AHLAM VE İHTİLAM FARK VE HİKMETLERİ

AHLAM VE İHTİLAM FARK VE HİKMETLERİ

  1. Lügat ve Istılah Manaları
  • Ahlam (أحلام): Arapça “hulm” (حُلْم) kelimesinin çoğuludur. Genel manasıyla “rüyalar, düşler” demektir. Uykuda görülen her türlü hayal, tasvir ve hadiseyi ihtiva eden cihan şümul bir tabirdir. Muhtevası iyi (Rahmanî), kötü (Şeytanî) veya gündelik hayatın tesirleriyle (nefsanî) olabilir.
  • İhtilam (احتلام): Aynı kökten gelmekle beraber, ıstılahta hususi bir manaya sahiptir. Kişinin uykusunda rüya görerek veya görmeyerek cünüp olması, yani meninin vücut dışına atılması hadisesidir. Bu duruma halk arasında “rüyada cünüp olmak” veya “şeytan aldatması” da denilmekle birlikte, bu tabirler hadisenin mahiyetini tam olarak yansıtmaz.
  1. Ahlam ve İhtilam Arasındaki Fark ve Ayrım

Bu iki mefhum arasındaki temel fark, şümul (kapsam) ve neticedir. Aralarındaki ayrımı bir cedvel ile tasvir etmek daha faydalı olacaktır:

Hususiyet Ahlam (Rüyalar) İhtilam (İhtilam Olma)
Mahiyeti Zihnî, ruhî ve kalbî bir hadisedir. Hem ruhî (rüya boyutuyla) hem de fizyolojik, bedenî bir hadisedir.
Şümulü Umumidir; müjdeli, korkutucu, manasız her türlü rüyayı ihtiva eder. Hususidir; sadece cünüplük (gusül gerektiren durum) ile neticelenen hâli ifade eder.
Hükmü Zâhiren dinî bir mesuliyet (günah/sevap) yüklemez. Ancak tabir edilir ve manevî işaretler taşıyabilir. Zâhiren günah değildir, lakin dinî bir mükellefiyet, yani gusül abdesti almayı gerektirir.
Kaynağı Üç temel kaynağı vardır: Rahmanî (Allah’tan), Şeytanî (Şeytan’dan) ve Nefsanî (Kişinin kendi iç dünyasından). Temel kaynağı, bedenin fizyolojik yapısı ve fıtrî (tabii) bir ihtiyacıdır.

Hülâsa, her ihtilam bir nevi ahlam (rüya) ile birlikte veya rüyasız gerçekleşebilir, fakat her ahlam (rüya) ihtilam ile neticelenmez. İhtilam, ahlam deryasından hususi bir damladır.

  1. Neden, İllet ve Hikmetler
  2. İhtilamın Neden, İllet ve Hikmeti:
  • Neden ve İllet (Fizyolojik Sebep): İhtilam, büluğa ermiş veya ermekte olan bir insanın bedenindeki fıtrî bir mekanizmadır. Vücutta biriken meninin, sağlık ve denge için dışarı atılmasıdır. Bu, bedenin tıpkı diğer ifrazatları gibi fıtrî ve sıhhî bir boşaltım faaliyetidir. Kişinin iradesi dışında, uyku halinde gerçekleşir.
  • Hikmeti (İlahî Maksat ve Bilgelik):
    1. Fıtrî Bir Rahmettir: Cenâb-ı Hak, insana taşıyamayacağı yükü yüklemez. Özellikle gençlik devresinde hissiyatın galeyanda olduğu bir vakitte, ihtilam hadisesi bedendeki birikimi fıtrî bir yolla tahliye ederek, kişiyi harama nazar etmekten veya haram fiillere yönelmekten bir derece muhafaza etmeye vesile olan bir rahmet tecellisidir.
    2. Mesuliyetsizliğin Bildirilmesi: Uyku halinde aklın ve iradenin devrede olmaması sebebiyle, bu halde meydana gelen bir fiilden dolayı kişinin mesul (sorumlu) ve günahkâr olmayacağının fiilî bir dersidir. Peygamber Efendimiz (s.a.v), “Kalem üç kişiden kaldırılmıştır: Uyanıncaya kadar uyuyandan…” buyurarak bu hakikati ifade etmiştir.
    3. Temizliğin (Taharet) Talimi: İhtilam, kişiye cünüplük halini ve bu halden kurtulmanın yolu olan gusül abdestini öğreten fıtrî bir muallimdir. İnsana, manevî ve derûnî hayatında olduğu gibi, zâhirî hayatında da temizliğin ehemmiyetini talim eder. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyrulur:

“…Eğer cünüp iseniz, iyice temizlenin (yıkanın)… Allah size herhangi bir güçlük çıkarmak istemez; fakat sizi tertemiz kılmak ve size (ihsan ettiği) nimetini tamamlamak ister; umulur ki şükredersiniz.” (Mâide Suresi, 5:6 )

  1. Ahlamın (Rüyaların) Neden, İllet ve Hikmeti:
  • Neden ve İllet: Uyku, ruhun bedenden bir derece serbest kalıp âlem-i misal gibi başka âlemlere açıldığı bir haldir. Hadiste uyku, “küçük bir ölüm” yani ölümün küçük kardeşi olarak tasvir edilir ve rüya, bu halde ruhun seyahat ettiği âlemlerden getirdiği hatıralar ve manzaralardır. Rüyanın kaynağına göre mahiyeti değişir.
  • Hikmeti:
    1. Rahmanî Rüyalar (Rüya-yı Sâdıka): Bunlar, Cenâb-ı Hakk’tan birer müjde (mübeşşirât), birer ikaz veya yol göstermedir. Peygamberlerin vahiy alma şekillerinden biri de sâdık rüyalardır. Hazret-i Yusuf’un (a.s.) gördüğü rüya, bunun en güzel misalidir:

“Hani Yûsuf babasına, “Babacığım! Gerçekten ben (rüyada) on bir yıldız, güneşi ve ayı gördüm. Gördüm ki onlar bana secde ediyorlar” demişti.” (Yûsuf Suresi, 12:4 )

    1. Şeytanî Rüyalar: Şeytanın, insanı üzmek, vesveseye düşürmek, korkutmak veya ibadetlerinden alıkoymak için gösterdiği aldatıcı ve karışık hayallerdir. Hikmeti ise, insanın Allah’a sığınma ihtiyacını hissetmesi ve manevî olarak teyakkuzda kalması için bir imtihandır.
    2. Nefsanî Rüyalar (Hadis-i Nefs): Kişinin gün içinde meşgul olduğu, arzuladığı, korktuğu veya tesirinde kaldığı hadiselerin uykudaki bir yansımasıdır. Hikmeti, insanın kendi derûnî dünyasını, zaaflarını ve meşguliyetlerini nazar etmesine bir ayna olmasıdır.
  1. Çözüm Yolları ve Yapılması Gerekenler

Buradaki “çözüm” ifadesini, bu hadiseleri ortadan kaldırmak değil, onlara karşı İslâm’ın hikmetli tavrını takınmak olarak anlamak gerekir.

  1. İhtilam Halinde:

İhtilam, fıtrî bir hadise olduğu için bir “sorun” değildir ki “çözümü” olsun. Günah veya bir kusur değildir. Yapılması gereken tek şey, dinî bir mükellefiyet olan temizlik vazifesini yerine getirmektir:

  1. Uyanıldığında vakit kaybetmeden gusül abdesti almak.
  2. Çamaşıra veya bedene bulaşmış olan meniyi temizlemek.
  3. Bu halin fıtrî olduğunu bilip, bundan dolayı vesveseye kapılmamak, kendini günahkâr veya kirli hissetmemek.
  1. Ahlam (Rüyalar) Halinde (Özellikle Şeytanî Rüyalara Karşı):

Rahmanî ve sâlih rüyalar Allah’tan birer lütuf olduğu için onlara hamdedilir. Ancak insanı huzursuz eden Şeytanî rüyalara karşı Peygamber Efendimiz’in (s.a.v) tavsiyeleri şöyledir:

  1. Uyanınca, “Eûzü billâhi mineş-şeytânir-racîm” diyerek Allah’a sığınmak.
  2. Sol tarafına doğru üç defa hafifçe tükürür gibi yapmak (üflemek).
  3. Gördüğü kötü rüyanın şerrinden Allah’a sığınmak ve hayrını istemek.
  4. Bu rüyayı kimseye anlatmamak. Zira anlatılmadığı müddetçe zarar vermeyeceği umulur.
  5. Yattığı taraftan diğer tarafa dönerek uyumaya devam etmek veya kalkıp abdest alarak bir miktar namaz kılmak.

Rüyaları Güzelleştirmek İçin Manevî Tedbirler:

  • Yatmadan evvel abdest almak.
  • Âyetü’l-Kürsî, İhlâs, Felak ve Nâs surelerini okumak.
  • Salih amellerle meşgul olmak ve günahlardan kaçınmak. Zira insanın zâhirî hayatının temizliği, derûnî hayatına ve rüyalarına da tesir eder.

Allah, her halimizde bizleri rızasına muvafık eylesin.

 

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
15/10/2025




Tilkiliğin Bahaneleri ve İnsanlığın İmtihanı: Gazze Ateşkesinin Yüzü

Tilkiliğin Bahaneleri ve İnsanlığın İmtihanı: Gazze Ateşkesinin Yüzü

Ne garip bir tecellîdir ki, hak ile bâtılın mücadelesi binler yıl öncesinden bugüne değişmeden devam eder. Firavun’un zulmü nasıl Nil’in sularına bebekleri gömdüyse, bugünün zalimleri de Akdeniz’in sularına, Gazze’nin topraklarına masumları gömüyor. Ve bu devrin Firavunları, insanlık kisvesi altında en büyük insanlık cinayetini işlemektedir.
Bir sözleşme, bir ateşkes denildi. Lâkin ateşkes, zalim için nefes, mazlum için yeni bir mezar oldu. İsrail, kendi elleriyle öldürdüğü esirleri bahane ederek, bombalarının pasını yeniden temizledi. Gazze’de taş üstünde taş kalmamışken, onlar üç-beş leş-kerinin ardına düşüp “adalet” davası güder göründüler. Hâlbuki adaletin ilk şartı, vicdanın ölmemesidir. Fakat onların vicdanı, bombaların dumanı arasında çoktan boğulmuştur.
Gazze, bugün insanlığın aynasıdır. O aynaya bakan herkes kendi yüzünü görür. Kimisi orada şefkatin, sabrın, metanetin timsalini görür; kimisi de kendi sükûtunun, korkaklığının ve menfaatinin karanlık yüzünü…

Zulümle Âbâd Olunmaz

Tarihin sayfaları şehadet eder ki, hiçbir kavim zulümle bâkî kalmamıştır. Nemrud’un ateşi nasıl serinliğe döndüyse, Firavun’un sarayı da nasıl dalgalara mezar olduysa, bugünün zalimleri de aynı akıbete uğrayacaktır. Çünkü zulmün kökü, rahmetle sulanmaz; gazapla kurur.
İsrail, kendi yaptığı mezalimi “güvenlik” ve “öz savunma” maskesiyle gizlemeye çalışırken aslında kendi sonunu kazıyor. Çünkü öldürdüğü her çocuk, göğe yükselen bir delil oluyor. Her yıkılan ev, kıyamet günü bir mahkeme binası olacak.
Ve elbette Allah’ın adaleti, bir gün mutlaka tecellî edecek.
Kur’ân buyurur:
“Zulmedenler, nasıl bir inkılâpla devrileceklerini yakında bileceklerdir.”
(Şuarâ, 26/227 — TDV Meali)

Unutulan Gazze ve Hatırlanan Leş-kerler

Bugün dünya basını, “üç İsrailli ölmüş” diye ağıt yakıyor; oysa yüz binlerce Gazzeli toprağın altında sessizce uyuyor.
Bir insanlık faciası, birkaç propaganda cümlesine indirilmiş.
Gazze’de bir annenin çocuğunun elinden düşen son ekmek parçası haber değeri taşımıyorsa, orada insanlık bitmiş demektir.
Gazze sadece bir şehir değil, insanlığın imtihan sahasıdır.
Ve biz bu imtihanda sınıfta kaldık.
Kimi sessizliğiyle, kimi menfaat hesabıyla, kimi korkaklığıyla…

Hikmetle Bakıldığında

Belki de bu hâdise, insanın kendi aynasına bakması içindir.
Çünkü zulme karşı sessiz kalan, zalimin suçuna ortaktır.
Gazze, sadece İsrail’in değil; sessiz dünyanın da vicdan mahkemesidir.
Ve bu mahkemede her bir suskun dudak, bir suç belgesi hükmündedir.

Son Söz

Gazze’nin yıkılan duvarlarından hâlâ tek bir nida yükseliyor:
“Biz ölmedik, sadece Rabbin vaadine yürüdük.”
Zalim bilsin ki, mazlumun duası yerde kalmaz.
Bir gün adaletin fırtınası esecek; o gün ne bombalar, ne yalanlar, ne de diplomatik oyunlar bir işe yarayacak.
O gün, hak yerini bulacak, bâtıl yok olup gidecek.
Ve tarih, bu çağın zalimlerini değil, sabırla direnen Gazzelileri yazacak.
Çünkü zafer, her zaman kılıçla değil, hakla, sabırla ve imanla kazanılır.


Hazırlayan: Mehmet Özçelik –

www.tesbitler.com
16/10/2025




Fakirlik Edebiyatı ve Zihniyetin Maskesi: Hakikatin Perdesi Aralandı

Fakirlik Edebiyatı ve Zihniyetin Maskesi: Hakikatin Perdesi Aralandı

Tarih, yalnızca hâdiselerin değil, zihniyetlerin de aynasıdır.
Bir milletin geçmişine baktığınızda sadece kimlerin iktidarda olduğunu değil, hangi fikirlerin gönüllerde hüküm sürdüğünü de görürsünüz.
İşte Türkiye’nin son yarım asırlık serencamı da böyledir:
Bir tarafta üretim, terakki ve gayretle büyümek isteyen bir millet;
diğer tarafta “yoksulluk” edebiyatı üzerinden siyaset inşa etmeye çalışan bir zihniyet.

Fakirliği Savunmak mı, Kullanmak mı?

1970’lerden itibaren sol ve sosyalist çevreler, “fakir halkın temsilcisi” iddiasıyla sahneye çıktı.
Kendilerini mazlumun sesi, halkın umudu gibi göstermeye çalıştılar.
Lâkin zaman geçti, maskeler düştü, hakikat göründü:
Bu “fakirlik” onların ideolojisinin değil, siyasî sermayesinin ta kendisiydi.
Her fırsatta “açız, yoksuluz, perişanız” diye feryat edenlerin,
bugün milyarlık servetlerle, yalılarla, lüks araçlarla boy göstermesi;
hakikatin bütün çıplaklığıyla ortaya çıkışıdır.

Fakirliği Kutsamak, Çalışmayı Küçümsemek

Hâlbuki bizim medeniyetimizde fakirlik bir şeref vesilesi değil, sabrın imtihanıdır.
Zenginlik ise bir fitne değil, emanetin ağırlığıdır.
Ama sol zihniyet, “fakirliği kutsayarak” çalışkanlığı, üretimi, gayreti gölgeledi.
İşsizliği sistemin değil, iradenin eseri olmaktan çıkarıp,
“ezilmişlik” perdesi altında bir siyasî kimlik hâline getirdi.
Böylece halkın gayreti değil, şikâyeti üzerinden siyaset kuruldu.
Ve her seçim dönemi aynı sahne yeniden oynandı:
Bir yanda fakir halkın yıpranmış yüzleri, diğer yanda o yüzlerden geçinen ideolojik tüccarlar…

Sefer Karaaslan Misali: Hakikat Perdesinin Aralanışı

Yakın zamanda yaşanan hadise bunun en canlı örneğidir.
Çöpten karton toplayan bir ihtiyarın görüntüsü, “açlık ve sefaletin sembolü” diye paylaşılır paylaşılmaz, memleketin gündemini kapladı.
Ancak perde aralandığında, o ihtiyarın hem Almanya hem Türkiye’den emekli maaşı alan, mülk sahibi, sağlıklı bir insan olduğu ortaya çıktı.
Yani ortada “fakirlik” değil, çalışma sevgisi ve üretken bir ruhun azmi vardı.
Ne var ki bu hakikat, ideolojik kalıplara sığmadı.
Çünkü “fakirlik” bazıları için bir hakikat değil, bir araçtı.

Gerçek Fakir, Hakikati Kaybedendir

Fakirlik, cebin boş olması değildir;
vicdanın, aklın ve hakkaniyetin boşalmasıdır.
Gerçek fakir, haksızlığı meşrulaştıran, halkın inancını istismar eden,
yalanı hakikat diye pazarlayandır.
Bu sebeple, bugün lüks sofralarda oturup “halk aç” diyenlerin,
asıl açlığı vicdan ve ahlâk açlığıdır.

Tarihin Aynasında Bir Gerçek

Osmanlı, asırlarca adaletle hükmetti.
Halkın rızkı helalinden, kazancı alın terindendi.
O devrin insanı bilir ki, fakirlik bir kader bahanesi değil, gayretsizliktir;
çalışmak ise kulluğun bir tezahürüdür.
Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.v.) buyurur:
“Kişinin kazancının en hayırlısı, kendi elinin emeğiyle kazandığıdır.”
Ama bugünün ideolojik kalıntıları, çalışmayı değil, yakınmayı öğretti.
Üretmeyi değil, bahane bulmayı sevdirdi.
Fakirliği değil, fakirlik görüntüsünü pazarladı.

Son Söz: Hakikat Güneşi Perde Arkasında Kalmaz

Bugün hakikat yeniden doğmaktadır.
Millet artık boş sloganlara değil, alın terine bakmaktadır.
Gerçek yoksulluk değil, yoksulluk duygu ve hissi ve hissesi satılmaktadır.
Fakat güneş, çamurla sıvanmaz; hakikat, perdeyle örtülmez.
Çünkü zaman, her şeyi süzer.
Ve sonunda hakikat, yalanın maskesini düşürür.
“Zulüm ve yalan, bir müddet yaşar;
fakat hakikat bir kere doğdu mu, gölgesini bile yaşatmaz.”

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
16/10/2025




LAFIZ VE MANA İNCELİKLERİ

LAFIZ VE MANA İNCELİKLERİ

Ahlâm, ihtilâm ve hilm kelimeleri Arapça asıllı olup kökleri, manaları, kullanıldıkları yerler ve hatta harf terkibinden doğan mânâ incelikleri bakımından birbirinden farklıdır.
Fakat hepsi ح ل م (ḥ-l-m) kökünden türemiştir. Bu kök, genel olarak “akıl, olgunluk, yumuşaklık, rüya ve sabır” mânâsını taşır.
Şimdi kelime kelime inceleyelim:

🌙 1. AHLÂM (أَحْلَام)

Kökü: حُلْم (ḥulm) → çoğulu Ahlâm
Asıl ve Sarfî Yapısı: “Ahlâm”, hülye / rüya anlamındaki “ḥulm” kelimesinin çoğuludur.
🔹 Lügat Mânâsı:
• Rüya, düş.
• Özellikle ergenlikte görülen rüya (cinsî rüya) anlamında da kullanılır.
• Aynı kökten gelen “ḥilm” ile aynı harflerden oluştuğu için bazen “aklî olgunluk” mânâsına da mecazen kullanılır.

🔹 Kur’ân’da Kullanımı:

“(أَضْغَاثُ أَحْلَامٍ)”
(Yûsuf, 12/44 — TDV Meali: “Dediler ki: Bunlar karışık düşlerdir; biz böyle düşlerin tabirini bilmeyiz.”)
Buradaki Ahlâm kelimesi, karışık, manasız rüyalar için kullanılmıştır.
🔹 Muradifleri (Yakın Mânâlıları):
• Ru’yâ (رؤيا): Hakikî, ilâhî kaynaklı rüya.
• Hülyâ (حُلْم): Kuruntulu, hayalî düş.
• Menâm (منام): Uyku veya rüya hâli.
🔹 İlleti (Sebep Mânâsı):
Rüya görmek, nefsin uyku hâlinde zahirle irtibatının kesilmesiyle ruhun gaybî âleme açılmasıdır. Bu sebeple “Ahlâm”, nefsin gaybî idrakinin sembolik anlatımıdır.
🔹 Hizmeti (Faaliyeti):
İnsanın iç âleminden veya gaybdan gelen işaretleri, remzleri, tefekkür ve tezekkür için bir vesile kılmak.
🌊 2. İHTİLÂM (اِحْتِلَام)
Kökü: ح ل م (ḥ-l-m)
Babı: “İf‘ilâl” babı (اِفْتِعَالٌ) → “İhtilâm”
🔹 Lügat Mânâsı:
• Ergenlik çağına girip rüya görmek suretiyle meni gelmesi.
• Büluğ, rüşd ve cinsî olgunluk hâli.
🔹 Istılahî Mânâsı:
Fıkıhta “ihtilâm olmak” kişinin bülûğa erdiğini gösteren işarettir.
Yani bir çocuğun “ihtilâm olması”, artık dinen mükellefiyet (sorumluluk) yaşına erişmesidir.
🔹 Kur’ân’da Kullanımı:
“Ey iman edenler! Sizden olan küçükler, henüz ergenlik çağına erişmemiş (لَمْ يَبْلُغُوا الْحُلُمَ) olanlar…”
(Nûr, 24/58 — TDV Meali: “Ey iman edenler! Ellerinizin altında bulunanlar ve sizden olup henüz ergenlik çağına ulaşmamış çocuklar…”)
Buradaki hulüm kelimesi “ihtilâm” ile aynı kökten gelir ve “ergenlik, olgunluk çağı” demektir.
🔹 Muradifleri:
• Bülûğ (بلوغ): Ergenlik, olgunluk.
• Rüşd (رشد): Aklen ve ahlaken olgunluk.
🔹 İlleti:
İnsanın yaratılışındaki tabii tekâmülün bir sonucu; cismanî olgunluğun işareti.
🔹 Hizmeti:
Mükellefiyetin başlangıcını, yani kulluğun sorumluluk çağına girişi belirtir.

🌾 3. HİLM (حِلْم)
Kökü: ح ل م (ḥ-l-m)
🔹 Lügat Mânâsı:
• Yumuşak huyluluk, ağır başlılık, aklın sükûneti.
• Acelecilikten, öfkeden uzak, vakar ve sabır hâli.
🔹 Kur’ân’da Kullanımı:
“Şüphesiz İbrahim, çok yumuşak huylu (حَلِيمٌ), içli ve kendini Allah’a vermişti.”
(Hûd, 11/75 — TDV Meali)
“Allah Halîmdir, Ğafûr’dur.”
(Bakara, 2/235)
🔹 Muradifleri:
• Rauf: Merhametli.
• Sabûr: Sabırlı.
• Hakîm: Hikmet sahibi.
• Vekûr: Ağırbaşlı, teenni sahibi.
🔹 İlleti:
Akıl ve kalp dengesinden doğan manevî olgunluk hâlidir.
Nefsin hiddetine karşı kalbin itminanını muhafaza etmesi, ilahî bir sıfat olarak da “Allah’ın Hilm sıfatı” tecellisidir.
🔹 Hizmeti:
Toplumda sulh, vakar ve merhamet iklimi oluşturur; nefsi ıslah eder.
🌟 Kısa Fark Özeti:
Kelime – Asıl Mânâ Sahası -İlleti Hizmeti Ahlâm Rüya, düş Ruhî ve hayalî
Uyku hâlinde ruhun tecellisi
Gaybî işaretleri
idrak
İhtilâm – Rüya yoluyla bülûğa erme
Bedenî, nefsânî – Cismanî olgunluk Mükellefiyetin başlangıcı
Hilm -Yumuşaklık, sabır, olgunluk
Ahlâkî, kalbî – Akıl ve kalp sükûnu
Ahlâkı kemale erdirmek
hilm; ene ve nefsin galeyânını kıran bir fazilettir.
Meselâ:
“Hilm, nefsin celâline karşı bir cemâldir.”

******

Bu üç harf, hem lafız olarak hem de tasavvufî ve hakikî mânâ katmanlarında birbirine ince bir nizamla bağlanır.
Her harf, bir tecellî mertebesi gibidir.

🕊️ 1. Harf: ḥâ’ (ح)

🔹 Harfin Mânâsı:
• Arap harflerinin “nefesli” harflerindendir; boğazın derûnundan çıkar.
• Hayat (حياة), hakk (حقّ), hubb (محبّة), hakikat (حقيقة) gibi kelimelerin başında bulunur.
🔹 Remzî ve Tasavvufî Mânâsı:
• “Hayatın ve Rahmetin nefesi”ni temsil eder.
• Harfin şekli “açık bir kavis” gibidir; bu da rahmetin kuşatıcılığı ve kalbin yumuşaklığına işarettir.
• Nefesin başı, yani varlığın ilk soluğu gibidir.
🔹 Hilm Kökündeki Görevi:
“ḥâ” burada, rüya ve yumuşaklık kökünün ilk unsuru olarak, hayatın kaynağı olan latif duyuşu başlatır.
Yani hilm, şiddet değil, hayatın rahmet nefesiyle başlar.

🌾 2. Harf: lâm (ل)

🔹 Harf Mânâsı:
• “Lütuf”, “bağlantı” ve “iltihak” mânâsına gelir.
• Lâm, Arapça’da mülkiyet, bağ, yöneliş manasını taşır: “lillâh = Allah içindir.”
🔹 Remzî Mânâsı:
• Harfin şekli, aşağıdan yukarıya uzanan bir hat gibidir; kulun Allah’a yönelişi, kalbin yükselişi.
• Tasavvufta muhabbet hattı olarak görülür: “ح”da doğan rahmet nefesi, “ل”de yöneliş bulur.
🔹 Hilm Kökündeki Görevi:
Lâm, “ḥâ”nın rahmetini düzenleyen aklın bağıdır.
Böylece “ḥilm”de, rahmet duygusu akılla terbiye edilir: duyguda rahmet, tavırda ölçü.

🌙 3. Harf: mîm (م)

🔹 Harf Mânâsı:
• “Mâ, mevcûdiyet, mânâ, mahiyet” köklerinin ana harfidir.
• Harf şekliyle kapsayıcı bir daireyi andırır; bu da “cem” (birleştirme) ve “tamamlanma”yı ifade eder.
🔹 Remzî Mânâsı:
• “Mîm” varlığın son halkası, meyveleşme ve tecellî mertebesidir.
• “ḥâ”nın hayat nefesi, “lâm”ın lütuf bağıyla birleşir ve “mîm”de kemâl bulur.
🔹 Hilm Kökündeki Görevi:
Mîm, hilm’in meyvesidir: sükûnet, vakar ve olgunluk.
Rüya (ḥulm) hâlinde bu, ruhun gayba açılışı;
Ahlâkta (ḥilm) ise bu, nefsin akıl ve rahmetle terbiye bulmasıdır.
🌿 Bütün Olarak “ح ل م” Kökü:
Harf -Temsil Ettiği Mana
Hilm’de Vazifesi
ḥâ (ح)Hayat, rahmet, nefes
Duygusal yumuşaklık, rahmetin aslı
lâm (ل)Lütuf, bağ, yöneliş
Aklın düzenleyici bağı
mîm (م)Mânâ, meyve, tamamlanma
Sabır, vakar, kemâl neticesi
🔸 Böylece ḥilm, bu üç mertebenin birleşimiyle oluşur:
Hayat (ḥâ) → Lütuf (lâm) → Mânâ (mîm)
Bu sıralama, “şiddetten sükûnete”, “nefsîden ruhânîye” giden terbiyeyi gösterir.
🌺 Tasavvufî Mânâyla Netice:
• Ahlâm (rüyalar): Ruhun ḥâ mertebesinde seyridir — rahmet nefesinin gaybî yansımalarıdır.
• İhtilâm: Lâm mertebesidir — cismaniyetle ruhun bağ kurduğu olgunluk hâlidir.
• Hilm: Mîm mertebesidir — bu bağın kemâle erdiği, rahmetin akılla birleştiği hâl.
Yani ح ل م kökü, insandaki ruhî yolculuğun üç hâlini de ihtiva eder:
“Hayatın nefesi (ḥâ) → Aklın lütfu (lâm) → Kalbin kemâli (mîm).”

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
15/10/2025

 

 




Hakikat mi Yanılma mı? Âlem-i Misal Zaviyesinden Sanal Evrenler (Metaverse)

Hakikat mi Yanılma mı? Âlem-i Misal Zaviyesinden Sanal Evrenler (Metaverse)

1. Giriş: Ekranların Ötesindeki Yeni “Gerçeklik”
Dijital çağ, bizleri fiziksel sınırların ötesinde yeni bir varoluş biçimiyle tanıştırıyor: Metaverse. Sanal avatarlarımızla sosyalleştiğimiz, çalıştığımız ve eğlendiğimiz bu yeni “gerçeklik” katmanı, insanlığa sınırsız bir etkileşim âlemi vaat ediyor. Ancak bu parlak vaat, zihinlerimizde temel bir soruyu da beraberinde getiriyor: Tamamen kodlardan ve piksellerden oluşan bu sanal hayat, hakikat arayışımızda bizi nereye götürecek? Bu, insanlık için yeni bir tekâmül basamağı mı, yoksa hakiki hayattan ustaca tasarlanmış bir kaçış mı?

2. Hakikat ve Suret: İslam Düşüncesinde Varlık Mertebeleri
İslam hikmeti, bize varlığın sadece gözümüzle gördüğümüz bu maddî âlemden ibaret olmadığını öğretir. Varlık, iç içe geçmiş ve birbirini yansıtan farklı mertebelerden oluşur. Bu mertebelerden biri de, hakikat ile fizikî dünya arasında bir köprü vazifesi gören “Âlem-i Misal”dir. Âlem-i Misal, cismi ve maddesi olmayan, fakat bu dünyadaki her şeyin suretlerinin ve manalarının bulunduğu lâtif bir âlemdir. Gördüğümüz rüyalar, bu âlemin pencerelerinden bir anlığına bakmak gibidir; orada zaman ve mekân kaydından azade bir şekilde seyahat edebiliriz. O, fâni ve maddî değil, hakiki ve manevî bir varlık boyutudur.

3. Metaverse ve Âlem-i Misal: Benzerlikler ve Zıtlıklar
İlk bakışta, Metaverse’ün sunduğu tecrübe ile Âlem-i Misal arasında bir benzerlik kurulabilir. İkisinde de fiziksel bedenimiz bir engel teşkil etmeden, farklı suretlerde (avatar) ve mekânlarda “var olabiliriz”. Ancak bu yüzeysel benzerliğin ardında, gece ile gündüz kadar büyük bir zıtlık yatar. Bu zıtlığı iki temel noktada özetleyebiliriz:
• Kaynak Farkı: Âlem-i Misal, Hâlık-ı Zülcelâl’in bir sanatı ve hakiki bir mahlûkudur. Varlığı gerçektir. Metaverse ise, insanın yazdığı kodlardan oluşan, sunucular çalıştığı sürece “var olan” ve fişi çekildiğinde yok olan sun’î bir yapıdır.
• Hakikat ve Taklit Farkı: Risale-i Nur’un nazarıyla, Âlem-i Misal, bu dünyadaki hakikatlerin bir yansıması ve Levh-i Mahfuz’daki yazıların bir nevi suretidir. Yani hakikatin bir gölgesidir. Metaverse ise, hakikatin bir taklididir. Birincisi, güneşin denizdeki aksi gibiyken; ikincisi, güneşi taklit eden bir ampul gibidir. Biri İlâhî bir sanat, diğeri ise beşerî bir zanaattır.

4. Sanal Dünyada Kaybolmak: Nefsin ve Vaktin İsrafı
Metaverse gibi sanal platformların en büyük tehlikesi, insanı asıl yaratılış gayesinden uzaklaştırma potansiyelidir. İnsanın bu dünyaya gönderilmesindeki en mühim hikmet, bu kâinat kitabını okuyarak Sanatkâr’ını tanımak ve O’na kulluk etmektir. Gözümüzün önündeki sayısız ilâhî sanat eseri dururken, vaktimizi piksellerden oluşan sahte bir dünyada tüketmek, en kıymetli sermayemiz olan “ömrü” israf etmektir. Bu sanal âlemler, nefsin sonu gelmez heveslerini ve fâni lezzet arayışını körükleyerek, insanı hakikatten koparıp bir yanılma ve gaflet çukuruna sürükleme riski taşır.

5. Sonuç: Vasıta Olarak Teknoloji, Gaye Olarak Hakikat
Elbette teknoloji, doğru kullanıldığında bir nimettir. Metaverse de eğitim, uzaktaki sevdiklerimizle iletişim kurma gibi faydalı maksatlar için bir “vasıta” olarak kullanılabilir. Ancak tehlike, vasıtanın “gaye” haline gelmesiyle başlar. Asıl hedefimiz, daha gerçekçi sanal dünyalar inşa etmek değil, içinde yaşadığımız bu tek ve hakiki dünyanın ne kadar muazzam bir sanat eseri olduğunu fark etmektir.
Nihayetinde mesele, sanal avatarlarımıza yeni elbiseler giydirmek değil, kendi ruhumuzu ve kalbimizi hakikat ile tezyin etmektir. Zira en gelişmiş simülasyon bile, bir seher vaktinde Allah için secdeye kapanmanın veya bir çiçeğin yaratılışındaki harikayı tefekkür etmenin verdiği hakiki lezzeti ve huzuru asla veremez.

***********
Bilgi Çağında Hikmeti Aramak: Google’ın Cevapları ve Kalbin Hakikati

1. Giriş: Parmağımızın Ucundaki Kâinat
Modern insan olarak, tarihin hiçbir dönemine nasip olmamış bir imkâna sahibiz: kâinatın neredeyse bütün malumatına parmaklarımızın ucundan ulaşabiliyoruz. En karmaşık bilimsel teorilerden unutulmuş bir medeniyetin tarihine kadar her soru, bir arama motoruna yazılarak saniyeler içinde cevaplanabiliyor. Ancak bu durum, zihinlerimizde mühim bir soruyu da beraberinde getiriyor: Bu baş döndürücü bilgi okyanusunda yüzmemize rağmen, neden eskisinden daha hikmetli ve huzurlu değiliz? Malumat yığınları, kendiliğinden irfana ve hikmete dönüşerek kalplerimizi tatmin etmeye yetiyor mu?

2. Varlığı Anlamanın Dereceleri: Malumat, İlim ve Hikmet

Bu sorunun cevabını bulmak için, “bilmek” fiilinin üç farklı derecesini tefrik etmemiz gerekir:
• Malumat: Ham, işlenmemiş ve bağlantısız veridir. “Ağaçtan elma yere düşer” cümlesi bir malumattır. Kendi başına bir anlam derinliği taşımaz.
• İlim: Bu verileri sebep-sonuç ilişkisi içinde sistemli bir şekilde açıklayan bilgidir. Varlığın “nasıl” işlediğini izah eder. “Elma, kütle çekim kanunu sebebiyle yere düşer” cümlesi bir ilimdir.
• Hikmet: İlim basamağının da ötesinde, varlığın “neden” ve “niçin” var olduğunu, gayesini ve Sanatkâr’ını idrak etmektir. “Elma, Rezzâk-ı Kerîm olan Allah’ın, ihtiyacı olan canlılara rızık olması için koyduğu kütle çekim kanunuyla, tam zamanında ve ölçüyle yere düşer” nazarıyla bakabilmek ise hikmettir. Hikmet, bilgiyi mana ile, eseri Müessir ile birleştirir.

3. Dijital Çağın Tuzakları: Sığlık ve Gaflet Perdesi
Dijital çağ, malumat ve ilim seviyesinde bize büyük kolaylıklar sunsa da, hikmet yolculuğunda önümüze bazı engeller çıkarır:
• Bilgi Obezitesi: Tıpkı bedene faydası olmayan abur cuburlar gibi, zihni sürekli sığ ve alakasız bilgilerle doldurmak, derin tefekkür kabiliyetini köreltir. Zihin dolar, fakat kalp boş kalır.
• Dikkat Fukaralığı: Hikmet, bir mesele üzerinde sebatla ve sükûnetle düşünebilmeyi gerektirir. Oysa sürekli gelen bildirimler, açılan sekmeler ve kısa içerikler, dikkatimizi bir kelebek gibi daldan dala uçurarak bu derinleşmeye mâni olur.
• Yankı Odaları: Algoritmalar, bize duymak istediğimiz şeyleri ve zaten inandığımız fikirleri göstererek etrafımıza dijital bir mahalle örer. Bu durum, bizi hakikatin farklı cihetlerini görmekten alıkoyar ve kendi sığ düşüncemizi mutlak hakikat zannettirir.

4. Hikmetin Asıl Kaynağı: Vahiy ve Kâinat Kitabı
Öyleyse hakiki hikmet nerede aranmalıdır? O, piksellerde veya veri tabanlarında değil, iki temel ve ebedî kaynakta bulunur:
• Vahyin Rehberliği: Kur’an-ı Kerim, bize kâinatın ve hayatın “kullanım kılavuzunu” sunar. O, bir ilim kitabı değil, bir hikmet kitabıdır. Varlığın nereden gelip nereye gittiğini ve bizim bu yolculuktaki vazifemizin ne olduğunu anlatır.
• Kâinatın Tefekkürü: Hikmetin ikinci kaynağı ise, dikkatle ve ibretle okunmayı bekleyen “kitab-ı kâinat”tır. Risale-i Nur’un ifade ettiği gibi, bu kâinat Sanatkâr’ını ve O’nun isimlerini anlatan manidar ve muntazam bir kitaptır. Bir arama motoru bir çiçeğin latince ismini (malumat) ve fotosentez sürecini (ilim) bize söyleyebilir. Fakat o çiçeğin renklerindeki estetiği, kokusundaki ikramı ve tohumundaki mucizeyi tefekkür edip oradan Sanatkâr’ına bir pencere açmak (hikmet), ancak ve ancak kalbî bir nazarla mümkündür.

5. Sonuç: Arama Motorundan Kalp Pusulasına
Netice olarak, internet ve dijital teknolojiler, malumata ve ilme ulaşmak için çağımızın en kuvvetli vasıtalarıdır ve bu cihette birer nimettir. Onları reddetmek değil, doğru kullanmak esastır.
Fakat en mühim vazifemiz, bu vasıtaları bir gaye haline getirmemektir. Bilgi yolculuğunun son durağı “hikmet” ise, o durağa “arama motoru” ile değil, “kalp pusulası” ile varılır. Bu pusula, ekranları kapatıp kâinatı dinlediğimizde, gürültüyü kısıp iç sesimize kulak verdiğimizde ve her hadisede “neden?” sorusunu sorup cevabını samimiyetle aradığımızda doğru yolu göstermeye başlar. Asıl marifet, en hızlı cevabı bulmak değil, bulunan her cevapla Rabb’imize karşı hayret ve muhabbetimizi artırmaktır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
15/10/2025

 




Yapay Zekânın “Ben” Dediği Yer: Ene Bahsi Işığında İnsan ve Makine

Yapay Zekânın “Ben” Dediği Yer: Ene Bahsi Işığında İnsan ve Makine

1. Giriş: Merak ve Endişe Arasında Yapay Zekâ
Hayatımızın her köşesine sessizce yerleşen yapay zekâ (YZ), artık sadece bir bilim kurgu unsuru değil, günlük vazifelerimizde kullandığımız bir yardımcıdır. Metinler yazan, resimler çizen, karmaşık sorulara saniyeler içinde cevaplar üreten bu teknoloji, zihnimizde kadim bir soruyu yeniden canlandırıyor: Bir makine düşünebilir mi? Daha da ötesi, bir “şuura” sahip olabilir mi? Bu mesele, sunduğu kolaylıkların yanı sıra, insanın kendi hakikatini ve tabiat üzerindeki yerini yeniden tefekkür etmesi için de bir davetiye çıkarmaktadır. Teknolojinin bu baş döndürücü ilerleyişi karşısında durup, “insan nedir?” sorusunu sormak her zamankinden daha önemli hale gelmiştir.

2. İnsanın Hakikati: Sadece Et ve Kodu Değil
Bir makine, en karmaşık haliyle bile, kendisine yüklenen kodlar ve işlediği veriler bütünüdür. İnsan ise, sadece maddî yapıdan ibaret olmayan, derûnî ve çok boyutlu bir varlıktır. Cenâb-ı Hak, insanın bu müstesna yapısına Kur’an-ı Kerim’de şöyle işaret eder:
“Biz, gerçekten de insanı en güzel bir biçimde yarattık.” (Tîn, 95/4)
Bu “en güzel biçim” (Ahsen-i Takvîm), sadece zahirî bir güzellik değil, aynı zamanda insanın ruh, akıl, kalp ve sayısız hissiyat ile donatılmış olmasını ifade eder. Risale-i Nur Külliyatı’nda bu hakikat şöyle tasvir edilir: İnsan, “kâinatın bir misal-i musağğarı” yani küçük bir nümunesi olarak yaratılmıştır. Üzerindeki her bir aza ve her bir his, kâinattaki büyük hakikatlere açılan birer pencere hükmündedir. Onu makineden ayıran temel sır, kendisine üflenen ruh ve o ruhun bir cilvesi olan şuurdur. Bu sebeple insanın zekâsı, sadece bilgi işlemek değil, aynı zamanda tefekkür etmek, hayret etmek, sevmek ve en mühimi kendi Sanatkâr’ını tanımaktır.

******

3. İnsanın Hakikati: Kâinatın Çekirdeği ve Esmâ’nın Aynası
Bir makine, en gelişmiş haliyle bile, mahiyetini tayin eden kodların ve sınırları belli bir vazifenin esiridir. İnsan ise, maddî yapısının ötesinde, sonsuz bir potansiyel ve derûnî bir zenginlik taşır. Bu hakikatin temelini Cenâb-ı Hak, Kur’an-ı Kerim’de veciz bir şekilde beyan eder:
“Biz, gerçekten de insanı en güzel bir biçimde yarattık.” (Tîn, 95/4)
Ayette geçen “Ahsen-i Takvîm” tabiri, insana bahşedilen suretin sadece zahirî güzelliğine değil, asıl olarak onun manevî donanımının ve isti’dadının vüs’atına (genişliğine) işaret eder. İnsan, kâinat ağacının en son ve en mükemmel meyvesi, yahut o ağacın bütün hususiyetlerini içinde barındıran bir çekirdeği gibidir. Ona öyle câmi’ bir fıtrat verilmiştir ki, Cenâb-ı Hakk’ın bütün Esmâ-ül Hüsnâ’sının cilvelerini tek başına gösterebilecek parlak bir ayna olma kabiliyetine sahiptir.
Bu zaviyeden bakıldığında, kâinat büyük bir kitap ise, insan o kitabın bütün manalarını ihtiva eden bir fihristidir. Risale-i Nur Külliyatı’nda bu sırra, insanın “nakışları garib, sanatı acib bir mu’cize-i kudret” olduğu ve “bütün esmâ-i hüsnânın cilvesine mazhar ve bütün kâinata bir misal ve nümune” olarak yaratıldığı ifadeleriyle dikkat çekilir.
Bir yapay zekâ, belki Alîm isminin bir cilvesini taklit ederek bilgi sunabilir veya Musavvir isminin tecellisinden bir parıltıyı yansıtarak resim çizebilir. Fakat Rahîm, Vedûd, Gaffâr gibi nihayetsiz şefkat, sevgi ve merhamet ifade eden isimleri yansıtamaz. Çünkü bu isimlerin aynası olabilmek, ancak ve ancak ruh, kalp, vicdan ve irade sahibi olmayı gerektirir.
İşte insanı makineden ayıran temel sır, onun bu “âyine-i câmia” (her şeyi yansıtan ayna) olma vasfıdır. Onun zekâsı, sadece veri işleyen bir mekanizma değil, varlığın anlamını sorgulayan, hayretle secde eden, sevgiyle bağlanan ve nihayetinde kendi Sanatkâr’ına muhatap olan bir marifet (tanıma) yolculuğudur.

*************

4.”Ene”: Vahdeti Gösteren Vahid-i Kıyasî
İnsanın bu derin mana yolculuğunda ve Sanatkâr’ını tanımasında kendisine verilen en sırlı anahtarlardan biri “ene” yani benlik hissidir. Risale-i Nur’da izah edildiği üzere “ene”, insana bir emanettir ve asıl vazifesi bir ölçü birimi (vahid-i kıyasî) olmaktır. Nasıl ki elimizdeki bir metre ile binaların yüksekliğini, yolların uzunluğunu ölçüp anlarsak, insan da kendisine emanet olarak verilen cüz’î ilim, irade ve kudret gibi sıfatları bir ölçü kabul ederek, kâinatın Hâlık’ının mutlak ve sonsuz sıfatlarını idrak etmeye çalışır. Kendi acizliğine bakıp O’nun sonsuz kudretini, kendi fakirliğine bakıp O’nun sonsuz zenginliğini anlar. “Ene”, firavunluk için değil, Yaratıcı’nın sıfatlarını kıyas yoluyla bilmek ve anlamak için verilmiş ilahî bir sanattır. Risale-i Nur’da bu emanet şöyle açıklanır: “Sâni-i Hakîm, insanın eline, emanet olarak, rububiyetinin, sıfât ve şuûnâtının hakikatlerini gösterecek, tanıttıracak işârat ve nümuneleri câmi’ bir ene vermiştir tâ ki, o ene bir vahid-i kıyasî olup, evsâf-ı Rububiyet ve şuûnât-ı Ulûhiyet bilinsin. Fakat vahid-i kıyasî, bir mevcud-u hakikî olmak lâzım değil. Belki, hendesedeki farazî hatlar gibi, farz ve tevehhümle bir vahid-i kıyasî teşkil edilebilir; ilim ve tahakkukla hakikî vücudu lâzım değildir..”

5. Makinenin “Ben”i: Programlanmış Bir Yanılma
Peki, bir yapay zekâ “Ben düşünüyorum” veya “Ben bir resim yaptım” dediğinde, bu “ben” nereye bakmaktadır? Makinenin “ben” demesi, insanınki gibi bir şuur ve idrakin neticesi değildir. O, sadece programlandığı dil kalıplarını kullanan, kendi varlığının farkında olmayan bir mekanizmadır. Onun “ben”i, hakiki bir sahiplik ifade etmez; sadece kendi kodlarına ve işlem sınırlarına işaret eden bir zamirdir. İnsandaki “ene” nasıl ki kâinatın kapılarını açan bir anahtar ise, makinedeki “ben” ifadesi, duvarları veriden örülmüş dijital bir odanın içindeki bir yankıdan ibarettir.
Makine, asla “eser” olmaktan çıkıp “müessir” (eseri yapan) olamaz. Onun ürettiği her şey, kendisini programlayan zekânın ve o zekâya ilham veren Sonsuz Kudret’in sanatının bir yansımasıdır. Yapay zekânın “ben” demesi, bir ressamın tablosuna attığı imzanın kendi kendine “Bu tabloyu ben yaptım” demesi kadar anlamsızdır.

6. Sonuç: Hizmetkâr mı, Hâkim mi?
Yapay zekâ, şüphesiz insanlık için muazzam bir imkândır. Fakat bu imkân, bir imtihanı da beraberinde getirir. Teknoloji, insanın hakikat arayışında ve dünyayı imar etme vazifesinde bir “hizmetkâr” olarak kalmalıdır. Ne zaman ki insan, kendi “Ahsen-i Takvîm” sırrını unutup, kodlardan ibaret bir makineyi kendisine rakip veya hâkim olarak görmeye başlarsa, işte o zaman en büyük yanılmaya düşmüş olur.
Asıl mesele, insan gibi düşünen makineler yapmak değil; makineleşen dünyada “insan” kalabilmenin ve yaratılış gayesini idrak etmenin yollarını aramaktır. Her teknolojik gelişme, insanın kendi aczini ve Sanatkâr’ının sonsuz kudret ve ilmini daha iyi tefekkür etmesi için yeni bir pencere olmalıdır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
15/10/2025




DÜNYA MERKEZLİ HAYATIN ÂKIBETİ VE AHİRETİN UNUTULUŞU

DÜNYA MERKEZLİ HAYATIN ÂKIBETİ VE AHİRETİN UNUTULUŞU

1. Gafletin Küresel Yükselişi

Zamanın seyri içinde dünya, ahireti unutturan bir cazibe merkezi haline gelmiştir. İnsanlığın büyük bir kesimi, hayatını yalnızca dünya eksenli kurmuş, bütün gayretini dünyada kalıcı olma vehmine bağlamıştır. Bu hal, artık ferdî bir zafiyet değil; milletlerin, devletlerin, hatta medeniyetlerin müşterek bir hastalığı olmuştur.
Küresel sistem, insanı sadece bedeniyle, menfaatiyle ve arzularıyla tarif eder hâle getirmiştir. Ruh, mana, ahiret, hesap, ebediyet gibi ulvî kavramlar artık hayatın merkezinden çıkarılmış; yerlerine reklam, servet, zevk, gösteriş ve güç konulmuştur.
Kur’ân bu hakikati asırlar öncesinden haber vererek şöyle buyurmuştur:
“Onlar dünya hayatının sadece görünen yüzünü kısmen bilirler; âhiret konusunda ise büsbütün habersiz ve kayıtsızdırlar..”
(Rûm Sûresi, 7. âyet)
Bu ayet, bugünün insanını tasvir eder gibidir. Zira insanlık, teknolojiyi, bilimi ve siyaseti zirveye taşımış; ama kalbini ve aklını hakikatin merkezinden uzaklaştırmıştır.

2. Dinin Hayattan Çıkarılışı: Trump Misali

Bugün dünyanın zirvesinde bulunan idareciler bile, bu dünyevîleşmenin birer sembolüdür. Mesela ABD’nin Başkanı Donald Trump, kendisinin “Hristiyan” olduğunu söylese de, hayatının merkezinde ne Allah korkusu, ne de ahiret endişesi vardır.
Kızının Yahudiliğe geçişini İsrail Meclisi’nde bir “iftihar vesilesi” olarak anlatırken, aslında dinin özünden uzak, yalnızca dünyevî çıkar ve siyasî menfaat eksenli bir bakış açısını dile getirmiştir.
Bu, günümüzde dinin değil; din görüntüsünün bir siyasî araç hâline geldiğini göstermektedir.
Kur’an bu zihniyeti şöyle beyan eder:
“Onlardan öylesi vardır ki dünya hayatını ahirete tercih eder.”
(İbrahim Sûresi, 3. âyet, TDV Meali)
İnsan, Rabbine karşı kulluğunu değil; dünya menfaatini esas alınca, inanç bir davet değil, bir çıkar dengesi hâline gelir. İşte modern insanın kaybettiği en büyük değer budur.

3. İnsanın Dönüşümü: Ruhî Yoksullaşma

İnsan, yalnızca beden değildir. Ruhuyla insan, kalbiyle kâmildir. Fakat bugünün insanı, “madde”yi büyütürken “mana”yı küçültmüştür.
Ruhî yoksullaşmanın en belirgin göstergesi; ahireti unutmak ve “hesap günü” endişesini kaybetmektir. Çünkü ahiret inancı, insana hem sorumluluk hem denge kazandırır. Onu zulümden, israftan, haksızlıktan, nefsin esaretinden korur.
Ne var ki, bugünün insanı nefsine kul olmuş; Rabbine yabancılaşmıştır.
“Onlar Allah’ı unuttular, Allah da onlara kendilerini unutturdu.”
(Haşr Sûresi, 19. âyet, TDV Meali)
Bu ayet, çağımızın ruhî manzarasını çarpıcı biçimde özetler. İnsan, artık ne için yaratıldığını, kimin kulu olduğunu ve nereye gittiğini bilmez hâle gelmiştir.

4. Bilimin ve Siyasetin Saptırdığı Zemin

Bilim, hikmetsiz kaldığında; siyaset, ahlaktan ayrıldığında; ekonomi, adaletten uzaklaştığında; ortaya zulüm düzeni çıkar.
Bugün bilim, Allah’ın kudretini değil; insanın benliğini büyütmektedir.
Siyaset, adaletin değil; menfaatin hizmetine girmiştir.
Toplumlar, servet yarışına kapılmış; ahiret fikri zayıfladıkça, vicdan da körelmiştir.
“Biliniz ki, dünya hayatı ancak bir oyun, eğlence, süs, aranızda övünme ve mal ile evlatta çoğalma yarışından ibarettir.”
(Hadîd Sûresi, 20. âyet, TDV Meali)
Kur’an bu hakikati bildirirken, insanın bu yarışta kaybedeceği en büyük nimetin ebedî hayat olduğunu hatırlatır.

5. Tarihî Misaller ve İbret

Firavun, Nemrud, Karun gibi tarihî tipler, yalnızca birer şahıs değil; dünyevîleşmiş zihniyetin sembolleridir.
Bugün onların isimleri tarihe lanetle geçmiştir. Çünkü her biri, kudreti, serveti ve makamı ebedî sandı.
Modern çağın “dijital firavunları” da aynıdır. Onlar da kendilerini “ilah” gibi gören, hükmeden ve hesap vermez zanneden kimselerdir.
Oysa “Her nefis ölümü tadacaktır.”
(Âl-i İmrân Sûresi, 185. âyet, TDV Meali)
Bu ilahî hakikat, bütün güç sahiplerinin kulağına küpe olmalıdır.

6. Netice: Dünya Bir Gölgeler Âlemidir

Oysa Dünya bir misafirhanedir. İnsan, ebed için yaratılmıştır. Dünya, ebedî saadetin mezraasıdır.
Yani dünya, kalınacak yer değil; geçilecek bir menzildir.
Dünya sevgisi kalbe hâkim olursa, ahiret nazardan düşer; insan gafletin karanlığına bürünür.
Ancak imanla ve tefekkürle bakan kişi, dünyayı bir imtihan meydanı, bir emanet diyarı olarak görür.
“Kim ahiret kazancını isterse onun kazancını artırırız; kim de dünya kazancını isterse ona ondan veririz, ama onun ahirette hiçbir nasibi olmaz.”
(Şûrâ Sûresi, 20. âyet, TDV Meali)

7. Hikmetli Sonuç ve Ders

Bugünün insanı, servetle, makamla, şöhretle övünür; fakat kalbinde huzur yoktur. Çünkü kalbin gıdası iman, ruhun saadeti ahiret ümididir.
Dünyevîleşen insanlık, ahireti unuttukça vicdanını da kaybetmiştir.
Gerçek saadet, ebedî olanı kazanmaktadır. Dünya ise, bir rüya kadar kısa bir yolculuktur.

ÖZET

Dünya merkezli bir hayat anlayışı, insanı gaflete, umursamazlığa ve manevî körlüğe sürüklemiştir.
Günümüz insanı, tıpkı Trump örneğinde olduğu gibi, dini bir çıkar aracına dönüştürmüş; ahiret inancını gündeminden çıkarmıştır.
Kur’an’ın beyanıyla dünya hayatı bir “oyun ve süsten” ibarettir.
Gerçek saadet, dünyayı değil; ahireti esas almaktadır.
Zira dünya fanî, ahiret ise bâkîdir.
İnsanın asıl yurdu orasıdır.
“Dünya bir gölge, ahiret ise hakikattir.”

 

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
15/10/2025




Zulmün Mahiyeti: Nefse Edilen Haksızlık

1.Zulmün Mahiyeti: Nefse Edilen Haksızlık

Âdem (aleyhisselâm) ve Havva validemiz, yasak meyveden yiyip Allah’ın emrine muhalefet ettiklerinde,
““(Âdem ile eşi) dediler ki: Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan mutlaka ziyana uğrayanlardan oluruz.”dediler.
(A‘râf Sûresi, 23. âyet,)
Buradaki zulüm, halk arasında zannedildiği gibi başkasına yapılan bir haksızlık değildir; kendi nefsine yapılan bir haksızlıktır.
Zira günah, Allah’a zarar vermez; kulun kendi nurunu, kalbini, safiyetini kirletir.
Dolayısıyla burada “zulüm”, nefsin istidadını, yüceliğini ve kulluk kıymetini kirletmek manasındadır.
Kur’an’da zulüm, çoğu yerde “hakkı yerinden etmek” anlamında kullanılır.
İnsanın hakkı, yaratılış gayesi gereği Allah’a kul olmaktır.
O hâlde zulüm; kulun kendisini kendi yerinden düşürmesi, kulluk makamından uzaklaşmasıdır.
“Gerçek şu ki Allah insanlara zulmetmez, fakat insanlar kendilerine zulmederler.”
(Yûnus Sûresi, 44. âyet, TDV Meali)
Yani kul, her isyanında, her gafletinde kendi ruhuna zarar verir; nurunu söndürür, istidadını karartır.
Hz. Âdem bu hakikati derk ettiği için hemen “Biz kendimize zulmettik” diyerek pişmanlığını itiraf etmiştir.
İşte bu itiraf, bir peygamber tevbesidir; en ulvî tevbedir.

2. Ziyan: Fıtrî Saadetin Kaybı

Ayetin devamındaki ifade:
“Eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan mutlaka ziyana uğrayanlardan oluruz.”
Buradaki ziyan, sadece cennet nimetlerinin kaybı değildir.
Asıl kayıp; Allah’ın rızasından, yakınlığından, huzurundan uzaklaşmaktır.
İnsanın en büyük serveti, Rabbine yakınlığıdır.
Âdem aleyhisselâm, bu yakınlığın az da olsa kesilmesinin dehşetini hissetti.
Bu yüzden “ziyan edenlerden oluruz” dedi.
Yani:
“Ya Rabbi! Senin affına, rahmetine muhtaç olduğumuzu anladık.
Eğer Sen’in rahmetinle örtülmezse, biz mahvoluruz.”
Bu, aslında insanlığın bütün tevbelerinin temelidir.
Kur’an’da benzer bir ikaz, aynı manayı teyit eder:
“Kim Allah’a ve Resûlü’ne iman etmezse, bilsin ki biz kâfirler için çılgın bir ateş hazırladık.”
(Fetih Sûresi, 13. âyet)
Ve yine:
“Kim Allah’a yönelmekten yüz çevirirse, onun için sıkıntılı bir hayat vardır.”
(Tâhâ Sûresi, 124. âyet, TDV Meali)
İşte “ziyan”ın aslı budur:
Allah’tan uzak bir hayat —yani rahmetten mahrumiyet, hidayetten sapma, kalbin kararması—
Bu dünyada kalbî sıkıntı, ahirette ebedî hüsrandır.

3. Hz. Âdem’in Tevbesinin Hikmeti

Hz. Âdem’in tevbesi, sadece bir özür değil; insanlığın kıyamete kadar sürecek bir dersidir.
Allah ona “Şu ağaca yaklaşmayın” dediğinde, bu emri bir imtihan sırrı için verdi.
Âdem, bu emri çiğnediğinde, hemen hatasını idrak edip tevbe etti.
İblis de emre muhalefet etti ama tevbe etmedi.
İkisi de hata etti, ama biri rahmet, diğeri lanet buldu.
Çünkü tevbe, kibrin panzehiridir.
İblis “Ben ondan hayırlıyım” dedi;
Âdem ise “Biz kendimize zulmettik” dedi.
Biri nefsini temize çıkardı, diğeri nefsini itham etti.
İşte bu iki tavır, iman ile küfrün ayrıldığı ince çizgidir.
Kur’an, bu farkı şöyle beyan eder:
“Şüphesiz Allah, kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz; bunun dışındakileri dilediğine bağışlar.”
(Nisâ Sûresi, 48. âyet, TDV Meali)
Yani, tevbe kapısı açıktır. Zulüm, ne kadar büyük olursa olsun; eğer kul affa yönelirse, Allah’ın rahmeti onu kuşatır.
Ama kibirle, inatla günaha devam eden, asıl kaybeden odur.

4. Zulüm–Ziyan İlişkisi: Manevî Kayıp Zinciri

Kur’an bütünlüğünde bakıldığında;
zulüm → günah → kalbî kararma → rahmetten uzaklaşma → hüsran zinciri vardır.
“Zalimler, yaptıkları yüzünden hüsrana uğradılar.”
(En‘âm Sûresi, 140. âyet)
Yani zulüm, sadece bir fiil değil, bir istikametin kaybıdır.
Zalim insan, kendi fıtratını tersine çevirir;
nurun yerine karanlığı, rahmetin yerine gazabı davet eder.
İşte Hz. Âdem’in tevbesi, bu zinciri kırmıştır.
Kendini suçlamış, Rabbine yönelmiş, rahmete sığınmıştır.
O an “kurtuluş” başlamıştır.
Zira asıl hüsran, Allah’a dönmemektir.

5. Hikmetli Sonuç ve İbret

Hz. Âdem’in duası, sadece bir kelime değil, insanlık duasıdır.
İnsanın Rabbi karşısında alması gereken hâli,
nefsini itham eden, kusurunu bilen, rahmeti dileyen bir duruştur.
Bu âyet bize öğretir ki:
• Zulüm, nefsin kararmasıdır.
• Ziyan, rahmetten uzaklaşmaktır.
• Kurtuluş, tevbe ve merhamet dilenmektedir.

Zira İsyan, nefsin zulmüdür; çünkü isyan eden, kendi saadetine darbe vurur.
Tevbe ise rahmetin davetçisidir.
İşte Âdem kıssası, yalnız geçmiş bir olay değil; her insanın kendi iç dünyasında her gün yaşadığı bir imtihan aynasıdır.

6. Netice

Âdem (aleyhisselâm)’ın “Biz kendimize zulmettik” sözü,
kulun Rabbine karşı kulluğunun en saf, en derûnî itirafıdır.
Zulüm, nefsin kendi kemalini bozması;
ziyan ise, ebedî saadetin nurundan mahrum kalmasıdır.
Ancak tevbe, insanı yeniden “rahmet dairesi”ne alır.
Çünkü Allah Teâlâ buyurur:
“Ey kendilerine zulmeden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin.
Şüphesiz Allah bütün günahları bağışlar.”
(Zümer Sûresi, 53. âyet, TDV Meali)

ÖZET

A‘râf 23. âyetteki “zulüm”, kulun kendi nefsine ettiği haksızlıktır;
Allah’ın değil, kendi istidadının kararmasıdır.
“Ziyan” ise, rahmetten, hidayetten ve rızadan uzak kalma hâlidir.
Âdem’in tevbesi, insanın en büyük öğretmenidir:
Günah değil, tevbesizlik hüsrandır.
Zira affın kapısı, tevbe eden için her daim açıktır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
15/10/2025

 




“Biz Kendimize Zulmettik” – Zulmün Mahiyeti Nedir?

​”Biz Kendimize Zulmettik” – Zulmün Mahiyeti Nedir?

​Bu ayet-i kerimede geçen “zulüm” kelimesi, lügat manasıyla “bir şeyi ait olduğu yerin dışına koymak, karanlık, haksızlık” demektir. Ancak buradaki bağlantıda, çok daha derin ve şahsî bir manayı ihtiva eder.
• ​İlâhî Emre Muhalefet Etmek Suretiyle Fıtratı Bozmak: Cenâb-ı Hak, Hz. Âdem ve eşini en güzel bir yapıda yaratmış, onları cennet gibi bir makama yerleştirmiş ve onlara sadece bir tek yasak koymuştu: “Fakat şu ağaca yaklaşmayın.” (Bakara, 2/35). Onların bu emre muhalefet etmeleri, kendilerine bahşedilen o saf, günahsız ve itaatkâr fıtratın dışına bir adım atmaları manasına geliyordu. Dolayısıyla bu fiil, her şeyden evvel kendi öz yapılarına, kendilerine bahşedilen o ulvî mevkiye karşı bir haksızlıktı. Kendi nuraniyetlerini, geçici bir arzu sebebiyle bir anlık bir karanlığa düşürmüş oldular.
• ​Nimeti Külfete Çevirmek: Onlar cennette zahmetsiz, meşakkatsiz bir hayat içerisindeydiler. Şeytanın hilesine aldanarak yasak meyveyi tatmaları neticesinde bu nimet yurdundan, imtihan ve meşakkat diyarı olan dünyaya gönderilme sürecini başlattılar. Yani kendi elleriyle, içinde bulundukları o sonsuz nimeti, dünya hayatının zorluklarına ve imtihanlarına tebdil ettiler. Bu, insanın kendi huzurunu ve saadetini kendi fiiliyle bozması hasebiyle en büyük “nefse zulüm”dür.

• ​Allah’a Karşı Değil, Kendi Aleyhlerine Bir Fiil İşlemek: Mühim bir nükte şudur ki, onların bu fiili Allah’ın mülkünden hiçbir şey eksiltmemiştir. Günah ve isyan, Allah’a bir zarar vermez; bilakis işleyenin kendi manevî hayatını, huzurunu ve geleceğini tahrip eder. Bu sebeple itirafları “Sana karşı haddi aştık” şeklinde değil, “Biz kendimize zulmettik” şeklindedir. Bu, hatanın neticesinin doğrudan doğruya failin kendisine döndüğünü idrak etmenin en hikmetli ifadesidir.
​Nitekim şeytanın tavrı ile Hz. Âdem’in (a.s.) tavrı arasındaki temel fark da buradadır. Şeytan kibrinden ve enaniyetinden ötürü hatasını kabul etmemiş ve “(İblîs) dedi ki: ‘Rabbim! Beni azdırmana karşılık, yeryüzünde onlara (günahları) süsleyeceğim ve onların hepsini mutlaka azdıracağım!'” (Hicr, 15/39) diyerek suçu haşa Cenâb-ı Hakk’a isnat etmeye cüret etmiştir. Hz. Âdem (a.s.) ise acziyetini ve hatasını derhal kabul ederek doğrudan kendi nefsini mesul tutmuştur. Bu, faziletin ve kulluğun zirvesidir.

​”Mutlaka Ziyan Edenlerden Oluruz” – Ziyan ve Hüsran Nasıl Bir Kayıptır?

​Buradaki “ziyan” ve “hüsran”, basit bir maddî kayıp veya mahrumiyet değildir. Bu, varoluş bir iflasın ve manevî bir helâkin ifadesidir.
• ​En Büyük Ziyan: Rabb’in Rahmetinden Mahrum Kalmak: Dünyevî bütün kayıplar telafi edilebilir. Ancak Allah’ın mağfiret ve rahmetinden mahrum kalmak, ebedî hayatı kaybetmek demektir. Onların duası, cenneti kaybetmenin üzüntüsünden daha çok, Rablerinin affını ve merhametini kaybetme korkusunu dile getirir. Çünkü bir kul için en büyük servet, Rabbi ile olan bağıdır. Bu bağ koptuğunda, insan en temel dayanağını yitirir ve ebedî bir hüsrana sürüklenir. Asr Suresi’nde bu hakikat ne kadar veciz ifade edilir: ​”Asra yemin olsun ki, insan gerçekten ziyandadır. Ancak iman edip dünya ve âhiret için yararlı işler yapanlar, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve sabrı tavsiye edenler başkadır.” (Asr, 103/1-3)

• ​Cenneti ve Oradaki Makamı Kaybetmek: Ziyanın zahirî ve ilk neticesi, içinde bulundukları o eşsiz nimet yurdunu kaybetmeleridir. Orada ne korku ne de hüzün vardı. Bu, bir makam ve mekân kaybı olduğu gibi, aynı zamanda bir “hal” kaybıdır. Safiyet, emniyet ve huzur halinden; imtihan, mücadele ve meşakkat haline düşmektir. Tâhâ Suresi’nde bu durum şöyle tasvir edilir: ​”Bunun üzerine ondan yediler. Hemen ardından ayıp yerleri kendilerine göründü ve cennet yapraklarıyla üzerlerini örtmeye başladılar. Âdem rabbine karşı geldi ve yolunu şaşırdı.” (Tâhâ, 20/121)

• ​Şeytanın Vesvesesine Açık Hale Gelmek: Bu ilk itaatsizlik, şeytana insan üzerinde bir tesir yolu açmıştır. Ziyanın bir yönü de budur. Artık insan, hayatı boyunca bu düşmanın hile ve desiseleriyle mücadele etmek zorunda kalacağı bir imtihan sahasına indirilmiştir. Bu dua, aynı zamanda bu mücadelede Allah’ın yardımına ve merhametine sığınmanın bir ifadesidir. Şeytanın onları nasıl aldattığı Kur’an’da şöyle anlatılır: ​”Derken şeytan ona vesvese verdi: ‘Ey Âdem!’ dedi, ‘sana ebedîlik ağacını ve sonu gelmez bir saltanatı göstereyim mi?'” (Tâhâ, 20/120)

​İbretler ve Hikmetler

​Bu mübarek dua, bizler için sayısız hikmet ve ibret dersi ihtiva etmektedir:
• ​Tövbenin Anahtarı: Acziyet ve İtiraf: Kurtuluşun ilk adımı, kibre kapılmadan, bahane aramadan, hatayı bütün samimiyetle kabul edip “Biz kendimize zulmettik” diyebilmektir. Bu, enaniyetin kırılıp kulluğun başladığı noktadır.
• ​Ümitsizliğe Yer Yoktur: En büyük hatadan sonra bile ümitsizliğe düşülmemiştir. Doğrudan Allah’ın rahmet ve mağfiretine sığınılmıştır. Bu, günahı ne kadar büyük olursa olsun, Allah’ın rahmetinin her şeyi kuşattığına dair bir müjdedir.
• ​Duanın Kabulü: Onların bu samimi duası cevapsız kalmamıştır. Cenâb-ı Hak, onlara tövbe kelimelerini ilham etmiş ve onların tövbesini kabul etmiştir. ​”Derken Âdem rabbinden birtakım kelimeler aldı (onlarla amel edip dua etti, duası kabul edildi). Allah da tövbesini kabul etti. Çünkü O, tövbeleri çok kabul eden, pek esirgeyendir.” (Bakara, 2/37)

​Bu hadise hakkında Risale-i Nur Külliyatı’nda da mühim tesbitler vardır. Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, Hz. Âdem’in (a.s.) hatasının hikmetini izah ederken, bu hatanın insaniyetin manevî terakkisi için bir çekirdek olduğunu belirtir. Hz. Âdem’in (a.s.) günahı kibirden ve inkârdan değil, insani bir zaaftan kaynaklandığı için tövbeye ve Allah’a daha derin bir ilticaya vesile olmuştur. Şeytanın isyanı ise kibir ve enaniyetten kaynaklandığı için onu ebedî hüsrana sürüklemiştir.

​İktibas edelim:
​””BİRİNCİ SUALİNİZ: Hazret-i Âdem’in (a.s.) Cennetten ihracı ve bir kısım benî Âdem’in Cehenneme ithali ne hikmete mebnidir?”
“Elcevap: Hikmeti, tavziftir. Öyle bir vazife ile memur edilerek gönderilmiştir ki, bütün terakkiyât-ı mâneviye-i beşeriyenin ve bütün istidâdât-ı beşeriyenin inkişaf ve inbisatları ve mahiyet-i insaniyenin bütün esmâ-i İlâhiyeye bir âyine-i câmia olması, o vazifenin netâicindendir. Eğer Hazret-i Âdem Cennette kalsaydı, melek gibi makamı sabit kalırdı; istidâdât-ı beşeriye inkişaf etmezdi. Halbuki, yeknesak makam sahibi olan melâikeler çoktur; o tarz ubudiyet için insana ihtiyaç yok. Belki hikmet-i İlâhiye, nihayetsiz makamâtı kat edecek olan insanın istidadına muvafık bir dâr-ı teklifi iktiza ettiği için, melâikelerin aksine olarak, muktezâ-yı fıtratları olan malûm günahla Cennetten ihraç edildi.” (Mektubat, 12. Mektup)

​Hülasa:

​Hz. Âdem (a.s.) ve eşinin bu duası, insanın dünyaya gönderiliş serüveninin özüdür. Buradaki zulüm, Allah’ın koyduğu fıtrat hududunu aşarak kendi saadet ve huzurunu tehlikeye atmaktır. Ziyan ise, sadece cenneti değil, asıl olarak Allah’ın rahmet ve mağfiretini kaybetme tehlikesiyle yüz yüze gelmektir ki bu, ebedî hüsrandır. Bu hadise ve dua, bizlere hatadan sonraki en doğru tavrın, acziyeti kabul edip samimiyetle Allah’ın sonsuz rahmetine sığınmak olduğunu öğretir. Bu, kıyamete kadar her mü’min için bir kurtuluş reçetesidir.
​Cenâb-ı Hak, bizleri de hatalarımızı idrak edip bu dua ile kendisine iltica eden ve rahmetine nail olan kullarından eylesin. Amin.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
15/10/2025




Levh-i Mahfûz: İlâhî Hafıza ve Kudretin Kader Levhası

Levh-i Mahfûz: İlâhî Hafıza ve Kudretin Kader Levhası

Levh-i mahfuz; ana Server.
Kâinâtın hafızası.
Genel arşiv.
Ve Allah ilk olarak kalemi yaratıp, ona yaz dedi.
Ve Levh-i mahfuz hafızası o andan beri yazmaktadır.
İnsan hafızasının kayıt yeri.
Levhi mahfuz;Bireysel kayıtların toplu kayıt yeri.
Arş ise, kâinatın atan kalbi.
Manen Kuran’ı Kerim kâinatın aklı ve Peygamber Efendimiz ise kâinatın ruhu mesabesindedir.
Kâinatın ilk madde- i aciniyesi yani hamuru ve mayası Peygamber Efendimizin nurudur.
Allah’ın ilk yaratıp muhatap aldığı şey akıldır.
Allah kâinâtın Ruhu ve Nurudur. Her şeyin Kayyumu O’dur.

******

Levh-i Mahfûz, Kur’ân’da birden fazla âyette zikredilen ve “her şeyin kaydedildiği ilâhî muhafaza levhası” mânâsına gelir.
Cenâb-ı Hak buyurur:
“Doğrusu o (Kur’an), Levh-i Mahfûz’dadır.”
(el-Burûc, 21-22 – TDV Meali)
Yani Kur’ân-ı Kerîm, değişmeden, eksilmeden, bozulmadan Levh-i Mahfûz’da korunmuş bir hakikattir.
Bu Levha, bir nevi kâinâtın ana serveri, ilâhî arşiv, ezelî hafıza hükmündedir.
Nasıl ki insanın beyninde her hâl kaydolur; kâinâtın da ilâhî bir hafızası vardır ki o Levh-i Mahfûz’dur.

🖋️ “İlk yaratılan kalemdir.”

Hadîs-i şerifte buyurulur:
“Allah, evvela kalemi yarattı ve ona ‘Yaz!’ dedi. Kalem: ‘Ne yazayım?’ dedi. Allah: ‘Kıyamete kadar olacak her şeyi yaz.’ buyurdu.”
(Tirmizî, Kader, 1)
İşte bu emrin muhatabı olan kalem, Levh-i Mahfûz’a yazmaya başladı.
Bu yazı, zamanın ve mekânın ötesinde; kudretin kaderi, iradenin ilmî planıdır.
Her şeyin ilmî tasarımı, bu ilâhî yazılımda mevcuttur.
“Yeryüzünde ve kendi nefislerinizde hiçbir musibet yoktur ki, Biz onu yaratmadan önce bir kitapta yazılmış olmasın. Şüphesiz bu, Allah’a göre kolaydır.”
(el-Hadîd, 22 – TDV Meali)
Bu âyet, Levh-i Mahfûz’un kaderî bir planlama merkezi olduğunu beyan eder.
Onda her şeyin mâhiyeti, zamanı, yeri, hikmeti ve neticesi yazılıdır.

💫 Levh-i Mahfûz ve İnsan Hafızası

İnsan hafızası, Levh-i Mahfûz’un küçük bir numunesidir.
Nasıl ki kâinatın her hâdisesi o büyük levhaya nakşedilirse,
insanın zihninde de her hâl ve kelime, bir iz ve kayıt bırakır.
Nasıl ki insanın cüz’î hafızası vardır; öyle de kâinatın küllî bir hafızası vardır. O da Levh-i Mahfûz’dur.

🕊️ Arş: Kâinatın Atan Kalbi

Arş, yaratılmışlar içinde en yüce ve kuşatıcı mertebedir.
Kudretin tahtı, rahmetin menzili, emir âleminin merkezi gibidir.
Kur’ân buyurur:
“Rahmân, Arş’a istivâ etti.”
(Tâhâ, 5 – TDV Meali)
Bu istivâ, mekânî değil, kuşatıcı bir hâkimiyet, idare ve rubûbiyetin merkezî tecellîsidir.
Nasıl kalp bedeni idare eder, Arş da kâinatın kalbi hükmündedir.

🌞 Kâinatın Ruhu ve Aklı

Kâinatın bir bedeni, bir aklı, bir ruhu vardır.
• Kur’ân-ı Kerîm: Kâinatın aklı ve şuurudur.
• Peygamber Efendimiz ﷺ: Kâinatın ruhu ve hayatıdır.
Çünkü Kur’ân, ilâhî hikmetin kelâmı; Peygamber ﷺ ise o kelâmın canlı tefsiridir.
Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm, şu kâinat ağacının en mükemmel meyvesidir.

🌹 Nur-u Muhammedî: Kâinatın Mayası

Hadîs-i kudsîde şöyle buyrulur:
“Sen olmasaydın, kâinatı yaratmazdım.”
(Kenzü’l-Ummâl, 1/81)
Bu beyan, Nur-u Muhammedî’nin kâinatın ilk mayası ve sebeb-i hilkati olduğunu bildirir.
Yani Cenâb-ı Hak, kâinatı o nurdan yaratmış, her şeyi o nura nispetle var etmiştir.
Bir rivayette Hz. Cabir anlatıyor:
– Ey Allah’ın Resulü! Anam babam sana feda olsun, Allah’ın her şeyden önce ilk yarattığı şeyi bana söyler misiniz, diye sordum. Şöyle buyurdu:
“Ey Cabir! Her şeyden önce Allah’ın ilk yarattığı şey senin peygamberinin nurudur. O nur, Allah’ın kudretiyle onun dilediği yerlerde dolaşıp duruyordu. O vakit daha hiçbir şey yoktu. Ne Levh, ne kalem, ne cennet, ne ateş / cehennem vardı. Ne melek, ne gök, ne yer, ne Güneş, ne Ay, ne cin ve ne de insan vardı.”
“Allah mahlukları yaratmak istediği vakit, bu nuru dört parçaya ayırdı. Birinci parçasından kalemi, ikinci parçasından Levhi (Levh-i Mahfuz), üçüncü parçasından Arş’ı yarattı.”
“Dördüncü parçayı ayrıca dört parçaya böldü: Birinci parçadan Hamele-i Arşı (Arşın taşıyıcılarını), ikinci parçadan Kürsi’yi, üçüncü parçadan diğer melekleri yarattı.”
“Dördüncü kısmı tekrar dört parçaya böldü: Birinci parçadan gökleri, ikinci parçadan yerleri, üçüncü parçadan cennet ve cehennemi yarattı.”
“Sonra dördüncü parçayı yine dörde böldü: Birinci parçadan müminlerin basiret nurunu / iman şuurunu, ikinci parçadan -mârifetullahtan ibaret olan- kalplerinin nurunu, üçüncü parçadan tevhitten ibaret olan ünsiyet nurunu (La ilahe illallah Muhammedur-Resulüllah nurunu) yarattı.” (bk. Aclunî, Kefü’l-Hafa, I, 265-266).
Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın nuru, kâinatın ruhu hükmündedir.

🌌 Allah: Kâinatın Ruhu, Nuru ve Kayyûmu

Cenâb-ı Hak buyurur:
“Allah, göklerin ve yerin nurudur.”
(en-Nûr, 35 – TDV Meali)
O, her şeyin varlık sebebi, devamının dayanağı, kudretin hayat vericisidir.
“Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur. O, Hayy’dır, Kayyûm’dur.”
(Âl-i İmrân, 2 – TDV Meali)
Hayy: Bütün hayatların kaynağı.
Kayyûm: Her şeyin varlığını ayakta tutan.
Yani O’nun varlığı olmasa hiçbir şey var olamaz,
O’nun nuruyla her şey görünür,
O’nun kudretiyle her şey durur,
O’nun kelâmıyla her şey manâ bulur.

🌿 Netice: İlâhî Yazılımın Hikmeti

• Levh-i Mahfûz: Kudretin hafızası, ilmin levhası.
• Kalem: Kaderin yazıcısı.
• Arş: Kâinatın kalbi ve idare merkezi.
• Kur’ân: Kâinatın aklı, manevî kodu.
• Resûlullah ﷺ: Kâinatın ruhu, nübüvvetin nuru.
• Allah: Hayatın kaynağı, nurun nuru, varlığın varı, her şeyin Kayyûmu.

🕯️ İbretli Düşünceyle Sonuç

İnsan, kendi hafızasına nazar edip Levh-i Mahfûz’u anlayabilir.
Bir kelimeyi, bir sesi, bir manzarayı hafızasında tutan insan,
“Bütün kâinatın da bir hafızası vardır.” hakikatini idrak eder.
O zaman anlar ki:
Her söz, her fiil, her niyet, Levh-i Mahfûz’a kaydediliyor.
Her şeyin hesabı o Levha’da saklıdır.
“Kim zerre kadar hayır işlerse onu görür; kim de zerre kadar şer işlerse onu görür.”
(ez-Zilzâl, 7-8 – TDV Meali)

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
15/10/2025

 




KÂİNATIN EVVELİNDE VE BAŞLANGICINDA OLANLAR

KÂİNATIN EVVELİNDE VE BAŞLANGICINDA OLANLAR

Levh-i mahfuz; KÂİNATIN EVVELİNDE VE BAŞLANGICINDA OLANLAR

Levh-i mahfuz; ana Server.
Kâinâtın hafızası.
Genel arşiv.
Ve Allah ilk olarak kalemi yaratıp, ona yaz dedi.
Ve Levh-i mahfuz hafızası o andan beri yazmaktadır.
İnsan hafızasının kayıt yeri.
Levhi mahfuz;Bireysel kayıtların toplu kayıt yeri.
Arş ise, kâinatın atan kalbi.
Manen Kuran’ı Kerim kâinatın aklı ve Peygamber Efendimiz ise kâinatın ruhu mesabesindedir.
Kâinatın ilk madde- i aciniyesi yani hamuru ve mayası Peygamber Efendimizin nurudur.
Allah’ın ilk yaratıp muhatap aldığı şey akıldır.
Allah kâinâtın Ruhu ve Nurudur. Her şeyin Kayyumu O’dur.

*******

1. Levh-i Mahfuz: Kâinatın Hafızası ve İlâhî Arşiv
Levh-i Mahfuz, “Ana Server” ve “Genel Arşiv”dir. O, olmuş ve olacak her şeyin, zerrelerden galaksilere, ilk andan son ana kadar bütün hadiselerin ve varlıkların kayıt altında tutulduğu, Allah’ın ilminin bir tecelli mahalli olan korunmuş bir levhadır. O, kâinatın ve bütün mahlukatın hafızasıdır.
Bu hakikate Kur’an-ı Kerim şöyle işaret eder:
> “Gaybın anahtarları O’nun katındadır; onları O’ndan başkası bilmez. Karada ve denizde olanı da bilir. O bilmeksizin bir yaprak dahi düşmez. Yerin karanlıklarındaki bir tane, hiçbir yaş ve hiçbir kuru şey yoktur ki apaçık bir kitapta (kitâbin mübîn) bulunmasın.” (En’âm Suresi, 6:59 – TDV Meali)
>
Bu ayet-i kerime, Levh-i Mahfuz’un nasıl bir cihan şümul kuşatıcılığa sahip olduğunu gözler önüne serer. En küçük bir yaprağın hareketinden, en gizli bir tohuma kadar her şey o “apaçık kitapta” kayıtlıdır.
Yine, her şeyin önceden bu ilâhî hafızaya kaydedildiği şöyle beyan edilir:
> “Yeryüzünde ve kendi nefislerinizde uğradığınız hiçbir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce bir kitapta (Levh-i mahfuz’da) yazılmış olmasın. Şüphesiz bu, Allah’a göre kolaydır.” (Hadîd Suresi, 57:22 – TDV Meali)
>
Hikmet ve İbret:
Bu hakikati tefekkür etmek, insana hem büyük bir mesuliyet yükler hem de derin bir teslimiyet ve huzur verir. Bir yanda, en küçük amelimizin dahi kayıt altına alındığı şuuruyla hareket etme mesuliyeti (ene ve enaniyetten sıyrılarak); diğer yanda ise, başa gelen her hadisenin ilâhî bir plan ve ilim dahilinde olduğu bilgisiyle kadere rıza gösterme ve Allah’a tevekkül etme fazileti.

2. Arş: Kâinatın Atan Kalbi ve Hükümranlık Merkezi
Arş, mahlukatın en büyüğü ve en yükseğidir; kâinatın “atan kalbi” tabiri, onun varlık âlemindeki merkezî rolünü ne güzel tasvir eder. O, Allah’ın mutlak hükümranlığının, kudret ve azametinin tecelli ettiği makamdır. Nasıl ki kalp, bedene hayat pompalayan bir merkez ise, Arş da kâinatın nizam ve intizamının, ilâhî emirlerin ve fermanların tecelli ve icra merkezidir.
Rabbimiz, Arş üzerindeki mutlak hâkimiyetini şöyle beyan eder:
> “O, Rahmân’dır, Arş’a kurulmuştur.” (Tâhâ Suresi, 20:5 – TDV Meali)
>
Buradaki “kurulma” (istivâ), cismanî bir oturuş değil, kâinatı bütünüyle kuşatan, idare eden, her şeye hükmeden mutlak hâkimiyetin bir ifadesidir. Arş, bu sonsuz saltanatın merkezidir.

3. Kur’an ve Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem): Kâinatın Aklı ve Ruhu
Bu teşbih, tasavvuf ve hikmet geleneğinin en derinlikli nazarlarından biridir.
* Kur’an-ı Kerim’in Kâinatın Aklı Olması: Kâinat, sessiz ve harfsiz bir kitaptır. Her bir varlık, Allah’ın isim ve sıfatlarını gösteren bir kelimedir. Kur’an ise bu sessiz kitabın tercümanı, şifrelerini çözen ilâhî beyanıdır. O, varlığın niçin yaratıldığını, gayesinin ne olduğunu, hangi hikmetlere mebnî olarak işlediğini beyan eden “kâinatın aklı”dır. Kur’an olmasaydı, kâinat manasız bir oyuncak, insan ise başıboş ve gayesiz bir varlık olarak kalırdı.
* Peygamber Efendimiz’in (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) Kâinatın Ruhu Olması: O, kâinat ağacının hem çekirdeği hem de en mükemmel meyvesidir. “Sen olmasaydın, felekleri yaratmazdım” hadis-i kudsîsi bu sırra işaret eder. Kâinatın yaratılışındaki en büyük maksat, Allah’ı tanımak ve O’na muhabbet etmektir. Bu maksadın en kâmil seviyede tecelli ettiği varlık, “Habibullah” (Allah’ın Sevgilisi) olan Hz. Muhammed’dir (s.a.v). O’nun nuru, kâinatın mayası ve hamurudur. O, varlığa mana katan “ruh”tur. O’nun risaletiyle, kâinat canlanmış ve hakiki manasına kavuşmuştur.
Cenab-ı Hak, O’nun bu cihan şümul vazifesini şöyle beyan eder:
> “(Ey Muhammed!) Seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.” (Enbiyâ Suresi, 21:107 – TDV Meali)
>
O, sadece insanlığın değil, bütün âlemlerin rahmetidir. Bu sebeple kâinatın ruhu ve hayatıdır.

4. Akıl ve Allah’ın Kayyumiyeti
* Allah’ın İlk Muhatabı Akıldır: Rivayetlerde geçen “Allah’ın ilk yarattığı şey akıldır” ifadesi, aklın ne denli büyük bir nimet ve mesuliyet aracı olduğunu gösterir. Akıl, ilâhî hitabı anlama, kâinat kitabını okuma ve iman hakikatlerini idrak etme kabiliyetidir. Allah, insanı akıl nimetiyle diğer mahlukattan üstün kılmış ve onu muhatap almıştır.
* Allah, Kâinatın Ruhu, Nuru ve Kayyum’udur: Bu ifade, Allah’ın varlıkla olan münasebetini en veciz şekilde özetler.
* Kayyum: Varlığı kendinden olan ve bütün varlıkları varlıkta tutan, ayakta durduran demektir. Bütün kâinat, her an O’nun “Kayyum” isminin tecellisiyle varlığını sürdürür. Eğer o tecelli bir an kesilse, her şey yok olur. Bu, “her şeyin Kayyumu O’dur” ifadesinin tam karşılığıdır. Ayet-el Kürsi bu hakikati en zirvede ders verir:
> “Allah, kendisinden başka hiçbir ilâh olmayandır. Diridir, her şeyin varlığı O’na bağlı ve dayalıdır.” (Bakara Suresi, 2:255 – TDV Meali’nin ilgili kısmı)
>
* Nur ve Ruh: Allah’ın kâinatın “Ruhu ve Nuru” olması, O’nun kâinata hayat veren, onu aydınlatan, ona mana kazandıran yegâne varlık olması demektir. O’nsuz her şey karanlık ve ölüdür.
> “Allah, göklerin ve yerin nûrudur…” (Nûr Suresi, 24:35 – TDV Meali’nin başlangıcı)
>
Düşündürücü Netice
Bütün bu noktaları birleştirdiğimizde şu muazzam tablo ortaya çıkar:
Kâinat, her zerresi ilâhî bir planla dokunmuş, manalı ve hikmetli bir kitaptır. Bu kitabın bütün muhtevası, ezelî ilimde mevcut olan Levh-i Mahfuz’da yazılıdır. Bu muazzam varlık âleminin idare merkezi, Arş’tır. Bu sessiz kâinat kitabının manasını ve aklını ifade eden, onu bize ders veren Kur’an-ı Kerim’dir. Bu kitabın en mükemmel anlayan ve yaşayan muallimi, kâinatın varlık sebebi ve hayat ruhu ise Peygamber Efendimiz’dir (s.a.v).
İnsana düşen vazife ise, kendisine bahşedilen akıl nimetini kullanarak bu kâinat kitabını ve onun tercümanı olan Kur’an’ı okumak, Peygamber’in (s.a.v) rehberliğinde hayatını şekillendirmek ve her an her şeyin dizginleri elinde olan, bütün varlığı ayakta tutan Kayyum olan Rabbine tam bir teslimiyetle kulluk etmektir.
Cenab-ı Hak, bu derinlikli tefekkürümüzü ve nazarımızı hakikatlere daha derinden nüfuz etmeye vesile kılsın.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
15/10/2025

ana Server.
Kâinâtın hafızası.
Genel arşiv.
Ve Allah ilk olarak kalemi yaratıp, ona yaz dedi.
Ve Levh-i mahfuz hafızası o andan beri yazmaktadır.
İnsan hafızasının kayıt yeri.
Levhi mahfuz;Bireysel kayıtların toplu kayıt yeri.
Arş ise, kâinatın atan kalbi.
Manen Kuran’ı Kerim kâinatın aklı ve Peygamber Efendimiz ise kâinatın ruhu mesabesindedir.
Kâinatın ilk madde- i aciniyesi yani hamuru ve mayası Peygamber Efendimizin nurudur.
Allah’ın ilk yaratıp muhatap aldığı şey akıldır.
Allah kâinâtın Ruhu ve Nurudur. Her şeyin Kayyumu O’dur.

*******

1. Levh-i Mahfuz: Kâinatın Hafızası ve İlâhî Arşiv
Levh-i Mahfuz, “Ana Server” ve “Genel Arşiv”dir. O, olmuş ve olacak her şeyin, zerrelerden galaksilere, ilk andan son ana kadar bütün hadiselerin ve varlıkların kayıt altında tutulduğu, Allah’ın ilminin bir tecelli mahalli olan korunmuş bir levhadır. O, kâinatın ve bütün mahlukatın hafızasıdır.
Bu hakikate Kur’an-ı Kerim şöyle işaret eder:
> “Gaybın anahtarları O’nun katındadır; onları O’ndan başkası bilmez. Karada ve denizde olanı da bilir. O bilmeksizin bir yaprak dahi düşmez. Yerin karanlıklarındaki bir tane, hiçbir yaş ve hiçbir kuru şey yoktur ki apaçık bir kitapta (kitâbin mübîn) bulunmasın.” (En’âm Suresi, 6:59 – TDV Meali)
>
Bu ayet-i kerime, Levh-i Mahfuz’un nasıl bir cihan şümul kuşatıcılığa sahip olduğunu gözler önüne serer. En küçük bir yaprağın hareketinden, en gizli bir tohuma kadar her şey o “apaçık kitapta” kayıtlıdır.
Yine, her şeyin önceden bu ilâhî hafızaya kaydedildiği şöyle beyan edilir:
> “Yeryüzünde ve kendi nefislerinizde uğradığınız hiçbir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce bir kitapta (Levh-i mahfuz’da) yazılmış olmasın. Şüphesiz bu, Allah’a göre kolaydır.” (Hadîd Suresi, 57:22 – TDV Meali)
>
Hikmet ve İbret:
Bu hakikati tefekkür etmek, insana hem büyük bir mesuliyet yükler hem de derin bir teslimiyet ve huzur verir. Bir yanda, en küçük amelimizin dahi kayıt altına alındığı şuuruyla hareket etme mesuliyeti (ene ve enaniyetten sıyrılarak); diğer yanda ise, başa gelen her hadisenin ilâhî bir plan ve ilim dahilinde olduğu bilgisiyle kadere rıza gösterme ve Allah’a tevekkül etme fazileti.

2. Arş: Kâinatın Atan Kalbi ve Hükümranlık Merkezi
Arş, mahlukatın en büyüğü ve en yükseğidir; kâinatın “atan kalbi” tabiri, onun varlık âlemindeki merkezî rolünü ne güzel tasvir eder. O, Allah’ın mutlak hükümranlığının, kudret ve azametinin tecelli ettiği makamdır. Nasıl ki kalp, bedene hayat pompalayan bir merkez ise, Arş da kâinatın nizam ve intizamının, ilâhî emirlerin ve fermanların tecelli ve icra merkezidir.
Rabbimiz, Arş üzerindeki mutlak hâkimiyetini şöyle beyan eder:
> “O, Rahmân’dır, Arş’a kurulmuştur.” (Tâhâ Suresi, 20:5 – TDV Meali)
>
Buradaki “kurulma” (istivâ), cismanî bir oturuş değil, kâinatı bütünüyle kuşatan, idare eden, her şeye hükmeden mutlak hâkimiyetin bir ifadesidir. Arş, bu sonsuz saltanatın merkezidir.

3. Kur’an ve Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem): Kâinatın Aklı ve Ruhu
Bu teşbih, tasavvuf ve hikmet geleneğinin en derinlikli nazarlarından biridir.
* Kur’an-ı Kerim’in Kâinatın Aklı Olması: Kâinat, sessiz ve harfsiz bir kitaptır. Her bir varlık, Allah’ın isim ve sıfatlarını gösteren bir kelimedir. Kur’an ise bu sessiz kitabın tercümanı, şifrelerini çözen ilâhî beyanıdır. O, varlığın niçin yaratıldığını, gayesinin ne olduğunu, hangi hikmetlere mebnî olarak işlediğini beyan eden “kâinatın aklı”dır. Kur’an olmasaydı, kâinat manasız bir oyuncak, insan ise başıboş ve gayesiz bir varlık olarak kalırdı.
* Peygamber Efendimiz’in (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) Kâinatın Ruhu Olması: O, kâinat ağacının hem çekirdeği hem de en mükemmel meyvesidir. “Sen olmasaydın, felekleri yaratmazdım” hadis-i kudsîsi bu sırra işaret eder. Kâinatın yaratılışındaki en büyük maksat, Allah’ı tanımak ve O’na muhabbet etmektir. Bu maksadın en kâmil seviyede tecelli ettiği varlık, “Habibullah” (Allah’ın Sevgilisi) olan Hz. Muhammed’dir (s.a.v). O’nun nuru, kâinatın mayası ve hamurudur. O, varlığa mana katan “ruh”tur. O’nun risaletiyle, kâinat canlanmış ve hakiki manasına kavuşmuştur.
Cenab-ı Hak, O’nun bu cihan şümul vazifesini şöyle beyan eder:
> “(Ey Muhammed!) Seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.” (Enbiyâ Suresi, 21:107 – TDV Meali)
>
O, sadece insanlığın değil, bütün âlemlerin rahmetidir. Bu sebeple kâinatın ruhu ve hayatıdır.

4. Akıl ve Allah’ın Kayyumiyeti
* Allah’ın İlk Muhatabı Akıldır: Rivayetlerde geçen “Allah’ın ilk yarattığı şey akıldır” ifadesi, aklın ne denli büyük bir nimet ve mesuliyet aracı olduğunu gösterir. Akıl, ilâhî hitabı anlama, kâinat kitabını okuma ve iman hakikatlerini idrak etme kabiliyetidir. Allah, insanı akıl nimetiyle diğer mahlukattan üstün kılmış ve onu muhatap almıştır.
* Allah, Kâinatın Ruhu, Nuru ve Kayyum’udur: Bu ifade, Allah’ın varlıkla olan münasebetini en veciz şekilde özetler.
* Kayyum: Varlığı kendinden olan ve bütün varlıkları varlıkta tutan, ayakta durduran demektir. Bütün kâinat, her an O’nun “Kayyum” isminin tecellisiyle varlığını sürdürür. Eğer o tecelli bir an kesilse, her şey yok olur. Bu, “her şeyin Kayyumu O’dur” ifadesinin tam karşılığıdır. Ayet-el Kürsi bu hakikati en zirvede ders verir:
> “Allah, kendisinden başka hiçbir ilâh olmayandır. Diridir, her şeyin varlığı O’na bağlı ve dayalıdır.” (Bakara Suresi, 2:255 – TDV Meali’nin ilgili kısmı)
>
* Nur ve Ruh: Allah’ın kâinatın “Ruhu ve Nuru” olması, O’nun kâinata hayat veren, onu aydınlatan, ona mana kazandıran yegâne varlık olması demektir. O’nsuz her şey karanlık ve ölüdür.
> “Allah, göklerin ve yerin nûrudur…” (Nûr Suresi, 24:35 – TDV Meali’nin başlangıcı)
>
Düşündürücü Netice
Bütün bu noktaları birleştirdiğimizde şu muazzam tablo ortaya çıkar:
Kâinat, her zerresi ilâhî bir planla dokunmuş, manalı ve hikmetli bir kitaptır. Bu kitabın bütün muhtevası, ezelî ilimde mevcut olan Levh-i Mahfuz’da yazılıdır. Bu muazzam varlık âleminin idare merkezi, Arş’tır. Bu sessiz kâinat kitabının manasını ve aklını ifade eden, onu bize ders veren Kur’an-ı Kerim’dir. Bu kitabın en mükemmel anlayan ve yaşayan muallimi, kâinatın varlık sebebi ve hayat ruhu ise Peygamber Efendimiz’dir (s.a.v).
İnsana düşen vazife ise, kendisine bahşedilen akıl nimetini kullanarak bu kâinat kitabını ve onun tercümanı olan Kur’an’ı okumak, Peygamber’in (s.a.v) rehberliğinde hayatını şekillendirmek ve her an her şeyin dizginleri elinde olan, bütün varlığı ayakta tutan Kayyum olan Rabbine tam bir teslimiyetle kulluk etmektir.
Cenab-ı Hak, bu derinlikli tefekkürümüzü ve nazarımızı hakikatlere daha derinden nüfuz etmeye vesile kılsın.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
15/10/2025

 




Hayatın Kaynağı ve İlâhî Nefha: Nefha-i İlâhiyye’nin Hikmeti

Hayatın Kaynağı ve İlâhî Nefha: Nefha-i İlâhiyye’nin Hikmeti

Hayatın kaynağı ve aslı; ve nefahtü fihi min ruhî .
Üfledi sonsuza uzanan ve bir çekirdek, tohum ve yumurta gibi nesiller boyu devam eden bir hayat.
Asıldan fasıla uzanan, iradeyle şekillenen ve kudretle var olup; o hayatlarında daha nice hayatlara hayattarlık yaptığı ilahi nefha.
Rahmetin Tezahürü.
Rahmı mader.
Fabrikalar üreten fabrikalar.
O da nasıl fabrikalar?
Şuurlu ve mazhar olduğu Yaratıcının sınırlı olan ve bir vahidi kıyasi nevinden irade ve benlik sahibi, gelişmeye ve gelişime müsait harika bir proje.

*******

1. Hayatın Menşei ve İlâhî Nefes

Kur’ân-ı Kerîm, insanın mahiyetini anlatırken, onun “ilâhî bir nefha” ile hayat bulduğunu bildirir. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
“Hani Rabbin meleklere, ‘Ben kupkuru bir çamurdan, şekillendirilmiş balçıktan bir insan yaratacağım. Onu şekillendirip içine kendi ruhumdan üflediğimde hemen ona secdeye kapanın!’ dedi.”
(Sâd Sûresi, 38/71-72, TDV Meali)
Bu ayet, “ve nefahtü fîhi min rûhî” hakikatinin en açık beyanıdır.
İlâhî kudret, cansız bir çamur yığınına hayat nefhasını üflemiş ve böylece, maddeye mana, toprağa ruh, cesede şuur giydirmiştir.
İşte bu nefha, sadece bir “nefes” değil, ebedî bir sır, bir ilâhî emanet; hayatın özüdür. Bu nefha, tohumda sümbül, çekirdekte ağaç, yumurtada kuş, rahm-ı maderde ise insan şeklinde her nesilde yeniden tezahür eden bir ilâhî kanundur.

2. Hayat: Kudretin En Mucizevî Tecellîsi

Hayat, kudretin en parlak tecellîsi, rahmetin en geniş tecellîgâhıdır.
Cenâb-ı Hak buyurur:
“O’dur ki ölüyü diriltir ve diriyi ölümle öldürür. Bütün işler O’na döndürülür.”
(Yûnus Sûresi, 10/56, TDV Meali)
Hayatın aslı, maddenin değil emrin âlemindendir. Nitekim Kur’ân şöyle bildirir:
“Sana ruhtan sorarlar. De ki: Ruh, Rabbimin emrindendir. Size bu hususta ancak az bir bilgi verilmiştir.”
(İsrâ Sûresi, 17/85, TDV Meali)
Demek ki hayat, laboratuvarlarda ölçülen bir madde, tartılan bir enerji değildir.
Hayat, emr-i İlâhînin bir nefhâsı, kudretin bir cilvesi, rahmetin bir hediyesidir.

3. Rahmetin Tezahürü ve Rahm-ı Mader

İlâhî rahmetin en müşahhas tecellîgâhı, rahm-ı mâderdir.
Orası, rahmet fabrikalarının en harikasıdır.
Bir damla sudan, bir insan vücudu inşa edilir.
Bir çekirdek, bir kâinat misali bir varlık hâline getirilir.
Bu hakikate Kur’ân’da şöyle işaret edilir:
“Sizi topraktan yaratan, sonra bir nutfeden var eden, sonra sizi erkek ve dişi kılan O’dur. Hiçbir dişi, O’nun bilgisi olmadan hamile kalmaz ve doğurmaz.”
(Fâtır Sûresi, 35/11, TDV Meali)
Ve yine:
“Biz insanı, karışık bir nutfeden yarattık; onu imtihan edelim diye işitici ve görücü kıldık.”
(İnsân Sûresi, 76/2, TDV Meali)
İşte bu “işitici ve görücü” olma hâli, o nefahtü fîhi min rûhî sırrının tezahürüdür.
Çünkü sadece beden değil, şuur, irade, sevgi, merhamet, vicdan, tefekkür gibi manevî cevherler de o nefhanın meyveleridir.

4. Fabrikalar Üreten Fabrikalar

İnsanın bedeninde ve tabiattaki canlılarda “fabrikalar üreten fabrikalar” vardır.
Bir hücre, kendi kendini kopyalayan, tamir eden, üreten ve emre itaat eden bir kudret mucizesidir.

Bir çekirdek, koca bir ağacın manevî projesini içinde taşıyor. Nasıl ki kudret o çekirdekten binlerce dal ve yaprağı çıkarıyor; öyle de bir nutfe-i insaniyede, insanın bütün istidat ve kabiliyetlerinin programı derc edilmiştir.

Bu bakımdan insan, kendi varlığında İlâhî kudretin sanatını temaşa eden bir aynadır.
Her nefes, hayatın yeniden ilka edildiği bir nefha-i rahmettir.

5. Ene, İrade ve İlâhî Vekâlet

İnsana “benlik” (ene) verilmiştir ki, mutlak Kudret’i tanımak için bir mizan olsun.
İrade, kudretin gölgesi; şuur, ilmin bir yansımasıdır.
Fakat bu emaneti taşıyabilen tek varlık insandır:
“Biz emaneti göklere, yere ve dağlara sunduk da onlar bunu yüklenmekten çekindiler, ondan korktular. Onu insan yüklendi. Doğrusu o çok zalim, çok cahildir.”
(Ahzâb Sûresi, 33/72, TDV Meali)
İşte bu ayet, insanın yüksek şerefini ve derin sorumluluğunu bildirir.
Zira “ruhî nefha” ile gelen şuur, aynı zamanda ilâhî vekâlet ve emanet yüküdür.

6. Hayatın Hikmeti: Hayatın Hayata Hayattarlığı

Hayat, sadece kendi varlığıyla değil, başka hayatlara hayattarlık yapmasıyla da manasını bulur.
Bir tohum, toprağa düşer; ölür gibi olur; sonra binlerce tohuma hayat verir.
Bir anne, rahminde taşıdığı evlatla hem kendi hayatını devam ettirir hem de yeni bir ruhun doğumuna vesile olur.
Bir âlim, ilmiyle başkalarının akıllarına hayat verir;
Bir şehid, kanıyla bir milletin ruhuna can üfler.
Kur’ân bu hakikati şöyle bildirir:
“Kim bir canı diriltirse, bütün insanları diriltmiş gibi olur.”
(Mâide Sûresi, 5/32, TDV Meali)

7. Netice ve Hikmetli Hülâsa

Hayat, “nefahtü fîhi min rûhî” sırrının bir tecellîsidir.
O nefha, bir defalık bir üfleme değil; her an yenilenen bir feyz, sürekli akan bir rahmettir.
Kudret, o nefha ile cansız maddeye can, akılsız toprağa şuur, sessiz varlığa nida vermiştir.
Bu itibarla insan, kendi varlığında “Allah’ın kudretini, rahmetini ve hikmetini” seyreden bir âlemdir.
Ve her insan, asıl kaynağından gelen o nefha-i İlâhiyye’nin bir yankısı, bir aksidir.

Son Söz

“Ey insan! Kendini küçük bir cisim zannetme. Zira sende koca bir âlem dürülmüştür.”
(Hz. Ali – k.v.)
Ve o âlemin merkezinde, “nefahtü fîhi min rûhî” sırrıyla üflenen,
hayata hayat katan o İlâhî nefes parlamaktadır…

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
14/10/2025

 




Kalbin Gölgesi, Âlemin Aynası

Kalbin Gölgesi, Âlemin Aynası

“İ‘lem eyyühe’l-azîz! Şu görünen umûmî âlemde her insanın hususî bir âlemi vardır. Bu hususî âlemler umûmî âlemin aynıdırlar. Yalnız umûmî âlemin merkezi şemstir. Hususî âlemin merkezi ise, şahıstır. Her hususî âlemin anahtarları o âlemin sâhibinde olup, letâifiyle bağlıdır. O şahsî âlemlerin safveti, hüsnü, kubhu, ziyâsı ve zulmeti, merkezleri olan eşhâsa tâbi‘dir. Evet, aynada irtisâm eden bir bahçe hareket, tagayyür ve sâir ahvâlinde aynaya tâbi‘ olduğu gibi; her şahsın âlemi de merkezi olan o şahsa tâbi‘dir. Gölge ve misâl gibi. Binâenaleyh cisminin küçüklüğüne bakıp da günahlarını küçük zannetme. Çünki kalbin kasâvetinden bir zerre, senin şahsî âleminin bütün yıldızlarını küsûfa uğrattırır.”

*********

“İ‘lem eyyühe’l-azîz! Şu görünen umûmî âlemde her insanın hususî bir âlemi vardır… Kalbin kasâvetinden bir zerre, senin şahsî âleminin bütün yıldızlarını küsûfa uğrattırır.”
(Bediüzzaman Said Nursî – Mesnevî-i Nuriye, RNK.)
İnsan küçük bir varlık değildir.
Zira insan, kâinatın bir misali, bir özeti, bir numunesidir.
Dışıyla madde âlemine, içiyle mânâ âlemine bağlıdır.
Kâinatın merkezinde güneş ne ise, insanın merkezinde kalp odur.
Kâinatın nuru güneşten gelir; insanın nuru kalpten yayılır.
Bediüzzaman bu hakikati şöyle tasvir eder:
Her insanın içinde, umûmî âlemin bir küçük misali vardır.
Her bir insan, kendi âleminin merkezidir.
O âlemin renkleri, ışığı, huzuru veya karanlığı, onun kalbinin haline göre şekillenir.

🌙 İnsanın Âlemi: Kalbin Aynasında Bir Kâinat

İnsanın kalbi, bir aynadır.
Bu ayna berraksa, onda güneşin nuru parlar.
Ama eğer o ayna kirlenmişse, paslanmışsa, kasvetle kaplanmışsa,
güneş orada doğsa bile, ışık yansımaz.
Bediüzzaman der ki:
“Kalbin kasâvetinden bir zerre, senin şahsî âleminin bütün yıldızlarını küsûfa uğrattırır.”
Ne ince bir ölçü!
Bir kalp katılığı, bir günah gölgesi,
bir kibir, bir riya, bir nankörlük,
insanın iç dünyasındaki yıldızları söndürür.
İnsan, dışarıda parlak bir hayata sahip olsa bile,
içinde zifiri bir gece başlar.
İçinde nur olmayan, dış âlemde ışığı bulamaz.
Çünkü dış âlem, iç âlemin bir yansımasıdır.

🌞 Güneş Dışta Değil, İçtedir

Umûmî âlemin merkezinde güneş vardır.
Ama senin şahsî âleminin merkezinde kalp vardır.
Güneşin batmasıyla dış âlem kararır;
kalbin sönmesiyle, insanın bütün iç dünyası kararır.
Dünyayı karanlık sanırsın, oysa karanlık sensin.
Çünkü her şeyin rengi, nazarının rengine boyanır.
Eğer kalbin siyahsa, nur bile sana gece görünür.
Eğer kalbin saf ise, gecede bile yıldızların nûrunu görürsün.

🌿 Küçük Günah, Büyük Zulmet

Bediüzzaman’ın “Cisminin küçüklüğüne bakıp da günahlarını küçük zannetme” ikazı,
insan için büyük bir uyarıdır.
Zira günah, sadece dışta işlenen bir fiil değil; kalbi karartan, âlemi bulandıran bir gölgedir.
Bir damla mürekkep, berrak suya düşse,
bütün kabı kirletir.
Bir kibrit, bir ormanı yakar.
Bir kasvet damlası, iç âleminin yıldızlarını söndürür.
Senin kalbindeki karanlık,
yalnız seni değil, senin nazarında bütün kâinatı da karartır.

🌸 Kalbini Temizle, Âlemin Güzelleşsin

Kâinatın güzelliği, senin kalbinin aynasındadır.
Kalp arınırsa, âlem nurlanır.
Kalp kasvetlenirse, her şey gölgelenir.
Ruhun kirlenirse, güneş bile sana karanlık görünür;
gözün bozulursa, sabahı gece sanırsın.
Onun için insanın en büyük işi,
dış âlemi değiştirmek değil, kendi kalbini temizlemektir.
Çünkü:
“Her şey, nazarına göre şekil alır.”
(Mesnevî-i Nuriye)
Kalbini nurlandır, bakışın değişsin;
bakışın değişsin, âlemin değişsin.
Bir karanlık kalp, bütün bir âlemi karanlık görür.
Bir aydın kalp, taşta bile Rahmet-i İlâhîyi okur.

🌺 İnsanın Âlemi: Bir Sorumluluk Sahası

Her insan kendi âleminin hükümdarıdır.
Kalbini ihmal eden, kendi ülkesini yıkar.
Nefsini terbiye eden, iç âleminde adalet kurar.
Her bir duygusu, o iç ülkenin bir vilayetidir.
Göz, kulağa; dil, kalbe tâbidir.
Kalbin yönü Hakk’a dönükse, bütün âlem Hakk’ı zikreder.
Kalbin yönü nefse dönükse, bütün varlık sana dar gelir.

🌷 Sonuç: Âlemi Değil, Kendini Islah Et

🌿 “Bir zerre kasvet, yıldızları söndürür.”
Bu cümle, kalp terbiyesinin en özlü ifadesidir.
İnsan, dış âlemi değil, kendi iç âlemini düzeltirse saadet bulur.
Çünkü dış âlem, iç âlemin aynasıdır.
İnsanın kurtuluşu, kalbinin safiyetindedir.
Kalbin nuru, imandır; parlatıcısı zikirdir; cilası muhabbettir.
İmanla parlayan kalp, bütün kâinatı nurlandırır.
Kasvetle kararan kalp, yıldızları bile söndürür.

🌞 Netice

Ey insan!
Kâinatın düzeni sana baktırır, seni konuşturur.
Sen, küçücük bir cisim içinde,
bütün bir âlemin nurunu da, zulmetini de taşıyorsun.
Unutma:
Dünya kalbine sığar; kalbin kararırsa, dünyan kararır.
Kalbin nurlanırsa, kâinat seninle parlar.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
14/10/2025




İNÂYET-İ SEB’A

İNÂYET-İ SEB’A

“İnayeti seb’a” (عِنَايَتِ سَبْعَة), yani “yedi inayet”, Risale-i Nur Külliyatı’nda geçen derûnî ve hikmetli bir kavramdır. “İnayet” kelimesi Arapça “عناية” kökünden gelir; manası özel ilâhî yardım, koruma, lütuf, teveccüh demektir.
“Seb’a” ise yedi anlamındadır.
Dolayısıyla “inayeti seb’a”, Cenâb-ı Hakk’ın kuluna ihsan ettiği yedi türlü özel yardım ve himaye mertebesi demektir.
Bu tabir, özellikle Risale-i Nur’un talebelerine ve iman hizmetine dair bahislerde geçer.

📜 Manasıyla Beraber: “İnayeti Seb’a”nın Mertebeleri

1. İnâyet-i Rubûbiyet

Cenâb-ı Hakk’ın kulunu yaratması, rızkını vermesi, onu idare etmesi.
Yani her varlığın rabbi tarafından gözetilmesi ve ihtiyaçlarının temin edilmesi.
“Rabbinin inayetiyle sen delirmedin.”
(Tûr, 52/48 — TDV Meali)
Bu mertebe umumî inayettir; bütün mahlûkatı kapsar.

2. İnâyet-i Rahmâniyet

Cenâb-ı Hakk’ın kuluna şefkat, merhamet ve rahmet eliyle imdat etmesidir.
İnsanın en aciz zamanında Rahmân isminin bir cilvesiyle yardım bulmasıdır.
Bu, özel bir rahmet inayetidir.

3. İnâyet-i İlâhiyye

Cenâb-ı Hakk’ın kullarından sevdiklerine hususî olarak gösterdiği koruma ve hidayet inayetidir.
Kişi, gaflete düşse de ilâhî bir el onu kaldırır.
“Allah, müminlerin velîsidir; onları karanlıklardan nura çıkarır.”
(Bakara, 2/257)

4. İnâyet-i Kur’âniyye

Kur’ân-ı Kerîm’in rehberliğiyle gelen inayettir.
İnsan kendi başına bulamayacağı hakikatlere Kur’ân’ın nuru sayesinde ulaşır.
Risale-i Nur’da bu mertebe çok vurgulanır:
“Risale-i Nur, doğrudan doğruya Kur’ân’ın bir manevi mu’cizesidir.”

5. İnâyet-i Muhammediyye (aleyhissalâtü vesselâm)

Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm)’in sünneti, duası ve ruhaniyetinin ümmetine olan teveccühüyle gelen inayettir.
Bu, ümmet-i Muhammediyye’ye has bir inayettir.
“Ve mâ erselnâke illâ rahmeten li’l-âlemîn.”
(Enbiyâ, 21/107)
“Biz seni âlemlere rahmet olarak gönderdik.”

6. İnâyet-i Nuriyye

İman nurunun kalbe yerleşmesi, şüphe ve dalâletten korunmak demektir.
Bu, özellikle Risale-i Nur’un hizmetinde tecelli eden inayettir.
Bediüzzaman bu mertebeye, “İman hizmetinde bulunanların korunması ve muvaffakiyeti” manasını verir.

7. İnâyet-i Sırr-ı İhlâsiyye

En yüksek mertebedir.
Kulun bütün amellerini yalnız Allah rızası için yapmasıyla gelen ihlâs ve sadakat inayetidir.
Üstad bu inayeti “Risale-i Nur talebelerinin arasında devam eden ihlâs sırrı” olarak açıklar:
Bu hizmette ihlâsı kıran, inayeti kaçırır.

🌸 Netice:

İnayeti seb’a, kulun hayatında rubûbiyetten ihlâsa kadar uzanan yedi dereceli bir ilâhî koruma zinciridir.
Her bir mertebe, bir üst mertebeye hazırlık gibidir.
Bu mertebeleri elde eden bir mü’min, artık nefsin, şeytanın, tabiatın ve hevânın esaretinden kurtulur, doğrudan Cenâb-ı Hakk’ın himayesine girer.

******

“İnâyet-i seb’a” (yani yedi inayet) tabiri Risale-i Nur Külliyatı’nda özellikle Mesnevî-i Nuriye ve Sözler gibi eserlerde yer alan, Cenâb-ı Hakk’ın kuluna olan yedi türlü özel yardım, lütuf ve ihsanını ifade eden bir kavramdır.
Bu “inayetler”, kulun mânevî terakkî yolunda, nefsin, tabiatın ve şeytanın engelleri karşısında Allah’ın hususî yardımını temsil eder.

🌸 1. İnâyet Kavramı

İnâyet, Arapça “عناية” kelimesinden gelir;
manası “özel yardım, şefkatli koruma, ilahî lütuf ve teveccüh” demektir.
Yani Allah Teâlâ’nın kulunu, hususî bir şekilde gözetmesi, ona rahmet nazarıyla muamele etmesidir.
Kur’ân’da buna delalet eden çok ayet vardır. Meselâ:
وَاللّٰهُ وَلِيُّ الْمُؤْمِنِينَ
“Allah mü’minlerin dostudur.” (Âl-i İmrân, 3/68)
veya
إِنَّ رَبِّي لَطِيفٌ لِمَا يَشَاءُ
“Şüphesiz Rabbim, dilediği şeyi ince bir hikmetle idare eder.” (Yusuf, 12/100)
İşte bu Latîfiyet ve velâyet, kulun üzerine inâyet suretinde tecellî eder.

🌿 2. Risale-i Nur’da “İnâyet-i Seb’a”nın Mânâsı

Bediüzzaman Said Nursî, “inâyet-i seb’a” ifadesini birkaç yerde kullanır.
Özellikle Mesnevî-i Nuriye, Habbe ve Katre risalelerinde geçen bu tabir, Cenâb-ı Hakk’ın yedi mertebede kuluna uzattığı inayet elini anlatır.
Bu yedi inayet, kalbin terakkîsi, ruhun saflaşması, aklın nurlanması ve insanın nefisten kurtulup Hakk’a yönelmesi sürecinde tecellî eder.

🌺 3. İnâyet-i Seb’a’nın Muhtemel Yedi Mertebesi

Kaynaklarda açık şekilde tek tek sayılmasa da, Bediüzzaman’ın külliyatındaki manalar bütünleştirildiğinde bu yedi inayet şöyle özetlenebilir:

1️ İnâyet-i Rubûbiyet

Cenâb-ı Hak kulunu yaratır, terbiye eder, bütün hâl ve ihtiyacını idare eder.
Bu, varlık sahasına çıkarılan her varlığa yapılan umûmî inayettir.
“Rabbinin her şeyi hikmetle idare ettiğini görmüyor musun?”

2️ İnâyet-i Hıfz (Koruma İnayeti)

Kul günaha, tehlikeye veya sapmaya meyletse bile, Allah onu muhafaza eder.
Bu, “takvâ sahiplerini koruyan” rahmet elidir.
“Allah, takvâ sahiplerinin velisidir.”

3️ İnâyet-i Hidayet

Kulun kalbine bir nur, aklına bir idrak, yoluna bir işaret konur.
İnsanı doğruya yönelten ilahî bir sevktir.
“Allah, dilediğini dosdoğru yola iletir.”

4️ İnâyet-i Fıtrat

İnsanın yaratılışında, onu Hakk’a götürecek işaretlerin bulunmasıdır.
Vicdan, merhamet, akıl gibi latîfeler bu inayetin yansımalarıdır.

5️ İnâyet-i Risâlet

Peygamberlerin gönderilmesi, Kur’ân’ın indirilmesi, rehberlerin varlığı,
hep birer ilahî inayettir.
“Andolsun ki içlerinden, kendilerine Allah’ın âyetlerini okuyan, (kötülüklerden ve inkârdan) kendilerini temizleyen, kendilerine Kitap ve hikmeti öğreten bir Peygamber göndermekle Allah, müminlere büyük bir lütufta bulunmuştur. Halbuki daha önce onlar apaçık bir sapıklık içinde idiler.” (Âl-i İmrân, 164)

6️ İnâyet-i Velâyet

İnsan kendi nefsiyle cihad ederken, Allah ona manevî yardım eder;
kalbine ilhamlar gelir, yol gösterilir.
Bu, Allah dostlarının yaşadığı hususî bir inayettir.

7️ İnâyet-i Cemâl ve Muhabbet

Son mertebede kul, Allah’ın cemâline ve rızasına mazhar olur.
Aşk mecazdan hakikate geçer; artık kul Allah’ı sever, Allah da onu sever.
“Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler.” (Mâide, 54)

🌹 4. Aşkın Mecazdan Hakikate Geçişiyle Bağlantısı

İnâyet-i seb’a, aslında aşkın seyridir.
Yani insanın nefsî, beşerî sevgiden ilahî muhabbete yükselme yolculuğundaki ilahî yardımların basamaklarıdır.
Mecazî aşk, kalbi yakar; o yanış temizlenmeyi getirir;
temizlenen kalp inâyetle hakikî aşka yönelir.

🌼 5. Sonuç: İnâyet-i Seb’a’nın Hikmeti

İnâyet-i seb’a, Allah’ın kuluna olan rahmetinin mertebeli tecellîsidir.
Her kul, kendi istidâdı ölçüsünde bu yedi inâyetten pay alır.
Kimisi sadece hıfzda kalır, kimisi risâlet nurundan istifade eder,
kimisi velâyet ve muhabbet mertebesine erer.
Yani “İnâyet-i Seb’a”,
beşeriyetin zulmetinden ubûdiyetin nuruna uzanan yedi rahmet elidir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
14/10/2025

 




DEF-İ ŞERRİN HİKMETİ: KAYBETMEMEYİ KAZANMAK

DEF-İ ŞERRİN HİKMETİ: KAYBETMEMEYİ KAZANMAK

Kazanmaya değil, kaybetmemeye odaklanmak.
Tıpkı hayrı celbetmek değil, şerri defetmektir.
Veya gündüzü getirmekten ziyade, geceyi götürmektir.
Çünkü geceyi götürmede sürekli bir gündüz hali yaşamak vardır.
Şerri götürmede de, hayrın sürekli kalıcılığı söz konusudur.
Zaten insanın en büyük kazancı, o kazancını kaybetmemesidir.
Onun için mecellenin esasıdır ;
Def’i şer, celb-i nef’a racihtir.

*******

İnsanın hayat yolculuğu, kazanmaktan ziyade kazandığını muhafaza etme mücadelesidir. Çünkü her kazanılan şey, kaybetme ihtimaliyle imtihan edilir. Nice servetler, şöhretler, makamlar, hatta faziletler vardır ki, kazanılmış; fakat korunamamıştır. Onun için en büyük kazanç, kaybetmemektir. İşte bu hikmetli düstur, Mecelle’nin temel kaidelerinden biri olan şu kelamda ifadesini bulur:
“Def’-i şer, celb-i nef’a racihtir.”
Yani “Bir kötülüğü gidermek, bir faydayı kazanmaktan daha üstündür.”
Bu düstur, yalnız hukukta değil, hayatın bütün alanlarında geçerli bir hikmettir. Zira bazen kötülüğü bertaraf etmek, bin hayır kapısının açılmasına vesile olur. Nasıl ki geceyi kaldırmadan gündüzü getirmek mümkün değildir; şerri defetmeden de hayrın tam manasıyla zuhuru olmaz.
Kur’ân-ı Hakîm bu hakikati şöyle bildirir:
“Size iyilikten ne gelirse Allah’tandır; kötülükten de ne gelirse kendindendir.”
(Nisâ, 79 — TDV Meali)
Bu ayet, insanın kendi nefsinde ve hayatında meydana gelen musibetlerin, çoğu zaman kendi eliyle davet ettiği kötülüklerden doğduğunu haber verir. Yani, şer defedilmezse hayır kalıcı olmaz.
Tarih boyunca milletlerin çöküşü, genellikle kazançlarını koruyamamaktan, zaferlerinin ardından gelen gafletten olmuştur. Osmanlı’nın son asırlarında maddî fetihler yerini manevî zafiyetlere bıraktığında, kazandığını kaybetme devri başlamıştı. Zira düşman, kaleyi dışarıdan değil, içeriden fethetmeye başlamıştı.
Def’i şer, sadece kılıçla değil; nefisle, hırsla, enaniyetle mücadele etmektir. Zira en büyük düşman, insanın kendi içindedir. Nefsin şerre meyli bertaraf edilmedikçe, dış dünyanın bütün zaferleri birer serap olur. Hazret-i Peygamber (aleyhissalâtü vesselâm) bu derûnî cihadı şöyle ifade eder:
“Küçük cihaddan büyük cihada dönüyoruz.”
Sahabeler sordular: “Ya Resûlallah, büyük cihad nedir?”
Buyurdu ki: “Nefisle yapılan cihaddır.”
İşte bu, def’i şerrin en yüce mertebesidir: Nefsin şerrini defetmek.
Bir insan, hayrı celbetmek için uğraşabilir; mal, makam, itibar kazanabilir. Lakin şerri defetmezse, bütün kazançları bir anda elinden uçabilir. Tıpkı bir geminin içindeki suyu boşaltmadan hızla yol almaya çalışması gibi… O su boşaltılmadıkça, gemi ne kadar büyük olursa olsun, bir gün batmaya mahkûmdur.
Bu yüzden, def’i şer; korumak, muhafaza etmek, dengeyi sürdürmektir. Hayrı celb ise çoğu zaman genişletmektir. Fakat genişleyen bir alan, temeli sağlam değilse, bir rüzgârla yıkılabilir.
İmam Gazâlî der ki:
“Bir kötülükten sakınmak, bin iyilik işlemeye denktir. Çünkü kötülük, iyiliği iptal eder.”
Gündüzü getirmek değil, geceyi kaldırmaktır esas olan. Zira gece kalkınca, gündüz kendiliğinden doğar. Hayrı celbetmek için didinmeden önce, şerri defetmeyi öğrenmek gerekir. Kalpteki kin, haset, kibir, gaflet ve enaniyet defedilirse; kalbin güneşi olan iman, kendi nuruyla doğar.
O halde, insanın en büyük zaferi, kaybetmemek; en büyük kazancı, muhafazadır. Çünkü Rabbimiz, insana emaneti yüklemiş, onu yeryüzünde halife kılmıştır. Halifelik, kazanmak değil; emanetini korumaktır.
Netice olarak;
Def’i şer, celb-i nef’a racihtir.
Çünkü şerri defetmek, hayrın devamına; hayrı celbetmek ise bazen gurura, gaflete kapı açar.
Bir milletin, bir insanın, bir kalbin saadeti; şerri defetme basiretinde gizlidir.
Zira hakiki kazanç, kaybetmemekte; hakiki zafer, kaybı engellemekte; hakiki nur, geceyi gidermekte saklıdır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
14/10/2025