Dağdaki Gölge, Şehirdeki Sirayet: Yüz Yıllık Maskelerin Düşüşü

Dağdaki Gölge, Şehirdeki Sirayet: Yüz Yıllık Maskelerin Düşüşü

Bir devleti ayakta tutan iki temel direk vardır: Biri zahirî (dış) kudreti, diğeri dahilî (iç) adaletidir. Tarih, kalelerin daima dışarıdan gelen hücumlardan ziyade, içeriden kemiren kurtlarla yıkıldığına şahittir. Bir bünyeyi en tehlikeli hâle getiren, görünen yara değil, kanı zehirleyen gizli iltihaptır. Türkiye’nin yakın dönemdeki güvenlik mücadelesi, bu kadim hikmetin âdeta canlı bir tasviri niteliğindedir.
İçişleri Bakanlığı’nın Süleyman Soylu devrindeki faaliyetleri, nazarını (bakışını) ve kudretini evveliyetle “dağdaki eşkıya”ya çevirmişti. Bu, devletin bekâsı için ertelenemez bir zaruretti. Zira düşman, namlusunu millete doğrultmuşken, “içerideki” nisbeten küçük sızlanmalara kulak asmak, harp esnasında gürültüden şikâyet etmeye benzerdi. O dönem, devletin kılıcının keskin yüzü dağları hedef aldı ve elde edilen neticeler, o kararlılığın bir meyvesi olarak bugün önümüzde durmaktadır. Bu mücadele, zahirî düşmanın tesirsiz hâle getirilmesi için elzemdi.
Lâkin, bir bahçıvanın bahçenin etrafındaki çitleri onarırken, bahçenin aslını (köklerini) saran ayrık otlarını ihmal etmesi gibi, dikkatler dağlara çevriliyken, şehirlerin damarlarında farklı bir zehir dolaşmaya devam etti. Bu zehir, “içerideki eşkıya” idi.
Ali Yerlikaya’nın bakanlık vazifesine gelmesiyle birlikte, devletin projektörleri bu defa dağların zirvesinden şehirlerin en karanlık dehlizlerine, plazaların ışıltılı koridorlarına ve bürokrasinin girift yollarına çevrildi. Ve o an, “yüz yıllık kanalizasyon” patladı.
Ortaya çıkan manzara, ibret vericidir. Görüldü ki, dağdaki eşkıyanın silahı kadar, belki ondan daha tehlikelisi, şehirdeki eşkıyanın kalemi, imzası ve nüfuzuydu. Bu kirli yapı; rüşvet çarkları, yolsuzluk ağları, casusluk faaliyetleri, spordaki şike ve bahis baronları, milletin malına musallat olan arsızlar ve en tehlikelisi, dış mihraklarla işbirliği yapan “yerli” görünümlü hainlerden müteşekkildi.
Şahitlik ettiğimiz bu süreç, acı bir hakikati yüzümüze vurdu: Dağdaki eşkıya, aslında şehirdeki bu kirli düzenden besleniyordu. Kanalizasyonun patlamasıyla anlaşıldı ki, terörün sadece dağda gezeni değil, kravat takanı, makam işgal edeni ve hatta “muteber” addedileni de vardı. Şehirden akan bu irin, dağı besliyor; dağdaki tehdit ise şehirdeki bu kirliliğin üzerini örtmek için bir bahane, bir sis perdesi vazifesi görüyordu.
“Yüz yıllık maskelerin düşmesi” tabiri, meselenin basit bir suçla mücadele olmadığını, tarihî bir hesaplaşma olduğunu gösterir. Bu, suyun yüzeyindeki köpüğü almak değil, bataklığın esasını (kökünü) kurutma mücadelesidir. “Kellerin ortaya çıkması”, artık hiçbir şeyin eskisi gibi saklanamayacağını, o sahte ve parlak maskelerin altındaki çıplak hakikatin ifşa olduğunu ilan etmektedir. Büyüyen ve bahçeyi saran o ayrık otlarının, hangi zehirli tohumları barındırdığı artık gün yüzü gibi aşikârdır.
Netice olarak, bir devlet için zahirî düşmanı mağlup etmek bir zaferdir; ancak dahilî fesadı ortadan kaldırmak, o devletin yeniden doğuşudur. Dağdaki eşkıyanın sesi kesilebilir, ancak şehirdeki eşkıyanın kurduğu düzen (nizam) çökertilmezse, o dağlar yeniden ses verir. Bugün yaşananlar, acı verici bir temizlenme, sancılı bir arınmadır. Zira patlayan kanalizasyonun etrafa saçtığı kirlilik ne kadar ağır olsa da, o borunun patlaması, temiz suyun akacağı yeni bir yolun açılması için bir mecburiyettir. Asıl ibret; görünen düşmandan ziyade, dost görünen haini, içerideki çürümeyi fark edebilmektedir.
🖋️ Makalenin Özeti
Bu makale, Türkiye’nin yakın dönem iç güvenlik stratejilerini iki farklı dönem üzerinden analiz etmektedir.
Süleyman Soylu dönemi, önceliği “dağdaki eşkıya”ya (zahirî terör) vererek bu tehdidin bertaraf edilmesine odaklanmıştır.
Ali Yerlikaya dönemi ise, dikkatleri “içerideki eşkıya”ya (organize suç, yolsuzluk, rüşvet ve dış bağlantılı yapılar) çevirmiştir.
Makale, “yüz yıllık kanalizasyonun patlaması” metaforu üzerinden, içerideki kirliliğin ve suç ağlarının, aslında dağdaki terörü besleyen asıl kaynak olduğunu savunmaktadır. Şehirlerdeki bu dahilî çürümenin, dağdaki tehditten daha tehlikeli hâle geldiği ve son dönemdeki operasyonların bu “yüz yıllık maskeleri” düşürerek bir arınma sürecini başlattığı tasvir edilmektedir.
Makalenin ana fikri, bir devletin gerçek gücünün, zahirî düşmanları yenmekten ziyade, dahilî fesadı ve çürümeyi ortadan kaldırma kabiliyetinde yattığıdır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
29/10/2025




Celladına Âşık Olanlar

Celladına Âşık Olanlar

Bazı milletler vardır ki, düşmanını bile tanımaz.
Kendisine pranga vuran eli, dost zanneder.
Kendini ezenin çizmesini medeniyet sayar.
İşte o vakit akıl sürgüne, vicdan ise zindana düşer.
Bir asırdır bu milletin bağrına saplanan hançer, yalnız dışarıdan değil, içeriden de kanatmaktadır.
Bombalar gökten değil, zihinden yağmaktadır.
Kimin dost, kimin düşman olduğu birbirine karışmıştır.
Celladına meftun olmak — belki de budur:
Seni sömüreni savunmak, seni vuranı alkışlamak, seni inkâr edeni “özgürlük kahramanı” diye anmak.
Bir zamanlar ecdadının kanını dökenlerin torunları, bugün “medeniyetin bekçileri” kisvesiyle arz-ı endam ediyor.
Onların işlediği cinayetleri, onların ağzından dinleyen bir nesil var karşımızda.
Kendi tarihine, kendi kahramanına yüz çeviren; katilini “aydın”, mazlumunu “zalim” ilan eden bir şaşkınlık hâli…
İşte celladına âşık olmak, işte bu aklî zelzeledir.
Oysa Dersim hâlâ konuşuluyor; belgeler konuşuyor, tanıklar susmuyor.
Ama birileri, “unutalım, kapatalım, konuşmayalım” diyor.
Unutturmak isteyenlerin maksadı bellidir:
Unutulan mazlumiyet, bir daha yaşanır.
Unutulan ihanet, yeniden hortlar.
Bütün bu hâller, sadece tarihî bir körlük değil, aynı zamanda manevî bir hastalıktır.
Zira insan, hakikate sırt döndükçe yalanı gerçek zannetmeye başlar.
Birilerinin kini, bir başkasının gözünü kör eder.
Kimi Şah İsmail hatırasıyla yanar, kimi Yavuz’un gölgesinden hınç duyar.
Ama ne yazık ki her iki taraf da aynı oyunun piyonudur.
Kimi celladına yaranmak için kendi kardeşine taş atar,
kimi efendisinin menfaati için milletini karalar.
Ve bütün bu hengâmede, hakikat susar.
Susar; çünkü kalabalıklar artık duymak istemez.
Çünkü kandırılan, kandırıldığını kabullenmek istemez.
Evet, celladına âşık olmak, bir milletin en büyük felaketidir.
Çünkü bu hâl, düşmanı dost, ihaneti fazilet, esareti özgürlük zannettirir.
Sonunda kılıcı bileyen cellat değil, kendi ellerimiz olur.

Hülâsa (Özet)
• Celladına âşık olmak, mazlumun zalimi sevmesi, kendini ezenin himayesinde kurtuluş aramasıdır.
• Bu hâl, sadece siyasî değil, aynı zamanda zihnî ve manevî bir esaret hâlidir.
• Tarihte yaşanan olaylar (Dersim gibi) belgelerle ortadadır; buna rağmen yapanın unutturulmak istenmesi ve birde ona yamanılması büyük bir şuur kaybıdır.
• Dış düşman kadar, içerdeki gaflet de tehlikelidir.
• Asıl kurtuluş; geçmişle yüzleşmek, hakikati eğmeden, bükmeden kabullenmektir.
• Millet celladına değil, kendi özüne, kendi hakikatine meftun olmalıdır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
29/10/2025




Nar (نار) ve Nur (نور) Arasındaki Fark: Zıtlık (Tezat)

  1. Nar (نار) ve Nur (نور) Arasındaki Fark: Zıtlık (Tezat)

    Bu ikili, varoluşun iki zıt kutbunu temsil eder: Biri yakıcılık ve yokluk, diğeri aydınlatıcılık ve varlıktır.

    **Nar (Ateş):**
    * **Lügat Manası:** Ateş, alev.
    * **Istılahî (Terminolojik) Manası:** Kelam ve tefsir ilminde “Nar,” genellikle Allah’ın *gazap* ve *celal* sıfatlarının bir tecellisi olarak *Cehennem* ve *azap* manasında kullanılır.
    * **Mecazî Manası:** Tasavvufta ve edebiyatta, *nefsin* yakıcı hırsları, *şehvet*, *kibir* (enaniyet) ve *dünyevi tutkular* için de “nar” tabiri kullanılır. Aynı zamanda *pişmanlığın* yakıcı ateşini de ifade edebilir.
    * **Mahiyeti:** Nar’ın temel vasfı *yakmak*, *yok etmek* ve *ıstırap* vermektir. Zulmetin (karanlığın) ve kaosun bir sembolüdür.

    **Nur (Işık):**
    * **Lügat Manası:** Işık, aydınlık.
    * **Istılahî (Terminolojik) Manası:** Nur, Allah’ın “en-Nûr” ism-i şerifinin bir tecellisidir. O, *hidayetin*, *ilmin*, *marifetin* (Allah’ı bilme) ve *imanın* kaynağıdır. Kur’an-ı Kerim, “Nur” olarak vasfedilir (Maide, 15); Peygamber Efendimiz (s.a.v.) “Sirâc-ı Münîr” (Nûr saçan kandil) olarak anılır.
    * **Mecazî Manası:** Akıl, basiret, ilham ve *hayatın* kendisidir. Varlığın hakikatini gösteren bilgidir.
    * **Mahiyeti:** Nur’un temel vasfı *aydınlatmak*, *göstermek*, *hayat vermek* ve *huzur* bahşetmektir. Varlığın ve hidayetin sembolüdür.

    **Özetle Fark:** Nar, celalin ve azabın; Nur ise cemalin ve rahmetin tecellisidir. Nar karanlıktır (kendi ışığı olsa da etrafını aydınlatmaz, yakar), Nur ise aydınlıktır.

    ### 2. Aşk (عشق) ve Muhabbet (محبة) Arasındaki Fark: Derece (Mertebe)

    Bu ikili, Nar ve Nur gibi keskin bir zıtlık taşımaz. Bilakis, Aşk, Muhabbet’in en ileri, en şiddetli ve *ifrat* (aşırı) mertebesidir. Biri sevginin temeli, diğeri zirvesidir.

    **Muhabbet (Sevgi, Dostluk):**
    * **Lügat Manası:** Sevgi, sevmek, dostluk, bağlılık. Kökü “Hubb”dur.
    * **Istılahî Manası:** Muhabbet, *şuurlu* bir sevgidir. Akla, *marifete* (bilgiye) ve *ihtiyara* (iradeye) dayanır. Bir şeyin veya bir zatın güzelliğini, kemalini veya ondan görülen iyiliği (ihsanı) idrak etmekle kalpte doğan *mutedil* (dengeli) ve *devamlı* bir meyil ve bağlılıktır.
    * **Mahiyeti:** Muhabbet’te *şefkat*, *saygı*, *sadakat* ve *huzur* vardır. *Allah’a muhabbet*, O’nun emirlerine uymayı, O’nu tanımayı ve O’nun rızasını aramayı ihtiva eder. Geniş ve sakin bir nehir gibidir.

    **Aşk (Şiddetli Sevgi, Tutku):**
    * **Lügat Manası:** Lügatte “aşaka” (سارماشق) kelimesinden geldiği rivayet edilir. Sarmaşık, ağacı nasıl sarar, onun suyunu emer, onu kurutur ve benliğini yok ederse, Aşk da âşık’a aynısını yapar.
    * **Istılahî Manası:** Aşk, sevginin *ifrat* mertebesi, yani *taşkın* ve *kontrol edilemeyen* halidir. Muhabbet’in aksine, Aşk genellikle *aklı* ve *iradeyi* devre dışı bırakır.
    * **Mahiyeti:** Aşk’ta *heyecan*, *ıstırap*, *kendinden geçme* (vecd) ve *maşukta fani olma* (yok olma) arzusu vardır. Âşık, maşuktan başka her şeyi unutur (masiva). Bu yönüyle yakıcıdır; *âşık’ın enaniyetini* (egosunu) yakıp kül eder. Bu sebeple tasavvufta Aşk, mecazî (beşerî) dahi olsa, *Aşk-ı Hakikî’ye* (Allah Aşkı’na) bir köprü olarak görülmüştür. Aşk, *yakıcı bir ateş* gibidir.

    **Özetle Fark:**
    1. **Şuur:** Muhabbet *şuurlu* ve *mutedildir*. Aşk *şuursuz*, *taşkın* ve *ifrat* halindedir.
    2. **Akıl:** Muhabbet akıl ile dosttur. Aşk, aklı *esir alır* veya *dışarıda bırakır*.
    3. **Hal:** Muhabbet *huzur* ve *itminan* verir. Aşk ise *ıstırap*, *huzursuzluk* ve *daimi bir arayış* verir.
    4. **İlişki:** Her aşkta muhabbet vardır ama her muhabbette aşk yoktur. Muhabbet temel, Aşk zirvedir.

    ### Nihai Cevap (Sentez)

    Bu iki ikiliyi birleştirdiğimizde şu hikmetli bağlantıyı görebiliriz:

    **Muhabbet, “Nur” gibidir:** Aydınlatır, yol gösterir, şuurludur, istikamet verir ve huzur bahşeder.
    **Aşk ise “Nar” gibidir:** Yakıcıdır, iradeyi elden alır, âşık’ın benliğini eritir, ıstırap verir ama bu ateş (eğer Hakikî Aşk ise) *temizleyici* ve *yükseltici* bir ateştir.

    Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
    29/10/2025




Allah (Vacibü’l-Vücud) Açısından Varlık ve Yokluk

  1. Allah (Vacibü’l-Vücud) Açısından Varlık ve Yokluk

    Allah’ın Zâtı, “Vacibü’l-Vücud”dur. Yani O’nun varlığı zâtîdir, kendindendir; var olmak için başka hiçbir şeye muhtaç değildir. O’nun varlığı ezelî ve ebedîdir; yokluk (adem) O’nun Zâtı için muhaldir (imkânsızdır).

    Bu açıdan bakıldığında, Allah ile “yokluk” arasında bir *muhtaçlık* veya *zıddiyet* irtibatı değil, bir *hâkimiyet* ve *fiil* irtibatı vardır.

    * **Yokluk, Kudret’e Engel Değildir:** Allah için “yokluk”, varlığın zıddı olan bir “rakip” veya “engel” değildir. Yokluk, Cenâb-ı Hakk’ın Kudret-i Ezeliye’sinin tecellî edeceği, iradesinin hükmedeceği mutlak bir hiçlik sahasıdır.
    * **İlim ve İrade İrtibatı:** Mahlukat, haricî (dış) vücud bulmadan evvel, Allah’ın İlm-i Ezelî’sinde (ezelî ilminde) takdir edilmiş planlar ve malumat halindedir. Buna “vücud-u ilmî” (ilmî varlık) denir. Cenâb-ı Hak, hikmetiyle bu ilmî varlıklardan dilediğine, dilediği zamanda “vücud-u haricî” (dış varlık) vermeyi *ihtiyar* (tercih) eder.
    * **İrtibatın Adı: “İcad” (Yaratma):** Allah açısından yokluk ile varlık arasındaki irtibat, O’nun “İcad” fiilidir. Bu, “adem” (yokluk) karanlığından “vücud” (varlık) nuruna çıkarma fiilidir. Varlık (vücud) *hayr-ı mahz* (mutlak iyilik), yokluk (adem) ise *şerr-i mahz* (mutlak kötülük ve hiçlik) olarak kabul edilir. Allah’ın yaratması, daima hayrı ve varlığı tercih etmesidir.

    Bu irtibatın en veciz tasviri, Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyurulur :

    > **”O, bir şey yaratmak istediği zaman O’nun buyruğu sadece ‘Ol!’ demektir, hemen oluverir.”** (Yâsîn, 36:82)

    Allah için bu geçiş, “Kün!” (Ol!) emri kadar kolaydır. İrtibat, mutlak Kudret’in mutlak İrade ile yokluğa hükmetmesidir.

    ### 2. Mahlukat (Mümkinü’l-Vücud) Açısından Varlık ve Yokluk

    Mahlukatın tamamı “Mümkinü’l-Vücud”dur. Yani varlığı da yokluğu da zâtında mümkündür; varlığı kendinden değil, başkasındandır (Allah’tandır). Varlığı *hâdis* (sonradan olma) ve *ârızîdir* (geçicidir).

    Bizim açımızdan “yokluk”, bir *geçmiş* ve bir *ihtimaldir*. İrtibatımız ise *mutlak muhtaçlık* (iftikar) ve *minnettarlıktır*.

    * **Mutlak İftikar (Muhtaçlık) İrtibatı:** Mahlukat, var olmak için Vacibü’l-Vücud’a muhtaçtır. Sadece var olmak için değil, varlıkta *devam etmek* için de O’na muhtaçtır. Allah’ın “Kayyûm” isminin tecellîsi bir an kesilse, bütün kâinat tekrar yokluğa (ademe) düşer. Varlığımız, O’nun iradesine bağlı pamuk ipliği gibidir.

    * **Yokluğun Dehşeti ve Varlığın Nimeti:** Mahlukat açısından yokluk, mutlak bir karanlık, hiçlik, unutuluş ve dehşettir. Varlık ise Cenâb-ı Hakk’ın bize bahşettiği en büyük nimet, en kıymetli sermayedir. Biz, yoklukta iken “anılan bir şey” dahi değildik.

    Bu hakikat, Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle hatırlatılır :

    > **”İnsanın üzerinden, henüz kendisinin anılan bir şey olmadığı uzun bir süre geçmemiş midir?”** (İnsân, 76:1)

    Bu ayet, bizim yoklukla olan irtibatımızın başlangıcını, yani yokluktan varlığa çıkarılışımızı tasvir eder.

    ### Risale-i Nur Perspektifinden İrtibatın Tahlili

    Risale-i Nur Külliyatı, bu meseleyi “mümkinat” (mümkün olanlar, mahlukat) zaviyesinden derinlemesine izah eder. Mümkinatın varlığı ve yokluğu, zâtı açısından eşittir (mütesâvîdir). Yani, var olmaları için ne kadar sebep varsa, yoklukta kalmaları için de o kadar sebep vardır; kendi başlarına birini diğerine tercih edemezler.

    Bu noktada “irtibat”ı kuran, bir “Mûcid” (Var edici) ve “Müreccıh” (Tercih edici) olan Allah’ın iradesidir.

    Bediüzzaman Hazretleri bu irtibatı özetle şöyle izah eder:

    > “Gelelim imkân bahsine.
    Mütekellimîn demişler ki:
    “İmkân, mütesâviyyü’t-tarafeyndir. Yani, adem ve vücud, ikisi de müsâvi olsa, bir tahsis edici, bir tercih edici, bir mûcid lâzımdır. Çünkü, mümkinât birbirini icâd edip, teselsül edemez. Yahut, o onu, o da onu icâd edip, devir sûretinde dahi olamaz. Öyle ise, bir Vâcibü’l-Vücud vardır ki, bunları icâd ediyor.”
    >
    > *(Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, 626)*

    Bu iktibastan anlaşıldığı üzere:

    1. Mahlukatın yapısı, hem yokluğa (adem) hem varlığa (vücud) eşit mesafededir.
    2. Ancak biz şu an *varız* (vücuddayız).
    3. Varlığın yokluğa *tercih edilmesi*, zarurî olarak bir “Tercih Edici”yi (Allah’ı) isbat eder.

    ### Netice

    Toparlayacak olursak:

    1. **Allah açısından** varlık ile yokluk arasındaki irtibat; *İlim*, *İrade* ve *Kudret*’in tecellîsi olan “İcad” fiilidir. Yokluk, O’nun kudretine tâbi olan bir hiçliktir.
    2. **Mahlukat açısından** varlık ile yokluk arasındaki irtibat; *mutlak iftikar* (muhtaçlık), *minnet* ve *şükürdür*. Varlık, yokluğun dehşetinden kurtuluş ve en büyük ilâhî ihsandır.

    Varlık, yokluğa giydirilmiş, Sanatkâr’ını gösteren mucizevî bir sanat libasıdır.

    Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
    29/10/2025




Sözün Bittiği Yerde: Zulmün Gölgesinde Doğan İttihad-ı İslâm

Sözün Bittiği Yerde: Zulmün Gölgesinde Doğan İttihad-ı İslâm

Sözün bittiği yer, kalemin sustuğu, gözyaşının kelâm olduğu yerdir.
O yer; Gazze’nin, çocuk çığlıklarının, enkaz altında “Lâ ilâhe illallah” diyenlerin sesidir.
Artık dünyaya seslenmenin bir faydası kalmamıştır. Çünkü insanlık vicdanını değil, menfaatini dinlemektedir.
Yeryüzü bir kez daha Firavunların gölgesinde kalmıştır.
Firavun değişmiş, ama zulmün rengi değişmemiştir.
Musa’nın asası ise, bu defa ümmetin sabrına, metanetine ve duasına dönüşmüştür.
Bugün İsrail’in bombaları sadece Gazze’yi değil, insanlığın vicdanını da delik deşik etmektedir.
Lakin herkes bilmektedir ki bu zulüm sadece mazluma değil, zalime de ağır bir yük olur.
Çünkü zulüm; kendi sahibini kemiren bir yılandır.
Mazlumun ahı, arşa yükselir; zalimin saltanatı ise kendi yıkılışını hazırlar.
ABD’nin himayesi, Batı’nın sessizliği, Hristiyan âleminin rızasıyla işlenen bu vahşet; insanlık tarihine kara bir leke olarak kazınmıştır.
Artık kınama metinlerinin hükmü yoktur.
Artık diplomatik sözlerin, toplantıların, açıklamaların bir anlamı kalmamıştır.
Çünkü dünya, kınayan değil; zulme dur diyen bir ses beklemektedir.
İsrail, her defasında barışın elini tutar gibi yapıp, o eli kana bulamıştır.
Onun anladığı tek dil, kuvvettir.
Ve ne acıdır ki bu kuvvet, zulümle yoğrulmuş, nefretle beslenmiştir.
Fakat tarih şahittir ki, hiçbir zulüm ebedî olmamıştır.
Nemrut’un ateşini suya çeviren Kudret, Firavun’un ordusunu denizde boğan Adalet, elbette bu zulme de seyirci kalmayacaktır.
Çünkü Allah Sabûr’dur, ama Gafûr olduğu kadar Kahhâr’dır da.
İmtihan verir, mühlet tanır, fakat ihmal etmez.
Bugün İslâm dünyası dağınıktır, paramparçadır, menfaatin esiridir.
Lakin zulüm birleştiricidir.
Zulüm, dağınık gönülleri bir araya getiren gizli bir mıknatıstır.
Gazze’nin harabesinde, ümmetin dirilişi için yeni bir ruh doğmaktadır.
İttihad-ı İslâm artık bir tercih değil, bir mecburiyettir.
Zira tek tek vurulmak, birliğin mecburiyetini gösterir.
Eğer bu ümmet bir gün tekrar yekvücut olursa, o gün sadece mazlumlar değil, insanlık da kurtulacaktır.
Çünkü İslâm, sadece Müslümanların değil, insanlığın vicdanıdır.
Ve o vicdan tekrar konuşmaya başladığında, Firavunlar bir bir çökecek, Nemrutların ateşi tekrar suya dönecektir.
İşte o vakit söz yeniden başlayacak;
Ve kelâm, “Zulüm payidar olamaz!” hakikatini bir kez daha haykıracaktır.

Hülâsa (Özet):
Dünya, artık kınama ve cezaların hükmünü yitirdiği bir zamandadır.
ABD ve İsrail’in zulmü, insanlık vicdanını susturmuş, barışın maskesini düşürmüştür.
Gazze’de akan kan, İslâm dünyasının dağınıklığını bir araya getiren bir uyarıdır.
Zulüm, birliğin mayası hâline gelmiştir.
İttihad-ı İslâm, artık bir hayal değil; zarurî bir hakikattir.
Ve hakikatin sesi, Firavunların saltanatını mutlaka sona erdirecektir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
29/10/2025




Kanalizasyonun Patlaması: Dağdan Şehre İnen Eşkıya

Kanalizasyonun Patlaması: Dağdan Şehre İnen Eşkıya

 

Her milletin tarihinde öyle devirler vardır ki, kir birikir, pas kalınlaşır, maskeler yıllarca cilâlanır da hakikat bir türlü görünmez. Fakat bir gün gelir, zamanın dişlisi dönmeye başlar; pası kazır, kiri döker, maskeyi yırtar. İşte Türkiye de o devrini yaşıyor.

Yağan rahmet yağmurları yüzlerdeki boyaları giderip, gerçek yüzleri ortaya çıkardı.

Bir zamanlar dağlarda yankılanan silah sesleri, aslında şehirdeki karanlık sofralarda pişen ihanetin yankısıydı. Dağdaki eşkıya, şehrin kucağında beslenmiş, şehrin artığıyla semirmişti. Fakat o günlerde milletin nazarı dağa çevrilmişti. Gözler dağdaki kurdu izlerken, şehrin kalbindeki çakallar post değiştirip sokağa inmişti.

Süleyman Soylu döneminde dağdaki ateşin üstüne su serpildi. Terörün dişleri sökülürken, millet derin bir nefes aldı. Ancak o mücadele, aynı zamanda içerideki bataklığa da bir işaret fişeğiydi. Çünkü görüldü ki, dağdaki terörü doğuran rahim, şehirdeki ihanetti.

Sonra nöbeti devralan Ali Yerlikaya, bu defa dağdan gelen sisin şehre çökmüş tortularına yöneldi. Zira artık içerde, kılıfına uydurulmuş bin çeşit terör vardı. Dosyalarda değil, masalarda; dağlarda değil, makam odalarında; hendeklerde değil, ihale ve rüşvet ağlarında…

Ajanlıkla ticaret, yolsuzlukla bürokrasi, kumarla spor, propaganda ile medya iç içe geçmişti.

Bir milleti çökertmek için dağdaki silah değil, şehirdeki kalem, mikrofon ve imza daha öldürücü olabiliyordu. İşte bugün, yüz yıllık kanalizasyon patlamışsa; bu, yüz yıl boyunca temizlenmemiş vicdanların, hesabı sorulmamış kirlerin ve iltimasla sıvanmış duvarların sonucudur.

Maskeler düştü.

Keller göründü.

Artık kimse aynadan kaçamıyor.

Bir milletin dirilişi, önce kendi pisliğini görmesiyle başlar. Dağdaki düşmanı yenenler, şimdi şehrin içindeki düşmanla imtihan olunmaktadır.

Zira dışarıdaki düşman, içerideki hainle el ele vermezse hiçbir şey yapamaz.

Asıl savaş, siperin ötesinde değil, sinesinin içindedir.

Bu hâl bize şunu fısıldıyor:

Temizlik, bir defalık değil, daimîdir.

İçteki pas temizlenmedikçe, dışarıdaki toz silinmez.

Ve eğer şehirdeki ihanet sızarsa, dağdaki eşkıya tekrar iner.

Çünkü biri diğerinin aynasıdır.

 

Hülâsa (Özet)

 

* Dağdaki terörle mücadele dönemi (Süleyman Soylu devri), dış düşmanın safında başarı kazandırdı.

* Fakat görüldü ki içerideki kokuşmuşluk, dışarıdakinden daha tehlikelidir.

* Ali Yerlikaya dönemiyle birlikte, içerideki kirli ağlar, örgütlü yapılar, gizli şebekeler deşifre edilmeye başlandı.

* Ortaya çıkan manzara, yüz yıllık bir kanalizasyonun patlaması gibi oldu; yolsuzluk, rüşvet, ihanet, ajanlık ve kumar gibi içtimaî hastalıklar saçıldı.

* Bu tablo, bir milletin arınma devresidir. Çünkü hakikat, ancak kir yüzeye çıkınca görünür.

* Gerçek temizlik, sadece dağda değil, şehirde; sadece dışta değil, içte başlar.

 

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

29/10/2025




Asırlık Prangalar ve Bir Milletin Uyanışı: Küllerinden Doğrulmanın Hikmeti

Asırlık Prangalar ve Bir Milletin Uyanışı: Küllerinden Doğrulmanın Hikmeti

Tarih; milletlerin sadece zaferlerini değil, aynı zamanda en derin imtihanlarını, en çetin mücadelelerini ve varlıklarını idame ettirme gayretlerini de kaydeder. Cihan şümul bir imparatorluğun bakiyesi üzerine kurulan genç Türkiye Cumhuriyeti için geçen bir asır, sadece bir devlet inşa etme süreci değil, aynı zamanda hem dahilî hem de haricî sayısız tazyike karşı bir “beka” mücadelesi olmuştur. Bu, kökleri derinlere uzanan bir ağacın, dört bir yandan sarıldığı sarmaşıklardan kurtulma çabasının hikâyesidir.
Bir asırlık bu uzun ve meşakkatli yolculuk, adeta “gizli bir kuşatma” altında geçmiştir. Milletin iradesini ve manevi dinamiklerini hedef alan bu kuşatma, çok katmanlı bir yapı arz etmiştir. Bir yanda, milletin tabiatına aykırı ideolojilerin, “gizli komiteler” ve “dinsiz cereyanlar” suretinde manevi hayatı hedef alması; diğer yanda, jeopolitik satranç tahtasında Türkiye’yi piyonlaştırmak isteyen haricî güçlerin faaliyetleri yer almıştır. Soğuk Savaş devrinin “Gladyo” tertipleri, “derin devlet” olarak anılan gayrimeşru yapılar, NATO içindeki stratejik bağımlılıklar ve komünizmle mücadele adı altında tesis edilen fakat milletin kendi evlatlarını birbirine düşüren dernekler, bu kuşatmanın en görünen veçheleriydi.
Bu yapılar, milletin enerjisini tüketmek için en tesirli silahı, yani “fitneyi” kullanmıştır. Darbeler, askeri müdahaleler, siyasi istikrarsızlıklar ve “sağ-sol,” “Alevi-Sünni,” “Türk-Kürt” gibi suni ayrımlar üzerinden körüklenen iç kavgalar, Türkiye’nin ayağındaki en ağır prangalar olmuştur. JİTEM, PKK, FETÖ, İŞİT gibi terör şebekeleri ve bunların ardındaki CIA, MOSSAD, M16 gibi dış istihbarat servislerinin faaliyetleri, bu asırlık senaryonun farklı aktörleri olarak sahne almıştır. Maksat tekti: Kendi medeniyet havzasından koparılmış, tarihi iddialarından vazgeçmiş, enerjisi içeride tüketilmiş ve “eli kolu bağlı” bir Türkiye. Bu hal, milletin olumlu bir adım atmasını, külli bir kalkınmaya girişmesini ve mazlum coğrafyalara umut olmasını engellemeye matuftu.
Ancak tarih, aynı zamanda büyük uyanışların da şahididir. Milletlerin hafızası, onlara yapılanı unutmaz; sadece doğru anı bekler. Özellikle 15 Temmuz 2016’da yaşanan hadise, bu milletin tarihinde bir “ibret” vesikası ve bir “kırılma” noktası olmuştur. O gece, millet, bedenini tanklara siper ederken, aslında asırlık “vesayet” zincirine karşı bir irade beyanında bulunmuştur. Bu hadise, “ajanlık faaliyetlerinin” en cüretkâr halinin deşifresi olmuş; devletin kılcal damarlarına sızmış yapıların ve “gizli mason komiteleri” gibi perde arkası unsurların tasfiyesi için zaruri bir zemini hazırlamıştır. MOSSAD ajanlarının deşifresi veya farklı odakların tutuklanması gibi haberler, bu büyük temizliğin sadece görünen tezahürleridir.
Bugün Türkiye, o “yüz yıllık uykudan” uyanmış, toparlanmaya ve etrafını yeniden görmeye başlamıştır. Bu uyanış, sadece dahilî bir temizlikten ibaret değildir. Asıl mühim olan, Türkiye’nin kendi “aslına” rücu etme gayretidir. Bu gayret, Batı’nın çizdiği dar kalıpları reddederek, yüzünü yeniden İslam ve Türk dünyasına dönmesinde tecelli etmektedir. Kardeş ve dost devletlerle kurulan stratejik bağlantılar, pasif bir bekleyişten “toplu bir ayağa kalkışa” geçişin işaretidir.
Lakin yolun sonuna gelinmemiştir. Zincirler kırılmaya başlanmış, ancak tam manasıyla sökülüp atılmamıştır. Uyanış gerçekleşmiş, ancak yola yeni girilmiştir. Bu süreçte, eski alışkanlıkların, eski yapıların ve “son kalıntıların” ortaya dökülmesi, temizliğin derinleştiğini göstermektedir. Bu, sancılı bir doğumdur.
İbret şudur ki; bir milletin en büyük gücü, ne ordusudur ne de iktisadi zenginliği. Bir milletin asıl kudreti, tarih şuurunda, manevi bağlarının kuvvetinde ve “birlik” olabilme kabiliyetinde gizlidir. Türkiye’nin asırlık kuşatmadan kurtulup kurtulamayacağı, bu temel dinamikleri ne kadar ihya edebildiğine bağlıdır. Düşmanını tanıyan, dostunu bilen ve en mühimi “kendini bilen” bir millet, eninde sonunda prangalarını kırar ve tarih sahnesindeki şerefli mevkiine yeniden kavuşur.
📰 Makale Özeti
Bu makale, Türkiye’nin son yüz yıllık tarihini, “maddi ve manevi bir kuşatma” olarak tahlil etmektedir. Bu süreçte derin devlet, Gladyo, gizli komiteler, darbeler, terör örgütleri (PKK, FETÖ, İŞİT) ve dış istihbarat servisleri (CIA, MOSSAD) gibi dahilî ve haricî unsurların, ülkenin enerjisini tüketerek ilerlemesini engellediği vurgulanmaktadır.
Makaleye göre, özellikle 15 Temmuz hadisesi, bu asırlık kuşatmaya karşı milletin bir “uyanışı” olmuş ve gizli yapıların deşifre edilip tasfiyesine zemin hazırlamıştır.
Günümüzde Türkiye’nin bu “zincirlerden sıyrılmaya” başladığı, kendi aslına dönerek İslam ve Türk devletleriyle bağlantı kurarak “toplu bir ayağa kalkış” arayışında olduğu belirtilmektedir. Ancak, bu mücadelenin henüz bitmediği, “son kalıntıların” temizlendiği sancılı bir yola yeni girildiği ifade edilerek, gerçek kurtuluşun tarih şuuruna ve milli ve manevi birliğe bağlı olduğu tespitiyle son bulmaktadır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
28/10/2025




Zincirlerinden Sıyırılan Bir Millet: Türkiye’nin Asırlık Uyanışı

Zincirlerinden Sıyırılan Bir Millet: Türkiye’nin Asırlık Uyanışı

Yüzyıllar boyu adaletin, merhametin ve hikmetin sancaktarı olan bu millet; son bir asırdır, görünmeyen ellerin kurduğu bir tuzağın, küresel bir çemberin içinde nefes almaya çalıştı.
Bir yanda derin devlet, gladyo ve gizli komiteler, diğer yanda mason locaları, CIA, Mossad, MI6, NATO merkezli şebekeler, ajan faaliyetleri ve dahili işbirlikçiler…
Hepsi tek bir hedefe yönelmişti:
Bu milletin imanını zayıflatmak, hafızasını silmek, tarihine düşman etmek, ruh kökünü koparmak ve “benliğini” eritmek.
Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren, “modernleşme” kisvesi altında manevî damarlar kurutulmak istendi.
Kur’ân’ın nuru yerine akılcılığın ve maddeciliğin karanlığı sokuldu.
“Din terakkiye mâni” diyen batı hayranı zümreler, milletin öz evlatlarını birbirine düşürdü.
Darbelere zemin hazırlandı, iç kavgalar körüklendi, her on yılda bir milletin iradesine pranga vuruldu.
Oysa bütün bu fitnelerin arkasında, küresel bir akıl, inkârcı bir sistem ve maneviyata düşman bir zihniyet vardı.

Milletin Dirilişi

Fakat bu millet, tarihte nice badirelerden geçmişti.
Moğol istilasına da, Haçlı seferlerine de, Balkan bozgunlarına da göğüs germişti.
Çünkü bu topraklarda sadece insanlar değil; iman, sabır ve kader şuuru da yoğrulmuştu.
15 Temmuz gecesi, asırlık bir uyanışın ilk işaretiydi.
Zira o gece sadece bir darbe değil; yüz yıllık bir plan da yerle bir oldu.
Millet, o gecede imanıyla tankları durdurdu, kalbiyle kurşunlara direndi.
Bu hâdise, asırlardır uyuyan bir ruhun yeniden dirilişiydi.
O günden sonra Türkiye, içindeki hastalıklı damarları temizlemeye başladı.
Mason localarından sızan karanlık eller, devletin damarlarından sökülmeye başlandı.
CIA’nın, Mossad’ın, FETÖ’nün ve Gladyo’nun kaleleri birer birer yıkıldı.
Bu, sadece siyasî bir temizlik değil; manevî bir arınmaydı.

Yeni Dönem: Diriliş ve Dayanışma Çağı

Bugün Türkiye, etrafındaki İslâm devletleriyle yeniden bağ kurmaya, mazlum milletlerle cihanşümul bir kardeşlik inşa etmeye başlamıştır.
Türk dünyasıyla, İslâm coğrafyasıyla, Asya ve Afrika’daki mazlum halklarla tek bir ses, tek bir nefes olmaya yönelmiştir.
Bu uyanış, sadece siyasî bir diriliş değil; imanî, ahlakî ve kültürel bir silkiniştir.
Çünkü bir milletin gerçek gücü, tankta değil; imanında ve ahlakında gizlidir.
Ve Türkiye artık bunu idrak etmektedir.
Lâkin hâlâ zincirlerin son halkaları çözülmektedir.
Hâlâ medyasında, kültüründe, eğitiminde o gizli ellerin izleri sürmektedir.
Fakat bu defa fark vardır:
Millet uyanmıştır, oyun görülmüştür, perde yırtılmıştır.

Hikmetli Sonuç

Bediüzzaman Said Nursî’nin ifadesiyle:
“İstikbal yalnız ve yalnız İslâmiyet’in olacak. Ve hâkim, hakaik-i Kur’aniye ve imaniye olacak.”

Evet, Türkiye bir asırdır zincirlerle bağlanmış, fakat zincirleriyle beraber büyümüş bir çınardır.
Şimdi o zincirleri koparmakta ve köklerine yeniden dönmektedir.
Bu diriliş, bir milletin değil; bir ümmetin dirilişidir.
Ve bu dirilişin adı iman, birlik, hikmet ve izzettir.

Hülasa (Özet):

Türkiye, yüz yıldır iç ve dış mihrakların kurduğu görünmez zincirlerle maddî ve manevî olarak kuşatılmıştır.
Derin devlet yapılanmaları, yabancı istihbaratlar, masonik ağlar ve içteki işbirlikçiler, milletin benliğini söndürmeye çalışmıştır.
Ancak 15 Temmuz sonrası başlayan temizlik süreciyle Türkiye, hem devlet hem millet olarak yeniden dirilme sürecine girmiştir.
Bugün hâlâ bazı zincirler çözülmemiş olsa da, millet artık uyanmış, manevî şuuru yeniden canlanmıştır.
Bu uyanış, sadece Türkiye’nin değil, bütün İslâm âleminin geleceğine dair bir ümit ve yeniden doğuş işaretidir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
28/10/2025

 

 




İstidracın Mahiyeti ve Günümüzdeki Tezahürleri

İstidracın Mahiyeti ve Günümüzdeki Tezahürleri


(Nimet Görünümlü Azap, Gaflet Elbisesi İçinde Gelen İlâhî İkaz)

1. İstidrac Nedir?
“İstidrac (اِسْتِدْرَاج)”, lügat olarak “derece derece aşağıya çekmek, yavaş yavaş helake götürmek” demektir.
Kur’an’da bu kavram doğrudan geçmez; ancak fiil şekliyle şu ayette ifade edilmiştir:
“Onları bilmedikleri yerden yavaş yavaş azaba yaklaştıracağız.”
(A‘râf, 7/182 )
Yani Allah, bazen kulun günahına hemen ceza vermez; bilakis ona nimet, servet, makam, kudret verir.
Kul, bu nimetleri ilâhî rızanın işareti sanır; halbuki bunlar yavaş yavaş gelen bir azabın öncüleridir.

2. İstidracın Hikmeti: Mühlet Görünümlü İkaz

Allah Teâlâ, kulunu hemen cezalandırmaz.
Çünkü cezayı erteler, ta ki kul dönsün, tevbe etsin.
Ancak kişi, bu ertelemeden gafletle kibir doğurursa, o vakit nimet azaba dönüşür.
“Kendilerine mal ve oğullar vermekle, iyiliklerde onlar için acele ettiğimizi mi zannederler? Hayır; farkında değiller.”
(Mü’minûn, 23/55–56 )
Zalim, refah içinde yaşadıkça kendini güvende zanneder.
Hâlbuki bu, ilâhî tuzağın sessiz bir hazırlığıdır.

3. Nimetin Azaba Dönüşmesi: Manevî Kanun

Bir nimetin şükrü kesilirse, nimetin kendisi azabın aleti olur.
Bediüzzaman Said Nursî’nin ifadesiyle:
“Şükür nimeti ziyadeleştirir, gaflet ise kaçırır.”
Yani insan, nimetin sahibini unutunca, o nimet artık rahmet değil, bela olur.
İstidracın en derin tehlikesi de budur:
İnsan, nimet içinde azabı hissetmez; ama her gün, azaba biraz daha yaklaşır.

4. İstidracın Psikolojik ve Ahlakî Görünümü

İstidraca uğrayan insanlarda şu hâller görülür:
• Kibir: “Ben haklıyım, Allah beni sevmeseydi böyle olmazdı.”
• Gaflet: “Demek ki yaptıklarım yanlış olsa Allah beni cezalandırırdı.”
• Riya: “Halk beni alkışlıyor, demek doğru yoldayım.”
• Nankörlük: Nimetin sahibini değil, kendini öne çıkarır.
Bu hâllerin tamamı, manevî çöküşün basamaklarıdır.
Kulun kalbi kararır, farkında olmadan karanlığa adım adım iner.

5. Tarihten Misaller: İstidracla Gelen Helâk

🔹 Firavun’un Kudreti
Mısır’ın en güçlü hükümdarıydı.
Nehirleri kendine boyun eğdirmişti.
Ama ilâhî adalet ona mühlet verdi — tâ ki deniz, onun kabri olsun.

🔹 Kârûn’un Serveti
Malıyla övünüyordu; “Bu servet bana ilmimle verildi” diyordu.
Lakin Kur’an buyurur:
“Biz de onu ve sarayını yerin dibine geçirdik.”
(Kasas, 28/81 )
Kârûn’un zenginliği bir rahmet değil, istidracın son perdesiydi.

🔹 Ebu Leheb ve Ebu Cehil’in Makamı
Mekke’nin ileri gelenleriydi.
Ama o makamlar, bedbaht bir akıbetin zeminine dönüştü.
Kısa bir refah, ebedî bir felaket doğurdu.

6. Günümüzde İstidracın Tezahürleri
Bugün de istidrac; sadece bireylerde değil, toplumlarda ve devletlerde de görülür.

🔸 İktidar ve Güç Sarhoşluğu
Bir yönetici zulüm yapar, menfaat uğruna adaleti unutur.
Ama Allah hemen cezalandırmaz; tam tersine, o kişiye güç verir.
Bu, nimet değil, istidracın hazırlığıdır.
“Allah kimi şaşırtır ve saptırırsa, artık onu koruyup doğru yola iletecek bir dostu olmaz. Böyle zâlimlerin, azapla karşılaştıklarında: “Eyvâh! Dünyaya geri dönmenin bir yolu yok mu acaba?” diye feryat ettiklerini göreceksin.”
(Şûrâ, 42/44 )

🔸 Refah İçinde Çürüyen Toplumlar
Bazı milletler, teknolojide ve servette ilerler ama ahlakta ve maneviyatta çökerler.
Görünürde huzurludurlar, ama ruhen boşlukta, ahlaken bataktadırlar.
Bu hâl, medeniyet istidracıdır — nimetin azap hâline dönüşmesidir.

🔸 Bireysel Hayatta
Kişi günah işler, hiçbir şey olmuyor sanır.
Fakat bu, cezasızlık değil, uyarısız azaptır.
Kalbin katılaşması, tevbenin nasip olmaması, en ağır cezadır.
“Kalplerimiz katılaştı” dediler; hayır! Allah, küfürleri sebebiyle kalplerini mühürledi.
(Nisâ, 4/155 )

7. İstidracın İlâhî Denge İçindeki Yeri
İstidrac, ilâhî adaletin “görünmez yüzü”dür.
Zira Allah sadece cezalandırmaz; aynı zamanda kendi sünnetiyle insanı kendine bırakır.
Bu bırakılış, en ağır ilâhî cezalardandır.
“Kim Allah’ı unutursa, Allah da ona kendisini unutturur.”
(Haşr, 59/19 )
İşte bu unutuluş, manevî ölümün başlangıcıdır.
Kul, artık gafletin içinde yaşar; nimetin içindeki azabı fark edemez.

8. Kurtuluş Yolu: Şükür, Tevbe ve Uyanıklık
İstidrac’tan kurtuluşun yolu, nimetin şükrünü bilmek ve tevbe ile uyanmaktır.
Çünkü Allah’ın kapısı, iman edenler için daima açıktır.
“Ey kendi nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım!
Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin.”
(Zümer, 39/53 )
Şükür, nimeti rahmete çevirir;
tevbe, azabı rahmetle değiştirir.
Zira Allah’ın rahmeti gazabını geçmiştir.

9. Netice: Nimetin Şükrü, İstidracı Bozar
İstidrac, gafletle büyür; şükürle biter.
Allah bazen zalime mühlet verir, mazluma sabır.
Ama her mühletin sonu, mutlak bir hesap günüdür.
“Rabbin asla unutmaz.”
(Meryem, 19/64 )
O hâlde, nimet içinde gaflete düşen değil;
nimet içinde şükreden kurtulur.

Özet
• İstidrac, kulun nimet içinde helake sürüklenmesidir.
• Bu hâl, ilâhî adaletin gecikmesi değil, hikmetle tecellisidir.
• Nimetin şükrü kesildiğinde, nimet azap olur.
• Güç, servet, refah; şükürsüz olursa, istidraca dönüşür.
• Günümüzde birey, toplum ve devletler; nimet imtihanıyla sınanmaktadır.
• Kurtuluş, şükür, tevbe ve uyanıklıkla mümkündür.
• Allah imhal eder, ama ihmal etmez; mühlet verir, fakat hesabı mutlaka görür.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
28/10/2025




Allah İmhal Eder, Lâkin İhmal Etmez

Allah İmhal Eder, Lâkin İhmal Etmez


(İlâhî Adaletin Gecikmesi, Gözden Kaçmayan Bir Hikmettir)

Giriş: Sessizlik, Zulmün Zaferi Değil; İmtihanın Süresidir

Zaman zaman insan, zalimlerin dünyada el üstünde tutulduğunu, haksızların rahat yaşadığını, masumların ise çile çektiğini görür.
İlk bakışta bu manzara, “adalet nerededir?” sualini doğurur.
Fakat bu görünen sükût, ilâhî adaletin yokluğu değil, tecellisinin ertelenmesidir.
Kur’ân buyurur:
“Sakın Allah’ı, zalimlerin yaptıklarından habersiz sanma!
O, ancak onları öyle bir güne erteliyor ki, gözler dehşetten donakalacaktır.”
(İbrahim Sûresi, 14/42 )
Bu ayet, “Allah imhal eder, fakat ihmal etmez” düsturunun Kur’anî aslıdır.
Yani Allah mühlet verir; lakin bu mühlet, gaflet için değil, hikmet içindir.

1. Allah’ın Sabûr ve Ğaffâr İsimlerinin Tecellisi
Allah Teâlâ’nın Sabûr ismi, acele etmeden, kullarına mühlet vererek, onların pişmanlıkla dönmesini beklemesidir.
Yine Ğaffâr ve Tevvâb isimleriyle, günahkâra tevbe kapısını son ana kadar açık tutar.
“Eğer Allah insanları zulümleri yüzünden hemen cezalandırsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı kalmazdı.
Fakat onları belli bir süreye kadar erteliyor.”
(Nahl, 16/61 )
Bu erteleniş, affın ve rahmetin tezahürüdür.
Zira Allah, intikamla değil, ıslahla muamele eder.

2. İmtihanın Gereği: İçtekilerin Ortaya Çıkması

Cenâb-ı Hak, insanı imtihanla sınar.
Bu imtihan, sadece bilgi değil, kalbin içindekilerin fiile dökülmesi içindir.
“Allah, müminleri içinde bulunduğunuz hâl üzere bırakacak değildir.
Ta ki murdarı temizden ayırıncaya kadar.”
(Âl-i İmrân, 3/179 )
İmtihan, niyetlerin amele dönüşmesidir.
Bir kimsenin içinde gizlediği nifak, hırs, enaniyet veya ihanet; vakti gelince fiil hâline dökülür.
İşte Allah’ın mühlet vermesi, bu iç yüzlerin açığa çıkması içindir.

3. İstidrac: Gecikmiş Adaletin Gizli Azabı

Bazı zalimler, işledikleri kötülüklere rağmen refah içinde yaşarlar.
Oysa bu hâl, ilâhî rahmet değil, istidractır; yani azabın yavaş yavaş gelmesidir.
“Kâfirler için, bilmedikleri yerden azap yavaş yavaş gelir.”
(A‘râf, 7/182 )
İstidrac, imtihan süsüyle gelen bir ilâhî tuzaktır.
Kişi, yaptıklarıyla gururlanır; ama aslında azaba doğru yürür.
Zira Allah bazen cezayı, dünyevî refah perdesi altında verir.

4. İlâhî Hesabın Boyutu: Zamanla Değil, Ebediyetle Ölçülür

İnsan zamana bağlıdır, acelecidir.
Allah ise ebediyetin sahibidir; hesabı da ebed boyutundadır.
“Kâfirler sandılar ki, mühlet vermemiz onlar için hayırlıdır; hayır, sadece günahlarını arttırır.”
(Âl-i İmrân, 3/178 )
Zalim için geciken her nefes, biriken bir borçtur.
O borç, dünyada da, ahirette de ödenecektir.
Zira Allah, “Hesap görenlerin en süratlisidir.” (En‘âm, 6/62)

5. Tarihten İbretler: İlâhî Adaletin Tecellileri

Firavun, Musa’ya (a.s.) zulmettiğinde yıllarca tahtında kaldı;
ama sonunda denizde boğulurken “inandım” dedi, ve bu imanı kabul edilmedi.
Nemrud, İbrahim’i (a.s.) ateşe attı;
ama küçücük bir sineğin burnundan girip beynine inmesiyle helâk oldu.
Ebu Cehil, Mekke’nin efendisiydi;
ama Bedir’de bir kölenin kılıcıyla yere serildi.
Tarih şahitlik eder:
Zulüm uzun sürse de, sonu helâktir.
Zira “zulüm payidar olmaz.”

6. Sosyal ve Ahlakî Boyut: İlâhî Adaletin Toplumsal Yansıması

Bir toplumda adalet zayıflar, zulüm artarsa;
Allah o topluma fırsat verir, ama ihmal etmez.
“Bir beldeyi helâk etmek istediğimizde, oranın varlıklılarına emrederiz; onlar orada bozgunculuk yaparlar.
Böylece o belde üzerine hüküm hak olur ve biz onu yerle bir ederiz.”
(İsrâ, 17/16 )
İlâhî sünnet böyledir:
Toplum, adaleti yitirip zulmü normalleştirince, çöküş mukadder olur.
Fakat o çöküş, her zaman bir tufanla değil, bir gafletle gelir.

7. Günümüzde: Sabrın ve Umudun Hikmeti

Bugün zulmün, haksızlığın, yolsuzluğun, inkârın arttığını gören mü’min, ümitsiz olmamalıdır.
Çünkü Allah, adaleti erteleyebilir, ama terk etmez.
Zira Sabûr olan Allah, her şeyin hesabını en ince zerresine kadar görür.
“Kim zerre kadar hayır işlerse onu görür,
kim de zerre kadar şer işlerse onu görür.”
(Zilzâl, 99/7-8 )
İşte bu iki ayet, ilâhî adaletin nihai garantisidir.

🌾 Sonuç: Sessizlik İmtihan, Hesap Kesindir

Allah Teâlâ’nın gecikmesi, unutması değildir;
mühleti, fırsattır; sabrı, hikmettir; cezayı ertelemesi, tevbeye kapı bırakmaktır.
Ama o kapı kapanınca, adalet mutlak tecelli eder.
Zira “Allah imhal eder, fakat ihmal etmez.”

Özet
• İmhal, Allah’ın mühlet vermesidir; ihmal, cezayı tamamen terk etmesidir — ki Allah hiçbir şeyi ihmal etmez.
• Allah’ın Sabûr, Tevvâb, Ğaffâr, Adl isimleri, bu mühletin hikmetli bir rahmet olduğunu gösterir.
• İmtihanın sırrı, insanın içindekinin ortaya çıkmasıdır.
• İstidrac, görünüşte nimet, hakikatte azaptır.
• Tarih boyunca Firavun, Nemrud, Ebu Cehil gibi örnekler, ilâhî adaletin gecikmediğini isbat eder.
• Toplumların çöküşü, zulmün normalleştiği an başlar.
• Allah’ın hesabı ebedîdir, ve adalet mutlaka tecelli eder.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
28/10/2025




İLİMDE USÛL

İLİMDE USÛL

🌿 1. İlim ve Usûl-i İlim Nedir?
İlim (العلم)
İlim, “bir şeyi hakikati üzere bilmek” demektir. Yani eşyanın, hadiselerin, hükümlerin ve manaların nasıl olduğunu, neye dayandığını bilmektir.
Kur’ân, “اِنَّمَا يَخْشَى اللّٰهَ مِنْ عِبَادِهِ الْعُلَمٰٓؤُا”
“Allah’tan, kulları içinde ancak âlimler korkar.”
(Fâtır, 35/28 )
buyurarak, ilmi, takvâ ve marifetle doğrudan irtibatlandırır.

Usûl (الأصول)
Usûl kelimesi, “asıl, temel, kök, dayanak” mânâsındadır.
Usûl ilmi, herhangi bir ilmin nasıl öğrenileceğini, delillerinin nasıl değerlendirileceğini, hükümlerin nasıl çıkarılacağını gösteren disiplindir.
Yani usûl, ilme giden yolun ilmidir.

🌿 2. Hadis, Tefsir, Fıkıh ve Kelâm İlimleri
İlmin Adı / Konusu / Gayesi /Dayanağı /Hadis :Resûlullah’ın (asm) söz, fiil, takrir ve sıfatları
Sünneti tespit ve muhafaza
Rivayet ve sened
Tefsir: Kur’ân’ın mânâsıİlâhî maksadı anlamak
Kur’ân, Sünnet, Arap dili
Fıkıh :Şer’î amellerin hükümleri
Allah’ın emir ve nehiylerini bilmek
Kitap, Sünnet, İcma, Kıyas
Kelâm :İnanç esasları (itikad)
Allah’a iman ve tevhidi aklen isbat
Akıl ve nakil

🌿 3. Usûlü’l-Hadis, Usûlü’t-Tefsir, Usûlü’l-Fıkıh, Usûlü’l-Kelâm Nedir?
Bu dört usûl, ilmin metodolojisidir. Yani o ilmi nasıl anlayacağımızı, delili nasıl tartacağımızı, sahih ile zayıfı nasıl ayıracağımızı öğretir.

🔹 Usûlü’l-Hadis
• Rivayetlerin sahih, hasen, zayıf, mevzû oluşunu belirler.
• Sened (raviler zinciri) ve metin (lafız) tenkidini öğretir.
• Yani “hadis doğru mudur?” sorusuna cevap verir.
Olmasa, din adına birçok zayıf ve uydurma söz “hadis” diye dolaşırdı; dinin temelleri karışırdı.
🔹 Usûlü’t-Tefsir

• Kur’ân’ın lafız, siyak-sibak (öncesi-sonrası), nüzul sebebi, mekkî-medenî gibi yönlerini inceler.
• Nasıl tefsir edilir, hangi kaynakla yorum yapılır, ne kadar ictihad câizdir gibi sorulara cevap verir.
Olmasa, Kur’ân herkesin kendi anlayışına göre yorumladığı bir kitap hâline gelirdi.
“Kur’an bana göre şöyle der” sözü, dinin birliğini zedelerdi.

🔹 Usûlü’l-Fıkıh

• Hüküm çıkarma (istinbat) metodunu öğretir.
• Delillerin hiyerarşisini (Kitap, Sünnet, İcma, Kıyas) belirler.
• Lafızların mânâlarını, emir-nehiy, umum-husus, nasih-mensuh gibi kuralları açıklar.
Olmasa, herkes kendi zevkine göre hüküm çıkarır, “bana göre helâldir” derdi.
Bu da dinde anarşi doğururdu.

🔹 Usûlü’l-Kelâm

• İtikadî meselelerde delil ve istidlal yöntemini belirler.
• Akıl ile nakli nasıl uzlaştıracağını, Allah’ın sıfatlarını nasıl anlayacağını öğretir.
Olmasa, iman meselelerinde “yanlış inançlar (dogmalar)” yayılır,
sahih akide zayıflar, bid‘at fırkalar çoğalırdı.

🌿 4. Usûl İlmi Neden Ortaya Çıktı?

Başlangıçta, sahabe devrinde usûl ilmine ayrı bir ihtiyaç yoktu. Çünkü onlar:
• Kur’ân’ı nüzul bağlamında biliyorlardı,
• Hadisi doğrudan Resûlullah’tan işitiyorlardı,
• Arap dili ve kültürü içinde yaşıyorlardı.
Fakat:
• İslâm coğrafyası genişleyince,
• Arap olmayan kavimler Müslüman olunca,
• Mezhepler, fırkalar, yanlış anlayışlar ortaya çıkınca,
• İlimlerin dallanıp budaklanmasıyla birlikte,
Usûl ilimleri zaruret hâlini aldı.
Yani usûl ilimleri, İslâm ilimlerinin korunması için bir zırh ve mihenk olarak doğdu.

🌿 5. Olmasıyla Olmaması Arasındaki Fark

Durum / Sonuç /
Usûl varsa :İlim sağlam, delil geçerli, hüküm isabetlidir. Din korunur.
Usûl yoksa : Kişisel yorumlar, bid‘atler, zayıf rivayetler, yanlış tefsirler artar.
Din bozulur.
Usûl, ilimde adalet terazisidir.
Delilsiz söz, usûlsüz görüş, ölçüsüz hüküm “zulüm” olur.

🌿 6. Hasılı :

Usûlsüz vukuf, vukufsuz usûl gibidir; her ikisi de hatadır.
Yani usûl bilmeden ilim iddiası, temelsiz bina gibidir.
Usûl, ilmin mizânı ve istikametidir.

🌿 7. Sonuç (Hikmetli Bir Özet)

• İlim, hakikatin bilgisidir.
• Usûl, o hakikate giden doğru yoldur.
• Usûlsüz ilim, ışığı olmayan göz gibidir.
• İlmin usûlü, dinin korunması, düşüncenin selâmeti ve ümmetin birliği için zaruridir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
27/10/2025

 

 




KISKAÇ: İhanetin Kökü ve Milletin Direnişi

KISKAÇ: İhanetin Kökü ve Milletin Direnişi

Üst düzey bir Türk yetkili meslektaşı Abd’liye sorar;
Sizler devletine ihanet eden hainleri ne yapıyorsunuz?
Cevap nettir;
Bizden olursa öldürüyoruz, başkaları olursa besliyoruz.

Osmanlıda ecdad farklı ırk ve dinden insanla, insan gibi yaşadı.
Tek tük arızalar olsa, hain bulunsa da…
Son yüz ve yüz elli yılda olan kadar olmadı.
İçimizdeki azınlıkların Rum, ermeni,yunan, Yahudi,Hristiyan ve kripto azınlıklar.
Ayrı baş çekince, başlık teklif edilince bir kısmı ya kafa tutmaya veya ihanet etmeye başladı.
Bu milleti ve devleti kıskacı altına almaya ve azınlık hakimiyeti kurmaya başladılar.
Elbette sözüm hepsi için değil, ihanete ortak olanlar için.
Mileli sadıka yani sadık millet olan bir kısım ermeni ihanete ortak oldu ve hatta ortaya Pkk çıktı.
500 yıl önce İspanyadan kovulan yahudilere kucak açtık, kucağımıza pisledi.
Selanikten gelenler Türkiye’nin kaymağını yemeye başladı.
Rumlar İstanbul ve izmirin en güzel yerlerine yerleşti.
Vs…vs….
Oysa bu insanlar kendi devletlerinden görmedikleri rahatlıkları bizde gördüler.
Ticaretleriyle ve ibadetleriyle….
1453 fethinde Bizans saflarında yer alan Lukas Notaras’ın söylediği meşhur sözde; “Konstantinopolis’te Latin serpuşu görmektense Türk sarığı görmeyi yeğlerim” diyordu.
Ne oldu da böyle oldu?
Bu hale geldi?
İhanet edip, ihanete ortak olundu?
Hala da devam ediyor.
Ahtapot gibi.
Bir ur.
Adeta kanser hücresi gibi…

**********

Tarihin en büyük imparatorluklarından biri olan Osmanlı, adalet terazisini elinde tutarken, farklı ırk ve dinlerden 77 milleti bir arada yaşatmayı başarmıştı. Çünkü o nizâm, “insan”ı, yaratılmışların en şereflisi olarak görürdü. Gayrimüslimiyle, Türk’üyle, Arnavut’u, Kürt’ü, Boşnak’ı, Ermeni’siyle; herkes bu adalet çadırının gölgesinde nefes alırdı.
Ne zaman ki adalet terazisi dış tesirlerle sarsıldı, işte o vakit “kıskaç” yavaş yavaş kapanmaya başladı.
Sadıktan Hain Doğanlar
Osmanlı’da “Millet-i Sâdıka” diye bilinen bazı topluluklar, bir vakit sonra “millet-i hâin” sıfatını aldı. Oysa ki onların dedeleri, Osmanlı’nın sinesinde huzur bulmuş, malı, ırzı, ibadeti emin kalmıştı.
Ne zaman ki dış güçlerin eli içeriden uzandı, o vakit ihanet tohumu serpildi.
Bir vakit dost görünen azınlıklar, menfaat uğruna silahını efendisine çevirdi. Bu ihanet, yalnız bir kurşun değil; milletin kalbine saplanan bir hançerdi.
Neyzen Tevfik’in dediği gibi:
“Geldikleri gibi gitmediler;
kimi itini bıraktı, kimi bitini,
kimi de piçini bıraktı!..
Yoksa bu kadar şerefsizin bizden olması mümkün değil!”
Bu mısralar bir öfkenin değil, bir hakikatin çığlığıdır.
Çünkü ihanet, kanla değil, karakterle bulaşır.
Ve bu karaktersizlik, yüzyıllar boyu sürmüş bir virüs gibi, bünyemize sızmıştır.
Kıskaç Daralıyor
Bugün de aynı senaryolar, yalnız sahnesi değişmiş şekilde oynanıyor.
Kimi medya eliyle, kimi ekonomi, kimi kültür, kimi inanç üzerinden…
Milletin damarlarına sızan bu “ur”, bünyeyi içten içe kemiriyor.
Her ihanetten sonra millet biraz daha uyanıyor, biraz daha silkeleniyor;
ama düşman da her defasında, yeni bir yüzle, yeni bir isimle çıkıyor karşımıza.
Tarihte Roma çöktü, çünkü içten çürüdü.
Endülüs yıkıldı, çünkü kardeş kavgasına düşürüldü.
Osmanlı zayıfladı, çünkü kıskaç içeriden kapatıldı.
Bugün de o kıskaç aynı.
Yalnız eller değişti, niyet değişmedi.
İhanetin Bedeli, Sadakatin Şerefi
Bu milletin evlatları, ecdadının mirası olan sadakati yeniden diriltmek zorundadır.
İhanet edenin ırkı, dini, rengi değil; kalbinde neyi taşıdığı önemlidir.
Bir kimse bu devlete ve millete ihanet ediyorsa, o kimliğini kaybetmiş demektir.
Bir başkası, bu milletin derdiyle dertleniyorsa, o bizdendir.
Çünkü sadakat, kanla değil, imanla taşınır.
Bu milletin bekası, işte o sadakat zincirine bağlıdır.
Ahtapotun Kolları
Evet, ihanet bir ahtapot gibi.
Bir kolu siyasette, bir kolu medyada, bir kolu ekonomide, bir kolu inançta…
Ama unuttukları bir şey var:
Ahtapotun kolları çoktur ama kalbi yoktur.
Bizimse bir tek kalbimiz var; o da imanla, sadakatle, vatan sevgisiyle atar.
Son Söz
Osmanlı yıkıldı, ama onun maneviyatı hâlâ yaşıyor.
Ecdadın duası, bu milletin damarlarında dolaşmaya devam ediyor.
Kıskaç kapanabilir, ama imanın ve sadakatin eli, o kıskacı kıracak kudrettedir.
Bu millet nice ihanetler gördü, nice darbeler, nice entrikalar…
Ama her defasında küllerinden doğdu.
Çünkü bu milletin mayasında sadakat, sabır ve iman vardır.
Ve unutulmasın:
“İhanetin en büyüğü, sadakate ihanet etmektir.”
Özet:
Bu makale, Osmanlı’dan günümüze kadar süregelen ihanetlerin tarihî ve içtimaî köklerini ele alır.
Osmanlı’nın farklı milletleri adalet içinde yaşattığı, ancak son yüzyılda içeriden gelen ihanetlerin devleti zayıflattığı vurgulanır.
Neyzen Tevfik’in sözleri üzerinden, bugünkü sosyal ve siyasî yapıya ibretle bakılır.
Makale, “kıskaç” metaforu üzerinden; ihanetin bir ur gibi yayıldığını, fakat sadakatin bu milleti ayakta tuttuğunu anlatır.
Sonuçta şu hakikat öne çıkar:
İhanet süreklidir ama sadakat ebedîdir.
Ve bu milletin bekası, o ebedî sadakate bağlıdır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
26/10/2025




MANŞETLERİN DİLİ

MANŞETLERİN DİLİ

Manşetlerdeki Kuşatma: Dahilî “Casusluk” İddiaları ve Hâricî Denklem Mücadelesi

Türkiye’nin medya gündemi, sabahın ilk saatlerinden itibaren, milletin önüne karmaşık, bir o kadar da endişe verici bir “tasvir” koymaktadır. Gazete manşetleri, bir memleketin sadece günlük ahvalini değil, aynı zamanda derûnî (iç) kaygılarını ve hâricî (dış) hedeflerini de yansıtan bir ayna faaliyeti görür. Bu sabahki manşetler, Türkiye’nin hem kendi dahilinde hem de cihan siyasetinde çok cepheli bir mücadele içinde olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Bu mücadelenin merkezinde ise iki ana sütun göze çarpmaktadır: Bir yanda “casusluk,” “ihanet” ve “trol orduları” ile örülü dahilî güvenlik meseleleri; diğer yanda “Türkiyesiz denklem kurulamaz” düsturuyla özetlenen küresel bir güç ve “beka” mücadelesi.

“Kriptosu Çözülen” Siyasî Fay Hattı

Manşetlerin en “vurucu” kısmını, şüphesiz, İstanbul merkezli “casusluk” iddiaları oluşturmaktadır. “Casus Operasyonu,” “Casusun Kriptosu Çözüldü,” “Trol Ordusu Casusluk Dosyasında” ve hatta “Vatana İhanetin Affı Olmaz” gibi başlıklar, siyasetin alışılagelmiş zıtlıklarının çok ötesinde bir tehlike düşüncesine işaret etmektedir.
Bu haberlerin “aslını” teşkil eden iddialar, meselenin basit bir siyasî rekabet olmadığını, millî güvenliği doğrudan tehdit eden bir “faaliyet” olduğunu öne sürmektedir. Telefon rehberlerinden sızdırılan verilere, yabancı istihbarat servisleriyle kurulan “bağlantılara” kadar uzanan bu iddialar, siyasetin bir kanadını doğrudan “hâricî” güçlerin bir uzantısı olarak “tasvir” etmektedir. “İBB’ye Kayyum Gelebilir” manşeti, bu iddiaların sadece birer itham olarak kalmayıp, idarî ve hukukî neticeleri olabilecek ciddiyette görüldüğünün bir “isbatı” niteliğindedir.
Burada “düşündürücü” olan nokta, modern “harp” usullerinin ne denli değiştiğidir. Artık mücadele, sadece tankla, topla değil; veriyle, algıyla, dijital ağlarla ve “trol orduları” olarak tabir edilen propaganda mekanizmalarıyla yürütülmektedir. Manşetler, dahilî siyasetteki en üst düzey aktörlerin dahi bu yeni nesil güvenlik tehditlerinin bir parçası olabileceği yönündeki ağır suçlamaları milletin gündemine taşımaktadır.
Kuşatma Altında “Denklem” Kurmak
Bu dahilî tehlike çanları çalarken, manşetlerin diğer yüzü Türkiye’nin hâricî duruşundaki iddiayı sergilemektedir.

“Türkiyesiz Bir Denklem Kurulamaz” veya “Provokasyon Artacak Biliyoruz” gibi başlıklar, memleketin bir yandan “derin projeleri” çökertmeye çalışırken, diğer yandan küresel masada kendi iradesini kabul ettirme gayretini göstermektedir.
Bu iki tema, birbirinden bağımsız değildir. Gazetelerin sunduğu “bağlantıya” göre, Türkiye’nin bölgesel ve küresel bir aktör olma iddiası, hem içerideki hem de dışarıdaki “zıt” (aykırı) odakları harekete geçirmektedir. “İngiliz istihbaratına Erdoğan’ı sordu” gibi spesifik iddialar, bu iki cepheyi (dahilî ve hâricî) birbirine kenetleyen “altın halka” olarak sunulmaktadır.
Haber şudur: Türkiye’nin güçlenmesini istemeyen hâricî odaklar, dahilî piyonlar ve “casusluk” faaliyetleri üzerinden bir “kuşatma” harekâtı yürütmektedir.
Mücadelenin İçinde “Hayat”ın İnşası
Bu siyaset ve güvenlik odaklı yoğun gündemin tam ortasında, “Yüzyılın Konut Projesi,” “500 Bin Aileye 6 Bin 750 TL Taksitle Ev” ve “Gazze Yeniden Ayağa Kalkacak” gibi manşetler ise bir tezat değil, bilakis mücadelenin “küllî” (bütüncül) yapısını göstermektedir.

Devlet, bir yandan “casusluk” ve “ihanet” olarak “tasvir” ettiği tehditlerle mücadele ederken, diğer yandan sosyal devlet “faaliyetini” yürüterek vatandaşına “yuva” inşa etme ve Gazze gibi mazlum coğrafyalara el uzatma vaadini sürdürmektedir. Bu durum, “beka” mücadelesinin sadece güvenlikten ibaret olmadığını, aynı zamanda milletin refahını ve “hayat” kalitesini koruma gayretini de “ihtiva” ettiğini göstermeyi amaçlamaktadır.
Netice
Bugünün gazete manşetleri, Türkiye’nin kritik bir eşikte durduğunu haykırmaktadır.

Siyasetin, “casusluk” ve “ihanet” gibi son derece ağır ithamların gölgesinde kaldığı; verilerin ve “trol” ağlarının birer millî güvenlik meselesine dönüştüğü; buna “mukabil” devletin hem içeride inşa faaliyetlerine hem de dışarıda “denklem” kurma mücadelesine devam ettiği karmaşık bir “tasvir” ile karşı karşıyayız. Bu “vurucu” başlıkların okuyucuya sorduğu “asıl” sual şudur: Bu çok cepheli mücadelede, “dahilî siyaset” ile “millî güvenlik” arasındaki çizgi tam olarak nereden çekilmektedir ve bu çizgiyi kim, neye göre belirlemektedir?

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
26/10/2025




Sarsıntı: Derin Bağlantılar, Casusluk İddiaları ve “Kanalizasyonun Patlaması”

Sarsıntı: Derin Bağlantılar, Casusluk İddiaları ve “Kanalizasyonun Patlaması”

Türkiye’nin siyasi ve sosyal gündemi, birbiriyle bağlantılı görünen, son derece sarsıcı iddia ve operasyonlarla adeta bir deprem yaşamaktadır. Bir yanda, suç örgütlerine ve kara para aklamaya yönelik soruşturmaların ucunun, Türkiye’deki Masonların liderine kadar uzanması; diğer yanda ise ana muhalefetin en mühim siyasi figürlerinden Ekrem İmamoğlu hakkında gündeme düşen “casusluk” iddiaları ve bu iddiaların FETÖ ile irtibatlandırılması… Toplumun hafızasında hâlâ taze olan 15 Temmuz ihanetinin travması, bu yeni gelişmelerin “ikinci bir 15 Temmuz vakasının hazırlığı mı?” sualini akıllara getirmesi gayet tabiidir.
Yaşananlar, basit bir siyasi çekişme veya adli bir vakanın çok ötesinde, asırlık düğümlerin çözüldüğü, belki de yeniden atıldığı tarihi bir kesite işaret etmektedir.

“Çıbanın Başı”: Masonlar ve İfşa Olan Bağlantılar

Gündeme gelen haberlere göre, Can Holding’e yönelik bir operasyonda, Türkiye’deki Masonların lideri olduğu belirtilen Prof. Dr. Remzi Sanver’in “kara para aklama” ve “örgüt kurma” gibi ciddî suçlamalarla gözaltına alınması, kamuoyunda “kanalizasyon patladı” şeklinde yorumlanmıştır. Bu hadise, sadece bir finansal yolsuzluk olarak görülemez. Zira Masonluk, tarihi boyunca daima “gizli” ve “kapalı” yapısıyla tenkit edilmiş, siyasi ve iktisadi hadiseler üzerindeki tesirleri sorgulanmış bir teşkilattır.
Bu operasyonun siyasi ve ahlaki ciheti, “çıbanın başı” tabirinde gizlidir. Eğer bir ülkenin iktisadi nizamı, bu tür gizli ve ideolojik asıllara dayanan yapılar tarafından suistimale açık hale gelmişse, bu, devletin en temel direklerine yönelmiş bir tehdittir. Bu hadise, Türkiye’deki bir asırlık bazı bağ ve bağlantıların mahiyetini ve bunların gayr-ı meşru faaliyetlere ne dereceye kadar sirayet ettiğini göstermesi bakımından ibretlidir.

Siyasi Cephe: Casusluk, İhanet ve FETÖ Gölgesi

Tam da bu sarsıntı yaşanırken, siyasetin merkezine düşen “casusluk” soruşturması, vaziyetin vehametini daha da artırmaktadır. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun, “görevinden uzaklaştırılarak tutuklanması” ve “casusluk” suçlamasıyla sorguya alınacak olması, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde eşi benzeri az görülür bir gelişmedir.
İddiaların muhtevası, dehşet vericidir: Herhangi bir ticari faaliyeti olmayan bir şahsın (Gün) 85 milyon liralık şüpheli para transferi, bu şahsın FETÖ’nün kilit isimlerinden Mustafa Özcan ile yüz yüze görüşmesi, yabancı istihbarat görevlileriyle kriptolu yazışmalar yapması ve bu faaliyetlerin İmamoğlu ile Necati Özkan’ın seçim stratejileriyle irtibatlandırılması… Bütün bunlar, siyasi bir rekabetin değil, millî güvenliği hedef alan organize bir faaliyetin tasviridir.
Daha ilk seçimde mazbatasını almadan İBB’nin gizli veri tabanını kopyalama teşebbüsü, bugünkü casusluk iddiaları açısından geriye dönük bir nazarla bakıldığında, farklı bir mana kazanmaktadır. Savcılığın o gün müsaade etmediği bu teşebbüs, bugünkü iddiaların “delili” olarak mı görülecektir? Bu, hukukun takdir edeceği bir husustur.

Birbiriyle Bağlantılı Tehditler: Yeni Bir 15 Temmuz mu?

Sual gayet açıktır: Tüm bunlar, 15 Temmuz’un temellerini oluşturan yapıya mı uzanıyor?
15 Temmuz 2016’daki hain darbe teşebbüsü; ordunun, emniyetin, adaletin ve mülkiyenin kılcal damarlarına sızmış, yabancı istihbarat servisleriyle müşterek faaliyet yürüten (FETÖ) bir ihanet şebekesinin eseriydi. Bugün karşı karşıya olduğumuz tablo da benzer bileşenler ihtiva etmektedir:
* Dahili Piyonlar: Siyasetin zirvesindeki bir isme uzanan (iddia seviyesinde) bir casusluk ağı.
* Eski Düşman: Tasfiye edildiği zannedilen FETÖ’nün, kilit isimler (Mustafa Özcan) üzerinden hâlâ faal olması ve yeni ittifaklar kurması. (FETÖ içindeki taht kavgaları ise, yapının zayıflığından ziyade, yeni duruma adaptasyon sancıları olabilir.)
* Zahiri (Dış) Destek: “Yabancı istihbarat görevlileri” ile irtibat iddiaları (CIA, Mossad, İngiliz ajanlığı vb. şüpheleri).
* Finansal ve İdeolojik Ayak: Mason liderinin kara para aklama ile anılması, sistemin sadece siyasi değil, iktisadi ve ideolojik (gizli komiteler) olarak da hedef alındığını veya kullanıldığını göstermektedir.
Bu dört unsur birleştiğinde, 15 Temmuz’u hazırlayan “çok uluslu ve çok katmanlı” operasyon modelinin bir benzeri ortaya çıkmaktadır. Bu bir “derin devlet” operasyonu mudur, yoksa “derin devletin” bizatihi kendisine yönelmiş bir operasyon mudur? Bu, bir tasfiye midir, yoksa yeni bir istikrarsızlaştırma hamlesi midir?

Ahlaki ve Tarihi İbret

Hadiselerin siyasi tahlilinin ötesinde, durulması gereken ahlaki ve tarihi bir zemin vardır.
* Ahlaki İbret: Gücün, makamın ve servetin, şahsi enaniyet (ego) veya gizli ajandalar uğruna nasıl yozlaşabileceğini, “kara para” ile “siyasi casusluğun” nasıl iç içe geçebileceğini görmekteyiz. Bu durum, siyasetin ve ticaretin ahlaki bir esastan mahrum kalmasının nelere mal olacağını göstermektedir.
* Tarihi İbret: Bu topraklar, tarihi boyunca “dahili bedhahlar” ve “harici düşmanlar” ve de ” gizli komite ” ile mücadele etmiştir. Devletin bekası, daima şahısların ve geçici makamların üzerinde olmuştur. Bugün yaşandığı iddia edilen olaylar, eğer zerre miktar hakikat payı taşıyorsa, bu, şahıslardan bağımsız olarak, devlete ve millete karşı işlenmiş tarihi bir suçtur.
Netice olarak, Türkiye’nin karşı karşıya kaldığı bu sarmal, sıradan bir gündem değildir. Bu, 15 Temmuz’da fiziki işgal ve darbe ile başarılamayanın, siyasi, iktisadi ve istihbari faaliyetler yoluyla, daha derin ve sinsi bir metotla denenip denenmediğinin sorgulanmasıdır. Milletin ve devletin kurumlarının bu “yeni nesil” tehditlere karşı azami teyakkuzda olması, tarihi bir mecburiyettir.

Makale Özeti
Bu makale, Türkiye gündemine düşen sarsıcı gelişmeleri tahlil etmektedir. Bir yanda, Türkiye Masonları liderinin kara para aklama operasyonunda gözaltına alınması, “bir asırlık gizli bağların” ve iktisadi yozlaşmanın ifşası olarak değerlendirilmektedir. Diğer yanda, İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu hakkında “casusluk” suçlamasıyla açılan soruşturma, vaziyetin ciddiyetini zirveye taşımaktadır.
Makale, İmamoğlu’na yöneltilen iddiaların muhtevasının (FETÖ lideri Mustafa Özcan ile irtibat, yabancı istihbaratla kriptolu yazışmalar, şüpheli para transferleri) basit bir siyasi suçlamanın ötesinde, millî güvenliği hedef alan bir faaliyet şüphesi doğurduğunu belirtmektedir.
Bu iki büyük hadisenin (Masonlar ve Casusluk iddiaları) eş zamanlı patlak vermesi, 15 Temmuz darbe teşebbüsünü hazırlayan süreci akıllara getirmektedir. FETÖ unsurunun hâlâ faal olması, yabancı istihbarat şüpheleri, siyasi ve iktisadi ayakların bulunması; yaşananların “ikinci bir 15 Temmuz” veya benzer bir derin istikrarsızlaştırma operasyonunun parçası olup olmadığı sualini sordurmaktadır. Makale, bu gelişmelerin siyasi olduğu kadar, tarihi ve ahlaki bir ibret vesikası olduğunu vurgulayarak, devlete ve millete yönelik bu tür tehditlere karşı azami teyakkuzun şart olduğunu ifade etmektedir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
25/10/2025




Kanalizasyon Patladı: Güç, Bilgi ve Cihan-şümul Çıkar Ağlarının Çöküşü

Kanalizasyon Patladı: Güç, Bilgi ve Cihan-şümul Çıkar Ağlarının Çöküşü
Giriş — Bir kırılmanın nazarı

Toplumların tarihinde “damar” dediğimiz anlar olur: gizli damarlar çatlar, karanlık odalarda dolaşan bağlantılar sokaklara taşar. Türkiye’nin son günlerinde gündeme düşen; belediyecilik, veri, yabancı irtibat, masonluk ve kara para iddialarının bir arada görünmesi işte böyle bir kırılmayı işaret ediyor. Bu vak’alar tek tek değerlendirildiğinde suçlama-soruşturma halleridir; birlikte okunduğunda ise uzun süre örtülü kalan ağların —bir kısmı meşru, bir kısmı şüpheli— nasıl örüldüğünü ve hangi zayıf noktadan çöktüğünü anlatır.

Neye dair iddialar var? (Kısa tesbit)

• Casusluk ve yabancı irtibat iddiaları: İddialara göre soruşturmayı genişleten savcılık, bazı kişilerin yabancı istihbaratlarla irtibat, kriptolu yazışma ve seçim süreçlerine ilişkin gizli veri paylaşımı bağlantılarını araştırıyor; dosyada bazı gazeteci ve danışman isimleri de geçiyor. Bu soruşturmanın genişletilmesi ve tutuklamalar kamuoyuna yansımıştır.
• İBB veri tabanı ve ‘kopyalama’ iddiası: İBB’ye yönelik soruşturmada, belediyenin veri kayıtlarına ve uygulamalarına ilişkin hukuka aykırı veri elde edilmesi iddiası; veri merkezine ilişkin inceleme talepleri, siber ekiplerin sürece dahil edilmesi gibi adımlar gündeme geldi.
• Masonluk-finans bağlantısı ve “Can Holding” soruşturması: Can Holding soruşturması kapsamında yapılan operasyonlarda, Türkiye’de masonik derneklerin üst düzey isimleri arasında anılan Prof. Dr. Remzi Sanver’in de gözaltına alındığı / tutuklama taleplerinin olduğu haberleri yayıldı; mali suç, örgüt ve kara para iddiaları öne sürüldü.
• Medya-siyaset-finans üçgeni: Medyaya yansıyan çözümlemeler, bazı medya aktörlerinin soruşturma dosyasında yer aldığı; basın-siyaset ilişkilerinin seçim süreçleri üzerindeki etkisini araştıran beyanlar bulunduğunu söylüyor.
Bu noktada önemli not: yukarıdaki beşeri-hukuki iddiaların bir kısmı hâlihazırda soruşturma safhasındadır; kesin mahkûmiyet/itiraf/nihai hüküm aşaması kamuya açık kaynaklarda tam netleşmemiştir. Bu yüzden değerlendirmeler, mevcut haberlere dayanmış şüphe-analiz niteliğindedir.

Tarihî ve sosyal çerçeve — Niçin bu kadar görünür?
Türkiye’nin yakın tarihinden öğrenmemiz gereken iki husus var: birincisi, güç odakları (askerî, bürokratik, ekonomik, sivil-toplumsal) arasında oluşan sızıntılar ve rekabetler toplumda patlamaya yol açabiliyor; ikincisi, dijitalleşme “güç”ün yeni şeklidir — veri artık maldan daha kıymetli. Belediyecilik gibi yerel güç merkezleri, veri yönetimi ve ihale ağlarıyla siyasal gücü pekiştirebilir; bu sebeple veri sızıntısı, sadece teknik bir mesele değil, siyasî iktidarın sınanmasıdır.
Siyasal analiz — Derin devlet, yabancı istihbarat veya iç çatışma mı?
• Derin devlet/yerli paralel yapı tartışması kolay bir açıklama sunar: uzun vadeli çıkar ağları gizli kalmış ilişkilerle işler. Ancak bugünkü iddialar daha çok “sivil-ekonomik” alanlarda yoğunlaşıyor; askeri bir hasılaya işaret eden bir görüntü yok.
• Yabancı istihbarat iddiası ciddi bir iddia; Soruşturma dosyalarında “yabancı irtibat” beyanları yer almakta, fakat bu tür ithamların isbatı yüksek hukuki standartlar gerektirir.
• İç çekişme ve güç temizliği görünümü makul bir alternatif okumadır: rakip grup ve çıkar çevrelerinin birbirini zayıflatma hamleleri, devlet denetiminin ve yargının süreçlere müdahalesiyle su yüzüne çıkıyor olabilir.
Ahlaki ve toplumsal yansımalar — Nazarı halka çevirmek
Toplumun güveni sarsıldığında iki şey önem kazanır: hesap-sorma mekanizmaları ve kamusal muhayyilede erdem. Yolsuzluk iddiaları bir yandan hukukun üstünlüğünü zorlayıp kurumlara olan inancı azaltır; öte yandan, bu iddiaların inkârdan ziyade şeffaf ve süratli soruşturmayla cevaplanması, topluma uzun vadede fayda sağlar. Burada amaç “birilerini cezalandırmak” değil; kamu muhtaçlığını tekrar tesis etmektir.

Tarihî ibret — Geçmişten dersler
Tarih, gizli ağların bir imparatorluk dönemi boyunca nasıl normalleşebildiğini ve ardından nasıl infilâk ettiğini gösterir. Uzun süre ‘görünmeyen’ mekanizmalar güç kazandıkça, çöküşünün sonuçları daha şiddetli olur. Bugünkü haberlerin bize hatırlattığı: kurumların şeffaflığı, hesap verebilirlik ve hukuki süreçlerin aciliyet hissi, hem ferdi hem de toplumsal erdemin korunmasında merkezi önemdedir.
Pratik sonuç ve öneriler
• Soruşturmaların açıklığı: İddiaların ciddi olması durumunda soruşturmanın delilleriyle birlikte, mahremiyeti koruyarak, toplumun güvenini tazeleyecek şekilde yürütülmesi gerekir.
• Veri güvenliği kanunları ve uygulama denetimi: Belediyeler gibi büyük veri sahiplerinin denetlenmesi, KVKK ve siber güvenlik standardizasyonu ile sağlanmalı. USOM ve ilgili siber birimlerin bağımsızlığı bu nedenle kritiktir.
• Sivil toplum-medya ilişkilerinin hesap verebilirliği: Medya aktörlerinin ilişkileri ve finansal bağlantıları, gazetecilik ahlakı çerçevesinde daha sıkı izlenmeli; ama medya özgürlüğü de korunmalıdır.
• Elit ağların finansal denetimi: Mali suç iddiaları karşısında kara para aklama ve örgüt suçlarına dair etkin mali takip ve uluslararası iş birliği şarttır. Can Holding soruşturması bu açıdan bir örnek teşkil ediyor.
Son söz — Fazilet ve kurumsal mühür
“Güç” muhtevası ne olursa olsun, nihayetinde toplumsal sözleşmeye karşı sorumludur. Bugünkü sarsıntı, kurumların yeniden teyakkuz hâline geçmesi için bir fırsattır: şeffaflık, hesap verebilirlik ve cihan-şümul fayda gözeten kamu zihniyeti inşa edilmezse, benzer çatlaklar yeniden açılmaya adaydır.
Özet (kısa)
• Son dönemde İBB soruşturması kapsamında casusluk, veri kopyalama ve yolsuzluk iddiaları; ayrı bir soruşturmada ise Can Holding kapsamlı operasyonla birlikte masonik yapıların üst düzey isimlerine yönelik gözaltı/tutuklama haberleri medyada yer aldı.
• Bu gelişmeler, askerî bir darbe tarzı 15 Temmuz benzeri bir olayın tekrarı anlamına gelmez; fakat ülke içindeki uzun süreli çıkar-bağlantılarının, veri ve mali hatların çatlamaya başladığını gösterir. Bu bir uzantısı olarak.
• Yapılması gereken: hukukun bağımsız, soruşturmanın şeffaf; sivil ve kurumsal denetimin güçlü tutulması; veri ve mali denetim mekanizmalarının etkinleştirilmesidir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
25/10/2025