BAŞA DÖNÜŞ: İLK GÜNAHTAN SON TUZAĞA

BAŞA DÖNÜŞ: İLK GÜNAHTAN SON TUZAĞA

İnsanlık, ilk hatasını bir meyveyle değil, bir açılışla yaptı.
Cennette gizlenmesi emredilen bir noktanın açılmasıyla, “örtü” kalktı; sırlar açığa çıktı; edep duvarı yıkıldı.
O gün yasak meyveden önce, “göz” yanıldı.
Ve o yanılgıdan, bugüne dek süren bir imtihan doğdu: Avretin açılması.
Âdem’in cennetten çıkarılışına sebep olan şeytan, dünyada maskesini değiştirdi.
Artık görünmez bir fısıltı değil; medya, moda, şöhret ve ihtirasla süslenmiş bir sistemdir.
Cennette fısıldayan yılan, dünyada insan suretine büründü.
Adı: Siyonizm, Mossad, ve küresel ifsat şebekesi.

Tarih Tekerrür Ediyor

Cennetten çıkışın bahanesi “örtünün açılmasıydı”.
Bugün ise insanlığın dünyadan kovulma vesilesi, yine aynı perdenin yırtılması olacaktır.
Bir milletin yıkımı da, bir medeniyetin çöküşü de çoğu kez iffetin yitimiyle başlar.
Tarih bunun sayısız örneğine şahittir:
Roma, sefahatle çöktü;
Endülüs, ahlâk zaafıyla yıkıldı;
Osmanlı, Tanzimat’la birlikte edep çizgisini kaybetti.
Ve şimdi, Batı uygarlığı kendi eliyle, kendi “ahlâk kanalizasyonunu” patlattı.
Epstein hadisesi bir “şahıs suçu” değil; bir medeniyetin çürümesinin sembolüdür.
Cennet gibi görünen malikânelerde, cehennemî işler döndü.
Servet, şehvetle birleşti; kudret, zulümle.
Ve nihayet, o maskeli dünya kendi pisliğinde boğulmaya başladı.
Kokular artık gizlenemiyor.
Kanalizasyon patladı; sular ısınıyor.

Modern Şeytanın Tuzağı

Epstein’ın kurduğu ağ, bir tek adamın değil, bir zihniyetin eseridir.
Kadını meta hâline getiren, iffeti ayaklar altına alan, bedeni ticaretin nesnesine çeviren bu sistemin adı: Modern Cahiliye.
O dönemde kız çocukları diri diri gömülürdü,
bugün ise onların ruhları ekranlarda, podyumlarda, reklamlarda gömülüyor.
Beden satılmıyor belki, ama “edep” satılıyor.
İşte bu, şeytanın son ve en kurnaz oyunudur.
O yüzden, bir hadis-i şerifte Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurur:
“Zina, bir toplumda yayılırsa, Allah onlara daha önce görülmemiş hastalıklar gönderir.” (İbn Mâce, Fiten, 22)
Bugün bu hüküm, ilahi adaletin bir yankısı gibi karşımızda duruyor.
Şöhret, şehvet, servet üçgeninde dönen bir dünya kendi ilahını kendi eliyle yonttu.
Lakin ilahlar düşüyor, maskeler yırtılıyor, oyunlar bozuluyor.

İlahi Adalet Tecelli Eder

Hiçbir şey gizli kalmaz.
Cennetteki hatayı Allah açığa çıkardı, dünyadaki oyunları da O ortaya döker.
Epstein’ın dosyası kapanmadı; çünkü bu mesele mahkeme salonlarında değil, ilahi mizanlarda hükme bağlanacaktır.
Bugün Trump, yarın başkaları…
Kim olursa olsun, zulmün ve fuhşun üzerine bina edilen her saltanat çökecektir.
İnsanın en büyük düşmanı şeytandır, ama şeytanın en büyük silahı utanmazlıktır.
Bir toplumdan haya giderse, her şey gider.
Zira edep, hem cennetin anahtarı, hem dünyanın direğidir.

KONUYLA ALAKALI AYETLER

1. A‘râf Sûresi, 27. Ayet:
“Ey Âdemoğulları! Şeytan, ana-babanızı avret yerlerini kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak cennetten çıkardığı gibi sakın sizi de aldatmasın…”
2. Nûr Sûresi, 19. Ayet:
“İman edenler arasında hayâsızlığın yayılmasını isteyenler için, dünya ve âhirette can yakıcı bir azap vardır. Allah bilir, siz bilmezsiniz.”
3. İsrâ Sûresi, 32. Ayet:
“Zinaya yaklaşmayın. Çünkü o, son derece çirkin bir iştir ve çok kötü bir yoldur.”
4. Hac Sûresi, 41. Ayet:
“Onlar ki, kendilerini yeryüzünde güçlendirdiğimizde, namazı kılarlar, zekâtı verirler, iyiliği emreder, kötülükten sakındırırlar. İşlerin sonu Allah’a varır.”

ÖZET

Cennetten çıkış, avretin açılmasıyla başlamıştı; insanlığın dünyadaki çöküşü de aynı sebeple sürmektedir.
Şeytanın cennette kurduğu tuzağı, bugün modern düzen sürdürmektedir.
Epstein olayı bu zincirin bir halkasıdır; bir milletin ya da bir şahsın değil, bütün bir sistemin ahlaki çöküşünü göstermektedir.
Lakin ilahi adalet şaşmaz.
Her örtü kalktığında hakikat de açığa çıkar.
Ve sonunda, “örtü”ye sahip çıkanlar kurtulacak; edepsizliğe sapanlar kendi kurdukları çukura düşecektir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
13/11/2025




MANŞETLERİN ORTAK DİLİ

MANŞETLERİN ORTAK DİLİ

12 Kasım 2025 tarihli gazete manşetleri, Türkiye’nin içinden geçtiği süreci, toplumsal ve siyasî hayatındaki derin tezatları ortaya koyan, asrın en ibretlik ve düşündürücü manzaralarından birini tasvir etmektedir.
Bu manşetlerden hareketle hazırlanan, günün küllî (bütüncül) ruhunu tahlil eden “vurucu” ve “ibretli” bir makale aşağıdadır:

🔥 Bir Tarafta Şehadet, Bir Tarafta Siyaset: 12 Kasım’ın Vurucu İbreti
Tarih, bazı günleri milletlerin hafızasına silinmez bir mühürle kazır. 12 Kasım 2025, böyle bir gündür. Bu tarih, birbiriyle taban tabana zıt iki büyük hadisenin aynı anda vicdanlara çarptığı, “ibret” kelimesinin manasını en ağır şekliyle idrak ettiğimiz bir dönemeç olmuştur.
Gazete manşetlerinin bir yüzü, milletçe yüreğimize düşen ateşi haykırmaktadır: “Herkül Faciası”, “Yüreğimiz Yandı”, “Askeri Kargo Uçağı Düştü”, “Şehitlerimiz Var”.
Bu manşetler, vatan müdafaası için vazife başında olan evlatlarımızın şehadet şerbetini içtiği millî bir yası ilân etmektedir. Bu haberin olduğu yerde söz biter; geriye sadece dua, rahmet ve milletçe kenetlenme zarureti kalır. Bu, fedakârlığın, adanmışlığın ve bu topraklar için ödenen bedelin en ulvî, en acı tasviridir.

Ancak, aynı günün gazete sayfalarını çevirdiğimizde, tam bir tezatla sarsılıyoruz. Millî yasın hemen yanında, Türkiye’nin siyasî ve idarî hayatının temellerini sarsan, “asrın davası” olarak nitelendirilen bir başka hadise durmaktadır.
Manşetler, bu defa bambaşka bir lisan kullanmaktadır: “Ekrem İmamoğlu’na Rekor Hapis İstemi”, “2 Bin 430 Yıl Hapis İstemi”, “Suç Eko Sistemine 2352 Yıl”, “Tarihin En Büyük Soygun Davası”, “İktidar Özü: Suç Örgütü”, “Borsayı Çökerten İBB İddianamesi”.

Bu, 12 Kasım’ı “asrın haberi” yapan asıl ibretlik noktadır.
Bir yanda vatan için canını feda eden “Devlet”in kahraman evlatları; diğer yanda “Devlet”in imkânlarını kullanarak “suç örgütü” kurmakla, “160 milyar liralık vurgun” yapmakla ve “Devleti ele geçirmek”le itham edilen bir idarî yapı…

Bu manzarayı “düşündürücü” kılan nedir?

Bu hadise, basit bir siyasî çekişme veya rutin bir yolsuzluk iddiasının çok ötesindedir. İddianamede yer alan suçlamaların vahameti (“suç örgütü”, “terör bağlantısı”, “kamuyu 30 yılda 160 milyar zarara uğratma”), talep edilen cezanın astronomik seviyesi (“2430 yıl”) ve karşı tarafın bu davayı “hukukî değil, tamamen siyasi” olarak nitelemesi; Türkiye’nin ne kadar derin bir beka ve nizam mücadelesi içinde olduğunu göstermektedir.

Manşetlerden biri, bu iki zıt hadiseyi tek bir cümlede özetler gibidir: “Devlet Unutmaz”.
Devlet, şehidini de unutmaz; iddialara göre kendisine kasteden, milletin milyarlarca lirasını soyan veya bir “suç eko sistemi” kuran yapıyı da unutmaz. 12 Kasım 2025, bu iki hakikatin aynı anda tecelli ettiği gündür.
Bu, “ibretli” bir derstir. Çünkü bu manzaralar bize, bir milletin aynı anda hem en yüksek “fazileti” (şehadet) hem de en derin “zafiyet” iddialarını (yolsuzluk ve örgütlü suç) yaşayabileceğini göstermiştir.

Netice olarak;
12 Kasım’ın vurucu mesajı şudur: Bir milletin yüreği şehitleri için yanarken, aynı milletin idarecileri “tarihin en büyük soygunu” ile itham edilebiliyorsa, orada durup düşünmek gerekir. Bu gazete manşetleri, bizlere fani makamların, siyasî kavgaların ve milyarlarca liralık servetlerin, şehitlerimizin kanıyla korunan “vatan” mefhumu yanında ne kadar ehemmiyetsiz kaldığını; ancak bu ehemmiyetsiz hırsların, o mukaddes yapıya ne kadar büyük zararlar verebileceğini göstermiştir.
Asrın haberi, bir facia veya bir iddianame değil; bu ikisinin aynı güne sığdığı, fazilet ile ihanet iddialarının aynı sayfada yer aldığı bu acı tablonun bizzat kendisidir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
12/11/2025




İSRAİL’İN KENDİ KAZDIĞI KUYU: HAKİKATİN ORTAYA ÇIKIŞI

İSRAİL’İN KENDİ KAZDIĞI KUYU: HAKİKATİN ORTAYA ÇIKIŞI

Bir millet vardır ki, tarihi boyunca zulmü kendine hak, merhameti zaaf sanmıştır.
Mazlumun gözyaşını silmek yerine, o gözyaşını ganimet saymıştır.
İşte o milletin adı, bugün yeryüzünün vicdanını kanatan İsrail’dir.
İnsanlık, Sde Teiman denen o karanlık hapishanede işlenen vahşeti öğrenince bir kez daha utandı insan olmaktan.
Ancak daha ibret verici olan, bu karanlığı ifşa eden bir kadının —eski Askerî Başsavcı Yifat Tomer-Yerushalmi’nin— kendi milletinin eliyle susturulmaya çalışılmasıdır.
Zira hakikati söylemek, zulmün payandası olmuş bir devlette en büyük suçtur.
Bu olay, yalnız bir “intihar vakası” değil; çürümüş bir vicdanın çığlığıdır.
İsrail, kendi eliyle kendi ipini çekmektedir.
Zira tarih boyunca zulümle abat olan hiçbir millet, o zulmün altında ezilmeden varlığını sürdürememiştir.
Firavun, Musa’yı boğmak için denize girmişti; fakat deniz onu yuttu.
Nemrut, ateşle tehdit etti; ama ateş İbrahim’e serinlik, Nemrut’a helâk oldu.
Bugün de İsrail, mazlum Filistinliyi boğmaya çalışırken, kendi nefesini kesmektedir.
Zulümle abad olunmaz; çünkü zulüm, kendi celladını içinde taşır.
Yifat Tomer-Yerushalmi, bir milletin karanlık yüzüne ayna tutmuştu.
O aynada görülen yalnızca bir tecavüz vakası değil; aynı zamanda bir devletin ruhundaki çürümenin tasviriydi.
İsrail, bu aynayı kırmakla yüzünü aklayabileceğini sandı.
Hâlbuki kırılan ayna değil, kendi suretidir.
Tarih, bugünleri yazacaktır.
Nasıl ki geçmişte Engizisyon, Hitler, Mussolini zulümlerini unutmadıysa; yarın da İsrail’in Filistin’e ettiği zulmü unutmayacaktır.
Zira mazlumun ahı, arş-ı âlâya yükselir; zalimin saltanatı ise toprağa gömülür.
Kur’ân’da Rabbimiz şöyle buyurur:
“Zulmedenleri, yaptıkları haksızlıklardan dolayı nasıl bir akıbete uğradıklarını görmediler mi? Onlar, kendilerinden önce gelip geçmiş olanların yurduna yerleştiler; oysa Biz onları helâk ettik. Çünkü onların zulümleri vardı.”
(Yunus Sûresi, 39-40. Âyetler )
Bugün Filistin’in kanı, yalnız Gazze’nin toprağına değil, bütün insanlığın vicdanına damlamaktadır.
Fakat her kan damlası, bir gün adaletin tohumuna dönüşecektir.
Ve o tohum yeşerdiğinde, zulmün orduları değil; mazlumun duası galip gelecektir.
İsrail’in ipi pazara çıkmıştır.
Kendi kuyusunu kendi kazmıştır.
Zira hakikati gizlemek mümkün değildir.
Zulümle kurulan hiçbir saltanat, ebediyyen bâkî kalmamıştır.
Ve Allah, mazlumun yanındadır.

ÖZET:

İsrail’in Filistinli esirlere yaptığı zulüm, kendi içinden bir itirafla —eski Askerî Başsavcı Yifat Tomer-Yerushalmi’nin ifşasıyla— açığa çıkmıştır. Bu olay, yalnız bir “intihar şüphesi” değil, hakikati susturmaya çalışan bir zihniyetin çöküşüdür. Tarih boyunca zulümle var olan her güç, sonunda o zulmün altında kalmıştır. İsrail de kendi kuyusunu kazmaktadır. Çünkü hakikat, er ya da geç ortaya çıkar; zulümse daima kendi sahibini yutar.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
10/11/2025




TÜRKİYE İHANET ÇEMBERİNDEN

TÜRKİYE İHANET ÇEMBERİNDEN

Tarih boyunca bu topraklar hem rahmetin hem de ihanetin kavşağı olmuştur. Anadolu, semalarında ezanla birlikte ihanet fısıltılarının da yankılandığı bir diyardır. Ne gariptir ki, bu ülke dıştan değil çoğu zaman içerden vurulmuştur. Tarihin derinliklerinde Truva atı bir defa tahta yapılmış, lakin ruhu asırlardır türlü suretlerle karşımıza çıkmıştır.
Bugün ise o ruh, “dost” maskesi takmış, dijital bir çağda casus yazılımlarla, kravatlı ajanlarla, medya manipülasyonlarıyla zuhur etmiştir.
Bir zamanlar İngiliz altınlarıyla Osmanlı subaylarını satın almaya çalışan eller, şimdi dolar transferleriyle, medya ağlarıyla, siber casuslukla aynı ihaneti sürdürmektedir.
Dün Şerif Hüseyin’in ihanetiyle cephe yarıldıysa, bugün başka isimlerle masa devrilmek istenmektedir. İsimler değişti; hain aynı kaldı.
Bu topraklar, dıştan gelen düşmanı tanır ve karşısına dikilir. Lakin içerideki Truva atlarını fark etmek, en zoru olmuştur. Zira onlar bu milletin dilini konuşur, türküsünü söyler, yüzüne tebessüm eder; ama gönülleri başka merkezlere bağlıdır.
İşte bu ihanet şebekeleri, gerektiğinde münafıkane bu milletin en mukaddes duygularını kullanarak içimize sokulan en büyük fitneydi. O fitne sönmedi; şekil değiştirdi.
CIA’nın, MOSSAD’ın ve MI6’nın kolları; dijital iletişim ağlarında, siyaset kulislerinde, medya planlarında yeniden örülmeye başladı.
Bir bir ortaya çıkan bu ihanetler, Türkiye’ye karşı örülmüş bir uluslararası ihanet şebekesinin belgesidir.
İngiliz generallerinden İsrailli istihbaratçılara, Amerikan diplomatlarından düşman artıklarına kadar her isim, bir zincirin halkasıdır.
Bu zincirin hedefi, “Bu milletin devlet aklını” felce uğratmak, milletin iradesini parçalamaktır.
Ama unuttukları bir şey var:
Bu millet, nice ihanetleri sabırla eritmiş, düşmanına rahmetle galebe çalmış bir millettir.
Malazgirt’te yedi düvel karşısında bir avuçtu, Çanakkale’de destan yazdı, 15 Temmuz gecesi tankın önüne yüreğini koydu.
Her defasında içteki hainin, dıştaki düşmanın oyununu Allah’ın izniyle bozdu.
Zira bu milletin kaderi, ihanetle değil imanla yazılmıştır.
Ve Allah, sadık olanlarla beraberdir.
Bugün her ne kadar ekranlarda, sosyal ağlarda, siyasetin perde arkasında bu ihanet çemberi yeniden örülse de; bu milletin feraseti, tarihi hafızası ve imanlı evlatları oldukça hiçbir ihanet ebedî olamayacaktır.
Truva atı bu kez dijitaldir, ama onun içindekileri tanıyacak göz yine bu milletin kalp gözüdür.

Hikmetli Sonuç:

Bir milletin düşmanı dışarda değil, ihanet içindeyse; o milletin en büyük silahı iman, en büyük kalesi sadakattir.
Ve her ihanet, sadakatle mağlup olur.

Özet:

Bu makalede Türkiye’nin yüz yılı aşkın süredir maruz kaldığı iç ve dış ihanet ağları tarihî bir perspektifle ele alınmıştır.
CIA, MOSSAD ve MI6 bağlantılı casusluk faaliyetlerinin ve benzeri unsurlarla birleşerek Türkiye’nin siyasî ve millî yapısını hedef aldığı vurgulanmıştır.
Ancak Türk milletinin tarih boyunca sahip olduğu iman, ilahi yardım, feraset ve sadakat şuuru sayesinde bu ihanet çemberini defalarca kırdığı ifade edilmiştir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik

www.tesbitler.com
09/11/2025




TÜRKİYE: İHANET ÇEMBERİNDE YÜZ YIL

TÜRKİYE: İHANET ÇEMBERİNDE YÜZ YIL

I. Bir Milletin En Büyük Düşmanı: Kendi İçindekiler

Tarih boyunca bu topraklara yönelmiş en büyük saldırılar, daima “dışarıdan” gibi görünür ama kökleri içeridedir.
Bir milletin surlarını dışarıdan top yıkmaz; içeriden açılan kapılar yıkar.
Truva’nın hazin sonunu hatırla: surlar sapasağlamdı, askerler kararlıydı. Ama “dost görünen bir hediye”, içeri alınan bir tahta at, bütün bir milleti yuttu.
Bugün Türkiye de, yüz yıldır benzeri bir Truva çemberi içindedir.
Bir değil, birçok Truva atı…
Kimi siyaset maskesiyle, kimi medya perdesiyle, kimi sivil toplum görünümlü örgütlerle içimize sızmıştır.
Görünüşte yerlidirler, lakin fikirleri, rehberleri ve hedefleri ecnebidir.
Kökü dışarıda, gövdesi içeride olan bu ihanet zinciri, her defasında bir başka isimle, bir başka suretle karşımıza çıkar.

II. Dıştan Gelenin Asıl Gayesi: İçteki Zayıf Halkayı Bulmak

İngiltere, ABD ve İsrail gibi devletlerin istihbarat servisleri — tarih boyunca yalnızca bilgi toplamakla kalmadı; devletlerin kaderine yön veren, hükümetleri deviren, savaşları başlatan görünmez eller oldular.
Bu ellerin uzandığı ülkelerde önce bir “bağlantı noktası” bulunur.
Sonra bu nokta büyür, bir ağ olur.
O ağın içine gazeteci girer, iş adamı girer, siyasetçi girer, akademisyen girer…
Sonunda milletin kaderi, milletin elinden alınır; yabancı istihbarat masalarında çizilen planlar, “yerli” görünümlü isimlerin eliyle sahneye konur.
Bugün ortaya çıkan Hüseyin Gün dosyası — eğer iddialar doğruysa — Türkiye’nin uzun zamandır içinde dönen görünmez çarkları bir nebze görünür kılmıştır.
Bir telefon rehberi… ama içinde bir milletin kaderini yönlendirmek isteyen binlerce yabancı isim.
MI6’dan CIA’ya, Mossad’dan Pentagon’a kadar uzanan bir zincir…
Ve bu zincirin ucunda Türkiye’nin seçimlerine, iç siyaset dengesine, hatta fikir iklimine yön verme çabaları.[1]

III. İhanetin Gölgesi: Truva’nın Yeni Sureti

Her devirde ihanetin kılığı değişir.
Eskiden işgalci donanmalarla gelen düşman, şimdi “düşünce kuruluşları”, “vakıflar”, “dijital ağlar” ve “danışmanlık şirketleri”yle gelir.
Silahın yerini veri alır; topun yerini propaganda; casusun yerini sosyal medya stratejisti…
İçimizdeki maskelilerde işte böyle bir Truva idi.
Yıllar boyunca, fatklı perdeler altında milletin damarlarına kadar sızıldı.
Sonra operasyonlarla o maskeler düşüp, gerçek yüzleri ortaya çıktı.
Şimdi benzer yapılar, farklı adlarla, aynı gayeyi sürdürmeye çalışıyor: Türkiye’yi içinden vurmak.

IV. Hikmetli Bir Nazar: Düşmanını Tanı, Fakat Önce Kendini Bil

İhanetin en büyük sebebi, gaflettir.
Bir millet kendi değerlerini, imanını, tarihini ve mukaddesatını unuttuğunda; yabancının planı kolay işler.
Kendisini tanımayan bir millet, başkalarının şekline girmeye mecbur kalır.
Eğer biz, milletçe kendi nefislerimizdeki zafiyeti izale etmezsek, ecnebilerin baskısı ve tahakkümü altında kalırız.
Yani düşmanı kovmak yetmez; içteki zafiyeti de kovmak gerekir.
Zira düşman dışta değil, bazen içteki bir kalpte gizlidir.

V. Tarihin Şahitliği

Tarih, bu milletin ihanetle imtihanının tarihidir.
1915’te, Çanakkale’de top mermisiyle vurulamadık,
Ama her defasında “içerideki Truva atları”yla zayıflatılmak istendik.
Bugün bu çember tekrar daralıyor: medya, siyaset, ekonomi ve dijital alanda dış merkezlerin planları, içeridekilerin eliyle yürütülmek isteniyor.
Ancak millet, artık tecrübeli.
Her ihanetten sonra iman ve şuûr daha da pekişti.
Zira her fitne, sonunda bir diriliş doğurur.

VI. Hikmetli Sonuç

İhanet, ihanet edenin kârı değildir.
İhanet eden, kendi kökünü keser; kendi milletini değil, aslında kendi haysiyetini vurur.
Ve Allah, hıyaneti sevmez.
Kur’ân-ı Kerîm’de bu hakikat şöyle beyan olunur:
“Allah, hıyanet edenleri sevmez.”
(Enfâl Sûresi, 58)
Bir başka ayette ise:
“Ey iman edenler! Allah’a ve Resûlü’ne hainlik etmeyin; bile bile aranızdaki emanetlere hıyanet etmeyin.”
(Enfâl Sûresi, 27)
Bu iki ayet, hem devlet yönetimi hem fert hayatı için ebedî bir uyarıdır:
Emanet, yalnız mal değildir; vatan da emanettir, millet de emanettir, iman da emanettir.

ÖZET

• Türkiye yüz yıldır “dış müdahale” değil, esasen “içeriden yönlendirilen” ihanetlerle sınanmıştır.
• CIA, Mossad, MI6 gibi servislerin isimlerinin geçtiği Hüseyin Gün dosyası, bu çemberin görünür hâline gelmiş bir halkasıdır.
• Farklı adlarla benzer yapılanmalar, Truva atı gibi içerden zayıflatmayı hedeflemiştir.
• İhanetin karşısında durmanın yolu; millî şuuru, imanî direnci ve tarihî bilinci canlı tutmaktır.
• Kur’ân, hıyanetin her türlüsünü yasaklar ve emanetin korunmasını emreder.
• Netice itibarıyla: Türkiye’nin kurtuluşu, dış düşmanı tanımaktan ziyade, içteki Truva atlarını fark etmekten geçer.

— · ⁖ · — — · ⁖ · — — · ⁖ · —

Yüz yıl öncesinden haber verilen bünyedeki içi kemiren kurlar;

“Istanbul seyahatinden muztarip olup olmadığını sordum.
“Bana ıztırap veren,” dedi, “yalnız Islâmın mâruz kaldığı tehlikelerdir. Eskiden tehlikeler hariçten gelirdi; onun için mukavemet kolaydı. Şimdi tehlike içeriden geliyor. Kurt, gövdenin içine girdi. Şimdi, mukavemet güçleşti. Korkarım ki, cemiyetin bünyesi buna dayanamaz. Çünkü, düşmanı sezmez. Can damarını koparan, kanını içen en büyük hasmını dost zanneder. Cemiyetin basîret gözü böyle körleşirse, îman kalesi tehlikededir. Işte benim ıztırâbım, yegâne ıztırâbım budur. Yoksa, şahsımın mâruz kaldığı zahmet ve meşakkatleri düşünmeye bile vaktim yoktur. Keşke bunun bin misli meşakkate mâruz kalsam da, îman kalesinin istikbâli selâmette olsa!” Bediüzzaman Said Nursi. Tarihçe-i Hayat.542.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
09/11/2025

[1] https://m.haber7.com/siyaset/haber/3578257-cia-ve-mossad-ajanlari-ifsa-oldu-huseyin-gunun-telefonundan-cikti-isimler-soke-etti




Gazzeli Hind’in Ardından Bir Vicdanın Ağıdı-1-3

Gazzeli Hind’in Ardından Bir Vicdanın Ağıdı — 1 –
‘Gelin Alın Beni!’
“O an dünya uykudaydı!”

Soğuk bir kış sabahıydı, karanlığın henüz çekildiği saatlerde. Hind Receb, henüz 6 yaşında bir kız çocuğu, ailesiyle birlikte hayata tutunma mücadelesi veriyordu. Gazze Şeridi’nin güvenliğini çoktan kaybetmiş topraklarında, sığınacak bir yer arıyorlardı; umutlarının artık gölgesi bile yoktu.
Aracın içinde, soğuğun ürperttiği havada, Hind’in küçük yüreği büyük bir korkuyla çarpıyordu. Yanında akrabaları vardı — dayısı, dayısının eşi ve üç çocuğu — birlikte çıkmışlardı yola, güvenli bir köşeye doğru. Fakat huzur değil; ölüm kapıdaydı.
Ay 29 Ocak 2024’te, Tel el‑Heva Mahallesi yakınlarında araçları, hedef alındı. Kurşunlar gövdesinde delikler açtı; ön cam paramparça oldu, gösterge paneli çatladı. Araç bir anda sığınak değil, mezar oldu.
Hind, telefona sarıldı. Korku sesiyle konuştu. “Hepsi öldü, gelin alın beni… burada tek kalmak istemiyorum. Çok korkuyorum.” dedi.
Saatler geçiyordu. Ambulanstan, sağlık ekibinden haber yoktu. Araç çevresindeki bombardıman ve ateş, kurtarıcı olmayı değil, felaketi çağırmıştı.
Günün sonunda, 10 Şubat 2024’te araç bulunduğunda Hind ve yanında olan 5 akrabasının cansız bedenlerine ulaşıldı. Kurtarılamamışlardı.
Hikâye sadece Hind’in değil; bir çocuğun hayalini, bir ailenin umudunu yok eden savaşın nafileliğiydi. Uluslararası kamuoyu dikkatini çekerken, Hind’in adı bir filmin ana karakteri oldu: The Voice of Hind Rajab (Hind Receb’in Sesi). Filmde gerçek ses kayıtları kullanıldı, küçük bir kız çocuğunun aracın içinde geçen korku dolu saatlerini yansıttı.
Ve hâlâ…
Hind’in hikâyesi, Kur’ân-ı Kerîm’in şu mısralarını akla getiriyor:
«… kim bir cana kıymışsa bütün insanları öldürmüş gibi olur…» (Maide Sûresi 32)
Bir hayat böylece elimizden bir hışımla alınmış; çığlıkları kayıtlara geçmiş ama yankıları hâlâ var…

Bitiriş
Hind’in sessizliği, bombaların gölgesinde kaybolmadı. Onun adını taşıyan araçlar sergilendi, uluslararası platformlarda anıldı.
Ama bir soru hâlâ duruyor: Bu çocukların çığlığını kim duyacak? Ve biz ne zaman, sesleri bastırılanların hakkını göreceğiz?

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
08/11/2025

 

✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧

 

Gazzeli Hind’in Ardından Bir Vicdanın Ağıdı — 2 –
‘Gelin Alın Beni!’
“O an dünya uykudaydı!”

Gazzeli Hind’in Son Duası

Gazze’de güneş doğmuyordu artık…
Gök, kara bir duman perdesiyle örtülmüş; çocuk sesleri, molozların arasına gömülmüştü.
Bir zamanlar gülüşleriyle annesinin yüreğini ısıtan, gamzesiyle umudu hatırlatan altı yaşındaki Hind Receb, o sabah annesinin elini sıkıca tutarak evden çıkmıştı.
Ne o el bir daha tutulacaktı, ne de o gamze bir daha gülecekti.
Hind’in gözleri, savaşın kararttığı ufka bakıyordu.
Bir aracın içinde dayısı, yengesi ve üç kuzeniyle birlikteydi. “Biraz daha dayan kızım,” demişti dayısı, “birazdan güvenli bölgeye varırız.”
Ama o güvenli bölge denilen yer, çoktan toprağa karışmış bir hayaldi.
Birden gök gürledi; fakat bu gürültü rahmetin değil, gazabın sesiydi.
Bir roket düştü, araç sarsıldı, ardından bir sessizlik çöktü.
Hind, gözlerini açtığında çevresi kana bulanmıştı.
Yanındaki herkes hareketsizdi.
Yalnızdı.
Ve o an minicik kalbiyle anladı: Bu sessizlik bir felaketin adıydı.
Küçük elleriyle telefona sarıldı, korku titrek sesine karıştı:
“Lütfen beni alın… burada tek başıma kaldım… herkes öldü… ben çok korkuyorum…”
Bu cümle, insanlığın duymak istemediği ama asla unutamayacağı bir nida olarak yankılandı.
Dakikalar geçti, saatler geçti.
Ne ambulans geldi, ne ses…
Sadece bombaların uğultusu ve çökmekte olan bir dünyanın iniltileri…
Hind, annesinin öğrettiği duayı mırıldandı:
“Allah’ım beni koru.”
O dua, Gazze semalarına bir serçe kanadı gibi yükseldi;
ama o semalar artık merhameti değil, demiri ve ateşi taşıyordu.
Günün sonunda, 10 Şubat 2024’te o aracı buldular.
İçinde, Hind ve beş yakın akrabasının cansız bedenleri vardı.
Hind’in gamzesi artık yoktu ama o gamzenin ardında bir insanlık imtihanı kaldı.
Bir çocuk, “Neden?” bile diyemeden gitmişti.
O gün Gazze’nin duvarlarına şu cümle yazıldı:
“Hind’in gamzesi, insanlığın utancına mühür oldu.”

İbret ve Hikmet Özeti

Hind Receb’in hikâyesi sadece bir çocuğun ölümü değildir.
Bu, insanlığın körleşmiş vicdanının, siyasetin kanla yazdığı bir ibret levhasıdır.
Zulüm, masumların kanını dökerek galip geldiğini sanır;
hâlbuki her bir damla kan, zalimin sonunu yazan mürekkep olur.
Hind’in hikâyesi, bize bir kez daha hatırlatır:
Mazlumun ahı, göğe çıkar;
ve gök, mutlaka bir gün adaletle cevap verir.

Kur’ân’dan Ayetlerle

“Kim, bir cana kıymamış veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmamış birini öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de birini kurtarırsa, bütün insanları kurtarmış gibi olur.”
(Mâide Sûresi, 32. Âyet )
“Zulmedenlere meyletmeyin, yoksa size ateş dokunur. Sizin Allah’tan başka dostunuz yoktur; sonra size yardım edilmez.”
(Hûd Sûresi, 113. Âyet)
“Şüphesiz ki zalimler, yaptıklarının cezasını mutlaka göreceklerdir.”
(İbrahim Sûresi, 42. Âyet)

Son Söz

Hind’in gözleri kapandı ama onun duası hâlâ Gazze’nin rüzgârlarında dolaşıyor.
Her bombanın ardından, bir çocuk sesi göklere yükseliyor:
“Beni alın… ben yalnızım…”
Ve o ses, dünyanın vicdanına şu suali soruyor:
Bir çocuk yalnız kalırken, insanlık nasıl uyuyabiliyor?

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
08/11/2025

 

✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧

 

Gazzeli Hind’in Ardından Bir Vicdanın Ağıdı — 3 –
‘Gelin Alın Beni!’
“O an dünya uykudaydı!”

Gazze’nin seması, artık gökyüzü değil; karanlığın kundağında bir mezar gibiydi.
Bir zamanlar çocuk çığlıklarının yankılandığı sokaklar, şimdi moloz ve sessizlikle doluydu.
O sessizliğin ortasında bir gamze parlıyordu: Hind Receb’in gamzesi.
Altı yaşında bir çocuk…
Bir gülüşün, bir duanın, bir merhamet duasının timsaliydi.
Ama bu yeryüzü, artık gülüşleri taşımayacak kadar ağırdı.
Bir sabah…
Ne sabahıydı o? Ne gündü, ne gecenin sonu.
Bir kıyam sabahıydı.
Hind, yorgun bir şafakta, annesinin kucağından ayrılıp bir araca bindi.
Yanında dayısı, yengesi ve kuzenleri vardı.
Yüreklerinde bir umut kırıntısı; “biraz daha dayanırsak kurtuluruz” diyorlardı.
Lakin Gazze’de “kurtuluş” artık sadece mezar taşlarında yazan bir kelimeydi.
Bir uğultu koptu, gök yarıldı.
Aracın üstüne ölüm düştü.
Bir anda nefesler kesildi, kelimeler bitti.
Toz bulutunun içinde minicik bir kalp kaldı: Hind’in kalbi.
O küçücük kalp, telefona sarıldı.
Titrek sesiyle, insanlığa bir çağrıda bulundu:
“Lütfen beni alın… herkes öldü… ben tek kaldım…”
Ne acı bir cümledir bu!
Savaşın ortasında, bir çocuğun kelimeleri insanlığın yüzüne tokat gibi çarpmıştı.
Bir çocuk “ben yalnızım” diyordu, ama o yalnızlık sadece bir çocuğa ait değildi;
bu, vicdanını kaybetmiş bir dünyanın ortak yalnızlığıydı.
Saatler geçti, kurtuluş gelmedi.
Ambulanslar, mermilerin gölgesinde geri döndü.
Bir medeniyetin gözü önünde bir çocuğun son nefesi, rüzgâra karıştı.
Ve o gün, insanlık bir kez daha sınavdan kaldı.
Bir çocuk öldü, bir gamze söndü, bir dua yarım kaldı.
Ama o yarım dua, göğe yükseldi.
Rabbine ulaşan o serçe kanadı dua, belki de kıyamet günü insanlığın önüne delil olarak konulacak.
Ey insan!
Bir çocuk “beni alın” diye yalvarırken sen hangi kelimenin ardına saklandın?
Hangi siyasetin, hangi çıkarın, hangi sessizliğin perde arkasına gizlendin?
Bir çocuğun korkusundan daha büyük hangi dava vardır bu dünyada?
Oysa Kur’ân, asırlar öncesinden haykırmıştı:
“Kim bir cana kıymamışken birini öldürürse, bütün insanlığı öldürmüş gibi olur.”
(Mâide Sûresi, 32)
Demek ki bir Hind öldü; ama aslında hepimizden bir parça öldü.
Bir çocuk gitti, ama insanlık küllerinden yeniden doğamadı.
Şimdi o gamze yok;
ama o gamze, bir sembol oldu.
Adaletin suskun kaldığı her yerde, mazlumun dili o gamzede konuşuyor.
Gazze’de toprağa düşen o minik beden, hâlâ gökyüzüne bakıyor sanki.
Sanki diyor ki:
“Ben ölmedim; siz sustunuz.”
Ve belki de hakikatin en ağır cümlesi şudur:
Savaşlar çocukları öldürmez sadece; insanın kalbini de öldürür.

İbretli Netice

Gamzeli Hind’in hikâyesi, bir milletin değil, insanlığın imtihanıdır.
Bir masumun kanı, bin zalimin tahtını sarsar.
Bir çocuk susar, ama onun sessizliği âlemleri inleten bir duaya dönüşür.
Ve her dua, sonunda bir adalet gününü çağırır.
“Zulmedenlere meyletmeyin, yoksa size ateş dokunur.”
(Hûd Sûresi, 113)
O hâlde ey insan,
Hind’in gamzesini unutma.
Zira o gamze, senin vicdan aynandır.
Bir gün dönüp baktığında orada neyi görürsün;
masumun duasını mı, yoksa kendi sessizliğini mi?..

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
08/11/2025

 

 




İlahî Kudretin Tecellisi Olarak “Berzah”: İki Denizin Arasındaki Sır

İlahî Kudretin Tecellisi Olarak “Berzah”: İki Denizin Arasındaki Sır

“O, suyu acı ve tatlı iki denizi birbirine kavuşmak üzere salı­vermiştir.
Fakat aralarında bir engel vardır; onu aşıp da birbirine karış­mazlar.
Öyleyse, ey insanlar ve cinler, Rabbinizin hangi nimet ve kud­retini yalanlayabilirsiniz?” Rahman.19-21

Rahman Suresi’nin 19-21. ayet-i kerimeleri, Allah Teâlâ’nın tabiatta yarattığı muazzam dengeyi ve kudretini tasvir eden en mühim delillerden biridir. Bu ayetlerde geçen “Berzah” (بَرْزَخ) ifadesi, tefsir ilminin farklı disiplinleri açısından zengin manalar ihtiva etmektedir.
“Berzah” kelimesi, lügatte “iki şey arasındaki engel, perde, ayırıcı sınır veya geçit” manalarına gelir. Ayette, birbirine kavuşan ancak ilahî bir kanunla birbirine “tecavüz etmeyen” (lâ yebgiyân) acı ve tatlı sular arasındaki bu gizemli sınırı ifade eder.
Ayet-i kerimedeki “Berzah” ifadesinin çeşitli tefsir disiplinleri açısından izahı aşağıdadır:

1. Gramer (Nahiv ve Sarf) Açısından Tahlili
Ayetin ilgili kısmı “بَيْنَهُمَا بَرْزَخٌ” (Beynehumâ Berzahun) şeklindedir.
* Kelime Yapısı (Sarf): “Berzah” (بَرْزَخ), “fa’lel” vezninde, dört harfli mücerred (kök harflerinden oluşan) bir isimdir. Aslı itibarıyla “engel” ve “set” manasındadır.
* Cümle Yapısı (Nahiv):
* “Beynehumâ” (İkisinin arasında), zarf olup, öne alınmış (mukaddem) haberdir.
* “Berzahun” (Bir engel), sona bırakılmış (muahhar) mübtedadır.
* Nekrelik (Tenvin): “Berzah” kelimesinin belirli (marife) olarak “el-Berzah” şeklinde değil de, belirsiz (nekre) olarak “Berzahun” şeklinde gelmesi, gramer açısından “tazîm” (yüceltme, büyültme) ifade eder. Manası şudur: “O ikisi arasında sıradan bir engel değil, mahiyeti tam olarak idrak edilemeyen, pek mühim, pek büyük ve ilahî bir kudret engeli vardır.”

2. Belâgat (Edebî Sanatlar) Açısından Tahlili
Bu ayetler, belâgat açısından Kur’an-ı Kerim’in icâzını (az sözle çok mana ifade etme) gösteren parlak misallerdendir.
* Tıbâk (Tezat Sanatı): Ayetin muradiflerinde (Furkan 53) belirtildiği gibi, “azbun furât” (tatlı, içimi kolay) ile “milhun ucâc” (tuzlu ve acı) su arasında bir zıtlık vardır. Bu zıtların bir arada bulunup birbirine karışmaması, kudretin azametini gösterir.
* Tasvir (Canlandırma): “Merace’l-bahreyn” (İki denizi salıverdi) ifadesi, suların başıboş değil, ilahî bir iradeyle ve bir kanun dairesinde hareket ettiğini dinamik bir şekilde tasvir eder.
* Kinaye: “Berzah” kelimesi, Allah’ın koyduğu fizikî kanunlardan (yoğunluk farkı, yüzey gerilimi vb.) kinayedir. Gözle görülmeyen ancak faaliyeti ve neticesi görülen bir “kanun”un “engel” olarak isimlendirilmesi yüksek bir belâgattır.
* İstifhâm-ı Takrîrî: Ayetlerin hemen ardından gelen “Fe bi eyyi âlâi Rabbikumâ tukezzibân?” (Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlarsınız?) sorusu, cevap bekleyen bir soru (istifhâm-ı hakikî) değil, muhatabı ikrara ve tasdike mecbur bırakan bir edebî sanattır.

3. Rivayet Tefsiri Açısından İzahı
Rivayet tefsirleri, ayetlerin manasını başta Peygamber Efendimiz (s.a.v.) olmak üzere Sahabe ve Tabiin sözleriyle açıklar.
* Başta İbn Abbas (r.a.) olmak üzere Mücâhid, Katâde ve Dahhâk gibi ilk müfessirler, bu “iki deniz”i, Fırat ve Dicle gibi büyük tatlı su nehirlerinin denize (tuzlu suya) döküldüğü yerler olarak tefsir etmişlerdir. Özellikle Basra Körfezi’nde bu durumun gözle görülebildiğini belirtmişlerdir.
* “Berzah”ı ise, “Allah’ın kudretinden bir perde”, “gözle görülmeyen bir sınır” veya “O’nun iki suyun birbirine galebe çalmasını engelleyen emri” olarak yorumlamışlardır.
* Bazı rivayetlerde ise bu iki denizden birinin “sema denizi” (yağmur, tatlı su) diğeri “arz denizi” (tuzlu su) olduğu veya yer altındaki tatlı su kaynakları ile denizler arasındaki perde olduğu şeklinde yorumlar mevcuttur.

4. Dirayet Tefsiri Açısından İzahı
Dirayet (veya Re’y) tefsirleri, ayetleri dil, mantık, hikmet ve aklî deliller ışığında yorumlar.
* Fahreddîn er-Râzî gibi müfessirler, “Berzah”ın fiziki bir kara parçası (kıstak) olmasının şart olmadığını belirtir. Allah’ın kudretinin, bu iki farklı yapıdaki sıvının arasına, kendi özelliklerini korumalarını sağlayan bir “kanun” koyduğunu ifade ederler.
* Bu tefsirlere göre “berzah”, ilahî bir nizamdır (Sünnetullah). Eğer bu nizam olmasaydı, tuzlu sular tatlı suları istila eder, nehirler ve pınarlar kurur, yeryüzündeki hayat nizamı bozulurdu.
* Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili tefsirinde, bu berzahın “iki suyun hacimleri, ağırlıkları (yoğunlukları), hareketleri ve kimyevî bileşimleri arasındaki farklardan kaynaklanan ve birbirlerine tecavüz etmelerini önleyen ilahî bir kanun” olduğunu vurgular. Bu, dirayet ile bilimsel tefsirin kesiştiği bir noktadır.

5. Bilimsel (Kevnî) Tefsir Açısından İzahı
Bilimsel tefsir, Kur’an’ın kevnî (tabiatla ilgili) ayetlerini modern bilimin verileriyle ilişkilendirir.
* Modern Oşinografi (Deniz Bilimi), tatlı ve tuzlu suların karşılaştığı bölgelerde (haliçler veya Cebelitarık Boğazı gibi farklı denizlerin birleştiği yerler) suların hemen birbirine karışmadığını isbat etmiştir.
* Bunun sebebi, iki su kütlesi arasındaki “yoğunluk (dansite) farkı” ve buna bağlı olarak gelişen **”yüzey gerilimi”**dir.
* Daha az yoğun olan tatlı su, daha yoğun olan tuzlu suyun üzerinde bir müddet ayrı bir tabaka halinde akar. Bu fizikî sınıra bilimsel literatürde “haloklin” (tuzluluk sınırı) denir.
* Kur’an-ı Kerim’in 14 asır evvel, deniz biliminin bilinmediği bir dönemde, bu hassas fizikî hadiseyi “Berzah” (engel) ve “lâ yebgiyân” (birbirine tecavüz etmezler) şeklinde tasvir etmesi, onun ilahî aslına dair bir delil olarak kabul edilir.

6. Tasavvufi (İşârî) Tefsir Açısından İzahı
Tasavvuf ehli müfessirler, ayetlerin zahirî manalarının yanı sıra, insanın derûnî (bâtınî) âlemine bakan işârî manaları üzerinde durmuşlardır.
* İki Deniz: Bu yorumda “iki deniz”, insanın derûnî yapısındaki iki zıt kuvveti temsil eder:
* Tatlı Deniz (Azbun Furât): Kalp, ruh ve akıldır. Burası ilim, iman, marifetullah ve ilahî feyizlerin tecelli ettiği yerdir.
* Tuzlu ve Acı Deniz (Milhun Ucâc): Nefs-i emmâredir. Şehvet, gazap, cehalet, kibr, enaniyet ve dünyevi arzuların kaynağıdır.
* Berzah: Bu iki denizin arasındaki “engel”dir. Bu engel:
* Şeriat: Allah’ın emir ve yasaklarıdır. Şeriat, nefsin (tuzlu su) kalbi (tatlı su) istila etmesine, imanı ve marifeti bozmasına engel olan ilahî bir sınırdır.
* Akl-ı Selim ve Vicdan: İnsanı kötülükten alıkoyan, kalbin nurunu koruyan derûnî kuvvettir.
* “Lâ Yebğiyân” (Karışmazlar): Müminin kalbinde iman ve küfür bir arada bulunmaz. Allah’ın lütfuyla, şeriat berzahı sayesinde, kalp iman üzere sabit kalır ve nefsin tuzlu suları ona galebe çalamaz.
Konunun Muradifi (Benzer Manadaki) Ayetler
“Berzah” ve “iki denizin ayrılması” konusunun Kur’an-ı Kerim’deki en yakın muradifleri (benzerleri) şunlardır:
* Furkan Suresi, 53. Ayet:
> “O, iki denizi birbirine salıverendir; Biri tatlı, susuzluğu giderici, diğeri tuzlu ve acıdır. Ve ikisinin arasına bir berzah (engel) ve (karışmalarını önleyen) hicran mehcûrâ (aşılmaz bir perde) koymuştur.” (Furkan 25/53 )
> * Bu ayet, Rahman Suresi’ndeki manayı “Hicran Mehcûrâ” (kesin olarak yasaklanmış, aşılmaz bir engel) ifadesiyle daha da kuvvetlendirir.
>
* Neml Suresi, 61. Ayet:
> “Yahut yeryüzünü bir karar yeri kılan, arasında ırmaklar akıtan, onun için sabit dağlar yaratan ve iki deniz arasına bir engel (Hâciz) koyan kim? Allah ile birlikte başka bir ilah mı? Hayır, onların çoğu bilmiyorlar.” (Neml 27/61)
> * Burada “Berzah” yerine, yakın manalı olan “Hâciz” (حَاجِزًا) kelimesi kullanılmıştır, bu da “ayırıcı, engel” demektir.
>
📖 Özet
Rahman Suresi’nde geçen “Berzah” kelimesi, Allah’ın kudretinin ve nizamının hem zahirî (fizikî) hem de derûnî (bâtınî) âlemdeki bir tecellisidir.
* Lügat Manası: Engel, perde, sınır.
* Gramer ve Belâgat: İlahî kudretin büyüklüğünü (tazîm) ve zıtları bir arada tutma sanatını gösterir.
* Rivayet Tefsiri: İlk müfessirlerce, nehirlerin denize döküldüğü yerlerdeki ilahî perde olarak anlaşılmıştır.
* Dirayet Tefsiri: Suların birbirine karışmasını önleyen “ilahî kanun” ve “nizam” (Sünnetullah) olarak yorumlanmıştır.
* Bilimsel Tefsir: Modern oşinografinin “yoğunluk farkı” ve “yüzey gerilimi” (Haloklin) olarak isimlendirdiği fizikî hadisenin 14 asır evvelki tasviridir.
* Tasavvufi Tefsir: İnsanın iç âleminde, kalp (iman) ile nefs (şehvet) arasındaki “şeriat” veya “akıl” engelini temsil eder.
Netice olarak “Berzah”, Allah’ın mülkünde hiçbir şeyin başıboş ve tesadüfî olmadığını, her şeyin hassas bir ölçü ve ilahî bir kanunla idare edildiğini gösteren muazzam bir kudret nişanıdır.

Daha detaylı izah için bakınız:
https://tesbitler.com/index.php?s=Berzah+

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
07/11/2025

 

 




AZAMET VE KİBRİYA- EZEL VE EBED BOYUTLU

AZAMET VE KİBRİYA- EZEL VE EBED BOYUTLU

El azametü izari Vel kibriyau ridai.
Azamet izarım, Kibriya ridamdır.

Ebu Said ve Ebu Hureyre (radıyallahu anhümâ) anlatıyorlar: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:

“Allah Teala Hazretleri şöyle dedi: “Büyüklük ridamdır, izzet de izarımdır. Kim bu iki şeyde benimle niza ederse ona azap veririm.” (Müslim, Birr 136; Ebu Davud, Libas 29)

*********

MİKRO ALEMDEN MAKRO ALEME

Hadis-i Kudsî, tevhidin en mühim esaslarından birini, yani Allahu Taala’nın Zatî sıfatları olan Azamet ve Kibriya’da (Ululuk ve Büyüklük) O’na hiçbir surette ortak koşulamayacağını beyan eder.
Rivayetde geçen (ve Müslim’deki rivayette de pekiştirilen) “Azamet izarım, Kibriya ridamdır” ifadesi, yüksek bir temsil (metafor) ve istiaredir.

1. Temsilin İzahı: İzar, Rida, Azamet ve Kibriya
Arap lisanında İzar, belden aşağıyı örten, vücuda daha yakın olan iç elbiseye (peştamal, futa gibi) denir. Rida ise, belden yukarısını kaplayan, dışarıdan görünen ve izarın üstüne giyilen dış örtüye (cübbe, aba, şal gibi) denir.
Bu iki elbise, bir şahsın bütün vücudunu kaplar ve onun haşmetini, görünüşünü tamamlar. Hadis-i Kudsî’de bu iki kelimenin seçilmesi, Azamet ve Kibriya sıfatlarının Allah’ın (c.c.) Zatı’nı ve tecellilerini (yansımalarını) tam manasıyla kuşattığını ifade eder.

A. İzar ve Azamet (İzzet)
* İzar (İç Örtü): Vücuda en yakın olan, daha mahrem ve temel olan örtüdür.
* Azamet (Ululuk/İzzet): Bu sıfat, Allah’ın Zatî (Zatı’na mahsus) büyüklüğünü temsil eder. O’nun Zatı’nın haşmeti, kimseye muhtaç olmaması (Müstağni oluşu), kudretinin sonsuzluğu gibi batınî (derûnî) ve temel vasıflarıdır.
* Bağlantı: Nasıl ki izar, bir şahsın en temel örtüsüdür ve Rida’nın altındadır; Azamet de Allah’ın Zatı’na ait olan, mahlukat tarafından tam manasıyla idrak edilemeyen, O’nun batınî ululuğudur. Bu, O’nun “iç” haşmetidir.

B. Rida ve Kibriya
* Rida (Dış Örtü): İzarın üstüne giyilen, dışarıdan görünen, haşmeti ve görünüşü temsil eden örtüdür.
* Kibriya (Büyüklük/Haşmet): Bu sıfat, Allah’ın fiilî ve zahirî (görünen) büyüklüğünü temsil eder. O’nun eserlerindeki, fiillerindeki, emirlerindeki haşmettir.
* Bağlantı: Nasıl ki rida, bir sultanın haşmetini dışarıya gösteren cübbesidir; Kibriya da Allah’ın Azamet’inin dış aleme, mahlukata yansıyan zahirî tecellisidir.
Kısacası, Azamet (İzar) O’nun Zatı’nın derûnî ululuğu iken, Kibriya (Rida) bu ululuğun kainattaki görünen haşmetidir. Her ikisi de sadece O’na mahsustur.

2. Makro (Külli) ve Mikro (Cüz’i) Alemlerle Bağlantısı
Bu iki sıfat, hem afakî (dış alem) hem de enfüsî (iç alem) tefekkürde kendini gösterir:

A. Makro Alem (Alem-i Afak) ve Kibriya (Rida)
Kâinat, Allah’ın Kibriya sıfatının, yani O’nun dış örtüsünün (Rida) tecelli ettiği yerdir. Külli alem (makro kozmos) O’nun büyüklüğünün zahirî bir ilanıdır:
* Galaksilerin, yıldızların ve semavatın sonsuz genişliği ve nizamı,
* Dağların haşmeti, denizlerin azameti,
* Tabiat kanunlarının (Kuvve-i cazibe, nükleer kuvvetler vs.) şaşmaz bir kudretle faaliyeti,
Bütün bunlar, Allah’ın Kibriya sıfatının, yani O’nun “Rida”sının kainatı nasıl kapladığını gösterir. Kâinata nazar eden (bakan) bir kimse, bu zahirî haşmet (Kibriya) karşısında secdeye kapanma ihtiyacı hisseder.

B. Mikro Alem (Alem-i Enfüs) ve Azamet (İzar)
İnsan (mikro kozmos), Allah’ın Azamet sıfatının, yani O’nun iç örtüsünün (İzar) tecelli ettiği, daha derûnî bir aynadır:
* İnsanın bir damla sudan (nutfe) mükemmel bir surette yaratılışı,
* Akıl, hafıza, hayal gibi manevî cihazatın (donanımların) ruha yerleştirilmesi,
* Vicdanın ve kalbin, sonsuz bir Zatı (Allah’ı) bilme ve sevme kabiliyeti (Fıtrat),
Bütün bunlar, Allah’ın Zatî ululuğunun (Azamet) insanın batınında (derûnunda) nasıl tecelli ettiğini gösterir. İnsan, kendi acziyetini ve fakirliğini idrak ettikçe, kendi varlığının en “iç” noktasında, O’nun Azamet’ini (İzar) hisseder.

3. Azaba Sebep Olan Durum: Niza (Çekişme)
Hadis-i Kudsî’nin sonundaki tehdit (“Kim bu iki şeyde benimle niza ederse ona azap veririm”) meselenin esasını teşkil eder.
Niza (Çekişme) Nedir?
Bu, mahlukun (yaratılmışın), Hâlık’a (Yaratan’a) ait olan bu sıfatları sahiplenmeye kalkmasıdır. Bu, varoluşsal bir suç ve en büyük günahtır (Şirk).
* Kibriya’da Niza (Kibir):
Bu, insanın zahirî (dış) alemde büyüklük taslamasıdır. Kendini büyük görmek, başkalarını küçük görmek, makamıyla, malıyla, gücüyle gururlanmaktır. Bu, Allah’ın “Rida”sını (dış örtüsünü) çalmaya, O’nun sultanlığının alametini giymeye kalkmaktır. Firavun’un enaniyetini (benliğini) ilahlaştırması bunun zirvesidir.
* Azamet’te Niza (Enaniyet ve İzzet Taslama):
Bu, insanın batınî (derûnî) alemde kendini müstağni (muhtaç olmayan) görmesidir. Kendi aklına, gücüne, ilmine güvenmek; “Ben yaptım, ben başardım” demek; kendi nefsine bir varlık ve izzet vermektir. Bu, kulun kendi acziyetini unutup, Allah’ın “İzar”ına (iç örtüsüne) el uzatması, O’nun Zatî sıfatlarına ortak çıkmaya çalışmasıdır.
Azabın Sebebi Nedir?
İnsanın yaratılış gayesi, bu sıfatları sahiplenmek (teşebbüs) değil, bu sıfatların tecellilerine ayna olmak (tefekkür) ve O’nu tesbih etmektir.
Kibir ve enaniyet, varoluşun aslına zıt bir harekettir. Azap, bu zıddiyetin zorunlu ve adil bir neticesidir. Allah’ın mülkünde O’nun sıfatlarına ortak çıkmaya çalışmak, o mülkün sahibinin gazabını celbeder.

4. Konuyla İlgili Ayetler
Kur’an-ı Kerim, Kibriya ve Azamet’in münhasıran (sadece) Allah’a ait olduğunu ve kibirlenenlerin akıbetini açıkça beyan eder:

1. Kibriya’nın Sadece Allah’a Ait Olması:
> Câsiye Suresi, 37. Ayet:
> “Göklerde ve yerde ululuk (Kibriya) O’na mahsustur. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.”
> Haşr Suresi, 23. Ayet:
> “O, kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan Allah’tır. O, mülkün gerçek sahibi, kutsal (her türlü eksiklikten uzak), barış ve esenliğin kaynağı, güvenlik veren, gözetip koruyan, mutlak güç sahibi, düzeltip ıslah eden ve dilediğini yaptıran ve büyüklükte (Kibriya) eşsiz olandır. Allah, onların ortak koştuklarından uzaktır.”
>
2. Kibir ve Azamet Taslamanın (Niza) Akıbeti (Azap):
> Nahl Suresi, 29. Ayet:
> “Öyle ise, içinde ebedî kalmak üzere cehennemin kapılarından girin. Büyüklük taslayanların yeri ne kötüdür!”
> Mü’min Suresi, 35. Ayet:
> “Onlar, kendilerine gelmiş hiçbir delil olmadığı hâlde, Allah’ın âyetleri hakkında tartışan kimselerdir. Bu, Allah katında ve iman edenler katında büyük bir nefrete sebep olur. Allah, her kibirli zorbanın kalbini işte böyle mühürler.”
> Zümer Suresi, 60. Ayet:
> “Kıyamet günü, Allah’a karşı yalan söyleyenlerin yüzlerinin kapkara olduğunu görürsün. Kibirlenenler için cehennemde bir yer mi yok?”
>
Bu ayetler ve Hadis-i Kudsî, bizlere kul olarak haddimizi bilmemizi; Kibriya ve Azamet sahibi olan Rabbimizin karşısında acziyet, fakirlik ve hiçlik ile secde etmemiz gerektiğini talim etmektedir.

Bak:
https://tesbitler.com/2019/07/28/azamet-ve-kibriya/

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
07/11/2025




Hz. Lokman ve Dil Terbiyesi: Aklın Hikmetle Buluşması

Hz. Lokman ve Dil Terbiyesi: Aklın Hikmetle Buluşması

1. Lokman Hekim: Hikmetin Sembolü

Kur’ân-ı Kerîm’de ismiyle zikredilen nadir şahsiyetlerden biri olan Hz. Lokman, “hikmetle” anılmış bir şahsiyettir.
Allah Teâlâ buyurur:
“Andolsun, biz Lokman’a ‘Allah’a şükret’ diye hikmet verdik.”
(Lokmân Sûresi, 12 )
Hikmet, sadece bilgi değil; bilgiyi yerinde, ölçülü ve faydalı kullanma kudretidir.
Yani aklın kemalidir.
Bu yüzden Lokman Hekim, hem aklın rehberi hem dilin terbiyecisidir.

2. Dilin Hayır ve Şer Kapısı

Rivayet olunur ki Lokman Hekim’e bir gün efendisi şöyle der:
“Bana en iyi iki uzvu kesip getir.”
Lokman, dil ve kalp getirir.
Bir süre sonra efendisi bu defa şöyle der:
“Şimdi de bana en kötü iki uzvu kesip getir.”
Lokman yine dil ve kalp getirir.
Efendisi şaşırır ve sorar:
“Hem en iyi hem en kötü bunlar mıdır?”
Lokman Hekim şöyle cevap verir:
“Evet efendim! Kalp ve dil iyi olursa, insanda hayırdan güzellik doğar.
Fakat bozulursa, insanda şerden kötülük meydana gelir.”
Bu kıssa, atasözümüzün hikmetine tam bir ayna tutar:
Aklın (kalbin) fukaralığı, dilin ukalalığını doğurur.
Çünkü akıl ve kalp zengin olursa, dil o serveti hikmetle saçar;
fakir olursa, dil o boşluğu gururla doldurur.

3. Lokman Hekim’in Oğluna Nasihatleri

Kur’ân’da Lokman Hekim’in oğluna verdiği nasihatler, hem aklın hem dilin terbiyesine yöneliktir.
Bu öğütler, her çağda geçerli olan ahlâk ve hikmet dersleridir.
“Yavrucuğum! Allah’a ortak koşma; çünkü şirk, gerçekten büyük bir zulümdür.”
(Lokmân, 13)
“Yavrucuğum! Namazı dosdoğru kıl, iyiliği emret, kötülükten men et, başına gelenlere sabret. Şüphesiz bunlar, azmedilmeye değer işlerdendir.”
(Lokmân, 17)
“Yürüyüşünde ölçülü ol, sesini alçalt. Çünkü seslerin en çirkini, merkeplerin sesidir.”
(Lokmân, 19)
Burada özellikle son âyet, dil terbiyesinin zirvesidir.
Lokman Hekim oğluna sadece “konuş” demiyor, “nasıl konuşacağını” öğretiyor.
Sesin tonundan, üslûbun nezaketine kadar bir edep dersi veriyor.

4. Dilin Hikmetle Terbiyesi

Dilin terbiyesi, aklın terbiyesinden başlar.
Aklını eğitmeyen, dilini edepsizliğe teslim eder.
Bu yüzden hakikî bilgelik; az konuşmak, çok düşünmek, derin hissetmek demektir.
Kur’ân’da “hikmet” kelimesi, genellikle ilim, akıl, sabır, ve ölçü anlamlarında geçer.
Yani hikmet sahibi kişi; ne zaman, neyi, nasıl söyleyeceğini bilen kimsedir.
Bu hâl, dilin ukalalığını değil, aklın vakarını gösterir.

5. Hikmetli Söz

“Söz” ile “hikmet” arasındaki bağ:
Sözler, kalpten geldiği vakit tesir eder; dilden çıktığı vakit kulağa girer. Kalpten çıkarsa kalbe girer.
Yani dilin tesiri, aklın ve kalbin derûnî zenginliğindedir.
Bu yüzden aklı fakir, kalbi sönük insanın sözü kuru bir gürültüden ibarettir.
Oysa hikmetle konuşan bir dil, sükûtu bile ibretle doldurur.

6. Dilin Ukalalığına Karşı Kur’ânî İkazlar

📖 Hucurât Sûresi, 11–12:
“Ey iman edenler! Bir topluluk diğerini alaya almasın; belki onlar kendilerinden daha hayırlıdır…
Zannın çoğundan sakının… birbirinizin gizlisini araştırmayın, gıybet etmeyin.”
📖 Tâhâ Sûresi, 44:
“Ona yumuşak söz söyleyin, belki öğüt alır veya korkar.”
(Musa ve Harun’a, Firavun karşısında bile sözü yumuşatmaları emredilir.)
📖 Şuarâ Sûresi, 224–226:
“Şairlere de sapkınlar uyar. Görmez misin ki onlar, her vadide şaşkın şaşkın dolaşırlar ve yapmadıkları şeyleri söylerler.”
Bu âyet, sözün boşluğunu ve ukalalığın tehlikesini tasvir eder.

7. Sonuç ve Özeti
Özet:

Hz. Lokman’ın hikmet anlayışı, aklın ve dilin nasıl bir terbiye içinde olması gerektiğini öğretir.
Dil, aklın hizmetkârı olmalı; akıl da hikmetin rehberi olmalıdır.
Aklın fakirliği dili taşkın eder, dilin edepsizliği aklı susturur.
Lokman Hekim oğluna, hem imanın aklını, hem edebin dilini öğretmiştir.
Bugünün insanı için de bu öğüt, altın değerindedir:
“Yürüyüşünde ölçülü ol, sesini alçalt; çünkü seslerin en çirkini merkeplerin sesidir.”
Zira akıl fukara olunca dil ukala olur; ama hikmet zenginleşince dil edeple susar.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
07/11/2025




HAYATA BAKIŞ

HAYATA BAKIŞ

(Câsiye Sûresi 24-26 Âyetleri Işığında)
İnsan, hayata nasıl bakarsa öyle yaşar; neyi görürse ona inanır, neye inanırsa onunla yön bulur. Kiminin nazarında hayat, sadece doğmakla başlar, ölmekle biter. Kiminin nazarında ise hayat, ezelî bir hikmetin parçası, ebedî bir yolculuğun kısa bir menzilidir. İşte bu iki bakış, insanlık tarihinin en köklü ayrışmasını oluşturur: Maddeye tapanın bakışı ve mana ile bakanın nazarı.

1. Hayata Hayvanî Bir Bakış

Kur’ân-ı Kerîm, Câsiye Sûresi’nin 24. âyetinde bu bâtıl nazarı şöyle beyan eder:
“Bir de şöyle demekteler: ‘Bu dünya hayatımızdan başka bir hayat yoktur. Ölürüz, yaşarız. Bizi öldüren ise zamandan başkası değildir.’ Halbuki onların bu konuda bir bilgileri yoktur; zannetmekten başka bir şey yaptıkları yok.”
(Câsiye, 24 – Meali)
Bu söz, Allah’ı unutan, hayatı sadece cismanî zevklerin toplamı zanneden inkârcıların sözü olmuştur. Onlar “tabiat” dedikleri meçhul bir kuvvete, “zaman” dedikleri tesadüf zincirine hayatın sahibi muamelesi yaparlar. Halbuki bu, aklın değil hevânın hükmüdür.
Onlar, mülkü görür, ama mâlikini görmezler.
Yapıyı seyreder, ama ustayı inkâr ederler.
İşte bu inkâr, insanı hayvan derekesine indirir; çünkü gayesiz bir hayat, şuurlu bir mahlûkun değil, sevkle ve hisle hareket eden bir canlının yaşayışıdır.

2. İnsana ve İslâmî Hayata Bir Bakış

İslâm, hayatı hem emanet hem imtihan olarak tarif eder.
Allah Teâlâ buyurur:
“O, hanginizin daha güzel amel edeceğini denemek için ölümü ve hayatı yaratandır.”
(Mülk, 2)
Bu bakış, insana bir mesuliyet şuuru kazandırır. Hayat, başıboş bir serüven değil, ebedî bir saadetin tohumu ekilen bir tarladır.
Bir mü’min için hayat, yalnız bedenin hareketi değil; ruhun gayesi, imanın tezahürü, ibadetin nefesidir.
İman, insana hem istikamet verir hem de gayesizlikten kurtarır.
İbadet ise bu imanın fiilî tecellisidir.
Böylece mü’min, dünyayı ahiretin tarlası bilir;
Her nefeste Rabbini hatırlayıp her amelde O’nun rızasını arar.

3. Tarihten İbret: Hayatın Hikmeti

Tarihin ibretli sahifelerinde nice kavimlerin “yalnız dünya hayatı vardır” diyerek helâk oldukları anlatılır. Âd, Semûd, Firavun, Nemrud… Hepsi dünyayı “ebedî mülk” sandılar. Fakat o dünya, bir sabah ansızın onların elinden kaydı gitti.
Bâki zannettikleri servet, şan ve kudret; bir mezar taşına sığdı.
Onlar için artık ne zamandan bir yardım vardı, ne de tabiatın bir merhameti…
Çünkü zaman öldürmez; Allah öldürür.
Tabiat yaratmaz; Allah yaratır.
Câsiye Sûresi’nin 26. âyetinde Rabbimiz bu hakikati şöyle beyan eder:
“De ki: Allah sizi yaşatıyor, sonra sizi öldürecek, sonra da kendisinde şüphe olmayan Kıyamet gününde sizi bir araya getirecek. Ama insanların çoğu bilmezler.”
(Câsiye, 26)

4. Hikmetle Nazar Etmek

Hayata iman penceresinden bakan bir kimse için ölüm bile bir yokluk değil, bir geçittir.
Hayat bir sermayedir; azdır, fakat kıymetlidir. Ebedî hayatı kazandırmak için verilmiştir.
Demek ki imanlı nazar, hayata şükürle bakar;
İnkârcı nazar ise tesadüfle açıklamaya kalkar.
Biri her şeyde hikmeti görür,
Diğeri her şeyi anlamsız sanır.

5. Hayatın Gerçek Sahibi

İnsanın hayata dair en büyük yanılması, kendisini “sahip” zannetmesidir.
Hâlbuki insan, ne kendini yaratmıştır, ne de ömrünü uzatabilir.
Kur’ân şöyle buyurur:
“Allah’ın izni olmadan hiçbir kimseye ölüm yoktur. O, belirlenmiş bir vakittir.”
(Âl-i İmrân, 145)
Bu şuuru kazanan bir mü’min, artık hayata emanet nazarıyla bakar;
Her nimeti sahibine nisbet eder, her hâliyle şükreder.

6. Sonuç ve Hikmetli Düşünce

Hayata hayvanî bir bakış, anlamı öldürür,
İmanî bir bakış ise ölümü bile diriltir.
Biri hayatı yeme, içme, geçme gayesine indirir,
Diğeri hayatı bir imtihan, bir emanet, bir vazife olarak görür.
Dünya, bir yol; insan, o yolda yolcu; hedef ise ebediyettir.
O halde hakikî hayat, iman ve ibadetle geçen hayattır.

KONUYLA ALAKALI VE MÜRÂDİF ÂYETLER

• “Her nefis ölümü tadacaktır. Sonra bize döndürüleceksiniz.”
(Ankebût, 57)
• “Sizi boş yere yarattığımızı ve bize döndürülmeyeceğinizi mi sandınız?”
(Mü’minûn, 115)
• “Kim Rabbine mü’min olarak salih amel işlerse, artık ona ne bir korku vardır ne de bir hüzün.”
(Tâhâ, 112)
• “Ey iman edenler! Allah’tan, O’na yaraşır bir takvâ ile korkun ve ancak Müslümanlar olarak ölün.”
(Âl-i İmrân, 102)
• “Dünya hayatı sadece bir oyun ve eğlenceden ibarettir; asıl hayat ahiret yurdudur, keşke bilselerdi.”
(Ankebût, 64)

ÖZET

Câsiye Sûresi’nin 24-26. âyetleri, insanın hayat anlayışını ikiye ayırır:
Biri zamanı ilahlaştıran inkârcı nazar, diğeri Allah’a iman eden mü’min bakışı.
İnkârcı, hayatı tesadüflerin ürünü sanarak anlamı kaybeder.
Mü’min ise hayatı Allah’ın emaneti bilip, iman ve ibadetle değerlendirir.
Gerçek hayat, ölümsüzlük arayışında değil, ebedî hayatı kazanacak imanda gizlidir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
06/11/2025




Akıl ve Dilin Toplumsal Yansımaları

  1. Akıl ve Dilin Toplumsal Yansımaları

    İnsan toplumsal bir varlıktır; diliyle düşünür, diliyle konuşur, diliyle anlaşır.
    Dil, hem kültürün hem de medeniyetin taşıyıcısıdır.
    Ne var ki akıl zayıflayınca, dil o asli vazifesinden sapar; hakikati söylemek yerine gösteriş, tenkit ve tartışma aracına dönüşür.
    Günümüzde bilgi çok, fakat hikmet azdır.
    Her şeyin konuşulduğu ama az şeyin düşünüldüğü bir çağdayız.
    Söz çoğaldı, hikmet azaldı.
    Sosyal mecralarda fikirden ziyade laf yarışı, bilgiden çok benlik gösterisi öne çıkıyor.
    Bu hâl, atasözündeki o hikmetli uyarının canlı bir tasviridir:
    “Akıl fukara olunca dil ukala olur.”

    2. Eğitimde Akıl Terbiyesi ve Dil Edebi

    Eğitim, sadece bilgi aktarmak değil; aklı terbiye, dili edeplendirmek içindir.
    Zira bilgi yığmak aklı zenginleştirmez;
    aklı zenginleştiren, tefekkür, muhakeme ve hikmettir.
    Eğitim, aklı beslemediği zaman; kişi konuşur ama anlamaz, söyler ama hissetmez.
    Böylece dil ukala, akıl yoksul olur.
    Yani;Terbiye-i İslâmiye’den çıkan bir akıl, ne kadar harika da olsa, insanı hakikî saadete götüremez.
    Demek ki aklın kıymeti, ilimle değil; imanla, hikmetle, edeple ölçülür.
    Eğitim sisteminin gayesi; bilgiyle şişkin, ama hikmetsiz ve edepsiz insanlar değil,
    ilimle beraber irfanı, sözle beraber sükûtu bilen insan yetiştirmektir.

    3. Modern Zamanın “Ukala Dili”

    Bugün “ukalalık” yeni biçimler aldı.
    Sosyal medya, televizyon, dijital yayınlar;
    herkese konuşma imkânı verdi ama dinleme edebini unutturdu.
    İnsanlar artık sözle değil, sesle yarışıyor; fikirle değil, tartışmayla öne çıkıyor.
    Dilin ukalalığı; sadece bir tavır değil, bir zihniyetin göstergesidir.
    Bu zihniyet, bilgi kibri üretir.
    Yani bilginin değil, bilginin gölgesinin kibri…
    İnsan bildiğini sandıkça, anlamaktan uzaklaşır.
    Böylece ilim, hikmetten kopar; söz, hakikatten boşalır.
    Kur’ân-ı Kerîm bu hâle şöyle işaret eder:
    “Onlar, ilimden nasipleri olmayan şeyin ardına düşerler…”
    (Rûm Sûresi, 7)
    Yani bilgi var, ama hikmet yok.
    Aklı zenginleştiren iman ve edep olmadıkça, dil o bilgiyi şatafatlı ama boş cümlelere dönüştürür.

    4. Aklın Zenginliği – Dilin Tevazusu

    Hakikî akıl, tevazu ile konuşur; çünkü bilir ki hakikat kendinden değil, Hak’tandır.
    Ukala dil ise “ben bilirim” der;
    halbuki akıl “Rabbim öğretmiştir” der.
    Aklın zenginliği, dilin tevazusunda tecellî eder.
    Bir insan ne kadar çok biliyorsa, o kadar az böbürlenir;
    ne kadar az biliyorsa, o kadar çok konuşur.
    Tıpkı; Bilen konuştu mu ilim artar; bilmeyen konuştu mu fitne artar.

    5. Akıl, Dil ve Medeniyet

    Bir toplumun medeniyet seviyesi,
    yollarının genişliğiyle değil, sözlerinin hikmetiyle ölçülür.
    Akıllar fakirleştiğinde dil zenginleşmez; bilakis çirkinleşir.
    O dil, hakikati değil, menfaati taşır.
    Böyle bir dil, toplumun ahlâkını zedeler.
    Medeniyet, güzel konuşmakla değil, doğru düşünmekle başlar.
    Doğru düşünen insan, güzel konuşur;
    fakat güzel konuşan herkes doğru düşünmez.

    6. Konuyla İlgili Ayetler

    📖 Nahl Sûresi, 125:
    “(Ey Muhammed!) Rabbinin yoluna hikmetle, güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et…”
    📖 Zümer Sûresi, 18:
    “Onlar sözü dinlerler, en güzeline uyarlar. İşte onlar, Allah’ın doğru yola eriştirdiği kimselerdir. Onlar akıl sahipleridir.”
    📖 Hucurât Sûresi, 12:
    “Zannın çoğundan sakının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin gizlisini araştırmayın, gıybet etmeyin…”
    📖 A’râf Sûresi, 179:
    “Onların kalpleri vardır, onunla anlamazlar; gözleri vardır, onunla görmezler; kulakları vardır, onunla işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidir, hatta daha da sapıktırlar.”

    7. Netice ve Özet

    Özet: Modern çağda atasözünün hikmeti, eskisinden daha çok geçerlidir.
    Bilgi arttı ama hikmet azaldı.
    Akıl fukara olunca, dil ukala olur; çünkü düşünmeden konuşmak, bilmeden hükmetmek artık alışkanlık haline geldi.
    Eğitimin gayesi sadece öğretmek değil, düşündürmek ve edeplendirmektir.
    Zira aklı terbiye etmeyen bilgi, dile ukalalık verir.
    Aklın zenginliği imanda, dilin edepli oluşu hikmettedir.
    Akıl imanla zenginleşir, dil hikmetle güzelleşir.
    Bir toplumun kurtuluşu; susması gerekenin susması, konuşması gerekenin de hikmetle konuşmasıyla başlar.

    Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
    06/11/2025




Akıl Fukara Olunca Dil Ukala Olurmuş

Akıl Fukara Olunca Dil Ukala Olurmuş

1. Mânâsı ve Hikmeti

Bu atasözü, derin bir insan tahlilidir.
“Akıl fukara olunca dil ukala olurmuş” sözü, aklın noksanlaştığı yerde dilin haddini aştığını anlatır.
Aklın zenginliği, dilin edebindedir.
Zira dil, aklın tercümanıdır; akıl fakirleşirse dil de sefahate düşer.
İnsanda fikir azaldıkça, söz çoğalır.
Boş teneke çok ses çıkarır misali, hikmetten nasibi olmayanlar çok konuşur ama az şey söylerler.
Sükût, aklın süsüdür; çok konuşmak ise düşüncesizliğin.
Akıl, dilin gemidir. Gemi olmazsa dil, fırtınada sürüklenen bir sandal misali her tarafa savrulur.

2. Edebî ve Ahlâkî Bakış

Dil, insanın aynasıdır.
Hikmet ehli demiştir ki:
“Kişinin değeri, diliyle belli olur.”
Mevlânâ der ki:
“Söz, aklın terazisidir. Ne söylersen, terazinin kefesi o kadar iner.”
Yani dilin ölçüsü, aklın seviyesini gösterir.
Ukala dil, cehaletin elbisesidir; insan kendini bilmezse, bildiğini sanarak haddini aşar.
Hâlbuki sükût, her zaman bir eksiklik değil; bazen de kemalin işaretidir.
Hz. Ali (r.a.) buyurur:
“İnsanın aklı, dilinin altında gizlidir.”
Yani insanın hakikî derecesi, konuşmasından anlaşılır.
Akıllı insan az konuşur, çok düşünür;
akılsız insan ise az düşünür, çok konuşur.

3. Tarihî ve İbretli Boyut

Tarih boyunca nice kavim ve nice idareci, dilini tutamadığı için helâk olmuştur.
Firavun, “Ben sizin en yüce rabbinizim.” (Nâziât, 24) diyerek azdı;
Nemrut, “Ben de diriltirim, öldürürüm.” (Bakara, 258) diyerek kibirlendi.
Sonuçta her ikisi de dilinin ukalalığının bedelini akıbetlerinde ödedi.
Nice sultan, vezir, âlim, hattâ mütefekkir; bir sözle yükselmiş, bir sözle de düşmüştür.
Tarih, aklıyla konuşanları yükseltmiş, diliyle övünenleri ise utandırmıştır.

4. Mantıkî ve İnsânî Değerlendirme

Akıl, düşüncenin kaynağıdır; dil ise onun yansıması.
Birinde noksanlık olursa, diğerinde taşkınlık olur.
Zira akıl rehber olmazsa, dil hedefini şaşırır.
Ukalalık; bilgi değil, bilgisizliğin kendini bilgelik zannetmesidir.
Akıl fakirleştiğinde, insan kendini göstermek ister;
zengin olan göstermez, fakir olan bağırır.
Bu yüzden “akıl fukara olunca dil ukala olurmuş.”

5. Hikmetli Söz

“Vicdanın ziyası, ulûm-u diniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecellî eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit, birincisinde taassup, ikincisinde hile, şüphe tevellüd eder.”
Yani akıl imanla nurlanmazsa, sadece kuru bir iddia olur.
İşte o zaman dil ukalalığa, kalp de kasavete düşer.

6. Konuyla Alakalı ve Müradif Ayetler
📖 Lokmân Sûresi, 18-19:
“Yeryüzünde böbürlenerek yürüme; çünkü Allah, kendini beğenip övünen kimseleri sevmez.
Yürüyüşünde ölçülü ol, sesini alçalt. Çünkü seslerin en çirkini, merkeplerin sesidir.”

📖 Hucurât Sûresi, 11:
“Ey iman edenler! Bir topluluk, bir diğerini alaya almasın; belki onlar kendilerinden daha hayırlıdır…”
📖 Furkân Sûresi, 63:
“Rahmân’ın kulları, yeryüzünde tevazu ile yürürler ve cahiller onlara sataştığında, ‘Selâm!’ derler.”
📖 İsra Sûresi, 53:
“Kullarıma söyle, sözün en güzelini söylesinler. Çünkü şeytan, aralarını bozmaya çalışır…”
📖 Zümer Sûresi, 9:
“Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Doğrusu ancak akıl sahipleri öğüt alır.”

7. Sonuç ve Özeti

Özet: “Akıl fukara olunca dil ukala olurmuş” sözü, aklın zayıfladığı yerde dilin haddini aşacağını ifade eder.
Aklın zenginliği insana vakar, ölçü ve edep kazandırır; fakirliği ise sözde taşkınlığa ve ukalalığa yol açar.
Tarih, ukalalığıyla helâk olanları ve hikmetiyle yücelenleri görmüştür.
İnsanın kıymeti, konuştuğu söz kadardır;
aklını imanın nuruyla besleyen dil, hikmetle konuşur;
imanla beslenmeyen dil ise ukalalığa sapar.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
06/11/2025




ALLAH’IN GÜNLERİ: TARİHİN VE KADERİN DERSLERİ

ALLAH’IN GÜNLERİ: TARİHİN VE KADERİN DERSLERİ
(İbrâhim Sûresi, 5. Âyet Işığında)

1. Âyetin Beyanı ve Manası

“Andolsun, Mûsâ’yı da, ‘Kavmini karanlıklardan aydınlığa çıkar ve onlara Allah’ın günlerini hatırlat’ diye âyetlerimizle gönderdik. Şüphesiz bunda çok sabreden, çok şükreden herkes için ibretler vardır.”
(İbrâhim, 5 )
Bu âyet, hem tarihî bir hakikati hem de hikmetli bir dersi ihtiva eder.
Cenâb-ı Hak, Hz. Mûsâ’ya iki büyük vazife yüklemiştir:
• Kavmini zulmetten nura çıkarmak, yani şirkten tevhide, esaretten hürriyete, zulümden adalete götürmek.
• Onlara “Allah’ın günlerini” hatırlatmak.
Bu “Allah’ın günleri (اَيَّامَ اللّٰهِ)” ifadesi, Kur’ân’da derin bir manaya işaret eder. Çünkü gün, yalnızca bir zaman dilimi değil; ilâhî kudretin tecelli ettiği bir an, ibret levhası, kaderin dönüm noktasıdır.

2. “Allah’ın Günleri” Ne Demektir?

Müfessirler bu ifadeyi farklı yönlerden açıklamışlardır:
• İbn Abbas (ra) der ki: “Allah’ın günleri, Allah’ın kullarına nimet ve azapla tecellî ettiği günlerdir.”
Yani bazen nimet günleridir — Allah’ın lütfu, yardımı, zaferi;
bazen azap günleridir — inkârcı kavimlerin helâk edildiği, zulmün yıkıldığı günler.
• İmam Taberî ve Kurtubî gibi müfessirler, bu “günleri” tarih boyunca Allah’ın kudretinin açıkça görüldüğü zaman dilimleri olarak açıklamışlardır.
Meselâ;
Nûh tufanı, Firavun’un denizde boğulması, Âd ve Semûd kavimlerinin helâki, İbrahim’in ateşten kurtuluşu, Bedir günü gibi olaylar, hep **“Allah’ın günleri”**dir.
Çünkü o günlerde kudret, ilim, adalet ve rahmet açıkça görünmüştür.

3. Neden “Allah’ın Günleri” Denilmiştir?

Allah’ın günleri tabiri, sıradan zamanla mukayyet olmayan özel anları ifade eder.
Her gün Allah’ındır; fakat bazı günler vardır ki,
– Kudret daha belirgin tecellî etmiştir.
– Adalet apaçık görünmüştür.
– Rahmet ya da gazap gözle görülür hâle gelmiştir.
O günler, tarihte **“ilâhî müdahale günleri”**dir.
Firavun’un ordusunun Kızıldeniz’de boğulduğu gün,
İbrahim’in ateşte yanmadığı gün,
Bedir’de zayıf bir topluluğun güçlü bir orduyu mağlup ettiği gün,
hep Allah’ın kudretinin “zamanı eğdiği” anlardır.
İşte bu sebeple o zaman dilimlerine “Allah’ın günleri” denilmiştir;
zira tarihin o kesitinde hâkim olan irade yalnızca Allah’ın iradesidir.

4. Hatırlatmanın Hikmeti

Hz. Mûsâ’ya verilen emir, “onlara Allah’ın günlerini hatırlat” şeklindedir.
Bu hatırlatmanın üç büyük hikmeti vardır:

a) İbret ve Uyarı

Geçmişte azgın kavimlerin helâk edildiğini, zulmün devam etmediğini hatırlatmak,
bugünkü insanlara bir uyarıdır:
“Dün, zulmedenler nasıl yok olduysa; bugün de aynı akıbet mümkündür.”

b) Şükür ve Minnet

Allah’ın nimetle tecellî ettiği günleri hatırlamak, şükrü tazeler.
İsrailoğulları için denizin yarılması, bulutların gölgelendirmesi, kudret helvası ve bıldırcınla rızıklandırılmaları hep Allah’ın günlerindendir.
Hatırlamak, unutmamak demektir; unutmamak da nimeti korumanın ilk şartıdır.

c) Sabır ve Teselli

Belalar, sıkıntılar, esaretler karşısında “Allah’ın günlerini hatırlamak”, sabır ve ümidi güçlendirir.
Zira Allah’ın yardımı bir defa tecellî ettiyse, yine tecellî eder.
Tarih tekerrürden ibarettir; ama hakikat değişmez: “Allah sabredenlerle beraberdir.”

5. Tarihten İbret: Firavun’un ve Musa’nın Günü

Hz. Mûsâ’nın kıssası, “Allah’ın günleri”nin en belirgin misalidir.
Bir yanda kibirle ilahlık iddia eden Firavun,
diğer yanda asasını yere vurup denizi yaran bir peygamber.
Firavun’un günü zulmün doruk noktasıydı;
Mûsâ’nın günü ise Allah’ın kudretinin zaferiydi.
Denizin yarıldığı o gün, Allah’ın günüdür;
zira insan aczinin, ilâhî kudretin huzurunda secdeye kapandığı gündür.

6. Günlerin Hatırlanması: Tarih Değil, Ders

Kur’ân’da tarih anlatılmaz; tarihten ders verilir.
“Allah’ın günlerini hatırlat” emri, tarih bilgisini değil, tarih bilincini öğütler.
Unutan milletler, aynı hatayı tekrarlar;
hatırlayanlar ise, şükrü ve sabrı tazeler.
Her mü’min, kendi hayatında da “Allah’ın günlerini” aramalıdır:
– Günahlarından kurtulduğu bir an,
– Dua edip kabul gördüğü bir vakit,
– Karanlıktan nura çıkış hissettiği bir dönem…
İşte onlar da kulun özel Allah günleridir.

7. Netice: Allah’ın Günleri Hâlâ Devam Ediyor

Zaman değişse de Allah’ın günleri bitmez.
Bugün de zalimlerin saltanatları çökerken, mazlumların duaları kabul olurken o günler yeniden yaşanır.
Her çağın kendi “Allah günü” vardır.
Zira Allah’ın kudreti ezelîdir, hükmü bâkidir.

KONUYLA ALAKALI VE MÜRÂDİF ÂYETLER

• “Onlara geçmiş kavimlerin haberlerini anlat; belki düşünürler.”
(A‘râf, 176)
• “Nice memleket halkını zulmettikleri için helâk ettik; sonra onların ardından başka kavimleri var ettik.”
(Enbiyâ, 11)
• “Andolsun, onların kıssalarında akıl sahipleri için ibretler vardır.”
(Yûsuf, 111)
• “Yeryüzünde gezip dolaşmadılar mı ki, kendilerinden öncekilerin sonlarının nasıl olduğunu görsünler? Onlar onlardan daha güçlü idiler.”
(Rûm, 9)
• “Allah zalim kavimleri hidayete erdirmez.”
(Câsiye, 23)

ÖZET

İbrâhim Sûresi’nin 5. âyetindeki “Allah’ın günleri” ifadesi, Allah’ın kudret ve adaletinin tarih içinde açıkça göründüğü nimet ve azap günleridir.
Bu günlerin hatırlatılması, insanlara hem şükür, hem sabır, hem de ibret dersi verir.
Zira o günlerde ilâhî adalet tecellî etmiş, zulüm devrilmiş, iman galip gelmiştir.
Tarih, yalnız geçmişin aynası değil; ilâhî sünnetin sahnesidir.
O halde her mü’min, kendi hayatında Allah’ın günlerini hatırlayıp ibretle yaşamalıdır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
06/11/2025




İMTİHANIN HİKMETİ: BELÂDAKİ LÜTUF

İMTİHANIN HİKMETİ: BELÂDAKİ LÜTUF

(Hz. Ebû Hureyre Rivayeti ve Bakara 216. Âyet Işığında)
İnsan, hayatın cilvesine bazen güler, bazen ağlar. Gülmek nimete; ağlamak ise musibete düşer. Lâkin her ikisi de aynı elden gelir. Çünkü nimeti veren kim ise, imtihanı da gönderen O’dur.
İmtihan, rahmetin perdelenmiş hâlidir; musibet ise kemalin merdivenidir.
Bu hakikati Peygamber Efendimiz (asm) şu hadis-i şerifle açıklar:
“Şüphesiz bir kişinin Allah katında bir mevkii olur ki, kendi ameliyle oraya ulaşamaz. Bu sebeple Allah o kişiyi –o makama ulaşıncaya kadar– hoşlanmadığı şeylerle imtihan eder.”
(Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, h. no: 3741)
Demek ki bazı acılar, ilâhî bir terfidir; bazı sıkıntılar, Allah katında yükseliş vesilesidir.

1. Bela ve Musibet: Lütuf Görünümlü İmtihan

İnsan, çoğu zaman acıyı azap sanır. Hâlbuki bazen rahmet, zahmet elbisesi giyer.
Bir annenin evladını doğururken çektiği sancı nasıl bir doğumun habercisiyse, mü’minin sabırla katlandığı belâlar da manevî doğumların müjdesidir.
Cenâb-ı Hak buyurur:
“Olur ki hoşlanmadığınız bir şey sizin için hayırlı olur. Olur ki sevip arzu ettiğiniz bir şey sizin için şerli olur. Gerçeği Allah bilir, siz bilmezsiniz.”
(Bakara, 2/216 )
İşte bu âyet, kaderin derin hikmetini öğretir.
İnsanın dar aklı, acıyı azap sanır; oysa Hak nazarında o acı, kalbi cilalayan bir iksirdir.
Nice musibetler vardır ki kulun günahlarına kefaret olur, nice belalar vardır ki insanı cennete hazırlar.

2. Tarihten İbret: Peygamberlerin Sabrı

Tarih boyunca hiçbir peygamber sıkıntısız bir hayat sürmemiştir.
Hz. Nûh (as) 950 yıl kavminin inkârıyla mücadele etti.
Hz. İbrahim (as) ateşe atıldı.
Hz. Yakub (as) yıllarca Yusuf hasretiyle gözlerini kaybetti.
Hz. Eyyûb (as) bedenini saran hastalıklara sabırla direndi.
Hz. Muhammed (asm) hem açlıkla hem de düşmanlarla imtihan edildi.
Hepsi aynı gerçeği yaşayarak gösterdi:
Belâ, Allah’ın dostlarını terbiye etme yoludur.
Onlar musibeti değil, musibetin Sahib’ini gördüler.
Bu sebeple isyan etmediler, bilakis teslim oldular.

3. Hikmet Penceresinden Musibet

İmtihanın hikmeti, insanın kemale ermesidir.
Çünkü sıkıntı, kalpteki pası siler; nefsi kırar; kulun aczini hissettirir.
Eğer insan daima nimet içinde kalsa, şükrü unutur;
Eğer daima sıkıntı içinde kalsa, ümidi yitirir.
İşte bu dengeyi koruyan kudret, Rahman’ın hikmetidir.
Onun içindir ki;Musibet, sûreten zahmet; mânen rahmettir.
Bu cümle, sabrın sır kapısını açar.
Zira bela, mü’mini yıpratmak için değil, yükseltmek için gelir.
Bazen günahların affına, bazen derecenin artmasına, bazen de kalbin Rabbine yönelmesine vesile olur.

4. Akıl ve Kalp Arasında Bir Denge

Akıl, musibetin zahirine bakar; kalp ise batınını görür.
Akıl der ki: “Neden ben?”
Kalp der ki: “Rabbim beni unutmuyor.”
Akıl, sıkıntıyı bir eksiklik zanneder; kalp, imtihanın içindeki ilâhî hikmeti sezdiğinde huzura kavuşur.
Musibet, Allah’ın kuluna olan özel terbiyesidir.
Allah bir kulunu sevdiğinde, onu musibetlerle imtihan eder.
Bu, rahmetin acı tecellisidir.
Zira dert, duayı doğurur; dua ise kalbi Rabbine bağlar.

5. Sonuç ve Hikmetli Düşünce

Her belâ, bir imtihan mektubudur.
Her imtihan, bir tevhid dersi verir.
Kimi zaman mal, kimi zaman can, kimi zaman sevdiklerinle sınanırsın.
Ama her defasında bir sır fısıldanır:
“Ben seni olgunlaştırmak için seçtim.”
Sabır, acının ilacıdır; rıza, huzurun anahtarıdır.
Mü’min, sıkıntıya değil; sıkıntının arkasındaki hikmete bakar.
Çünkü bilir ki, Allah zulmetmez.
Kulu için yazdığı her şey, sonunda rahmete çıkar.
Allah, mü’minlerin başına bela verir; çünkü onları günahlarından temizlemek ister.

KONUYLA ALAKALI VE MÜRÂDİF ÂYETLER

• “Andolsun ki sizi biraz korku, açlık, mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle imtihan edeceğiz. Sabredenleri müjdele.”
(Bakara, 155)
• “Allah bir kimseye gücünün yeteceğinden fazlasını yüklemez.”
(Bakara, 286)
• “Sabredenleri elbette ecirleriyle mükâfatlandıracağız.”
(Nahl, 96)
• “Şüphesiz her zorlukla beraber bir kolaylık vardır.”
(İnşirah, 6)
• “Kim Allah’a karşı gelmekten sakınırsa, Allah ona bir çıkış yolu verir. Ve ummadığı yerden rızıklandırır.”
(Talak, 2-3)

ÖZET

Bu hadis ve âyetler, belâ ve musibetlerin birer ceza değil, imtihan ve terfi vesilesi olduğunu bildirir.
İnsan bazen duayla, bazen sabırla, bazen de sıkıntı ile olgunlaşır.
Musibet, Allah’ın kuluna “Ben seninle meşgulüm” demesidir.
Kısacası; belâ, ilâhî terfi; sabır, kulluk imtihanının anahtarıdır.
Kimin kalbi rızaya ererse, o artık musibette bile rahmeti görebilir.

********

Kıssadan Hisse:

“Beyazıt caminin şadırvanında yan yana oturmuş abdest alan üç adam düşünün…

Ve bahçeye aniden giren ızbandut gibi bir zorba, çok güçlü, eli kolu kuvvetli bir adam, keyfi olarak üçüne de (enselerine) sert birer tokat attı…
Birinci kişi, tokadı yiyince abdeste ara verip kalktı, hayırlısıyla yediği tokat şiddetinde bir tokatla cevap verdi.
Bu Şeriattır. Hakkını istedi ve aldı.
İkincisi, tokadı yiyince şöyle bir tebessümle dönüp baktı.
Bakmasındaki maksat şu:
Cenab-ı Hak bana bir tokat göndermiş.
Acaba postacı kim?
Getiren kim?
Merak etti, ona baktı.
Bu tarikattır.

Üçüncüsü, dönüp bakmadı bile:
Kiminle gönderirse gönderir.
O’nun bileceği iştir, dedi.
Bu da hakikattir.
Soran kişinin yüzündeki tereddütün gitmediği gören Özal, bak der, başka bir açıdan izah edeyim:
Şeriatta bu senindir bu benimdir…
Tarikatta hem senindir hem benim…
Hakikatte ne senindir ne benim…”

İmanın üç farklı tezahürü.
Kaderden atılan musibet taşına maruz kalan üç farklı kişinin tavrı ve hali;
Avamın imanı – Hassın imanı
ve Hassul Hassın imanının farkı.

Veya imanın üç mertebesi;
İlmel yakin, Aynel yakin ve Hakkel yakin

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
06/11/2025




RUHLAR MECLİSİ

RUHLAR MECLİSİ

Evet büyük ve seçilmiş bir meclis, Ruhlar meclisi
Daha öncede öyle bir alemdeydi ruhlar.
Ancak tasnif edilmesi ve takdir edilmesi gerekti.
Onun için kalite kontrol merkezi olan dünyaya gönderilmeye karar verildi.
İmtihana tabi tutulacaklardı..
Sırasıyla beden elbisesini giyip dünyaya geldiler ruhlar.
Olgunlaşma, tanıma ve tanışma süresi tanındı.
Ruhlar bu arada arkadaşlarını, yandaşlarını, ruhuna münasip ruhları buldular, hayatları süresince.
Nihayet her şey netleşti, ruhlar kendisini, kimlik ve sahsiyetlerini buldu.
Artık karar verilmek üzere kılıflara sarılıp ruhlar meclisine, kategorilerine ayrılarak bölüm bölüm meclislerine alındılar.
Ruhlar gelmeye ve bir yandan da gitmeye devam ediyor
Son ruhların gelişide bitip mukadder olan sonuçlar sonuçlanınca uzunca bir süreç içerisinde son karargahlari ve mekanları olan ve adına cennet ve cehennem denilen yurtlarında yeni bir hayata başlamak üzere sonun ve sonsuzun başlangıcı olan kesişme noktasından gidiş ve varış başlamış olacaktır.
Rabbimiz hayırla sonuçlandırsın.

********

Zamanın ve mekânın ötesinde, henüz “varlık” kelimesinin dahi vücut bulmadığı bir devirde, bir Ruhlar Âlemi vardı. O âlem, kudret-i İlâhî’nin sırrına mazhar olmuş, henüz beden elbisesine bürünmemiş varlıkların meclisiydi. Her bir ruh, Rabbini tanıma kabiliyetiyle yaratılmıştı. Henüz dünya tezgâhına gönderilmeden evvel hepsi bir “mîsak” ile imtihana davet edilecekti.
“Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” dediklerinde: “Evet, Rabbimizsin” dediler.
(A’râf Sûresi, 172. âyet )
İşte o gün, “Elest Bezmi” denilen o ilâhî mecliste, ruhlar Rablerine söz verdiler. Bu söz, fıtratlarına mühürlendi. Fakat o ahdin sırrı, dünya imtihanının içinde gizlendi.

RUHLARIN DÜNYA SEFERİ

Ruhların bir kısmı, yüce bir hikmetle, “beden” denilen geçici bir kılıfla donatıldı. Her biri birer emanetçi olarak dünyaya gönderildi. Bu dünya, bir kalite kontrol merkezi, bir imtihan atölyesi idi.
Ruhlar burada; sabırla, musibetle, nimetle, ilimle, cehaletle, iyilik ve kötülükle sınandılar. Kimisi hakikate meyletti, kimisi fâni zevklere kandı. Kimisi kalbini nurlandırdı, kimisi nefsinin zindanına hapsetti.
Fakat hepsi, birbirini buldu; kimisi hakikate gönül verenlerle, kimisi zıddına meyledenlerle. Çünkü ruhlar, benzer frekanslarda yankılanır. Nitekim hadis-i şerifte bu sır şöyle ifade edilir:
“Ruhlar ordular hâlindedir; birbirine uygun olanlar kaynaşır, aykırı olanlar ayrılır.”
(Buhârî, Enbiyâ 2)

RUHLAR MECLİSİNE DÖNÜŞ

Zaman tamamlandığında, her ruh artık tanınmış, kimliğini bulmuş, sahasını belirlemiştir. Dünya bir ayrıştırma tezgâhı, bir tasnif merkezi olmuştur. Her ruh, özüne göre bir meclise çağrılır:
• Nurlanmış ruhlar, Rahmet Meclisi’ne.
• Karanlıkta kalmış ruhlar, azabın çemberine.
“Her nefis ölümü tadacaktır. Sonunda bize döndürüleceksiniz.”
(Ankebût Sûresi, 57. âyet )
Ve işte o dönüş, **“Ruhlar Meclisi”**nin ikinci perdesidir. Burada ruhlar, dünya seyahatinin muhasebesine alınır. Her biri, kazancını ve kaybını, hakkını ve haddini orada görür.
Nihayet ilâhî hüküm tecelli eder:
Kimi Cennet denilen saadet yurduna, kimi Cehennem denilen pişmanlık ocağına sevk edilir.
“O gün herkesin kazandığı kendisine bildirilecek; onlar zulme uğratılmayacaklardır.”
(Zilzâl Sûresi, 7–8. âyetler )

RUHLARIN SON YURDU

Cennet, arınmış ruhların karargâhıdır;
Cehennem ise nefsine uymuş ruhların cezalandığı menzildir.
Her ruh, ezelde verdiği söze göre, ebedî hayatta yerini bulur. İşte o zaman, “son” sandığımız şey, “sonsuzun başlangıcı” olur.
Rabbimiz, bu büyük dönüşü hayırla neticelendirsin;
Ruhumuzu iman, teslimiyet ve rıza ile huzur meclisine kabul buyursun.

KONU İLE ALAKALI ÂYETLER VE MÜRÂDİFLERİ

• A’râf Sûresi 172:
“Rabbin, Âdemoğullarının sırtlarından zürriyetlerini çıkarıp kendilerini nefislerine şahit tutmuştu: ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ demişti. Onlar da ‘Evet, Rabbimizsin’ demişlerdi.”
(Elest Bezmi’nin aslı.)
• Bakara Sûresi 156:
“Onlar, başlarına bir musibet geldiğinde ‘Biz Allah’a aidiz ve O’na döneceğiz’ derler.”
(Ruhun dönüş şuuru.)
• Mü’minûn Sûresi 115:
“Sizi boş yere yarattığımızı ve bize döndürülmeyeceğinizi mi sandınız?”
(Dünya imtihanının hikmetine işaret.)
• Yâsîn Sûresi 12:
“Şüphesiz ölüleri dirilten biziz; onların yaptıklarını ve eserlerini biz yazarız.”
(Amel defteri ve ruh muhasebesi.)
• Zilzâl Sûresi 7–8:
“Kim zerre kadar hayır işlerse onu görür. Kim de zerre kadar şer işlerse onu görür.”
(Netice meclisinin adaleti.)

ÖZET

Ruhlar, ezelde Rablerine söz vermiş, bu sözü isbat için dünyaya gönderilmiştir. Dünya, ruhların imtihan edildiği bir tasnif meydanıdır. Ruhlar, bu süreçte özlerini ve özüne uygun eşlerini tanır, hakikat yolunda veya bâtıl tarafında yer alır. Ölümle birlikte beden kılıfından sıyrılan ruh, tekrar Ruhlar Meclisi’ne döner. Burada ebedî karar verilir: Cennet veya Cehennem. Bu dönüş, son değil; sonsuzun başlangıcıdır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
05/11/2025