaşmaya karşı duruş.

Sosyal adalet: Zenginle fakir arasındaki uçurumu kapatan adil bir yönetim.

Milli birlik: Etnik, mezhebi veya siyasi ayrılıkların üstüne çıkan, ortak geleceği inşa eden bir şuur.

Küresel vizyon: Türkiye’nin sadece bölgesinde değil, insanlık ailesinde söz sahibi olmasını sağlayacak hedefler.

Kısır Zihniyetin Toplumsal Bedeli

Kısır gündemler, sadece bugünü değil, yarını da tüketir. Çünkü bir milletin en büyük serveti zaman ve enerjidir. Bugün yıllarımızı üç-beş şahsiyetin kavgasına, magazinleşmiş siyasi atışmalara feda edersek, yarın elimizde ne vizyon kalır, ne güç, ne de umut. Ve biz böyle oyalanırken, “atı alan Üsküdar’ı çoktan geçer.”

Sonuç: Ufka Yönelmek

Artık vakit; kısır tartışmaları terk etme, ceviz kabuklarını bırakma ve ufka yönelme vaktidir. Milletin evlâtlarını kendi küçük davasına alet edenlerin tuzağına düşmemek, hepimizin tarih karşısında en büyük mesuliyetidir.

Çünkü asıl mesele; bugün değil, yarın ne bırakacağımızdır.
Bugünün kısır gündemleri, yarının büyük pişmanlıkları olabilir. Ama bugünün hakiki meseleleriyle uğraşanlar, yarına ışık bırakacaklardır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




İnsan ve Varlık: Sınavın ve Anlamın Peşinde

İnsan ve Varlık: Sınavın ve Anlamın Peşinde

İnsanlık, varoluşundan bu yana pek çok soruyla yüzleşmiştir. Nereden geliyoruz? Nereye gidiyoruz? Bu dünyadaki amacımız ne?
Bu soruların cevapları, din, hikmet ve sanat gibi çeşitli alanlarda aranmıştır. Ancak bu arayışın merkezinde, insanın kendi varlığını ve bu dünyadaki sorumluluklarını anlama çabası yatar.
Dört farklı metnin sunduğu dört farklı hikmetli söz, insan olmanın karmaşık ve çok yönlü yapısına ışık tutmaktadır. Her biri kendi içinde bir bütünlük arz ederken, aynı zamanda birbirini tamamlayarak büyük bir resmi ortaya koyar:

İnsanın yeryüzündeki misyonu, ahlaki duruşu ve eylemlerinin sonuçları.

  1. Kanaatsizlik ve Çalışma Şevki

Kanaat, elindekine razı olmak, şükretmek ve daha fazlasını helal yoldan kazanmaya çalışmaktır. Ancak kanaatsizlik, bu olumlu duyguların yerini şikayet ve açgözlülükle doldurur.
Bu durum, insanı meşru ve helal yollardan uzaklaştırarak, zahmetsiz ve kolay yoldan mal kazanma arayışına iter. Bu arayış, çoğu zaman haysiyetin ve şerefin feda edilmesine kadar varabilir. Tarihte pek çok medeniyetin çöküşü, bireylerin ve toplumların bu tür bir ahlaki yozlaşmaya kapılmasıyla ilişkilidir.
Roma İmparatorluğu’nun son dönemlerindeki lüks ve ahlaki çöküş, bu durumun en bilinen örneklerindendir.
Kanaatsizlik, sadece bireysel bir problem değil, aynı zamanda toplumları içten içe kemiren bir hastalıktır.

  1. Günahlar, Zulümler ve Pişmanlık

Emirdağ Lahikası’ndan alıntılanan sözde, insanın günahlarının ve zulümlerinin vicdanında bıraktığı derin izi anlatır. “Öyle günahlar, zulümler oluyor ki rahmet istemeye yüzümüz kalmıyor” ifadesi, işlenen hataların büyüklüğü karşısında duyulan utancı ve acizliği çok güçlü bir şekilde dile getirir.
Bu söz, sadece bireysel bir hissiyatı değil, aynı zamanda bir toplumun ortak vicdanını da yansıtır.
Tarihte, büyük savaşlar, katliamlar ve toplumsal felaketler sonrasında, insanlar derin bir vicdani sorgulamaya girmişlerdir. Bu sorgulama, Yaratıcıdan af dilemenin bile zorlaştığı, adeta bir manevi kuraklık dönemine işaret eder. Bu durum, insanı hem kendi benliğiyle hem de Yaratıcısıyla yüzleşmeye mecbur bırakır. Savaşların ve zulümlerin ardından gelen pişmanlık ve manevi arayış dönemleri, tarihin akışını değiştirmiştir.
İkinci Dünya Savaşı sonrası yaşanan ahlaki sorgulamalar ve insan hakları hareketlerinin yükselişi, bu duruma bir örnektir.

  1. İnsan ve Hayvan: Sorumluluk ve Hesap Günü

Bediüzzaman Said Nursi’nin Mesnevi-i Nuriye’sinden alıntılanan sözde, insanın hayvanlardan farkını, yani sorumluluk bilincini anlatır.
“İnsan da başıboş, serseri, sahipsiz bir hayvan değildir” ifadesi, insanın eylemlerinin ve davranışlarının bir kayıt altında tutulduğunu ve bunların bir karşılığının olacağını hatırlatır.
Bu fikir, birçok dinde ve hikmette ve de sistemde yer alan hesap günü veya karma inancıyla benzerlik gösterir. Tarih boyunca, bu inanç, insanları ahlaklı ve sorumlu davranmaya teşvik etmiştir. Örneğin, Osmanlı’daki Ahilik Teşkilatı, esnafların ahlaklı olmalarını, dürüst ticaret yapmalarını ve birbirlerine yardım etmelerini teşvik ederdi. Bu sistemde, herkesin eylemleri, sadece kendi vicdanında değil, aynı zamanda toplumun gözünde de değerlendirilirdi. İnsanın her hareketinin ve niyetinin kaydedilmesi, ona bir amaç ve anlam yükler. Bu durum, anlık zevklerin peşinden koşan ve sonuçlarını düşünmeyen bir varlık olmaktan, geleceğini inşa eden ve yaptıklarının hesabını verecek bir bilinçli varlık olmaya dönüşmesini sağlar.

  1. Faaliyet ve Lezzet: Varoluşun Dinamizmi

Mektubat’tan alıntılanan sözde, varoluşun temelinde yatan dinamizmi ve lezzeti dile getirir. “Her bir faaliyette kat’iyen lezzet vardır. Belki her bir faaliyet bir nevi lezzettir” ifadesi, canlıların sadece hayatta kalmak için değil, aynı zamanda yaptıkları her eylemden bir keyif almak için var olduklarını öne sürer.
Bu söz, çalışma, öğrenme, keşfetme gibi her türlü eylemin kendi içinde bir ödül taşıdığını belirtir. Örneğin, bir sanatçının bir hat ve ebru çizerken hissettiği tatmin, bir bilim insanının yeni bir keşif yaparken duyduğu heyecan, bir annenin çocuğuna bakarken duyduğu huzur… Bunların hepsi, lezzetin farklı tezahürleridir. Bu düşünce, tarihte büyük icatların, sanat eserlerinin ve hikmetli akımların ortaya çıkışını da açıklar. İnsanlık, sadece zorunluluktan değil, aynı zamanda eylemin kendisinden aldığı lezzet sayesinde ilerlemiştir.
Bu, insanın deruni motivasyonunun, zahiri ödüllerden çok daha güçlü bir itici güç olduğunu gösterir.

Makalenin Özeti
Bu dört metin, insan olmanın dört temel boyutunu ele alır. Kanaatsizlik, bireyi ve toplumu yıkıma götüren bir ahlaki zafiyet olarak gösterilirken, günahlar ve zulümler, insanın vicdanında bıraktığı derin izlerle manevi bir çöküşe işaret eder. Hesap günü inancı, insanın başıboş bir hayvan değil, sorumlu bir varlık olduğunu hatırlatarak eylemlerine bir anlam ve amaç katar.
Son olarak, faaliyetten alınan lezzet, varoluşun temelinde yatan pozitif bir dinamizmi ortaya koyar ve insanı sürekli bir gelişim ve keşif yolculuğuna teşvik eder. Bu dört unsur bir araya geldiğinde, insanın bu dünyadaki sınavının, sadece hayatta kalmak değil, aynı zamanda ahlaklı, sorumlu ve anlamlı bir hayat inşa etmek olduğu görülür.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




GAZZE: 21. YÜZYILIN EN BÜYÜK AHLÂKİ İMTİHANI

GAZZE: 21. YÜZYILIN EN BÜYÜK AHLÂKİ İMTİHANI

Gazze…
Adı anıldığında artık sadece bir coğrafya değil; insanlığın vicdan terazisi, çağımızın en büyük imtihanı. Yeryüzünün gözü önünde, kameraların kayıtta olduğu bir soykırımın bütün çıplaklığıyla sürmesine şahit oluyoruz. Tarih, bu suskunluğu, bu kayıtsızlığı, bu menfaatperestliği kara bir utançla yazacak.

Çocukların Açlığa ve Ölüm Ateşine Teslimi

Han Yunus’ta Bera isimli genç bir anne… İsrail bombardımanında dört evladını kaybetti. Kendisiyse felçli, bedeninde ağır yaralarla hayata tutunmaya çalışıyor. Fakat asıl acısı, evlatlarının açlıktan ölmeye mahkûm edilmesiydi. Bir çocuğun sabaha çıkmak için yastığının altına sakladığı kuru ekmeğin hayali, insanlığın yüzüne çarpılmış en büyük tokattır.

Gazze’de şu ana kadar 62 binden fazla insan öldü, 156 bini yaralandı. Bu rakamların ardında yıkılan hayatlar, silinen soy kütükleri, toprağa gömülen masumiyetler var. Açlıktan ölenlerin sayısı 281’e ulaştı. BM’nin de ilan ettiği gibi artık Gazze’de resmen kıtlık var.

Sessizliğin Çığlığı

Prof. Richard Falk’ın ifadesiyle, Gazze karşısında dünyanın sessizliği 21. yüzyılın en büyük ahlâkî krizidir. Dünya liderleri, mazlumun çığlığını duymuyor; çünkü menfaatlerinin gürültüsü kulaklarını sağır etmiş durumda. Bugün susan devletler, yarın kendi tarih kitaplarında “soykırım karşısında dilsiz şeytan oldular” diye anılacak.

Vicdanların Uyanışı

Her ne kadar siyasî körlük sürse de, dünyanın farklı köşelerinden vicdan sesleri yükseliyor. İtalya’da Kardinal Zuppi, İsrail’in öldürdüğü çocukların isimlerini bir bir okuyarak dua etti. Türkiye’de camilerde yüzbinlerce el semaya kalktı. İstanbul Boğazı’nda teknelerle açılan Filistin bayrakları, denizlere bile şahitlik ettirildi. İslam âlimleri, “Gazze’de insanlık yanıyor” diyerek 50’den fazla ülkeden bir araya geldi.

Sami Yusuf konserinde Gazze’ye dualarını ithaf etti. Sanatçılar, din adamları, siviller… Hepsi bir yerden insanlık adına ses vermeye çalışıyor. Ancak bu sesler, siyasî mekanizmanın çıkar duvarlarını henüz aşabilmiş değil.

“Dünya Beşten Büyüktür”

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın dile getirdiği “Dünya beşten büyüktür” sözü, bugün her zamankinden daha anlamlıdır. Çünkü birkaç ülkenin veto hakkına mahkûm edilen dünya düzeni, Filistinli çocukların kanı üzerinde yükseliyor. Eğer insanlık gerçekten eşitlik ve adalet istiyorsa, önce bu çarpık düzenin değişmesi gerekiyor.

Zulmün Sonu ve İmtihanımız

Bugün Gazze’de açlıktan ölen çocuklar, yıkılmış evlerin enkazında ağlayan anneler, vicdan sahibi herkesin kalbinde bir yara açıyor. Ama unutulmamalı: Zulüm devam etmez, zalim baki kalmaz. Zulüm karşısında susanlar da tarihin çöplüğünde yerini alır.

Gazze sadece Filistin’in değil, tüm ümmetin, hatta insanlığın meselesidir. Bir annenin gözyaşları, bir çocuğun açlıktan titreyen bedeni, Allah katında bizden sorulacaktır.

Sonuç: Vicdan Çağrısı

Bugün Gazze, insanlığın en büyük vicdan sınavıdır. Ya bu sınavda onurlu bir şekilde safımızı mazlumdan yana alacağız ya da menfaat uğruna zalimlerin sofrasına oturacağız. Ama şunu bilelim: Gazze yanarken susanların tarih önünde, hatta ilahî mahkemede mazereti olmayacak.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Kadim Bir Çığlık: “Kim Bir Can Kurtarırsa…” ve Tarihin Tekerrürü

Kadim Bir Çığlık: “Kim Bir Can Kurtarırsa…” ve Tarihin Tekerrürü

Tarih, kumların üzerine yazılmış bir metin gibidir. Rüzgarlar eser, fırtınalar kopar, ancak bazı yazıtlar o kadar derine kazınmıştır ki silinmez. İnsanlığın ortak vicdanına, semavi mesajların ortak diline kazınan o yazıtlardan biri, bugün bize sesleniyor:
“Kim bir cana kıymaya veya yeryüzünde fesat çıkarmaya karşılık olması dışında, kim bir kimseyi öldürürse bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de bir can kurtarırsa bütün insanların hayatını kurtarmış gibi olur.” (Mâide Suresi, 32. Ayet)

Bu ayet, sadece bir yasak değil; evrensel bir ahlak düşüncesidir. Her bir insan hayatının, bütün insanlığın şahsında temsil edildiği ontolojik bir gerçekliğin ifadesidir. Birini öldürmek, insanlık statüsüne, onun kutsallığına yönelik bir saldırıdır. Bir canı kurtarmak ise, bu kutsallığı tüm dünyada yeniden inşa etme çabasıdır.

Ayetin devamı ise trajik bir ironiye işaret eder: “Şüphesiz peygamberlerimiz onlara apaçık deliller getirdiler. Ama bundan sonra da onların çoğu yeryüzünde taşkınlık göstermektedirler.” (Mâide Suresi, 32. Ayet)
İlahi mesajın muhatabı olmak, onu yaşama sorumluluğunu da beraberinde getirir. Bu sorumluluktan kaçış, mesajın ruhunu tersyüz edişe ve nihayetinde “taşkınlığa” dönüşebilir.
Bugün Gazze’de yaşananlar, bu kadim uyarının ve trajedinin modern bir tezahürü değil midir? Peki, bu durumda diğer semavi kitaplar ve onların takipçileri nerede duruyor?

Tevrat’ın Hükümleri: “Öldürmeyeceksin” Emri ve Yorumları

Tevrat, insan hayatının kutsallığı konusunda son derece nettir. On Emir’in merkezinde şu çarpıcı ifade yer alır: “Öldürmeyeceksin.” (Çıkış, 20:13 ve Tesniye, 5:17). İbranice aslında kullanılan kelime (“lo tirtzach”), genellikle haksız yere, yasa dışı cinayeti ifade eder.

Ancak Tevrat hukuku, bu mutlak emri, toplumsal bir düzen içinde yorumlamış ve bazı istisnalar getirmiştir:

  • Kısas Hukuku: “Cana can, göze göz, dişe diş, ele el, ayağa ayak, yanığa yanık, yarığa yara, bereye bere.” (Çıkış, 21:23-25).
    Bu, adaletin caydırıcılığını sağlamaya yönelik, cezayı suçla orantılı kılmaya çalışan bir ilkedir. Mâide Suresi’ndeki “…cana kıymaya karşılık olması dışında” ifadesiyle örtüşen bir hükümdür.
  • Savaş Hukuku: Tevrat, İsrailoğulları’nın Kenan topraklarını fethini anlatırken, putperest kabilelere karşı –onların ahlaki yozlaşması gerekçe gösterilerek– sert cezalar ve savaşlar ihtiva  eden pasajlar barındırır. (Tesniye, 20:16-18 gibi). İşte modern Siyonist ideolojinin dayanak noktalarından bazıları, daha çok bu savaş hukukunun tarihsel bağlamından koparılarak, siyasi bir okumasına dayanır.

Peki, Hahamlar Neden Sessiz? Bu sorunun cevabı homojen değildir.Yahudi dini otoriteleri tek bir blok halinde hareket etmez.

  1. Siyonist-Dini Yaklaşım: İsrail’in kuruluşunu Mesih öncesi bir kurtuluş (“atelita di’geula”) olarak gören dini Siyonist hahamlar, devletin güvenliğini ve toprak bütünlüğünü dini bir emir olarak yorumlayabilirler. Onlar için askeri operasyonlar “kendini savunma” (pikuach nefesh) kapsamında, meşru görülebilir.
  2. Geleneksel-Muhafazakar Yaklaşım: Tarih boyunca diasporada yaşamanın getirdiği bir temkinliliği savunan bazı gruplar (Neturei Karta gibi), İsrail devletinin Mesih gelmeden kurulmasının dinen yanlış olduğunu, bu yüzden yaşanan şiddetin bir parçası olmayı reddettiklerini savunurlar. Ancak onların da sesi ana akım içinde marjinal kalır.
  3. Sessizliğin Diğer Sebepleri: Milliyetçilik, güvenlik endişeleri, toplumsal baskı, eleştirinin “vatan hainliği” olarak yaftalanması ve antisemitizm korkusu, birçok entelektüel ve dini figürün açıkça eleştiri yapmasını engelleyen faktörlerdir. Sessizlik, bazen aktif bir onaydan ziyade, bu kompleks korkuların sonucudur.

Hristiyanlık ve Evanjelizm: Mesih’in Barışı ile Siyasetin Kılıcı Arasında

İncil, özellikle Yeni Ahit, şiddet karşıtı öğretilerle doludur. İsa Mesih’in en radikal emirlerinden bazıları şunlardır:

  • “Kılıcını yerine koy! Çünkü kılıç çekenlerin hepsi kılıçla ölecek.” (Matta, 26:52)
    · “Size söylüyorum, düşmanlarınızı sevin ve size zulmedenler için dua edin.” (Matta, 5:44)
    · “Sana tokat atana öbür yanağını da çevir.” (Luka, 6:29)

Hristiyanlığın kurucu metinlerindeki bu mutlak pasifizme rağmen, kilise tarihi siyasi iktidarla uzlaşma, “haklı savaş” doktrinini geliştirme ve maalesef Haçlı Seferleri gibi korkunç şiddet eylemlerine imza atma ile lekelenmiştir.

Evanjelistler Neden Destekliyor? Modern Evanjelik Hristiyan Siyonizmi,teolojik bir inançtan beslenir:

  • Kehanetlerin Gerçekleşmesi: İncil’deki (özellikle Vahiy kitabı) bazı kehanetlerin gerçekleşmesi için Yahudilerin İsrail topraklarına dönmüş olması ve Tapınağın yeniden inşa edilmesi gerektiğine inanırlar.
  • Armageddon ve Mesih’in Dönüşü: Bu sürecin, dünyanın sonunda Armageddon Savaşı’na ve nihayetinde İsa Mesih’in ikinci gelişine yol açacağına inanırlar. Bu nedenle, İsrail’in siyasi ve askeri eylemlerini, ilahi planın bir parçası olarak görür ve koşulsuz desteklerler. Onlar için destek, sevgiden veya adalet arayışından ziyade, kıyamet senaryosunun bir “program” gereğidir. Burada mazlumun değil, kehanetin merkeze alındığı trajik bir duruş söz konusudur.

Sonuç ve Özet: İlahi Mesajın Ruhu ile Beşeri Yorumun Çarpışması

Tarih, bize şunu öğretir: Hiçbir ilahi mesaj, onu yorumlayan insanların siyasi, tarihsel ve psikolojik bağlamlarından azade değildir. Tevrat’taki “Öldürmeyeceksin” emri de, İncil’deki “Öbür yanağını çevir” tavsiyesi de, Kur’an’daki “Bir canı kurtarmak bütün insanlığı kurtarmaktır” hükmü de, eğer beşeri hırs, korku, milliyetçilik ve iktidar arzusu tarafından ele geçirilirse, araçsallaştırılır ve amacından saptırılır.

  • Tevrat, insan hayatının kutsallığını vurgular ancak tarihsel hukuk metinleri, siyasi Siyonizm tarafından, ilahi bir vaadin koşulsuz bir siyasi proje olarak meşrulaştırılması için kullanılmıştır.
    · İncil, barış ve merhameti emreder ancak Evanjelist teoloji, kıyametçi bir vizyon uğruna bir halkın çektiği acıları görmezden gelmeyi meşrulaştırabilmektedir.
    · Hahamlar ve Hristiyan liderler, bazen dini otoritelerini, iktidarla olan ilişkileri veya eskatolojik inançları uğruna, en temel ahlaki ilkeleri savunmak için kullanmamaktadır.

Mâide Suresi’nin 32. ayeti, sadece İsrailoğulları’na değil, tüm insanlığa, özellikle de kendini “ilahi mesajın varisi” addeden herkese yönelik evrensel bir uyarıdır: Mesajın muhatabı olmak, onun ağır sorumluluğunu da yüklenmektir. Bu sorumluluktan kaçıp yeryüzünde taşkınlığa yeltenenler, aslında kendi inandıklarını iddia ettikleri o mesajın ruhunu en derinden yaralayanlar olurlar.
Gazze’de hayatını kaybeden her masum çocuk, sadece bir füzenin değil, aynı zamanda bu ilahi mesajların ruhundan uzaklaşmanın, onları siyasetin karanlık sularında boğmanın kurbanıdır. Çözüm, metinlerin lafzında değil, onların ruhunda, yani adalet, merhamet ve her bir canın eşsiz kıymetinde yatmaktadır.

Özet

Bu makale, Mâide Suresi 32. ayetinden yola çıkarak, cana kıymanın evrensel olarak yasaklanışını ve bugün Filistin’de yaşanan trajedinin bu yasakla olan tezatını inceler.
Tevrat’ın “Öldürmeyeceksin” emrini hatırlatarak, bu emrin siyasi Siyonizm tarafından nasıl araçsallaştırılabildiği ve hahamların sessizliğinin arkasındaki karmaşık dini ve siyasi sebepler (dini Siyonizm, toplumsal baskı, güvenlik endişesi) irdelenir. Hristiyanlık öğretisindeki radikal barış vurgusuna rağmen, Evanjelistlerin kıyametçi teolojileri (kehanetlerin gerçekleşmesi, Armageddon inancı) gereği İsrail’i koşulsuz desteklemesinin trajik bir çelişki olduğu anlatılır.
Sonuç olarak, mesajın; adalet, merhamet ve her bir canın kutsallığı gibi evrensel ruhunun, beşeri siyaset, hırs ve yorumlar tarafından nasıl gölgelendiği ve bu durumun ilahi sorumluluğun ağırlığını daha da artırdığı ortaya konulur.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Fani Dünyadan Baki Âleme Uzanan Bir Yolculuk

Fani Dünyadan Baki Âleme Uzanan Bir Yolculuk

İnsan, varoluşun en karmaşık ve en anlam arayışında olan canlısıdır. Bu arayış, genellikle “Ben kimim?” ve “Bu dünyadaki amacım ne?” gibi temel sorularla başlar. Bu sorulara verilecek cevaplar, bir bireyin tüm hayatını şekillendirir. Said Nursi’nin eserleri, bu sorulara derinlikli ve hikmetli cevaplar sunar ve insanın fani bir hayattan ebedi bir âleme uzanan yolculuğunu anlamlandırır.

Hayatı Gaye-i Hayal Olarak Görmek

İnsan, hayatını sadece geçici zevkler ve dünya nimetleri üzerine kurarsa, kendini dar bir daire içinde bulur ve boğulur.
“İnsan, enaniyetine istinad edip hayat-ı dünyeviyeyi gaye-i hayal ederek, derd-i maişet içinde muvakkat bazı lezzetler için çalışsa, gayet dar bir dâire içinde boğulur, gider.”
Bu metin, insanın sahip olduğu bütün yeteneklerin, ona sadece dünyevi bir hayat için verilmediğini anlatır. Gözü, kulağı, kalbi ve diğer tüm duyguları, bu geçici lezzetler için kullanıldığında âdeta birer şikâyetçi ve davacıya dönüşür. Bu durum, insanın fıtratına aykırıdır; zira insan, dünyaya sınırsız bir potansiyel ve ebediyet arayışıyla gelmiştir. Bu arayış, ona verilen her bir organ ve duyguyla desteklenir.

كل نفس ذائقة الموت ve Kâinatın Dönüşümü
İnsanoğlunun en büyük gerçeği, kaçınılmaz bir son olan ölümdür. Kur’an’ın “Her nefis ölümü tadacaktır.” (كل نفس ذائقة الموت) ayeti, sadece insanların değil, aynı zamanda kâinatın da bir nefs olduğunu ve bir gün öleceğini, yani dönüşeceğini işaret eder.
“Nev-i insanî bir nefistir, dirilmek üzere ölecek. Ve küre-i arz dahi bir nefistir, baki bir surete girmek için o da ölecek.”
Bu ibretli bakış açısı, ölümü bir son değil, daha yüksek bir varoluş seviyesine geçiş için bir başlangıç olarak görür. İnsanın bedeni toprağa karışsa da, ruhu ebedi bir hayata doğru yol alır. Aynı şekilde, dünya da kıyametle birlikte “ölür” ve ahiret suretine girer. Bu döngü, hayatın tesadüfi değil, ilahi bir planın parçası olduğunu gösterir.

İman ve Salih Amelle Terakki

Peki, bu fani dünyada nasıl yaşanmalı ve ebediyete nasıl hazırlanılmalıdır?

Kur’an-ı Kerim’deki وَالتِّينِ وَالزَّيْتُونِ (İncir ve Zeytin) Tin suresi bu soruya derin bir hikmetle cevap verir.
Cenab-ı Hak, incir ve zeytin gibi mübarek meyveler üzerinden, insanın en alçak dereceden en yüksek makama (tâ a’lâ-yı illiyyîne) nasıl yükselebileceğine işaret eder. İnsanın bu manevi yükselişi, “şükür ve fikir ve iman ve amel-i salih” ile gerçekleşir. Yani insan, düşünerek, şükrederek, imanını sağlamlaştırarak ve iyi ameller işleyerek esfel-i sâfilîn (aşağıların aşağısı) makamından a’lâ-yı illiyyîne (yücelerin yücesi) makamına terakki edebilir. Bu, her bir insanın içinde saklı olan ilahi potansiyelin bir göstergesidir.

Davaya Sadakat ve Sorumluluk Bilinci

Yaşam, sadece bireysel bir yolculuk değildir; aynı zamanda bir sorumluluk ve cemaat bilinci gerektirir. Çocuklara namaz gibi ibadetlerin öğretilmesi, bu sorumluluğun en temel adımlarından biridir.
“Şer’an yedi yaşına gelen bir çocuğa namaz gibi farzlara peder ve vâlideleri onları alıştırmak için, teşvikkârâne emretmek…” Bu, dini eğitimin sadece katı kurallardan ibaret olmadığını, aksine sevgi ve teşvikle aşılanması gereken bir terbiye olduğunu gösterir. Çocuk, bu eğitimle gelecekteki hayatına yön verecek manevi bir temel kazanır.

Son olarak, başkalarının yanlış yolları (dalaletleri), bizim kendi doğru yolumuza (hidayetimize) zarar vermemelidir.

“Başkasının dalaleti sizin Hidayetinize zarar etmez.”
Bu, başkalarının hatalarıyla meşgul olmak yerine, kendi inancımıza ve amellerimize odaklanmamız gerektiğini anlatır. Zira zarara rıza gösterene merhamet edilmez. Bu ilke, kişisel sorumluluğun ve manevi olgunluğun bir göstergesidir. Kendi yolunu aydınlatmak, başkasının yolunu karartmaya çalışmaktan daha hikmetlidir.

Özet
Bu makale, Risale-i Nur’dan alınan metinler doğrultusunda, insan hayatının amacını ve bu yolda izlenmesi gereken adımları ele almaktadır. İnsanın hayatını sadece dünyevi zevkler üzerine kurması, onu dar bir alanda boğar ve sahip olduğu yetenekleri heba eder.
Ölüm, bir son değil, ebedi hayata bir geçiş kapısıdır ve kâinat da bu döngünün bir parçasıdır.
Bu yolculukta insan, şükür, fikir, iman ve salih amellerle manevi olarak yükselebilir. Bu yükselişin temeli, çocukluktan itibaren doğru bir manevi eğitimle atılır ve başkalarının hatalarıyla değil, kendi sorumluluk bilinciyle hareket etmekle devam eder.
Bu ilkeler, insanın fani dünyadan baki âleme uzanan anlamlı ve ibretli bir yolculuk yapmasına rehberlik eder.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Fani Dünyadan Baki Âleme Uzanan Bir Yolculuk

Fani Dünyadan Baki Âleme Uzanan Bir Yolculuk

İnsan, varoluşun en karmaşık ve en anlam arayışında olan canlısıdır. Bu arayış, genellikle “Ben kimim?” ve “Bu dünyadaki amacım ne?” gibi temel sorularla başlar. Bu sorulara verilecek cevaplar, bir bireyin tüm hayatını şekillendirir. Said Nursi’nin eserleri, bu sorulara derinlikli ve hikmetli cevaplar sunar ve insanın fani bir hayattan ebedi bir âleme uzanan yolculuğunu anlamlandırır.

Hayatı Gaye-i Hayal Olarak Görmek

İnsan, hayatını sadece geçici zevkler ve dünya nimetleri üzerine kurarsa, kendini dar bir daire içinde bulur ve boğulur.
“İnsan, enaniyetine istinad edip hayat-ı dünyeviyeyi gaye-i hayal ederek, derd-i maişet içinde muvakkat bazı lezzetler için çalışsa, gayet dar bir dâire içinde boğulur, gider.”
Bu metin, insanın sahip olduğu bütün yeteneklerin, ona sadece dünyevi bir hayat için verilmediğini anlatır. Gözü, kulağı, kalbi ve diğer tüm duyguları, bu geçici lezzetler için kullanıldığında âdeta birer şikâyetçi ve davacıya dönüşür. Bu durum, insanın fıtratına aykırıdır; zira insan, dünyaya sınırsız bir potansiyel ve ebediyet arayışıyla gelmiştir. Bu arayış, ona verilen her bir organ ve duyguyla desteklenir.

كل نفس ذائقة الموت ve Kâinatın Dönüşümü
İnsanoğlunun en büyük gerçeği, kaçınılmaz bir son olan ölümdür. Kur’an’ın “Her nefis ölümü tadacaktır.” (كل نفس ذائقة الموت) ayeti, sadece insanların değil, aynı zamanda kâinatın da bir nefs olduğunu ve bir gün öleceğini, yani dönüşeceğini işaret eder.
“Nev-i insanî bir nefistir, dirilmek üzere ölecek. Ve küre-i arz dahi bir nefistir, baki bir surete girmek için o da ölecek.”
Bu ibretli bakış açısı, ölümü bir son değil, daha yüksek bir varoluş seviyesine geçiş için bir başlangıç olarak görür. İnsanın bedeni toprağa karışsa da, ruhu ebedi bir hayata doğru yol alır. Aynı şekilde, dünya da kıyametle birlikte “ölür” ve ahiret suretine girer. Bu döngü, hayatın tesadüfi değil, ilahi bir planın parçası olduğunu gösterir.

İman ve Salih Amelle Terakki

Peki, bu fani dünyada nasıl yaşanmalı ve ebediyete nasıl hazırlanılmalıdır?

Kur’an-ı Kerim’deki وَالتِّينِ وَالزَّيْتُونِ (İncir ve Zeytin) Tin suresi bu soruya derin bir hikmetle cevap verir.
Cenab-ı Hak, incir ve zeytin gibi mübarek meyveler üzerinden, insanın en alçak dereceden en yüksek makama (tâ a’lâ-yı illiyyîne) nasıl yükselebileceğine işaret eder. İnsanın bu manevi yükselişi, “şükür ve fikir ve iman ve amel-i salih” ile gerçekleşir. Yani insan, düşünerek, şükrederek, imanını sağlamlaştırarak ve iyi ameller işleyerek esfel-i sâfilîn (aşağıların aşağısı) makamından a’lâ-yı illiyyîne (yücelerin yücesi) makamına terakki edebilir. Bu, her bir insanın içinde saklı olan ilahi potansiyelin bir göstergesidir.

Davaya Sadakat ve Sorumluluk Bilinci

Yaşam, sadece bireysel bir yolculuk değildir; aynı zamanda bir sorumluluk ve cemaat bilinci gerektirir. Çocuklara namaz gibi ibadetlerin öğretilmesi, bu sorumluluğun en temel adımlarından biridir.
“Şer’an yedi yaşına gelen bir çocuğa namaz gibi farzlara peder ve vâlideleri onları alıştırmak için, teşvikkârâne emretmek…” Bu, dini eğitimin sadece katı kurallardan ibaret olmadığını, aksine sevgi ve teşvikle aşılanması gereken bir terbiye olduğunu gösterir. Çocuk, bu eğitimle gelecekteki hayatına yön verecek manevi bir temel kazanır.

Son olarak, başkalarının yanlış yolları (dalaletleri), bizim kendi doğru yolumuza (hidayetimize) zarar vermemelidir.

“Başkasının dalaleti sizin Hidayetinize zarar etmez.”
Bu, başkalarının hatalarıyla meşgul olmak yerine, kendi inancımıza ve amellerimize odaklanmamız gerektiğini anlatır. Zira zarara rıza gösterene merhamet edilmez. Bu ilke, kişisel sorumluluğun ve manevi olgunluğun bir göstergesidir. Kendi yolunu aydınlatmak, başkasının yolunu karartmaya çalışmaktan daha hikmetlidir.

Özet
Bu makale, Risale-i Nur’dan alınan metinler doğrultusunda, insan hayatının amacını ve bu yolda izlenmesi gereken adımları ele almaktadır. İnsanın hayatını sadece dünyevi zevkler üzerine kurması, onu dar bir alanda boğar ve sahip olduğu yetenekleri heba eder.
Ölüm, bir son değil, ebedi hayata bir geçiş kapısıdır ve kâinat da bu döngünün bir parçasıdır.
Bu yolculukta insan, şükür, fikir, iman ve salih amellerle manevi olarak yükselebilir. Bu yükselişin temeli, çocukluktan itibaren doğru bir manevi eğitimle atılır ve başkalarının hatalarıyla değil, kendi sorumluluk bilinciyle hareket etmekle devam eder.
Bu ilkeler, insanın fani dünyadan baki âleme uzanan anlamlı ve ibretli bir yolculuk yapmasına rehberlik eder.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Fani Dünyadan Baki Âleme Uzanan Bir Yolculuk

Fani Dünyadan Baki Âleme Uzanan Bir Yolculuk

İnsan, varoluşun en karmaşık ve en anlam arayışında olan canlısıdır. Bu arayış, genellikle “Ben kimim?” ve “Bu dünyadaki amacım ne?” gibi temel sorularla başlar. Bu sorulara verilecek cevaplar, bir bireyin tüm hayatını şekillendirir. Said Nursi’nin eserleri, bu sorulara derinlikli ve hikmetli cevaplar sunar ve insanın fani bir hayattan ebedi bir âleme uzanan yolculuğunu anlamlandırır.

Hayatı Gaye-i Hayal Olarak Görmek

İnsan, hayatını sadece geçici zevkler ve dünya nimetleri üzerine kurarsa, kendini dar bir daire içinde bulur ve boğulur.
“İnsan, enaniyetine istinad edip hayat-ı dünyeviyeyi gaye-i hayal ederek, derd-i maişet içinde muvakkat bazı lezzetler için çalışsa, gayet dar bir dâire içinde boğulur, gider.”
Bu metin, insanın sahip olduğu bütün yeteneklerin, ona sadece dünyevi bir hayat için verilmediğini anlatır. Gözü, kulağı, kalbi ve diğer tüm duyguları, bu geçici lezzetler için kullanıldığında âdeta birer şikâyetçi ve davacıya dönüşür. Bu durum, insanın fıtratına aykırıdır; zira insan, dünyaya sınırsız bir potansiyel ve ebediyet arayışıyla gelmiştir. Bu arayış, ona verilen her bir organ ve duyguyla desteklenir.

كل نفس ذائقة الموت ve Kâinatın Dönüşümü
İnsanoğlunun en büyük gerçeği, kaçınılmaz bir son olan ölümdür. Kur’an’ın “Her nefis ölümü tadacaktır.” (كل نفس ذائقة الموت) ayeti, sadece insanların değil, aynı zamanda kâinatın da bir nefs olduğunu ve bir gün öleceğini, yani dönüşeceğini işaret eder.
“Nev-i insanî bir nefistir, dirilmek üzere ölecek. Ve küre-i arz dahi bir nefistir, baki bir surete girmek için o da ölecek.”
Bu ibretli bakış açısı, ölümü bir son değil, daha yüksek bir varoluş seviyesine geçiş için bir başlangıç olarak görür. İnsanın bedeni toprağa karışsa da, ruhu ebedi bir hayata doğru yol alır. Aynı şekilde, dünya da kıyametle birlikte “ölür” ve ahiret suretine girer. Bu döngü, hayatın tesadüfi değil, ilahi bir planın parçası olduğunu gösterir.

İman ve Salih Amelle Terakki

Peki, bu fani dünyada nasıl yaşanmalı ve ebediyete nasıl hazırlanılmalıdır?

Kur’an-ı Kerim’deki وَالتِّينِ وَالزَّيْتُونِ (İncir ve Zeytin) Tin suresi bu soruya derin bir hikmetle cevap verir.
Cenab-ı Hak, incir ve zeytin gibi mübarek meyveler üzerinden, insanın en alçak dereceden en yüksek makama (tâ a’lâ-yı illiyyîne) nasıl yükselebileceğine işaret eder. İnsanın bu manevi yükselişi, “şükür ve fikir ve iman ve amel-i salih” ile gerçekleşir. Yani insan, düşünerek, şükrederek, imanını sağlamlaştırarak ve iyi ameller işleyerek esfel-i sâfilîn (aşağıların aşağısı) makamından a’lâ-yı illiyyîne (yücelerin yücesi) makamına terakki edebilir. Bu, her bir insanın içinde saklı olan ilahi potansiyelin bir göstergesidir.

Davaya Sadakat ve Sorumluluk Bilinci

Yaşam, sadece bireysel bir yolculuk değildir; aynı zamanda bir sorumluluk ve cemaat bilinci gerektirir. Çocuklara namaz gibi ibadetlerin öğretilmesi, bu sorumluluğun en temel adımlarından biridir.
“Şer’an yedi yaşına gelen bir çocuğa namaz gibi farzlara peder ve vâlideleri onları alıştırmak için, teşvikkârâne emretmek…” Bu, dini eğitimin sadece katı kurallardan ibaret olmadığını, aksine sevgi ve teşvikle aşılanması gereken bir terbiye olduğunu gösterir. Çocuk, bu eğitimle gelecekteki hayatına yön verecek manevi bir temel kazanır.

Son olarak, başkalarının yanlış yolları (dalaletleri), bizim kendi doğru yolumuza (hidayetimize) zarar vermemelidir.

“Başkasının dalaleti sizin Hidayetinize zarar etmez.”
Bu, başkalarının hatalarıyla meşgul olmak yerine, kendi inancımıza ve amellerimize odaklanmamız gerektiğini anlatır. Zira zarara rıza gösterene merhamet edilmez. Bu ilke, kişisel sorumluluğun ve manevi olgunluğun bir göstergesidir. Kendi yolunu aydınlatmak, başkasının yolunu karartmaya çalışmaktan daha hikmetlidir.

Özet
Bu makale, Risale-i Nur’dan alınan metinler doğrultusunda, insan hayatının amacını ve bu yolda izlenmesi gereken adımları ele almaktadır. İnsanın hayatını sadece dünyevi zevkler üzerine kurması, onu dar bir alanda boğar ve sahip olduğu yetenekleri heba eder.
Ölüm, bir son değil, ebedi hayata bir geçiş kapısıdır ve kâinat da bu döngünün bir parçasıdır.
Bu yolculukta insan, şükür, fikir, iman ve salih amellerle manevi olarak yükselebilir. Bu yükselişin temeli, çocukluktan itibaren doğru bir manevi eğitimle atılır ve başkalarının hatalarıyla değil, kendi sorumluluk bilinciyle hareket etmekle devam eder.
Bu ilkeler, insanın fani dünyadan baki âleme uzanan anlamlı ve ibretli bir yolculuk yapmasına rehberlik eder.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




İnsanın Aynası: Eylemler, Vefa ve Kader Karşısındaki Duruş

İnsanın Aynası: Eylemler, Vefa ve Kader Karşısındaki Duruş

İnsanlık tarihi, sürekli bir arayışın, sorgulamanın ve varoluş soruların cevaplarını bulma çabasının hikayesidir. Bu arayışta, insan kendi benliğini, eylemlerinin sonuçlarını, yaşadığı acıları ve sahip olduğu değerleri anlamaya çalışır.

  1. Eylemlerin Sesiz Şahitliği: Kıyamet Günü

Yasin Suresi’nin 65. ayetinde dile getirilen “O gün onların ağızlarını mühürleriz; yaptıklarını bize elleri anlatır, ayakları da şahitlik eder.” ifadesi, en çarpıcı mesajlardan birini barındırır. Bu ayet, hesap gününün sarsıcı ve kaçınılmaz bir gerçeği olduğunu anlatır. İnsan, dünyada yaptığı her eylemin bir kayda geçirildiğini ve ahirette bu eylemlerin bizzat bedeni uzuvları tarafından şahitlik edilerek ortaya konulacağını öğrenir.
Bu ilahi mesaj, insanı sadece sözlü ifadelerinden değil, aynı zamanda bedeninin her bir hareketinden sorumlu kılar. Tarihte, bu inanç birçok medeniyette ahlaki davranışların temelini oluşturmuştur. Örneğin, İslam alimleri, bu ayeti referans göstererek, nefsin muhasebesi üzerinde durmuş, insanın her anını bir imtihan olarak görmesi gerektiğini belirtmişlerdir. Bu inanç, bireyleri dürüstlüğe, adalete ve iyiye yönlendirirken, kötü eylemlerden kaçınmaya teşvik etmiştir. Zira insan, en gizli kalacağını düşündüğü eylemlerinin bile bir gün kendi uzuvları tarafından açığa çıkarılacağını bilmelidir. Bu, sadece dinî bir inanç değil, aynı zamanda insanın kendi benliğiyle yüzleşmesini gerektiren derin bir hikmettir.

  1. Kader Karşısında Vefa ve İman Duruşu

Bediüzzaman Said Nursi’nin Mesnevi-i Nuriye’sinden alıntılanan söz, insanın kader karşısındaki tavrını ele alır. “Kaderden sana atılan bir musibet taşına maruz kaldığın zaman, İnnâ lillâhi ve İnnâ ileyhi râciûn söyle…” sözü, insanın zor zamanlarda neye sığınması gerektiğini gösterir. Musibetler, hayatın kaçınılmaz bir parçasıdır. Ancak bu zorluklar karşısında üzülmek ve çaresiz kalmak yerine, “Biz Allah’a aidiz ve O’na döneceğiz” diyerek imana sarılmak ve gerçek merci olan Yüce Yaratıcı’ya yönelmek, kişiye derin bir huzur verir.
Bu düşünce, tarihi süreçte pek çok alim ve mutasavvıf tarafından anlatılmıştır. Musibetleri birer sınav olarak görenler, onları birer olgunlaşma ve manevi yükseliş vesilesi olarak değerlendirmişlerdir. Bu anlayış, insanı acizlikten kurtararak, deruni bir kuvvet kazanmasını sağlar. Sadece fiziksel değil, aynı zamanda manevi bir bağ kurarak, insanı musibetlerin getirdiği umutsuzluktan korur ve ona her durumda bir çıkış yolu olduğunu hatırlatır.

  1. Vefa: Hayvanlardan Öğrenilen Derin Ders

Yaşanmış olaylardan olan sahibinin ölmesiyle Mezarlıkta yatan bir köpeğin insana hatırlattığı en önemli bir vefa örneğidir.
Bu durum Vefa duygusunun ne kadar değerli ve anlamlı olduğunu güçlü bir şekilde ifade eder.
Vefa, birine bağlı kalmak, onu zor zamanlarda terk etmemek ve iyiliğini unutmamaktır.
Bu hayvanların bu erdemi, sözlerle değil, davranışlarıyla en saf şekilde sergileyebildiğini gösterir.
Tarih boyunca, insan ve hayvan arasındaki vefa bağını anlatan sayısız hikaye ve efsane mevcuttur.
Örneğin, Hachiko adlı Japon köpeğinin, her gün sahibini tren istasyonunda beklemesi ve sahibi öldükten sonra da bu davranışını yıllarca sürdürmesi, vefanın en dokunaklı örneklerinden biridir.
Bu tür hikayeler, insanlara unuttukları veya göz ardı ettikleri değerleri hatırlatır. İnsanın modern dünyada vefa duygusunu zaman zaman yitirmesi, bu tür ibretlik örneklerin önemini daha da artırır. Vefa, sadece insan ilişkilerinde değil, aynı zamanda tabiata ve tüm canlılara karşı da gösterilmesi gereken temel bir ahlaki değerdir.

  1. Günahın Ekosistemi: Tabiat ve İnsanın Ortak Kaderi

Emirdağ Lahikası’ndan alıntılanan metinde, günahların ve zulümlerin sadece insanları değil, tüm ekosistemi nasıl olumsuz etkilediğini anlatır.
Deniz dibindeki balıkların bile günahkâr ve zalimlerden şikayet etmesi ve bu yüzden yağmurun azalmasından yakınmaları, çarpıcı bir metafordur. Bu, insanın eylemlerinin sonuçlarının sadece bireysel veya toplumsal düzeyde kalmadığını, tüm tabiata yayıldığını gösterir.
Bu düşünce, çağımızda giderek daha fazla önem kazanan çevre bilinci ve ekolojik denge konularıyla yakından ilişkilidir. Endüstriyel kirlilik, orman tahribatı ve doğal kaynakların israfı gibi günümüz problemleri, bu sözün ne kadar haklı olduğunu isbatlar niteliktedir.
Tarihte, bazı toplumlar doğayla uyum içinde yaşarken, bazıları doğayı tahrip ederek kendi sonlarını hazırlamışlardır.
Bu metin, günahın sadece manevi bir yozlaşma değil, aynı zamanda somut ve fiziksel sonuçları olan bir eylem olduğunu hatırlatır. İnsanların işlediği zulümler, masum hayvanların ve tüm doğanın da azap çekmesine neden olur. Bu, insanlara sadece kendi kurtuluşları için değil, aynı zamanda tüm varlık aleminin huzuru için de ahlaklı ve sorumlu davranmaları gerektiğini gösterir.

Makalenin Özeti
Bu dört metin, insanın varoluş yolculuğunda önemli durakları temsil eder.
İlk olarak, hesap gününde her eylemin bir karşılığının olacağı ve insanın uzuvlarının bile şahitlik edeceği gerçeği anlatılır.
İkinci olarak, kader karşısında iman ve tevekkülün önemi belirtilerek, musibetlerin bir olgunlaşma aracı olduğu mesajı verilir.
Üçüncü olarak, vefa gibi temel bir değerin, hayvanların sadakati üzerinden ne kadar güçlü bir şekilde ifade edilebileceği gösterilir.
Son olarak, günah ve zulümlerin sadece insanları değil, tüm doğayı etkileyen ve ekolojik dengeyi bozan sonuçları olduğu anlatılır. Bu makale, insanın kendisi, çevresi ve Yaratıcısı ile olan ilişkisinin derinliğini ve her bir eylemin zincirleme reaksiyonla tüm varlık alemini etkilediğini ortaya koyar.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Ahiret Odaklı Yaşamın Anlamı ve Yaratılışın Tezahürleri

Ahiret Odaklı Yaşamın Anlamı ve Yaratılışın Tezahürleri

İnsan, varoluşun en karmaşık ve en anlam arayışında olan canlısıdır. Bu arayış, genellikle “Ben kimim?” ve “Bu dünyadaki amacım ne?” gibi temel sorularla başlar. Yüzyıllar boyunca farklı medeniyetler ve düşünce akımları bu sorulara çeşitli cevaplar sunmuştur. Ancak, İslam düşüncesinde, özellikle de Risale-i Nur’da bu sorulara benzersiz ve derinlikli cevaplar verilir. Bu cevaplar, hem bireyin hem de kâinatın manevi haritasını çizer.

Cennet-i Ebediyye’yi Amaç Edinmek

Risale-i Nur, bu fani ve geçici dünya hayatını, ahiret hayatı için bir vesile ve bir tarla olarak görmeyi öğütler.
“Eğer hayat-ı uhreviyeyi gaye-i maksad yapsan ve şu hayatı dahi ona vesile ve mezraa etsen… Cenâb-ı Hakk’ın nazlı ve niyazdar bir abdi, mükerrem ve muhterem bir misafiri olursun.”
Bu ifadede, ahiret hayatını ana hedef olarak belirlemenin, insanı hayvanattan ayıran ve onu yüce bir makama taşıyan bir adım olduğu belirtilir. Fani olan bu dünyayı bir gaye haline getirmek, Kur’an’ın bir talebesine yakışmayacak bir gaflettir. Zira Kur’an, hakiki bir talebesine ebedi bir cenneti bile amaç edindirmemiştir. O halde, bu geçici dünyayı amaç edinmek nasıl mümkün olabilir?
Bu anlayış, hayatın sadece dünyevi zevkler ve geçici başarılar üzerine kurulu olmadığını, aksine her anın ebedi bir karşılığı olabilecek bir potansiyel taşıdığını gösterir. Bu fani dünya, tıpkı bir ekim alanı gibi, ahiret hayatının meyvelerini toplamak için kullanılır. Bu bakış açısı, insana karşılaştığı zorluklarda sabır, elde ettiği nimetlerde şükür ve yaşadığı her anda bir anlam bulma gücü verir.

İnsanın Mahiyeti ve Kudret-i İlâhiyyeye İltica

İnsanın bu dünyadaki temel vazifesi, sadece bir gaye peşinde koşmak değildir. Aynı zamanda kendi acizliğini, zaafını, fakrını ve kusurlarını idrak ederek Yaratıcı’sına yönelmektir. “Nübüvvet, gaye-i insaniyet ve vazife-i beşeriyet, ahlâk-ı ilâhiye ile ve secâyâ-yı hasene ile tahallük etmekle beraber, +acizini bilip kudret-i ilâhiyeye iltica… +kusurunu görüp aff-ı ilâhîye istiğfar…”
Bu metin, peygamberlerin tebliğ ettiği temel insanlık gayesinin, Allah’ın ahlakıyla ahlaklanmak olduğunu belirtir. Bu ahlakın en önemli unsurlarından biri ise insanın kendi acizliğini, kusurlarını ve eksiklerini kabul etmesidir.
Bu kabulleniş, bir aşağılanma değil, aksine bir yücelme vesilesidir. Kendi gücünün sınırlı olduğunu gören insan, sınırsız kudretin sahibine sığınır. Kendi zaafını fark eden, Allah’ın sonsuz kuvvetinden yardım ister. Kendi fakirliğini anlayan, İlahi rahmetin zenginliğine itimat eder. Bu yöneliş, insanı kibirden arındırır ve onu Rabbine yaklaştırır. Böylece insan, bir “kul” olmanın anlamını kavrar ve hayatına derin bir teslimiyet ve huzur dolar.

Yaratılışın Tecellileri: İsimler ve Sıfatlar

Bu dünya, sadece bir ekim tarlası değil, aynı zamanda Allah’ın isim ve sıfatlarının bir sergisidir. Her bir canlı varlık, O’nun isimlerinin tecellisine mazhardır.
“Her bir zîhayat, çok isim ve sıfatların tecellisine mazhardır.” Bir canlı dünyaya geldiğinde, “Bari” isminin cilvesiyle vücut bulur. Şeklini alırken “Musavvir” isminin, gıdalandığında “Rezzak” isminin, hastalandığında şifa bulduğunda ise “Şâfî” isminin tecellisini gösterir.
Bu tarihi ve ibretli bakış açısı, varoluşu rastlantılı bir olaylar zinciri olarak değil, aksine her detayı planlanmış ve her aşaması ilahi isimlerle nakşedilmiş bir sanat eseri olarak görmemizi sağlar. Her bir canlı, bu sanatın bir parçasıdır ve üzerinde Yaratıcının mührünü taşır. Bu farkındalık, insana kâinata bakarken derin bir tefekkür ve hayranlık duygusu kazandırır. Evrendeki her şey, Allah’ın sınırsız ilim, irade ve kudretini fısıldar.

Özet
Bu makale, Risale-i Nur’dan alınan metinler ışığında, insan hayatının anlamını üç temel noktada ele alır: ahireti gaye edinmek, insanın kendi acizliğini idrak etmesi ve kâinatın Allah’ın isim ve sıfatlarının bir tecelligâhı olduğunu anlamak. Bu fani dünya, ahiret hayatına hazırlık için bir ekim tarlasıdır. Bu anlayış, insanı geçici zevklerin ötesine taşıyarak ebedi bir makama hazırlar. İnsan, kendi acizliğini ve eksiklerini bilerek Yaratıcısına sığınır ve bu teslimiyetle gerçek güce ve huzura ulaşır.
Son olarak, evrendeki her varlık, Allah’ın isimlerinin bir yansımasıdır ve bu tecelliler, kâinatın derin bir anlam taşıdığını ve rastlantılı olmadığını gösterir. Bu üç temel ilke, insanın dünya hayatını bir amaçsızlık girdabından çıkararak, onu anlamlı, ibretli ve düşündürücü bir yolculuğa dönüştürür.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




İlahi Mesajların Işığında: Cana Kıymak, Sessizlik ve Ahlaki Sorumluluk

İlahi Mesajların Işığında: Cana Kıymak, Sessizlik ve Ahlaki Sorumluluk

Binlerce yıllık kutsal metinler, insan hayatının kutsallığını anlatır; bir canı almak, tüm insanlığı yok etmek gibidir.
Kur’an-ı Kerim’in Maide Suresi 32. ayeti, bu evrensel gerçeği şöyle ifade eder:
“İşte bundan dolayı İsrâiloğulları’na şöyle yazmıştık: ‘Bir cana kıymaya veya yeryüzünde fesat çıkarmaya karşılık olması dışında, kim bir kimseyi öldürürse bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de bir can kurtarırsa bütün insanların hayatını kurtarmış gibi olur.'”
Bu ayet, yalnızca bir uyarı değil, aynı zamanda bir hikmet kaynağıdır: Hayat, Allah’ın emanetidir ve onun korunması, tüm yaratılışı korumakla eşdeğerdir. Ancak tarih, bu mesajların kulak ardı edildiği trajedilerle doludur. Bugün, Gazze’de yaşananlar –masum çocukların, kadınların ve sivillerin katledilmesi– bu ilahi buyruğun ihlalini gözler önüne sermektedir.

Peki, Tevrat bu konuda ne der? Hahamlar neden sessiz kalır?

#### Tevrat’ın Öldürme Konusundaki Hükümleri: Cinayet ile Savunma Arasındaki İnce Çizgi

Tevrat, yani Musevi kutsal kitabı, insan hayatının kutsallığını temel prensiplerinden biri olarak koyar. On Emir’in altıncısı, Çıkış 20:13’te şöyle der:
“Öldürmeyeceksin” (Lo Tirtzach). Ancak bu ifade, mutlak bir “öldürme yasağı” değil, “cinayet yasağı” olarak yorumlanır. İbranice’deki “ratsach” kelimesi, haksız ve kasıtlı öldürmeyi işaret eder; savunma, adalet veya savaş gibi durumlarda meşru killing’i dışlamaz.
Örneğin, Sayılar 35:16-18, birinin demir aletle veya taşla kasıtlı olarak öldürülmesini cinayet olarak tanımlar ve ölüm cezası gerektirir. Tevrat, cinayeti en ağır günahlardan sayar; Çıkış 21:12’de “Kim bir adamı vurup öldürürse, mutlaka öldürülecektir” denir.
Bu, adaletin sağlanmasını emrederken, masum bir canın alınmasını kesinlikle yasaklar.

Tarihi açıdan, Tevrat’ın bu hükümleri, eski İsrail toplumunda kaos ve intikam döngülerini önlemeyi amaçlar. Örneğin, Levililer 19:18, “Komşunu kendin gibi seveceksin” buyruğuyla, empatiyi ve barışı teşvik eder. Ancak Tevrat, savunma savaşlarını da meşru kılar: Tesniye 20:1-4, düşman karşısında korkmamayı ve Tanrı’ya güvenmeyi öğütler, fakat sivillerin ve meyve ağaçlarının korunmasını emreder (Tesniye 20:19-20).
Bu, savaşın bile ahlaki sınırları olduğunu gösterir – bir ibret dersi: Güç, zulme dönüşmemelidir.

Bilimsel ve akli açıdan bakıldığında, bu hükümler psikolojik ve sosyolojik bir derinlik taşır. Modern nörobilim, empati eksikliğinin şiddet döngülerini tetiklediğini gösterir; Tevrat’ın “komşunu sev” emri, bu döngüyü kırmayı amaçlar. Mantıki olarak, eğer bir canın değeri sonsuzsa (Talmud’un Sanhedrin 4:5’inde belirtildiği gibi:
“Kim bir canı yok ederse, tüm dünyayı yok etmiş gibi olur”),
o zaman toplu katliamlar –Gazze’deki gibi– tüm insanlığın yok oluşu anlamına gelir.
Bu, Kur’an’ın Maide 32’siyle tam bir paralellik gösterir; her ikisi de Yahudi geleneğinde de vardı ve hayatın evrensel değerini anlatır.

#### Hahamların Sessizliği: Tarihsel Bir İkilem ve Güncel Gerçekler

Tarih boyunca hahamlar, Tevrat’ın ahlaki buyruklarını yorumlayarak topluma rehberlik etmişlerdir. Ancak bugün, Gazze’deki trajedi karşısında birçok hahamın sessizliği, düşündürücü bir çelişki oluşturur.
Neden seslerini yükseltmezler?
Bu sorunun cevabı, siyasi baskı, korku ve ideolojik bölünmelerde yatar. Zionist ideoloji, bazı hahamlarca Tevrat’la özdeşleştirilirken, anti-Zionist gruplar –örneğin Neturei Karta– bunu bir sapma olarak görür.

Tarihsel bir ibret: Ortaçağ’da Yahudi filozof Maimonides, “Savaş Sanatı”nda savunmayı meşru kılsa da, masumların öldürülmesini yasaklar. Benzer şekilde, modern dönemde bazı hahamlar sessiz kalırken, diğerleri konuşur: Örneğin, 1200’den fazla Amerikalı haham, Gazze’deki açlığa karşı açık mektup yayınlayarak “Yahudilik’in etik sesini tehdit ediyor” demişlerdir.
Yine, bazı Modern Ortodoks hahamlar, Gazze’deki insani krize karşı “ahlaki netlik” çağrısı yapmıştır.

Edebi bir bakışla, bu sessizlik Kafka’nın “Dava”sındaki gibi absürt bir trajediyi andırır: Suçlu olmayan masumlar yargılanırken, tanıklar susar. İlmi olarak, sosyoloji bu sessizliği “grup içi baskı” ile açıklar; Yahudi toplumu içinde Zionist eleştiri, dışlanma korkusu doğurur. Ancak bazı hahamlar engel olur: Rabbi Sharon Brous, Gazze’deki savaşı eleştirerek barış çağrısı yapar.
Anti-Zionist Rabbi Weiss, Gazze’deki katliamı Tevrat’a aykırı bulur ve protestolarda yer alır.

Bu, bir hikmet dersi: Sessizlik, zulmün ortağı olur. Kur’an’ın Nisa 135’inde dediği gibi: “Ey iman edenler! Adaleti ayakta tutanlar olun… Bir topluma olan kininiz sizi adaletsizliğe sevketmesin.”

Akli ve mantıki olarak, hahamların sessizliği stratejik bir hata: Eğer Tevrat cinayeti yasaklarsa, Gazze’deki sivillerin ölümü –savaş olsa bile– meşru kılınamaz. Yahudi geleneğinde savunma zorunludur (Sanhedrin 72a: “Seni öldürmeye geleni, önce sen öldür”), fakat orantısız şiddet yasaktır.
Bilimsel veriler, savaş travmasının nesiller boyu sürdüğünü gösterir; barış, tek mantıklı yoldur.
Bu da Tevrat’ın yahudiler tarafından bir yandan keyfi uygulandığını gösterirken,  diğer yandan da tahrike uğradığının bir delilidir.

“Yahudilerden öyleleri var ki, (kelimeleri yerlerinden kaydırıp) tahrif ederek onları anlamlarından uzaklaştırırlar. Dillerini eğip bükerek ve dine saldırarak “İşittik, karşı geldik”, “İşit, işitmez olası!” “Râ’inâ”[118] derler. Hâlbuki onlar, “İşittik ve itaat ettik; dinle ve bize bak” deselerdi, bu kendileri için daha hayırlı olurdu. Fakat Allah, küfürleri yüzünden kendilerini lânetlemiştir. Bu yüzden pek az iman ederler.” Nisa.46.
(Bakara sûresinin 104. âyeti ile ilgili olarak da açıklandığı gibi, “Râ’inâ” Arap dilinde “Bizi gözet”, “Bize bak” demektir. Yahudiler, bu kelimeyi İbrânice’de hakaret ifade eden bir anlama; bir başka yoruma göre ise, peygamberimize hitaben “Çobanımız” anlamına gelecek şekilde hakaret kastederek “Râ’înâ” şeklinde söylüyorlardı.)

“Anlaşmalarını bozmalarından dolayı onlara lanet ettik ve kalplerini katılaştırdık. Kelimeleri bağlamlarından kopararak çarpıtıyorlar, öğütlendikleri şeyden nasiplenmeyi unuturlar, içlerinden çok azı hariç, daima onların hainlik ettiklerini görürsün. Yine de vazgeç ve yaptıklarına aldırma. Kuşkusuz Allah, iyi davrananları sever.” Maide. 13.

#### Benzer Ayetlerle Destek: Kur’an ve Tevrat’ta Hayatın Değeri

Bu konu, benzer ayetlerle zenginleşir. Kur’an’da İsra 33: “Allah’ın haram kıldığı canı haksız yere öldürmeyin.”
Bu, Maide 32’yi tamamlar; hayat, ancak adaletle alınabilir.
En’am 151: “Haksız yere cana kıymayın” –fesat çıkarma dışında öldürmeyi yasaklar.

Tevrat’ta ise Yaratılış 9:6: “Kim insan kanı dökerse, onun kanı da insan eliyle dökülecektir; çünkü Tanrı insanı kendi suretinde yaratmıştır.”
Bu, hayatın ilahi kaynağını anlatır.

Talmud’un Sanhedrin 4:5’i, Kur’an’la birebir benzer: “Bir canı kurtarmak, tüm dünyayı kurtarmak gibidir.”

Tarihsel bir bağ: Bu ifade, Yahudi geleneğinden mevcuttur. Ancak uygulanmaması veya tahrif edilip farklı yorumlanmaktadır.

Düşündürücü bir metafor: Hayat, bir zincir gibidir; bir halkayı kırmak, tüm zinciri dağıtır.
Eğer İsrailoğulları binlerce yıl önce bu mesajı almışsa, bugün neden tekrarlanır?
Belki de insan doğasının zayıflığı: Gurur ve güç arzusu, ilahi sesi bastırır. Ancak ibret alınmazsa, tarih tekerrür eder –Holokost’tan Gazze’ye, zulüm döngüsü sürer.

#### Sonuç: Bir Çağrı ve Tefekkür

İlahi mesajlar, bizi barışa ve adalete çağırır. Tevrat’ın öldürme hükümleri nettir: Cinayet yasaktır, savunma meşrudur ama zulüm değil.
Hahamların sessizliği, bir ahlaki krizdir; ancak konuşanlar umut verir. Bu, tüm insanlığa bir ders: Sessizlik, zulmün ortağıdır.

Kur’an’ın Hucurat 13’üyle bitirelim: “Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık… En üstün olanınız, Allah katında en takvalı olanınızdır.”
Hayatın değeri, ırk veya dine değil, takvaya bağlıdır.

**Özet:** Maide 32, Tevrat’ın “Öldürmeyeceksin” emriyle (Çıkış 20:13) paraleldir; her ikisi de haksız öldürmeyi yasaklar ve bir canın tüm insanlığa eşdeğer olduğunu anlatır (Talmud Sanhedrin 4:5).
Tevrat, savunma savaşlarını meşru kılsa da (Tesniye 20), sivillerin korunmasını emreder. Hahamların bir kısmı Gazze’deki krize karşı sessiz kalırken, diğerleri (örnein Modern Ortodoks gruplar) insani yardım çağrısı yapar ve zulmü kınar.
Benzer ayetler (Kur’an İsra 33, En’am 151; Tevrat Yaratılış 9:6), hayatın kutsallığını pekiştirir.
Bu makale, tarihi ve ahlaki bir tefekkürle, sessizliğin zulme ortaklık ettiğini hatırlatır: Barış, ilahi mesajlara kulak vermekle başlar.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




TEK ÇÖZÜM İTTİHAD-I İSLAM

TEK ÇÖZÜM İTTİHAD-I İSLAM

Gerek Gazzede, gerek İslâm dünyasında hatta insanlık dünyasında savaşların bitmesinden, sulhu umuminin tesisinin tek çözüm yolu; Türkiye’nin öncülüğünde bir yandan Türk Cumhuriyetlerinin ve diğer yandan Arap dünyasının bir araya gelerek; askeri,siyasi, ekonomik, eğitim gibi alanlarda ittifakıdır.
İsrail gibi terör örgüt ve devletleri ancak güçten anlar.
İsrail tarafından işgal edilen dünya ve bir kısım dünya liderleri o zincirin kırılması ile özgürlüğüne kavuşabilir.

* Bu işin kaçamak veya avunma durumu yok.
Peygamber Efendimizin İstanbul’un Fethi müjdesi ve haberi ve de kıyamet alametleri gibi haberleri ne kadar hak ve hakikat ve de gerçekleşmiş ise;
Aynı şekilde Müslümanlarla Yahudiler savaşmadıkça kıyamet kopmaz, haberi de hak ve hakikattır.
Ve de tahakkuk edecektir.[1]

*******

Tek Çözüm: İttihad-ı İslam

Bugün Gazze’de akan kan, açlıktan ölen çocuklar, yerle bir edilen şehirler ve çaresizlik içinde yükselen feryatlar, yalnızca bir coğrafyanın değil bütün ümmetin imtihanıdır. Ve açık bir hakikat vardır: Bu zulmün ve işgalin sona ermesinin tek yolu, Müslümanların birlik olmasıdır.

Edebi ve Hikmetli Çerçeve

Bir vücut gibidir ümmet; bir uzvu hasta olduğunda, bütün bedeni sancı çeker. Gazze bugün ümmetin kalbindeki kanamadır. Kalp kanadığında bütün beden ölür. O halde bu kanamanın durması için vücudun bütün uzuvlarının harekete geçmesi şarttır.

Kur’an-ı Kerim, müminleri “Birbirine kenetlenmiş duvar gibi saf bağlayanlar” (Saff, 4) olarak tasvir eder. Gazze’nin yıkılan evlerini yeniden ayağa kaldıracak yegâne harç, bu kardeşlik harcıdır.

Tarihî ve İbretli Perspektif

Tarih boyunca Müslümanlar ne zaman birlik olmuşsa, yeryüzünde barışın ve adaletin sancağını yükseltmiştir.

Abbasi döneminde ilim ve adalet, üç kıtaya ışık saçtı.

Osmanlı’nın yükselişinde İslam coğrafyası, huzur ve güvenle yoğruldu.

Selahaddin Eyyubi’nin Kudüs fethi ise Müslümanların dayanışmasının en parlak örneklerinden biridir.

Buna karşılık parçalanmışlık, tarihte ümmete daima zillet ve esaret getirmiştir. Endülüs’ün düşüşü, Moğol istilaları, sömürgecilik çağında İslam dünyasının köleleştirilmesi hep bölünmüşlüğün acı meyvesidir.

Bugün Gazze’nin çığlığı, tarihten gelen bu ibreti bir kez daha haykırmaktadır: “Birlik yoksa esaret vardır.”

Sosyal ve Ahlakî Boyut

Her Müslüman, Gazze’de açlıktan ölen bir çocuğun sorumluluğunu taşır. Çünkü Peygamber Efendimiz (s.a.v.) buyurur:
“Komşusu açken tok yatan bizden değildir.”

Gazze’nin komşusu bütün İslam dünyasıdır. Zenginlik içinde yüzen ülkelerin mazluma el uzatmaması, ahlâkî bir çöküşün göstergesidir. İttihad-ı İslam, sadece siyasi bir ideal değil; ahlaki bir zarurettir.

Siyasî ve Akılcı Değerlendirme

Bugün İsrail gibi devletler, ancak güçten anlar. Siyasi oyunlarla, diplomatik manevralarla zulüm engellenemez. Bu nedenle:

Askerî işbirliği: Ortak savunma gücü oluşturulmadıkça, işgalci saldırılar durmaz.

Ekonomik birlik: Müslüman ülkeler kendi aralarında üretim ve ticaret zinciri kurmadıkça Batı’ya bağımlılık bitmez.

Eğitim ve kültürel birlik: Ortak bir bilinç, ortak bir tarih ve ortak bir gelecek anlayışı olmadan gerçek özgürlük gerçekleşmez.

Mantıken, dünyadaki 2 milyara yaklaşan Müslüman nüfus, 60’tan fazla ülke ve büyük enerji kaynaklarına sahip olan İslam âlemi, birleştiğinde küresel dengeleri altüst edebilecek bir güce ulaşır.

Hadislerin Işığında Bir Gerçek

Peygamber Efendimiz (s.a.v.), İstanbul’un fethini müjdelemişti; bu hakikat asırlar sonra tahakkuk etti. Yine bir hadisinde şöyle buyurmuştur:
“Müslümanlarla Yahudiler savaşmadıkça kıyamet kopmaz…”
(Buhârî, Müslim)

Bu rivayet, geleceğin hakikatini ortaya koymaktadır: Zulme karşı ümmet ayağa kalkacak ve hakkın safında bir mücadele gerçekleşecektir. Gazze, bu hakikatin en somut işareti olarak karşımızda duruyor.

Mantıkî ve İbretli Sonuç

İttihad-ı İslam olmadan Filistin özgür olmaz.

İttihad-ı İslam olmadan İslam dünyası zillet zincirinden kurtulmaz.

İttihad-ı İslam olmadan insanlık gerçek barışı tadamaz.

Gazze’de kıtlık, Suriye’de savaş, Yemen’de açlık, Arakan’da sürgün, Doğu Türkistan’da zulüm… Bütün bu yaraların tek merhemi birliktir.

Sonuç

Bugün Gazze’de bir çocuk açlıktan ölüyorsa, yarın başka bir coğrafyada başka çocukların ölmemesi için tek çözüm vardır:
İttihad-ı İslam!

İslam birliği, sadece mazlumların umudu değil; zalimlerin kâbusudur.
Ve unutulmamalıdır ki:
Birlikten kuvvet doğar, bölünmüşlükten zillet.

📌 Özet:

Gazze’deki zulmün tek çözümü İslam dünyasının birleşmesidir.

Tarih, Müslümanların birlik olduğunda yükseldiğini, ayrıldığında yıkıldığını göstermektedir.

Siyasi, askeri, ekonomik ve kültürel alanlarda birleşme zarurettir.

Hadislerde işaret edilen Yahudi-Müslüman savaşı, bu hakikatin kaçınılmazlığını göstermektedir.

İttihad-ı İslam, sadece ümmetin değil, insanlığın kurtuluş yoludur.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

[1] https://tesbitler.com/index.php?s=%C4%9EARKAD+