YIKIMIN ARDINDAN PAZARIN KURULMASI: ŞEFFÂF BİR HEZİMET Mİ, SİNSİ BİR PLAN MI?

YIKIMIN ARDINDAN PAZARIN KURULMASI: ŞEFFÂF BİR HEZİMET Mİ, SİNSİ BİR PLAN MI?

İnsanlık tarihi; fetihlerle, yıkımlarla, inşâlarla ve yeniden inşâlarla doludur. Ne var ki bazen, savaş meydanındaki silâhların susmasından çok, o sessizlikten sonra yükselen molozların arasında kurulmak istenen pazardır tehlikeli olan. Zira yıkım bir ilk kapı açar; sonra içeride kimlerin dolaşacağı, kimlerin yeni malik olacağı büyük bir mücadeleyi doğurur.
Nitekim: “Koyun can derdinde, kasap et derdinde.” Yani halk, katliamla, acıyla boğuşurken; o büyük güçler, enkazın içinden kendileri için ticaret yolları, rant alanları, nüfuz bölgeleri çıkarma derdindedir. Irak’ın, Suriye’nin, Libya’nın, Yemen’in, Gazze’nin ve kısmen Ukrayna’nın hayatı nasıl yıkıldı; şimdi sırada inşa üzerine kurulmuş hırslar mı vardır?

Trump’ın “Gazze Riviera’sı” planı: Yeniden inşa mı, yeniden yerleşim mi?

Washington Post’ta yer alan habere göre Trump yönetiminin “savaş sonrası Gazze” planı, ABD denetiminde bir tatil ve teknoloji merkezi kurulmasını öngörmektedir. Bölge halkının “gönüllü” biçimde başka yerlere taşınması ve yeniden yerleşimi, planın temel unsurlarındandır.
Plan, büyük miktarda özel yatırım (public-private partnership) ile finanse edilmek üzere kurgulanmıştır; yerleşik hak sahiplerine, dijital tokenlar ya da yeni daireler karşılığı bir mübadele sunulması teklif edilir.
Fakat bu tür planlara tarihî deneyimler ışığında şüpheyle yaklaşmak gerekir. Zira bir toprak halkını yerinden etmek, mekânın sembolünü değiştirmek, ideolojik hegemonyayı kurmak için son derece etkili bir araç olabilir. Elbette teorik “gönüllülük” iddiası vardır; fakat “seçim” alanı daraltılmış, alternatifler sınırlandırılmışsa demokrasi söylemi kâğıt üstünde kalır.
“Jus post bellum” (savaştan sonra hakikat ve adalet) kavramı, savaşı bitirdikten sonra nasıl davranılması gerektiğini sorgular. Bir ülkeyi yeniden inşa etme sorumluluğu, teoride adaletle ve halkın iradesiyle yürütülmelidir. Lakin burada sözü edilen planlarda, restorasyon değil; yeniden mutasarrıflık (yönetme hakkı) kurulması gibi riskler göze çarpmaktadır.

Tarih, pazarı ve inşayı nasıl okur?

Tarih bize benzer örnekler sunar:
• II. Dünya Savaşı sonrası Avrupa: Yıkımdan sonra Marshall Planı ile mali yardımlar ve altyapı inşası teşvik edildi. Ama bu, Almanya’yı yeniden ayağa kaldırmak için yapılan bir ekonomik plan idi; değilse Batı Almanya’nın yeniden ekonomik yükselişi, yerli potansiyel ve sanayi birikiminin desteklenmesiyle gerçekleşti.
• Basra Körfezi, Irak: 1990’larda savaş sonrası onarım faaliyetleri ile petrol altyapısının yeniden ele geçirilmesi; fakat halk refahının görece düşük kalması, restorasyonun adâletle yürütülemediğini gösterdi.
• Filistin tarihinde uzun zamandır toprakların el değişimi, mekanların yeniden tasarımı, göçlerin zorlanması, nüfus mühendisliği gibi stratejiler sıkça kullanılmıştır.
Bu örnekler göstermektedir ki yıkımdan sonra “inşa” iddiası, kolay bir meşruiyet örtüsü haline gelebilir. Ancak asıl sınav, inşanın kim için yapıldığı; yönetimin kimlerde olacağı; halkın orada kalıp kalamayacağıdır.

Ahlaki, iman ve uyanış yönünde bir çağrı

Bu topraklarda iman daima sorumluluk doğurmuştur. Bir Müslüman’ın tefekkür penceresinden bakarsak:
• Zulmü engellemek, sesi çıkmayanların sesi olmak bir vecibedir.
• Kökü olan halkları, mekânı olmayanlara dönüştürmek; mirası elinden alanlara meşruiyet vermek; zulüm kadar tehlikelidir.
• Uyanık olunmalıdır: Yıkım üzerinden pazara dönüştürülmeye çalışılan her projede gizli bir fikir, ideoloji, nüfuz savaşı vardır.
Sonuç olarak, kaygımız meşrudur. Bu yıkımlar bir “kapışma” değil; bir “yeniden şekillendirme” planıdır. Gözlerimizi kırpmadan takip etmeliyiz. Zulmü durdurmak, enkazda gömülü niyetleri görebilmek; bölge halkının onurunu, vekaletle değil doğrudan savunabilmek, asıl mücadeledir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
14/10/2025

 




Her Yeni Gün, Yeni Bir Âlemin Kapısıdır

Her Yeni Gün, Yeni Bir Âlemin Kapısıdır

​İktibas: “Hem bil ki: Her yeni gün, sana hem herkese, bir yeni âlemin kapısıdır. Eğer namaz kılmazsan, senin o günkü âlemin zulümatlı ve perişan bir halde gider, senin aleyhinde âlem-i misalde şehadet eder. Zira herkesin, her günde, şu âlemden bir mahsus âlemi var. Hem o âlemin keyfiyeti, o adamın kalbine ve ameline tâbi’dir.” – Sözler – 273

​Bu hikmetli söz, her geçen günün hayatımızdaki kıymetine ve bu kıymeti anlamlandırmanın yollarına dair derin bir bakış açısı sunmaktadır. Her yeni gün, yalnız takvimde değişen bir rakamdan ibaret değildir; bilakis, yeni bir başlangıç, yeni bir âlem ve yeni bir imtihan sahasıdır. Bediüzzaman Hazretleri’nin bu beyanı, bizi bu hakikate davet ederken, amellerimizin ve manevi hayatımızın bu yeni âlemi nasıl şekillendirdiğini de açıklıyor.
​Her gün, aslında hususi bir âlem-i misalî kendimiz icin hazırlarız. Bu âlemin nurlu, aydınlık ve mamur olması, kalbimizin ve amellerimizin hâline bağlıdır. Güneşin doğuşuyla birlikte açılan bu kapı, ya salih amellerle nurlanır, yahut gaflet ve günahlarla zulmetli bir hâl alır. Bu durumun en mühim mihenk taşı ise, beka ve hayatın direği olan namazdır. Namaz, yalnız bir kulluk borcu değil, aynı zamanda o günkü âlemimizin anahtarı ve feyz kaynağıdır. Namaz kılınmadığı takdirde, bu yeni günün âlemi karanlık ve perişan bir hâlde geçip, ahirette sahibinin aleyhine şahitlik edecektir. Bu, her birimizin yaşadığı her anın, bir cihan şümul hayatiyet taşıdığının en açık isbatıdır.
​Bu, bireyin manevi hayatı ile dış âleminin zahiri durumu arasındaki sıkı bağlantıyı da tasvir eder. Kalpteki iman, ibadet ve takva ne kadar sağlam olursa, o kişinin zahiri âlemi de o nispette düzen ve huzur bulur. Güneşin doğuşu ile yeniden başlayan hayat, müminin kalbinde doğan manevi bir güneşle aydınlanır ve bütün hayatına bu nuru yayar. Namaz, bu manevi güneşin bir yansımasıdır.

​Kâinatı Kadîr-i Rahîm’e Bırak

​İktibas: “Manen sevdiğin ve alâkadar olduğun ve perişaniyetinden müteessir olduğun ve ıslah edemediğin şu kâinat, bir Kadîr-i Rahîm’in mülküdür. Mülkü sahibine teslim et, ona bırak… Cefasını değil, safasını çek.” – Asa-yı Musa – 228

​Bu makalede bahsedilen fikir, insanın fani ve aciz tabiatına karşı, kâinatın sonsuz ve kudretli bir sahibi olduğu hakikatini vurgular. İnsan, kendi sınırlı gücüyle kâinatın bütün bozukluklarını düzeltmeye ve her şeye müdahale etmeye kalkıştığında büyük bir yorgunluk ve hayal kırıklığı yaşar. Bediüzzaman Hazretleri, bu zihnî yükten kurtulmanın yolunu gösteriyor: kâinatı, hakiki sahibi olan Kadîr-i Rahîm’e teslim etmek.
​Hayatın zıt ve aykırı durumları, tabiatın zorlukları ve beşeriyetin perişan hâlleri karşısında aciz kalan insan, ancak bu teslimiyetle iç huzura erişebilir. Kâinatın zorluklarını omuzlarına yüklenmek yerine, her şeyin mutlak bir kudret ve rahmet ile idare edildiğine inanmak, insanın safa bulmasını sağlar. Bu teslimiyet, bir miskinlik veya pasiflik değil, aksine, sorumluluklarını idrak ettikten sonra acziyetini bilerek Allah’a tevekkül etme faziletidir.
​Bu beyit, aynı zamanda, “Pürsevdâ bir kalbin kut ve kuvveti, herşeye kadîr bir Rahîm-i Kerîm’in kapısını niyaz ile çalmakla elde edilebilir” cümlesiyle bütünleşir. Kalbin manevi kuvveti ve huzuru, ancak Yaratıcı’ya yönelişle ve O’nun sonsuz kudretine sığınmakla mümkün olur. Bu, dua ve ibadetin, kalbi besleyen ve onu tabiatın zorluklarına karşı koruyan bir kalkan olduğunu gösterir. Teslimiyet, aynı zamanda bir ibadettir; kendi irademizi ve gücümüzü sonsuz bir irade ve kudretle birleştirme çabasıdır.

​İyilerle Beraberlik ve Düşündürücü Hikmetler

​İktibas: “İyilerle berabersen köpek de olsan cennete gidersin. Kötülerle berabersen Peygamber oğlu da olsan cehenneme gidersin.” –

​Bu söz, manevi hayatımızda dostluk ve beraberliğin ne denli mühim olduğunu çarpıcı bir şekilde tasvir eder. Nuh Aleyhisselam’ın tufandan kurtulamayan oğlu ve Ashab-ı Kehf’in Cennet’le müjdelenen köpeği, iki farklı misal olarak bu hikmeti destekler.
​İlk misalde, peygamberin oğlu bile olsa, doğru yoldan ayrılıp kötü bir bağlantı kurmak ve hakikate sırtını dönmek, kişiyi helake götürür. Soyun ve aile bağlarının, kişisel tercihlerden ve amelden üstün olmadığını bu hadise isbat eder. İkinci misalde ise, hayvan dahi olsa, salihlerle beraber olmak, onlara tabi olmak, o kutlu beraberliğin bereketiyle Cennete mazhar olunur. Ashab-ı Kehf’in köpeği, bu beraberliğin ne kadar değerli olduğunun bir nişanesidir.
​Bu söz, aynı zamanda, insanın hayatındaki en mühim etkenlerden birinin çevre ve bağlantı olduğunu nazara verir. Kişinin şahsi faziletleri ne kadar yüksek olursa olsun, kötü bir çevrenin etkisi altında kalması, o faziletleri zedeleyebilir ve yanlış yollara sürükleyebilir. Bunun aksine, salih insanlarla beraber olmak, onların manevi havasından istifade etmek, kişiyi doğru yolda tutar ve onu daha iyi bir insan olmaya teşvik eder. Bu, kişisel ahlak ve tercihlerimizin yanı sıra, kiminle yürüdüğümüzün de ahiretteki konumumuzu belirleyebileceği hakikatini kuvvetle vurgular.

​Ecel ve Kabir, Cennet ve Cehennem

​İktibas: “Demek, ecel ve kabir insanı beklediği gibi Cennet ve Cehennem de insanı bekliyor ve gözetliyor.” – [Risale-i Nur Külliyatı’ndan]

​Bu ibretli söz, hayatın fani yönüne ve ahiretin baki hakikatlerine dair derin bir bakış sunar. Her canlının mutlak sonu olan ecel ve kabir, bizim kaçınılmaz misafirlerimizdir. Ancak bu söz, bizi bu düşüncenin ötesine taşıyarak, ahiret hayatının da bizleri beklediğini, adeta bizi gözlemlediğini anlatır.
​Bu tasvir, yalnız bir son değil, aynı zamanda bir karşılıklar âlemi olduğunu vurgular. Hayatımızdaki her fiilin, her düşüncenin ve her amelin, ahirette bir neticesi olacaktır. Cennet, iman ve salih amel sahiplerini beklerken, Cehennem de inkâr ve isyan içinde olanları beklemektedir. Bu, hayatın yalnızca bu fani dünyadan ibaret olmadığı, bilakis, asıl hayata hazırlık olduğu düşüncesini güçlendirir.
​Ecel ve kabrin, hayatın nihayeti gibi görünmesi, aslında bir kapıdır. Bu kapıdan geçtikten sonra Cennetin ve Cehennemin bizi beklediği bilgisi, hayatımızı daha anlamlı kılmak, daha dikkatli yaşamak ve daha faziletli ameller işlemek için bir teşviktir. Bu, insanın her anının bir imtihan olduğu ve bu imtihanın neticesinin sonsuz bir hayatı belirleyeceği gerçeğini hatırlatır. Dolayısıyla, ecel ve kabir korkutucu birer son değil, aksine, bizi ahiretteki ebedî saadete ulaştıran birer eşik olmalıdır.

​Ümid-i Kavî ve Âlem-i İslâm’ın Teceddüdü

​İktibas: “Ümidim kavîdir ki: Çok masumların kalblerinden hararet-i hüzün ile tebahhur eden Ây! Vây! ve Âh! lar, rahmetli bir bulut teşkil edecektir. Ve Âlem-i İslâm’daki yeni yeni İslâm devletlerinin teşekkülleriyle o rahmetli bulut teşekküle başlamıştır.” – Tarihçe-i Hayat – 77

​Bu söz, zor zamanlarda dahi ümidin asla kaybolmaması gerektiğini anlatan kuvvetli bir beyittir. İslam âleminin yaşadığı zorluklar, perişanlıklar ve zulümler karşısında, masum ve mazlumların kalbinden yükselen hüzün ve kederin, boşa gitmeyeceği hikmetini ihtiva eder. Onların kederleri, Allah katında bir rahmet bulutu hâline gelecektir. Bu, Allah’ın masumların dualarını ve kederlerini görmezden gelmediğinin bir isbatıdır.
​Bu beyit, tarihî ve güncel bir bağlantıyı da ihtiva eder. Bediüzzaman Hazretleri, bu rahmet bulutunun, İslam dünyasında teşekkül etmeye başlayan yeni devletlerle birlikte görünür hâle geldiğini ifade eder. Bu, ümidin yalnızca bir his değil, aynı zamanda tarihî bir gerçekliğe dönüşebileceğinin bir tasviridir. Bu yeni devletlerin kuruluşu, İslam dünyasının yeniden dirilişi ve manevi bir uyanışın habercisi olabilir.
​Bu, bir nevi ilahi bir adalet ve rahmet tecellisidir. Zulüm ve hüzün ne kadar büyük olursa olsun, Allah’ın rahmetinin daha büyük olduğu hakikati, bu beyitte manevi bir teselli ve güç olarak sunulur. Mazlumların ahı, zalimin saltanatını yıkacak ve Allah’ın izniyle bir kurtuluş ve yenilenme bulutu olarak tecelli edecektir. Bu söz, her ne kadar zorlu bir dönemde yaşasak da, ilahi adaletin ve rahmetin bir gün tecelli edeceğine dair sağlam bir ümidi kalbimize yerleştirir.

​Makalenin Özeti

​Bu makalede ele alınan beş ana fikir, İslam düşüncesi ve hikmetinin temel taşlarını oluşturmaktadır. İlk olarak, her yeni günün, insanın kalbi ve amelleriyle şekillenen özel bir âlem olduğu ve bu âlemin namazla nurlanacağı beyan edilmiştir. İkinci olarak, kâinatın derdini omuzlamaya çalışan insanın, ancak her şeyin sahibi olan Kadîr-i Rahîm’e teslimiyetle huzur bulacağı ifade edilmiştir. Üçüncü olarak, kişinin çevresinin ve beraberliğinin manevi hayatı üzerindeki büyük etkisi, peygamberin oğlu ve Ashab-ı Kehf’in köpeği misalleriyle açıklanmıştır. Dördüncü olarak, ecel ve kabirin, hayatın sonu değil, ahiretteki ebedî hayatın başlangıcı olduğu ve Cennet ile Cehennemin bizi beklediği vurgulanmıştır. Son olarak ise, İslam dünyasının yaşadığı zulüm ve kederin, ilahi rahmetle birleşerek yeni bir dirilişin habercisi olacağına dair sağlam bir ümit aşılanmıştır. Bu düşünceler, bireysel ve sosyal hayatın her anında, manevi bir uyanış ve bilinçli bir yaşam sürmenin yollarını gösterir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
13/10/2025

 

 




SAHADA KAZANANI MASADA KAYBETTİRMEK: YENİ BİR TUZAK MI?

SAHADA KAZANANI MASADA KAYBETTİRMEK: YENİ BİR TUZAK MI?

Tarih, sahada kazananların masada kaybettirildiği ibret levhalarıyla doludur.
Zaferin teri kurumadan, şehitlerin kanı toprağa karışmadan, masalarda kurulan tuzaklarla nice zaferler ziyan edilmiştir.
Bugün de benzeri bir oyun, Gazze’nin kan ve gözyaşıyla yoğrulmuş topraklarında sahneleniyor.

Sahada Direnen, Masada Tuzaklanan Bir İrade

Hamas, sadece bir direniş değil; ümmetin onurunu, izzetini, “iman varsa imkân da vardır” hakikatini temsil ediyor.
Bombaların, açlığın, zulmün içinde secdesini terk etmeyen, sabrını yitirmeyen bir milletin adıdır Gazze.
Fakat şimdi, o sahadaki izzetli direnişin önüne bir masa konulmak isteniyor.
Masada ise; kurt postuna bürünmüş çakallar, elinde neşter tutan kasap doktorlar, vicdan yerine menfaatle hareket eden devletler var.
Bir yanda Netanyahu gibi eli kanlı bir zalim; öte yanda mazlumun sesini kısmaya çalışan, “barış” perdesi ardında yeni zulümleri meşrulaştıran sahte arabulucular.
Mısır’da toplanacak masa, zahirde “barış masası”, hakikatte ise “oyun masası” olma tehlikesini de içinde barındırıyor.
Çünkü bu masada, koyunun kaderini kurt, tilki, domuz ve çakal birlikte konuşuyor.
Ve her biri, koyunun etinden bir parça koparmanın hesabında.

Kanı 7 Okyanus Bile Temizleyemez

Zulmün üstünü diplomasiyle örtmeye çalışanlar şunu bilmelidir:
Gazze’de dökülen kan, yedi okyanusa karışsa dahi temizlenmez.
Zira o kan, mazlumların feryadının, yetimlerin gözyaşının, bir ümmetin izzet mücadelesinin sembolüdür.
Hiçbir masa, hiçbir imza, hiçbir anlaşma o kanın hesabını silemez.
Çünkü Allah, mazlumun duasını arşa yükselten, zalimin hesabını unutmayan Adl ve Kahhâr olandır.

Tarih Tekerrür Ediyor: Masalar Hep Tuzaktı
O Halde Dikkat!

Osmanlı’nın yıkılışına giden süreçteki Sevr masası, Filistin topraklarının bölüşüldüğü Balfour masası, Irak’ın işgalini meşrulaştıran Bush-Blair masası…
Her birinde masa, hakikati örtmek, zulmü hukuk kılıfına sokmak, direnişi suç gibi göstermek için kurulmuştu.
Bugün de benzer bir masa hazırlanıyor.
Ve bu masanın ayakları, İngiliz aklıyla, Amerikan menfaatiyle, İsrail korkusuyla, Arap zilletiyle yoğrulmuş durumda.
Blair planı yeniden sahada…
Yani aynı eski plan: Mazlumu sustur, zalimi meşrulaştır, direnişi “terör” diye damgala, sonra “barış” de!
Ama artık eskisi gibi değil.
Ümmet uyanıyor, dünya uyanıyor, vicdanlar diriliyor.
Gazze, sadece bir şehir değil; insanlığın vicdanıdır.
O vicdan ölmedikçe, hiçbir masa zulmü temize çıkaramayacak.
Herkeste bir tedirginlik var.
Dünya adeta ateş üzerinde.
Acaba bir ihanet çıkarmı, olur mu?

Gazze: Komadaki Ümmetin Kalbi

Gazze bugün, ümmetin kalbidir.
Evet, şu an o kalp komada, nefesi zayıf; ama hâlâ atıyor.
Ve başında toplanan doktorlar farklı:
Kimi gerçekten şifa istiyor, kimi ise “öldürmeden süründürme” derdinde.
Ama ümmetin duaları, direnenlerin sabrı, mazlumların gözyaşı o kalbe yeniden hayat verecek.
Çünkü “Allah, zalimlerin tuzaklarını kendi başlarına çevirendir.”

Türkiye’nin Umut Işığı ve Duâ Ordusu

Bugün Türkiye, bu tablo içinde hâlâ ümmetin vicdanı olma vasfını taşımaktadır.
Evet, yeterli değil; ama samimiyet ve gayret niyeti var.
Gazze’ye uzatılan el, sadece yardım değil; ümmetin yeniden ayağa kalkma işaretidir.
Dua orduları, her gece secdede Gazze için gözyaşı döküyor.
Rüzgârın yönünü değiştirecek olan da bu samimi dualardır.

Son Söz: Masalar Değil, Secdeler Belirler

Unutmayalım:
Zafer, masada değil, secdede kazanılır.
Tarih boyunca sahada kazananları masada kaybettirenler oldu;
ama Allah’ın hükmüyle zafer, sonunda yine hakka verildi.
Firavun denizde, Nemrut sinekte, Karun malında boğuldu.
Zalimler tarih oldu; mazlumlar destan yazdı.
Bugün de öyle olacak.
İnşallah.
Çünkü Gazze sadece bir toprak değil; bir imtihan, bir izzet, bir direniş sembolüdür.
Masanın değil, secdenin kazandırdığı bir dava bu.
Dualarımız Gazze ve Gazzelilerle.
Allah mazlumun yanında, zalimin karşısındadır.
Ve unutmayalım:
“Zalimler nasıl bir inkılâba uğrayacaklarını yakında bilecekler.” (Şuarâ, 227)

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
13/10/2025

 

 




MASADA KURULAN OYUNLAR: DARBEYLE GELENLERİN DARBEYİ DOĞURAN YÜZÜ

MASADA KURULAN OYUNLAR: DARBEYLE GELENLERİN DARBEYİ DOĞURAN YÜZÜ

Tarih, yalnız zaferlerin değil, ihanete uğramış ümitlerin de şahididir.
Zira hak ve bâtılın mücadelesi, bazen meydanlarda silahla, bazen de masalarda kalemle yürütülür.
Ancak kalem her zaman adalet için değil; kimi zaman zulmü temize çıkarmak, katili kahraman göstermek için oynatılır.
Mısır’ın darbe ile devrilen meşru Cumhurbaşkanı Muhammed Mursî’nin hikâyesi de işte bu acı hakikatin bir yansımasıdır.

Mısırın Umudu ve İsrail’in Korkusu İdi: Mursî

Mursî, özellikle Mısır’ın gönlünde bir umut filizi idi. Halkın reyleriyle başa geldi; adaleti, hürriyeti, İslâm’ın izzetini temsil ediyordu.
Ancak ne yazık ki, onun en yakınındaki eller, birer birer ihanetin tuzağına düşmüş, “dost” görünen düşmanlar tarafından kullanılmıştı.
O eli öpülen, o üniformaya sarılan asker; bir gece ansızın tankıyla halkının üzerine yürüdü.
Sisi adıyla tarihe geçen o darbeci, Mısır’ın semalarına bir karanlık perde çekti.
Ve o günden sonra Mısır, yalnız zindanlarla değil, zilletle de çevrildi.
Mursi olsaydı muhtemelen İsrail Gazze’de bu soykırımı yapamaz ve kolay başarıp sürdüremezdi.

Darbelerin Arkasındaki El

Darbeler, tesadüf değildir.
Her darbenin arkasında menfaatini ümmetin kanında gören bir el, bir masa, bir plan vardır.
Bu el, kimi zaman “demokrasi” perdesiyle, kimi zaman “barış” bahanesiyle çıkar ortaya.
Fakat maksadı hep aynıdır:
İslâm coğrafyasının izzetini kırmak, İsrail’in güvenliğini sağlamak, ümmeti kendi içinden vurmak.
Tarihe bakınız:
Hangi darbede mazlumlar kazanmış, hangi masada hakikat yer bulmuştur?
Ne yazık ki yüz yıldır masalar, hep aynı odakların, aynı karanlık aklın kontrolündedir.
Kimi zaman Washington’da, kimi zaman Tel Aviv’de kurulur o masa;
ama uygulaması Kahire’de, Şam’da, Bağdat’ta, Tahran’da, İstanbul’da yapılır.

Sisi’nin Kirli Masası

13 Ekim 2025’te Mısır’da toplanan “ateşkes” masası da aynı aklın ürünüdür.
İki yıl süren Gazze işgalinde yüz binlerce masumun kanına giren,
çocukları, kadınları, camileri, hastaneleri hedef alan Netanyahu,
o masaya “barış” elçisi olarak çağrıldı!
Ve ne acıdır ki bu daveti yapan, kendi halkını darbeyle susturan Sisi idi.
Bu masa, kanı durdurmak için değil, kanı unutturmak içindi.
Bu toplantı, barış için değil, zulmü aklamak için kurulmuştu.
Tarih, böyle kirli bir tiyatroya az şahit olmuştur.

Bir Direniş Sesi: Türkiye

Ne var ki, karanlık sahnelerde bazen bir ses yükselir;
O ses, mazlumların yüreğine umut, zalimlerin kalbine korku salan bir sestir.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın uçağı havada iken gelen bu habere verdiği tepki, işte o sesti.
“Böyle bir oyunun parçası olmayız.” diyerek yaptığı ani dönüş,
yalnız diplomatik bir hamle değil, bir izzet manifestosu idi.
Zira bazen bir duruş, bin ordudan daha tesirli olur.

İbret: Masalarda Kaybedilen Zaferler

Bugün ümmetin en büyük kaybı, savaş meydanında değil, müzakere masasında yaşanıyor.
Zira masada dost görünen düşmanlar, düşman gibi davranan dostlardan daha tehlikelidir.
Kur’ân, “Ey iman edenler! Yahudi ve Hristiyanları dost edinmeyin; onlar birbirlerinin dostudurlar…” (Mâide, 51)
buyurarak bu hakikati asırlar öncesinden bildirmiştir.
İşte Sisi ve benzerleri, ümmetin bağrına saplanmış bir hançerdir.
Kendi koltuğunu korumak için ümmetin izzetini satan,
İsrail’in güvenliği için Mısır’ın vakarını ayaklar altına alan birer figürandır.

Son Söz: Masaları Değil, Kalpleri Temizleyin

Barış, zalimle aynı masaya oturmakla gelmez.
Barış, adaletle, hakikatle ve tevbe ile gelir.
Kirli sicilleri, kanlı elleri masalar değil, ancak mahkeme-i kübrâ temizleyebilir.
Mursî zindanda öldü ama hür gitti.
Sisi sarayda yaşıyor ama mahkûm.
Zira zulüm ile abad olan, adaletle berbat olur.
Ve unutmayalım:
“Oyunlar hep masada kuruluyor, ama kader masası her şeyin üstündedir.”
Allah’ın hükmü gelince, ne Sisi kalır, ne Netanyahu, ne de onları koruyan güçler.
Zira Allah, zalimleri mühletle imtihan eder;
ama asla ihmal etmez.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
14/10/2025

 

 




İlâhî Kudretin Tezahürleri ve İnsan Hayatındaki Yansımaları

İlâhî Kudretin Tezahürleri ve İnsan Hayatındaki Yansımaları

Bediüzzaman Said Nursî’ye ait olan vecizeler, hayatın muhtelif veçhelerini ve bu veçhelerin temelinde yatan ilahî hakikatleri derinlemesine idrak etmemize vesile olmaktadır. Her bir vecize, ayrı bir ilahî sıfatın veya kâinattaki bir kanunun izahını sunarak, bizleri tefekkür deryasına sevk etmektedir. Bu metinde, bu derin hakikatleri Kur’ân-ı Kerîm ayetlerinin de ışığında geniş bir şekilde ele alacağız.

Allah’ın Ehad ve Samed Oluşu ve Kâinata Hükmetmesi

İhlâs Sûresi’nin ilk iki ayeti olan “قُلْ هُوَ اللّٰهُ اَحَدٌۚ ﴿١﴾ اَللّٰهُ الصَّمَدُۚ ﴿٢﴾” (De ki: O, Allah birdir. Allah Samed’dir.) mealindeki ayetlerin yanı sıra, Risale-i Nur Külliyatı’ndan bir İktibas yer almaktadır. Bu İktibas, Cenâb-ı Hakk’ın Ehad ve Samed isimlerinin kâinattaki tecellisine işaret etmektedir.
> “Hâlık-ı âlem birdir; Ehad’dir, Samed’dir. Hem, herşeyin Hâlık’ı odur. Ehadiyet-i zâtiyesiyle beraber doğrudan doğruya herşeyin dizgini onun elinde; herşeyin anahtarı kabzasında, herşeyin nâsiyesini tutuyor; bir iş bir işe mani olmuyor. Bütün eşyada, bütün ahvaliyle bir anda tasarruf edebilir.” (Sözler, 32. Söz)
>
Bu vecize, Allah’ın bir ve tek (Ehad) olduğunu, tüm ihtiyaçların mercii (Samed) olduğunu ve tüm varlık âleminin doğrudan doğruya O’nun tasarrufunda bulunduğunu vurgular. Her bir varlığın dizgininin O’nun elinde olması, hiçbir şeyin O’nun ilim, irade ve kudreti dışında hareket edemeyeceği hakikatini ortaya koymaktadır. Bu hakikat, Kur’ân’ın birçok yerinde ifade edilmektedir. Misâl olarak, En’âm Sûresi’nin 102 . ayetinde şöyle buyrulmaktadır:
> “İşte O, Rabbiniz Allah’tır. O’ndan başka ilâh yoktur. O, her şeyin yaratıcısıdır. Öyleyse O’na kulluk edin. O, her şeye vekil ve her şeyin koruyucusudur.”
>
Bu ayet, her şeyin yaratıcısı olan Allah’ın aynı zamanda vekil ve koruyucu olduğunu, yani her şeyin idaresini bizzat elinde tuttuğunu teyit eder. Bu muhteşem intizam ve kudret tecellisi, akıl sahipleri için büyük bir tefekkür vesilesidir.

Fırak ve Aşk-ı Bekâ

Lem’alar Külliyatı’ndan iktibas edilen “Bütün fıraklardan gelen feryadlar, aşk-ı bekadan gelen ağlamaların tercümanlarıdır.” (Lem’alar, 3. Lem’a) vecizesi, insan ruhunun derinliklerine nüfuz eden bir hakikati dile getirmektedir. Fırak (ayrılık), bu dünyada yaşanan her türlü ayrılığı, sevdiklerimizden, vatanımızdan ve sahip olduğumuz her şeyden ayrılışı ihtiva eder. Bu ayrılıkların insanda meydana getirdiği hüzün ve keder, aslında ruhun ebedîlik özleminin bir yansımasıdır.
İnsan fıtrî olarak bâkî kalmak ve sevdikleriyle birlikte olmak ister. Fânî olan bu dünyada yaşadığı her ayrılık, bu derin özlemi ve aşk-ı bekâyı (ebedîlik aşkını) açığa çıkarır. Bu duygu, sadece dünyevî bir üzüntüden ibaret değildir; bilakis, insanı asıl vatanına, yani ebedî olan Cennet’e ve Cenâb-ı Hakk’a kavuşma arzusuna sevk eder. Bu hakikat, A’lâ Sûresi’nin 16 ve 17. ayetlerinde şöyle ifade edilmektedir:
> “Fakat siz dünya hayatını tercih ediyorsunuz. Oysa âhiret daha hayırlı ve daha kalıcıdır.”
>
Bu ayetler, fânî olan dünya hayatına yönelmenin aksine, bâkî olan ahiret yurduna yönelmenin daha hayırlı olduğunu beyan ederek, insanın fıtrî olarak sahip olduğu bekâ arzusunun asıl karşılığının ahiret yurdunda olduğunu hatırlatır.

Zâlimlerin Akıbeti ve Mazlumların Müdafaası

Diğer farklı İktibaslarda, adaletin tecellîsine ve zâlimin cezasız kalmayacağına dair ilahî bir güvenceyi ele almaktadır.
> “Yarın bir istikbalde kahhar bir el size cezanızı tamamen vermekle, masumların intikamını alacaktır.” (Barla, 207)
> “Masum ve mazlumların muhafızı Cenâb-ı Hak’tır.” (Tarihçe-i Hayat, 542)
> “Mazlumun âhı, tâ arşa kadar gider.” (Şualar, 290)
> “Zalim izzetinde, mazlum zilletinde kalıp, buradan göçüp gidiyorlar. Demek bir mahkeme-i kübraya bırakılıyor, te’hir ediliyor. Yoksa, bakılmıyor değil.” (Sözler, 65)
> “Zâlimler için yaşasın Cehennem” (Şualar, 449)
>
Bu vecizeler, dünyada zâlimlerin yaptığı zulümlerin karşılıksız kalmayacağını ve mazlumların dertlerinin Cenâb-ı Hak tarafından bizzat müdafaa edildiğini ifade eder. Zâlimin bu dünyada ceza görmemesi, ilahî adaletin tecelli etmediği anlamına gelmez; bilakis, bu büyük bir Mahkeme-i Kübrâya (en büyük mahkemeye), yani ahirete ertelenmektedir.
Kur’ân-ı Kerîm, zâlimlerin akıbetine dair pek çok ayet ihtiva eder. Meselâ, İbrâhîm Sûresi’nin 42. ayetinde mealen şöyle buyrulmaktadır:
> “Sakın, Allah’ı, zâlimlerin yaptıklarından habersiz sanma! Ancak, onların cezalarını, gözlerin korkudan donup kalacağı bir güne erteliyor.”
>
Bu ayet, Allah’ın zâlimlerin yaptıklarından gafil olmadığını, ancak cezalarını belirli bir vakte ertelediğini açıkça beyan eder. Bu durum, Müminler için büyük bir teselli, zâlimler için ise kaçınılmaz bir tehdit ve uyarıdır.

Bela ve Musibetlerin Hikmeti

Bir Hadîs-i şerîf ve Risale-i Nur’dan bir İktibas yer almaktadır ki:
> “Hadîs-i sahihte vardır ki: ‘اشد الناس بلاء الانبیاء ثم الاولیاء فالامثل فالامثل’ yani: ‘En ziyade musibet ve meşakkate giriftar olanlar, insanların en iyisi, en kâmilleridirler.’ ” (Lem’alar, 213)
>
Bu hadîs, en büyük musibetlerin peygamberlere, sonra evliyaya ve sonra derecelerine göre diğer insanlara geldiğini belirtir. Bu durum, belaların bir ceza değil, bilakis bir imtihan, bir ibadet ve bir terakki vesilesi olduğunu gösterir. Bu hakikat ise:
> “Başta Hazret-i Eyyüb Aleyhisselâm, enbiyalar sonra evliyalar ve sonra ehl-i salahat çektikleri hastalıklara birer ibadet-i hâlisa, birer hediye-i Rahmâniye nazarıyla bakmışlar; sabır içinde şükretmişler. Hâlık-ı Rahîm’in rahmetinden gelen bir ameliyat-ı cerrahiye nev’inden görmüşler.” (Lem’alar, 213)
>
Bu vecize, Allah’ın rahmetinden gelen musibetlerin, bir nevi “ameliyat-ı cerrahiye” (cerrahî operasyon) gibi olduğunu ve ruhu olgunlaştırdığını izah eder. Allah’ın el-Hakîm ve er-Rahîm isimlerinin bir tecellisidir. Bu hakikate işaret eden birçok ayet mevcuttur. Bakara Sûresi’nin 155. ayetin mealinde şöyle buyrulmaktadır:
> “Andolsun ki sizi biraz korku ve açlıkla, biraz da mallardan, canlardan ve mahsullerden eksiltme ile imtihan edeceğiz. Sabredenleri müjdele.”
>
Bu ayet, musibetlerin birer imtihan vesilesi olduğunu ve bu imtihanlara sabredenlere Allah tarafından büyük mükâfatlar verileceğini beyan eder.

Cennet ve İlâhî Vaad

Allah’ın vaadinin muhakkak yerine geleceği müjdesini verir:
> “Elbette ve elbette o Kadîr-i Zülcelâl, o Hakîm-i Zülkemal, o Rahîm-i Zülcemal va’dini yerine getirecek; saadet-i ebediye kapısını açacak, Âdem babanızın vatan-ı aslisi olan Cennet’e sizleri ey ehl-i iman idhal edecektir.” (Asa-yı Musa, 231)
>
Bu vecize, Allah’ın Kadîr (her şeye gücü yeten), Hakîm (her şeyi hikmetle yapan) ve Rahîm (sonsuz merhamet sahibi) isimlerinin tecellîsi olarak, O’nun ebedî saadet vaadinin muhakkak tahakkuk edeceğini ifade eder. Cennet, insanlığın atası olan Âdem’in asıl vatanı olarak tarif edilir ve Allah’ın bu vatanı, iman sahiplerine yeniden açacağı müjdelenir.
Kur’ân-ı Kerîm, Allah’ın vaadine ve Müminler için hazırlanan Cennet’e dair pek çok ayet ihtiva eder. Ra’d Sûresi’nin 20. ayet mealinde şöyle buyrulmaktadır:
> “Onlar, Allah’a verdikleri sözü yerine getiren ve antlaşmayı bozmayanlardır.”
>
Bu ayet, Allah’a verdikleri sözü yerine getiren Müminlerin, Allah’ın da onlara olan vaadini yerine getireceğini ima eder.
Yûnus Sûresi’nin 10. ayetinde ise Cennet ehlinin şükrü şöyle ifade edilir:
> “Onların orada duaları, ‘Sübhâneke, Allâhümme’ (Allah’ım! Seni her türlü noksanlıktan tenzih ederiz), aralarındaki selâmlaşmaları, ‘Selâm’ (esenlik size) ve dualarının sonu da ‘Elhamdülillâhi Rabbi’l-âlemîn’ (Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur) şeklindedir.”
>
Makale Özeti
Bu makale, iktibas edilen Risale-i Nur vecizeleri ve ilgili Kur’ân-ı Kerîm ayetleri ekseninde hayatın derin hakikatlerini incelemektedir.
İlk olarak, Allah’ın Ehad ve Samed isimlerinin kâinattaki tecellîsi ve her şeyin O’nun mutlak kudretinde olduğu izah edilmektedir.
İkinci olarak, dünyevî ayrılıkların (fırak) insan ruhundaki ebedîlik aşkını (aşk-ı bekâ) nasıl ortaya çıkardığı ve bu aşkın asıl maksadının ahiret yurdu olduğu vurgulanmaktadır.
Üçüncü olarak, zâlimlerin bu dünyada cezalandırılmamasının, ilahî adaletin tecelli etmediği anlamına gelmediği, bilakis bunun ahiretteki en büyük mahkemeye ertelendiği anlatılmaktadır.
Dördüncü olarak, musibetlerin birer imtihan ve ruhani terakki vesilesi olduğu ve sabredenler için büyük müjdeler ihtiva ettiği açıklanmaktadır.
Son olarak, Allah’ın Kadîr, Hakîm ve Rahîm isimlerinin gereği olarak, iman edenler için ebedî saadet vaadinin muhakkak tahakkuk edeceği ve Cennet’in Müminlerin asıl yurdu olduğu ifade edilmektedir. Bu vecizeler, fânî dünya hayatının ötesinde, bâkî hakikatlere işaret ederek, insanı derin bir tefekküre davet etmektedir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
12/10/2025

 

 




Vahyin Işığında İnsan ve Kâinat

Vahyin Işığında İnsan ve Kâinat

​Bu makale, Bediüzzaman Said Nursî’nin farklı eserlerinden alınan ve derin manalar taşıyan vecizeler etrafında şekillenmiştir. Her bir vecize, insanlık durumunun, kâinatın işleyişinin ve Allah ile kul arasındaki ilişkinin farklı bir yönünü aydınlatmaktadır. Bu yazıda, her bir vecizenin özünü Kur’ân-ı Kerîm ayetleriyle destekleyerek geniş bir şekilde ele alacağız.

​Gurur-u İlmî ve İnkârın Psikolojisi

​Şualar’dan bir vecize, ilahî hakikatleri idrak edemeyen akılların içine düştüğü durumu anlatmaktadır:
​“Azamet ve kibriya ve nihayetsizlik noktasında, ya gaflete veya mâsiyete veya maddiyata dalmak sebebiyle darlaşan akıllar, azametli meseleleri ihata edemediklerinden, bir gurur-u ilmî ile inkâra saparlar ve nefyederler.” (Şuâlar)

​Bu ifade, Allah’ın azametini ve sonsuzluğunu kavramakta zorlanan akılların, bu yetersizliklerini kabul etmek yerine, gurur-u ilmî (bilimsel gurur) ile inkâra yöneldiğini belirtir. Gaflet, günah ve maddeye aşırı düşkünlük, aklı daraltan ve ilahî gerçeklikleri görmesini engelleyen perdelerdir.
Bu durum, Kur’ân-ı Kerîm’de birçok yerde ele alınır. Mesela, Furkan Sûresi’nin 43. ayeti, kendi hevasını ilah edinenlerden bahseder:
​“Kendi heva ve hevesini ilah edinen kimseyi görmedin mi? Şimdi ona sen mi vekil olacaksın (onu hidayete erdireceksin)?”

​Bu ayet, nefsinin isteklerini rehber edinenlerin, hakikati göremeyeceğini ve bu körlüğün de bir nevi inkâr sebebi olduğunu anlatmaktadır. Zira Allah’ın azametine karşı acziyetini kabul etmeyen bir akıl, küçüklüğü ve sınırlılığı nedeniyle O’nun sıfatlarını inkâr etmeye meyillidir.

​Lâ Havle Velâ Kuvvete İllâ Billâh’ın Sırrı ve İnsanın Gelişimi

​”Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh” (Güç ve kuvvet ancak Allah’a aittir) hakikatinin derin anlamına değinir:
​“’Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh’ cümlesi mukaddesesi, insanın zerre vaziyetinden, insan-ı mü’min suretine gelinceye kadar camidiyet, nebatîyet, hayvanîyet, insaniyet gibi geçirdiği etvar ve ahvaline nâzırdır. Şu menzillerde insanın letaifi pek çok elem ve emellere maruzdur. Maahâzâ havl ve kuvvetin müteallikleri zikredilmeyerek mutlak bırakılmıştır.” (Mesnevî-i Nuriye, 141)

​Bu vecize, insanın “zerre” halinden (cansız madde) başlayıp bitkisel, hayvani ve nihayet insani aşamalardan geçerek kâmil bir mümin haline gelene kadar yaşadığı her safhada, asıl güç ve kuvvetin yalnızca Allah’a ait olduğunu hatırlatır. İnsan, bu karmaşık ve sancılı yolculukta nice acılar ve beklentilerle karşılaşır. Ancak tüm bu merhalelerde başarıya ulaşması, kendi gücüne değil, Allah’ın kudretine dayanır. Bu durum, Kur’ân-ı Kerîm’de insanın yaratılışından ve Allah’a olan bağımlılığından bahseden ayetlerle örtüşür. Mesela, Hac Sûresi’nin 5. ayetinde şöyle buyrulur:
​“Ey insanlar! Eğer öldükten sonra tekrar dirilme konusunda herhangi bir şüphedeyseniz, şunu bilin ki, biz sizi topraktan, sonra nutfeden, sonra alâkadan (aşılanmış yumurtadan), sonra belli belirsiz et parçasından yarattık ki size (kudretimizi) açıkça gösterelim. Ve dilediğimizi belli bir süreye kadar rahimlerde bekletiriz. Sonra sizi bir bebek olarak dışarı çıkarırız. Sonra da (ergenlik çağınıza ulaşırsınız ki) olgunluk çağınıza erişesiniz. Kiminiz vefat ettirilir; kiminiz de daha ileri yaşlara kadar yaşatılır ki, bilirken hiçbir şey bilmez hale gelsin.”

​Bu ayet, insanın yaratılış sürecini detaylandırarak, her bir safhasının ilahî bir planın ve kudretin eseri olduğunu vurgular. İnsan, kendi kendine hiçbir aşamadan geçemez; her an Allah’ın gücüne ve kuvvetine muhtaçtır.

​İmanın Mahiyeti ve İslamiyet’in Mirası

​İslam ümmetinin içinde bulunduğu zor durumlara rağmen, imanın ve İslam’ın parlak geleceğine dair bir müjde yer almaktadır:
​“İmanın mahiyetindeki hârikulâde şehamet, izzet-i İslâmiyenin tabiatındaki âlempesend şecaat, uhuvvet-i İslâmiyenin intibahıyla her vakit mu’cizeleri gösterebilir.”
“Bir gün olur elbette doğar şems-i hakikat / Hiç böyle müebbed mi kalır zulmet-i âlem.” (Âsâr-ı Bediiye, 155)

​Bu vecizeler, imanın özündeki şehametin (metanet ve yiğitliğin), İslam’ın izzetindeki evrensel cesaretin ve İslam kardeşliğinin yeniden uyanışının, her an mucizeler gösterebilecek bir potansiyel taşıdığını belirtir. İkinci kısım ise, dünyanın karanlık ve zulmet içinde kalmayacağını, hakikatin güneşinin bir gün mutlaka doğacağını müjdeler. Bu inanç, Kur’ân-ı Kerîm’de müminlere verilen vaatlerle kuvvetlenir. Mesela, Nur Sûresi’nin 55. ayetinde şöyle buyrulur:
​“Allah, iman eden ve salih ameller işleyenlerin, kendilerinden öncekileri egemen kıldığı gibi, onları da yeryüzünde egemen kılacağını vaat etti.”

​Bu ayet, müminlere güç ve iktidar vaat ederek, geçici zorluklara rağmen İslam’ın ve müminlerin zaferinin kaçınılmaz olduğunu gösterir.

​İnsan ve Kâinatın Hâcetlerine “Lebbeyk!” Diyen Zât-ı Zülcelâl

​İnsanı ve kâinatı yaratanın, onlara karşı olan sonsuz şefkatini ve ilgisini dile getirir:
​“Ey insan! Aklını başına al. Hiç mümkün müdür ki: Bütün enva-ı mahlukatı sana müteveccihen muavenet ellerini uzattıran ve senin hâcetlerine “Lebbeyk!” dedirten Zat-ı Zülcelâl seni bilmesin, tanımasın, görmesin! Madem seni biliyor, rahmetiyle bildiğini bildiriyor. Sen de onu bil, hürmetle bildiğini bildir.” (Lem’alar)

​Bu vecize, tüm varlıkların insana hizmet etmesini sağlayan ve insanın ihtiyaçlarına anında karşılık veren o muazzam gücün, insanın kendisinden gafil olmasının aklen imkânsız olduğunu vurgular. Her bir varlığın, bir manevi dil ile insanın ihtiyaçlarına “Lebbeyk!” (Buyur!) demesi, Allah’ın sonsuz rahmet ve kudretinin bir delilidir. Allah, bu ikramıyla kendini insana tanıttığını gösterir. İnsanın görevi ise, bu lütfa karşı O’nu tanımak ve bildiği bu hakikati saygıyla dile getirmektir. Bu, Fâtiha Sûresi’nin ilk ayetlerinde ifade edilen hakikatle örtüşür:
​“Elhamdülillâhi Rabbilâlemîn. Errahmânirrahim.” (Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. O, Rahmân’dır, Rahîm’dir.)

​Bu ayetler, Allah’ın tüm âlemlerin Rabbi ve sonsuz merhamet sahibi olduğunu ifade ederek, O’nun kâinatı ve insanı yarattığını ve idare ettiğini beyan eder.

​Rahimden Gelen Rızık ve Sonsuz Rızık Kaynağı

İnsanın dünyaya gelişinden itibaren Allah’ın sonsuz rızıklandırma sıfatına işaret eder:
​“Ey insan! Rahm-ı maderde iken, Tıfl iken, İhtiyar ve iktidardan mahrum bir vaziyette iken, Seni pek leziz rızıklar ile besleyen Allah, Sen hayatta kaldıkça O rızkı verecektir.” (Bediüzzaman Said Nursî)

​Bu vecize, insanın anne karnında aciz bir bebekken bile en leziz rızıklarla beslendiğini hatırlatır. Bu durum, Allah’ın Rezzak isminin bir tecellisidir. Eğer insan, en zayıf ve aciz anında bile O’nun tarafından beslenmişse, hayatı boyunca da bu rızıklandırmanın devam edeceğine güvenmesi gerekir. Bu, Kur’ân’ın birçok yerinde zikredilen bir hakikattir. Mesela, Hûd Sûresi’nin 6. ayetinde şöyle buyrulur:
​“Yeryüzünde hareket eden hiçbir canlı yoktur ki, rızkı Allah’a ait olmasın.”

​Bu ayet, tüm canlıların rızkının Allah tarafından garanti edildiğini ve bu durumun Allah’ın sonsuz merhamet ve cömertliğinin bir nişanesi olduğunu açıkça ifade eder.

​Makale Özeti

​Bu makale, Bediüzzaman Said Nursî’nin vecizeleri üzerinden insan, iman ve kâinat arasındaki derin bağı ele almaktadır. İlk olarak, gaflet ve gurur-u ilmînin, insanı ilahî hakikatleri inkâra sürükleyen manevi hastalıklar olduğu izah edilmiştir. İkinci olarak, “Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh” cümlesinin, insanın gelişim sürecinin her aşamasında Allah’ın gücüne olan mutlak ihtiyacını vurguladığı belirtilmiştir. Üçüncü olarak, İslam’ın ve müminlerin içinde bulunduğu zorluklara rağmen, imanın ve İslam kardeşliğinin nihai zaferi getireceği ve hakikatin güneşinin mutlaka doğacağı müjdesi verilmiştir. Dördüncü olarak, tüm varlıkların insana hizmet etmesinin, Allah’ın insanı tanıdığının ve ona değer verdiğinin bir delili olduğu ve insanın da bu lütfa karşı O’nu tanıyarak karşılık vermesi gerektiği açıklanmıştır. Son olarak, insanın anne karnından itibaren rızıklandırılmasının, Allah’ın sonsuz rızıklandırma sıfatının bir delili olduğu ve bu güvenle hayatına devam etmesi gerektiği vurgulanmıştır. Bu vecizeler, bizlere, fani dünya hayatını ilahî bir perspektifle değerlendirmeyi ve Allah ile olan bağımızı kuvvetlendirmeyi telkin etmektedir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
12/10/2025

 

 




Hayatın Hakikatine Yolculuk: Gafletten İmana

translator

Double-click

Select to translate

 

Hayatın Hakikatine Yolculuk: Gafletten İmana
​Bu makale, Bediüzzaman Said Nursî’nin eserlerinden seçilmiş vecizelerin ışığında, insanın hayat yolculuğunu, bu yolculukta karşılaştığı zorlukları ve onlara yüklenen manaları derinlemesine ele almaktadır. Her bir vecize, Kur’ân-ı Kerîm ayetleriyle desteklenerek, fânî dünyanın geçici zevklerinden ebedî hakikatlere uzanan bir tefekkür seyahati sunmaktadır.

​Gafletin Aldatıcı Zevki ve Musibetlerin Uyandırıcı Rolü

​Mesnevî-i Nuriye’den iktibas edilen bir vecize, insanın gaflete düşerek hayatın fânî zevklerine aldanmasının tehlikesine işaret eder:
​“Gaflet serinliğinde şek içinde zevk ettiğin lezzeti lezzet sanma! O zehirli baldır.” (Risale-i Nur, Mesnevi-i Nuriye)

​Bu söz, gafletin getirdiği rahatlık ve şüphe dolu lezzetlerin, aslında zehirli birer bal gibi olduğunu ifade etmektedir. Gaflet, insanın yaratılış gayesinden uzaklaşarak, dünya hayatının geçici hazlarına dalmasıdır. Bu durum, insanı asıl hedeften saptırır ve ahireti unutturur. Bu hakikate, Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle işaret edilmektedir:
​”Onlar, dünya hayatını sevip onu âhiret hayatına tercih ederler.” (İbrâhîm, 14/3)

​Bu ayet, gaflet içindeki insanın durumunu özetler. Ancak Cenâb-ı Hak, rahmetiyle insanı gaflet uykusundan uyandırmak için çeşitli vesileler yaratır. İşte bu noktada, ikinci vecize musibetlerin fonksiyonunu izah eder:
​”Musibetler, dergah-ı ilâhîye sevk etmek için birer kader kamçısıdır.” (Barla Lâhikası, 285)

​Bu vecize, musibetlerin birer ceza değil, bilakis insanın Allah’a yönelmesi için birer uyarıcı olduğunu anlatır. Tıpkı bir kamçının atı şahlandırması gibi, musibetler de insanı gafletten kurtararak, Allah’ın dergâhına sevk eder. Bu durum, Bakara Sûresi’nin 155. ayetinde müjdelenmektedir:
​”Andolsun ki sizi biraz korku ve açlıkla, biraz da mallardan, canlardan ve mahsullerden eksiltme ile imtihan edeceğiz. Sabredenleri müjdele.” ( Bakara, 2/155)

​Bu ayet, musibetlerin bir imtihan olduğunu ve onlara sabrederek Allah’a yönelenlerin müjdeleneceğini ifade etmektedir. Bu, musibetlerin ardında yatan ilahî hikmeti ve rahmeti gösterir.
​İmanın Mahiyeti ve Olumsuzluğun Olumlu Yönü

​Üçüncü olarak, imanın ne kadar köklü ve muhkem bir gerçeklik olduğunu ortaya koymaktadır:
​”İman ise ilimdir, vücûdîdir, isbattır, hükümdür. Her bir menfî meselesi dahi bir müsbet hakikatin unvanı ve perdesidir.” (Şuâlar)

​Bu vecize, imanı sadece bir inanç olarak değil, aynı zamanda kesin bir ilim, varlığı açıkça ispatlanmış bir gerçeklik ve mutlak bir hüküm olarak tarif etmektedir. Dahası, menfî (olumsuz) görünen her şeyin bile aslında müsbet (olumlu) bir hakikati gizlediğini, yani olumsuzlukların birer perde olduğunu belirtir. Mesela, bir hastalığın getirdiği elem, bir manevi arınma ve terakki neticesine götürebilir. Bu durum, Allah’ın her şeyi zıddıyla yarattığı ve her şeyde bir hikmetin olduğu inancıyla uyumludur. Enfâl Sûresi’nin 24. ayeti bu durumu şu şekilde ifade etmektedir:
​”Ey iman edenler! Sizi, size hayat verecek şeye davet ettiğinde, Allah ve Resûlüne icabet edin.” (Enfâl, 8/24)

​Bu ayet, ilahî çağrının, yani imanın, manevi hayatın kaynağı olduğunu vurgular. İman, insanın en derin hakikatlerini anlamasına ve hayatına bir anlam katmasına vesile olur.

​Ölümün Hakikati ve Ebedî Buluşma

​Dördüncü olarak, ölümün fani dünya için bir fırak (ayrılık) değil, bilakis ebedî âlem için bir visal (kavuşma) olduğu hakikati vurgulanır:
​”Senin küçüklüğünden bu yaşına kadar, sevdiklerinden yüzde doksandokuzu sana dehşet veren kabristana göçmüşler. Bu dünyada kalan bir iki dostun var, onlar da oraya gidecekler. Dünyada vefatın fırak değil, visaldir; o ahbablara kavuşmaktır. Onlar, yani o ervah-ı bâkiye, eskimiş yuvalarını toprak altında bırakıp bir kısmı yıldızlarda, bir kısmı âlem-i berzah tabakatında geziyorlar diye ihtar edildi.” (Tarihçe-i Hayat, 123)

​Bu vecize, ölümün bir yok oluş değil, ruhların fani bedenlerinden ayrılarak ebedî hayata intikal etmesi olduğunu ifade etmektedir. Sevdiklerimizle olan ayrılığın geçici, onlarla ebedî âlemde buluşmanın ise kesin olduğunu müjdeler. Bu inanç, Müminlere hem teselli hem de hayatın asıl gayesinin fani dünya olmadığını idrak etme fırsatı verir. Âl-i İmrân Sûresi’nin 185. ayeti bu hakikati açıkça dile getirir:
​”Her canlı ölümü tadacaktır. Ve ancak kıyamet günü yaptıklarınızın karşılığı size tastamam verilecektir. Kim ateşten uzaklaştırılıp cennete sokulursa, artık o kurtulmuştur. Dünya hayatı, aldatıcı bir menfaatten başka bir şey değildir.” (Âl-i İmrân, 3/185)

​Bu ayet, ölümün kaçınılmaz bir son olduğunu ve asıl hayatın ahirette başladığını beyan ederek, dünya hayatının geçiciliğini ve aldatıcılığını vurgular.

​Allah’ın İlim ve Kudretinin Sonsuzluğu

​Son vecizede, Allah’ın ilminin sonsuzluğuna ve her şeyi kuşattığına dair bir izah sunar:
​”Hiçbir şey ondan gizlenmesi kabil değildir. Perdesiz, güneşe karşı zemin yüzündeki eşya, güneşi görmemesi kabil olmadığı gibi; o Alîm-i Zülcelâl’in nur-u ilmine karşı eşyanın gizlenmesi, bin derece daha gayr-i kabildir, muhaldir. Çünkü huzur var. Yani her şey daire-i nazarındadır ve mukabildir ve daire-i şuhudundadır ve her şeye nüfuzu var.” (Mektubat)

​Bu vecize, Allah’ın Alîm-i Zülcelâl (mutlak ilim ve kudret sahibi) isminin tecellisini anlatmaktadır. Güneşin ışığı altında hiçbir şeyin gizlenemediği gibi, Allah’ın sonsuz ilminin nuru karşısında da hiçbir şeyin gizlenmesi mümkün değildir. Zira her şey, Allah’ın huzurunda, O’nun nazarında ve şuhudundadır. Bu, En’âm Sûresi’nin 59. ayetinde daha da net bir şekilde ifade edilir:
​”Gaybın anahtarları O’nun katındadır, O’ndan başkası onları bilemez. Karada ve denizde ne varsa hepsini O bilir. O’nun ilmi dışında bir yaprak bile düşmez. Yerin karanlıklarındaki tek bir tane bile, yaş ve kuru hiçbir şey yoktur ki apaçık bir Kitap’ta olmasın.” (TDV Meali, En’âm, 6/59)

​Bu ayet, Allah’ın ilminin her şeyi kuşattığını ve hiçbir şeyin O’ndan gizlenemeyeceğini gösterir. Bu hakikat, Müminler için bir teselli kaynağı olurken, günahkârlar için bir uyarıdır.

​Makale Özeti

​Bu makale, Bediüzzaman Said Nursî’nin vecizelerinden yola çıkarak, hayatın temel hakikatlerini ele almıştır. Makale, insanın gafletin aldatıcı zevklerine kapılmasının bir zehir olduğunu ve bu durumdan musibetlerin birer “kader kamçısı” gibi uyarıcı rol oynayarak insanı Allah’a yönelttiğini izah etmiştir. İmanın sadece bir inanç değil, aynı zamanda ilim ve hüküm olduğunu ve olumsuz görünen her şeyin ardında olumlu bir hakikat gizlediğini belirtmiştir. Ayrıca, ölümün fani bir ayrılık değil, ebedî hayata bir kavuşma olduğunu ve sevdiklerimizle yeniden buluşma vesilesi olduğunu vurgulamıştır. Son olarak, Allah’ın ilminin her şeyi kuşattığını ve hiçbir şeyin O’ndan gizlenemeyeceğini, bu durumun da bir Mümin için güven, bir gaflet ehli için ise bir uyarı vesilesi olduğunu açıklamıştır. Bu hakikatler, hayatın geçiciliğini anlamamıza ve ebedî saadete yönelmemize rehberlik etmektedir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
13/10/2025

 

 




POLİSİNİ KORUYAMAYAN DEVLET, GÜVENİNİ DE KORUYAMAZ

POLİSİNİ KORUYAMAYAN DEVLET, GÜVENİNİ DE KORUYAMAZ

Toplumun güvenliği, önce güvenliği sağlanan bir polisten başlar…

“İçişleri Bakanlığı ve Emniyet Genel Müdürlüğü, polisini gerçekten koruyor mu?”

Bu soru artık sadece bir eleştiri değil, bir vicdan alarmı hâline geldi.
Her gün suçlularla burun buruna gelen, toplumun huzuru için canını ortaya koyan polis, kendi güvenliğinden endişe eder hale geldiyse; orada bir şeyler çoktan ters gitmiştir.

Bir Müdürün Şehadeti, Bir Sistemin Zafiyeti

İzmir Balçova’da 16 yaşındaki bir saldırgan, polis merkezine pompalı tüfekle ateş açtı.
1. Sınıf Emniyet Müdürü, Polis Başmüfettişi Muhsin Aydemir ve Polis Memuru Hasan Akın şehit düştü.
O anın görüntüleri yürekleri dağladı.
Ama daha acı olan soru şu:
“İkinci polis neden tetiği çekemedi?”
Çünkü belki de, “ya açığa alınır, yargılanırsam” korkusu tetiğin önüne geçti.
Katil düşünmeden sıktı; polis düşünerek gecikti.
İşte o bir saniyelik gecikme, bir devletin kendi güvenlik gücünü nasıl koruyamadığını gösterdi.

Korkunun Gölgesinde Görev Yapmak

Polis, her gün suçun kalbinde, karanlığın içinde, vicdanın sınırında görev yapıyor.
Her çağrıda ölümle burun buruna, her olayda stresle boğuşuyor.
Ama bir de “hukuki yalnızlık” korkusu taşıyor.
“Ya yanlış anlaşılırsa?”
“Ya görevden alınırsa?”
“Ya suçluya müdahale ederken ben suçlu sayılırsam?”
Bu korkular, tetiğin önüne geçmiş durumda.
Oysa polis korkarak değil, korunarak görev yapmalı.
-Biz öğretmenler bazen bir densiz ve kişiliksiz bir öğrenciden dolayı aylarca stres ve sıkıntı yaşıyoruz.
Oysa polis her gün onlarca suç dosyası olan, her türlü suça bulaşmış ipini koparmış insanlarla karşılaşıyor.
Kim bilir bu stres ve sıkıntı ile hem kendi, hem aile ve çevresi neler yaşıyor.
Allah yardımcıları olsun.

Her 4 Günde Bir: Sessiz Bir Çığlık

Rakamlar buz gibi ama yürek yakıcı:
2024 yılında 67 polis intihar etti.
2025’in ilk aylarında sayı 51’e ulaştı.
Yani her 4 günde bir polis intihar ediyor.
Her 4 günde bir ev sessizleşiyor.
Bir çocuk yetim kalıyor.
Bir eş, sabah gidenin akşam dönmediğini öğreniyor.
Ve ardından hep aynı cümle geliyor:
“Elim olayla ilgili iki müfettiş görevlendirilmiştir…”
Bu kadar mı?
Bir hayat gitmiş bir hayat!
O hayatla beraber nice hayatlar.
Ne yazık ki artık müfettiş değil, merhamet, anlayış ve destek gerekiyor.
Zira bu durum sadece maddi kayıptan ibaret değil. Onunla beraber hem de daha büyük ebedi hayatını tehlikeye atacak olan manevi bir kayıptır

Toplumun Güvencesi, Polisinin Güvencesidir

Bir toplumun güvenliği, güvenliği sağlayanların güvencesine bağlıdır.
Kendini koruyamayan bir teşkilat, toplumu nasıl korusun?
Bir polis, suçluyla mücadelede devletin arkasında hissedemiyorsa, toplumu korurken nasıl cesur olsun?
Devlet, sadece vatandaşı değil, onu koruyanı da korumalıdır.
Polis, suçlu ile aynı kefeye konulmamalı; görevini yaparken “acaba” dememelidir.
Polis güven ve güvence altına alınmalı.
Süratle çözümler üretilmeli.

Kalkanı Yorgun Olana Kalkan Olmak

Polis için koruma sadece çelik yelekle olmaz.
Ona psikolojik destek, hukuki güvence, adil bir sistem ve insanca mesai gerekir.
Yorgun bir polis, güvensiz bir toplum doğurur.
Polis de insandır.
Hata yapabilir, duygulanabilir, yorulabilir.
Ama asıl hata, onu yalnız bırakmaktır.

Son Söz: Güvenin Temeli, Adalettir

Her intihar bir sessiz çığlıktır.
Her şehit haberi bir sistem uyarısıdır.
Her korku, bir güvenlik zafiyetine dönüşür.
Eğer bir devlet, polisini koruyamıyorsa;
O devlet, güvenini de koruyamaz.
Çünkü güven, yalnızca vatandaşın değil,
onu koruyan polisin de hakkıdır.

🕊️ Yazarın Notu

Allah, bu milletin güvenliği için gecesini gündüzüne katan, soğukta, sıcakta, tehlikenin ortasında nöbet tutan tüm emniyet mensuplarımıza sabır, feraset ve koruma ihsan eylesin.
Her şehidin ardından sessizce ağlayan bir anne, bir eş, bir çocuk kalıyor…
Rabbim onları sabırla sarsın, kalanlarına güç ve izzet versin.
Unutmayalım:
Polisini korumak, bir milletin vicdanını korumaktır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
12/10/2025

 

 




POLİSİN GÜVENLİĞİ SAĞLANMADAN TOPLUMUN GÜVENLİĞİ SAĞLANABİLİR Mİ?

POLİSİN GÜVENLİĞİ SAĞLANMADAN TOPLUMUN GÜVENLİĞİ SAĞLANABİLİR Mİ?

Toplumun huzuru, güveni ve düzeni büyük oranda emniyet güçlerinin omuzlarında taşınır.
Bir devletin bekası, bir milletin selameti, bir şehrin huzuru; çoğu zaman sessiz, yorgun ama dimdik duran bir polisin nöbetinde saklıdır.
Fakat şu soru, artık vicdanları kanatacak kadar derin bir yara hâline gelmiştir:
“İçişleri Bakanlığı ve Emniyet Genel Müdürlüğü, polisini gerçekten koruyor mu?”
Ne acıdır ki, her gün suçlulara karşı canını siper eden bir polis, kendi can güvenliğini düşünür hâle gelmiştir.
Korkularla, belirsizliklerle, “ya suçlu sayılırsam?” endişesiyle görev yapan bir emniyet mensubu, hangi motivasyonla görevini yapabilir?
Bir tarafta elinde silahıyla teröriste, katile, caniye karşı duran; diğer tarafta ise açığa alınma, soruşturma, hatta medya linci korkusuyla tetiğe dokunamayan bir polis profili…
Bu çelişki, sadece bireysel değil, kurumsal bir zafiyetin göstergesidir.

Bir Müdürün Şehadeti ve Sorgulanan Güven

Yakın zamanda İzmir Balçova’da yaşanan olay, yürekleri bir kez daha yaktı.
Henüz 16 yaşında bir saldırgan, eline pompalı tüfek alıp bir polis merkezine ateş açtı.
1. Sınıf Emniyet Müdürü, Polis Başmüfettişi Muhsin Aydemir ile Polis Memuru Hasan Akın şehit oldu.
Olay anına dair görüntülerde, bir anlık tereddüt, bir saniyelik gecikme, bir ömürlük acıya dönüştü.
Belki de ikinci polis, silahını çekmeden önce iki kere düşündü:
“Ya yanlış anlarsalar?” “Ya görevden alınır, açığa alınırsam?” “Ya haksız yere yargılanırsam?”
Katil düşünmedi…
Ama o düşündü.
İşte o an, bir devletin kendi güvenlik gücünü nasıl koruyamadığının en acı fotoğrafı çekildi.

Korkunun Gölgesinde Görev Yapmak

Polis, her gün sokakta, suçun kalbinde, karanlığın ortasında görev yapıyor.
Elinde dosyalar değil, hayatlar taşıyor.
Her kapıyı çaldığında neyle karşılaşacağını bilmiyor.
Bir öğretmen, bir densiz öğrenci yüzünden aylarca stres yaşarken, bir polis her gün onlarca suçlu, tehdit, baskı ve belirsizlikle mücadele ediyor.
Fakat bu mücadelede yalnız…
Hukuken, psikolojik olarak, sosyal destek bakımından yalnız.
Tüm toplumun güvenliği için nöbet tutan bir emniyet mensubu, kendi iç güvenliğini yitirmiş durumda.

İntiharlar: Sessiz Çığlıkların Toplu Yankısı

Resmî rakamlar dehşet verici:
Sadece 2024 yılında 67 polis intihar etti.
2025’in ilk aylarında ise bu sayı 51’e ulaştı.
Bu, her 4 günde bir polisin intiharı demek.
Yani her 4 günde bir ocak sönüyor, bir aile dağılıyor, bir evde sessizlik çöküyor.
İçişleri Bakanlığı açıklaması genelde hep aynı:
“Elim olayla ilgili iki müfettiş görevlendirilmiştir.”
Ama problem müfettiş sayısı değil, ihmalin sistemleşmesi.
Her intiharın ardında bir yorgunluk, bir yalnızlık, bir adaletsizlik, bir korunamama duygusu var.

Toplumun Güvencesi, Polisinin Güvencesidir

Bir toplum, güvenliği sağlayan polisini koruyamıyorsa;
O toplumun güvenliği de kalıcı olamaz.
Çünkü “güven” duygusu, yalnızca vatandaşa değil, o güveni sağlayan memura da verilmelidir.
Polis, görevi başında hata yaptığında;
önce medya, sonra sosyal linç, ardından da idari baskı geliyor.
Oysa bir güvenlik personelinin doğru karar verebilmesi için, arkasında devletin adil, net ve cesur durması gerekir.
Aksi takdirde polis, “kendi görevini yaparken bile suçlu sayılan” bir konuma düşer.

Çözüm: Kalkanı Yorgun Olana Kalkan Olmak

Polis için gerçek koruma; yalnızca çelik yelekle, silahla, nöbetle olmaz.
• Psikolojik destek sistemleri kurmak,
• Hukuki güvence mekanizmalarını güçlendirmek,
• Medyatik linçlere karşı kurumsal koruma sağlamak,
• Mesai düzenini insanî hâle getirmek,
• Ve en önemlisi, “polis hata yapamaz” değil, “polis de insandır” gerçeğini kabullenmek gerekir.
Çünkü unutmamak gerekir:
Yorgun bir polis, güvensiz bir toplum doğurur.
Kendini güvende hissetmeyen bir emniyet mensubu, kimseye güven veremez.

Son Söz

Her 4 günde bir canını yitiren bir meslek grubunun, artık istatistik değil, insan olarak görülmesi gerekir.
O şehit olan, o intihar eden, o nöbette yorgun düşen her bir polis;
toplumun huzuru için kendi huzurunu feda eden birer sessiz kahramandır.
Onları korumak, yalnızca devletin değil, milletin de vicdan borcudur.
Çünkü polis, milletin evladı;
devletin eli;
adaletin ilk kapısıdır.
Ve unutmayalım:
Polisini korumayan bir devlet, güvenini de koruyamaz.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
12/10/2025




İSRAİL’İN TECRİDİ: ZULMÜN SON PERDESİ VE GAZZE’NİN ZAFERİ

İSRAİL’İN TECRİDİ: ZULMÜN SON PERDESİ VE GAZZE’NİN ZAFERİ

İsrail dünyadan tecrid ediliyor.
Her yerden kovuluyor.
Dünyada dolaşacak yüzleri kalmadı.
Türkiye’den İsrâil’in yanında savaşmaya giden 4 bin İsraillinin Türkiye’de de, dünyanın hiçbir yerinde de yeri yok.
Maskeler düştü, gerçek yüz ortaya çıktı.
İsrail sadece Gazze’de degil, dünyada kaybetti.
Bitti.
İnsanlığı gitti.
Allah’ın seçkinler değil, kovulmuşlari oldular.
Her milletten nefret kazandılar.
Menfur bir millet oldular.
Gidecekleri yerleri kalmadı, bir daha zillet damgasını yediler.
İsrail güvenini tam kaybetti.
Dünyanın en güvensiz ülkesi ilan edildi.
Zulmün en karanlık hali, işte İsrail Zulmü.
Yetmiş yıllık İsrail zulmünden Gazze’den daha çok dünya kurtuldu.
Kurtaran Gazze’nin duruşu, izzeti ve imanı oldu.
Gazze israilin zulüm zincirini kırdı, kurduğu boyunduruğu çözdü.

********

Tarih bazen susar, bazen haykırır.
Ve bugün, tarih haykırıyor:
“Zulümle abad olunmaz!”
İsrail, bir zamanlar “seçilmişlik” iddiasıyla çıktığı yolda, insanlığın dışına düşerek kendi eliyle kendini mahkûm etti. Gazze’de akan kan, sadece mazlumun değil, zalimlerin maskesini de çıkarıp attı. Her şey apaçık oldu artık.

🌍 DÜNYA TECRİDİ VE TARİHÎ HÜKÜM

Artık hiçbir yerde tutunamıyor İsrail.
Ne diplomatik sofralarda bir sandalyesi kaldı,
ne vicdanlarda bir yeri,
ne de mazlumların dualarında bir adı.
Birleşmiş Milletler kürsüsünde bile soğuk bir sessizlikle karşılanıyor.
Avrupa şehirlerinde protestolar, üniversitelerde boykotlar, ticaret yollarında ambargolar…
İsrail’in yalnızlığı derinleşiyor.
“Seçilmiş millet” söylemi, “menfur millet” gerçeğine dönüşüyor.
Kur’ân, bu hâli asırlar öncesinden haber veriyordu:
“Böylece onların üzerine alçaklık ve aşağılık damgası vuruldu ve Allah’ın gazabına uğradılar.”
(Bakara Sûresi, 61. âyet)
O damga bugün yeniden okunuyor.
Zilletin adı artık İsrail oldu.

⚔️ MASKELERİN DÜŞÜŞÜ VE 4 BİN YÜZSÜZ

Bugün Türkiye’den gidip İsrail saflarında savaşan 4 bin kişinin maskesi düştü.
Kimin kim olduğu, kimden yana durduğu artık belli.
Bu sadece bir savaş değil, imanla inkârın, insanlıkla vahşetin ayrışmasıdır.
Kendini Türk zanneden ama kalbini siyonizme satan bu güruh,
tarihin en büyük utancını taşıyacak.
Ne bu topraklarda,
ne dünyanın hiçbir yerinde artık bir yer bulamayacaklar.
Çünkü ihanet, en ağır yalnızlıktır.

🕊️ GAZZE: DİRENİŞİN VE İZZETİN MİHENGİ

Gazze…
Küçük bir şehir ama büyük bir şeref.
Taşla tankı durdurdu, sabırla zulmü yıktı.
Onun direnişi sadece İsrail’in zincirini kırmadı;
tüm dünyanın boynuna vurulmuş sessizlik zincirini de çözdü.
Gazze, ümmete yeniden izzet, iman ve onur öğretti.
“Biz rızık için değil, rıza için yaşarız.” diyen bir nesil yetiştirdi.
Onlar kaybederek kazandılar;
İsrail ise kazandıkça kaybetti.

⚖️ ZULMÜN EN KARANLIK HALİ VE ALLAH’IN KANUNU

İsrail, zulmün karanlığında boğuluyor.
Gazze’yi yıkarken, kendi ruhunu yıktı.
Çocukları öldürürken, geleceğini öldürdü.
Mabetleri yıkarken, merhameti yok etti.
Ama Allah’ın bir kanunu vardır:
“Zalimler nasıl bir inkılâba uğrayacaklarını yakında bileceklerdir.”
(Şuarâ Sûresi, 227. âyet)
İşte o inkılâbın başlangıcındayız.
İsrail artık güvenin, adaletin ve insanlığın mezar taşıdır.

🕯️ SONUÇ: ZİLLETİN SON PERDESİ

Yetmiş yıldır dünyaya korku salan bir yapı,
şimdi korkunun kendisi oldu.
Gazze kazandı; çünkü bu durum imanını ve imanları arttırdı.
İsrail kaybetti; çünkü kaybedeceği her şeyi dünyalığa bağlamıştı.
Artık hiçbir pasaport, hiçbir propaganda, hiçbir güç
bu tecridi kaldıramaz.
Çünkü bu, insanlığın hükmüdür:
Zalim, sonunda kendi zulmünde boğulur.
Tarih yazdı: Gazze izzetle direndi,
İsrail zilletle çöktü.
Ve artık biliyoruz:
“Zulüm payidar olamaz.”

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
10/10/2025




SAPI BİZDEN PASLI BALTA

SAPI BİZDEN PASLI BALTA

Evet maalesef, Sapı bizden paslı balta.
İsrailde bulunan 4 bin çift pasaportlu Türk vatandaşı
Kripto.
Hain.
İpsiz, sapsız takımı.
Kripto hainler bizde.
Burada darbe yapıyor, başörtüsünü yasaklıyor ve dine yani İslamiyete düşman.
Kıbrısa gidiyor, orada da ihanetini sürdürüp, başörtüsüne düşmanlığını devam ettiriyor.
İsraile gidip Sumud filosundakilere eziyet ediyor, Gazze’deki Müslümanları öldürüyor.
Batıya da gitse orayı da İslam’ın aleyhine yönlendiriyor.
Tam bir münafık yapı.
Gizli dinsiz komite.
Mason komitesi.
İçimizdeki Truva atları

*****

İçimizdeki Truva Atları ve Kripto Hainlerin Tarih Boyunca Bitmeyen İhaneti

Tarih, kimi zaman dış düşmanların değil, içimizde saklanan gizli ellerin, “bizden görünen” hainlerin kaleminden yazılmıştır.
Her çağın kendi “Truva Atı” olmuştur. Görünüşte bizim olan, dilimizle konuşan, aynı sofrada oturan, aynı bayrak altında nefes alan… ama kalbi başka yöne atan o paslı baltalar…
Sapı bizden, başı düşmandan kesilmiş baltalar!

Bir Baltanın Hikmeti

Bilir misiniz? Paslı balta, en çok kendi sahibine zarar verir. Çünkü sapı bizdendir; elin kuvvetiyle kendi kökünü keser.
Bugün Filistin’de, Gazze’de akan kanın bir kısmı, sadece dışarıdan gelen mermilerin değil; içeriden gönderilen ihanetin, paslı baltaların eseridir.
Kudüs’te bir taş yerinden oynasa, gölgesi Ankara’ya düşer.
Zira ihanetin ağı, görünmez bir örgü gibidir — tel tel bizden örülmüş, ama ucu şeytanî merkezlere bağlıdır.

Kriptoların Maskesi

İsrail’de, batının göbeğinde, iki yüzlü bir kimlikle yaşayan binlerce “çift pasaportlu” kimseler…
Onlar sadece birer vatandaş değil, iki dünyalı birer rol oyuncusudur.
Bir yüzü bizimle, bir yüzü düşmanla…
Bir elinde Türk kimliği, diğer elinde ihanet senedi.
Burada başörtüsüne düşmanlık eder, ezanı susturmaya çalışır; orada Gazze’de mazluma kurşun sıkar.
Kıbrıs’a gider, orada da İslam’a kin kusar.
Batıya varır, İslam’ı karalamak için masa başı projelere imza atar.
Hepsinde ortak bir hedef: İslam’ı yeryüzünden silmek.

Masonik Ruhun Gölgeleri

Bu yapı, bir “gizli dinsiz komite”dir.
Bu yapı yani Dinsizlik komitesi, gizli bir surette teşekkül etmiş. Maksadı, İslam’ın nurunu söndürmek, iman hakikatlerini karartmaktır.
Bu komite, bazen kalemle saldırır, bazen kılık değiştirir, bazen de din perdesi altında dinsizliği yayar.
En tehlikelisi budur.
Çünkü düşman yüzünü gösterdiğinde savaş kolaydır; ama dost kılığındaki hainin hançeri sinsice saplanır.

İhanetin Kökü: Kalpsiz Akıl

Bu kripto zihniyet, aklını şeytana kiralamış, kalbini küfre satmıştır.
Ne vicdanı vardır ne de vatan sevgisi.
Onlar için iman bir sembol, menfaat bir dindir.
Dünya onların kıblesi, makam onların mabedidir.
Ve ne acıdır ki; bu virüs, bazen devletin, milletin, hatta ümmetin damarına kadar sızar.
Kökü dışarıda, dalları bizdedir.

Tarihten Ders: Dönmelerin ve Truva Atlarının Sonu

Tarih boyunca, bu sinsi zümre hep vardı:
• Endülüs’ü içerden çökerten dönmeler,
• Osmanlı’yı zayıflatan mason locaları,
• Cumhuriyet’in ilk yıllarında din düşmanlığını “ilericilik” diye pazarlayanlar…
Hepsi aynı soydan, aynı ruhtan, aynı karanlıktan doğmuştur.
Ve her biri sonunda kendi ihanetinin altında kalmıştır.
Zira Allah, “Hile yapanların en hayırlısıdır.” (Âl-i İmrân, 3/54)

Son Uyarı: İhanetin Pasını Temizlemek

Pas, temizlenmedikçe baltayı çürütür.
İçimizdeki kriptolarla, ihanet şebekeleriyle yüzleşmek, sadece bir güvenlik meselesi değil, bir iman meselesidir.
Zira Kur’an buyurur:
“Ey iman edenler! Sizden olmayanları sırdaş edinmeyin. Onlar size kötülük etmekten geri durmazlar.”
(Âl-i İmrân, 3/118 )
Bu ayet, çağlar ötesinden bugüne bir haykırıştır.
Bizim görevimiz; pası kazımak, baltayı temizlemek ve sapı sağlam tutmaktır.
Yoksa kendi elimizle kendi dalımızı keseriz.

Son Söz

Unutmayalım:
İhanet, pas tutmuş baltayla başlar; iman ise o pası kazıyacak iradeyle.
Bugün bize düşen;
dostu dost, düşmanı düşman bilmek,
imanın nuruyla hakikati görmek,
ve sapı bizden olan baltaları tanıyıp kenara atmaktır.
Çünkü tarih bir kez daha yazılıyor…
Ve bu kez ya baltayı temizleyeceğiz,
ya da baltanın önüne düşüp tarihin en acı sayfasına ismimizi yazdıracağız.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
10/10/2025




Kur’an’da Tefekkür

Kur’an’da Tefekkür

Kur’an-ı Kerim’de, akıl sahiplerinin göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde tefekkür etmeleri emredilir. Tefekkür, sadece bir düşünme faaliyeti değil, aynı zamanda idrak etme, ibret alma ve iman bağını kuvvetlendirme vesilesidir. Yüce Allah, kâinattaki muazzam düzeni, gecenin gündüze, gündüzün geceye dönüşümünü, yaratılışın inceliklerini ve varlıkların işleyişini, tefekkür edenler için birer ayet (delil) olarak sunar.
İnsan, bu kâinat kitabını tefekkür nazarıyla okudukça, her şeyin bir hikmetle ve gayeyle yaratıldığını anlar. Bu idrak, fani olan dünyaya olan bağlılığı azaltır ve kalbi, ebedi olana yönlendirir.
İşte tefekkür kavramının Kur’an’daki yeri ve önemi hakkında bir ayet:
> “Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, aklıselim sahipleri için gerçekten açık ibretler vardır. Onlar ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken Allah’ı anarlar; göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde tefekkür ederler. (Ve derler ki): Ey Rabbimiz! Sen bunları boş yere yaratmadın. Seni tesbih ederiz. Bizi cehennem azabından koru.” (Âl-i İmrân, 3/190-191)
>
Risale-i Nur’da Tefekkür

Risale-i Nur Külliyatı, Kur’an’ın bu tefekkür emrini asrın idrakine sunar. Üstad Bediüzzaman Said Nursî, tefekkürü imanî bir ders ve manevi bir terakki aracı olarak anlatır. O’na göre, sadece ilimle kuru bir bilgi elde etmek yerine, manevi bir yolculuk olan tefekkür ile kalbi ve ruhu nurlandırmak elzemdir.
Tıpkı, kâinattan Halıkını soran bir seyyahın müşahedatı, gibi.
Bir hadiste;bir saatlik tefekkürün bir senelik nafile ibadetten daha hayırlı olduğu, ifade edilir.
Bu, kuru bir tefekkürden ziyade, imanı kuvvetlendiren ve marifete ulaştıran bir tefekkürdür.
>
Kelime Tahlili: Tefekkür ve İhtiva Ettikleri

Tefekkür kelimesi, f-k-r kökünden türemiştir. Fikr kelimesi, bir şeyin hakikatini idrak etmek için akıl yürütme, düşünme anlamına gelir. Tefekkür ise, bu düşünme faaliyetini daha derin ve etraflı bir şekilde, neticeye ulaşma gayesiyle yapmayı ifade eder. Bu, sadece bir anlık düşünce değil, bir süreçtir.
Türkçe’deki karşılıklarından olan ‘düşünme’ kelimesiyle kıyaslandığında, tefekkür kelimesi daha derin, gayeli ve maneviyatla bağlantılı bir muhtevayı ihtiva eder. Bu kelime, sadece zihinsel bir aktiviteyi değil, aynı zamanda kalbî bir yönelişi de belirtir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
10/10/2025




SADECE İŞGALCİ İSRAİL Mİ ?

SADECE İŞGALCİ İSRAİL Mİ ?
YA ORTAKLARI ?

İşgalci sadece israil mi?
Elbette değil.
Başta ABD her türlü silah, para, ordu ve devlet olarak öldürmesi için maddi manevi desteği sağlamıştır.
Hatta savaşın devam edip durmaması ve israilin öldürmesi için veto hakkını kullanmış, savaşın bitmesini istememiştir.
Diğer İngiltere, Almanya gibi Avrupa ülkeleri de aynı şekilde devlet olarak her türlü desteği vermişlerdir.
Böylece İsrail, ABD ve batı devlet olarak top yükün işgale ortaktırlar.
Hiroşimaya atılan bombaların en az 13 katı bombalama bulunmuş, 680 bin insanın ölümüne sebep olmuş, 20 binden fazla çocuk ve Gazze’nin % 90 kadarı harabeye dönmüştür.
Dünya tarihinde işgalin en dehşetli hali yaşanmıştır.
Tüm failler sorgulanmalı ve ağır bir şekilde cezalandırılıp, tazminata çarptırılmalıdır..

******

İstatistikler: Son ~2 Yılda Gazze’de Yaşanan Yıkım
• Can kayıpları, yaralanmalar
• Gazze Sağlık Bakanlığı verilerine göre, savaş nedeniyle on binlerce kişi öldü; yüz binlerce kişi yaralandı.
• Çocuklar, kadınlar ve yaşlılar arasında ölüm ve yaralanmalar oranı çok yüksek.
• Bina ve altyapı zararları
• Yaklaşık 360.000 yapı Gazze’de ya tamamen tahrip edilmiş ya da kısmen zarar görmüş durumda.
• Sivil altyapının (evler, okullar, hastaneler, yollar, su ve kanalizasyon ağları vb.) büyük kısmı ya zarar görmüş ya da kullanılamaz hale gelmiş. Örneğin %70’in üzerinde altyapı ciddi zarar görmüş ya da yok edilmiş durumda.
• Sağlık tesislerinin büyük kısmı faaliyetini yitirdi: Hastaneler ve sağlık kuruluşlarının büyük bir kısmı ya hasar aldı ya kapandı.
• Eğitim kurumları da ağır darbe aldı: birçok okul ve üniversite ya yıkıldı ya kullanılamaz hale geldi.
• Ekonomik kayıplar, maliyetler
• Kritik altyapı zararlarının maliyeti ≈ 18,5 milyar USD kadardır (Ekim 2023 — Ocak 2024 dönemi).
• Evlerin, kamu hizmetlerinin (su, sağlık, eğitim) ve ticari / sanayi binalarının zarar oranları, toplam maliyet içinde büyük pay almakta. Konut hasarı maliyetin yaklaşık %70+’ini oluşturuyor.
• Hayat koşulları, temel hizmetlerin çöküşü
• Su, kanalizasyon, elektrik altyapıları büyük zarar gördü; su ve sanitasyon sistemleri neredeyse çökme noktasına geldi.
• Doktor, ilaç, tıbbi malzeme eksikliği; sağlık hizmetleri sınırlı çalışıyor.
• Okullar kapanmış durumda ya da kullanılamaz durumda. Çocukların eğitime erişimi büyük ölçüde engellenmiş.
• Çevre ve uzun vadeli etkiler
• Tahminen 26 milyon ton enkaz ve yıkıntı oluşmuş durumda (raporlara göre bu rakam daha da yüksek olabilir).
• Doğal Hayat alanları ve tarım alanları zarar görmüş, su ve toprak kirliliği riski artmış durumda.
• Ekonomik gerileme, işsizlik ve yoksulluk yaygınlaşmış durumda. UNCTAD raporu gibi kaynaklar, Gazze ekonomisinin yıllara yayılan onarımlar ve yatırımlar olmadan eski haline dönmesinin çok uzun süreceğini belirtiyor.

******

Her zulüm karanlığında bir ışık vardır; her yıkımın karşısında bir yeniden doğuş umudu vardır. Ancak Gazze’de yaşananlar, yalnızca siyasi bir hesaplaşma değil, insanlığın kendisiyle olan sınavıdır. İnsanların evsiz kaldığı, çocukların geleceklerinden mahrum bırakıldığı, ibadethanelerin, okulların, hastanelerin harabe haline geldiği bir coğrafyada “insan olmak” yeniden düşünülmelidir.

Tarihi ve Hikmetli Perspektif

İnsanlık tarihi, işgal, savaş, zulüm tablolarıyla doludur. Musa’nın Fir’avn karşısındaki mücadelesi, Ashab-ı Kehf’in zulüm altında sabrı, Karun’un kibri ve halkına zulmü… Bu örnekler bizlere gösterir ki adalet; sözle değil, fiille; er ya da geç; dünyada ya da ahirette tecelli eder.
Kur’an’ın bir âyetinde Rabbimiz şöyle buyurur:
“Allah, zalimlere zulmetmez; insanlar kendi nefslerine zulmederler.” (Âl-i İmrân, 3/182)
Bu âyet bize öğretir ki zulmün yükü önce yapanadır; fakat zulme uğrayanların sabrı, diriliş umudunun ışığıdır. Zulüm karşısında susmak değil, hakkı söylemek esastır.

Gazze’de Yaşananlar: İnsanlık Onuru Üzerine Bir İtirafname

Evler sadece duvar değildir; içinde hayat, umut, çocuk kahkahaları, dua yankıları saklıdır. Bir okul yıkıldığında, yalnız bir bina değil; geleceğe açılan pencere kapanır. Bir hastane harap olduğunda, yalnızca binalar değil; acı çığlıkları duyulamayan çocukların, annelerin, yaralıların umutları yok olur.
• Bir evin enkazında yatan çocuk, belki de bir öyküyü tamamlayamadan koparılmıştır.
• Bir annenin susan duası, artık hiçbir kulak duymayacak kadar sessizdir; çünkü ses, bombanın gölgesinde boğulmuştur.
• Bir sokağın harabeleri, insanın yönünü kaybettiği yerde yalnızlığın resmi gibidir.

Hukukî ve Ahlakî Sorumluluk

Her ulus, devlet ve kişi; yaptığı eylemlerle ölçülür. Uluslararası hukuk, savaş hukuku, insani hukuk şu hususları emreder:
• Sivil halkın korunması; ev, okul, hastane gibi yerlerin hedef alınmaması.
• Yardımın, sağlık hizmetlerinin, temiz suyun, barınmanın sağlanması.
• Zulüm ve haksızlığın, devletlerin eylemlerinin hesap vermesi; uluslararası mekanizmalarca soruşturulması.

İbret ve Umut

Her karanlık gecenin sabahı vardır. Gazze’de düşmanlıklarla, barikatlarla, bombalarla yerle bir edilen şehirlerin altında kalan umut, yeniden filizlenmeye hazırdır.
• Direniş, sadece silahla değil; insanlığı yaşatma, çocuğun gülüşünü geri getirme çabasında beden bulur.
• Barış, yıkılan evlerin yerine yeniden inşa edilecek evlerle başlayacak; eğitimin yeniden canlandığı sınıflarla; hastanenin kapısının yeniden açık kaldığı günlerle yeşerecek.

Sonuç

İşgalci yalnızca görünen cephede değildir; işgalci zulmün kaynağına ses çıkarmayan, göz yuman, vicdanı susturan her ferdin içinde de vardır.
Gazze’de yaşananlar, zulüm değildir yalnızca; insanlıktan kopuşun da bir göstergesidir. Bu tablo karşısında sessiz kalmak mümkün değil: hakikati söylemek, failleri teşhir etmek, mazlumun sesi olmak iman gereğidir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
10/10/2025




İçimizdeki Paslı Balta: Gizli İhanetin Gölgesinde Bir Millet

İçimizdeki Paslı Balta: Gizli İhanetin Gölgesinde Bir Millet

 

Bir zamanlar at sırtında dünyayı titreten, medeniyetler kurup adaletle yöneten bu topraklarda, bugün fısıltılarla yürüyen bir gölge var: İçimizdeki Truva Atları.

Onların varlığı, ne kılıcın keskinliği ne de toprağın bereketiyle açıklanabilir. Bu, tarihin derinliklerinden sızan, adeta bir lanet gibi nesilden nesile aktarılan bir ihanet hikayesidir. Onlar, en yakınımızda duran, yüzümüze gülümserken sırtımıza zehirli bir hançer saplamaya hazır olanlardır.

Bunlar, tıpkı sapı bizden paslı bir balta gibidir. Keskin kısmı bizden değil ama sapı bizim ormanımızdan. Sapa baktıkça aldanırız, çünkü o bize ait bir ağacın parçasıdır. O balta, en kıymetli hazinelerimizi, kutsallarımızı ve değerlerimizi bir bir baltalamaya and içmiştir. Bir zamanlar bu topraklar için dövülen kılıçlar, şimdi onların elinde bir ihanet simgesine dönüşmüştür.

Bu kripto hainler, görünüşte bizden, dilde bizden, sohbette bizden. Onları ayırmak zordur. Belki de bu yüzden bu kadar tehlikelidirler. Aynen bir zehirli mantar gibi, toprağın üstünde kendilerini bir şifa kaynağı gibi gösterirler. Ama bilmezler ki, içlerinde taşıdıkları zehir, en önce kendilerini çürütür.

Bu yapı, bir gün gelir, bu toprakların en kutsal değerlerine, başörtüsüne ve dinine düşmanlık eder. Dün, bu milletin anneleri, bacıları ve kızları için bir onur simgesi olan başörtüsünü yasaklayan da onlardı, bugün İslamofobinin değirmenine su taşıyan da. Onlar için bu toprakların dini ve kültürel değerleri, sadece birer prangadır. Onlar, kendilerini bu topraklara ait hissetmezler, çünkü ruhlarını çoktan başka kapılara satmışlardır.

Bu ihanet, sadece bu topraklarla sınırlı kalmaz. Tıpkı bir kanser hücresi gibi, yayılır.

Kıbrıs’a gider, orada da kardeşliğin ve birliğin altını oyar.

İsrail’e gider, masum kanına ortak olur. Batı’ya gider, orayı da İslam’ın aleyhine yönlendirir.

Onlar için kutsal olan tek şey, kendi çıkarları ve ihanet ideolojileridir.

Bu insanlar, bir milletin kaderini sinsi bir oyunla belirlemeye çalışan, gizli dinsiz komitelerdir. Yüzlerinde maskeler, dillerinde yalanlar ve kalplerinde kin vardır. Onların varlığı, bu milletin en büyük sınavıdır. Bu sınav, sadece düşmanla savaşmakla değil, aynı zamanda dost görünen düşmanları da tanımakla ilgilidir.

Peki, bu ihanet nasıl son bulur?

Tarihin sayfaları, bu tür yapıların sonunun hep aynı olduğunu gösterir. Gizli olan her şey, er ya da geç açığa çıkar. Yalanlar, bir süre sonra kendi ağırlıkları altında ezilir. Bu millet, tarih boyunca nice ihanetler görmüş, nice kumpaslardan galip çıkmıştır. Çünkü bu toprakların asıl gücü, kılıçların keskinliğinde değil, vicdanların ve imanın sağlamlığındadır.

Unutulmamalıdır ki, içimizdeki Truva Atları ancak biz onlara inanmayı bıraktığımızda güçlerini yitirirler. Onların en büyük silahı, halkı korku ve şüpheyle bölmektir. Onlara karşı en büyük direniş, birlik olmaktır. Gözümüzü açıp, kimin dost kimin düşman olduğunu iyi ayırt etmeliyiz.

Bu makale, sadece bir serzeniş değil, aynı zamanda bir uyarıdır. İhanetin paslı baltası, her an her yerden çıkabilir. Bu yüzden, uyanık olmalı ve bu kutsal toprakların ruhunu taşıyan her bir ferdin, birer bekçi gibi durması gerektiğini hatırlamalıyız. Aksi halde, bu paslı balta, biz farkına varmadan en kıymetli ağaçlarımızı kesmeye devam edecektir.

 

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

09/10/2025




MÜNAFIK ZİHNİYETİN KUR’AN’DAKİ TASVİRİ VE GÜNÜMÜZDEKİ YANSIMALARI

MÜNAFIK ZİHNİYETİN KUR’AN’DAKİ TASVİRİ VE GÜNÜMÜZDEKİ YANSIMALARI

İki Yüz, Bir Kalp — Münafıklığın Değişmeyen Kimliği

İnsanlık tarihi boyunca açık düşmandan daha tehlikeli olan tek şey, gizli düşman — yani münafık zihniyettir.
Küfürle iman arasına sıkışmış, menfaatle inanç arasında pazarlık yapan bu ruh tipi, Kur’an’da çok net tarif edilmiştir.
Zira münafık, dıştan mümin görünür ama içten kafirdir.
Ve bu yüzden, en sinsi yıkım onun elinden gelir.
Kur’an’da Münafıklığın Aynası
Cenâb-ı Hak, münafıkları tanımamız için birçok surede onların vasıflarını beyan eder.
Her ayet, sanki çağlar değişse de hiç değişmeyen bir portre çizer:
“Onlar Allah’ı ve iman edenleri aldatmaya çalışırlar. Oysa onlar, sadece kendilerini aldatırlar da farkında değillerdir.”
(Bakara, 2/9 )
Bu ayet, münafığın en temel özelliğini gösterir:
Aldatmak.
Lakin Allah’ın nurunu kandırmaya çalışan, sonunda kendi karanlığında boğulur.
Sözde Mümin, Özde Düşman
Münafıklar hakkında Kur’an şöyle buyurur:
“Onlar namaza kalktıkları zaman üşenerek kalkarlar, insanlara gösteriş yaparlar, Allah’ı da pek az anarlar.”
(Nisâ, 4/142 )
Bugün de aynı ruh hali değil midir?
Bir elinde tespih, öbür elinde ihanet kalemi…
Minberde dua eder, mecliste dine dil uzatır.
Kalbinde Allah korkusu değil, çıkar kaygısı vardır.
Sözleri iman kokar, ama işleri şeytanın tuzağıyla örülüdür.
Paslı Kalpler, Çift Yüzlü Diller
Kur’an başka bir ayette şöyle ikaz eder:
“Kalplerinde hastalık vardır; Allah da hastalıklarını artırmıştır. Yalan söyledikleri için onlara elem verici bir azap vardır.”
(Bakara, 2/10 )
Bu hastalık; iman zayıflığı, nifak zehridir.
İlk önce kalbi tutar, sonra dili yalan söyler, eli ihanet eder.
Ve bir milletin en büyük felaketi, bu hastalığın toplumun damarına yayılmasıdır.
Günümüzün Münafıkları: Modern Maskeler
Bugünün münafıkları artık cübbe giymez, sarık takmaz.
Onların elbisesi “özgürlük”, süsü “çağdaşlık”, silahı “medya”dır.
Kur’an’a düşmanlıklarını, “yorum” diye pazarlayan bir güruh var.
Başörtüsüne, ezana, imana savaş açan ama bunu “laiklik” yahut “insan hakları” maskesiyle süsleyen bir anlayış…
Tarihteki nifak neyse, bugünkü de odur; sadece şekli değişmiştir.
Münafık, her çağda maskesini zamana göre değiştirir,
ama kalbindeki kin hep aynıdır.
“Dinsiz Komiteler”
bunların ruh hali ise:
Zındıka komitesi, İslamiyet’in hakikatine karşı dinsizlik hesabına münafıkane çalışmaktadır
Yani açıkça değil, perde arkasından; İslam’ı içerden yıkmaya çalışan bir sistem…
Dış düşman top atar, bu ise zihinleri bozar.
Birincisi şehirleri yıkar, ikincisi kalpleri.
İşte bu yüzden münafığın ihaneti, küfrün taarruzundan daha tehlikelidir.
Münafıklarla Mücadelede İman Şuuru
Kur’an müminlere şu uyarıyı yapar:
“Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve doğru kimselerle beraber olun.”
(Tevbe, 9/119 )
Zira nifaka karşı en büyük zırh sıdk (doğruluk) ve ihlastır.
Doğruluk, münafığın maskesini düşürür;
İhlas, onun tuzağını boşa çıkarır.
Bir cemiyet, doğruluğunu kaybettiğinde;
yalancı kahramanlar, kripto hainler, paslı baltalar baş gösterir.
Hakikat ve İbret
Bugün ümmetin önündeki en büyük mesele, dış saldırılardan çok, iç nifakın farkına varmaktır.
Çünkü dış düşman sınırda bekler; ama münafık kalbinde oturur.
Birincisi surları yıkar, ikincisi iman kalelerini.
İşte bu yüzden, Kur’an münafıklar hakkında açık bir hüküm verir:
“Şüphesiz ki münafıklar cehennemin en alt tabakasındadırlar.”
(Nisâ, 4/145 )
Bu, Allah’ın adaletinin en keskin hükmüdür.
Zira iki yüzlülük, hem hakka hem halka ihanettir.
Sonuç: Gerçek Sadakat, Sessiz İman Değil, Sarsılmaz Duruş
Bugün mümin, nifak çağında yaşadığını bilmelidir.
Hak ile batılın birbirine karıştığı bu zamanda, iman sadece kalpte değil; duruşta, sözde, eylemde de belli olmalıdır.
İçimizdeki “Truva atlarını” tanımanın yolu, Kur’an’ın aynasında kendimizi görmekten geçer.
Zira Allah’ın nuruyla bakan, hiçbir maskeye aldanmaz.
Son söz olarak:
İman nurdur; nur ise gizlenmez.
Nifak karanlıktır; karanlık ise hakikati örtmez, sadece sahibini boğar.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
09/10/2025