Kabir, Muhasebe ve Hayatın Yüce Gayesi

Kabir, Muhasebe ve Hayatın Yüce Gayesi

Hayat, kimi zaman gözümüzde büyüttüğümüz, tüm vaktimizi ve enerjimizi harcadığımız bir meşguliyet haline gelebilir. Oysa kendimize dönüp sormamız gereken en temel soru şudur: “Acaba sırf dünya için mi yaratılmışsın ki, bütün vaktini ona sarfediyorsun?”
Bu soru, iç dünyamızı alt üst eden bir sarsıntıyla bizi gerçeğe davet eder. Gerek fiziksel gerek manevi açıdan bir nehir gibi akan bu hayat, bizi tek bir nihai noktaya götürür: kabir.
“KABİR VAR, HİÇ KİMSE İNKÂR EDEMEZ. HERKES İSTER İSTEMEZ ORAYA GİRECEK.”
Bu kaçınılmaz gerçek, aynı zamanda bizleri hayata neden gönderildiğimizin hikmetini sorgulamaya yönlendirir. En karmaşık canlıdan en basitine kadar her varlık, bir yaratıcının varlığına işaret eder. Arının karmaşık beynini ve mikrobun gözünü bile yaratan, en ince detayına kadar düzenleyen Yaratıcı, elbette insanı başıboş bırakmamıştır.
Nitekim, “ARININ DİMAĞINI, MİKROBUN GÖZÜNÜ TANZİM EDEN ZÂT, SENİN EF’AL VE A’MALİNİ MÜHMEL, BAŞIBOŞ, HESABSIZ, KİTABSIZ BIRAKMAYARAK İMAM-I MÜBİN’DE YAZAR. ONA GÖRE MUHASEBEN OLACAKTIR.”
İnsan, bu dünyadaki her eylemi ve ameli kaydedilen, hesabı sorulacak bir varlıktır.
Peki, bu denli büyük bir muhasebe bizi beklerken, dünya hayatındaki asıl gayemiz nedir?
Risale-i Nur Külliyatı bu soruyu net bir şekilde cevaplar:
“İnsanın bu dünyaya gönderilmesinin hikmeti ve gayesi Hâlık-ı Kâinatı tanımak ve O’na İman edip ibadet etmektir.”
İnsan, tüm bu varlık âleminin bir halifesi olarak, yaratılış amacını yerine getirmekle yükümlüdür. Dünya hayatı, bu amaç doğrultusunda bir imtihan sahasıdır.
Tüm bu hakikatlerin ışığında, ahiretin varlığına olan inancımız da pekişir.
Ahiret, dünya gibi şüphesiz bir gerçektir.
“Âhiretin vücudu, dünyanın vücudu kadar kat’î ve şüphesizdir.”
Bu hakikati idrak etmek, insanı dünya hırslarından uzaklaştırır ve hayatını daha anlamlı kılar. Dünya, sadece bir imtihan yeri, bir köprüdür. Bu köprünün sonunda bizi bekleyen ebedi hayat, ancak bu dünyada yaptığımız salih amellerle inşa edilebilir.
İnsanlık, zamanın acımasız akışı içinde, fani olanın peşinden koşmak yerine, kendisini bekleyen kabir gerçeğini ve ahiretin kesinliğini idrak etmelidir. Hayatın gerçek amacını bilerek, Yaradan’ı tanımak ve O’na ibadet etmek, her eylemin bir muhasebesi olduğunu unutmamak, dünya hapsinden kurtulup ebedi saadete ulaşmanın tek yoludur.

Özet
Bu makale, Bediüzzaman Said Nursi’nin sözlerinden yola çıkarak, insan hayatının anlamını ve amacını ele almaktadır.
Makalede, ilk olarak kabir gerçeğinin kaçınılmazlığı ve insanın tüm vaktini sadece dünyaya harcamasının anlamsızlığı anlatılır. Ardından, en küçük canlıların bile bir düzen içinde yaratılmasının, insanın fiillerinin de başıboş bırakılmadığına, her şeyin kaydedilip bir muhasebesinin olacağına delil teşkil ettiği anlatılır. Makalenin temelinde, insanın bu dünyadaki asıl gayesinin Allah’ı tanımak ve O’na ibadet etmek olduğu belirtilir.
Son olarak, dünyanın varlığı kadar ahiretin de kesin bir gerçek olduğu ve bu bilinçle hareket etmenin ebedi saadete ulaşmanın anahtarı olduğu ifade edilerek, makale bir özetle tamamlanır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Kabir, Muhasebe ve Hayatın Yüce Gayesi

Kabir, Muhasebe ve Hayatın Yüce Gayesi

Hayat, kimi zaman gözümüzde büyüttüğümüz, tüm vaktimizi ve enerjimizi harcadığımız bir meşguliyet haline gelebilir. Oysa kendimize dönüp sormamız gereken en temel soru şudur: “Acaba sırf dünya için mi yaratılmışsın ki, bütün vaktini ona sarfediyorsun?”
Bu soru, iç dünyamızı alt üst eden bir sarsıntıyla bizi gerçeğe davet eder. Gerek fiziksel gerek manevi açıdan bir nehir gibi akan bu hayat, bizi tek bir nihai noktaya götürür: kabir.
“KABİR VAR, HİÇ KİMSE İNKÂR EDEMEZ. HERKES İSTER İSTEMEZ ORAYA GİRECEK.”
Bu kaçınılmaz gerçek, aynı zamanda bizleri hayata neden gönderildiğimizin hikmetini sorgulamaya yönlendirir. En karmaşık canlıdan en basitine kadar her varlık, bir yaratıcının varlığına işaret eder. Arının karmaşık beynini ve mikrobun gözünü bile yaratan, en ince detayına kadar düzenleyen Yaratıcı, elbette insanı başıboş bırakmamıştır.
Nitekim, “ARININ DİMAĞINI, MİKROBUN GÖZÜNÜ TANZİM EDEN ZÂT, SENİN EF’AL VE A’MALİNİ MÜHMEL, BAŞIBOŞ, HESABSIZ, KİTABSIZ BIRAKMAYARAK İMAM-I MÜBİN’DE YAZAR. ONA GÖRE MUHASEBEN OLACAKTIR.”
İnsan, bu dünyadaki her eylemi ve ameli kaydedilen, hesabı sorulacak bir varlıktır.
Peki, bu denli büyük bir muhasebe bizi beklerken, dünya hayatındaki asıl gayemiz nedir?
Risale-i Nur Külliyatı bu soruyu net bir şekilde cevaplar:
“İnsanın bu dünyaya gönderilmesinin hikmeti ve gayesi Hâlık-ı Kâinatı tanımak ve O’na İman edip ibadet etmektir.”
İnsan, tüm bu varlık âleminin bir halifesi olarak, yaratılış amacını yerine getirmekle yükümlüdür. Dünya hayatı, bu amaç doğrultusunda bir imtihan sahasıdır.
Tüm bu hakikatlerin ışığında, ahiretin varlığına olan inancımız da pekişir.
Ahiret, dünya gibi şüphesiz bir gerçektir.
“Âhiretin vücudu, dünyanın vücudu kadar kat’î ve şüphesizdir.”
Bu hakikati idrak etmek, insanı dünya hırslarından uzaklaştırır ve hayatını daha anlamlı kılar. Dünya, sadece bir imtihan yeri, bir köprüdür. Bu köprünün sonunda bizi bekleyen ebedi hayat, ancak bu dünyada yaptığımız salih amellerle inşa edilebilir.
İnsanlık, zamanın acımasız akışı içinde, fani olanın peşinden koşmak yerine, kendisini bekleyen kabir gerçeğini ve ahiretin kesinliğini idrak etmelidir. Hayatın gerçek amacını bilerek, Yaradan’ı tanımak ve O’na ibadet etmek, her eylemin bir muhasebesi olduğunu unutmamak, dünya hapsinden kurtulup ebedi saadete ulaşmanın tek yoludur.

Özet
Bu makale, Bediüzzaman Said Nursi’nin sözlerinden yola çıkarak, insan hayatının anlamını ve amacını ele almaktadır.
Makalede, ilk olarak kabir gerçeğinin kaçınılmazlığı ve insanın tüm vaktini sadece dünyaya harcamasının anlamsızlığı anlatılır. Ardından, en küçük canlıların bile bir düzen içinde yaratılmasının, insanın fiillerinin de başıboş bırakılmadığına, her şeyin kaydedilip bir muhasebesinin olacağına delil teşkil ettiği anlatılır. Makalenin temelinde, insanın bu dünyadaki asıl gayesinin Allah’ı tanımak ve O’na ibadet etmek olduğu belirtilir.
Son olarak, dünyanın varlığı kadar ahiretin de kesin bir gerçek olduğu ve bu bilinçle hareket etmenin ebedi saadete ulaşmanın anahtarı olduğu ifade edilerek, makale bir özetle tamamlanır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Dünya ve Ahiret Dengesi: Gençliğin Kıymeti ve Hayatın Sınavı

Dünya ve Ahiret Dengesi: Gençliğin Kıymeti ve Hayatın Sınavı

Hayat, kimi zaman akıntıya kapılmış bir gemi gibi bizi sürükler. Özellikle de gençlik çağımızda, dünyanın cazibedar zevkleri ve gelecek kaygıları bizi sarıp sarmalar.
Bediüzzaman Said Nursi, bu duruma düşenlere seslenirken,
“Ey hayat-ı dünyeviyenin zevkine müptelâ ve endişe-i istikbal ile istikbalini ve hayatını temin için çabalayan biçareler!” der. Bu sesleniş, asırlar öncesinden günümüze uzanan bir nasihattir. Gözü dünya zevklerinden başka bir şey görmeyen ve geleceğini sadece bu dünya üzerinden güvence altına almaya çalışan kimseler için bir uyarıdır.
Ancak Bediüzzaman bu uyarının ardından bir çözüm yolu sunar:

“Dünyanın lezzetini, zevkini, saadetini, rahatını isterseniz, meşru dairedeki keyfe iktifa ediniz. O keyfinize kâfidir.”
Yani, helal dairesindeki zevkler, mutluluk ve rahatlık için yeterlidir. Haramın peşinden koşmak, kısa süreli bir tatmin sunsa da, ardında büyük belalar ve elemler bırakır.
Bu noktada gençliğin kıymetini anlarız.
Gençlik, bir nimet ve bir sermayedir. Ama bu sermaye, tıpkı bir su damlası gibi akıp gitmeye mahkûmdur:
“Sizdeki gençlik kat’iyen gidecek.” Eğer bu nimet, helal ve meşru olmayan yollarda heba edilirse, bu durum “başınıza hem dünyada, hem kabirde, hem âhirette, kendi lezzetinden çok ziyade belâlar ve elemler getirecek.”
Aksine, eğer “İslâmiyet ile o gençlik nimetine karşı bir şükür olarak iffet ve namusluluk ve taatte sarf etseniz, o gençlik manen bâki kalacak ve ebedî bir gençlik kazanmasına sebep olacak.”
Bu, gençliği sadece fiziksel bir yaş değil, ebediyete uzanan bir köprü olarak görmenin en hikmetli yoludur.

Peki, günümüz insanı neden bu kadar maddeye, dünyaya daldı? Neden bu kadar gelecek kaygısı taşır? Kimi zaman, içinde bulunduğumuz çağın koşullarına sığınarak,
“Zaman değişmiş, asır başkalaşmış. Herkes dünyaya dalmış, hayata perestiş eder, derd-i maişetle sarhoştur” deriz. Oysa Bediüzzaman, bu bahanelerin geçerli olmadığını ifade eder. “Çünkü ölüm değişmiyor. Firak, bekaya kalb olup başkalaşmıyor. Acz-i beşerî, fakr-ı insanî değişmiyor, ziyadeleşiyor. Beşer yolculuğu kesilmiyor, sür’at peydâ ediyor.”
Yani, ölüm gerçeği, fani olmak, aciz ve muhtaç olmak gibi temel insanlık halleri hiç değişmiyor, aksine teknoloji ve hız çağında bu gerçekler daha da belirginleşiyor.
Bu gerçekler ışığında, hayatın amacını doğru anlamak gerekir. “Elbette en bahtiyar odur ki, dünya için âhireti unutmasın, âhiretini dünyaya feda etmesin, hayat-ı ebediyesini hayat-ı dünyeviye için bozmasın, mâlâyâni şeylerle ömrünü telef etmesin, kendini misafir telakki edip misafirhane sahibinin emirlerine göre hareket etsin, selâmetle kabir kapısını açıp saadet-i ebediyeye girsin.”
En mutlu ve huzurlu kişi, dünya ve ahiret dengesini kuran, bu dünyayı geçici bir konaklama yeri olarak gören ve ebedi yurdunun hazırlığını yapan kişidir. Dünya, bir imtihan meydanıdır ve bu meydanı başarıyla tamamlayanlar, sonsuz saadete kavuşacaktır.

Özet
Bu makale, Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ndan alınan sözler üzerine kurulmuştur ve dünya hayatının geçiciliği ile ahiret dengesinin önemini anlatır. Makale, dünya zevklerine düşkün olmanın ve gelecek kaygısıyla yaşamanın yanlışlığını belirterek, meşru dairede kalmanın gerekliliğine işaret eder. Gençlik nimetinin geçici olduğu ve bu nimetin manevi bir şükürle kullanılması halinde ebedi bir gençliğe dönüşeceği anlatılır.
Son olarak, modern zamanların bahane olamayacağı, ölüm, acizlik ve fakirlik gibi temel insanlık gerçeklerinin değişmediği ve en bahtiyar kişinin dünya için ahireti feda etmeyen kişi olduğu ifade edilerek, makale bir özetle tamamlanır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Dünya, Dil ve Dostluk Üzerine Hikmetler

Dünya, Dil ve Dostluk Üzerine Hikmetler

Hayat, tıpkı hızla geçen bir rüzgâr gibidir. Zaman, göz açıp kapayıncaya kadar geçerken, bizler bazen bu fani dünyanın aldatıcı cazibesine kapılırız.
“Eyvah! Aldandık.” deriz, hayatın sonuna geldiğimizde. Çünkü “Şu hayat-ı dünyeviyeyi sabit zannettik. O zan sebebiyle bütün bütün zayi’ ettik.” Oysa,
“Evet şu güzeran-ı hayat bir uykudur, bir rü’ya gibi geçti. Şu temelsiz ömür dahi, bir rüzgâr gibi uçar gider.”
Bu hakikat, bizi derin bir tefekküre sevk eder. Neden bu kadar aldanırız? Neden geçici olanı kalıcı zannederiz?
Bu aldanışın en büyük sebebi, dünyevi hırslar ve yanlış yolda kullanılan bir dildir. Dil, sadece iletişim aracı değildir; o, bir anahtar gibidir.
“Dil bir anahtar gibidir. Hayrında, şerrinde kapısını açar…”
Dilin hayra kullanılması, insanı iyiliğe, güzelliğe ve rahmete götürürken, şerre kullanılması ise kötülüğe, nefrete ve azaba kapı açar. İnsan, söylediklerine dikkat etmeli, dilini hikmet ve güzellik için kullanmalıdır.

Peki, bu aldatıcı dünyada, doğru yolu bulmak için neye sarılmalıyız? Kime dost olmalı, neye yaranmalıyız?
Bediüzzaman Said Nursi bu sorulara çok net ve hikmet dolu cevaplar verir:

* “Dost istersen Allah yeter.” Çünkü O dost olursa, bütün varlıklar size dost olur. O’nun rızasını kazanmak, kainattaki her şeyin sevgisini ve desteğini kazanmak demektir.

* “Yârân istersen Kur’an yeter.” Kur’an-ı Kerim, geçmiş peygamberlerin ve meleklerin hayatlarından bahseder. Onların hikayelerini okuyarak manevi bir dostluk kurar ve ibret alırsınız.

* “Mal istersen Kanaat yeter.” Kanaat, elinizdekiyle yetinme halidir. Kanaat eden kimse, dünya malına tamah etmez, israftan kaçınır ve böylece elindekine bereket gelir. Kanaat, zenginliğin en büyük kaynağıdır.

* “Düşman istersen Nefis yeter.” En büyük düşmanımız, bizi kötülüğe ve harama sevk eden kendi nefsimizdir. Kendini beğenmişlik ve kibir, insanı belalara ve zahmetlere düşürürken, nefsini terbiye eden, alçakgönüllü olan kimse huzuru ve rahmeti bulur.

* “Nasihat istersen Ölüm yeter.” Ölüm, en büyük nasihatçidir. Onu düşünen kimse, dünya sevgisinden kurtulur ve ahiret için ciddi bir şekilde çalışmaya başlar.

Bu hakikatler, hayatın aldatıcı bir rüya olduğunu ve en önemli dostun Allah olduğunu hatırlatır. Dilimiz, kalbimizin anahtarıdır; onu hayra kullanmalıyız.
En büyük düşmanımız kendi nefsimizdir ve en etkili nasihatçi ise ölümdür. Bu fani dünyada doğru adımlar atabilmek için bu ilkeleri benimsemeli ve hayatımızı bu hikmetler üzerine inşa etmeliyiz. Aksi takdirde, hayatımızın sonuna geldiğimizde sadece “Eyvah!” demekle kalırız.

Özet
Bu makale, hayatın geçiciliği, dilin önemi ve doğru dostlukların ne olduğu üzerine odaklanmaktadır. Bediüzzaman Said Nursi’nin sözlerinden yola çıkarak, dünya hayatının kalıcı zannedilmesinin bir aldanış olduğu ve aslında bir rüya gibi hızla geçtiği anlatılmaktadır. Ardından, dilin hem iyiliğe hem de kötülüğe kapı açan bir anahtar olduğu anlatılır. Makalenin ana bölümünde ise, en büyük dostun Allah, yarenin Kur’an, zenginliğin kaynağının kanaat, en büyük düşmanın nefis ve en etkili nasihatçinin ise ölüm olduğu belirtilerek, bu prensiplerin dünya ve ahiret dengesini kurmada ne kadar hayati olduğu açıklanır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Gazze’nin Yetim Çığlığı

Gazze’nin Yetim Çığlığı

Gazze’de bir çocuk, elinde ekmek değil, taş taşıyor.
O taş onun oyuncağı değil, umudu.
Çünkü dünya ekmeği sakladı, adaleti unuttu.
Çocuk, taşa sarıldı; çünkü ondan başka sığınacağı yoktu.

Bir anne, yaralı yavrusunun başında feryat ediyor.
Gözyaşları yanaklarından değil, kalbinden akıyor.
Çünkü gözyaşını kurutacak mendil kalmadı;
ama kalbindeki acıyı dindirecek söz de kalmadı.

Bir hastane yıkıldı Gazze’de.
Duvardan çok beden çöktü,
tuğladan çok can paramparça oldu.
İlk bombadan kurtulanlar, ikinci bombada suskunluğa gömüldü.
Bütün dünya seyretti, ekranlar canlı yayın yaptı.
Canlı yayında, canlı insanlar öldü.

Ve dünyanın en büyük yalanı,
“Biz sivilleri hedef almayız” cümlesi,
Nasır Hastanesi’nin kanlı enkazında yankılandı.

Gazze’de sadece insanlar ölmedi,
vicdanlar da gömüldü.
BM’nin adaleti, Avrupa’nın medeniyeti,
Amerika’nın insan hakları lafları,
hepsi o enkazın altında kaldı.

Bir zamanlar dedelerimiz söylerdi:
“Eşkıya dağda olur.”
Oysa bugün eşkıya şehirde;
silahı var, uçağı var, tankı var, bayrağı var.
Artık yol kesmiyor; hastane, okul, cami kesiyor.
Eskiden köy basardı, şimdi ümmetin yüreğini basıyor.

Ama bilsinler ki,
zulmün kılıcı keskin olabilir,
ama mazlumun duası ondan daha derindir.
Açlıktan ölen çocukların son nefesi,
göğü yarıp Arş’a yükselir.
Ve Allah’ın adaleti,
hiçbir tankın paletinden, hiçbir uçağın bombasından geri kalmaz.

Gazze bugün yetimdir.
Yetim, çünkü babasını şehit verdi.
Yetim, çünkü annesi açlıktan can çekişti.
Yetim, çünkü ümmet sustu.
Ama unutmayın: Yetimin duası, yetimlerin Rabbi olan Allah’a doğrudan çıkar.

Bir gün gelecek…
Bugün taşla oynayan o çocuk,
yarın adaletin sancağını kaldıracak.
Bugün ağlayan o anne,
yarın cennet kapısında gülecek.
Bugün kan gölüne dönen Gazze,
yarın ümmetin yeniden diriliş toprağı olacak.

Ve tarih şunu yazacak:
Gazze’de çocuklar açlıktan öldü,
ama insanlık açlıktan daha beter bir şeyden, vicdansızlıktan öldü.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Gazze: Sessiz Dünyanın Çığlığı

Gazze: Sessiz Dünyanın Çığlığı

Gazze…
Bir çocuk ağlamasının bombaların uğultusuna karıştığı, bir annenin gözyaşının kana bulanan topraklara damladığı şehir…
Bir zamanlar sahillerinde çocuk kahkahalarının yankılandığı, bugünse sirenlerin ve çığlıkların karanlığı örttüğü yer…

Bugün Gazze sadece haritalarda görünen bir şehir değildir. Gazze, ümmetin kalbindeki en derin yaradır. Her düşen bomba, aslında kalbimizin üzerine inmekte; her açlıktan susuzluktan ölen çocuk, vicdanlarımızı sorgulamaktadır.

Dünya seyrediyor…
Bir yanda lüks sofralar, parıltılı şehirler, diğer yanda ekmeğe muhtaç, suya hasret, göğe bakarken ölümle yüz yüze kalan çocuklar…
Vicdanların çürüdüğü, insanlığın sustuğu bir çağda yaşıyoruz.

Oysa Gazze’nin çığlığı bize şunu fısıldıyor:
“Biz dayanıyoruz. Biz sabrediyoruz. Ama siz, ey kardeşlerimiz, ne yapıyorsunuz?”

Bu fısıltı, insanlığın kalbine inen bir kamçı gibidir.
Çünkü Gazze sadece Filistin’in davası değildir. Gazze, insan olmanın, vicdan sahibi olmanın davasıdır. Bir bebeğin açlıktan gözlerini kapadığı yerde, hangi ideoloji, hangi siyaset, hangi çıkar bahane edilebilir?

Kur’an der ki:
“Zulmedenler, hangi inkılapla devrileceklerini yakında bilecekler.” (Şuarâ, 26/227)
Bugün güçlü sandığımız zalimler, yarın tarih sahnesinde bir yaprak gibi savrulacaklar. Fakat Gazze’nin masum çocukları, açlıktan şehit olan bebekleri, zulme direnen gençleri, ebedîliğin en yüce makamında yerlerini alacaklar.

Ey insanlık!
Gazze’nin hastanelerinde can veren doktorlar, yıkıntılar altından çıkarılan gazeteciler, ölümle burun buruna çocuklar sana şunu haykırıyor:
“Biz mazlumuz. Allah yanımızda. Peki siz hangi taraftasınız?”

Bugün Gazze, sadece bombaların hedefi değil, aynı zamanda bizim vicdanlarımızın ölçüsüdür. Gazze’nin yanında olmak, bir şehrin yanında olmak değildir; insanlığın yanında olmak demektir.
Gazze’yi unutmak, aslında kendimizi unutmak demektir.

Ve unutma:
Bir gün Gazze susacak, ama onun sessizliği bizim suskunluğumuzu yargılayacak.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Bâki Olana Muhabbet ve Dünya Hayatının Aldatıcı Lezzetleri

Bâki Olana Muhabbet ve Dünya Hayatının Aldatıcı Lezzetleri

Hayat, durmadan akan bir nehir gibidir. Bu akışta ne dünya durur ne de biz. Her an bir sona doğru ilerleriz. Bediüzzaman Said Nursi, bu durumu veciz bir şekilde şöyle ifade eder: “Zira dünya durmuyor, gidiyor. İnsan da beraber gidiyor.” Bu hakikat, dünyanın ve içindeki her şeyin fani olduğunu, hiçbir şeyin kalıcı olmadığını anlatır. İnsan, ne kadar dünya malına, makamına veya lezzetlerine sarılırsa sarılsın, bunlar bir an bile durmaz ve eninde sonunda ondan ayrılır.

Bu fani lezzetler, bir zehirli bala benzer. “Dünyanın lezâizi zehirli bala benzer. Lezzeti nisbetinde elemi de vardır.”
Bu lezzetlerin peşinden gitmek, kısa süreli bir tatmin sunarken, uzun vadede büyük acılar ve pişmanlıklar getirir.
Fani olan her şeye karşı duyulan muhabbet, bu yüzden kalbe bir huzursuzluk ve tatminsizlik verir.

İnsan kalbi, sonsuzluğa aşık ve ebediyet için yaratılmıştır. Fani olan, asla ebedi bir aşka ve muhabbete layık olamaz.
İşte bu yüzden, “‘Madem o hadsiz mahbubat fânidirler, beni bırakıp gidiyorlar; onlar beni bırakmadan evvel ben onları bırakıyorum.’ demektir.”
Bu, bir teslimiyet ve idrak halidir. Gerçek muhabbetin, ancak Bâki olan ve her şeye varlık veren Allah’a olabileceğini anlamaktır.

Çünkü “Bâki-i Hakiki yalnız sensin. Mâsiva fânidir. Fani olan elbette bâki bir muhabbete ve ezelî ve ebedî bir aşka ve ebed için yaratılan bir kalbin alâkasına medar olamaz.”
Bu idrak, insanı fani olanın peşinden koşmaktan kurtarır ve kalbini ebedi olan Rabbinin sevgisine yöneltir.
Bu yöneliş, bütün kainatın yaratılış gayesini anlamakla mümkündür.

Her varlık, kendisinde yansıyan ilahi tecellileri gösterir. Allah, bütün varlıkların yaratılışıyla kendini tanıttırır. Bu öyle bir tecellidir ki, “Sâni’-i mevcudat, bütün mevcudatta intişar eden tecelli-i muhabbetin bütün envaını bir noktada, bir âyinede görmek ve bütün enva-ı cemalini ehadiyet sırrıyla göstermek için; şecere-i hilkatten meyve-i münevver derecesinde ve kalbi, o şecerenin hakaik-ı esasiyesini istiap edecek bir çekirdek hükmünde olan bir zâtı, o mebde-i evvel olan çekirdekten, tâ münteha olan meyveye kadar bir hayt-ı ittisal hükmünde olan bir mi’rac ile o ferdin kâinat namına mahbubiyetini göstermek ve huzuruna celbetmek ve rü’yet-i cemaline müşerref etmek ve ondaki halet-i kudsiyeyi başkasına sirayet ettirmek için kelâmıyla taltif edip fermanıyla tavzif etmektir.”
Bu uzun ve derin cümle, Hazreti Peygamber’in (s.a.v.) miracını ve onun şahsında bütün kainatın amacını özetler. Her şey, bir çekirdekten ağaca doğru bir yolculuk gibidir ve bu yolculukta ilahi güzelliğin ve muhabbetin tecellileri görülür. İnsan, bu tecellilere şahitlik ederken, kalbi ancak Bâki olana yönelebilir. Bu manevi yöneliş, dünyanın zehirli balından uzak durup, gerçek ve ebedi lezzeti bulmanın tek yoludur.

Özet
Bu makale, dünya hayatının geçiciliğini ve fani olanın peşinden koşmanın getirdiği acıları ele almaktadır. Bediüzzaman Said Nursi’nin sözlerinden yola çıkarak, dünyanın durmadan akıp gittiği ve insanı da beraberinde götürdüğü gerçeği anlatılır. Dünyevi lezzetlerin, lezzetleri kadar acı da ihtiva eden”zehirli bala” benzetilmesiyle, bu lezzetlere aldanmamanın önemi anlatılır. Makale, insan kalbinin ebedi bir aşka meyyal olduğunu ve fani olanın bu aşka layık olmadığını belirterek, gerçek ve sonsuz muhabbetin ancak Bâki olan Allah’a olabileceğini açıklar.
Son olarak, kainattaki her şeyin Allah’ın tecellilerini gösterdiği ve insanın bu tecellileri idrak ederek gerçek amacına yönelmesi gerektiği belirtilerek, makale bir özetle tamamlanır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Evlilikte İnanç Birliğinin Önemi ve İbretli Bir Hadise

Evlilikte İnanç Birliğinin Önemi ve İbretli Bir Hadise

İnsan hayatında en önemli dönüm noktalarından biri hiç şüphesiz evliliktir. Evlilik sadece iki bireyin bir araya gelmesi değil, aynı zamanda iki aile, iki kültür ve en önemlisi iki dünya görüşünün birleşmesidir. Bu noktada inanç birliği, hem evliliğin temellerini sağlamlaştıran, hem de gelecek nesillerin şekillenmesinde belirleyici olan en mühim unsurdur.

Kur’ân-ı Kerîm’de bu hususa defalarca dikkat çekilmiştir. Cenâb-ı Hak buyuruyor:

> “Müşrik kadınlarla, iman etmedikleri sürece evlenmeyin. Hoşunuza gitse bile imanlı bir cariye müşrik bir kadından daha hayırlıdır. Müşrik erkeklerle de, iman edinceye kadar mümin kadınları evlendirmeyin. Hoşunuza gitse bile imanlı bir köle müşrik bir erkekten daha hayırlıdır. İşte onlar ateşe çağırırlar, Allah ise izniyle cennete ve mağfirete çağırır.”
( Bakara, 2/221 )

Bu ayet, evlilikte inanç birliğinin ne derece mühim olduğunu apaçık ortaya koyar. Zira farklı inançtan bir eş, aile içi huzuru bozar, çocukların yetişmesinde derin yarılmalara sebep olur ve en önemlisi, iman hakikatleriyle alay edilmesi gibi en ağır fitneleri doğurabilir.

Deist Babanın İbretlik Tavrı

Son günlerde sosyal medyada yayılan bir görüntü, bu hakikatin ne kadar canlı ve güncel olduğunu gözler önüne serdi. Deist bir baba, Müslüman oğluna alay ederek domuz eti yedirmeye çalıştı. Oğlunun inanç hassasiyetlerini küçümsedi, onun imanıyla eğlendi ve en mahrem bir mesele olan helâl-haram anlayışını hiçe saydı.

Bu hadise, Kur’ân’ın şu uyarısını hatırlatıyor:

> “Müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinmeyin! Allah’a aleyhinize apaçık bir delil mi vermek istiyorsunuz?”
( Nisa, 4/144 )

Ve yine başka bir ayette:

> “Onlar sizi imanınızdan döndürünceye kadar sizinle savaşmaktan vazgeçmezler.”
( Bakara, 2/217 )

Demek ki inançsız bir zihin, çoğu zaman sadece kendi inkârıyla kalmıyor, aynı zamanda karşısındaki mümini de imanından sarsmaya çalışıyor. Bu da evlilikte ve aile bağlarında iman birliğinin niçin elzem olduğunu izah ediyor.

Ehli Kitap Meselesi ve Hikmeti

Kur’ân’da Müslüman erkeklerin Ehli Kitap kadınlarla evlenmesine izin verilmiş olsa da (Maide, 5/5), İslam âlimleri bu iznin bir ruhsat olduğunu, faziletli ve doğru olanın ise mümkünse Müslüman bir eş tercih etmek olduğunu belirtmişlerdir. Zira din, kültür ve ahlâk bütünlüğü sağlanmadığında, çocukların eğitiminde çatışmalar yaşanacak, neslin istikameti tehlikeye düşecektir.

Bu hikmeti Bediüzzaman Said Nursî şu ifadeyle özetler:
“Aile hayatının saadeti, samimî vefakâr muhabbetle olur. O muhabbet ise ancak iman nuru ile parlar, sıhhat bulur.”

Ahlâkî, Sosyal ve Siyasi Boyut

Ahlâkî Boyut: İnançsız veya dini hafife alan bir eş, aile içinde çocuklara örnek olamaz. Hatta dini değerlerle alay ederek onların kalbinde şüphe ve zaaf meydana getirir.

Sosyal Boyut: İnanç birliği olmayan evlilikler, uzun vadede aile kurumunu zayıflatır. Toplumun temel direği olan aile çökerse, millet de çöker.

Siyasi Boyut: Dış dünyada İslam’ı küçümseyen, onunla alay eden zihniyetlerin aile içinde yer bulması, adeta içeriden fetih ve bozulmayı beraberinde getirir. Bu da ümmetin birlik ruhunu sarsar.

Akli ve Mantıki Yön

Akıl da gösteriyor ki; iki insan farklı istikametlere yürüyorsa yolları ayrılır. Birisi kıbleye yönelmişken diğeri başka yönlere koşuyorsa, aynı evin çatısı altında bile olsa kalpler ve fikirler birleşmez. Birinin helâl saydığını diğeri haram görüyor, birinin kutsal bildiğine diğeri gülüp geçiyorsa, bu beraberlik eninde sonunda çatışma ve yıkımla sonuçlanacaktır.

İlmi ve Bilimsel Bakış

Psikoloji bilimi de aynı gerçeği teyit eder. Ortak değerleri olmayan çiftler arasında çatışma kaçınılmazdır. Özellikle dini değerler, bireyin kimliğinin merkezinde olduğundan, bunların küçümsenmesi kişide travma ve yabancılaşmaya yol açar. Çocuklar ise değer karmaşası yaşayarak kimlik bunalımına sürüklenir.

Sonuç ve İbret

Deist bir babanın kendi öz oğluna yaptığı alay, aslında bütün Müslümanlara büyük bir ibrettir. Zira bu olay, evlilikte inanç birliğinin ne kadar hayatî olduğunu bir kez daha isbat etmiştir. Mümin bir eş, imanına kuvvet verir; imansız veya alaycı bir eş ise imanını sarsar.

Cenâb-ı Hak buyuruyor:

> “Ey iman edenler! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun.”
( Tahrîm, 66/6 )

Aile, insanın sığınağıdır. Eğer bu sığınakta iman nuru olmazsa, yuva zindana dönüşür.

Özet

  1. Evlilikte inanç birliği, hem aile huzuru hem de gelecek nesillerin imanını muhafaza açısından zaruridir.
  2. Gayrimüslim veya dini alaya alan eş seçiminde yaşanacak sıkıntılar Kur’an ayetleriyle açıkça haber verilmiştir.
  3. Ehli Kitap kadınlarla evlilik caiz olsa da tercih edilmemesi, neslin ve aile saadetinin korunması hikmetine dayanır.
  4. Sosyal, psikolojik, ilmî ve siyasi boyutlar da göstermektedir ki inanç ayrılığı aileyi çatıştırır, toplumu zayıflatır.
  5. Deist bir babanın oğluyla alay etmesi, bu gerçeği çağımızda gözler önüne seren ibretlik bir misaldir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




İSM-İ AZAMIN HAKİKATİ

İSM-İ AZAMIN HAKİKATİ

Allah’ın her bir ismi kendi rütbe ve makamında ismi azam manasını taşır ve faaliyette bulunur. Diğer isimler ona tabidir.
Adeta her bir isim ayrı alem ve kainatların, farklı dairelerin başında en a’la ve aksa makamda icraatta bulunmaktadırlar.

Onun içindir ki; şahıs,
zaman,mekan o isme mazhariyetle değer ve güç kazanır, öne çıkar.

Herkese ismi azam farklıdır.

“İsm-i Âzam herkes için bir olmaz; belki ayrı ayrı oluyor.”

Sebebi ise;”İnsan öyle bir nüsha-i camiadır ki, Cenab-ı Hak bütün esmasını insanın nefsi ile insana ihsas ediyor.”

******

  1. İsm-i Âzam’ın Mahiyeti

Bediüzzaman der ki:
“İsm-i Âzam herkes için bir olmaz; belki ayrı ayrı oluyor.”
(28. Mektup, 2. Mebhas)

Bunun sebebi: İnsan öyle bir nüsha-i camiadır ki, Cenab-ı Hak bütün isimlerini insanın nefsiyle insana hissettiriyor. Dolayısıyla her insan, kendi istidadına ve ihtiyaçlarına göre farklı bir isimde İsm-i Âzamı bulabilir.

Meselâ, bir kul için “Ya Şâfî” en büyük isimdir; çünkü en çok şifa ihtiyacını hisseder.

Bir başka kul için “Ya Rezzâk” ön plana çıkar; çünkü rızık endişesiyle terbiye edilir.

Ârif bir gönül için “Ya Vedûd” isimlerin zirvesidir; çünkü bütün varlığı muhabbet penceresinden görür.

Bediüzzaman’a göre ise Kur’ân’ın umumunda Altı İsm-i Âzam tezahür etmektedir: Hayy, Kayyûm, Hakem, Adl, Kuddûs, Ferd. (30. Lem’a)

  1. İsm-i Âzam’a Mazhar Şahsiyetler

Tarih boyunca bazı şahsiyetlerin belli isimlerde derin bir mazhariyette olduklarını görüyoruz:

Hz. İbrahim (a.s.) → “Halîlullah” (en çok “Rahmet ve Rezzâk” tecellisi ile)

Hz. Musa (a.s.) → “Kelîmullah” (en çok “Kelâm ve Kudret” isimleriyle)

Hz. İsa (a.s.) → “Rûhullah” (en çok “Hayy ve Muhyî” isimleriyle)

Hz. Muhammed (s.a.v.) → “Habîbullah” (İsm-i Âzam’ın tamamına mazhar, Kâmil İnsan)

Tasavvufta ise her kutub veya gavs, belli bir ismin merkezi olur. Meselâ; Abdülkadir-i Geylânî için “Kayyûmiyet” tecellisi, Mevlânâ için “Vedûdiyet” tecellisi öne çıkar.

  1. İsm-i Âzam’a Mazhar Olmanın Şartları ve Yolları

Bediüzzaman, İsm-i Âzam’a mazhar olmanın kapısını şu hakikatlerle işaret eder:

  1. İman-ı kâmil: Esmanın en büyük tecellisine mazhariyet, iman kuvvetiyle artar.
  2. Takva: Günahlar kalbi perdeler. Takva, ismin cilvesine ayna olmaktır.
  3. İhlâs: İsm-i Âzam, menfaat ve gösteriş perdesi altında açılmaz.
  4. Fakr ve acz şuuruyla dua: İsm-i Âzam’a giden yol, insanın kendi hiçliğini bilmesinden geçer. Çünkü o zaman Cenab-ı Hakk’ın isimleri daha parlak görünür.
  5. Zikir ve tefekkür: Her bir isim bir pencere açar. O isim üzerinde yoğun tefekkür, o ismin hakikatine mazhar eder.
  6. Sülûk Yolu: Nasıl Girilir?

İsm-i Âzam yolu, tekke veya zahirî merasimlerle değil; Kur’ân, dua ve tefekkürle açılır. Risale-i Nur’un işaret ettiği yol şudur:

Kur’ân’ı isimler penceresinden okumak: Ayetlerde hangi isim daha parlak ise onu temaşa etmek.

Dua ve esmâ-i hüsnâ ile münâcat: Her isimle haline uygun dua etmek.

Her hâdisede bir ismi görmek: Hastalıkta Şâfî, fakirlikte Rezzâk, musibette Hakem ismini görmek.

Şahsiyetin ihtiyacıyla isim buluştuğunda o isim İsm-i Âzam hâline gelir.

  1. Sırları

Kişisel farklılık: Herkes için İsm-i Âzam farklıdır; çünkü herkesin nefsi ayrı bir anahtar gibidir.

Külliyet sırrı: İsm-i Âzam, yalnız ferdî bir isim değil, bütün isimleri şamil bir hakikattir. Yani “bir isimden bütün isimlere geçiş kapısı”dır.

Mazhariyetin terakki etmesi: İsm-i Âzam’a mazhar olmak bir defalık hâl değil; sürekli terakki eden bir yolculuktur.

Habibiyet sırrı: En büyük sır, Hz. Peygamber’in (s.a.v.) “Habibullah” makamıdır. O, İsm-i Âzam’ın külliyetine mazhardır.

Netice

İsm-i Âzam, kâinattaki en yüce sırdır. Her bir İlâhî isim kendi sahasında İsm-i Âzam mânâsı taşır; ama insanın istidat ve ihtiyaçlarına göre farklı isimler İsm-i Âzam makamına çıkar. Mazhariyet, iman, ihlâs, takva ve fakr-ı mutlakla olur.

Bediüzzaman’ın ifadesiyle:
“İsm-i Âzam herkes için bir olmaz; belki ayrı ayrı oluyor. Çünkü Cenab-ı Hak, bütün esmasını insana ihsas ediyor.”

Demek ki her insan kendi hâline, derdine, ihtiyaç ve ubudiyetine göre İsm-i Âzam’a giden bir kapı bulabilir.

******

İsm-i Âzam Yol Haritası

  1. Kalbi Saflaştırma: Takva ve İhlâs

Ayet:
“وَاتَّقُوا اللّٰهَ وَيُعَلِّمُكُمُ اللّٰهُ”
(Allah’tan sakının ki, Allah size öğretsin. – Bakara, 2/282)

Uygulama: Günlük hayatta haramlardan ve şüphelilerden uzak durmak, kalbin perdelerini inceltir. Çünkü isimlerin tecellisi kalbin safiyetine göre parıldar.

  1. Esmâ ile Dua ve Münâcat

Ayet:
“وَلِلّٰهِ ٱلۡأَسۡمَآءُ ٱلۡحُسۡنَىٰ فَٱدۡعُوهُ بِهَا”
(En güzel isimler Allah’ındır; O’na o isimlerle dua edin. – A‘râf, 7/180)

Uygulama:

Hastalıkta: “Yâ Şâfî, yâ Kâfî, yâ Muâfî, veşfi merdânâ.”

Darlıkta: “Yâ Rezzâk, yâ Fettâh, iftah aleynâ ebvâbe rahmetik.”

Korkuda: “Hasbiyallahu lâ ilâhe illâ Hû, aleyhi tevekkeltü, ve Hüve Rabbul-Arşil-Azîm.”

Her ihtiyaç için uygun ismi zikretmek, o ismi kişinin İsm-i Âzam kapısı hâline getirir.

  1. Tefekkür Yolculuğu

Ayet:
“سَنُرِيهِمْ اٰيَاتِنَا فِي الْاٰفَاقِ وَفِي اَنْفُسِهِمْ”
(Onlara âyetlerimizi hem dış âlemde hem de kendi nefislerinde göstereceğiz. – Fussilet, 41/53)

Uygulama:

Güneşe bakınca: “Yâ Nûr, senin ışığından bir zerre.”

Rızık sofralarına: “Yâ Rezzâk, senin ihsanın.”

Bahar manzarasına: “Yâ Muhyî, ölü toprağa hayat veren sensin.”

Her hadise bir esmâ penceresidir. Onu görmek kalbi İsm-i Âzam’a hazırlar.

  1. Örnek Şahsiyetlerden İlham

Hz. İbrahim (a.s.): Tevekkül ve teslimiyet → Yâ Hasbiyallâh

Hz. Musa (a.s.): Kudret ve kelâm → Yâ Kayyûm

Hz. İsa (a.s.): Hayat verici nefes → Yâ Muhyî

Hz. Peygamber (s.a.v.): Habibiyet → İsm-i Âzam’ın külliyeti

Her insan, bu peygamberlerden kendi hâline yakın olanı örnek alarak İsm-i Âzam yolculuğunda bir “üsve” (örnek) bulabilir.

  1. İsm-i Âzam’a Giden Sırlar
  2. Fakr ve acz şuuruyla dua: En büyük sır, kulun kendi hiçliğini bilmesidir.

“لَا حَوْلَ وَلَا قُوَّةَ إِلَّا بِاللّٰهِ” (Hiçbir güç ve kuvvet yoktur, ancak Allah’ın kudretiyledir.)

  1. Devamlı zikir: Küçük ama sürekli zikr, kalbi yavaş yavaş ismin merkezi yapar.
  2. Kur’ân’ı isim gözüyle okumak: Mesela Fâtiha’da “Rahmân, Rahîm, Rabbü’l-âlemîn” isimlerini tefekkür etmek.
  3. Şahsî anahtar: Herkesin İsm-i Âzam’ı farklıdır. Kalbine en çok işleyen isim, senin İsm-i Âzam kapındır.

Netice

İsm-i Âzam, herkese kendi hâline göre açılır. Onu bulmak için:

Kalbini saflaştır,

İhlâsla dua et,

Esmâ ile yaşa,

Her hadiseyi tefekkür et,

Peygamberlerden usûl öğren.

Ve unutma: İsm-i Âzam sırf bir “isim” değil, kulun Allah ile en yakın bağını kurduğu **“kişisel kapı”**dır.

******

7 Günlük Esmâ Programı

  1. Gün: Yâ Rahmân – Yâ Rahîm

Zikir: 100 defa Yâ Rahmân, Yâ Rahîm

Dua: “Allah’ım, rahmetinle beni kuşat, kalbime merhamet koy, günahlarımı bağışla.”

Tefekkür: Anne şefkati, baharın yeşermesi, rızıkların bolluğu → hepsi rahmetin cilvesidir.

  1. Gün: Yâ Rezzâk – Yâ Fettâh

Zikir: 100 defa Yâ Rezzâk – 70 defa Yâ Fettâh

Dua: “Rabbim, helâl rızıkları bana aç, kalbimin kapılarını marifetine aç.”

Tefekkür: Bir sofradaki nimetlere bak; arkasındaki Rezzâk’ı hatırla.

  1. Gün: Yâ Şâfî – Yâ Kâfî

Zikir: 100 defa Yâ Şâfî, Yâ Kâfî

Dua: “Allah’ım, maddî ve manevî hastalıklarıma şifa ver, sen bana yetersin.”

Tefekkür: Vücuttaki iyileşme, kalpteki teselli, dertlerin hafiflemesi → hep Şâfî’nin rahmetinden.

  1. Gün: Yâ Hakem – Yâ Adl

Zikir: 99 defa Yâ Hakem, Yâ Adl

Dua: “Ya Rabbi, hayatımda adaletini göster, kararlarımı hikmetinle doğru kıl.”

Tefekkür: Kâinattaki denge, insanın vicdanında adalet hissi, mahkeme-i kübrâ → Hakem ve Adl’in tecellisi.

  1. Gün: Yâ Nûr – Yâ Vedûd

Zikir: 100 defa Yâ Nûr – 100 defa Yâ Vedûd

Dua: “Kalbimi nurunla aydınlat, sevgini içime doldur, beni sevdiklerin arasına kat.”

Tefekkür: Güneşin ışığı, sevgi ve muhabbet bağları → Nur ve Vedûd isimlerinin yansımaları.

  1. Gün: Yâ Hayy – Yâ Kayyûm

Zikir: 100 defa Yâ Hayy, Yâ Kayyûm

Dua: “Hayy ve Kayyûm olan Allah’ım! Beni daima diri tut, ayakta tut, gafletten koru.”

Tefekkür: Ağaçların dirilişi, kalbin atışı, ruhun canlılığı → Hayy ve Kayyûm’un sürekli faaliyeti.

  1. Gün: Yâ Ferd – Yâ Kuddûs

Zikir: 70 defa Yâ Ferd – 100 defa Yâ Kuddûs

Dua: “Allah’ım, beni temizle, nefsimi arındır, kalbimi sadece sana bağla.”

Tefekkür: Gecenin sükûneti, kalpteki yalnızlık hissi, temizlenmiş ruh → Ferd ve Kuddûs’un işaretleri.

Netice

Bu program, bir hafta boyunca her gün farklı bir İlâhî isimle kalbi eğitme yoludur. Düzenli tekrarlandığında, kişi kendi hâline en uygun ismi fark eder. İşte o isim, sizin için İsm-i Âzam kapısı olabilir. 🌸

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Zulmün Kararmış Yüzü ve Gazze’nin Aynasında İnsanlık

Zulmün Kararmış Yüzü ve Gazze’nin Aynasında İnsanlık

Bir zamanlar Avrupa kıtasında dehşetli bir zulüm rüzgârı esti; adı Nazizm idi. İnsanlık, o kasırgada milyonlarca masumun can verişini seyretti. Ve ders alacağını sandı. Fakat bugün görüyoruz ki, aynı zulmetli ruh, farklı bir libasla tekrar sahneye çıkmıştır. O karanlık ruh, bu defa Gazze’nin üzerine çökmüştür.

Zulmün Mahiyeti: Hayvanî ve Karanlık Bir Ruh

Zulmün kaynağı zulmetli ve hayvanî ruhtur. İnsanlık şefkatle yükselirken, o ruh şiddetle alçalır. Gazze’de çocukların aç bırakılması, suyun kesilmesi, kadınların ve masumların hedef alınması; işte bu ruhun tezahürüdür.

Bir Hahamın, “Kadın, çocuk fark etmez, hepsini öldürün” sözü, şeytanî ruhun açık bir tercümesidir. Eğer aynı söz bir imamın ağzından çıksa, dünya ayağa kalkardı. Fakat zalim, kendi zulmüne meşruiyet ararken dünyanın vicdanını susturabiliyor.

Gazze: İnsanlığın Aynası

Gazze bugün yalnız bir şehir değil, insanlığın vicdan aynasıdır. O aynaya bakan ya kendi insanlığını görecek ya da zulmün ortağı olacaktır.

Su tesisleri yıkılmış; çocuklar bir damla suya muhtaç.

Açlıkla terbiye edilmeye çalışılan bir halk, sabırla direniyor.

Evler, hastaneler, okullar yıkılıyor; ama iman ve izzet ayakta kalıyor.

Bu manzara, insanlığın ne tarafa meylettiğini gösteren bir mihenk taşıdır.

İsrail’in Kendi Geleceğine Hazırladığı Zindan

Her zulüm, önce zalimin kalbinde başlar. İsrail, Gazze’de mazlumlara zindan hazırlarken, aslında kendi evlatlarına da karanlık bir dünya bırakıyor. Aç bıraktığı çocukların feryadı, kendi çocuklarının istikbaline kin ve nefret olarak dönecektir. Zulüm, yalnız mazlumu değil, zalimi de helâk eder.

Tarih şahittir: Firavun, denizde; Nemrut, sinek karşısında; Hitler, kendi ülkesinde boğuldu. Zulmün akıbeti budur.

İslam Dünyasına ve İnsanlığa Düşen Vazife

Bugün Gazze’nin çığlığı, yalnızca Filistin’in değil, bütün insanlığın imtihanıdır. Eğer İslam dünyası dağınıklığını terk edip ittihad-ı İslam ile birleşirse, zalimin zincirleri kırılır. Eğer vicdan sahibi insanlar sesini yükseltirse, zulüm uzun yaşayamaz.

Müslüman âlimlerin İstanbul’da toplanıp Netanyahu’ya uyarı yapması, bu imtihanın ilk işaretlerindendir. Ancak söz yetmez, fiil lâzımdır. Çünkü sessizlik, zalimin cesaretini artırır.

Netice: Bir Hakikatin İlanı

Gazze yalnızca bir coğrafya değil, imanın, izzetin ve insanlığın sınav noktasıdır. Bu sınavda kim zalimin yanında, kim mazlumun yanında olduğunu gösterecektir.

Unutmayalım ki;

Zulüm payidar olmaz.

Adalet ve şefkat, eninde sonunda galip gelir.

Mazlumun duası, arş-ı âlâyı titreten bir kuvvettir.

Ve bu hakikat değişmez:
“Zalimler için yaşasın cehennem!”

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




İnsan, Kainat ve Külli Hakikat: Bir Varlık Düşüncesi

İnsan, Kainat ve Külli Hakikat: Bir Varlık Düşüncesi

Hayatın anlamını arayan insanoğlu için kâinat, her an yeni bir hikmet kapısı aralayan, sonsuz bir kitaptır.
Metinler derin manalar taşıyan ibretlik sözlerdir. Her biri, insan, tabiat ve Yaradan arasındaki ilişkiyi farklı açılardan ele alırken, bir bütün olarak varoluşun aid bir düşünce sisteminin parçalarını oluşturmaktadır.
Bu makalede, bu sözlerin sunduğu hikmetli bakış açısını, edebî ve düşündürücü bir yaklaşımla inceleyeceğiz.

  1. Varlığın Kaynağı ve İyileşmenin Sırrı

“Tesiri ve şifayı, Cenab-ı Hak’tan bilmek gerektir. Dermanı o verdiği gibi, şifayı da o veriyor. Hâzık mütedeyyin hekimlerin tavsiyelerini tutmak, ehemmiyetli bir ilâçtır.”
Modern tıp, hastalıkların tedavisi için etkili yöntemler sunsa da, bu söz bize fiziksel iyileşmenin ötesinde bir hakikati hatırlatır. Şifa, sadece kimyasal bir reaksiyonun ya da cerrahi bir müdahalenin sonucu değil, aynı zamanda ilahi bir lütfun tecellisidir.
Bu düşünce, tıp bilimini reddetmez, aksine onu kutsal bir arayışın parçası olarak görür. Nasıl ki bir mühendis, tabiat kanunlarını kullanarak harika yapılar inşa ediyorsa, bir hekim de Allah’ın koyduğu tabiat kanunlarını anlayarak şifa vesilesi olur. Bu bakış açısı, insana hem bilime saygı duymayı hem de nihai gücün ve rahmetin kaynağını unutmamayı öğretir.
Tıbbın tarihi, bu iki unsurun (bilimsel bilgi ve manevi teslimiyet) iç içe geçtiği birçok örnekle doludur.
Örneğin, İbn-i Sina ve Razi gibi İslam hekimleri, hem bilimsel bilgiyi hem de manevi inancı eserlerinde harmanlamışlardır.

  1. İradenin Sınırı ve Rahmetin Sonsuzluğu

“Evet, her kim ki rahmetin nihayetsiz denizini bulsa, elbette bir katre serap hükmünde olan cüz-i ihtiyarına itimad etmez, rahmeti bırakıp ona müracaat etmez.”
Bu söz, insanın sınırlı iradesinin (cüz-i ihtiyari) ve Allah’ın sonsuz rahmetinin (rahmetin nihayetsiz denizi) karşılaştırmasını yaparak, insanın ne kadar aciz olduğunu gözler önüne serer. İnsan, kendi çabasıyla her şeye ulaşabileceği yanılgısına kapılabilir. Ancak bu vecize, kendi iradesini sonsuz bir güce sahip sanan kişiyi, bir çölde bir damla suyu arayan bir seraba benzeten derin bir metafor sunar. Gerçekten de, sınırlı irademizle elde ettiklerimiz, Allah’ın sonsuz rahmetinin yanında bir hiçtir. Gerçek akıl, kendi gücüne güvenmek yerine, sonsuz rahmet denizine sığınmayı ve O’na tevekkül etmeyi seçmektir. Bu, bireyi gurur ve kibirden arındırarak, mütevazı ve teslimiyetli bir yaşam sürmeye yöneltir.

  1. Dünya Hayatının Sermayesi ve Gerçek Ticaret

“Demek insan, bu dünyaya yalnız güzel yaşamak için ve rahatla ve safa ile ömür geçirmek için gelmemiştir. Belki azîm bir sermaye elinde bulunan insan, burada ticaret ile, ebedî daimî bir hayatın saadetine çalışmak için gelmiştir. Onun eline verilen sermaye de ömürdür.”
Bu söz, dünya hayatına dair yaygın bir yanılmayı giderir. Çoğu insan, dünya hayatını sadece bir zevk ve eğlence yeri olarak görür. Ancak bu vecize, dünya hayatını, insanın eline verilen bir sermaye (ömür) ile ebedî saadete ulaşmak için yapılan bir ticaret olarak tanımlar. Bu bakış açısıyla, her an, her çaba ve her iyilik, sonsuz bir kazancın anahtarıdır. Tarih, bu hakikati idrak eden nice şahsiyetlerle doludur. Bilimden sanata, hayır işlerinden manevi çalışmalara kadar, insanlık için faydalı olan her şey, bu “ticaretin” bir parçasıdır. Bu, bireye, zamanını boş yere harcamaması, her anını değerli kılması ve ölümle bitmeyen bir geleceğe yatırım yapması gerektiğini hatırlatır.

  1. Varlık ve Yaratıcının İmzası

“Madem bir harf, kâtibini göstermeksizin olmaz. San’atlı bir nakış, nakkaşını bildirmemek olmaz.”
Bu söz, varoluşun en temel sorularından birine, yani Yaratıcının varlığına dair mantıksal bir delil sunar. Tıpkı bir mektubun yazarını, bir tablonun ressamını işaret etmesi gibi, kâinattaki her detay da (bir çiçeğin yapısı, bir kelebeğin kanadı, galaksilerin düzeni) kendiliğinden var olamayacak kadar sanatlıdır. Bu sanatlı eserler, sonsuz bir ilim, irade ve kudrete sahip olan Yaratıcının varlığına işaret eder. Bu düşünce, sadece felsefi bir argüman değil, aynı zamanda insana çevresindeki her şeye hayranlık ve tefekkürle bakmayı öğütler. Bu yaklaşım, kainatı sadece fiziksel bir gerçeklik olarak değil, aynı zamanda Yaratıcının isimlerinin tecelli ettiği bir sanat eseri olarak görmemizi sağlar.

Özet
Bu makale, dört farklı vecizenin sunduğu manevi ve hikmetli dersleri bir araya getirerek, insan ve kâinat arasındaki derin bağı açıklamaktadır. Her bir söz, kendi içinde bağımsız bir hikmet sunarken, bir bütün olarak birbirini tamamlamaktadır. Şifanın kaynağı, sadece bilimsel nedenlerde değil, aynı zamanda ilahi rahmettedir. İnsan iradesi, sınırlı bir güçtür ve asıl kurtuluş, sonsuz rahmete sığınmaktır. Dünya hayatı, bir eğlence yeri değil, ebedî bir hayat için bir ticaret aracıdır.
Son olarak, kâinatın düzeni, tesadüfün eseri değil, sonsuz bir kudrete sahip olan Yaratıcının varlığının en açık delilidir. Bu dört temel düşünce, insanı dünyada anlamlı bir hayat yaşamaya, ebedî saadeti hedeflemeye ve kâinatta Yaratıcının izlerini aramaya davet eder.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




Şeytanın İki Büyük Silahı: İnkâr ve Fuhuş, İnsanlık Tarihinde Sebep Olduğu Helak ve Sarsıntılar

Şeytanın İki Büyük Silahı: İnkâr ve Fuhuş, İnsanlık Tarihinde Sebep Olduğu Helak ve Sarsıntılar

Şeytanın iki büyük silahı: Allah’ı inkâr ve Fuhuş.
İnsanın da iki büyük helaki netice veren, ebedi azaba sevk eden iki za’f noktası; inkârcılık (nankörlük), Fuhuş (sefahet, rezalet)
İnsanlık tarihi boyunca bu iki menfi yol ferdi olsun toplumsal olsun, savaşlara ve kavgalara neden olmuştur.
Özellikle insanlar fuhuşla kontrol altına alınmış, kaset şantaĵlarıyla tehdit edilmiş, rejimler, devletler değişime uğramıştır.
En yakın örneğiyle; yüz yıllık CHP bir Deniz Baykal Fuhuş kasediyle istenildiği gibi dizayn edilmiş, istenilen değişimler gerçekleştirilmiştir.
Ve Adnan Oktar fuhuş sektörü gibi.
ABD başkanları ve şimdiki başkan Trump içinde Mossad Ajanı olan ve hapiste öldürülen Jefree Epstein fuhuş zinciri ile bir çok devlet başkanı İngiliz ve Suudi Arabistan dahi kontrol edilmekte, adeta israilin boyunduruğu altında kontrol edilmektedir.
Bu mesele ciddi bir meseledir.
Öyle ki, Hz. Adem ve Hz. Havvayı cennetten çıkaran olaydır.[1]

********

İnsanoğlu yaratılışından itibaren, kendi aklı, arzu ve hevesleriyle sınanmış; Allah’ın emrine uymamak ve nefsin peşinden gitmek, tarih boyunca çeşitli felaketlere yol açmıştır.
Kur’an-ı Kerim’de, insanı saptıran en önemli iki yol olarak inkârcılık ve fuhuş açıkça belirtilmiştir.

  1. İnkâr ve Nankörlük: İnsanlık Tarihinin İlk Felaketi

Kur’an, inkârın insan ve toplum için yıkıcı etkilerini birçok ayette dile getirir:

> “Hani Rabbiniz size: «Şâyet şükrederseniz size olan nimetlerimi artırır da artırırım. Yok eğer nankörlük ederseniz, şunu bilin ki benim azabım çok şiddetlidir» buyurmuştu.
Mûsâ devamla: “Siz ve yeryüzünde bulunan herkes birlikte Allah’a nankörlük etseniz bile bunun Allah’a bir zararı olmaz. (İbrahim Suresi, 7-8)

İnkârcılık yalnızca Allah’a karşı bir isyan değil, aynı zamanda yaratılışın ve aklın değerini reddetmektir. Tarih boyunca inkârcılık, savaşların, zulümlerin ve kavga ortamlarının başlıca sebeplerinden olmuştur. İnsan, Rabbini inkâr ettiğinde aklını kaybetmiş, nefsine esir olmuş ve toplumsal düzeni bozan bir güç haline gelmiştir.

Tefsirlerdeki yorum:

İnkârcılık “aklın karanlığa gömülmesi” ve “insanın hem ferdi hem de toplumsal helak yolu” olarak değerlendirilir.
İnkar, insanın kendi içinde ve toplumda zulme, adaletsizliğe, korkuya ve kaosa yol açar.

  1. Fuhuş: Toplumsal ve Ferdi Helakin Diğer Silahı

Fuhuş, sadece ahlâkî bir çöküş değil, aynı zamanda toplumsal bir felaket aracıdır. Kur’an, fuhşu açıkça yasaklar ve helaklere yol açan bir davranış olarak niteler:

> “Zinaya yaklaşmayın! Çünkü o hayâsızlıktır, çok kötü bir yoldur.” (İsra Suresi, 32)

Tarih boyunca fuhuş, toplumsal kontrol aracı olarak da kullanılmıştır. İnsanlar, sefahat ve rezalet yoluyla manipüle edilmiş, şantaj ve korku ile yönetilmiştir. Bu durum, devletlerin, rejimlerin ve liderlerin şekillenmesinde etkili olmuştur. Modern tarih örnekleri de bunu doğrular:

ABD’de Jeffrey Epstein olayı, fuhuş ve şantaj zinciri üzerinden birçok devlet yetkilisinin kontrol altına alınmasını ortaya koymuştur.

Türkiye’de ve başka ülkelerde politik değişimler, benzeri yöntemlerle yönlendirildiği iddia edilmektedir.

Adnan Oktar vakası ve benzeri toplumsal çöküşler, fuhşun bireysel ve toplumsal yıkıcı etkilerini göstermektedir.

Fuhuş insanı hem ferdi hem de toplumsal olarak köleleştirir, ruh ve aklı felce uğratır.

  1. Hz. Âdem ve Hz. Havva’nın Cennetten Çıkışı: İlk Ders

Kur’an-ı Kerim’deki Hz. Âdem ve Hz. Havva kıssası, bu iki silahın insanı ne kadar çabuk saptırabileceğini gösterir:

> “(O sırada) şeytan, birbirlerine kapalı edep yerlerini kendilerine göstermek için onlara (Âdem ve eşine) vesvese vermiş, “Rabbiniz size bu ağacı ancak melek olursunuz veya çok uzun yaşayanlardan olursunuz diye yasakladı!” demişti.” (A’raf Suresi, 20)

Bu kıssa, insanın hem inkâr hem de heva-heves yoluyla nasıl felaha eremeyeceğinin en ibretlik örneğidir. İnsan, Allah’a nankörlük ettiği ve arzularının esiri olduğu zaman, kendi cennetten çıkışını hızlandırır.

  1. Sonuç ve İbret

İnkâr, insanın hem Allah’a hem de kendi aklına ihanet etmesidir; bu durum ferdi ve toplumsal felaketlere yol açar.

Fuhuş hem bireysel hem toplumsal yıkım aracıdır; insanın ruhunu köleleştirir, devletleri ve toplumu manipüle etmeye açık hâle getirir.

Tarih, Hz. Âdem’den günümüze kadar bu iki za’fın, bireyleri ve toplumları nasıl helaka sürüklediğini gösteren sayısız örnekle doludur.

Günümüzde de modern araçlar ve teknolojik imkanlar, bu iki silahın kullanımını daha karmaşık ve yaygın hâle getirmiştir.

İbret alınacak ders açıktır: İnkâr ve sefahat, yalnızca ferdi değil, toplumsal ve tarihî boyutta da büyük yıkım getirir. İnsan hem aklı hem de ruhu ile Allah’a teslim olduğunda, bu iki silahın etkisinden korunabilir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

[1] https://tesbitler.com/2025/07/25/yasak-agac-ve-acilan-avret-cennetten-dunyaya-dususun-hikmeti/
https://tesbitler.com/2025/07/25/cennetten-surgune-yasak-agacin-sirri-ve-insanligin-imtihani/
https://tesbitler.com/index.php?s=Fuhu%C5%9F+

 




Kader, Keder ve Kâinatın Bütünlüğü

Kader, Keder ve Kâinatın Bütünlüğü

Hayat, görünmeyen bağlarla örülmüş, mana yüklü bir kumaştır. Elimizdeki dört farklı karede, bu kumaşın dört farklı desenini görüyoruz. Her biri kendi içinde bir mana taşırken, bir araya geldiklerinde insanın kâinatla olan derin ve hikmetli ilişkisini gözler önüne seriyorlar. Bu makalede, bu dört vecizenin sunduğu manzarayı ele alacak, tarihî, edebî ve ibretlik yönleriyle bir bütünlük içinde inceleyeceğiz.

  1. Kadere İnanmak ve Kederden Emin Olmak
    “Kadere inanan kederden emin olur.”
    Bu hikmetli söz, tasavvuf ve İslâm düşüncesinde önemli bir yere sahiptir. İnsanoğlunun en büyük imtihanlarından biri, yaşamın getirdiği zorluklar ve belirsizlikler karşısında duyduğu endişe ve kederdir. Tarih boyunca birçok filozof ve düşünür, bu kederin kaynağını ve çözümünü aramıştır. Bu söz, çözümün zahiri koşullarda değil, dahili bir teslimiyette olduğunu anlatır.
    Kadere iman, bireyin başına gelen her şeyin ilahi bir irade ve planın parçası olduğuna inanmasıdır. Bu inanç, onu çaresizlikten kurtarır ve her zorluğun bir ders, bir imtihan veya bir hayır vesilesi olduğu bilincini aşılar. Bu bilinçle hareket eden bir insan, musibetler karşısında yıkılmaz, aksine olgunlaşır ve ruhi olarak güçlenir.
    Edebiyatımızda da bu tema sıklıkla işlenmiştir. Yunus Emre’nin “Gelse celâlinden cefa, yahut cemâlinden vefa, ikisi de cana sefa” deyişi, kadere rızanın en güzel örneklerinden biridir.
    Bu sözler, kederin geçici olduğunu ve asıl huzurun Allah’ın takdirine boyun eğmekte bulunduğunu öğütler.
  2. İyilik ve Kötülüğün Mânâsı

“Eğer bir adamın iyilikleri fenalıklarına kemmiyetten veya keyfiyetten ziyade gelse, o adam muhabbete ve hürmete müstahaktır.”
“Belki, kıymettar birtek hasene ile, çok seyyiâtına nazar-ı afla bakmak lâzımdır.”
Bu iki cümle, insan ilişkilerine ve ahlaki değerlendirmelere dair derin bir bakış açısı sunar. Toplum olarak genellikle bir kişinin hatalarına odaklanır, iyiliklerini görmezden geliriz. Oysa bu sözler, bir insanın değerinin ve sevgiye layık olmasının, sadece kusursuzluğuyla değil, iyiliklerinin kötülüklerinden daha ağır basmasıyla ölçülmesi gerektiğini söyler. Burada kullanılan “kemmiyet” (nicelik) ve “keyfiyet” (nitelik) kavramları, hem iyiliklerin sayısının hem de kalitesinin önemine işaret eder. Bazen, küçük gibi görünen tek bir iyi niyetli davranış, kişinin pek çok hatasını telafi edebilir.
Bu düşünce, bizi daha affedici, daha hoşgörülü ve insanları bütün bir şekilde değerlendirmeye davet eder. Tarihte birçok lider, düşünür ve tasavvuf ehli, insanların eksikliklerini değil, potansiyellerini ve iyi yönlerini görme yeteneği sayesinde büyük kitlelerin sevgisini kazanmıştır.
Mevlana’nın “Gel ne olursan ol yine gel” çağrısı da bu hikmetin bir yansımasıdır. İnsanları yargılamak yerine, onların içindeki iyilik cevherini bulup çıkarmaya çalışmak, toplumsal huzurun temelidir.

  1. Bilginin ve Haddini Bilmenin Önemi
    “Mevlana’ya sormuşlar: ‘O kadar okur, o kadar yazarsın. Peki ne bilirsin?’ Mevlâna da cevap vermiş: ‘Haddimi bilirim!’”

Bu anekdot, bilginin biriktirilmesinden çok, kişinin kendini tanımasının ve haddini bilmesinin önemine işaret eder. Modern dünyada bilgiye erişim sınırsızdır. Ancak, bu bilgi bolluğu içinde kendi cehaletinin farkında olmak ve haddini aşmamak, asıl erdemdir. Mevlana, bilgeliğin kuru bir ezberden ibaret olmadığını, asıl bilginin kişinin kendi acizliğini, sınırlarını ve yaratıcısına karşı olan konumunu anlaması olduğunu öğretir.
Bu cevap, aynı zamanda kibirden uzak durmanın ve tevazuun erdemine işaret eder. Bir insan ne kadar çok şey öğrenirse öğrensin, kâinattaki sonsuz bilgi karşısında kendi bilgisinin ne kadar kısıtlı olduğunu idrak eder. Bu idrak, onu sürekli öğrenmeye ve alçakgönüllü olmaya teşvik eder. Tarihte, Sokrat’ın “Tek bildiğim, hiçbir şey bilmediğimdir” sözü de benzer bir düşünceyi ifade eder. Gerçek bilgelik, bilginin derinliğini değil, bilme yolculuğundaki tevazuu yansıtır.

  1. Varlık ve Sorumluluk Bilinci

“Başını kaldır, kendini tanıttırmak isteyen fa’al ve kudretli bir Zâtın hârika işlerine bak. Sen başıboş olmadığın gibi, bu hâdiseler de başıboş olamazlar.”
Bu sözler, modern insanın en büyük bunalımlarından biri olan varoluştaki boşluk hissini ele alır. Birey, bazen kendini koca bir evrende amaçsız ve yalnız hissedebilir. Ancak bu vecize, bize kâinatın tesadüfi olmadığını, her olayın arkasında bir amaç ve düzenin bulunduğunu hatırlatır. Etrafımızdaki doğa olayları, galaksilerin dönüşü, mevsimlerin döngüsü ve hayatın kendisi, sonsuz bir güç ve kudretin eseridir.
Bu söz, insana kendi varlığının da bir amaç doğrultusunda yaratıldığını, başıboş ve anlamsız olmadığını hatırlatarak bir sorumluluk bilinci aşılar. Hayatımızdaki her bir olay, bir ders, bir imtihan veya bir işaret olabilir. Bu bilinçle, insan kendini evrenin bir parçası olarak görür ve hayatına anlam katar. İbrahim Hakkı Hazretleri’nin “Marifetname”sindeki astronomi, anatomi ve ahlakın iç içe işlenmesi, bu bütün bir bakış açısının en güzel örneklerinden biridir. Kâinatı okumak, aslında kendimizi ve Yaradanımızı tanımaktır.

Özet
Bu makale, dört farklı vecizenin sunduğu dört ana temayı ele almaktadır: kadere iman, insan ilişkilerinde hoşgörü, haddini bilmek ve varoluşun gayesi.
Her biri, insan hayatının farklı bir yönüne ışık tutarken, aslında ortak bir paydada buluşurlar: kişinin kendini, çevresini ve kâinatı anlaması. Kadere iman, bireyi kederden kurtarırken, iyilikleri esas alan bir bakış açısı toplumsal huzuru sağlar. Haddini bilmek, kişisel gelişimin anahtarıdır.
Son olarak, kâinatın düzenini idrak etmek, varoluştaki anlamsızlıktan sıyrılıp hayata anlam katmamızı sağlar. Bu dört hikmet, insanın manevi ve ahlaki olgunluğa ulaşması için birbirini tamamlayan yolları işaret eder.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




ÜÇ ZULMET VE ÜÇ NUR

ÜÇ ZULMET VE ÜÇ NUR

“Bundan sonra İstanbul’da fazla kalmaz, Van’a gitmek üzere İstanbul’dan ayrılır. Batum yoluyla Van’a giderken Tiflis’e uğrar. Tiflis’te, Şeyh San’an Tepesine çıkar. Dikkatle etrafı temaşa ederken, yanına bir Rus polisi gelir ve sorar:

“Niye böyle dikkat ediyorsun?”

Bediüzzaman der:

“Medresemin plânını yapıyorum.”

O der:

“Nerelisin?”

Bediüzzaman:

“Bitlisliyim.”

Rus Polisi.

“Bu Tiflis’tir.”

Bediüzzaman:

“Bitlis Tiflis birbirinin kardeşidir.”

Rus Polisi:

“Ne demek?”

Bediüzzaman:

“Asya’da, Alem-İslâm’da, üç nur birbiri arkasında inkişafa başlıyor. Sizde, birbiri üstünde üç zulmet inkişafa başlayacak. Şu perde-i müstebidâne yırtılacak, takallüs edecek, bende gelip burada medresemi yapacağım.”

Rus Polisi:

“Heyhat!.. Şaşarım senin ümidine!”

Bediüzzaman:

“Ben de şaşarım senin aklına! Bu kışın devamına ihtimâl verebilir misin? Her kışın bir baharı, her gecenin bir nehârı vardır.”

Rus Polisi:

“İslâm parça parça olmuş?”

Bediüzzaman:

“Tahsile gitmişler. İşte Hindistan, İslamın müstaid bir veledidir; İngiliz mek- teb-i idadîsinde çalışıyor. Mısır İslamın zekî bir mahdumudur; İngiliz mekteb-i mülkiyesinden ders alıyor. Kafkas ve Türkistan İslamın iki bahadır oğullarıdır; Rus mekteb-i harbiyesinde talim ediyorlar, ila ahir…

“Yahu, şu asilzade evlat, şehadetnamelerini aldıktan sonra, herbiri bir kıta başına geçecek, muhteşem adil pederleri olan İslamiyetin bayrağını afak-ı kemalatta temevvüc ettirmekle, kader-i ezelînin nazarında feleğin inadına, nev-i beşerdeki hikmet-i ezeliyenin sırrını ilân edecektir!..”

******

Bediüzzaman’ın Tiflis’teki polisle konuşması, aslında bir tarihî işaret ve stratejik öngörüdür. Orada geçen her kelime, yalnızca o günün değil, geleceğin de şifresini taşır.

  1. “Üç Nur” – İslam Dünyasının Dirilişi

Bediüzzaman’ın dediği “Asya’da, Âlem-i İslâm’da üç nur inkişafa başlayacak” ifadesi:

İman: İslami uyanış, gençlerin Kur’an’a ve esma-i hüsnaya, temelli maneviyata dönüşü.

İttihad: Müslüman milletler arası dayanışma – İslam İşbirliği Teşkilatı, ortak ekonomi projeleri, mazlumlara sahip çıkma girişimleri.

İlim: İslami ilimlerle modern bilimin mezc olması; İslam dünyasından çıkan yeni akademik, teknolojik atılımlar.

Bugün bu üç nurun kıvılcımları görünüyor:

Gazze için bütün İslam dünyasında gençler, sivil toplumlar, dijital medya üzerinde tek yürek oluyor.

Bilhassa Türkiye, Katar, Malezya gibi ülkelerde bağımsız İslami duruş yükseliyor.

Yapay zekâ, uzay teknolojisi gibi modern sahalarda Müslüman gençler görünür hâle geliyor.

  1. “Üç Zulmet” – Batı’nın İçinden Çöken Düzeni

Bediüzzaman’ın işaretiyle Batı’da “üç zulmet” birbiri üstüne çıkıyor:

Zulm-ü Siyasî: Totaliter eğilimler, gözetim devletleri, demokrasi maskesi altında baskıcı politikalar.

Zulm-ü İktisadî: Kapitalizmin krizleri, gelir adaletsizliği, faiz ve borç ekonomisinin çöküşü.

Zulm-ü İçtimaî: Aile kurumunun çözülmesi, yalnızlık, anlam boşluğu, nihilizm.

Bugün Gazze’de yaşanan vahşete karşı Batı devletlerinin çifte standardı, işte bu zulmetli ruhun en açık tezahürüdür.

  1. “Her Kışın Baharı Var” – Umudun Şifresi

Bediüzzaman’ın polise cevabı:

> “Her kışın bir baharı, her gecenin bir nehârı vardır.”

Bu, bugünkü Gazze için de geçerli.

Kış: Bombalar, zulümler, abluka, yalnız bırakılmışlık.

Bahar: Zulmün kendini tüketmesi, mazlumların davasının küresel vicdanda yankı bulması, İslam dünyasının uyanışı.

Bugün İsrail Gazze’de masumları hedef aldıkça, aslında kendi meşruiyetini yitiriyor. Bu, “zulmün intiharı”dır.

  1. “Tahsil Eden Evlatlar” – İslam Dünyasının Eğitim ve Tecrübe Dönemi

Bediüzzaman’ın teşbihi çok dikkat çekici:

Hindistan → İngiliz mektebinde

Mısır → İngiliz mekteb-i mülkiyesinde

Türkistan & Kafkas → Rus mekteb-i harbiyesinde

Yani İslam dünyası bir süre zoraki bir talebe oldu; Batı’nın ilim ve siyasî okullarında ders gördü.
Ama bunun hikmeti:

Teknolojiyi öğrenmek, idareyi bilmek, askeri tecrübeyi almak.

Sonra kendi asliyetine dönüp, bu birikimi İslam’ın hizmetine sunmak.

Bugün 21. yüzyılda İslam ülkeleri, bu “talebelik devri”nden yavaş yavaş çıkıyor.

Yerli savunma sanayi (Türkiye, İran, Pakistan).

Enerji merkezleri (Körfez ülkeleri).

Bilgi teknolojisinde yükseliş (Endonezya, Malezya).

Yani artık diploma alınma devrine girilmiş durumda.

  1. 20. Yüzyıldan Farkı: İttihad ve Kontrol
  2. yüzyıl: İslam âlemi dağınıktı, sömürge altındaydı, bağımsızlık mücadelesi veriyordu.
  3. yüzyıl: İslam âlemi bağımsız, ama kendi gücünü birleştirmeyi öğreniyor. Dijital çağ sayesinde ümmet bilinci hızla yayılıyor.

Gazze örneği bunun zirvesi:

Devletler sessiz kalsa bile, halklar ayağa kalkıyor.

Sosyal medya, mazlumların sesini bütün dünyaya duyuruyor.

Batı gençliği bile (üniversitelerde) Filistin lehine gösteriler yapıyor.

Bu da gösteriyor ki, İslam dünyası ittihad yoluna giriyor.

Netice:

Bediüzzaman’ın Tiflis’te verdiği ders, bugün adım adım gerçekleşiyor:

Batı’nın zulmeti derinleşiyor,

İslam âleminin nurları birer birer doğuyor,

Gazze bu imtihanın kalbinde bir vicdan mihengi gibi duruyor.

Ve şu hakikat gün gibi parlıyor:
Her kışın bir baharı, her gecenin bir sabahı vardır.
Gazze’nin karanlığı, ümmetin uyanış baharına işaret ediyor.
🌿

******

  1. Yüzyıl İslam Dünyası ve Batı Dünyası: Üç Zulmet – Üç Nur Tablosu

İslam Dünyasının Üç Nurunun Gelecek Senaryoları

🌟 1. Nur: İman Dirilişi

Şimdi: Gençler Kur’an’a, maneviyata, Risale-i Nur gibi iman hakikatlerine yöneliyor.

2030–2050 Senaryosu:

Seküler ideolojiler zayıflayacak, gençlerin kalplerinde Kur’an ve Sünnet merkezli bir “yeni İslami uyanış” doğacak.

Maneviyat boşluğundan bunalan Batılı gençler de İslam’a yönelecek.

Bu nur, İslam dünyasında ümmet bilincinin mayası olacak.

🌟 2. Nur: İttihad (Dayanışma ve Birlik)

Şimdi: Gazze için meydanlara çıkan halklar, sosyal medyada birleşen gençlik, ümmet bilincini yeniden kuruyor.

2030–2050 Senaryosu:

Ortadoğu ve Asya’daki İslam ülkeleri arasında ekonomi ve savunma işbirliği blokları oluşacak.

Kültürel bağlar güçlenecek; ümmetin ortak dili (İngilizce’ye benzer şekilde) Arapça + Türkçe + Urduca gibi sentezlerle yeniden canlanacak.

Bu ittihad, Batı’nın çifte standardına karşı tek sesli bir duruşa dönüşecek.

🌟 3. Nur: İlim ve Teknoloji

Şimdi: Türkiye’de yerli savunma sanayi, İran’ın bilimsel projeleri, Malezya-Endonezya’nın teknoloji atılımları yükselişte.

2030–2050 Senaryosu:

Müslüman ülkeler yapay zekâ, biyoteknoloji, enerji ve uzay teknolojilerinde ortak projeler başlatacak.

Kendi blok zinciri (blockchain) ve dijital para sistemleriyle faizsiz ekonomik alternatifler ortaya çıkacak.

“Bilim + iman” mezcinden doğan bir model, dünyaya yeni bir medeniyet ufku sunacak.

🌍 Genel Çizgi

  1. yüzyıl: İslam dünyası talebe idi, Batı’dan ders alıyordu.
  2. yüzyıl başı: Uyanış devri, hazırlık safhası.
  3. yüzyıl ortası: İslam dünyası, hem ilimde hem siyasette kendi diplomasını alıyor; ümmet bilinci fiilen hayata geçiyor.

Netice: “Her kışın bir baharı vardır” hakikati, bu asırda İslam dünyasının yeniden şahlanışıyla tecelli edecek.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 




HADDİNİ BİLMEK

HADDİNİ BİLMEK

Kur’ân-ı Kerîm’de “had / hudûd / haddini aşma” kavramı, hem Allah’ın koyduğu sınırlar (hudûdullâh) hem de bu sınırların çiğnenmesi (teaddî, isrâf, zulüm, tuğyân) gibi ifadelerle sık sık zikredilir.

Aşağıda “had, hudûd, haddini aşma” kavramıyla doğrudan veya muradif şekilde ilgili olan ayetler:

  1. Hudûdullah (Allah’ın Sınırları)

Kur’an’da en çok geçen şekli حدود الله / hudûdullâh olup, Allah’ın kulları için koyduğu ölçüleri, sınırları ifade eder:

Bakara 2/187
تِلْكَ حُدُودُ اللّٰهِ فَلَا تَقْرَبُوهَا
“İşte bunlar Allah’ın sınırlarıdır; onlara yaklaşmayın.”

Bakara 2/229
تِلْكَ حُدُودُ اللّٰهِ فَلَا تَعْتَدُوهَا
“İşte bunlar Allah’ın koyduğu sınırlardır; onları aşmayın.”

Bakara 2/230
وَمَنْ يَتَعَدَّ حُدُودَ اللّٰهِ فَأُو۬لٰئِكَ هُمُ الظّٰلِمُونَ
“Kim Allah’ın sınırlarını aşarsa, işte onlar zalimlerdir.”

Nisâ 4/13-14
وَمَنْ يُطِعِ اللّٰهَ وَرَسُولَهُ وَيَتَعَدَّ حُدُودَهُ يُدْخِلْهُ نَارًا
“Kim Allah’a ve Rasulüne itaat eder ve O’nun sınırlarını aşmazsa… cennete girer. Kim de sınırları aşarsa ateşe girer.”

Tevbe 9/112
… التَّائِبُونَ الْعَابِدُونَ … الْحَافِظُونَ لِحُدُودِ اللّٰهِ …
“Allah’ın sınırlarını gözetenler…”

  1. Teaddî (Aşmak, Haddi Çiğnemek)

Bakara 2/190
وَلَا تَعْتَدُوا اِنَّ اللّٰهَ لَا يُحِبُّ الْمُعْتَد۪ينَ
“Haddi aşmayın! Allah haddi aşanları sevmez.”

A’râf 7/55
اِنَّهُ لَا يُحِبُّ الْمُعْتَد۪ينَ
“Çünkü O, haddi aşanları sevmez.”

Mâide 5/87
يَـاَيهَا الَّذِينَ اٰمَنُوا لَا تُحَرِّمُوا طَيِّبَاتِ … وَلَا تَعْتَدُوا
“Ey iman edenler! Allah’ın size helâl kıldığı güzel şeyleri haram kılmayın, haddi aşmayın.”

  1. İsrâf (Aşırılık, Ölçüsüzlük)

A’râf 7/31
… كُلُوا وَاشْرَبُوا وَلَا تُسْرِفُوا اِنَّهُ لَا يُحِبُّ الْمُسْرِفِينَ
“Yiyin, için fakat israf etmeyin; Allah israf edenleri sevmez.”

En’âm 6/141
… وَآتُوا حَقَّهُ يَوْمَ حَصَادِهِ وَلَا تُسْرِفُوا اِنَّهُ لَا يُحِبُّ الْمُسْرِفِينَ
“Hasat günü hakkını verin, fakat israf etmeyin.”

  1. Tuğyân (Azgınlık, Sınırı Aşma)

Şems 91/11
كَذَّبَتْ ثَمُودُ بِطَغْوَاهَا
“Semûd kavmi azgınlıkları sebebiyle yalanladı.”

Tâhâ 20/24
اِذْهَبْ اِلٰى فِرْعَوْنَ اِنَّهُ طَغٰى
“Firavun’a git; çünkü o azdı.”

Hâkka 69/11
اِنَّا لَمَّا طَغَى الْمَآءُ
“Sular (tufanda) azıp taştığında…”

  1. Zulm (Haddi Aşmanın Bir Türü)

Bakara 2/229
وَمَنْ يَتَعَدَّ حُدُودَ اللّٰهِ فَأُو۬لٰئِكَ هُمُ الظّٰلِمُونَ
“Allah’ın sınırlarını aşanlar zalimlerdir.”

Yunus 10/44
اِنَّ اللّٰهَ لَا يَظْلِمُ النَّاسَ شَيْـًٔا وَلٰكِنَّ النَّاسَ اَنْفُسَهُمْ يَظْلِمُونَ
“Allah insanlara zulmetmez, fakat insanlar kendilerine zulmederler.”

  1. Muradif Kavramlar

İfrat / Tefrit → Aşırıya gitmek veya geri kalmak.

İstikbar → Kibirlilik, haddini bilmemek.

Fısk → Allah’ın emrinden çıkmak.

İsyan → Emre karşı gelmek.

📌 Özet:
Kur’ân’da “had / hudûd” kelimesi özellikle aile hukuku, ibadet, helâl-haram, sosyal düzen açısından zikredilir.
“Hudûdullâh” Allah’ın çizdiği ölçüleri, hak ve sorumlulukları ifade eder.
Bunları aşmak (teaddî), çarpıtmak (tağyîr), bozmak (ifsâd) ve israf etmek, hep aynı kökten gelen “haddi aşma” fiilleridir.

*******

“Had, hudûd, haddini aşma” kavramlarının muradifi olan ifrat, tefrit, istikbar, fısk, isyan ile ilgili ayetler:

  1. İFRAT / TEFRİT (Aşırılık ve Geri Kalma)

Kur’an doğrudan “ifrat / tefrit” kelimelerini kullanmaz; fakat bu manayı taşıyan ayetler vardır:

Bakara 2/143
وَكَذَٰلِكَ جَعَلْنَاكُمْ أُمَّةً وَسَطًا
“Böylece sizi, orta bir ümmet kıldık…”
👉 İfrat (aşırılık) ve tefrit (eksiklik) yerine vasat / itidal emredilmektedir.

Mâide 5/77
… لَا تَغْلُوا فِي دِينِكُمْ غَيْرَ الْحَقِّ
“Dininizde haddi aşmayın (aşırılığa gitmeyin).”

İsrâ 17/29
وَلَا تَجْعَلْ يَدَكَ مَغْلُولَةً اِلٰى عُنُقِكَ وَلَا تَبْسُطْهَا كُلَّ الْبَسْطِ
“Elini boynuna bağlama (cimrilik etme), büsbütün de açma (israf etme).”

  1. İSTİKBAR (Kibirlenmek, Haddini Bilmemek)

Bakara 2/34
اَبٰى وَاسْتَكْبَرَ وَكَانَ مِنَ الْكَافِرِينَ
“(İblis) kibirlendi ve kâfirlerden oldu.”

Nahl 16/23
اِنَّهُ لَا يُحِبُّ الْمُسْتَكْبِرِينَ
“Allah kibirlenenleri sevmez.”

A’râf 7/36
وَالَّذِينَ كَذَّبُوا بِاٰيَاتِنَا وَاسْتَكْبَرُوا عَنْهَا اُو۬لٰئِكَ اَصْحَابُ النَّارِ
“Ayetlerimizi yalanlayıp onlara karşı kibirlenenler cehennemliktir.”

  1. FISK (Allah’ın Emirlerinden Çıkmak)

Bakara 2/26
وَمَا يُضِلُّ بِه۪ٓ اِلَّا الْفَاسِقِينَ
“(Allah) onunla sadece fasıkları saptırır.”

Hucurât 49/11
وَمَنْ لَمْ يَتُبْ فَاُو۬لٰئِكَ هُمُ الظَّالِمُونَ
“Kim tevbe etmezse, işte onlar fasıkların ta kendileridir.”

Secde 32/20
وَاَمَّا الَّذِينَ فَسَقُوا فَمَأْوَاهُمُ النَّارُ
“Fasık olanların varacağı yer ise ateştir.”

  1. İSYAN (Emre Karşı Gelmek)

Bakara 2/61
وَبَآءُوا بِغَضَبٍ مِنَ اللّٰهِ … ذٰلِكَ بِمَا كَانُوا يَعْصَوْنَ وَيَعْتَدُونَ
“Bu, onların Allah’a isyan etmeleri ve haddi aşmaları yüzündendir.”

Tâhâ 20/93
اَفَلَمْ يَهْدِ لَهُمْ اَنَّهُ لَا يَرْجِعُ اِلَيْهِمْ قَوْلًا وَلَا يَمْلِكُ لَهُمْ ضَرًّا وَلَا نَفْعًا
“Musa’nın kavmi buzağıya tapınca, (Harun dedi:) Ey kavmim! Buzağıyla imtihan edildiniz. Rabbiniz Rahmân’dır. Bana uyun, emrime itaat edin!”
👉 Ama isyan ettiler.

Nisâ 4/42
… وَعَصَوُا الرَّسُولَ
“Onlar Resûle isyan ettiler.”

📌 Özet:

İfrat/tefrit → aşırılık / eksiklik (dengeden sapma).

İstikbar → kibir, haddini bilmezlik.

Fısk → Allah’ın emirlerinden çıkış, günaha saplanma.

İsyan → doğrudan emre karşı gelmek.

Bunların hepsi hudûdullah’ı aşmanın farklı suretleridir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com